TEK TARAFLI TRAFİK KAZASI – DESTEKTEN YOKSUNLUK ZARARININ OLUŞUMUNDAKİ KUSURUN DAVACIYA YANSITILAMAYACAĞI

           T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi
ESAS    : 2018/2901
KARAR: 2018/12777

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Ticaret Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda verilen hükmün duruşmalı olarak temyizen tetkiki davalı vekilince istenmiş olmakla duruşma için tayin edilen 23.01.2018 Salı günü davacı vekili Av. … geldi. Davalı tarafından gelen olmadı. Temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşıldıktan ve hazır bulunan davacı vekili dinlendikten sonra eksiklik nedeniyle iade edilen dosya ikmal edildikten sonra tekrar gelmekle dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacılar vekili, davalıya zorunlu trafik sigortalı aracı kullanan sigortalı murisin tek taraflı trafik kazası sonucu vefat ettiğini, müvekkillerinin murisin eşi ve çocukları olup destekten yoksun kaldıklarını beyanla, fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydıyla her bir davacı için ayrı ayrı 250’şer TL maddi tazminatın temerrüt tarihinden işleyecek ticari faiziyle davalıdan tahsilini talep etmiş, ıslah dilekçesiyle talebini davacı eş … için 200.934,07 TL, davacı evlatlar … için 5.876,35 TL, … için 7.448,16 TL, … için 35.741,42 TL’ye yükseltmiştir.

Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, toplanan deliller ve benimsenen bilirkişi raporuna göre, davanın kabulü ile davacı … için 200.934,07 TL, … için 5.876,35 TL, … için 7.448,16 TL, … için 35.741,42 TL tazminatın dava tarihinden itibaren yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp değerlendirilmesinde bir usulsüzlük bulunmamasına, kaza tarihinin 21.2.2013 olmasına, davacının ölenin salt mirasçısı sıfatıyla değil, destekten yoksun kalan üçüncü kişi sıfatıyla dava açmasına, ölüm nedeniyle doğrudan davacı üzerinde doğan destekten yoksunluk zararının oluşumundaki kusurun davacıya yansıtılamayacağına; dolayısıyla araç sürücüsünün veya işletenin tam kusurlu olmaları halinde, desteğinden yoksun kalan davacıyı etkilemeyeceğine; 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ve Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartları’na göre, aracın zorunlu mali sorumluluk sigortacısı davalı sigorta şirketi, işletenin üçüncü kişilere verdiği zararları teminat altına aldığına ve olayda işleten veya sürücü tam kusurlu olsalar bile, destekten yoksun kalan davacı da zarar gören üçüncü kişi konumunda bulunduğundan, davalı sigorta şirketi sorumlu olacağına (HGK’nun 15.6.2011 gün ve 2011/17-142 esas-411 karar, HGK’nun 22.2.2012 gün 2011/17-787 esas 2012/92 karar sayılı, HGK’nun 16.1.2013 gün ve 2012/17-1491 esas,2013/74 karar sayılı, HGK’nun 18.11.2015 gün ve 2014/17-691 Esas- 2015/2626 Karar sayılı ilamları uyarınca) göre, davalı vekilinin yerinde görülmeyen bu yöne ilişkin temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

2-Dava, trafik kazasından kaynaklanan ölüm nedeniyle maddi tazminat istemine ilişkindir.
1086 sayılı HUMK’nın 388 ve 389. maddeleri ile 6100 sayılı HMK’nın karşılık 297/1-2. maddeleri uyarınca, mahkeme kararında; hüküm sonucunun, taraflara yükletilen hak ve sorumlulukların şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde ayrı ayrı ve açıkça gösterilmesi gerekir.

Bu hükümler yargıda açıklık ve netlik prensibinin gereği ve kamu düzeni ile ilgili olup, yasanın aradığı anlamda oluşturulacak kısa ve gerekçeli kararların hüküm fıkralarının açık, anlaşılır, çelişkisiz, uygulanabilir olmasının gerekliliği kadar, kararın gerekçesinin de sonucu ile tam bir uyum içinde ifadeleri özenle seçilmiş ve kuşkuya yer vermeyecek açıklıkta olması zorunludur.

Yargıtay’ın hukuka uygunluk denetimi yapabilmesi için de ortada usulüne uygun şekilde oluşturulmuş bir hüküm bulunması gerektiği açıktır.

Somut olayda mahkemece hukukçudan aldırılan 26.2.2014 tarihli bilirkişi raporunda aylık asgari ücretin 1,94 katı oranında gelir esas alınarak davacıların toplam zararı 334.650,48 TL hesaplanmış olup zarar poliçe limiti olan 250.000,00 TL’yi aştığından, garameten paylaştırma sonucu; davacı eş … için 200.934,07 TL, davacı evlatlar … için 5.876,35 TL, … için 7.448,16 TL, … için 35.741,42 TL tazminat hesaplanmış ve davacılar davasını bu rapora göre ıslah etmiştir. Davalı tarafça hesap raporuna itiraz edilmesi üzerine bu kez aynı bilirkişiden aldırılan 30.6.2014 tarihli ek raporda ise aylık asgari ücretin 1,61 katı oranında gelir esas alınarak davacıların toplam zararı 287.185,11 TL hesaplanmış olup zarar poliçe limiti olan 250.000,00 TL’yi aştığından, garameten paylaştırma sonucu; davacı eş … için 202.366,05 TL, davacı evlatlar … için 5.704,86 TL, … için 7.230,78 TL, … için 34.698,31 TL tazminat hesaplanmıştır.

Mahkemece hükmün gerekçesinde desteğin 1.250,00 TL üzerinden aylık geliri olduğunun kabulü ile hesaplamanın esas alındığı belirtilen rapor esasen 30.6.2014 tarihli ek bilirkişi raporu olup ek raporda da davacı evlatlar …, … ve … için kök rapordan daha düşük tazminat belirlendiği halde, mahkemece adı geçen davacılar yönünden çelişki oluşturacak şekilde ek raporun hükme esas alındığı belirtilip kök rapordaki verilere göre davalı aleyhine fazla tazminata hükmedilmesi doğru görülmemiştir.

3-Bozma neden ve şekline göre davalı vekilinin vekalet ücretine ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, (3) numaralı bentte açıklanan nedenlerle bozma neden ve şekline göre davalı vekilinin vekalet ücretine ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, duruşmada vekille temsil olunmayan davalı yararına vekalet ücreti takdirine yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine 25/12/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

ELEKTRİK ÇARPMASI NEDENİYLE YARALANMA- RUHSATSIZ YAPI- ANNE BABANIN GÖZETİMİ VE DENETİM ÖDEVLERİNİ GEREĞİ GİBİ YERİNE GETİRMEMELERİ KÜÇÜĞE KUSUR OLARAK YANSITILAMAZ.

T.C.
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
BAŞKANLIĞI

ESAS NO : 2017/869
KARAR NO : 2018/12895

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
Y A R G I T A Y İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : ŞANLIURFA 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 09/02/2016
NUMARASI : 2012/666-2016/94
DAVACILAR : 1-B.ASLAN, 2- S. ASLAN VEK.AV.SELİM HARTAVİ
DAVALI : …… İL MÜDÜRLÜĞÜ .

Taraflar arasındaki tazminat davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda; davanın reddine yönelik olarak verilen hüküm, davacılar vekili tarafından duruşma istemli olarak temyiz edilmekle; duruşma günü olarak belirlenen 18/12/2018 tarihinde davacılar vekili Av. Selim Hartavi geldi. Başka gelen olmadı. Açık duruşmaya başlandı ve hazır bulunan vekilin sözlü açıklamaları dinlenildikten sonra işin incelenerek karara bağlanması için saat 14.00’e bırakılması uygun görüldüğünden, belli saatte dosyadaki bütün kağıtlar okunarak, Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlenip, gereği düşünüldü:

Y A R G I T A Y       K A R A R I

Davacılar; 12/03/2010 tarihinde evlerinin damına çıkan çocukları İslim ve Kadir Aslan’ın binanın yakınından geçmekte olan enerji nakil hattına temas etmeleri nedeniyle yaralandıklarını, vücutlarının çeşitli bölgelerinde kalıcı yanık izleri kaldığı gibi uzuv kaybı da oluştuğunu ileri sürerek; fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere, işgöremezlik, tedavi ve estetik ameliyat giderleri nedeniyle şimdilik çocukları için 1.000’er TL olmak üzere toplam 2.000 TL maddi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek ticari faizi ile birlikte davalıdan tahsilini talep etmiştir.
Davalı; meydana gelen olayda bir kusurlarının bulunmadığını savunarak, davanın reddini istemiştir.

Mahkemece; olayın meydana geldiği yapıyı kaçak ve imara aykırı inşa etmiş olan davacılar Sinan ve Bahar Aslan’ın kusurlu oldukları, davalıya izafe edilecek herhangi bir kusur bulunmadığı gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, davacının sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.
2- Dava, elektrik çarpması nedeni ile uğranılan maddi zararın tazmini istemine ilişkindir.

Kural olarak bir küçüğün uğradığı zararda ana babanın birlikte kusurunun bulunması, sorumlu kişinin küçüğe ödeyeceği tazminatın reddedilmesini gerektirmez. Değişik bir ifade ile kanuni temsilcilerin gözetimi ve denetim ödevlerini gereği gibi yerine getirmemeleri ya da eksik getirmiş olmaları, temyiz yeteneğinden yoksun olan küçüğe kendi kusuru olarak izafe olunamaz. Bu itibarla tazminat davasını, küçüğün yasal temsilcileri olarak koğuşturmaları da durumu değiştirmez. Keza sorumlu kişinin küçüğe borçlu olduğu tazminat edimlerinin geçici olarak, yasal temsilci olan ana babaya ödenmesi olgusu da sonuca etkili değildir. Çünkü, bu tazminat ana babanın mal varlığından ayrı olan küçüğün mal varlığına girecektir; ana baba bu mal varlığının değerlerini, amaca aykırı harcamalarda bulunmak, özellikle kendi borçlarını ödemek ve bu arada sorumlu kişinin kendilerine karşı ileri sürebileceği rücu taleplerini karşılamak için kullanamazlar.

Diğer taraftan, olay tarihinde yürürlükte olan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 58 inci maddesinde; “Bir bina veya imal olunan herhangi bir şeyin maliki, o şeyin fena yapılmasından yahut muhafazasındaki kusurundan dolayı mesul olur.” denmektedir. Enerji nakil hatları da, Borçlar Kanunu’nun 58 inci maddesi uyarınca imal olunan şey kapsamında olduğundan, enerji nakil hattının maliki olan davalı, bu tesisin korunmasından, dolayısıyla bakım ve onarım eksikliğinden doğan zarardan kusursuz olarak sorumludur. Burada, yasa koyucu bozuk yapılan bir yapı eserinden zarar görenleri, mümkün olduğu kadar basit ve dolaysız bir tazmin imkanı sağlayarak, onları korumaktadır.

Borçlar Kanunu’nun 58 inci maddesinde öngörülen sorumluluğun söz konusu olması için, söz konusu yapı eserinin, yapım bozukluğu veya bakım eksikliğinden bir zarar doğması gereklidir.

Yapım bozukluğu, bir inşaatın kötü yapılmasını, imal ve inşaat zamanında uyulması gerekli olan teknik kurallara uyulmamış olmasını ifade eder. Bir yapı eserinin maliki, bunların hiç kimseye hiçbir şey için tehlike taşımayacak şekilde yapılmasını ve işlemesini garanti etmekle yükümlüdür. Bu nedenle, bir yapı eserinde herhangi bir yapım bozukluğu olmasa bile, ek güvenlik ve koruma tertibatının bulunmaması, yine de bir yapım eksikliği sayılır. Bakımsızlık ve koruma eksikliği ise, bir inşaatın kullanmaya uygun ve tehlikeleri önleyecek biçimde korunmamasını ifade eder. Bakım eksikliği biçiminde açıklanabilecek olan bu durum, yapının tamamlanmasından sonra ortaya çıkar. Yapının tamamlanmasından sonra kendini gösteren ek güvenlik tertibatı ihtiyacının giderilmemesi de bir bakım eksikliğidir.

Bakımsızlıktan veya bakım eksikliğinden söz edebilmek için bir inşa eserinin bitmiş ve kullanım amacına özgülenmiş olması gerekir. Yapım eksikliği veya bakımsızlığın varlığı araştırılırken, durumun gerekleri ve özellikle bina veya yapı eserinin özgüleme amacı, üçüncü kişiler için taşıdığı tehlike derecesi göz önünde tutulmalıdır. Bu nedenle, daha çok kişinin yararlanacağı, etkileneceği, yada zarar görme ihtimali olan tesislerin yapımında, buna oranla çok daha sınırlı insanların etkileneceği tesislerin yapımı sırasında uyulması gerekli zorunlu koşullara oranla, daha fazlasına dikkat edilmelidir.

Malikin, bina yada tesisin tehlike taşımayacak bir durumda bulunmasını sağlama yükümlülüğü, yalnız onu kullananlara karşı değil, herkese karşı vardır

Bazı hallerde zararın ortaya çıkış biçimi, yapım bozukluğu veya bakım eksikliğinin varlığını gösteren fiili bir karine oluşturur.Yapının yapımı ile ilgili mevzuata ve teknik kurallara uyulmadığı, alışılmış tedbirlerin alınmadığı ve resmi makamlarca yapılan denetimler sonucunda, bina ve yapı eserinin teknik niteliklerinin uygun görülmediği ispatlanırsa, bunlar eksikliğin ve illiyet bağının varlığına birer belirti sayılır(Hukuk Genel Kurulu’nun 12.03.2003 tarihli ve 2003/4-144 Esas 2003/161 Karar sayılı ilamı da aynı yöndedir).

Bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde; 2002 ve 2004 doğumlu olan davacılar İslim ve Kadir Aslan’ın evlerinin damında bulundukları sırada, 1980’li yıllarda inşa edilen ve evlerinin 30 cm yakınından geçen yüksek gerilim hattı nedeniyle elektrik akımına kapılarak yaralandıkları, davacıların kanuni temsilcileri tarafından yapılan evin ise daha sonraki bir tarihte ruhsatsız olarak inşa edildiği anlaşılmaktadır.

Şu durumda; dava ehliyetine sahip olmadıkları için kanuni temsilcileri tarafından temsil edilen davacıların, yaralanmalarına neden olan olayın gerçekleşmesinde bir kusurlarının bulunmadığı ortadadır.

Bundan ayrı, insanların ve canlıların yaşamı için önemli bir tehdit oluşturan bu tür enerji hatlarının bakım ve korunmasında, bunların yerleşim yeri üzerinde bulunduğu da düşünüldüğünde, normalin üzerinde bir özen borcu bulunan davalı şirketin, daha sonradan Elektrik Kuvvetli Akım Tesisleri Yönetmeliğinde belirtilen mesafelere uymadan yapılan bina nedeniyle gerekli ek önlemleri almadığı, dolayısıyla eneji hattının tehlike taşımayacak bir durumda bulunmasını sağlama yükümlülüğünü yerine getirmediği ancak olayın meydana gelmesinden sonra enerji hatlarını yer altına almak suretiyle gerekli tedbiri aldığı, dosyadaki bilgi ve belgelerle sabittir.

Hal böyle olunca, mahkemece; Borçlar Kanunu’nun 58 inci maddesi uyarınca imal ettiği enerji nakil hattı üzerinde gerekli bakım ve gözetim borcunu yerine getirmeyen davalının, davacıların uğradığı zararı tazminle yükümlü olduğu gözetilerek, zarar kalemleri hakkında bilirkişiden rapor aldırılması ve varılacak sonuca göre zarar kapsamının belirlenmesi gerekirken, kararın başlık kısmında davacı olarak gösterilen kanuni temsilcilerin kusurlu olduğu yönündeki yanılgılı değerlendirme ve eksik inceleme ile davanın tümden reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

SONUÇ: Yukarıda birinci bendde açıklanan nedenlerle davacıların sair temyiz itirazlarının reddine, ikinci bendde açıklanan nedenlerle hükmün HUMK’nun 428 inci maddesi gereğince davacılar yararına BOZULMASINA, 1.630 TL Yargıtay duruşması vekalet ücretinin davalıdan alınıp davacılara verilmesine, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 6100 sayılı HMK’nun Geçici Madde 3 atfıyla 1086 sayılı HUMK’nun 440 ıncı maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren 15 günlük süre içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 18/12/2018 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

Başkan
M. DUMAN
Üye
F. PINARCI
Üye
G.KAHRAMAN
Üye
E. ATEŞ
Üye
F. TEMEL

HH/YÖ.
Karşılaştırıldı:

KIDEM TAZMİNATI – FERAGAT NEDENİYLE RED KARARI VERİLEN KISMİ DAVADA TALEP EDİLEN MİKTARLAR YÖNÜNDEN KESİN HÜKÜM OLUŞTURACAĞI

          T.C

     YARGITAY

9.HUKUK DAİRESİ

 ESAS:2003/13381

KARAR:2003/13849

TARİH: 10.9.2003

ÖZET : Davacı işçinin vekili tarafından bu davadan önce açılan kısmi davada ihbar, kıdem tazminatları fark istekleri ile izin ve kıdem teşvik pirimi taleplerinde bulunulmuştur. Davacı vekili davadan feragat etmiş, mahkemece feragat sebebiyle davanın reddine karar verilmiş ve hüküm kesinleşmiştir. 

Davacı işçi daha sonra açmış olduğu bu davada ise, ilk davada dava konusu yapılmamış olan bir kısım isteklerde bulunmuştur. Bu alacaklar yönünden mahkemece verilen önceki kararın kesin hükmün neticelerini doğurması söz konusu olmaz.

Bundan başka kısmi davada verilen feragat sebebiyle red kararı ancak talep edilen miktarlar bakımından kesin hüküm oluşturur. Feragat dilekçesinde de bu hakların tümünden açıkça vazgeçilmemiş ve sadece kısmi davadan feragat edildiği belirtilmiştir. Bu alacakların bakiyesi yönünden sonradan bir dava açılmasına engel bir durum yoktur. 

DAVA : Davacı, kıdem ve ihbar tazminatı, kıdem teşvik prim alacağı ve TİS’den doğan alacağının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkeme, davayı reddetmiştir.

Hüküm duruşmalı olarak davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş ise de, HUMK’nun 435. maddesi gereğince duruşma isteğinin süreden reddine ve incelemenin evrak üzerinde yapılmasına karar verildikten ve temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : Davacı işçinin vekili tarafından bu davadan önce açılan kısmi davada ihbar, kıdem tazminatları fark istekleri ile izin ve kıdem teşvik pirimi taleplerinde bulunulmuştur. Davacı vekili 24.09.2002 tarihli celsede davadan feragat etmiştir. Mahkemece, feragat sebebiyle davanın reddine karar verilmiş ve hüküm kesinleşmiştir.

Davacı işçi daha sonra açmış olduğu bu davada ise, ihbar ve kıdem tazminatı, kıdem teşvik pirimi, ücret zammı, fazla mesai, vardiya zammı, ikramiye, iş değerlendirme pirimi ve izin alacakları yönünden isteklerde bulunmuştur. Davalı işveren tarafından kesin hüküm itirazında bulunulmuş ve mahkemece kesin hüküm sebebiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, sonradan açılan bu davada, ilk davada dava konusu yapılmamış olan bir kısım isteklerde bulunulmuştur. Bu alacaklar yönünden mahkemece verilen önceki kararın kesin hükmün neticelerini doğurması söz konusu olmaz.

Bundan başka kısmi davada verilen feragat sebebiyle red kararı ancak talep edilen miktarlar bakımından kesin hüküm oluşturur. Feragat dilekçesinde de bu hakların tümünden açıkça vazgeçilmemiş ve sadece kısmi davadan feragat edildiği belirtilmiştir. Bu alacakların bakiyesi yönünden sonradan bir dava açılmasına engel bir durum yoktur.

Mahkemece bu nedenle, ilk davaya konu olmayan alacaklar ile kısmi davada talep edilen miktarlar dışındaki istekler bakımından kesin hüküm nedeniyle red kararı verilmesi hatalıdır. 

SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 10.09.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.

DESTEKTEN YOKSUN KALMA TAZMİNATI -MİRASIN REDDİ – HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI NİTELİĞİNDE OLMADIĞI

T.C.

YARGITAY

HUKUK GENEL KURULU

ESAS:2007/4-222

KARAR: 2007/222

TARİH: 18.4.2007

818/m.45

ÖZET : Dava, trafik kazası nedeniyle maddi, manevi ve destekten yoksun kalma tazminatına ilişkindir. Destekten yoksun kalma tazminatı niteliği itibari ile bağımsız bir hak olduğundan, mirasın reddedilmiş olması bu tazminatın talep edilmesine engel değildir.

DAVA : Taraflar arasındaki “Maddi ve Manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul Asliye 1.Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 16.03.2004 gün ve 2001/477 E. 2004/64 K. sayılı kararın incelenmesi davalılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4.Hukuk Dairesinin 21.06.2005 gün ve 2005/2523-6823 sayılı ilamı ile;

( … Dava, trafik kazası nedeniyle maddi, manevi ve destekten yoksun kalma tazminatına ilişkindir.

Davacılardan İlgen Gazeteci, dava konusu trafik kazasında yaralandığını ayrıca eşini kaybettiğini ileri sürerek gerek kendisinin yaralanması gerekse eşinin ölümü nedeniyle destekten yoksun kalma, maddi ve manevi tazminat istemiştir. Davacı Şuhay Nakipoğlu’da kendisinin yaralanması ve eniştesinin ölmesi nedeniyle maddi ve manevi tazminat isteminde bulunmuştur. Mahkemece dava kısmen kabul edilmiş, davalıların temyizi üzerine yerel mahkeme kararı vekalet ücreti yönünden düzeltmek suretiyle oyçokluğuyla onanmıştır.

Onama kararına karşı davalılar karar düzeltme isteminde bulunmuşlardır.

1- Temyiz ilamında bildirilen gerektirici nedenler karşısında Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun değişik 440. maddesinde sayılan nedenlerden hiç birine uygun olmayan davalıların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan karar düzeltme istemleri reddedilmelidir.

2- Davalıların diğer karar düzeltme istemlerine gelince;

Davacı İlgen Gazeteci eşinin ölümü nedeniyle fazlaya dair talep hakkı saklı kalmak kaydıyla şimdilik 500.000.000 lira destekten yoksun kalma tazminatı istemiş, mahkemece yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucunda davacının zararı 40.961.488.996 lira olarak belirlenmiş mahkemece taleple bağlı kalınarak 500.000.000 lira destekten yoksun kalma tazminatına hükmedilmiştir.

Davacı İlgen Gazeteci 22.02.2001 tarihli veraset ilamını dosyaya ibraz ederek talepte bulunmuş ise de mirası reddettiğinin belirlenmesi üzerine 29.06.2001 tarihli yeni veraset belgesi düzenlendiği daha sonra anlaşılmıştır. Şu durumda davacı İlgen Gazeteci mirası reddettiğine göre ölen eşinden dolayı destekten yoksun kalma tazminatı istemi MK.nun 2. maddesinde düzenlenen dürüstlük kuralı ile bağdaşmamaktadır.

Aksinin kabulü halinde kendisi karşı tarafa tazminat ödemekten kurtulacak ancak karşı taraftan ölen eşi nedeniyle tazminat alabilecektir ki bu da hakkının kötüye kullanılması niteliğinde olup hakkaniyete aykırıdır, yasa ise hakkın kötüye kullanılmasına olanak vermemelidir. O halde davacı İlgen Gazetecinin destekten yoksun kalma tazminatına ilişkin talebinin reddi gerekir. Bu nedenle davalıların bu yöndeki karar düzeltme istemlerinin kabulü gerekmiştir… ) ,

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Dava, trafik kazası nedeniyle maddi, manevi ve destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir.

Davacılar İlgen Gazeteci ve Şuay Nakipoğlu vekili; müvekkillerinin de içinde bulunduğu aracın, davacı İlgen’in eşi H.Şefik Gazeteci’nin sevk ve idaresinde iken, davalı Uğur Pişan tarafından kullanılan araçla çarpışması neticesinde müvekkillerinin yaralandığını, ayrıca davacı İlgen Gazeteci’nin eşini kaybettiğini; uzman göz doktoru ve aynı zamanda cerrah olan eşi kaza nedeni ile vefat etmiş olmasa idi, gerek Türkiye’de kurmuş oldukları düzen açısından, gerekse İsviçre’den almış olduğu teklif üzerine yurt dışı yaşantıları olacağı gözönüne alındığında, müvekkili İlgen Gazeteci’nin büyük bir destekten mahrum kaldığını ileri sürerek; her iki davacı yönünden maddi ve manevi tazminat taleplerinin yanı sıra, fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydı ile davacı İlgen Gazeteci için 500.000.000 TL destekten yoksun kalma tazminatının davalılardan müştereken ve müteselsilen olay tarihinden itibaren işleyecek reeskont faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalılar vekili; davacı İlgen Gazeteci’nin eşinin olayda 5/8 oranında kusurlu olduğunu, aynı zamanda tıp doktoru olan davacının, ölen eşin desteğine ihtiyaç duymayacak ölçüde gelire sahip bulunduğunu savunarak, davanın reddine karar verilmesi gerektiğini cevaben bildirmiştir.

Mahkemenin, yargılama sırasında alınan bilirkişi raporunu benimsemek suretiyle ve “davacı İlgen Gazeteci’nin destekten yoksunluk sebebiyle nihai ve gerçek zararının 40.961.488.996 TL olarak belirlendiği” gerekçesiyle, her iki davacının diğer maddi ve manevi tazminat taleplerinin kısmen kabulü yanında, “davacının talebi ile bağlı kalınarak 500.000.000 lira destekten yoksun kalma tazminatının 28.01.2001 olay tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacı İlgen Gazeteci’ye verilmesine” dair verdiği karar; Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenle bozulmuş, Yerel Mahkemece “destekten yoksun kalma tazminatının bağımsız bir hak olup, doğrudan doğruya desteğini yitirenlerin kişiliğinden doğduğu, mirasçılık niteliğine bağlı bulunmadığı ve bu itibarla mirasın reddinin de destekten yoksun kalma tazminatını etkilemeyeceği” gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Davacıların da içinde bulunduğu aracın sürücüsü ve aynı zamanda davacılardan İlgen Gazeteci’nin eşi olan Hüseyin Şefik Gazeteci’nin dava konusu trafik kazasında vefat etmiş olması ve davacıların da yaralanması nedeniyle; kazaya karışan diğer aracın sürücüsü ve kayıt maliki davalılar aleyhine maddi, manevi ve destekten yoksun kalma tazminatı talebi ile görülmekte olan dava açılmış; davacı İlgen Gazeteci, kendisinin de mirasçı bulunduğu 22.02.2001 tarihli veraset ilamını dosyaya ibraz ederek talepte bulunmuş ise de, murisin mirasını 24.05.2001 tarihinde reddettiğinin belirlenmesi üzerine, 29.06.2001 tarihli yeni veraset belgesi düzenlendiği ve bu veraset ilamına göre mirasçı olmadığı daha sonra anlaşılmıştır.

Açıklanan maddi olgu, bozma ve direnme kararlarının kapsamları itibariyle uyuşmazlık; destekten yoksun kalma tazminatının, mirasçılık sıfatına bağlı bir hak olup olmadığı; dolayısıyla davacı İlgen Gazeteci’nin, ölen eşin mirasını reddetmiş olmasının, destekten yoksun kalma tazminatı verilmesine engel yasal bir neden oluşturulup oluşturmadığı noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümüne geçilmeden önce, destekten yoksun kalma tazminatına ilişkin yasal düzenleme ve bu tazminatın hukuki niteliğinin üzerinde durulmasında yarar vardır.

Destekten yoksun kalma tazminatı 818 sayılı Borçlar Kanununun 45/2. maddesinde düzenlenmiş olup, “Ölüm neticesi olarak diğer kimseler müteveffanın yardımından mahrum kaldıkları takdirde onların bu zararını da tazmin etmek lazım gelir” şeklinde hükme bağlanmıştır.

Bu maddede, haksız fiilin doğrudan doğruya muhatabı olmayan, ancak bu haksız fil nedeniyle ortaya çıkan ölüm olayından zarar gören yada ileride zarar görmesi güçlü olasılık içinde bulunan kimselere tazminat hakkı tanınmıştır.

Yasa metninden de anlaşıldığı üzere; destekten yoksun kalma tazminatının konusu, desteğin yitirilmesi nedeniyle yoksun kalınan yardımdır. Bu tazminatın amacı, ölüm olayı olmasaydı ölenin yardımda bulunduğu kimselere yardımda bulunmaya devam edeceğinin düşünülmesi ve ölüm olayının bu süreci kesmesi sonucu destekten yararlanan kimselerin uğradıkları zararın peşin ve toptan şekilde tazmin edilmesi, bu kimselerin ölüm olayından önceki durumlarına kavuşturulmasıdır. Eş söyleyişle amaç, destekten yoksun kalanların desteğin ölümünden önceki yaşamlarındaki sosyal ve ekonomik durumlarının korunmasıdır.

Şu hale göre; “destek” sayılabilmek için, yardımın eylemli olması ve ölümden sonra da düzenli bir biçimde devam edeceğinin anlaşılması yeterlidir. Destek kavramının dayanağı hukuksal bir ilişki değil eylemli bir durum olduğundan, akrabalığa ve yasanın nafaka ile miras ilişkisi hakkındaki hükümlerine dayanmaz.

Nitekim, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 06.03.1978 tarih ve 1/3 sayılı kararının gerekçesinde; “Destekten Yoksun Kalma Tazminatı eylemin karşılığı olan bir ceza olmayıp, ölüm sonucu ölenin yardımından yoksun kalan kimsenin muhtaç duruma düşmesini önlemek ve yaşamının, desteğin ölümünden önceki düzeyde tutulması amacına yönelik sosyal karakterde kendine özgü bir tazminat olduğu” vurgulanmıştır.

Genel Kurulu’nun 21.04.1982 gün, 1979/4-1528 E., 412 K. sayılı kararında; “BK.nun 45. maddesinde sözü geçen destek kavramı hukuksal bir ilişkiyi değil, eylemli bir durumu hedef tutar ve ne hısımlığa ne de yasanın nafaka hakkındaki hükümlerine dayanır, sadece eylemli ve düzenli olarak geçimini kısmen veya tamamen sağlayacak şekilde yardım eden ve olayların olağan akışına göre eğer ölüm vuku bulmasaydı, az çok yakın bir gelecekte de bu yardımı sağlayacak olan kimse destek sayılır. O halde destek sayılabilmek için yardımın eylemli olması ve ölümden sonra da düzenli bir biçimde devam edeceğinin anlaşılması yeterli görülür” ilkesi benimsenmiştir.

O halde, destekten yoksun kalma tazminatı ölüm ile ortaya çıkmasına rağmen, miras bırakanın şahsından doğan ve mirasçılara geçen bir hak değil, doğrudan bu kimselerin kendisinden doğan bağımsız bir haktır.

Diğer bir ifadeyle, destekten yoksun kalma tazminatı niteliği itibariyle; üçüncü kişilere, desteğin gelir ve yardımından yoksun kalmaları nedeniyle tanınmış, bağımsız bir hak olup, mirasçılık sıfatı ve miras hukuku ile ilgisi yoktur. Çünkü bu hak, mirasçılık sıfatından değil, eylemli olarak destek olanın ölümü nedeniyle, onun gelir ve yardımından yoksun kalma yada farazi destek olma olgusundan kaynaklanmaktadır ( YHGK. 25.05.1984 gün, E: 1982/9-301, K:1984/619 )

Bu itibarla, Borçlar Kanununun 45/1. maddesinde desteğin yardımından yoksun kalan “diğer kimseler” tabirinden, ölenle aralarında yakın ilişki bulunan anası, babası, eşi, çocukları, kardeşleri, nişanlısı, hatta evlilik dışı birlikte yaşadığı kimsenin anlaşılması gerektiği; miras hukuku ile ilgili olmadığı için de, mirasçı olmak veya ölen yönünden nafaka borçlusu bulunmak zorunluluğunun bulunmadığı her türlü duraksamadan uzaktır ( Turgut Uygur, Açıklamalı İçtihatlı Borçlar Kanunu Sorumluluk ve Tazminat Hukuku, Ankara 2003, 2.Cilt, s:2062 ) . Bu haliyle Maddenin ikinci fıkrasında, destekten yoksun kalma tazminatı talep edebilecek kimseler yönünden herhangi bir sınırlama yapılmadığı ve müteveffanın yardımından mahrum kalma esasının kabul edildiği kuşkusuzdur.

Sonuç olarak, destekten yoksun kalma tazminatı nitelik itibariyle bağımsız bir hak olup; ölen kimse ile davacı arasında kanuni veya akdi bir bakım yükümlülüğü, mirasçılık yada akrabalık ilişkisi bulunması gerekmediğinden; mirasın reddedilmiş olması, destekten yoksun kalma davasının açılmasına ve incelenip hasıl olacak sonuç uyarınca esasına ilişkin karar verilmesine engel, yasal bir neden değildir.

Somut olayda; davacı İlgen Gazeteci, trafik kazasında ölen Hüseyin Şefik Gazeteci’nin eşidir. Baştan beri yapılan açıklamalar ve değinilen ilkeler itibariyle, ölenin yakını olan davacının, ölen eşin mirasını reddetmiş olması, eş söyleyişle mirasçı sıfatını taşımaması destekten yoksunluk talebinde bulunmasına engel değildir.

Hal böyle olunca; Yerel Mahkemece, mirası reddeden davacı İlgen Gazeteci’nin destekten yoksun kalma davasının incelenip, esasına ilişkin karar verilmesi gerektiği yönündeki direnme kararı usul ve yasaya uygun olup, yerindedir.

Ne var ki hükmedilen destekten yoksun kalma tazminatı yönünden işin esası incelenmediğinden, bu yönden inceleme yapılmak üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme uygun bulunduğundan, davalı vekilinin tazminat yönünden işin esasına ilişkin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 4.HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, 18.04.2007 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

TRAFİK KAZASI- İBRANIN GEÇERSİZLİĞİ İKİ YILLIK HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRE İÇERİSİNDE TALEP EDİLMEDİĞİNDEN DAVANIN REDDİ GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY
17.HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2015/8148 E.
KARAR: 2018/1602 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ:Ticaret Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda kararda yazılı nedenlerden davanın kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davalı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, müvekkilinin 20.12.2007 tarihinde … sevk ve idaresinde olup davalıya sigortalı bulunan …plakalı araçta yolcu olarak bulunmakta iken dava dışı …’un sevk ve idaresindeki … plakalı araçla çarpışmaları sonucunda sakat kaldığını belirterek, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydı ile 3.000,00 TL maddi tazminatın kaza tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiş, yargılama sırasında talebini 27.186,79 TL’ye yükseltmiştir.

Davalı vekili, … plakalı aracın 11.02.2007-2008 vadeli Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigorta Poliçesi ile müvekkili şirket nezdinde sigortalı olduğunu,davacı tarafın başvurusu üzerine dava konusu kaza nedeni ile müvekkili şirket nezdinde hasar dosyası açıldığını ve hesaplanan 36.830,00 TL maluliyet tazminatının davacıya tam ve eksiksiz olarak müvekkili şirket tarafından 25.12.2009 tarihinde ödendiğini, bu ödeme nedeni ile hak sahipleri tarafından müvekkili şirketin tamamen ibra edildiğini, hukuki sorumluluğunu tam ve eksiksiz olarak yerine getirmiş olan müvekkili şirketin davacılara karşı karşılamakla yükümlü olduğu başkaca bir sorumluluğu bulunmadığını, bu nedenle hakkında ikame edilen davanın haksız ve hukuka aykırı olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.Mahkemece, davacının davasının ıslah edilmiş hali ile kabulü ile 27.186,79 TL’nin temerrüt tarihi olan 28.09.2009 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınıp davacıya verilmesine, karar verilmiş; hüküm, davalı vekilince temyiz edilmiştir.

1-Dava, trafik kazası sonucu oluşan cismani zarar nedeniyle maddi tazminat istemine ilişkindir.Davacı taraf, davalıya trafik sigortalı aracın cismani zarara neden olması nedeniyle, davalının ZMSS poliçesi gereği zarardan sorumlu olduğunu iddia ederek davalıya husumet yöneltmiş; davalı … şirketi, davacının cismani zarara uğramasıyla sonuçlanan kazayı yapan ve şirketleri tarafından trafik sigortası yapılan aracın sebep olduğu zararı davacıya ödeyip ibra edildiklerini savunmuş; mahkemece, davalı tarafından davacıya kısmi ödeme yapılmış olmakla birlikte, davacının bakiye zarar alacağı hususunda açık nispetsizlik durumu oluştuğu gerekçesiyle, davalının ibra savunmasına itibar edilemeyerek tazminata hükmedilmiştir.

KTK’nın 111. maddesi uyarınca, tazminat miktarlarına ilişkin olup da yetersiz veya fahiş olduğu açıkça belli olan anlaşmalar veya uzlaşmalar, yapıldıkları tarihten itibaren 2 yıl içinde iptal edilebilirler. Yasa’nın bu hükmünden yararlanmak için ibra belgesinin iptalinin açıkça ve ayrıca istenmesine gerek olmayıp, dava sırasında bu husus ileri sürülebileceği gibi, yapıldığı tarihten itibaren 2 yıl içinde hükümlerinin kabul edilmediğine ilişkin bir irade açıklaması da yeterlidir. Yasada belirtilen 2 yıllık süre hak düşürücü süre olup, mahkemece re’sen dikkate alınmalıdır.

Somut olaya bakıldığında; kazada cismani zarara uğrayan davacıya poliçe hükümleri gereğince davadan önce ödeme yapıldığı, taraflar arasında bila tarihli ibraname imzalandığı ve imzalanan ibranamenin (davalı yanca istenen diğer evrakla birlikte) davacı tarafından 3/12/2009 tarihli dilekçe ekinde davalıya gönderildiği ve bu dilekçenin de 4/12/2009 tarihinde davalıya ulaştığı anlaşılmaktadır.Davalı tarafından hesaplanan 36.830,00 TL tazminatın davacıya 25.12.2009 tarihinde ödendiği ve ibranamenin davacı tarafından imzalandığı mahkemeninde kabulündedir.

Bu itibarla, davacı tarafından imzalı ibraname bulunmasına ve eldeki davanın 03.10.2013 tarihinde açılmış olmasına göre, KTK’nın 111. maddesinde öngörülen 2 yıllık hak düşürücü sürenin geçirildiği gözetilmek suretiyle davacının tazminat talebinin, hak düşürücü süre nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirmeyle 2 yıllık süre geçsede davanın açılabileceğinin kabulü ve yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.

2-Bozma ilamının kapsam ve şekline göre; davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA; (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine 7.3.2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

ÇEK İLE ALINAN PARAYLA KUMAR OYNANDIĞI – KUMAR PARASININ EKSİK BORÇ BULUNDUĞU VE EKSİK BORCUN KABUL EDİLMEMESİ HALİNDE ÖDENMESİ GEREKMEDİĞİ

T.C.
YARGITAY
19. HUKUK DAİRESİ
Esas: 1999/1336
Karar: 1999/1989
Tarih: 23.3.19996762/m.692

ÖZET : Dava çek iptali talebidir. Mahkemece, taraf delilleri ve tanık anlatımlarına göre davalının kumarhanede çalıştığı, ekonomik ve sosyal durumuna göre çek bedelinin davalı tarafından davacıya verilemeyeceği, aralarında ticari ilişki de olmadığı, bu paranın davalının çalıştığı gazinonun müşterilerine kumar oynaması için verilen krediye ilişkin olduğu ve çek ile alınan parayla kumar oynandığı, kumar parasının eksik borç bulunduğu, eksik borcun kabul edilmemesi halinde ödenmesi gerekmediği anlaşıldığından davanın kabulü gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki çek iptali davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili, müvekkilinin oynadığı kumar sonucu borçlandığını, bu borca karşılık 6.6.1997 tarihli 1.365.000.000.TL.lık çeki gazino yönetimine verdiğini, ancak davalı tarafından ciro edilerek takibe konulduğunu, davalının kumarhaneyi çalıştıran otelde işçi olduğunu iddia ederek kumar borcu nedeniyle verilen çekin takip ve dava konusu yapılamayacağının tespitiyle çekin ve takibin iptalini talep ve dava etmiştir. Davalı vekili cevabında, çekin ödeme vasıtası olup, TTK.nun 692. maddesi gereğince kayıtsız şartsız bedelin ödenmesine ilişkin olduğunu, çekin kumar borcu için verilmediğini, davalının kumar oynamadığı gibi kumarda taraf da olmadığını, para da vermediğini, çek miktarına göre tanık da dinlenemeyeceğini ileri sürerek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, taraf delilleri ve tanık anlatımlarına göre davalının kumarhanede çalıştığı, ekonomik ve sosyal durumuna göre çek bedelinin davalı tarafından davacıya verilemeyeceği, aralarında ticari ilişki de olmadığı, bu paranın davalının çalıştığı gazinonun müşterilerine kumar oynaması için verilen krediye ilişkin olduğu ve çek ile alınan parayla kumar oynandığı, kumar parasının eksik borç bulunduğu, eksik borcun kabul edilmemesi halinde ödenmesi gerekmediği anlaşıldığından davanın kabulüyle takibe konu 6.6.1997 keşide tarihli 1.365.000.000.TL. bedelli çeke dayalı takibin iptaline dair verilen hüküm davalı vekilince temyiz edilmiştir.

SONUÇ : Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davalı vekilinin yerinde görülmeyen bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna bulunan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı onama harcının temyiz edenden alınmasına, 23.03.1999 gününde oybirliğiyle karar verildi.

SENEDİ İMZALAYAN ŞİRKET TEMSİLCİSİNİN BONONUN TANZİM TARİHİNDEN SONRA ŞİRKET ORTAKLIĞINDAN AYRILMASI- BONONUN DAVACI ŞİRKETİNİN TİCARİ DEFTERLERİNE KAYITLI OLMAMASI

T.C

YARGITAY

HUKUK GENEL KURULU

 ESAS: 2005/19-556

KARAR:2005/679

TARİH: 30.11.2005 

2004/m.72

ÖZET : Dava menfi tespit talebidir. Davacı şirket adına senedi imzalayan şirket temsilcisi bononun tanzim tarihinden sonra şirket ortaklığından ayrılmıştır. Açıklanan deliller karşısında sırf bononun davacı şirketinin ticari defterlerine kayıtlı olmaması, davacı iddiasını kanıtlamaya yeterli değildir. Bu durumda kambiyo senedinden davacı şirketin sorumlu olacağı düşünülmeden lehdar davalı hakkında açılan davanın kabulü isabetli değildir.

DAVA : Taraflar arasındaki “menfi tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Şişli Asliye 2.Hukuk Mahkemesince davalı H. Bekiroğlu hakkında açılan davanın reddine, davalı Tanju Sadi Üste hakkında açılan davanın kabulüne dair verilen 31.5.2002 gün ve 1994/1173 E. 2002/801 K. sayılı kararın incelenmesi davalı T.Sadi Üste vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19.Hukuk Dairesinin 30.12.2003 gün ve 2002/10086 E. 2003/13410 K. sayılı ilamı ile;

( … Davacı vekili, davalılardan Tanju S. Ü. tarafından müvekkili aleyhine girişilen icra takibine konu senedinin tanzim tarihi itibariyle kasa defterinde para girişi olmadığı gibi bonodaki imzaların müvekkili şirket yetkilisince atılmadığını, senetteki kaşenin şirket kaşesi olmadığını, şirketten olaylı tarzda ayrılan eski müdür davalı H. Bekiroğlu tarafından düzenlenmiş olabileceğini, adı geçen davalıların ortaklar kurulu kararınca üçüncü şahıslara olan borçlarından şirket ve yeni şeriklerin mesul olmayacağının kabul edildiğini belirterek, senetten dolayı müvekkili şirketin borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı Tanju S. Ü. vekili, takip konusu bononun davalı şirketin yetkilisi davalı H. Bekiroğlu tarafından tanzim edilerek verildiğinin şirket yöneticisinin değişmesinin, şirketi borçtan kurtarmadığını, şirketin yeni sahiplerinin bu borcun varlığından haberdar olduklarını, bono üzerindeki kaşeye ilişkin itirazın yerinde olmadığını bildirerek davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Davalı Habibe Bekiroğlu, şirkete verilen borç karşılığında senet tanzim edildiğini belirtmiştir.

Mahkemece, davalı H. Bekiroğlu aleyhine ikame etmiş olduğu davanın, davada sıfatı bulunmaması nedeniyle reddine, davalı Tanju S. Ü. hakkındaki davanın bononun davalı H. Bekiroğlu tarafından menfaat temini için düzenlenerek davalı Tanju S. Ü’ye verildiği her iki davalının bu amaçla birlikte hareket ettikleri gerekçesiyle davanın kabulü ile takibe konu 8/8/1994 tanzim 17/10/1994 vade tarihli 1.500.000.000 TL. bedelli bonodan dolayı Tanju S. Ü’ye borçlu bulunmadığının tespitine karar verilmiş, hüküm davalı Tanju S. Ü. vekilince temyiz edilmiştir.

Takip ve dava konusu bononun düzenleme ( tanzim ) tarihinin 8/8/1994 olduğu, bononun bu tarihte davacı şirket yetkilisi davalı H. Bekiroğlu tarafından imzalanmış olduğu ve anılan davalı ile senet lehdarı Tanju S. Ü. aleyhine açılan ceza davasının beraat ile sonuçlandırdığı hususları ihtilafsızdır.

Davacı şirket adına senedi imzalayan şirket temsilcisi H. Bekiroğlu bononun tanzim tarihinden sonra 7/10/1994 tarihinde şirket ortaklığından ayrılmıştır. Açıklanan deliller karşısında sırf bononun davacı şirketinin ticari defterlerine kayıtlı olmaması, davacı iddiasını kanıtlamaya yeterli değildir. Bu durumda kambiyo senedinden davacı şirketin sorumlu olacağı düşünülmeden lehdar davalı Tanju S. Ü. hakkında açılan davanın kabulü isabetli değildir… ),

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalı Tanju Sadi Üste vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 30.11.2005 gününde oybirliği ile karar verildi.

İSTİHKAK İDDİASI -İŞ MAKİNELERİNİN HACZİ- SATIŞ VE DEVİRLERİNİN GEÇERLİ OLABİLMESİ İÇİN SAHİPLİK BELGESİ ESAS ALINARAK NOTERLİK VEYA TRAFİK ŞUBE VE BÜROLARINCA YAPILMASI GEREKTİĞİ

T.C.

YARGITAY

21.HUKUK DAİRESİ

 ESAS: 2007/18086

KARAR:2008/10150

TARİH: 24.6.2008

2004/m. 99

Trafik Yönetmeliği/m. 29/a-4-2, 35/b-c

ÖZET : Hacizli mallar 3. kişinin elinde haczedildiğinden mülkiyet karinesi onun lehinde olup, alacaklı malların borçluya ait olduğunu kanıtlamakla yükümlüdür.

İş makinelerinin satış ve devirlerinin geçerli olabilmesi için, sahiplik belgesi esas alınarak noterlik veya trafik şube ve bürolarınca yapılması gerekir.

DAVA : Mahalli mahkemece verilen kararın temyizen tetkiki davalı ( 3. kişi ) vekili tarafından istenmiş, mahkemece ilamında belirtildiği şekilde isteğin kabulüne karar verilmiştir. Temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşıldıktan ve tetkik hakimi tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi:

KARAR : Uyuşmazlık, İİK’nın 99. maddesine dayalı olarak alacaklı tarafından açılan 3. kişinin istihkak iddiasının kaldırılması talebine ilişkindir.

Davacı alacaklı İstanbul sekizinci İcra Müdürlüğü’nün 2003/18238 E. sayılı takip dosyasından 19.07.2004 tarihinde gerçekleştirilen haczin İİK’nın 99. maddesi uyarınca yapıldığına ilişkin Hafik İcra Mahkemesi’nin 2004/4-3 karar sayılı kararı uyarınca dava açtıklarını, haciz uygulanan maden sahasının borçlu Ltd. Şti.’ye ait olduğunu ileri sürerek istihkak iddiasının kaldırılmasını istemiştir.

Mahkemece davalı Ltd. Şti.’ye ait AR:92999 ( ER:2555405 ) sayılı maden arama ruhsatının haczin uygulandığı K … Köyü sınırları dışında kaldığı ve davalı 3. kişinin haciz adresi ile ilgisinin bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmişse de, dosya içeriğine uygun düşmeyen gerekçelerle varılan sonuç doğru değildir.

Dava konusu haciz 19.07.2007 tarihinde K… Köyü S… mevkiinde bulunan maden sahasında uygulanmıştır. Haciz sırasında hazır bulunan şahıs, maden sahasının rödevans sözleşmesiyle çalıştırıldığını ve hacizli malların çalıştıran firmaya ait olduğunu belirtmiştir. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 02.03.2006 tarihli yazı içeriğinden, K… Köyü sınırları içerisinde bulunan ÖNİR.9922 ( ER:2380875 ) ve ÖNİR:10309 ( ER:2402146 ) sayılı 2 adet ön işletme ruhsatının borçlu H … Madencilik Ltd. Şti.’ye ait olduğu, davalı adına arama ruhsatı bulunan maden sahasının K … Köyü sınırları dışında kaldığı anlaşılmaktadır. Ancak davalı 3. kişi, haczin uygulandığı ÖNİR:9922 sayılı maden sahasının işletme hakkını borçludan 02.03.2004 tarihli rödevans sözleşmesiyle almış ve bu sözleşme Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 16.06.2004 tarihli yazısı ile onaylanmıştır. Dolayısıyla hacizli mallar davalı 3. kişi elinde haczedildiğinden mülkiyet karinesi davalı 3. kişi lehine olup, alacaklı hacizli malların borçlu Ltd. Şti.’ye ait olduğunu kanıtlamakla yükümlüdür. İspat yükü kendisinde olan davalı alacaklı, hacizli mermer taşı, jeneratör ve taş kesme makinesinin borçluya ait olduğunu ispatlayamadığından bu menkuller yönünden davanın reddi gerekir.

Davaya konu Kavasaki marka dozere gelince; 6085 sayılı Yasa’nın 22/C-2 ve Karayolları Trafik Yönetmeliği’nin 29/a-4-2. maddeleri uyarınca, iş makineleri, özel ve tüzel kişinin üyesi bulunduğu Ticaret ve Sanayi Odası’na tescili zorunlu araçlardandır. Anılan yönetmeliğin 35. maddesi b ) bendinde tescilli, c ) bendinde tescili silinmiş veya hiç tescil edilmemiş araçların satış devirlerinin geçerli olabilmesi için, sahiplik belgesi esas alınarak noterlik veya trafik şube ve bürolarına yapılması koşuluna bağlanmıştır.

Somut olayda dava konusu iş makinesi tescile tabi olan araç niteliğinde olduğundan, Ticaret ve sanayi Odası’nda kaydının bulunup bulunmadığı, davacı tarafından sunulan 21.04.2004 tarihli faturanın hacizli mala uygunluğu ve sahiplik belgesi niteliği taşıyıp taşımadığı ve davacıya satışın noterlik kanalıyla yapılıp yapılmadığı saptanarak oluşacak sonuca göre karar verilmelidir.

O halde, davalı 3. kişinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.

SONUÇ : Hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle ( BOZULMASINA ), temyiz harcının istek halinde davalıya ( 3. kişi ) iadesine, 24.06.2008 gününde oybirliğiyle karar verildi.

ÖNALIM HAKKI- FİİLİ TAKSİM İDDİASI YARGILAMANIN HER AŞAMASINDA İLERİ SÜRÜLEBİLİR

T.C
YAGITAY
14. Hukuk Dairesi
ESAS: 2016/10129
KARAR: 2018/9148
TARİH: 18.12.2018

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 01.10.2014 gününde verilen dilekçe ile önalım hakkına dayalı … iptali ve tescil talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın reddine dair verilen 27.10.2015 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:

K A R A R

Dava, önalım hakkından kaynaklanan … iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacı vekili, davalının 950 parsel sayılı taşınmazda 21.08.2014 tarihinde 2/5 pay satın aldığını, davalı adına kayıtlı payın önalım hakkı gereği iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı, 06.05.2015 tarihli keşifte fiili taksim savunmasında bulunarak davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın fiili taksim nedeniyle reddine karar verilmiştir.
Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.

Önalım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlarda bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını kısmen veya tamamen üçüncü bir kişiye satması halinde diğer paydaşlara bu satılan payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve satışın yapılmasıyla kullanılabilir hale gelir.

Önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması TMK’nın 2. maddesinde yer alan dürüst davranma kuralı ile bağdaşmaz. Kötüniyet iddiası 14.2.1951 tarihli ve 17/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerekir. Bu gibi halde savunmanın genişletilmesi söz konusu değildir. Eylemli paylaşmanın varlığı halinde davanın reddi gerekir.

Somut olaya gelince; 08.05.2015 tarihli fen bilirkişi raporunda taraf ve mahalli bilirkişinin gösterim ve anlatımları doğrultusunda taşınmazın, zeminde 4 parçaya ayrılmış olup kuzey kısmının üçgen şeklinde olduğu, güney kısmındaki parçanın sürülü olduğu, diğer kısımların boş olduğu belirtilerek krokide taşınmazın 4 parçaya bölünmüş olarak gösterildiği, mahkemece fen bilirkişi raporu ve ekli kroki doğrultusunda taşınmazda fiili taksim bulunduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş ise de belirtilen fen bilirkişi raporunun, taşınmazın hangi bölümünün kimler tarafından ve ne şekilde kullanıldığı hususu hakkında aydınlatıcı bilgi içermediği, mahkemece fiili taksim savunması doğrultusunda yapılan araştırmanın yeterli olmadığı anlaşılmaktadır.

Bu durumda mahkemece, öncelikle davalının fiili taksim savunmasına ilişkin tüm delilleri ile davacının fiili taksim savunmasına ilişkin karşı delilleri toplanıldıktan sonra taşınmazda fiili taksim olup olmadığı, fiili taksim varsa taşınmazın hangi bölümünün kimler tarafından ve ne şekilde kullanıldığı hususları araştırılmalıdır. Bu nedenle mahallinde keşif yapılarak HMK 259/2 maddesi gereğince tarafların tanıkları varsa taşınmaz başında dinlenerek davacının kullandığı ve davalıya pay satan kişinin kullandığı ayrı ayrı bölümler bulunup bulunmadığı belirlenmeli, çelişkili beyanlar varsa giderilerek fiili taksim bulunması halinde fen bilirkişisi tarafından düzenlenecek krokide denetime elverişli şekilde işaretlenmek suretiyle fiili taksimin mevcut olup olmadığı saptanmalı, varılacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekir.
Mahkemece, değinilen hususlar gözardı edilerek eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 18.12.2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

ÖNALIM HAKKI- MÜLKİYET HAKKI CEBRİ TESCİL İLAMININ KESİNLEŞMESİ TARİHİNDE DAVALIYA GEÇECEĞİNDEN ŞUF’A HAKKI DA BU TARİHTEN İTİBAREN DOĞACAKTIR.

T.C
YARGITAY
14. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2018/2136
KARAR: 2018/9207
TARİH: 19.12.2018

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki önalım nedeniyle tapu iptali ve tescil davasından dolayı mahal mahkemesinden verilen yukarıda gün ve sayısı yazılı hükmün; Dairemizin 08.11.2017 gün ve 2017/4175 Esas, 2017/8233 Karar sayılı ilamı ile bozulmasına karar verilmişti. Süresi içinde davalı tarafından kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla, dosya içerisindeki bütün evrak incelenerek gereği düşünüldü:

K A R A R

Dava, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Davacı vekili dava dilekçesi ile, müvekkilinin … , … , … Mah., 254 ada, 2 parsel sayılı 10.400. m2 yüzölçümlü taşınmazda 1/3 pay maliki olduğunu, …’in payını …’e 01/10/2012 tarihinde müvekkiline haber vermeden satış yoluyla devrettiğini, davalının satış bedeli olarak ödediği bedeli ve tapu harç masraflarını ödeyerek önalım haklarının tanınması suretiyle davalı adına olan tapu kaydının iptali ile müvekkili adına tapuya tescilini talep etmiştir.
Davalı, 2006 yılında davacı ve kardeşinin harita mühendisine vekalet vermesi ile taşınmaz üzerindeki diğer işgalciler ile birlikte paylı olarak satış işlemlerini gerçekleştirdiklerini, bu satış işlemini davacının kardeşi dava dışı … ‘e vekalet vererek gerçekleştirdiğini, davacının satış işleminden haberinin olduğunu, dava hakkını kötüye kullanarak kendi bilgisi dahilinde yapılan satışın iptali için açılan davanın kötü niyetli olarak açıldığını, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş, hükmün davacı vekilince temyizi üzerine Dairemizin 08.11.2017 tarih, 2017/4175 Esas, 2017/8233 Karar sayılı ilamı ile; “somut olayda; davalı …,… ‘e karşı açtığı … 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 24.09.2012 tarihli 2012/473 Esas ve 2012/358 Karar sayılı dosyasında, harici satışa dayanarak hükmen tescil yoluyla mülkiyeti kazanmıştır. Davacı süresi içerisinde önalım hakkını kullanmış, davalı …’e anılan hükümle intikal eden payın iptalini talep etmiştir. Kaldı ki, 22.12.2006 tarihli 26495 yevmiye numaralı vekaletname ile … kendi adına asaleten davacı … … adına vekaleten … ‘e bir kısım taşınmazların satışı hususunda hazırlıklar yapmak için vekalet verdiği ancak vekaletnamede dava konusu parsel olan 254 ada 2 parselin de olmadığı anlaşılmıştır. Bu durumda mahkemece işin esasının incelenmesi ve bir karar verilmesi gerekirken, davacının bu işlemden haberi olduğundan söz edilerek yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir” şeklindeki gerekçeyle bozulmuştur.
Dairemizin bozma ilamına karşı davalı karar düzeltme isteminde bulunmuştur.
Tapu kütüğüne esas itibarıyla mülkiyetin veya sınırlı ayni hakların iktisabına veya bunların kaybedilmelerine ilişkin tesciller yazılır. Geniş anlamda tescil ise kütüğe yazılan her husustur. Nitekim kütük sahifesinde mülkiyet, rehin ve irtifak hakları sütunları dışında bir de “şerh” ve “beyanlar” adı altında iki sütun daha vardır. Ancak bir hususun şerh veya beyanlar sütununa yazılması taşınmazın ayni hakka ilişkin statüsünde bir değişiklik meydana getirmez.
Şerhten amaç; ilişkin bulunduğu hukuki durumu üçüncü kişilere karşı ileri sürülebilir hale getirmek, hukuki duruma aleniyet kazandırmaktır. Bu yönü ile şerh ayni bir etki özelliğini gösterir. Hangi hakların tapu kütüğüne şerh edileceğini kanun belirlemiştir. Dolayısıyla kanunun belirlemediği bir hak tapu kütüğüne şerh edilemez.
TMK’nin 1009 ila 1011 ve Tapu Sicil Tüzüğünün 54 ila 66. maddelerinde düzenlenen şerhler, üç amaca yönelik bir tapu işlemidir. Şahsi hakların kuvvetlendirilmesini, malikin tasarruf yetkisinin sınırlandırılmasını ve muvakkat (geçici) tescilin tapu kütüğüne yazılmasını sağlar.
Tapu kütüğüne şerh edilebilecek şahsi haklara gelince;
TMK’nin 1009. maddesinde arsa payı karşılığı inşaat, taşınmaz satış vaadi, kira, alım, önalım, gerialım sözleşmelerinden doğan haklar ile şerh edilebileceği kanunlarda açıkça öngörülen diğer “Tasarruf yetkisinin kısıtlanmasında” başlıklı TMK’nin 1010. maddesinde de aşağıdaki sebeplere dayanan tasarruf yetkisi kısıtlamalarının tapu kütüğüne şerh verilebileceği belirtilmiştir;
1-Çekişmeli hakların korunmasına ilişkin mahkeme kararları,
Örneğin; ifa edilmediği takdirde sahibine, malike karşı TMK’nin 716. maddesine göre cebri tescil davası açma hakkı veren şahsi haklar. Buradaki şerhin amacı üçüncü şahısların TMK’nin 1023. maddesine istinaden ayni hak iktisabını önlemektir. İkinci guruptaki haklar ise, taşınmazla ilgisi olmayan alacak haklarıdır. Buradaki amaç ise İİK’nin 277. maddesi anlamında alacaklıdan mal kaçırmak amacıyla taşınmazı temlik edip, bu alacakların tahsilini imkansız kılmaya yönelik olarak taşınmaz malikinin yapacağı tasarrufi işlemleri önlemektir.
2-Haciz, iflas kararı veya konkordato ile verilen süre,
Bu halde yalnızca ilgili işlemlerin taalluk ettiği nispette taşınmaz malikinin taşınmaz üzerindeki tasarruf işlemleri alacaklılara karşı geçersiz olur ve bu hususlarda TMK’nin 1023. maddesi uygulanmaz.
3-Aile yurdu kurulması, art mirasçı atanması gibi şerh verilmesi kanunen öngörülen işlemler tapu kütüğüne şerh verilebilir.
Bu tür bir şerhle sonraki müktesipler kanundaki mükellefiyetlere katlanmak zorunda kalır.
Diğer taraftan TMK’nin 1011. maddesi hükmü gereğince de; iddia edilen bir ayni hakkın güvence altına alınması gerekiyorsa ve tasarruf yetkisini belirleyen belgelerdeki noksanlıkların sonradan tamamlanmasına kanun olanak tanıyorsa hakkın geçici şerhi olanaklıdır.
Yukarıda belirtilen yasal düzenlemelerle birlikte somut olay değerlendirildiğinde; 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 705/1 maddesinde taşınmaz mülkiyetinin tescille kazanılacağı vurgulandıktan sonra anılan maddenin 2. fıkrasında tescilsiz iktisap halleri ve malikin tasarruf hakkı ile ilgili “miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hallerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır” şeklinde düzenleme getirilmiştir.
Buna göre, davacının şufa hakkını kullanmak istediği dava konusu 254 ada 2 parsel sayılı taşınmazda, davalı adına tesciline karar verilen 3/24 payın henüz tapuya tescil edilmediği, ancak mahkeme kararının tapunun beyanlar hanesine şerh verildiği, dosya içerisinde yer alan tapu kayıtlarından anlaşılmaktadır.
Önalım davasında, mahkeme ilamı satış akdi yerini almaktadır. Tescile ilişkin kararın kesinleşme tarihine göre de dava süresi dikkate alınır. Davalı şuf’alı payı cebri tescil davası sonucu iktisap etmiştir. Mülkiyet hakkı cebri tescil ilamının kesinleşmesi tarihinde davalıya geçeceğinden şuf’a hakkı da bu tarihten itibaren doğacaktır. Ne var ki; cebri tescile ilişkin … 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2012/473 Esas sayılı dosyası temyiz edilmeden kesinleştirilmişse de, bu ilama karşı yargılamanın yenilenmesine ilişkin talepte bulunulduğu verilen kararın Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 2015/7541 Esas sayılı ilamı ile, toplanacak delillere göre bir karar verilmesi gerektiğinden bahisle bozulduğu, yargılamanın yenilenmesine ilişkin davanın halen sonuçlanmadığı UYAP üzerinden yapılan kontrollerde anlaşılmaktadır. Bu durumda henüz tapuya tescil edilmeyen pay için şuf’a hakkı kullanılamayacağından davacının davasının reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi doğru değil ise de hüküm sonucu esas bakımından usul ve kanuna uygun olduğundan HUMK’nin 438/son maddesi gereğince hükmün gerekçesinin değiştirilerek onanmasına karar vermek gerekirken yukarıda belirtilen gerekçeyle bozulması maddi hataya dayalı olduğundan davalının karar düzeltme isteminin kabulü ile hükmün değişik gerekçe ile onanması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davalının karar düzeltme itirazlarının kabulü ile Dairemizin 08.11.2017 tarih, 2017/4175 Esas, 2017/8233 Karar sayılı ilamının KALDIRILMASINA, hükmün gerekçesinin yukarıdaki şekilde DEĞİŞTİRİLEREK DÜZELTİLMİŞ bu gerekçe ile ONANMASINA, 19.12.2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

İŞSİZ OLMAK TEDBİR NAFAKASINA ENGEL OLMADIĞI GİBİ KADIN KUSURLU OLSA DA TEDBİR NAFAKASI ALIR

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU

ESAS: 2017/1891
KARAR: 2018/1577 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi

Taraflar arasındaki karşılıklı “boşanma” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Ankara 4. Aile Mahkemesince “davacı-karşı davalı erkeğin davasının kabulüne, davalı-karşı davacı kadının davasının reddine” dair verilen 21.09.2012 tarihli ve 2011/1096 E., 2012/1186 K. sayılı karar davalı – karşı davacı (kadın) vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 12.11.2013 tarihli ve 2013/1834 E., 2013/26011 K. sayılı kararı ile:
“…1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davalı-karşı davacı kadının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.
2-Yerel mahkeme tarafından davalı-karşı davacı kadın yararına 23.11.2011 tarihli ara kararı ile aylık 500 TL. tedbir nafakası takdir edilmiş, ancak mahkemece 19.12.2011 tarihli ara kararı ile davacı-karşı davalı kocanın işsiz olması ve hiçbir gelirinin bulunmadığı gerekçesiyle bu tarihten geçerli olarak tedbir nafakasının durdurulmasına karar verilmiştir. Davacı-karşı davalı kocanın işsiz olması ve gelirinin bulunmaması hükmedilen tedbir nafakasının tamamıyla kaldırılmasını gerektirmez. Bu durum ancak daha önce takdir edilen nafakanın indirilmesi için bir gerekçe olabilir. Bu durumda yargılama sırasında geçim için ihtiyaçları devam eden davalı-davacı kadın yararına Türk Medeni Kanunun 169. maddesi gereğince 19.12.2011 tarihinden geçerli olmak üzere tedbir nafakasına hükmedilmemesi doğru görülmemiştir…”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek temyiz dilekçesinin süresinde verildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Asıl ve karşı dava, Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 166/1. maddesi uyarınca açılan evlilik birliğinin sarsılması nedenine dayalı boşanma isteklerine ilişkindir.
Davacı-karşı davalı (erkek) vekili, davalının müvekkiline güleryüz göstermediğini, tüm vaktini internette geçirdiğini, hakaret ettiğini, sadakatsiz davranışlar içine girdiğini, bu nedenle evlilik birliğinin sarsıldığını ileri sürerek tarafların boşanmalarına, kararın kesinleşmesinden itibaren 25.000,00 TL maddi tazminat ile 50.000,00 TL manevi tazminatın faiz ile birlikte tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı-karşı davacı (kadın) vekili, erkek eşin birlik görevlerini yerine getirmediğini, her tartışmada müvekkilini evden kovduğunu, en son davacının agresifliğinden korkan müvekkilinin annesine sığındığını, bir süre sonra evin eşyalarının satıldığını öğrendiğini ileri sürerek boşanmalarına karar verilmesini ve müvekkili yararına 50.000,00 TL maddi tazminat ile 50.000,00 TL manevi tazminata hükmedilmesini talep ve dava etmiştir.
Mahkemece, boşanmaya sebep olaylarda erkek yönünden ispatlanmış bir kusur bulunmadığı, kadının ise evlilik birliğinin kutsallığı ile bağdaşmayacak şekilde üçüncü bir kişi ile aşk ve gönül ilişkisi içerisinde olduğu gerekçesiyle davalı-karşı davacı kadının davasının reddine, davacı-karşı davalı (erkeğin) boşanma davasının kabulüne, erkek yararına 5.000,00 TL maddi tazminat (TMK m.174/1) ve 5.000,00 TL (TMK m.174/2) manevi tazminata karar verilmiş, kadının maddi ve manevi tazminat talepleri ise reddedilmiştir.
Davalı-karşı davacı (kadın) vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık kısmında açıklanan gerekçe ile tedbir nafakası yönünden bozulmuştur.
Mahkemece, davacı-karşı davalı erkeğin çalışmadığı, sabit bir gelirinin olmadığı, kadının da dava tarihinde çalışmadığı, bozmadan sonraki taraf anlatımına göre bir süre işe girip tekrar çıktığı, kadının duruşmada gözlenen görüntü ve yapısı itibariyle çalışıp kazanç elde edebilecek görüntüsü olduğu belirtilerek direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararı davalı-karşı davacı (kadın) vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, davalı-karşı davacı kadın yararına ara kararla hükmedilen tedbir nafakasının kaldırılması koşullarının oluşup oluşmadığı noktasında toplanmaktadır.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) “Geçici önlemler” başlıklı 169. maddesi:
“Boşanma veya ayrılık davası açılınca hâkim, davanın devamı süresince gerekli olan, özellikle eşlerin barınmasına, geçimine, eşlerin mallarının yönetimine ve çocukların bakım ve korunmasına ilişkin geçici önlemleri re’sen alır.” hükmünü içermektedir.
Bu madde, yasal gerekçesinde de işaret olunduğu üzere, yürürlükten kaldırılan 743 sayılı Medeni Kanunu’nun 137. maddesinin sadeleştirilmiş şekli olup, mahiyeti itibariyle herhangi bir değişikliğe uğramamıştır. Böylece, öteden beri uygulanagelen bu hükme göre hâkimin, bu konuda bir talebin varlığını aramaksızın, davanın devamı süresince gerekli olan, özellikle eşlerin barınmasına, geçimine, mallarının yönetimine ilişkin geçici önlemleri resen alması gerekir.
Bu geçici önlemlerden birisi de tedbir nafakasıdır.
Tedbir nafakası, talebe bağlı olmaksızın (resen) takdir edilir ve geçici bir önlem olarak davanın başından itibaren karar kesinleşene kadar hüküm altına alınır.
Dolayısıyla tedbir nafakası takdirine ilişkin kararın, davanın açıldığı tarih itibariyle tarafların ekonomik ve sosyal durumlarına ilişkin araştırma sonuçlarının dosyaya gelişini takiben hemen verilmesi gerekir.
Boşanma ve ayrılık davalarında, tarafların kusur durumu hiçbir şekilde tedbir nafakasının takdirine etkili bir unsur değildir. Kusurlu eş yararına dahi, bu tedbirlerin alınması mümkündür. Yine, her iki tarafın da gelirinin bulunması tedbir nafakası verilmesini engelleyici bir hâl değildir. Ancak eşlerin ekonomik güçlerinin birbirine yakın olması durumu söz konusu ise bu durumda geçici tedbir nafakası verme zorunluluğunun ortadan kalkacağı söylenebilir.
Ayrıca belirtilmelidir ki, Yargıtay içtihatları ile bir başkası ile evlilik dışı birliktelik yaşayan eşe tedbir nafakası verilmeyeceği hususu benimsenmiştir.
TMK’nın 169. maddesi uyarınca takdir edilen tedbir nafakası, açılan boşanma davası kapsamında alınan geçici nitelikteki bir önlem olarak hâkim tarafından yargılama sırasında kaldırılmadığı takdirde boşanma davasında verilen kararın kesinleşmesi ile kendiliğinden sona erer.
Bu ilkeler kapsamında somut olay değerlendirildiğinde, tarafların 20.02.2011 tarihinde evlendikleri, aralarındaki anlaşmazlıklar nedeniyle karşılıklı olarak boşanma davası açtıkları anlaşılmaktadır. Mahkemece 23.11.2011 tarihli ara karar ile davalı-karşı davacı kadın yararına 500,00 TL tedbir nafakasına hükmedilmiş ise de akabinde 19.12.2011 tarihli ara karar ile “kocanın işsiz olduğu, hiç bir gelirinin bulunmadığı” belirtilmek suretiyle sözü edilen tarih itibariyle tedbir nafakasının geçici olarak durdurulmasına karar verilmiştir. Nihai yargılama sonunda ise davacı-karşı davalı erkeğin boşanmaya yol açan olaylarda bir kusurunun bulunmadığı, davalı-karşı davacı kadının ise başkası ile aşk ve gönül ilişkisi içerisine girdiği, bu sebeple tam kusurlu olduğu gerekçesiyle, erkeğin davasının kabulü ile tarafların boşanmalarına, kadının davasının ise reddine karar verilmiştir. Kararın temyizi üzerine Özel Dairece yapılan incelemede; mahkemenin boşanma ve kusur belirlemesine ilişkin gerekçesi onanmak suretiyle kesinleşmiş, karar sadece “tedbir nafakasına” ilişkin olarak bozulmuştur. Yukarıda da açıklandığı üzere mahkemenin direnme gerekçesinin aksine erkeğin gelirinin bulunmaması, kadının çalışıyor olması veya kusur durumu kadın yararına tedbir nafakası hükmedilmesine engel teşkil eden vakıalar değildir.
Hâl böyle olunca tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

S O N U Ç : Davalı-karşı davacı (kadın) vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca tebliğden itibaren on beş günlük süre içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 25.10.2018 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

ISLAH YOLUYLA TANIK LİSTESİ VERİLEMEZ – İŞÇİ ALACAKLARI

T.C.
Yargıtay
9. Hukuk Dairesi

Esas No:2017/8166
Karar No:2018/12089

MAHKEMESİ :İŞ MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : ALACAK
Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi taraflar vekillerince istenilmekle, temyiz taleplerinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:YARGITAY KARARIA) Davacı İsteminin Özeti:
Davacı vekili, davacının davalı işyerinde 12.02.2008-03.10.2011 tarihleri arasında gemlik körfezinde bulunan … A.Ş.’ye ait limanda sapancı olarak çalıştığını, fazla mesai, hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil ücretlerinin ödenmemesi nedeniyle iş akdini feshettiğini ileri sürerek kıdem tazminatı ile fazla çalışma ücreti, hafta tatili ücreti, ulusal bayram ve genel tatil ücreti alacaklarını istemiştir.
B) Davalı Cevabının Özeti:
Davalı vekili, davacının ücret, fazla mesai, hafta tatili, milli bayram ücret alacağının bulunmadığını, ihtirazi kayıtsız olarak imzaladığı bordro ve hesap pusulasıyla karşılığını aldığını ve dini bayramlarda çalışılmadığını, iş akdini feshettiğine dair ihbar ve ihtar bulunmadığını, davacının 03.10.2011 tarihinden itibaren mazeret ve herhangi bir neden olmaksızın işe gelmediğini, tutanak altına alındığını ve iş akdinin feshedildiğini savunarak, davanın reddini istemiştir.
C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davacının iş sözleşmesini fesihte haklı olduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
D) Temyiz:
Kararı taraflar temyiz etmiştir.
E) Gerekçe:
1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre davacının tüm, davalının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.
2- Taraflar, davanın veya savunmanın genişletilmesi yasağı sebebiyle yapamadıkları usul işlemlerini, karşı tarafın rızasına gerek duymadan ıslah yoluyla yapabilirler.
Islah, tek taraflı bir usul işlemi olup, karşı tarafın kabulüne bağlı değildir. Ancak Dairemiz yerleşik kararlarına göre ek dava niteliğinde olduğundan 6100 sayılı HMK’nın 177. maddesi uyarınca ıslah dilekçesinin karşı tarafa tebliği gereklidir.
Islah ile; vakıalar, dava konusu ve talep sonucu değiştirilebilir. Islah yoluyla tanık listesi verilemez.
Davacı dava dilekçesinde deliller kısmında tanık deliline dayanmadığı gibi ön inceleme aşamasında da tanık listesi sunmamış, yargılama sırasında alınan bilirkişi raporundan sonra delil listesinin ıslahı ile tanık deliline başvurduğunu belirtmiş, mahkemece bu doğrultuda davacı tanıkları dinlenerek fazla mesai ücret alacağının kabulüne karar verilmiştir.
Davacı delil listesinde dayanmadığı gibi ön inceleme aşamasında da ileri sürmediği tanık deliline bu şekilde ıslah yoluyla dayanamayacağından tanıkların mahkemece dinlenerek hükme esas alınması hatalıdır.
Mahkemece, davalı tanık beyanlarına göre işyerinde 3 vardiya halinde çalışıldığının,davacının haftalık 45 saati aşan çalışmanın bulunmadığı ve 18.02.2010 sonrası dosyaya sunulan giriş çıkış kayıtlarına göre tahakkuk etmesi gereken fazla mesai ücretlerinin de bordroda ödendiği anlaşıldığından fazla mesai yapıldığının davacı tarafca ispat edilememesi nedeniyle reddi gerekirken ıslah yoluyla ileri sürülmesi mümkün olmayan davacı tanıklarının dinlenerek fazla mesaiye hükmedilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.
F) Sonuç:
Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebepten dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 29.05.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

SÜRESİNDE VERİLMEYEN CEVAP DİLEKÇESİNİN ISLAH EDİLMESİ SURETİYLE ZAMANAŞIMI DEFİN DE BULUNULMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR

T.C

YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
Esas: 2017 / 1093
Karar: 2017 / 1090
Karar Tarihi: 07.06.2017

MAHKEMESİ :Ticaret Mahkemesi

YARGITAY KARARI:

Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul (Kapatılan) 33. Asliye Ticaret Mahkemesince davanın zamanaşımı nedeniyle reddine dair verilen 04.06.2013 gün ve 2011/403 E., 2013/130 K. sayılı kararın temyizen incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine Yargıtay 17. Hukuk Dairesinin 09.12.2013 gün ve 2013/18956 E., 2013/17348 K. sayılı ilamı ile;

(…Davacı vekili, müvekkiline ait, davalıya kasko sigortalı aracın trafik kazası sonucu hasarlandığını belirtip davalının yapılan başvuruya rağmen uzun süre müvekkilini oyaladığını bildirerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere 20.000,00 TL tazminatın 19.11.2008 tarihinden itibaren işleyecek avans faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı … şirketi vekili, ıslahla zamanaşımı definde bulunup, husumete ve hasar miktarına itiraz ederek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece tüm dosya kapsamına göre davacının tazminat isteminin zaman aşımına uğradığı, davalının ıslah yolu ile zamanaşımı definde bulunabileceği belirtilerek davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, kasko sigorta sözleşmesinden kaynaklanan tazminat istemine ilişkindir.

Davalı vekili 19.09.2011 günlü dava dilekçesi tebliği üzerine süresinden sonra 17.10.2011 tarihinde verdiği cevap dilekçesinde zamanaşımı definde bulunmuş, bunun kabul edilmemesi halinde ıslah yoluyla zamanaşımı defi taleplerinin kabul edilmesini istemiştir. Davacı vekili ıslah yoluyla zamanaşımı defi talebinin 11.11.2011 tarihinde tebliği üzerine süresinde 14.11.2011 tarihinde ıslah yoluyla zamanaşımı defi talebine muvafakat etmediklerini bildirmiştir.

Bir davada cevap dilekçesinin verilmesi usuli bir işlemdir. Davalı, cevap dilekçesinde ileri sürmediği bir savunmayı özellikle zamanaşımı defini cevap dilekçesini ıslah ederek ıslah edilmiş bu cevap dilekçesiyle ileri sürebilir. Ancak davalının bu nitelikte bir ıslah işlemini yapabilmesi, her şeyden evvel daha önce süresinde verilmiş bir cevap dilekçesinin varlığını gerektirir. Somut olayda, davalı davaya yasal cevap süresi içinde cevap vermemiş, esasen bu dilekçede ileri sürülen zamanaşımı defi de davacının savunmasının genişletilmesi itirazı ile karşılaşmıştır. Davalı ıslah yoluyla süresinde verilmeyen cevap dilekçesini, süresinde verilmiş hale getirmek için ıslah yolunu kullanamayacaktır. Bu durumda mahkemece davalının süresi içinde zamanaşımı definde bulunmadığı gözetilerek işin esasına girilerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu biçimde hüküm kurulması doğru görülmemiştir…)

gerekçesi ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, kasko sigorta sözleşmesinden kaynaklanan tazminat istemine ilişkindir.

Davacı vekili, davalı şirketin kasko sigortasını yaptığı davacıya ait aracın kaza sonucunda ağır şekilde hasar gördüğünü, davalının hasarlı aracı kendi otoparkına çektiğini, hasar bedelini ödemek için de davacıdan vergi borçlarının ödendiğine dair belge istediğini, ekonomik nedenlerle vergi borçlarının ödenemediğini, müvekkilini uzun süre oyalayan davalının sigortalı aracı iade ederek zararı ödemeyeceğini bildirdiğini ileri sürerek, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 20.000,00 TL tazminatın avans faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı şirket vekili, aracın kasko sigortasının davalı şirket nezdinde yapıldığını, ancak davacının kasko sigorta poliçesinden doğan alacaklarının zamanaşımına uğradığını, kaza tarihinden itibaren iki yıllık sürenin dolduğunu, davanın zamanaşımı nedeniyle reddi gerektiğini, zamanaşımı itirazlarının kabul edilmemesi halinde ise savunmalarını zamanaşımı yönünden ıslah ettiklerini ve ıslah yolu ile zamanaşımı definde bulunduklarını, davacının husumet ehliyetinin de bulunmadığını belirterek, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkemece davalının ıslah yolu ile zamanaşımı definde bulunabileceği ve davacının tazminat isteminin zamanaşımına uğradığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

Davacı vekilinin temyiz isteminde bulunması üzerine karar, Özel Dairece yukarıya metni aynen alınan gerekçe ile bozulmuştur.

Mahkemece önceki gerekçeler genişletilmek suretiyle ilk hükümde direnilmiş, direnme kararı davacı vekilince temyize getirilmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, yasal süresi içerisinde cevap dilekçesi sunmayan davalının, süresinden sonra verdiği cevap dilekçesini ıslah ederek zamanaşımı def`inde bulunup bulunamayacağı, diğer bir deyişle süresinde cevap dilekçesi vermeyen davalının ıslah yolu ile zamanaşımı def`ini ileri sürüp süremeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Öncelikle “zamanaşımı” kavramı ile ilgili genel bir açıklama yapılmasında yarar vardır.

Bilindiği üzere özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı, bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde yasanın kabul etmiş olduğu sürenin tükenmesi anlamına gelmektedir.

6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 146-161 (mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 125-140.) maddeleri arasında düzenlenen zamanaşımı, hakkın ileri sürülmesini engelleyici nitelikte olup, alacak hakkı alacaklı tarafından, yasanın öngördüğü süre ve koşullar içinde talep edilmediğinde etkin bir hukuki himayeden, başka bir deyişle, dava yoluyla elde edilebilme olanağından yoksun bırakılmaktadır. Zamanaşımına uğrayan alacağın tahsili hususunda Devlet kendi gücünü kullanmaktan vazgeçmekte, böylece söz konusu alacağın ödenip ödenmemesi keyfiyeti borçlunun iradesine bırakılmaktadır. Şu halde zamanaşımına uğrayan alacak ortadan kalkmamakla beraber, artık doğal bir borç (Obligatio naturalis) haline gelmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, alacağın salt zamanaşımına uğramış olması, onun eksik bir borca dönüşmesi için yeterli değildir; bunun için borçlunun, kendisine karşı açılmış olan alacak davasında alacaklıya yönelik bir def`ide bulunması gerekir (HGK’nun 05.05.2010 gün ve 2010/8-231 E., 255 K. sayılı ilamı).

Zamanaşımı hukuki niteliği itibariyle, maddi hukuktan kaynaklanan bir def`i olup; usul hukuku anlamında ise bir savunma aracıdır (Kuru: Hukuk Muhakemeleri Usulü, Cilt:2, s.1761; Von Tuhr: Borçlar Hukuku (C.Edege Çevirisi), Ankara 1983, Cilt:1-2, s.688 vd.; Canbolat: Def’i ve İtiraz Arasındaki Farklar ve İleri Sürülmesinin Hukuki Sonuçları, EÜHF Dergisi, Cilt:III, Sayı:1, Kayseri 2008, s.255 vd.).

Zamanaşımı def`i, davalının aslında var olan bir borcunu özel bir nedenle yerine getirmekten kaçınmasına olanak veren bir haktır. Bu hakkı kullanıp kullanmamak tamamen borçluya kalmıştır. Diğer bir anlatımla, davalı tarafından zamanaşımı def`i ileri sürülmedikçe, o hak ve alacak için yasanın öngördüğü zamanaşımı süresi dolmuş olsa bile hakim bunu kendiliğinden göz önüne alamaz ( BK m.140, TBK m.161).

Maddi hukuktan kaynaklanan bir def`i ve savunma aracı olan zamanaşımının yargılamanın hangi aşamasında ileri sürülmesi gerektiği konusunda ise gerek eldeki davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun (HUMK)`da gerekse yargılamanın devamı sırasında yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunun (HMK)`da açık bir düzenleme bulunmamaktadır. Zamanaşımı, kanunda (HUMK m.187, HMK m.116) sınırlı olarak sayılan ilk itirazlardan olmadığından cevap dilekçesi ile ileri sürülme zorunluluğu bulunmamaktadır. İlk itirazların karşı taraf muvafakat etse bile esasa cevap süresi geçtikten sonra ileri sürülmesi mümkün değildir. Buna karşın, esasa cevap süresi geçirilse bile zamanaşımı def`i ileri sürülebilir. Ne var ki bir savunma aracı olan zamanaşımı def`inin, savunmanın genişletilmesi ya da değiştirilmesi yasağının başladığı ana kadar ileri sürülmesi gerekmektedir. Bu ana kadar ileri sürülmeyen zamanaşımı def`inin sonradan ileri sürülmesi savunmanın genişletilmesi niteliğinde olacağından, mahkemece dikkate alınabilmesi davacının itirazı ile karşılaşmaması koşuluna bağlıdır.

Öğreti ve uygulamada “savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı” olarak adlandırılan bu yasak, davalının savunmasında ileri sürdüğü olgular, istemler ve itirazlarını sonradan genişletmesi ya da değiştirmesinin mümkün olmaması demektir. Kanunda gösterilen istisnalar dışında davacı davasını genişletip değiştiremeyeceği gibi davalı da savunmasını genişletip değiştiremez. Bu yasak, usul hukukunda benimsenen teksif ilkesinin önemli bir sonucu olup, bu yasağın hangi anda başladığını belirlemek için yasal düzenlemelere bakmak gerekmektedir.

Dava tarihinde yürürlükte bulunan 1086 sayılı HUMK`nın 202. maddesi:

“Davalı cevap dilekçesinde karşılık dava da dahil olmak üzere bütün iddia ve savunmaları ile sebeplerini birlikte bildirmeye mecburdur.

Müddeaaleyh cevap layihasını hasmına tebliğ ettirdikten sonra onun muvafakatı olmaksızın müdafaa sebeplerini tevsi veya tebdil edemez.

Ancak ıslah haliyle 186 ncı madde hükmü müstesnadır.” hükmünü içermektedir.

Görüleceği üzere HUMK`nın yürürlükte olduğu dönemde savunmanın genişletilmesi ya da değiştirilmesi yasağı cevap dilekçesinin davalıya tebliği ile başlamaktadır. Davalı taraf cevap dilekçesinde tüm savunmalarını sebepleriyle beraber bildirmek zorundadır. Cevap dilekçesinin davacıya tebliğinden sonra savunma sebepleri genişletilemez ve değiştirilemez; eş söyleyişle, cevap dilekçesinde bildirilmeyen def’iler ileri sürülemez; ayrıca, cevap dilekçesindeki savunmanın dayandırıldığı olgular da genişletilemez ve değiştirilemez. Bu nedenle HUMK`nın uygulandığı dönemde zamanaşımı itirazı davanın başında, süresinde verilecek cevap dilekçesinde (veya sözlü yargılama usulünde ilk oturumda esasa girişilmeden önce) yapılabilmekte idi. Ancak, bu yasağın istisnaları da aynı maddenin 3. fıkrasında gösterilmiş ve ıslah da bu istisnalar arasında sayılarak, ıslahla savunma sebeplerinin genişletilip veya değiştirilebileceği kabul edilmiştir.

Nitekim, Hukuk Genel Kurulunun 06.04.2011 gün ve 2010/9-629 E., 2011/70 K. sayılı kararı ile 12.06.2013 gün ve 2012/10-1633 E., 2013/825 K. sayılı kararlarında süresinde davaya cevap vermekle beraber, zamanaşımı savunmasında bulunmayan davalının bu savunmasını ıslah suretiyle sonradan ileri sürebileceği, sonradan ıslahla ileri sürmesinde usule aykırı bir yönün bulunmadığı kabul edilmiştir.

01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununda ise iddia ve savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesi yasağı 141. maddede hüküm altına alınmış olup, anılan maddede;

” (1) Taraflar, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçeleri ile serbestçe; ön inceleme aşamasında ise ancak karşı tarafın açık muvafakati ile iddia veya savunmalarını genişletebilir yahut değiştirebilirler. Ön inceleme duruşmasına taraflardan biri mazeretsiz olarak gelmezse, gelen taraf onun muvafakati aranmaksızın iddia veya savunmasını genişletebilir yahut değiştirebilir. Ön inceleme aşamasının tamamlanmasından sonra iddia veya savunma genişletilemez yahut değiştirilemez.

(2) İddia ve savunmanın genişletilip değiştirilmesi konusunda ıslah ve karşı tarafın açık muvafakati hükümleri saklıdır.” düzenlemesine yer verilerek, yargılamanın aşamalarına göre bir ayrım yapılmıştır.

Bu yeni düzenlemede, yargılamanın ilk kesiti olan dilekçelerin teatisi (verilmesi) aşamasında iddia ve savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesi yasağı söz konusu değildir. Tarafların cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi ile iddia ve savunmalarını serbestçe genişletmesi yahut değiştirmesi mümkündür. Savunmayı genişletme veya değiştirme yasağı ikinci cevap dilekçesinin verilmesi ile başlar. Ön inceleme aşamasında ise ancak karşı tarafın açık muvafakati ile savunma genişletilebilir ya da değiştirilebilir. Şayet davacı ön inceleme duruşmasına mazeretsiz olarak gelmezse davalı yine savunmasını serbestçe (davacının muvafakati aranmaksızın) değiştirebilir. Ön inceleme aşamasının tamamlanmasından sonra ise iddia veya savunmanın genişletilmesi yahut değiştirilmesi yasaktır. Bu yasağın istisnaları yine maddenin son fıkrasında açıklanmış ve karşı tarafın açık muvafakati ya da ıslah suretiyle iddia ve savunmanın genişletilip, değiştirilebileceği kabul edilmiştir.

Belirtmek gerekir ki 6100 sayılı HMK`nın sistematiği içerisinde; tahkikat aşamasına geçilmeden önce tarafların uyuşmazlık konularının ve bu uyuşmazlık konularının çözümü için ileri sürdükleri delillerin daha işin en başında belirlenerek tahkikatın etkin bir şekilde yapılması hedeflenmiştir

Tüm bu açıklamalar kapsamında uyuşmazlığa dönülecek olursa, davaya yasal süresi içerisinde cevap vermemiş olan davalının süresinden sonra vereceği cevap dilekçesi ile zamanaşımı def`inde bulunabilmesi ancak davacının muvafakat etmesi ile mümkündür. Aksi halde savunmanın genişletilmesi itirazı ile karşılaşan zamanaşımı def`ine değer verilemez. HUMK`nın 202. maddesi uyarınca davacının açık ya da zımni muvafakati yeterli iken, 6100 sayılı HMK`nın yürürlüğünden sonra tarafların açık muvafakati olmadığı sürece iddia ve savunma genişletilemeyeceğinden, davacının açık muvafakati olmadığı sürece zamanaşımı savunması dikkate alınamaz.

Eldeki davada; henüz 1086 sayılı HUMK`nın yürürlükte olduğu 19.09.2011 tarihinde dava dilekçesi davalı yana tebliğ edilmiş, davalı tarafça yasal süresi içerisinde davaya cevap verilmemiş, süresinden sonra 17.10.2011 tarihinde sunulan cevap dilekçesinde ileri sürülen zamanaşımı def`i de savunmanın genişletilmesi itirazı ile karşılaşmış ve davacı vekili 14.11.2011 tarihli dilekçesinde savunmanın genişletilmesi niteliğindeki zamanaşımı itirazına muvafakat etmediklerini bildirmiştir. Ancak, davalı vekili süresinden sonra verdiği cevap dilekçesinde zamanaşımı def`inin kabul edilmemesi halinde savunmalarını zamanaşımı yönünden ıslah ettiklerini belirterek, aynı zamanda ıslah suretiyle de zamanaşımı def`inde bulunmuştur. Bu nedenle, uyuşmazlığın çözümü için yasal süresinden sonra cevap dilekçesinin ibrazı ile hiç cevap dilekçesi verilmemiş olması hallerinde, ıslah yoluyla sonradan zamanaşımı def`inin ileri sürülüp sürülemeyeceği hususunun tartışılması gerekmektedir.

Bunun için de öncelikle “ıslah” ile ilgili kısa bir açıklama yapılmasında yarar bulunmaktadır.

Kavram olarak ıslah; taraflardan birinin yapmış olduğu usul işleminin tamamen veya kısmen düzeltilmesidir (6100 sayılı HMK. m. 176, mülga 1086 sayılı HUMK. m.83).

Islah müessesi, dava değiştirme, başka deyişle iddia ve müdafaanın değiştirilmesi veya genişletilmesi yasağını bertaraf eden bir imkandır. Zira bu suretle, aslında yasal itiraz ile karşılaşılabilecek olan herhangi bir taraf muamelesi, ıslah kurumu yardımı ile artık bu itirazı davet etmeksizin yapabilmektedir (Üstündağ S: Medeni Yargılama Hukuku, C.I.II.B.5, İstanbul 1992, s.534).

Islah, mahkemeye yöneltilen tek taraflı ve açık bir irade beyanı olduğundan, yasal şartları yerine getirildiği takdirde karşı tarafın ya da mahkemenin kabulüne bağlı olmaksızın yapılabilir. İddia ve savunmayı değiştirme ya da genişletme sayılmayan hallerde veya karşı tarafın genişletme ve değiştirmeye rıza gösterdiği hallerde ıslaha başvurmaya gerek olmadığı açıktır.

Davanın tamamen ıslahı mümkün olduğu gibi kısmen ıslahı da mümkündür. Ancak ıslahın yapılması zamanı bakımından Kanunda sınırlandırılmış ve HMK`nın “ıslahın zamanı ve şekli” başlıklı 177. maddesinin 1. fıkrasında tahkikatın sona ermesine kadar ıslahın yapılabileceği düzenlenmiştir. (Mülga 1086 s. HUMK. m. 84) Yine ıslahın sayısı da sınırlandırılmış ve HMK`nın 176. maddesinin 2. fıkrasında aynı davada, tarafların ancak bir kez ıslah yoluna başvurabilecekleri düzenleme altına alınmıştır.

Islahın konusu tarafların yaptıkları kendi usul işlemleridir. Taraflar ıslahla, dilekçelerinde belirttikleri vakıaları, dava konusunu, talep sonucunu değiştirebilirler.

Islahın amacı yargılama sürecinde şekil ve süreye aykırılık sebebiyle ortaya çıkabilecek maddi hak kayıplarını ortadan kaldırmak olduğundan, hak ve alacağı bu sürecin dışında ortadan kaldırmış olan işlemlerin, yani maddi hukuk işlemlerinin ıslah yoluyla düzeltilebilmesi elbette ki mümkün değildir. Bir başka deyişle, maddi hakkı sona erdiren maddi hukuk işlemleri, ıslahla düzeltilemez. Feragat, kabul, sulh gibi işlemler velev ki dava içinde yapılsın, asıl hakkı ortadan kaldırdıklarından, usul işlemi olduğu kadar (davayı etkilediği için usul işlemidir) maddi hukuk işlemi mahiyetini de taşımaktadır ve bu sebeple, bu işlemlerin ıslah yoluyla düzeltilmesi imkansızdır. Çünkü ıslah, yargılama hukukunun şekle ve süreye bağlılığından kaynaklanan zımni hak kayıplarının telafisi için öngörülmüş bir müessesedir. Açık bir irade beyanı ile terk edilen haklar, maddi gerçeğin şekle feda edilmesi gibi bir sonuç doğurmadığı için ıslahın konusu olamaz.

Az yukarıda değinildiği üzere ıslahın konusunu tarafların yaptıkları usul işlemleri oluşturduğundan taraflardan birinin ıslah yoluna başvurabilmesi için daha önce yapmış olduğu bir usul işleminin bulunması gerekir. Gerek mülga 1086 sayılı HUMK`nın 83. maddesinde gerekse yargılama sırasında yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK`nın 176. maddesinde taraflardan her birinin yapmış olduğu usul işlemlerini kısmen veya tamamen ıslah edebileceği açık bir şekilde ifade edilmiştir. Bu nedenle cevap dilekçesinin ıslahı için öncelikle yapılması gereken usul işlemi davaya cevap vermekten ibarettir. Cevap dilekçesinin hiç verilmemiş olması halinde ortada ıslah edilmesi mümkün bir usul işleminin varlığından söz edilemez. Aksi halde, suskun kalınarak hiç cevap verilmemiş olması halinin bir usul işlemi olarak kabulü gerekir. Bu çerçevede süresi geçtikten sonra yapılan ve karşı çıkılan savunmanın da hiç yapılmamış gibi olduğunu ve aynı hukuki sonucu doğuracağını belirtmek gerekir. Usul işleminin ıslahla düzeltilmesi öncelikle geçerli bir hukuki işlemin varlığını gerektirdiğinden, yapılmamış hükmünde sayılan bir usul işleminin ıslahla düzeltilmesi de düşünülemez.

Bu aşamada süresinde cevap dilekçesi verilmemesinin doğuracağı sonuca da değinmek gerekmektedir.

Bilindiği üzere davalı, davaya cevap vermek zorunda değildir. Davanın cevapsız bırakılması ya da süresi içinde cevap dilekçesi verilmemesi halinde davalının, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamını inkar etmiş sayılacağı 6100 sayılı HMK`nın 128. maddesinde düzenleme altına alınmıştır. Bu kural, HUMK`nın yürürlükte olduğu dönemde de öğreti ve yargı kararlar ile kabul edilmiştir. Ancak, süresinde cevap dilekçesi vermemek suretiyle davanın inkarı ileri sürülen vakıaların inkarı niteliğinde olup, bu inkarın zamanaşımı def`ini de kapsadığı söylenemez.

Ayrıca, davalının süresinden sonra verdiği cevap dilekçesini ıslah ederek zamanaşımı def`inde bulunabileceğini kabul etmek ıslah ile kaçırılmış olan sürenin geri getirilmesi, daha doğrusu ıslah ile davaya cevap verilmesi sonucunu doğuracaktır. Oysa ki kanun ile belirlenen süreler kesin olup, ıslah kaçırılmış olan süreleri geri getiren bir yol değildir.

Hal böyle olunca, yasal süresi geçtikten sonra verilen ve davacı tarafın itirazı ile karşılaştığı için hiç verilmemiş sayılan cevap dilekçesinin ıslahı suretiyle zamanaşımı def`inin ileri sürülemeyeceği kurul çoğunluğunca kabul edilmiştir.

Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, uyuşmazlığın çözümünde süresinde cevap vermiş ve fakat zamanaşımı def`ini ileri sürmemiş davalı ile süresinde cevap vermeyen davalı arasında bir ayrım yapılmasının doğru olmadığı, böyle bir ayrımın hukuki temelinin bulunmadığı, keza süresinde cevap vermeyen davalının kanun gereği davacının ileri sürdüğü tüm vakıaları inkar etmiş sayılacağı, böyle olunca da süresinde cevap vermek suretiyle yapılan maddi vakıaların inkarı ile hiç cevap vermemek suretiyle yapılan inkar arasında bir farkın bulunmadığı, her iki durumda da aynı hukuki sonucun doğduğu, süresinde cevap verip zamanaşımı def`inde bulunmayan davalının sonradan ıslah ile zamanaşımı savunmasını ileri sürebileceği kabul edildiğine göre süresinde cevap vermeyen davalının da ıslah yoluna başvurarak bu olanaktan yararlanması gerektiği, çünkü ıslahın iddia ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağının istisnası olup, davanın taraflarına ihmal ettiği, yapmadığı ya da yapamadığı işlemleri yapabilme, tamamlayabilme imkanını tanıdığını, bu nedenle yerel mahkemenin zamanaşımı def`ini incelemesinin yerinde olduğu ve kararın onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.

O halde, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, mahkemece önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, karar düzeltme yolu açık olmak üzere 07.06.2017 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY

Zamanaşımı, bir hakkın istenebilirliğini ortadan kaldıran bir savunma olgusudur. Zamanaşımı def`i ileri sürülmedikçe kendiliğinden nazara alınamaz. Zamanaşımı savunmanın esasa cevap süresi içinde ileri sürülmesi gerekir. Cevap süresi, dava dilekçesinin tebliğinden itibaren iki haftadır. Cevap süresinin uzatılmasına karar verilmesi halinde de uzatılan cevap süresi içinde ileri sürülebilir. Süresinden sonra ileri sürülen zamanaşımı def`i savunmanın değiştirilmesi, genişletilmesi mahiyetindedir. 6100 s. HMK 141. maddesi uyarınca ön inceleme aşaması tamamlandıktan sonra karşı tarafın açık muvafakatı veya ıslah olmadıkça savunma genişletilemez, değiştirilemez. 6100 s. HMK`nın 177. maddesinde ıslahın tahkikatın sona ermesine kadar yapılabileceği belirtilmiştir.

Somut olayda davalı vekili süresinde cevap dilekçesi vermemiş, sonradan verdiği cevap dilekçesinde zamanaşımı def`inde bulunmuş, bunun kabul edilmemesi halinde savunmalarını zamanaşımı def`i yönünden ıslah ettiklerini belirterek ıslah yoluyla zamanaşımı savunmalarının kabul edilmesini istemiştir. Davacı vekili, savunmanın genişletilmesine muvafakat etmediklerini, ıslah yoluyla da zamanaşımı def`inde bulunulamayacağını, süresinde verilen bir cevap dilekçesi de olmadığından ıslah edilemeyeceğini beyan etmiştir.

Süresinde cevap dilekçesi verilmemesi halinde davalı davacının ileri sürdüğü vakıaları inkâr etmiş sayılır. (HMK 128. md.) Cevap dilekçesi verilerek, ileri sürülen vakıaların inkâr edilmesi ile cevap dilekçesi vermemek suretiyle vakıaların inkar edilmesi, aynı neticeyi doğurmaktadır. Davacının ileri sürdüğü vakıalar cevap dilekçesiyle inkâr edildiğinde zamanaşımı defi ıslah yoluyla ileri sürülebilmektedir. HMK 141. maddesi uyarınca, cevap dilekçesinde zamanaşımı defi ileri sürülmemişse davacının muvafakatı ile zamanaşımı defi ileri sürülebilir. Yine HMK 141/2. maddesi uyarınca, cevap dilekçesinin ıslahı suretiyle de zamanaşımı defi ileri sürülerek savunma genişletilebilir, değiştirilebilir. HGK`nun 19.2.958 gün 4-23 e – 16. k, 13.2.963 gün 4-51 e, 19 k. s. ve 4.6.2011 gün 2010/9-629 e – 2011/70 k. s. ilamlarında da ıslah yoluyla zamanaşımı def`inin ileri sürülebileceği kabul edilmiştir. Hiç cevap dilekçesi verilmemiş olması halinde ıslahla zamanaşımı savunması yapılıp yapılamayacağı hususu HGK kararlarında tartışma dışı bırakılmıştır.

Cevap dilekçesi verilmemesi ile iddia edilen vakıalar inkâr edilmiş sayıldığından, zamanaşımı def`inin sonradan ileri sürülmesi savunmanın değiştirilmesi, genişletilmesi mahiyetinde olup ancak davacının açık muvafakatı ile yapılabilir. 6100 s. HMK`nın 141/2. maddesinde, ıslah müessesesi, bir tarafın savunmanın genişletilmesi, değiştirilmesine açık muvafakat etmemesi halinde başvurulan bir usul işlemi olarak istisna tutulmuştur. HMK 177. maddesinde de tahkikat tamamlanıncaya kadar ıslah yapılabileceği belirtildiğine göre süresinde cevap dilekçesi vermeyen davalı da ıslah yoluna başvurarak tahkikat bitinceye kadar zamanaşımı savunmasında bulunabilir. Davalının ıslah yoluna başvurmasına engel bir kanun hükmü yoktur. Hiç cevap dilekçesi vermemiş olan davalı ile cevap dilekçesi vermiş ve fakat zamanaşımı def`i ileri sürmemiş olan davalı bakımından bir ayrım yapmamak gerekir. Böyle bir ayrımın hukuki temeli olmadığı gibi ıslah; tarafın ihmal ettiği, yapmadığı ya da yapamadığı işlemleri yapabilmesine, tamamlayabilmesine imkan verdiğinden, cevap dilekçesi vermemiş olan davalı da ıslah suretiyle zamanaşımı def`ini ileri sürebilmelidir. (Prof. Dr. Hakan Pekcanıtez Pekcanıtez Usûl – Medeni Usûl Hukuku 15. Bası …. cilt 2. syf. 1265,) (Prof. Dr. Baki Kuru Hukuk Muhakemeleri Usulü Altıncı Baskı syf. 1856, 1857, 4016, 4038.)

Açıklanan nedenlerle Mahkemenin ıslah dilekçesiyle ileri sürülen zamanaşımı def`ini incelemesi yerinde olup, değerli çoğunluğun aksi düşünceyle kararı bozan görüşüne katılmıyorum.

İŞ GÜCÜ KAYBI İLE İŞ VE GÜÇTEN KALMA TAZMİNATI -FAİZE DAVA TARİHİNDEN İTİBAREN HÜKMEDİLMESİ GEREKTİĞİ

T.C

YARGITAY

17.Hukuk Dairesi

ESAS: 2015/18636

KARAR:  2018/10247

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davası üzerine yapılan yargılama sonunda davanın kabulüne ilişkin verilen hüküm davacı … vekili tarafından süresi içinde temyiz edilmekle, dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili; 24/11/2010 tarihinde meydana gelen trafik kazası sonucu davacının ağır yaralandığını ve sakat kaldığını, başkalarının yardımına muhtaç hale geldiğini, müvekkilinin çalışamaz halde olduğunu, iş gücü kaybının %100 e yakın olduğunu, müvekkilinin 42 yaşında olduğunu, müvekkilinin yürüyemediğini, özel ihtiyaçlarını dahi karşılayamadığını, müvekkilinin bakımı ile birisinin ilgilenmesi gerektiğini, müvekkilinin bakıcı tutacak maddi imkanının da olmadığını, müvekkili … için 10.000,00 TL maddi tazminatın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsilini, yargılama giderleri ile ücreti vekaletin davalılara yükletilmesini talep ve dava etmiştir. Davacı vekili tarafından 28/10/2014 tarihinde dava ıslah edilmiştir.

Davalı … vekili; davacı tarafın kusur ve zararı ayrıca bu zarar ile davalı … şirketi ve sigortalı araç sürücüsü arasındaki illiyet bağını ispatlamakla mükellef olduğunu, davalı … şirketinin sigortalısının kusurlu bulunması halinde poliçedeki limitlere sınırlı olarak sorumlu olduğunu, davacının … kurumuna sevk edilerek sakatlık oranının bulunup bulunmadığının tespitini ve sakatlık söz konusu ise davacının sosyal ve içtimai durumu ile eğitim durumu dikkate alınarak şartları gerçekleşmişse muhtemel sürekli sakatlık tazminatının tespiti amacıyla aktüerya uzmanı bilirkişi tarafından bilirkişi incelemesi yapılmasını talep ettiklerini, … Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2011/64 Esas sayılı dosyasının bekletici sebep sayılmasını, davanın reddini, iş görmezlik ve tedavi masrafları taleplerinin husumet yönünden reddini, mahkeme masrafları ve vekalet ücretinin davacı tarafa yükletilmesini talep ve imza etmiştir.

Mahkemece davanın kabulüne, iş gücü kaybı ile iş ve güçten kalma tazminatı olan 103.603,19 TL’nin 10.000,00 TL’sinin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faiz ile birlikte, kalan 93.603,19 TL’sinin ıslah tarihi olan 28/10/2014 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiz ile birlikte davalı … şirketi yönünden … poliçesi limitleri dahilinde kalmak kaydı ile, davalılardan müştereken ve müteselsilen alınarak davacıya verilmesine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, trafik kazası sonucu cismani zarar nedeniyle maddi tazminat istemine ilişkindir.

Somut olayda davacı tarafından dava dilekçesinde talep edilen maddi tazminata dava tarihinden itibaren faiz talep edilmiş olup, davacı tarafından mahkemeye sunulan 28.10.2014 tarihli ıslah dilekçesinde de ıslah edilen kısımla birlikte toplam talep edilen tazminat bedeline dava tarihinden itibaren faiz talep edilmiştir.

Mahkemece hüküm kısmında davacının iş gücü kaybı ile iş ve güçten kalma tazminatı olan toplam 103.603,19 TL maddi tazminatın dava tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte davalılardan tahsiline karar verilmesi gerekirken, yazılı olduğu şekilde hükmedilen tazminatın 10.000,00 TL’sine dava tarihinden, 93.603,19 TL’sine de ıslah tarihinden itibaren faiz işletilmiş olması doğru değil bozma nedeni ise de; bu yanılgının giderilmesi yargılamanın tekrarını gerektirir nitelikte görülmediğinden, hükmün, HUMK.’nun 438/7. maddesi uyarınca düzeltilerek onanması gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenle, davacı vekilinin temyiz itirazının kabulü ile hüküm fıkrasının 2. bendindeki “İş gücü kaybı ile iş ve güçten kalma tazminatı olan 103.603,19 TL’nin 10.000,00 TL’sinin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faiz ile birlikte, kalan 93.603,19 TL’sinin ıslah tarihi olan 28/10/2014 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiz ile birlikte davalı … şirketi yönünden … poliçesi limitleri dahilinde kalmak kaydı ile davalılardan müştereken ve müteselsilen alınarak davacıya verilmesine” ibaresinin çıkartılarak 2.bent olarak yerine “İş gücü kaybı ile iş ve güçten kalma tazminatı olan 103.603,19 TL’nin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faiz ile birlikte, davalı … şirketi yönünden … poliçesi limitleri dahilinde kalmak kaydı ile davalılardan müştereken ve müteselsilen alınarak davacıya verilmesine” ibaresinin yazılmasına ve hükmün bu şekliyle DÜZELTİLEREK ONANMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine 07/11/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

HATALI ENJEKSİYON- SAKATLIK TAZMİNATI

T.C

YARGITAY

13.Hukuk Dairesi

ESAS:2016/14676

KARAR:2018/6278

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne kısmen reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.

K A R A R

Davacı, 2009 yılında göğüs kanserine yakalandığını ve kısa sürede hastalığın akciğerlere yayıldığını, yoğun tedaviler sonucunda 2011 yılı başlarında göğüs ve akciğerdeki kanser hastalığında gerileme ve iyileşme dönemine girildiğini, hastalığı ile ilgili 13.9.2011 tarihinde göğsündeki kanser hücrelerinde tekrarlama olup olmadığının kontrolü için davalı şirkete ait hastaneye muayene için gittiğini ve yapılan ameliyatla göğsünden parça alındığını, sonraki gün taburcu edilirken servis hemşiresi tarafından yapılan ağrı kesici iğnenin sinire isabet etmesi nedeniyle bacağında şişme ile birlikte hissizlik oluştuğunu, farklı hastanede yapılan kontrolde en az %30 organ yitimi yaşanabileceği ve organ yitimini en aza indirebilme için fizik tedaviye başlanması gerektiğinin bildirildiğini, bunun üzerine özel bir fizik tedavi merkezinde tedavi görmeye başladığını ve en az 10 ay daha tedavi göreceğini, … tarafından karşılanmayan tedavi ve ulaşım giderlerine yönelik harcama yaptığını ve tedavi süresince yapmaya devam edeceğini, yürüyemediği için günlük yaşamını tek başına idame ettiremediğinden yardımcıya ihtiyaç duyduğunu, organ yitiminin en aza indirilebilmesi için uygulanan tedavide kemoterapinin hücre öldürücü etkisinin organ kaybının önüne geçilebilmesi için hücre yenilenmesi ve hızlandırılmasını sağlayan ilaçlarla ters düştüğünden iki tedavinin birbiri ile çakıştığını ve birbirini etkisiz hale getirdiğini, davalı şirkete ait hastane çalışanlarının ağır ihmali nedeniyle yaşanan bu durum nedeniyle maddi ve manevi anlamda zarara uğradığını ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla oluşmuş veya oluşacak toplam tedavi gideri karşılığı 58.032,00 TL, gündelik hizmetlerinde yardımcıya ödenmesi gereken bedel karşılığı 6.000,00 TL ve efor tazminatı karşılığı 15.000, TL olmak üzere toplam 79.032,00 TL maddi tazminat ile 100.000,00 TL manevi tazminatın faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiş; ıslahla birlikte efor tazminatı yönünden talep sonucunu 57.807,91 TL’na yükseltmiştir.

Davalı, davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, maddi tazminat talebinin kısmen kabulüne, 57.807,91 TL sürekli iş göremezlik tazminatı ile 25.257,67 TL ulaşım ve tedavi giderinin davalıdan tahsili ile davacıya verilmesine, manevi tazminat talebinin kısmen kabulü ile 30.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan tahsili ile davacıya verilmesine, karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, davalı hastanede yapılan operasyon sonrası uygulanan enjeksiyon nedeniyle bacakta sakatlık oluştuğu iddiasıyla istenilen maddi ve manevi tazminata ilişkindir. Taraflar arasındaki ilişki vekalet sözleşmesidir. Vekil, vekalet görevini yerine getirirken yöneldiği sonucun elde edilmemesinden sorumlu değil ise de, bu sonuca ulaşmak için gösterdiği çabanın, yaptığı işlemlerin, eylemlerin ve davranışlarının özenli olmayışından doğan zararlardan sorumludur. O nedenle, vekil konumunda olan davalının bilim ve teknolojinin getirdiği bütün imkanları kullanmak suretiyle özen borcunu yerine getirmeleri gerekir.

1-Somut olayda, davacının meme kanseri olduğu ve hastalığın kontrolü amacıyla davalı hastaneye gittiğinde yapılan operasyon sonrası servis hemşire tarafından davacının kalça kısmına uygulanan ağrı kesici iğne neticesinde, sol bacakta, ayakta ağrı ve hissizliğin ortaya çıktığı anlaşılmakta olup, davacı, yapılan iğnenin bacaktaki sinire isabet etmesi sonucu davalı hastane çalışanlarının kusurlu davranışı sonucu mevcut durumun meydana geldiğini ileri sürmüş; davalı ise, enjeksiyonun kalça bölgesinde doğru yere uygulandığını, hastanın çok zayıf olması nedeniyle siyatik sinir travmasına, enjeksiyon travmasından çok yapılan ilacın sinire yakın komşuluğu nedeniyle nöropraksi oluşumuna bağlı bir komplikasyon olduğunu savunmuştur. Mahkemece yapılan yargılama kapsamında kusur durumunun tespiti amacıyla … Adli Tıp Kurumundan alınan bilirkişi raporu esas alınarak, davacıya uygulanan ağrı kesici enjeksiyon nedeniyle meydana gelen sinir yaralanmasında davalı hastanenin tam kusurlu olduğu edilip hesaplanan bedel üzerinden davanın kısmen kabulüne karar verilmiş ise de; bilirkişi raporu incelendiğinde, özellikle raporun tek kişi tarafından hazırlandığı ve içerik olarak olayı tüm yönleriyle aydınlatacak ve itirazları giderecek mahiyette olmadığı anlaşılmakta olup, bu haliyle rapor hüküm kurmaya elverişli olmayıp varılan sonuç hatalıdır. O halde mahkemece, davacının enjeksiyon öncesi mevcut hastalığı, fiziksel durumu ve yaşı da dikkate alınarak, davacıya uygulanan enjeksiyonun doğru yere yapılıp yapılmadığı ile ilgili tüm bilgi ve belgeler, hastane kayıtları, çekilen tüm filmler, epikriz ve Adli Tıp Raporları da birlikte gönderilerek, Üniversite Öğretim Üyelerinden oluşturulacak, konusunda uzman, akademik kariyere sahip üç kişilik bilirkişi kurulundan, davacıya yapılan enjeksiyonun usulüne uygun olarak yapılıp yapılmadığı, hastada oluşan hasarın, “enjeksiyonun hatalı uygulanması”na bağlı olarak gelişebileceği ve bunların gelişme olasılıkları, kas içine ve usulüne uygun olarak yapılan bir enjeksiyon sonrasında “nöropati” gelişmesinin mümkün olup olamayacağı, mümkünse, bu durumun meydana getireceği bulguların neler olduğu, enjeksiyon öncesinde yapılması gereken muayenenin ve sonrasında yapılması gereken tüm tıbbi müdahalelerin yapılıp yapılmadığı, olayda davalıya atfı kabil bir kusur bulunup bulunmadığı konusunda, nedenlerini açıklayıcı, taraf, mahkeme ve Yargıtay denetimine elverişli rapor alınarak az yukarda açıklanan ilke ve esaslara göre davalı hastane çalışanlarının kusurlu olup olmadıkları belirlenmeli, sonucuna göre karar verilmesi gerekirken değinilen bu yön gözardı edilerek eksik inceleme sonucu yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.

2-Bozma nedenine göre davalının sair temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle temyiz olunan hükmün BOZULMASINA, (2) nolu bentte açıklanan nedenle davalının sair temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, HUMK’nun 440/I maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 28/05/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi

ANASÖZLEŞME İLE ATANAN MÜDÜRÜN YETKİLERİ ANCAK MAHKEME KARARI İLE KALDIRILABİLİR ORTAKLAR KURULU KARARI YOK HÜKMÜNDEDİR

T.C.

YARGITAY

11.HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2007/3567

KARAR: 2008/5338

TARİH: 21.4.2008

6762/m.161, 549, 551, 513, 543

ÖZET : Limited şirket anasözleşmesi ancak, sermayenin üçte ikisini temsil eden ortakların kararıyla değiştirilebilir. Şirket adresinin değiştirilmesi, bir anasözleşme değişikliğidir. Bu nedenle, yeterli çoğunlukla alınmayan şirket adresinin değiştirilmesi ile ilgili ortaklar kurulu kararı yoklukla maluldür.

Anasözleşmeyle atanmış bir müdürün, haklı nedenlerle ve ortaklardan birinin talebi üzerine, ancak mahkeme kararı ile idari hak ve görevleri sınırlandırılabilir veya azlolunabilir.

Yasa’nın emredici nitelikteki bu hükmüne aykırı olan kararlar yok hükmündedir.

DAVA : Taraflar arasında görülen davada ( Kadıköy İkinci Asliye Ticaret Mahkemesi )’nce verilen 25.09.2006 tarih ve 2004/319-2006/598 sayılı kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için tetkik hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili, davalı şirketin %50 hissesinin sahibi olan müvekkilinin dava dışı eşinin de anasözleşme ile şirket müdürü olarak tayin edildiğini, daha sonra şirketteki %15 payını dava dışı Murat’a devrettiğini, birbirinin kardeşi olan diğer ortakların, müvekkilinin katılmadığı 17.02.2004 tarihli ortaklar kurulu kararı ile davalı şirketin adresinin değiştirildiğini ve eşinin müdürlükten azledildiğini, müvekkilinin şirkete alınmadığını ve şirketin mali durumu hakkında müvekkiline bilgi verilmediğini ileri sürerek, TTK’nın 549/4. maddesi uyarınca haklı nedenlerle davalı şirketin fesih ve tasfiyesini, bu talebin kabul edilmemesi halinde TTK’nın 551/2. maddesi uyarınca, müvekkilinin davalı şirketten çıkmasına izin verilmesini, müvekkilinin şirkete borç olarak verdiği ( 4.000.000.000 ) TL’nin ve çıkma payının müvekkiline verilmesini, 17.02.2004 tarihli ortaklar kurulu kararının iptalini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davacı ile diğer ortaklar arasında güven ilişkisinin temelinden sarsıldığı ve birlik çalışmalarının kendilerinden beklenemeyeceği, ancak davalı şirketin feshini gerektirir bir durumun olmadığı, davacının tasfiye payının 31.10.2005 tarihi itibariyle ( -4.790,10 ) YTL olduğu, davalı şirketin esas sermayesinin tamamının karşılıksız kaldığı ve alacaklarının borçlarını karşılamaya yetmediği gerekçesiyle, davacının davalı şirketten çıkma isteminin kabulüne, yerinde bulunmayan ve kanıtlanamayan diğer istemlerinin reddine karar verilmiştir.

Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.

1- Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davacı vekilinin aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan ve yerinde görülmeyen diğer temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.

2- Ancak dava, davalı şirketin haklı nedenlerle fesih ve tasfiyesi, bu mümkün olmazsa davacının davalı şirket ortaklığından çıkmasına izin verilmesi, ayrıca davalı şirkete borç olarak verilen paranın tahsili ve 17.02.2004 tarihli ortaklar kurulu kararının iptali istemine ilişkindir.

Dava konusu 17.02.2004 tarihli ortaklar kurulu toplantısında, dava dışı İsmail’in müdürlük görevine son verilip, şirketle ilgisinin kesilmesine, şirket adresinin de değiştirilmesine karar verilmiştir.

TTK’nın 513/1. maddesine göre, şirket anasözleşmesi ancak, sermayenin üçte ikisini temsil eden ortakların kararıyla değiştirilebilir. Burada ortak sayısının nazara alınmayacağı da tabiidir. Somut uyuşmazlıkta da, davalı şirket adresinin değiştirilmesinin bir anasözleşme değişikliği olduğu açıktır. Buna rağmen anılan ortaklar kurulu kararı, sermayenin %65’ini temsil eden ortaklarca alınmıştır. Bu durumda, şirket adresinin değiştirilmesi ile ilgili ortaklar kurulu kararı yoklukla maluldür.

Yine, TTK’nın 543. maddesi yollamasıyla olaya uygulanması gereken aynı Yasa’nın 161. maddesi uyarınca, anasözleşmeyle atanmış bir müdür, haklı nedenlerle ve ortaklardan birinin talebi üzerine, ancak “mahkeme kararı ile” idare hak ve görevi tahdit veya nez olunabilir. Yasa’nın emredici nitelikteki bu hükmüne aykırı olan kararlar yok hükmündedir. Somut uyuşmazlıkta da, dava dışı İsmail, davalı şirket anasözleşmesinin 8. maddesi ile tayin edilmiş bir müdür olduğundan, İsmail’in müdürlük görevinden azline ilişkin dava konusu ortaklar kurulu kararı da yok hükmündedir.

Bu durum karşısında mahkemece, anılan ortaklar kurulu kararının yok hükmünde olduğunun tespitine karar verilmesi gerekirken, hiçbir gerekçe gösterilmeden, bu konudaki talebin yerinde bulunmadığı belirtilerek, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru olmamış, kararın bozulması gerekmiştir.

3- Yine davacının taleplerinden birisi de, davalı şirkete borç olarak verilen paranın tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece görüşüne başvurulan bilirkişi raporlarında, bu hususta hiçbir inceleme ve değerlendirme yapılmamıştır. Bu durum karşısında mahkemece, anılan talep yönünden, karar yerinde hiçbir gerekçe gösterilmeden, bu konudaki talebin kanıtlanamadığı belirtilerek, yazılı şekilde hüküm kurulması dahi doğru olmamış, kararın bozulması gerekmiştir.

SONUÇ : Yukarıda ( 1 ) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin diğer temyiz itirazlarının reddine, (2) ve (3) nolu bentlerde açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, kararın davacı yararına (BOZULMASINA ), ödediği temyiz peşin harcın isteği halinde temyiz edene iadesine, 21.04.2008 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

SIRA CETVELİNE İTİRAZ YOLUYLA DİĞER ALACAKLILARIN ÖDEME EMRİNİN USULSÜZ TEBLİĞ EDİLDİĞİNİ İLERİ SÜRME HAKKI BULUNMAMAKTADIR.

T.C.

YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU

Esas: 1997/19-842
Karar: 1997/1065
Karar Tarihi: 17.12.1997

Dava: Taraflar arasındaki “sıra cetveline itiraz” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Şişli 1. İcra Tetkik Merciince davanın reddine dair verilen 26.11.1996 gün ve 1996/1083-1008 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine;

Yargıtay 19. Hukuk Dairesi’nin 15.5.1997 gün ve 1997/3091-4989 sayılı ilâmı:

(… Davacı vekili, borçluya ait menkul malların satışından sonra düzenlenen sıra cetvelinde satış bedelinin garameten paylaştırılmasına karar verildiğini, sıra cetvelinin Usul ve Yasa’ya aykırı olduğunu, müvekkilinin, 1. sırada yer alması gerektiğini, borçluya ödeme emri tebliği usulsüz olduğundan davalının takibinin kesinleşmediğini, bu nedenle garameten pay alamayacağını ileri sürerek sıra cetvelinin iptaline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Mercii Hakimliğince ödeme emrinin tebliğinin usulsüzlüğünü takip borçlusu dışında bir kimsenin talep edemeyeceği gerekçesiyle şikayetin reddine karar verilmiş, karar davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı alacaklı, sıra cetvelinde haciz tarihine göre pay ayrılan davalı alacaklının takip dosyasından borçluya ödeme emri tebliğinin Tebligat Kanununa aykırı olduğunu, takip kesinleşmeden konulan haczin geçersiz olduğunu, bu nedenle pay ayrılmaması gerektiğini ileri sürmüştür. Davacının, davalının takip dosyasındaki işlemlerden dolayı takibinin tarafı olmadığından kural olarak şikayet ve itiraz hakkı bulunmamaktadır. Ancak sıra cetveli düzenlendikten sonra bu dosyadan takip hukuku hükümlerine aykırı işlemlerden dolayı şikayet ve itiraz hakkı vardır. Davalının takip dosyasından çıkarılan ödeme emri borçluya Tebligat Kanununun 21. maddesi uyarınca tebliğ edilmiştir. Anılan yasa hükmüne göre yapılacak tebligatta, tebligat evrakının maddece gösterilen görevlilere teslim edilmesiyle birlikte, tesellüme dair ihbarnamenin muhatabın binasının kapısına yapıştırılması ve keyfiyetin en yakın komşularından birine haber verilmesi gerekmektedir. Borçluya yapılan tebligatta ihbarnamenin muhatabının kapısına yapıştırıldığına dair bir meşruhat bulunmadığından ödeme emri tebliği geçerli değildir. Alacaklı Vatan Otomotiv A.Ş.nin takibi kesinleşmemiştir. Davacı alacaklının 1.10.1996 tarihinde uyguladığı ihtiyati haciz 4.10.1996 tarihinde ödeme emri tebliğ ile itiraz süresi sonunda kesin hacze dönüştüğünden, davalı alacaklının 3.10.1996 tarihinde uyguladığı ihtiyati haciz kesin hacze dönüşmediğinden, satış bedeli İİK.nun 268. Maddesi uyarınca garameten paylaştırılamaz. İhtiyati haczi ve kesin haczi önce olan davacı alacaklıya öncelik tanınması gerekir. Mercii hakimliğince bu yönler gözetilerek sıra cetvelinin iptaline karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçeyle şikayetin reddedilmesinde isabet görülmemiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Karar: Dava, hukuksal nitelikçe sıra cetveline itirazdır.

Davacı vekili borçluya ait menkul malların satışından sonra düzenlenen sıra cetvelinde satış bedelinin garameten paylaştırılmasına karar verildiğini, davalının borçlu aleyhine giriştiği icra takibinin, borçluya yapılan ödeme emri tebliğinin usulsüz olması nedeniyle kesinleşmediğinin ve müvekkilinin birinci sırada yer alması gerektiğinden sıra cetvelinin yasaya aykırı olduğunu ileri sürerek iptaline karar verilmesini talep etmiştir.

Tetkik mercii ödeme emri tebliğinin usulsüzlüğünün takip borçlusu dışında bir kimsenin ileri süremeyeceği gerekçesiyle şikayetin reddine karar vermiştir.

Sıra cetveli düzenlendikten sonra hakkı ihlal olunanların diğer alacaklıların yaptıkları takiplerle ilgili, takip hukukuna aykırı işlemlerden dolayı şikayet ve itiraz hakları vardır. Ancak davalı alacaklının giriştiği takip sırasında yapılan ödeme emrini borçlunun öğrendiği bu dosyada yapılan mal beyanı ve muvafakat ile bellidir. Yapılan ödeme emri tebliği Tebligat Kanunu’nun 21. maddesine uygun değilse de aynı yasanın 32. maddesi usulüne aykırı yapılmış tebligatın muhatapça öğrenilmesi halinde geçerli olduğunu öngörmüştür. Somut olayda usulsüz tebligat, 4.10.1996 tarihinde yapılmış ve tebligatı öğrenen borçlu usulsüzlük konusunda bir şikayet ve itirazda bulunmamıştır. O nedenle buna bağlı olarak bu tebligatın usulsüzlüğü takibin tarafı olmayan diğer alacaklı davacı tarafından ileri sürülemez. Bu itibarla davalı giriştiği takibin kesinleşme tarihi ile aynı güne geldiğinden icra müdürlüğünce satış bedelinin taraflara garameten paylaştırılması yolundaki işlemi yasaya uygundur.

Bu nedenlerle usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanması gerekir.

Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle (ONANMASINA), 17.12.1997 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY YAZISI

Davalı alacaklı tarafından yapılan takipte ödeme emrine ilişkin tebligat evrakının, borçlu adreste bulunmadığından Tebligat Kanunu’nun 21. maddesi gereğince mahalle muhtarına bırakıldığı ancak tebliğ mazbatasında, tebliğ evrakının muhtara bırakıldığına ilişkin ihbarnamenin muhatabın kapısına yapıştırıldığına dair meşruhat bulunmadığından, tebligatın 7201 sayılı Tebligat Kanunun 21 ve tüzüğün 28. maddesine göre usulüne uygun yapılmadığı hususunda uyuşmazlık yoktur.

Yerel mahkeme ile Dairemiz arasındaki uyuşmazlık, sıra cetveline kayıtlı bir alacaklının (davacının) diğer alacaklının (davalının) yaptığı takipte ödeme emrinin borçluya usulsüz tebliğ edildiğini ileri sürerek şikayet yoluyla sıra cetveline itiraz edip edemeyeceği noktasında toplanmaktadır.

İcra Hukukunda, kural olarak, şikayet hakkı takibin taraflarına aittir. Ancak İİK.nun 142. maddesinin son fıkrası hükmüyle bu kurala bir istisna getirilmiştir. İİK’nun 142. maddesinin son fıkrası aynen “Ancak itiraz alacağın esas ve miktarına taalluk etmeyip yalnız sıraya dairse şikayet yoluyla tetkik merciine arz olunur”, hükmü yer almaktadır. Başka bir anlatımla, satış bedeli borçları ödemeye yetmez ve sıra cetveli düzenlenirse, alacaklılar, diğer alacaklıların icra dosyalarındaki takip hukukuna aykırı işlemlerin kendi sırasına etkili olduğunu ileri sürerek sıra cetveline itiraz edebilir.

Ödeme emrinin tebliği; takibin kesinleşmesi, haciz hakkının doğup doğmadığı ve sonuç olarak satış bedelinin paylaştırılmasına dair sıra cetvelinin düzenlenmesiyle doğrudan ilgili olduğundan, davacı alacaklının tebligatın yasaya uygun bulunmadığını, yani usulsüzlüğünü ileri sürerek sır cetveline karşı itirazı mümkündür.

Yargıtay’ın süregelen uygulaması da bu yöndedir.

Somut olayda davacı alacaklının 1.10.1996 tarihinde uyguladığı ihtiyati haciz 4.10.1996 tarihinde ödeme emrinin tebliği ve kambiyo yoluyla takip için öngörülen 5 günlük yasal itiraz süresi sonunda 9.10.1996 kesin hacze dönüşmüş, ancak davalı alacaklının 3.10.1996 tarihinde uyguladığı ihtiyati haciz, ödeme emri tebligatındaki usulsüzlük nedeniyle anılan tarihte henüz kesin hacze dönüşmemiştir.

Öte yandan borçlunun usulsüz tebligatın yapıldığı 4.10.1996 tarihinde ödem emrine ıttıla kespettiğine ilişkin dosyada hiç bir bilgi ve belgede yoktur. Bu durumda Tebligat Kanunu’nun 32. maddesi gereğince borçlunun ödeme emrini tebligat tarihinde öğrendiğinin ve bu nedenle tebligatın geçerli olduğunun kabulü de olanaksızdır.

Sonuç olarak, ihtiyati haczi ve kesin haczi önce olan davacının alacağını öncelikle alması gerektiğinden, satış bedelinin İİK.nun 268. maddesi gereğince garameten paylaştırılmasına ilişkin sıra cetveli doğru olmadığı için, yerel mahkeme kararının bozulması düşüncesindeyim. Bu nedenle sayın çoğunluğun aksine görüşüne katılamıyorum.

DAVA DİLEKÇESİNDE FAZLAYA İLİŞKİN HAKLAR SAKLI TUTULMASI KISMİ DAVA ÖZELLİĞİ GÖSTERDİĞİNDEN HEM DAVA HEM ISLAH HEM DE EK DAVA YAPILDIĞI AÇILDIĞI TARİHTE AYRI AYRI ZAMAN AŞIMINI KESER.

T.C
YARGITAY
21. Hukuk Dairesi
ESAS: 2017/4902
KARAR: 2018/9494

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : …….. Mahkemesi 6. Hukuk Dairesi

A)Davacı İstemi;
Davacı taraf iş kazası nedeniyle sigortalının ölümünden dolayı doğan maddi ve manevi zararlarının tazminini talep etmiştir.
B)Davalıların Cevapları;
Davalı taraf davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
C)İlk Derece Mahkemesi Gerekçesi ve Kararı:
“Dava iş kazası nedeni ile maddi tazminat istemine ilişkindir. iş kazası 08/01/2004 tarihinde gerçekleşmiştir.
…….. 9. İş Mahkemesinin 2006/307 E. – 2007/404 K. Sayılı Kesinleşen ilamı ile aynı taraflar arasında aynı iş kazasına ilişkin olay sebebi ile manevi tazminat istendiği bu dosyada davalı iş verenin DSİ’nin %70 , davacı işçinin %30 oranında kusurlu kabul edildiği ,kararın Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 2007/17986 – 20659 İlamı ile onandığı kusur oranının bu suretle taraflar için kesin hüküm ile belirlenmiş olduğu anlaşılmıştır.
…….. tarafından davacının sürekli iş göremezlik oranı % 60 olarak belirlenmiştir. Bağlanan gelirin ilk peşin sermaye değeri bildirilmiştir.
Davacı davalı iş verene ait …….. 13. Bölge Müdürlüğünde …….. olarak çalışmakta iken meydana gelen iş kazası sonucu sağ elini kayıp ederek, sürekli iş göremez hale geldiğinden davalı iş veren işçinin zararından sorumludur. İşçiye ait kusur oranı ve geçici + sürekli iş göremezlik ödeneklerinin kurumca rücu edilebilecek kısmının indirilmesinden sonra davacının , karşılanmamış gerçek zararın 206.808,46 TL olarak hesap edildiği anlaşılmaktadır.
Ancak davacı gerçek zararının zaman aşımına uğramayan kısmını talep edebilir.
Dava haksız fiilden kaynaklandığından 10 yıllık zamanaşımı süresine tabidir. Birleşen dava ve ıslaha karşı süresinde davalı tarafça zamanaşımı itirazında bulunulmuştur. Davacı dava ve birleşen davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı bu sebeple zaman aşımının ilk davanın açıldığı tarihte kesilmiş olduğunu belirtmektedir. Ancak dava dilekçesinde fazlaya ilişkin haklar saklı tutulmak sureti ile maddi tazminat istenilmiş olup , istek bu hali ile kısmi dava özelliği göstermektedir. Dolayısı ile hem dava hem ıslah hem de ek dava yapıldığı / açıldığı tarihte ayrı ayrı zaman aşımını keser. Bu sebeple dava 10 yıllık zaman aşımı süresinde açılmış ise de ; ıslah ve birleşen ek dava bu süreden sonra açıldığından zaman aşımına uğramıştır. ( Yargıtay 21. HD. 20/06/2016 tarih 2015/16005- 2016/10190 sayılı içtihat)
Buna göre iş kazasının tarihine , davacının sosyo ekonomik durumuna, maluliyet oranına nazaran davacının zaman aşımına uğramayan 30.000,00 TL ‘lik maddi tazminat isteğinin kabulüne , Zaman aşımına uğrayan ıslah ile artırılan kısım ile birleşen ek davanın reddine, olay haksız fiilden kaynaklandığından , olay tarihinden itibaren yasal faiz uygulanmasına, böylelikle davanın kısmen kabulüne ilişkin dair , aşağıdaki şekli ile karar verilmiştir. ” şeklinde belirtilmiştir.
Hüküm Fıkrasında ise özetle;
“1-30,000,00 TL maddi tazminatın olay tarihi olan 08/01/2004 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan alınıp davacıya verilmesine,
2- Fazlaya ilişkin isteğin ve birleşen davanın reddine” karar verilmiştir.
D) …….. Başvurusu
Kararın davacı vekilince 02/12/2016 tarihli …….. dilekçesiyle, davalı vekilince ise 01/12/2016 tarihli süre tutum ve 18/01/2017 tarihli gerekçeli …….. dilekçesiyle, …….. kanun yoluna götürüldüğü anlaşılmaktadır. .
E)…….. Mahkemesi Gerekçesi ve Kararı ;
“Davalı vekili gerekçeli …….. dilekçesini, gerekçeli kararın tebliğinden itibaren 8 günlük yasal süresinden sonra vermiştir.
Davalı vekilinin gerekçeli …….. dilekçesini gerekçeli kararın tebliğinden itibaren 8 günlük yasal süresinden sonra verdiği, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 355. maddesi gereğince ilk derece mahkemesi kararında kamu düzenine aykırı bir husus da saptanmadığı anlaşılmaktadır.
Davacının ……..ı yönünden ise, taraflar arasında davanın belirsiz alacak davası olarak açılıp açılmadığı, buna bağlı olarak ıslah ile artırılan ve ek dava ile istenilen miktarların zamanaşımına uğrayıp uğramadığı konularında uyuşmazlık bulunmaktadır.
Belirsiz alacak davası 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir. Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir. Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir. Aynı Kanunun 109. maddesinde ise, kısmi dava düzenlenmiş olup, buna göre de talep konusunun niteliği itibarıyla bölünebilir olduğu durumlarda, sadece bir kısmı da dava yoluyla ileri sürülebilir. Dava açıldığı tarihte 6100 sayılı Kanun yürürlükte bulunup, maddi tazminat istemli davanın niteliğine göre belirsiz alacak davası veya kısmi dava olarak açılması mümkündür. Bu gibi durumlarda, davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığından söz edebilmek için dava dilekçesinde açıkça buna dayanıldığının belirtilmesi ya da dava dilekçesinin içeriğinden kısmi dava değil, belirsiz alacak davası olarak açıldığının anlaşılması gerekir.
İş kazası sonucu oluşan maddi zararın miktarı yalnızca zarar görenin iradesi ile belirlenmez. Maddi tazminatın miktarı, tarafların kusur oranı, sorumluluk koşulları, zarar ve tazminata doğrudan etkili olan işçinin net geliri, bakiye ömrü, işgörebilirlik çağı, işgöremezlik oranı, Kurumca bağlanan gelirin peşin sermaye değeri gibi tüm verilerin hiçbir kuşku ve duraksamaya yer vermeyecek şekilde belirlenmesine bağlıdır. Öte yandan, maddi tazminat davasında kusur oranlarının belirlenmesi için bilirkişi incelemesi yaptırılması gerektiği gibi tazminatın hesaplanması için ayrı bir bilirkişi incelemesi de yaptırılması gerekir. O halde, iş kazası sonucu zarar gören davacının, davanın açıldığı tarihte tazminat alacağının miktarını tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği anlaşılmakla davacının hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabileceği gibi maddi zararının belirlenmesi için 6100 sayılı Kanun’un 107. maddesine göre tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.
Belirsiz alacak davası ise, mevcut yasal düzenleme çerçevesinde üç değişik şekilde açılabilir. Eda (tahsil talebi ile) davası niteliğinde belirsiz alacak davasının açılabileceği 6100 sayılı Kanun’un 107. maddesinin 1. ve 2. fıkralarında öngörülmüştür. Tespit niteliğinde belirsiz alacağı tespit davası ise aynı maddenin 3. fıkrasına dayanmaktadır. Maddenin gerekçesine göre ise, alacaklı kısmi eda külli tespit davası da açabilir. Her bir dava türünün farklı özellikleri bulunmaktadır.
Tahsil talepli belirsiz alacak davasında, alacaklı belirleyebildiği miktarı davaya konu etmelidir. Bu konuda rastgele bir miktarı talep etmesi doğru olmaz. Örneğin, işveren ve…….. Kurumu kayıtlarında 10 yıl ve asgari ücretten hizmeti görünen bir işçi, çalışma süresini 12 yıl ve ücretini net 2.000,00.-TL olarak açıklamak suretiyle kıdem tazminatıyla ilgili belirsiz alacak tahsil davası açabilir. Bu davada, kayıtlarda geçen süre ve asgari ücrete göre belirlenebilen miktar talep edilmelidir. Başka bir anlatımla, tahsil amaçlı belirsiz alacak davasında alacaklı belirleyebildiği kadarıyla bir hesaplama yapmalı ve bu miktarı talep etmelidir. Dava dilekçesinde şimdilik kaydıyla farazi bir miktar (100,00.-TL) gösterilmesi halinde, davanın, tahsil amaçlı belirsiz alacak davası olarak kabulü doğru olmaz.
Tahsil amaçlı belirsiz alacak davasında, işverenin vereceği cevap, ön inceleme aşamasında bu yönde uzlaşı veya tahkikat aşamasında belirsizlik ortadan kalktığında, 6100 sayılı Kanun’un 107/2. maddesine göre davacı miktarı arttırabilir ve alacağın tümünün tahsilini talep edebilir. Bu aşamada iddianın genişletilmesi yasağı devreye girmez.
6100 sayılı Kanun’un 107. maddesinin gerekçesine göre, alacak belirli hale geldiğinde artırım, sadece bir kez yapılabilir. İkinci kez artırım yapılmak istenirse, iddianın genişletilmesi yasağı ile karşı karşıya kalınır.
Tahsil talepli belirsiz alacak davasında, dava tarihinde alacağın tamamı için zamanaşımı kesilir. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 157. maddesi uyarınca, dava süresince tarafların yargılamaya ilişkin her işleminden veya hâkimin her kararından sonra zamanaşımı yeniden işlemeye başlar. Bu nedenle yargılama sırasında alacağın zamanaşımına uğradığından söz edilemeyeceğinden, davacının talep artırım dilekçesi üzerine ileri sürülen zamanaşımı definin de sonuca bir etkisi olmaz.
Tahsil talepli belirsiz alacak davasında faiz başlangıcı, davadan önce temerrüt söz konusu değilse dava tarihi olmalıdır. Alacak belirlendikten sonra arttırılan kısım için faiz başlangıcı temerrüt ya da dava tarihidir. Belirtmek gerekir ki, belirsiz alacak davasının alacaklıya sağladığı bütün imkanlar bir tek tahsil amaçlı belirsiz alacak davasında ortaya çıkar.
Belirsiz alacak davasının tespit davası olarak açılabileceği 6100 sayılı Kanun’un 107/3. maddesinde kabul edilmiş olmakla, davanın miktar belirtmeden açılması da imkan dahilindedir. Bu halde hukuki yarar yokluğu ile ilgili tartışmalara mahal vermemek için, 6100 sayılı Kanun’un 107. maddesinin son cümlesinde, belirsiz alacak davasının tespit davası olarak açılmasında hukuki yararın bulunduğu ifade edilmiştir.
Belirsiz alacak davasının tespit davası olarak açılabilmesinin en önemli sonucu, belirsiz alacak tespit davasının da alacağın tamamı için zamanaşımını kesmesidir. Bu husus, 6100 sayılı Kanun’un 107. maddesinin gerekçesinde açıklanmıştır.
Belirsiz alacak davasının tespit davası olarak açılmasının ardından, alacağın yargılama sırasında belirlenmesi üzerine 6100 sayılı Kanun’un 107/2. maddesine göre miktarın arttırılması mümkün değildir. Zira sözü edilen hüküm, belirsiz alacak davasının miktar belirtilmesi yoluyla eda davası biçiminde açılması halinde uygulama alanı bulabilir. Ancak, belirsiz alacak tespit davasında yapılan yargılama ile alacak belirlendikten sonra, davanın tamamen ıslahı suretiyle alacağın tahsili talep edilebilir.
Belirsiz alacak davasının tespit davası olarak açılması ve ardından ıslahla eda davasına dönüştürülmesinin, davanın belirli bir miktar üzerinden açılmasından farkı, faiz başlangıcı noktasında kendisini gösterir. Belirsiz alacak davası tespit davası olarak açıldığında faiz başlangıcı, alacakların rakam olarak talep edildiği ıslah tarihi olmalıdır. Belirsiz alacak davası ile kesilmiş olan zamanaşımı yargılama sırasındaki işlemler ve hakimin her kararı ile kesileceğinden ıslaha karşı ileri sürülen zamanaşımı defi sonuca etkili değildir.
6100 sayılı Kanun’un 107. maddesinin gerekçesine göre, belirsiz alacak davasının, kısmen eda davasıyla birlikte külli tespit davası olarak da açılabilmesi imkan dahilindedir. O halde, belirsiz alacak davasında bir miktarın tahsili yanında, kalan tutarın tespiti istenebilecek ve yargılama sırasında belirlendiğinde kalan miktar da talep edilebilecektir.
Bunun tam eda davasından farkı, belirlenebilen miktarın talebi yerine, kısmi bir miktarın istenebilmesidir. Örneğin belirsiz bir alacak için alacaklı tarafından belirsiz alacak davası açıldığında ve 100,00.-TL için tahsil, kalan miktarı için ise alacağın tespiti istendiğinde kısmi eda külli tespit davasından sözedilir. Zira, alacaklı işveren veya resmi kurum kayıtlarında geçen belirleyebildiği miktarı davaya konu etmek yerine, farazi bir miktar için talepte bulunmuştur. Sözü edilen davanın kısmi davadan farkı ise, alacaklının kısmi dava açtığını belirtmeksizin belirsiz alacak davasından söz ederek taleplerde bulunmasına dayanır. Yukarıda açıklandığı üzere belirsiz bir alacak için alacaklının açıkça kısmi dava açtığını belirterek talepte bulunması veya belirsiz alacaktan söz edilmeksizin kısmi taleplerde bulunulması halinde davanın kısmi dava olarak açıldığı kabul edilir.
Kısmi eda külli tespit davasının açıldığı anda alacağın tamamı için zamanaşımı kesilir. Yargılama sırasındaki işleminden veya hâkimin her kararından sonra yeniden işlemeye başlayacağından yargılama sırasında alacağın zamanaşımına uğradığından söz edilemez. Bu nedenle, yargılama sırasında arttırılan taleplere karşı yapılan zamanaşımı defi sonuca etkili değildir. Ancak faiz başlangıcı açısından tahsil amaçlı belirsiz alacak davasından farklı bir durum vardır. Davaya konu edilen miktar bakımından faiz başlangıcı olarak dava tarihi kabul edilmelidir. Alacağın kalan kısmının sadece tespiti istenmiş olmakla, belirlenen bakiye alacak miktarının ilerde talep edildiği tarihten itibaren faize karar verilmelidir.
Somut olayda, davacı vekili 15.07.2013 havale tarihli dava dilekçesinde, davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığını açıkça belirtmiştir. Ayrıca, yargılama sırasında alınan bilirkişi raporuna göre alacak miktarının artırılması talepli dilekçesinde de, “belirsiz alacak davasındaki” taleplerini artırdığını belirterek, davasının belirsiz alacak davası olduğunu açıkça beyan etmiştir. Dava dilekçesinin içeriğine göre, bu davanın kısmi eda külli tespit davası olduğu açıktır. Kısmi eda külli tespit davası açıldığı anda alacağın tamamı için zamanaşımı kesileceğinden, Mahkemenin yargılama sırasındaki işleminden veya hakimin her kararından sonra yeniden işlemeye başlayacağı için yargılama sırasında alacağın zamanaşımına uğradığından söz edilemeyeceğinden, yargılama sırasında arttırılan taleplere karşı yapılan zamanaşımı defi sonuca etkili değildir. Hal böyle olunca Mahkemece, ıslah edilen miktar ile birleşen ek davanın zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.” şeklindedir.
Hüküm Fıkrasında ise özetle;
“6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 353/1-b-2. maddesi gereğince;
1-Davalının ileri sürdüğü …….. sebepleri yerinde görülmediğinden ESASTAN REDDİNE,

2-Davacının …….. başvurusunun kabulü ile ilk derece Mahkemesi kararının KALDIRILMASINA,
3-a)DAVANIN KABULÜNE, 165.000,00.-TL maddi tazminatın olay tarihi olan 08/01/2004 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan alınıp davacıya verilmesine,
b)BİRLEŞEN DAVANIN KABULÜNE,
41.808,46.-TL maddi tazminatın olay tarihi olan 08/01/2004 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan alınıp davacıya verilmesine,” karar verilmiştir.
F) Delillerin Değerlendirilmesi ve Gerekçe;
Dava, sigortalının iş kazasından maluliyete uğraması nedeniyle maddi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.
Somut olayda öncelikle çözüme kavuşturulması gereken konu uygulanması gereken …….. süresi ile davalı vekilinin gerekçeli …….. dilekçesini süresinde sunup sunmadığı noktasıdır.
Bilindiği üzere yerel mahkemenin karar tarihinde yürürlükte bulunan 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunun 8/2.maddesine “…….. yoluna başvurma süresi, karar yüze karşı verilmişse nihaî kararın taraflara tefhimi, yokluklarında verilmiş ise tebliği tarihinden itibaren sekiz gündür”. Aynı Kanunun 15. maddesine göre ise bu Kanunda açıklık bulunmıyan hallerde Hukuk Muhakemeleri Kanunun hükümleri uygulanıcağına işaret edilmiştir.
01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK’nın 321.maddesinin 2.fıkrasına göre ise kararın tefhimi için hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklanamadığı ve bu nedenle zorunlu olarak hüküm özetinin tefhim edildiği hallerde, gerekçeli kararın en geç bir ay içinde yazılarak tebliğe çıkartılması gerekir. Bu hüküm doğrultusunda, hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte tefhim edilmediği hallerde gerekçeli kararın taraflara tebliği zorunludur (Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’nın (İkinci Bölüm) 20.03.2014 gün ve 2012/1034 Başvuru sayılı kararı da aynı yöndedir).
Mahkemece, taraflara tefhim edilen kısa kararda (hüküm özeti) hükmün tüm unsurları yer almakla birlikte kararın gerekçesinin tefhim edilememesi halinde temyiz süresi gerekçeli kararın tebliğinden itibaren başlar. Ancak, hüküm tüm unsurları ve gerekçesi ile birlikte tefhim edilmiş ise artık hükmün HMK’nın 321/2 maddesine göre usulüne uygun ve eksiksiz bir biçimde tefhim edildiği kabul edilir ve temyiz süresi tefhim tarihinden itibaren başlar. 5521 sayılı Kanun‘un 8.maddesinde yer alan ve temyiz süresinin başlangıcına esas alınan tefhim kavramının “hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklandığı hal“ olarak anlaşılması zorunludur.
Tarafların, gerekçeli karar tebliğ edilmeden önce, temyiz süre tutum dilekçesi veye gerekçeli temyiz dilekçesi sunmak suretiyle kararı temyiz ettikleri hallerde dahi, kararın gerekçesini dikkate alarak yeni temyiz gerekçelerine dayanmaları mümkün olduğundan, bu gibi hallerde bile gerekçeli kararın taraflara tebliği gerekir.
Davanın tümden kabul veya tümden reddedildiği hallerde, reddedilen bir talebi bulunmadığından davacının veya davacı yararına kurulan bir hüküm bulunmadığından davalının kararı temyizde ilke olarak hukuki yararı bulunmadığı kabul edilmekte ise de tarafların kararın gerekçesini temyiz etme hakları bulunduğundan gerekçeli karar taraflara tebliğ edilmelidir.
O halde, somut olayda her ne kadar kısa karar 25/11/2016 tarihli celsede tefhim edilmiş ise de; kararın tüm unsurları ile beraber tefhim edilmediği ve …….. kanun yolu süresinin kararın tebliğinden itibaren işleyeceği açıktır.
6100 sayılı HMK’nun 343/1.maddesine göre “…….. dilekçesi, kararı veren mahkemeye veya başka bir yer mahkemesine verilebilir. …….. dilekçesi hangi mahkemeye verilmişse, o mahkemece …….. mahkemesi başvuru defterine kaydolunur ve başvurana ücretsiz bir alındı belgesi verilir.” aynı maddenin 3. fıkrasının yollamasıyla uygulanan 118. madde hükmü gereğince …….. dilekçesinin kaydedildiği tarih itibariyle …….. başvurusunun yapılmış sayılacağı açıktır.
Davanın tümden kabul veya tümden reddedildiği hallerde, reddedilen bir talebi bulunmadığından davacının veya davacı yararına kurulan bir hüküm bulunmadığından davalının kararı temyizde ilke olarak hukuki yararı bulunmadığı kabul edilmekte ise de tarafların kararın gerekçesini temyiz etme hakları bulunduğundan gerekçeli karar taraflara tebliğ edilmelidir.
Nitekim davacı ve davalı vekilinin kararın tefhiminden itibaren yasal süresi içerisinde sundukları …….. yoluna başvurularına dair süre tutum dilekçeleri ile kararı …….. ettiklerini beyan ettikleri anlaşılmaktadır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 19/09/2018 tarih ve 2018/9-584 E- 2018/1332 K sayılı ilamında da belirtildiği üzere;
1982 Anayasasının “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36’ncı maddesi uyarınca, “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”Ayrıca Anayasanın 90’ıncı maddesinin son fıkrasında usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmaların kanun hükmünde olduğu, bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacağı ifade edilmiştir.
Bu bağlamda ülkemizin de taraf olduğu………… Sözleşmesinin (……..) 6’ncı maddesinde adil yargılanma hakkı ayrıntılı yer almış olup, gerek Anayasa gerekse …….. düzenlemelerine koşut olarak da 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 27’nci maddesinde hukuki dinlenilme hakkı düzenlenmiştir.
HMK’nın 27’nci maddesi uyarınca;
“(1) Davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahiptirler.
(2) Bu hak;
a) Yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını,
b) Açıklama ve ispat hakkını,
c) Mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini, içerir”.
Hukuki dinlenilme hakkı çoğunlukla “iddia ve savunma hakkı” olarak bilinmektedir. Ancak bu hak iddia ve savunma hakkı kavramına göre daha geniş ve üst bir kavramdır.
Hakkın temel unsurları maddede tek tek belirtilmiş, böylece uygulamada bu temel yargısal hak konusundaki tereddütlerin önüne geçilmesi amaçlanmıştır.
Bunlardan ilki “bilgilenme hakkı” dır. Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerek karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir. Hak sahibinin kendisi ile ilgili yargılama ve yargılamanın içeriği hakkında tam bir şekilde bilgi sahibi olması sağlanmalıdır. Tarafın bilgi sahibi olmadığı işlemler, belge ve bilgiler yargılamada esas alınamaz. Bilgilenmenin şekli bakımından, hukuki dinlenilme hakkına uygun davranılmalı, ilgilinin bilgilenmesi şeklen değil, gerçek anlamda sağlanmaya çalışılmalıdır.
Bu hakkın ikinci unsuru, “açıklama ve ispat hakkı”dır. Taraflar, yargılamayla ilgili açıklamada bulunma, bu çerçevede iddia ve savunmalarını ileri sürme ve ispat etme hakkına sahiptirler. Her iki taraf da bu haktan eşit şekilde yararlanırlar. Bu durum “silahların eşitliği ilkesi” olarak da ifade edilmektedir…………. Sözleşmesi’nin (……..) adil yargılanma hakkını düzenleyen 6’ncı maddesinin birinci bendinin ilk cümlesinde yer alan silahların eşitliği ilkesi, yine ……..’ne göre, mahkeme önünde sahip olunan hak ve vecibeler bakımından taraflar arasında tam bir eşitliğin bulunması ve bu dengenin bütün yargılama boyunca korunmasıdır. Başka bir deyişle, silahların eşitliği ilkesi, davanın taraflarından birini diğeri karşısında avantajsız bir duruma düşürmeyecek şekilde her iki tarafın deliller de dâhil olmak üzere, iddia ve savunmasını ortaya koymak için makul bir olanağa sahip olması, tarafların denge içinde olması demektir. Söz konusu ilke tarafların usulüne uygun olarak mahkemenin önüne gelmelerini sağlayan tebligat işlemi açısından da önemlidir. Çünkü ancak hukuka uygun bir usulde gerçekleşen tebligat üzerine, durumdan haberdar olan taraflar iddia ve savunmalarını eşit şekilde yapabileceklerdir.
Hukuki dinlenilme hakkının üçüncü unsuru, “tarafların iddia ve savunmalarını yargı organlarının tam olarak dikkate alıp değerlendirmesi”dir. Bu değerlendirmenin de karar gerekçesinde yapılması gerekir (6100 sayılı HMK’nın gerekçesi m. 32). Yargılama bakımından, sadece bir tarafın dinlenip diğerinin dinlenmemesi, tek yönlü karar verilmesi demektir. Yargılamada yer alan taraflar yargılamanın objesi değil, süjesidir. Hukukî dinlenilme hakkı doğru karar verilmesinin garantisidir; bu nedenle, haksızlığa karşı koyabilme imkânı tanır. Bu hak, hukuk devletinin, insan onurunun korunması ve eşitlik ilkesinin, hak arama özgürlüğünün, adil yargılanma hakkının bir gereğidir.
Bütün bu açıklamalar doğrultusunda, …….. Mahkemesinin …….. başvurusunu incelediği 03/05/2017 tarihi itibariyle dosya kapsamına girmiş ve kararın tebliği tarihinden itibaren de makul bir süre içerisinde sunulmuş olan davalı …….. isteminin gerekçelerini içeren 18/01/2017 tarihli dilekçesi incelenmek suretiyle, davalının …….. talebi yönünden de işin esasına geçilmek suretiyle bir karar verilmesi gerekirken; yazılı şekilde davalı …….. başvurusunun gerekçelerinin 8 günlük sürede ibraz edilmemesi ve kamu düzenine bir aykırılık da olmadığına işaretle davalı …….. isteminin esastan reddine karar verilmesi hatalı olmuştur.
…….. Mahkemesince yapılacak iş, davalı vekilinin gerekçeli …….. sebeplerinin makul süre içerisinde sunulduğu değerlendirmek suretiyle gerekçeli …….. başvurusu hakkında bir karar vermekten ibarettir.
O halde, davalı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve davalı vekilinin bu aşamada temyiz itirazlarının sair yönleri incelenmeksizin …….. Mahkemesince verilen hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ: Temyiz olunan …….. Mahkemesi kararının, yukarıda yazılı sebeplerden dolayı 6100 sayılı HMK’nun 373/1. maddesi uyarınca BOZULMASINA, dosyanın davalı vekilinin gerekçeli …….. dilekçesi incelenmek üzere …….. Mahkemesine gönderilmesine, temyiz harcının istek halinde davalıya iadesine, 20/12/2018 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

KISMİ EDA KÜLLİ TESPİT TALEPLİ BELİRSİZ ALACAK DAVASI- TALEP ARTIRIMINA KARŞI YAPILAN ZAMANAŞIMI DEF’İ HUKUKİ SONUÇ DOĞURMAZ.

T.C
YARGITAY
9. Hukuk Dairesi
ESAS: 2015/26828
KARAR:2018/22139

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :İŞ MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : ALACAK

Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi taraflar avukatlarınca istenilmekle, temyiz taleplerinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

YARGITAY KARARI

A) Davacı İsteminin Özeti: Davacı vekili; müvekkilinin davalı işyerinde 02/03/2009-13/05/2011 tarihleri arasında lojistik ve idari işler direktörü olarak çalıştığını, net 5.000,00 TL ücretinin olduğunu, bordroda yarısının gösterilip bankadan ödendiğini diğer yarısının elden ödendiğini, ayrıca prim, asgari geçim indirimi, servis ve bir öğün yemek verildiğini, iş akdinin haklı ve geçerli neden olmaksızın feshedilmesi üzerine Bakırköy 1. İş Mahkemesinin 2011/373 E. sayılı dosyası ile dava açıldığını, işe iadesine karar verildiğini ve verilen kararın onanarak kesinleştiğini, 12.06.2013 tarihli ihtarname ile işe iade talebinde bulunulduğunu, davalının 21.06.2013 tarihli ihtarname ile işe başlama istemini kabul ettiğini, deponun …’e taşındığını ve davacının burada işe başlamasının istendiğini, 02.07.2013 tarihli ihtarname ile mahkeme kararına uygun davet olmadığının, iş koşullarında esaslı değişiklik olduğunun ve davetin samimi olmadığının belirtilerek alacakların ödenmesinin talep edildiğini, davalının 18.07.2013 tarihli ihtarname ile aynı hususları yinelediğini, davacının işten çıkartılmadan önce davalının Küçükköy’deki işyerinde çalıştığını ve … ile burası arasında 50 km mesafenin olduğunu, ulaşım bakımından elverişsiz olup gidip gelmenin 3 saatten fazla sürdüğünü, işten çıkartılırken kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, izin ücreti ve prim adı altında bir kısım ödeme yapıldığını ancak fazla çalışma ücreti, bayram ve genel tatil ücretinin ödenmediğini, 2008 yılından itibaren işyerinde hafta içi 08:00-18:00 saatleri arasında çalışıldığını, haftasonu çalışılmadığını, yarım saat öğle molasının olduğunu, ancak depoya mal geldiğinde yada gönderildiğinde iş bitmeden ayrılmasının mümkün olmadığını, çoğu zaman haftada 2-3 gün saat 21:00-22:00’ye kadar çalışmanın olduğunu, ulusal bayramlarda da çalışıldığını, fazla çalışma ücretlerinin ödenmediğini, yıllık izin ücretinin ise eksik ödendiğini iddia ederek, fark kıdem ve ihbar tazminatları ile yıllık izin ücreti, fazla mesai ücreti, ulusal bayram genel tatil ücreti, boşta geçen süre ücreti ve işe başlatmama tazminatı alacaklarının davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

B) Davalı Cevabının Özeti:Davalı vekili, zamanaşımı def’inde bulunduklarını, davacının işe iade başvurusunun kabul edildiğini ancak davacının davete icabet etmediğini, davacının depo elemanı olarak çalıştığını, işe iade davası sürecinde deponun Yassıören Mah. … Cd. No:90 Arnavutköy adresine taşındığını, nakilden sonra Küçükköy’de depo kalmadığını, şirkete ait tek deponun Arnavutköy’de bulunduğunu, davacının iş tanımında ve ücretinde esaslı değişikliğin olmadığını, işe iade davetinin kabul edilmemesinin davacının talebinin iyi niyetli olmadığını gösterdiğini, yapılan tüm mesailerinin karşılığının ödendiğini, maaşının tamamının eksiksiz olarak bordroda göründüğü şekli ile bankadan ödendiğini savunarak, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

D) Temyiz: Kararı yasal süresi içinde taraf vekilleri temyiz etmiştir.

E) Gerekçe:

1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalının tüm, davacının aşağıdaki bendlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.

2-Taraflar arasında, işçilik alacaklarının zamanaşımına uğrayıp uğramadığı konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır.

Zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade eder. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacak hakkını sona erdirmeyip sadece onu “eksik bir borç” haline dönüştürür ve “alacağın dava edilebilme özelliği”ni ortadan kaldırır.

Bu itibarla zamanaşımı savunması ileri sürüldüğünde, eğer savunma gerçekleşirse hakkın dava edilebilme niteliği ortadan kalkacağından, artık mahkemenin işin esasına girip onu incelemesi mümkün değildir.

Kısmi eda külli tespit davasının açıldığı anda alacağın tamamı için zamanaşımı kesilir. Yargılama sırasındaki işleminden veya hâkimin her kararından sonra yeniden işlemeye başlayacağından yargılama sırasında alacağın zamanaşımına uğradığından söz edilemez. Bu nedenle yargılama sırasında arttırılan taleplere karşı yapılan zamanaşımı defi sonuca etkili değildir. Ancak faiz başlangıcı açısından tahsil amaçlı belirsiz alacak davasından farklı bir durum vardır. Davaya konu edilen miktar bakımından faiz başlangıcı olarak dava tarihi kabul edilmelidir. Alacağın kalan kısmın sadece tespiti istenmiş olmakla, belirlenen bakiye alacak miktarının ilerde talep edildiği tarihten itibaren faize karar verilmelidir.

Somut uyuşmazlıkta dava açılış şekli itibariyle kısmi eda külli tespit talepli belirsiz alacak davasıdır. Davacının yaptığı ıslah olmayıp, talep artırımı ile alacağın belirli hale getirilmesidir. Belirsiz alacak davasının bütün türlerinde dava açılmakla zamanaşımı kesilir. Talep artırımına karşı yapılan zamanaşımı def’i hukuki sonuç doğurmaz.

Bu nedenle talep artırımına karşı yapılan zamanaşımı def’inin dikkate alınmaması gerekirken hukukî değer taşımayan zamanaşımına def’ine göre karar verilmesi isabetsizdir.

3-Dosyadaki bilgi ve belgelerden, kesinleşen işe iade kararı sonrası davacının süresi içerisinde işverene müraacatı üzerine işveren tarafından Arnavutköy’deki yeni depo adresinde işe başlamasının istenildiği, davacının daha önce çalıştığı ve iş akdinin feshedildiği işyeri adresinin Küçükköy Gaziosmanpaşa’da olduğu, davacının da bu nedenle işverenin davetinin samimi olmadığı ve iş koşullarında esaslı değişiklik yapıldığı gerekçesiyle yasal haklarını talep ettiği anlaşılmaktadır.

İşveren tarafından yeni çalışma yeri olarak bildirilen Arnavutköy adresinin davacının önceki çalıştığı adrese ve ikamet adresine çok uzak bir adres olması nedeniyle işyeri çalışma şartlarında esaslı değişiklik olduğundan, davacının işe başlatmama tazminatı talebinin kabulü yerine yazılı gerekçeyle reddine karar verilmesi hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir.

F) Sonuç: Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebeplerden dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgilisine iadesine, 03/12/2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

İHBAR OLUNAN HAKKINDA HÜKÜM KURULMASI HALİNDE KARAR TEMYİZ EDEBİLİR

T.C

YARGITAY

4.Hukuk Dairesi

2018/1376 E.

2018/6286 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ  :Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacılar-karşı davalılar … ve … (kendi adlarına asaleten … adına velayeten) vekili Avukat … tarafından, davalılar-karşı davacılar … ve … aleyhine, esas dava 07/04/2010, karşı dava 05/05/2010 günlerinde verilen dilekçeler ile trafik kazasından kaynaklanan yaralanma nedeniyle maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; asıl davanın kısmen kabulüne, karşı davanın reddine dair verilen 22/06/2016 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacılar vekili, davalılar vekili ve ihbar olunan vekili tarafından süresi içinde istenilmekle tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.

Dava, trafik kazasından kaynaklanan yaralanma nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, asıl davanın kısmen kabulüne karşı davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili, davalılar-karşı davacılar vekili ile ihbar olunan … Sigorta A.Ş. vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davacılar vekili, 27/07/2008 tarihinde davalı …’ın maliki, diğer davalı …’ın sürücüsü olduğu aracın müvekkilleri … ve …’in müşterek çocukları …’e çarparak yaralanmasına neden olduğunu, yaralanma neticesinde müvekkil çocuğun hayati tehlike geçirdiğini, yoğun bakımda kaldığını, desteksiz yürüyemediğini, konuşmasında sorunlar yaşadığını, fizik tedavisinin devam ettiğini, müvekkil anne ve babasının tedavi ve ulaşım masrafları yaptığını belirterek uğranılan maddi ve manevi zararın davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsilini talep etmiştir.

Davalılar vekili, müvekkillerinin kazadan sonra davacılara 20.500,000 TL nakit para ödediklerini, aracın zorunlu trafik sigortasını yapan sigorta şirketinin de davacılara ödeme yaptığını, müvekkillerinin kusurunun bulunmadığını belirterek, asıl davanın reddini savunmuş; kaza nedeniyle maddi ve manevi zarara uğradıklarından bahisle de karşı davalarının kabulünü talep etmiştir.

Mahkemece, dosya kapsamında alınan bilirkişi raporları doğrultusunda asıl davanın kısmen kabulüne, şartlarının oluşmadığı gerekçesiyle karşı davanın reddine karar verilmiştir.

1) İhbar olunan … Sigorta A.Ş.’nin temyiz itirazının incelenmesinde;

Mahkemece, 30.03.2011 tarih ve 2011/1211 muhabere sayılı ihbar dilekçesi ile davanın … Sigorta A.Ş.’ye ihbar edildiği, sigorta şirketinin ihbar olunan sıfatıyla dosyaya beyanda bulunduğu ve davada ihbar olunan sıfatı bulunan … Sigorta A.Ş. hakkında hüküm kurulduğu anlaşılmaktadır. İhbar olunan sıfatını taşıyan ve hakkında hüküm kurulan … Sigorta A.Ş’nin kararı temyiz etmekte hukuki yararı bulunmakla; mahkemece, dava kendisine ihbar olunanın kararda tazminatla sorumlu tutulması doğru bulunmamış, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.

2) Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre asıl dava davalıları-karşı dava davacıları olan … ve …’ın karşı davaya ilişkin tüm, tarafların asıl davaya yönelik aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları reddedilmelidir.

3-a) Davacıların temyiz itirazlarına gelince;

Mahkemece, bilirkişi raporuyla hesaplanan maluliyet zararından dava açılmadan önce davalı tarafın davacılara yaptığı ödeme ile ihbar olunan… Sigorta A.Ş. tarafından ödenen tedavi giderlerinin rapor tarihindeki verilere göre güncelleşmiş miktarlarının mahsup edildiği anlaşılmaktadır. İhbar olunan… Sigorta A.Ş. tarafından davacılara yapılan ödemenin tedavi gideri olduğu ve bu miktarın hesaplanan maluliyet tazminat miktarından mahsup edilemeyeceği gözetilmeden hüküm kurulması doğru görülmemiş ve kararın bozulması gerekmiştir.

  1. b) Davacılar tarafından dava ve ıslah dilekçelerinde iyileştirme gideri adı altındaki istemlerinin 18/01/2016 havale tarihli bilirkişi heyet raporunda 2.572,26 TL olduğu tespit edilmesine rağmen, mahkemece bu istemin hüküm altına alınması gerektiği halde bu hususun eksik bırakılmış olması doğru görülmemiş ve kararın bozulması gerekmiştir.
  2. c) Borçlar Kanunu’nun 47. (TBK/56) maddesi hükmüne göre hakimin özel halleri göz önünde tutarak manevi zarar adı ile hak sahibine verilmesine karar vereceği bir para tutarı adalete uygun olmalıdır. Hükmedilecek bu para, zarara uğrayanda manevi huzuru doğurmayı gerçekleştirecek tazminata benzer bir fonksiyonu olan özgün bir nitelik taşır. Bir ceza olmadığı gibi mal varlığı hukukuna ilişkin bir zararın karşılanmasını da amaç edinmemiştir. O halde bu tazminatın sınırı onun amacına göre belirlenmelidir. Takdir edilecek miktar, mevcut halde elde edilmek istenilen tatmin duygusunun etkisine ulaşmak için gerekli olan kadar olmalıdır. 22/06/1966 günlü ve 7/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçesinde takdir olunacak manevi tazminatın tutarını etkileyecek özel hal ve şartlar da açıkça gösterilmiştir. Bunlar her olaya göre değişebileceğinden hakim bu konuda takdir hakkını kullanırken ona etkili olan nedenleri de karar yerinde objektif ölçülere göre isabetli bir biçimde göstermelidir.

Davaya konu olayda; olayın oluş şekli, maluliyet derecesi ve yukarıdaki ilkeler dikkate alındığında davacılardan küçük … yararına hükmedilen manevi tazminat miktarı az olmuştur, daha üst düzeyde tazminata hükmedilmek üzere kararın bozulması gerekmiştir.

  1. d) Asıl dava davalıları … ve …’ın asıl davaya yönelik diğer temyiz itirazlarına gelince;

Karar gününde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 13. maddesi gereğince, tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünde gösterilen hukuki yardımların konusu para veya para ile değerlendirilebiliyor ise avukatlık ücreti, davanın görüldüğü mahkeme için Tarifenin İkinci Kısmında belirtilen maktu ücretlerin altında kalmamak kaydıyla (yedinci maddenin ikinci fıkrası, dokuzuncu maddenin birinci fıkrasının son cümlesi ile onuncu maddenin son fıkrası hükümleri saklı kalmak kaydıyla,) Tarifenin üçüncü kısmına göre belirlenir. Ancak hükmedilen ücret kabul veya reddedilen miktarı geçemez.

Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 10. maddesi gereğince manevi tazminat davalarında avukatlık ücreti, hüküm altına alınan miktar üzerinden Tarifenin üçüncü kısmına göre belirlenir. Davanın kısmen reddi durumunda, karşı taraf vekili yararına Tarifenin üçüncü kısmına göre hükmedilecek ücret, davacı vekili lehine belirlenen ücreti geçemez.

Şu durumda, asıl dava kısmen reddedildiğine göre Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 13. ve 10. maddesi uyarınca, kendisini vekille temsil ettirmiş olan davalılar yararına reddedilen maddi ve manevi tazminat davaları için ayrı ayrı olmak üzere toplam altı adet vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken, maddi ve manevi tazminat taleplerinin toplam miktarları üzerinden davalı yararına vekalet ücretine hükmedilmiş olması bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen kararın yukarıda (3/a-b-c) numaralı bentlerde gösterilen nedenlerle davacılar yararına, (3/d) numaralı bentte açıklanan nedenlerle asıl dava davalıları yararına, (1) numaralı bentte gösterilen nedenlerle ihbar olunan … Sigorta A.Ş. yararına BOZULMASINA, asıl dava davalıları-karşı dava davacıları olan … ve …’ın karşı davaya ilişkin tüm, tarafların asıl davaya yönelik diğer temyiz itirazlarının (2) numaralı bentte gösterilen nedenlerle reddine ve temyiz eden taraflardan peşin alınan harçların istekleri halinde geri verilmesine 17/10/2018 gününde oy birliğiyle karar verildi.

DAVANIN AÇILMASINDA KUSURU BULUNMAYAN TARAF İLK CELSEDE TALEP SONUCUNUN KABUL EDİLMESİ DURUMUNDA YARGILAMA GİDERLERLERİNE MAHKUM EDİLEMEYECEĞİ

T.C

YARGITAY

8.Hukuk Dairesi

ESAS: 2018/13818

KARAR: 2018/19057

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ           :Aile Mahkemesi

Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş olup hükmün davalı … tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.

KARAR

Dava dilekçesinde, davacı …’ın nüfus kaydındaki babası olan davalı … üzerindeki soybağının reddi istenilmiştir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmesi üzerine; hüküm, davalı … tarafından yargılama giderleri ile vekalet ücreti yönünden temyiz edilmiştir.

Dava, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 286. madde kapsamında çocuk adına kayyım tarafından açılan soybağının reddi istemine ilişkindir.

6100 sayılı HMK’nin 326. maddesinde, “Kanunda yazılı haller dışında, yargılama giderlerinin, aleyhine hüküm verilen taraftan alınmasına karar verileceği; 312/2. maddesinde davalı, davanın açılmasına kendi hal ve davranışı ile sebebiyet vermemiş ve yargılamanın ilk duruşmasında da davacının talep sonucunu kabul etmiş ise yargılama giderlerini ödemeye mahkum edilemeyeceği hükme bağlanmıştır.

Kural olarak bir davada, haksız çıkan tarafın yargılama giderleriyle yükümlü bulunması asıldır. Ancak 6100 sayılı HMK 312/2 maddesinde öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde davayı kaybeden taraf, yargılama giderleri ile sorumlu tutulamaz. HMK 312/2 (eski HUMK 94/2) maddesi hükmüne göre davalının yargılama gideri ve avukatlık ücreti ile sorumlu tutulmamasının koşulları; davanın açılmasına kendi hal ve davranışıyla sebebiyet vermemiş ve yargılamanın ilk duruşmasında da davacının talep sonucunu kabul etmiş olmasına bağlıdır. Bu iki koşulun bir arada gerçekleşmiş olması gerekir.

HMK’nin 323. maddesine göre, karar ve ilam harcı, vekalet ücreti, tebligat ve keşif giderleri yargılama giderlerindendir.

Dosya kapsamından, soybağının reddi istenilen küçük Emre, dava dilekçesinde belirtildiği üzere anne ile davalı babanın fiilen ayrı oldukları ve annenin biyolojik baba olduğu açıklanan Harun Kanal ile evlilik dışı ilişkisinden dünyaya geldiği ve anne tarafından çocuğun baba hanesine tescilinin sağlandığı, anlatılan bu olaylarda davalı …’e atfedilecek bir kusurun bulunmadığı gibi ilk duruşmada davayı kabul ettiğine göre, artık 6100 sayılı HMK 312/2 maddesi gereği yargılama giderleri ve vekalet ücretinden sorumlu tutulamayacağından; davalı …’in HMK’nin 323. maddesinde sayılan giderlerden, sorumlu tutulması doğru bulunmamış ise de bu husus yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden kararın düzeltilerek onanması uygun görülmüştür (HUMK mad. 438/7).

SONUÇ: Temyiz olunan hükmün yukarıda yukarıda açıklanan sebeplerle hüküm fıkrasının 3 ve 4. paragraflarının metinden çıkartılarak onların yerine “3-Davacı tarafından yapılan yargılama giderlerinin kendi üzerinde bırakılmasına” ibaresinin eklenmesine ve 5 nolu bende 4 numara, 6 nolu bende de 5 numara verilmek suretiyle HUMK’un 438/7 (HMK’mad. 370/2) maddesi gereğince hükmün (6100 sayılı Kanuna 31.03.2011 tarih 6217 sayılı Kanunla eklenen Geçici 3. maddeye göre) düzeltilerek ONANMASINA, taraflarca HUMK’un 440/I maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine, 22.11.2018 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

BONODA YER ALAN MALEN KAYDI TARAFLARIN İSTİCVABI TASARRUFUN İPTALİ

T.C.
Yargıtay
17. Hukuk Dairesi

Esas No:2014/6674
Karar No:2015/6057
K. Tarihi:21.4.2015

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk MahkemesiTaraflar arasındaki tasarrufun iptali davasının yapılan yargılaması sonunda verilen hükmün duruşmalı olarak temyizen tetkiki davalılar vekilince istenmiş olmakla duruşma için tayin edilen 21.04.2015 Salı günü davalılar … ve … vekili Av… geldi. Davacı ve diğer davalı tarafından gelen olmadı. Temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşıldıktan ve hazır bulunan davalılar vekili dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü.
-K A R A R-

Hükmüne uyulan Dairemizin bozma ilamında özetle;dava konusu taşınmazın davalı 3. kişi Düzgün’e yapılan satışta edimler arasında aşırı fark bulunmasına, İİK’nın 278/III-2. maddesinde edimler arasındaki aşırı farkın bağışlama hükmünde sayılıp yapılan tasarrufun iptale tabi olduğunun öngörülmesine, 3. kişiler tarafından taşınmazın tasarruf tarihindeki bilirkişilerce belirlenen gerçek değerinin ödendiğinin yasal ve inandırıcı delillerle kanıtlanamamasına,edimler arasında fahiş farkın bulunduğu hallerde 3. kişinin iyi niyet iddiasının dinlenemeyeceğine ve kararda yazılı diğer gerekçelere göre davalı ..’ün temyiz itirazlarının reddine, davalı …’ün temyiz itirazlarının incelenmesinde; davanın İİK.nun 277 ve devamı maddeleri uyarınca açılan tasarrufun iptali isteğine ilişkin olduğu,bir davada yargılamanın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi, iddia ve savunma ile ilgili delillerin eksiksiz bir biçimde toplanması için tarafların yargılama gününden haberdar edilmesi ile mümkün olduğu, asıl olan yargılamanın tarafların huzurunda yürütülmesi olmakla birlikte taraflar yargılamaya
katılmasalar bile mutlaka duruşma gününden haberdar edilmeleri gerektiği, HUMK’nun 73. maddesine (HMK 27) göre mahkeme tarafları dinlemeden iddia ve savunmalarını bildirmeleri için usulüne uygun biçimde davet etmeden hükmünü veremeyeceği, 7201 sayılı tebligat yasasının 39. maddesine göre de davada aralarında menfaat çatışması bulunan kişilere muhatap namına tebligat yapılamayacağı, somut olayda dava dilekçesinin davalı …’e borçlunun ortağı olduğu şirket adresinde borçlu davalı …’ün eşine tebliğ edildiği, davada davalı …’ün iptale konu tasarruf işlemini yapan borçlu olup, üçüncü kişi davalı … ile aralarında menfaat çatışması bulunduğu, yargılamanın davalının yokluğunda devam ettirilip sonuçlandırıldığı, gerekçeli kararın ise davalı borçlu..’ın eşine yine dava dilekçesinin tebliğ edildiği adrese tebliğ edildiği, bu duruma göre HUMK’nun 73. maddesine (HMK 27) aykırı biçimde davalının savunma hakkının kısıtlandığı,bu nedenle davalı …’e dava dilekçesinin ve duruşma gününün usulüne uygun biçimde tebliği, savunmasına ilişkin delillerinin toplanması ve hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken savunma hakkını kısıtlar şekilde eksik araştırma ve inceleme ile davanın kabulüne karar verilmiş olmasının doğru olmadığı gereğine değinilmiştir.
Mahkemece, iddia, savunma, toplanan deliller ve bozma ilamı doğrultusunda dava konusu taşınmazın tapudaki satış bedeli ile bilirkişi tarafından belirlenen gerçek değeri arasında misli fark bulunması nedeniyle dava konusu tasarrufların İİK 278/3-2 madde gereğince iptale tabi olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiş;hüküm davalılar … ile …, … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava İİK 277 ve devamı maddeleri gereğince açılmış tasarrufun iptali istemine ilişkindir.
1-Dosyadaki yazılara, mahkemece uyulan bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına, davalı borçlu ile 3.kişi … arasında ticari ilişki bulunması ve dava konusu taşınmazın tapudaki satış bedeli ile bilirkişi tarafından belirlenen rayiç değeri arasında misli fark bulunması nedeniyle dava konusu 12.6.2009 tarihli tasarrufun İİK’nun 278/3-2, 280/1 maddeler gereğince; davalı 4.kişi ..’ün borçlunun kardeşi olması nedeniyle borçlunun durumunu ve amacını bilebilecek kişilerden olması nedeniyle dava konusu 9.10.2009 tarihli tasarrufların İİK 280/1 madde gereğince iptale tabi bulunmasına göre davalılar davalılar … ile …, … vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazların reddi gerekmiştir.
2-Tasarrufun iptali davasının dinlenebilmesi için iptali istenen tasarrufun takip konusu borçtan sonra yapılmış olması gereklidir. Anılan husus dava koşulu olduğundan mahkemece varlığı res’en incelenmelidir. Somut olayda davacının takip konusu alacağı 10.10.2009 tanzim 15.8.2010 vadeli 140.000 TL meblağlı malen kaydını içeren bonoya dayalıdır. Dava konusu tasarruflar ise 12.6.2009 ve 9.10.2009 tarihinde yapıldığından takip konusu borçtan önce yapıldığı görülmektedir. Ancak uygulamada alacak- borç ilişkisi daha önce başlamasına rağmen alacak için düzenlenen bono veya çek gibi kıymetli evraka sonraki tarihlerin atıldığı sıklıkla görülmektedir. Bu nedenle davacı alacaklı, borcun doğumunun takip dayanağı bonoların veya çeklerin keşide tarihinden önce gerçekleştiğini ileri sürerse mahkemece alacaklıya bu konuda kanıt sunma olanağı verilmeli, gerekirse davacı alacaklı ile borçlu isticvap edilerek senedin düzenlenmesine neden olan temel ilişki sorulmalı, gerektiğinde davacı ile borçlunun ticari defterleri üzerinde bilirkişi incelemesi yaptırılarak borcun gerçek doğum tarihi tespit edilerek koşulun gerçekleşip gerçekleşmediği saptanmalıdır. O halde mahkemece, davacı vekiline takip konusu borcun doğumuna ilişkin temel ilişki konusunda delillerini sunması için süre verilmesi, sunduğu delillerin toplanması, takip konusu bono malen kaydını içerdiğinden davacı ve davalı borçlunun ticari defter ve kayıtları üzerinde bilirkişi incelemesi yaptırılması, gerektiğinde davacı ve borçlunun isticvabı ile borcun doğumunun tespiti; belirlenecek tarih yani borcun doğumu iptali istenen tasarruftan sonra ise davanın ön şart yokluğundan reddine, aksi takdirde yani borcun, iptali istenen tasarruftan önce doğduğunun belirlenmesi halinde ise şimdiki gibi dava konusu tasarrufların İİK’nun 278/3-2 ve 280/1 maddeler gereğince iptaline karar verilmesi gerekirken eksik incelemeye dayalı hüküm tesisi isabetli görülmemiştir.
..
SONUÇ:Yukarıda 1 nolu bentte açıklanan nedenlerle davalılar … ile …, … vekilinin yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddine, 2 nolu bentte açıklanan nedenlerle hükmün adı geçen davalılar yararına BOZULMASINA, 1.100,00 TL vekalet ücretinin davacıdan alınarak duruşmada vekille temsil olunan davalılar … ve …’e verilmesine, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalılara geri verilmesine 21.4.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

TAKİP DAYANAĞI BELGE ÖRNEĞİNİN ÖDEME EMRİNE EKLENMEMESİ NEDENİYLE TAKİBİN İPTALİ GEREKİR.

TÜRK MİLLETİ ADINA

T.C.
ŞANLIURFA
1. İCRA HUKUK MAHKEMESİ

GEREKÇELİ KARAR

ESAS NO : 2018/1243 Esas
KARAR NO : 2019/34

DAVACI : MEHMET K.
VEKİLİ : Av. SELİM HARTAVİ – Şairnabi Mah Cumhuriyet Cad 3. Alankaya Apt Kat:1 No:1 Haliliye/ ŞANLIURFA
DAVALI : S.S…. KREDİ KEFALET KOOPERATİFİ –
DAVA : İcra Emrine İtiraz
DAVA TARİHİ : 21/11/2018
KARAR TARİHİ : 28/01/2019
GEREKÇELİ KARARIN
YAZILDIĞI TARİH : 29/01/2019

Mahkememizde görülmekte bulunan İcra Emrine İtiraz davasının yapılan açık yargılamasının sonunda,

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; davalı alacaklının müvekkili aleyhine Şanlıurfa 4.İcra Müdürlüğünün 2018/15501 esas sayılı dosyası ile ilamsız icra takibi başlatıldığını, takibe konu ödeme emrini 07.11.2018 tarihinde tebliğ aldığını, takibe konu ödeme emri ekinde takibe konu sözleşmenin olmadığı, borcun sebebinin neye istinaden oluşturulduğunun anlaşılmadığından bahisle ödeme emrinin iptal edilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, 24.12.2018 tarihli cevap dilekçesinde açılan davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
DELİLLER VE GEREKÇE: Takibe konu ödeme emri tebliğ mazbatası incelendiğinde mazbata üzerinde ”bu zarfta örnek no:7 ödeme emri vardır” şerhinin düşüldüğü, takip talebi ve ödeme emri incelendiğinde borcun sebebi olarak ”23.08.2018 tarihli Halk Bankası kredi 12.618,24 ” ibaresinin yer aldığı, ancak bunların da takip dosyasına eklenmediği görülmüştür.
İİK’nun 58/3. maddesinde; ”Alacak belgeye dayanmakta ise, belgenin aslının veya alacaklı yahut mümessili tarafından tasdik edilmiş, borçlu sayısından bir fazla örneğinin takip talebi anında icra dairesine tevdii mecburidir” hükmüne yer verilmiştir. Aynı Kanun’un 61/1. maddesinin 2. cümlesi gereğince ise; takip bir belgeye dayanıyor ise; onaylı bir örneğinin ödeme emri ile birlikte borçluya gönderilmesi zorunlu bulunmaktadır.
Yargıtay 12. Hukuk Dairesi E. 2016/16049 K. 2016/16975 T. 15.6.2016 günlü içtihadına göre ”…Somut olayda, takip talebi ve ödeme emrinde, takip konusu borcun dayanağı olarak genel kredi sözleşmesi, ihtarname ve temlik sözleşmesi gösterilmiş olup, borçlu adına çıkarılan ödeme emri tebliğ evrakında; ”bu zarfta ödeme emri vardır” şerhinin bulunduğu ve takip dayanağı belge suretlerinin ödeme emri ekinde gönderildiğine dair bir açıklamanın tebligat mazbatası üzerinde yer almadığı görülmektedir. Öte yandan, takip dosyasının incelenmesinde, dayanak belge örneklerinin dosyada bulunmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda, mahkemece, yukarda değinilen yasal düzenlemeler gereğince, takibe dayanak belgelerin, takip talebi ile birlikte icra dairesine ibraz edilmediği ve borçluya sadece ödeme emri gönderilip, takip dayanağı belgelerin eklenmediği göz önünde bulundurularak ödeme emri tebliğ işleminin iptaline karar verilmesi gerekirken..” demektedir.
Somut olayda;Takibe konu ödeme emri tebliğ mazbatası incelendiğinde mazbata üzerinde ”bu zarfta örnek no:7 ödeme emri vardır” şerhinin düşüldüğü, takip talebi ve ödeme emri incelendiğinde borcun sebebi olarak ”23.08.2018 tarihli Halk Bankası kredi 12.618,24” ibaresinin yer aldığı, ancak bunların da takip dosyasına eklenmediği, takibe dayanak belgelerin, takip talebi ile birlikte icra dairesine ibraz edilmediği ve borçluya sadece ödeme emri gönderilip, takip dayanağı belgelerin eklenmediği anlaşılmakla Şikayetin kabulü ile Şanlıurfa 4.İcra müdürlüğünün 2018/15501 esas sayılı icra takip dosyasında davacı borçluya çıkartılan ödeme emrinin İPTALİNE karar vermek gerekmiş ve aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur.
HÜKÜM:Yukarıda açıklanan nedenlerle:
1-Şikayetin kabulüne, Şanlıurfa 4.İcra müdürlüğünün 2018/15501 Esas sayılı takip dosyasından düzenlenen ÖDEME EMRİNİN davacı MEHMET K. YÖNÜNDEN İPTALİNE,
2-Yargılama gideri olan 57,60 TL, tebligat gideri 14 TL olmak üzere toplam 71,60 TL nin davalıdan alınarak davacıya verilmesine,
3-AAÜT’ ye göre belirlenen 550,00 TL vekalet ücretinin davalıdan alınarak davacıya verilmesine,
Dair, tarafların yokluğunda İİK’ nun 363 maddesi gereğince kararın taraf vekillerine tebliğinden itibaren 10 gün içinde Bölge Adliye Mahkemelerinde istinaf yolu açık olmak üzere karar verildi.28/01/2019

Katip 96041
¸

Hakim 174723
¸

TMSF ALACAKLARINA İCRA VE İFLAS KANUNU 106 VE 110 UNCU MADDE HÜKÜMLERİ UYGULANIR

T.C.
YARGITAY
23. Hukuk Dairesi
ESAS NO : 2013/2341
KARAR NO : 2013/3455

Taraflar arasındaki sıra cetveline şikayetin yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı asıl ve birleşen şikayetin reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde şikâyetçi Seval K. vekili ile şikâyet olunan Akdeniz Belediye Başkanlığı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.-

KARAR: Asıl dosya şikâyetçisi Seval K. vekili borçluya ait taşınmaz hissesinin satışından sonra düzenlenen sıra cetvelinde kendilerine pay ayrılan kurumların alacaklarının, taşınmazın aynından kaynaklanan alacakların satış aşamasında ödenmiş olması nedeniyle imtiyazlı olmadığını, vergi alacaklarının borçlunun ortağı olduğu şirketin borçlarından oluştuğunu ve ortağın mal varlığına haciz konulmasının yasaya aykırı olduğunu, işçi alacaklısı olan müvekkilinin alacağının imtiyazının dikkate alınmadığını ileri sürerek sıra cetvelinin iptaline karar verilmesini talep etmiştir.Birleşen dosya şikâyetçisi TMSF vekili müvekkilinin Mersin 7. İcra Müdürlüğü’nün 2001/1417 ve Mersin 8. İcra Müdürlüğü’nün 2011/3510 sayılı takip dosyalarının alacaklısı olduğunu, vergi dairesi alacaklarının taşınmazın aynından kaynaklanmadığını ve şirketin vergi borcu için ortağın mal varlığına konulan haczin yasaya uygun bulunmadığını, müvekkilinin alacağından dolayı konulan haczin 05.03.1999 tarihli olup,vergi alacakları için konulan hacizlerden önce olduğunu, TMSF alacaklarının takip ve tahsilinde 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanması gerektiğini, bu itibarla paranın müvekkilinin alacaklı olduğu iki dosya arasında garameten paylaştırılmasını sağlayacak şekilde sıra cetveli düzenlenmesini teminen mevcut sıra cetvelinin iptaline karar verilmesini talep etmiştir.

Şikâyet olunanlar şikâyetin reddi gerektiğini savunmuşlardır.

İcra Mahkemesi’nce iddia, savunma, bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamına göre, şikâyetçi Seval Kocacan’ın şikâyetinin kendisinden önceki kamu hacizlerine iştirak edemeyeceği gerekçesiyle reddine, şikâyetçi TMSF’nin şikâyetinin haciz tarihlerinin önceliğine ve satış tarihinde ayakta bulunduklarının anlaşılmasına göre kabulüne karar verilmiştir.Kararı, şikâyetçi Seval Kocacan vekili ile şikâyet olunan Akdeniz Belediye Başkanlığı vekili temyiz etmiştir.
1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre,şikâyetçi Seval Kocacan vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan ve yerinde görülmeyen diğer temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.
2- Diğer temyiz itirazlarına gelince;Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu devraldığı alacaklar hakkında derdest bulunan dava ve takiplere devam edebileceği gibi bunlardan feragati tazammun etmemek üzere, dava ve takiplerden vazgeçerek, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre de tahsilât yapabilir (4389 s. Bankalar Kanunu, m. 15/3).Somut olayda Fon derdest bulunan icra takibinden vazgeçmediğine göre, İcra ve İflas Kanunu’nun 106 ve 110 uncu maddelerindeki hükümlerin uygulanacağı tabiidir.
Bu durumda mahkemece Fon’un alacaklı olduğu dosyalardan konulan hacizlerin ayakta olup olmadığına bakılmak ve şikâyet olunan vergi dairelerince konulan hacizlere yönelik şikâyetler bakımından 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’un mükerrer 35 ve Vergi Usul Kanunu’nun 10 uncu maddeleri yönünden değerlendirme yapmak gerekirken, hatalı değerlendirme ve eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) sayılı bentte açıklanan nedenlerle, şikâyetçi Seval Kocacan vekilinin diğer temyiz itirazlarının İcra ve İflas Kanunu’nun 366 ncı maddesi uyarınca reddine, (2) sayılı bentte açıklanan nedenlerle hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harçların istek halinde iadesine, kararın tebliğinden itibaren 10 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 24.05.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İŞVEREN TARAFINDAN BANKAYA İBRAZ EDİLMEK ÜZERE DÜZENLENEN BELGEDE İŞVEREN KENDİ MUVAZAASINA DAYANAMAYACAĞI

T.C

YARGITAY

22.Hukuk Dairesi

2016/1094 E.

2018/25381 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ      :Asliye Hukuk (İş) Mahkemesi

DAVA TÜRÜ      : ALACAK

Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle, temyiz talebinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı İsteminin Özeti:Davacı vekili, müvekkilinin iş sözleşmesinin işverence haklı neden olmaksızın feshedildiğini ileri sürerek, kıdem ve ihbar tazminatları ile ödenmediğini iddia ettiği bir kısım işçilik alacaklarının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı Cevabının Özeti: Davalı vekili, davacıya 6.618,28 TL kıdem tazminatı, 1.147,70 TL ihbar tazminatı ile her türlü alacağının ödendiğini, davalı şirketin ibra edildiğini savunarak davanın reddini istemiştir.

Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, yapılan yargılamaya ve toplanan delillere dayanılarak davanın reddine karar verilmiştir.

Temyiz: Kararı davacı vekili temyiz etmiştir.

Gerekçe:

1- Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davacı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki tüm temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

2- Taraflar arasında davacının aylık ücretinin miktarı konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır.

4857 sayılı İş Kanunu’nun 32. maddesinin ilk fıkrasında, genel anlamda ücret, bir kimseye bir iş karşılığında işveren veya üçüncü kişiler tarafından sağlanan ve para ile ödenen tutar olarak tanımlanmıştır.

Ücret kural olarak dönemsel (periyodik) bir ödemedir. Kanunun kabul ettiği sınırlar içinde tarafların sözleşme ile tespit ettiği belirli ve sabit aralıklı zaman dilimlerine, dönemlere uyularak ödenmelidir. Yukarıda değinilen Yasa maddesinde bu süre en çok bir ay olarak belirtilmiştir.

İş sözleşmesinin tarafları, asgarî ücretin altında kalmamak kaydıyla sözleşme özgürlüğü çerçevesinde ücretin miktarını serbestçe kararlaştırabilirler. İş sözleşmesinde ücretin miktarının açıkça belirtilmemiş olması, taraflar arasında iş sözleşmesinin bulunmadığı anlamına gelmez. Böyle bir durumda dahi ücret, Borçlar Kanunu’nun 323. maddesinin ikinci fıkrasına göre tespit olunmalıdır. İş sözleşmesinde ücretin kararlaştırılmadığı hallerde ücretin miktarı, işçinin kişisel özellikleri, işyerindeki ya da meslekteki kıdemi, meslek unvanı, yapılan işin niteliği, iş sözleşmesinin türü, işyerinin özellikleri, emsal işçilere o işyerinde ya da başka işyerlerinde ödenen ücretler, örf ve adetler göz önünde tutularak belirlenir. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 401. maddesinde de, işverenin işçiye sözleşmede veya toplu iş sözleşmesinde belirlenen; sözleşmede hüküm bulunmayan hallerde ise asgari ücretten az olmamak kaydıyla emsal ücreti ödemekle yükümlü olduğu düzenlenmiştir.

4857 sayılı Yasanın 8. maddesinde, işçi ile işveren arasında yazılı iş sözleşmesi yapılmayan hallerde en geç iki ay içinde işçiye çalışma koşullarını, temel ücret ve varsa eklerini, ücret ödeme zamanını belirten bir belgenin verilmesi zorunlu tutulmuştur. Aynı yasanın 37. maddesinde, işçi ücretlerinin işyerinde ödenmesi ya da banka hesabına yatırılması hallerinde, ücret hesap pusulası türünde bir belgenin işçiye verilmesinin zorunlu olduğu hükme bağlanmıştır. Usulünce düzenlenmiş olan bu tür belgeler, işçinin ücreti noktasında işverenden sadır olan yazılı delil niteliğindedir. Kişi kendi muvazaasına dayanamayacağından, belgenin muvazaalı biçimde işçinin isteği üzerine verildiği iddiası işverence ileri sürülemez. Ancak böyle bir husus ileri sürülsün ya da sürülmesin, muvazaa olgusu mahkemece re’sen araştırılmalıdır. (Yargıtay 9.HD. 23.9.2008 gün 2007/27217 esas, 2008/24515 karar).

Somut uyuşmazlıkta davacı işçi, işyerinde fabrika üretim müdürü olarak çalıştığını ve son ücretinin aylık net 4.250,00 TL olduğunu, bunun asgari ücret haricindeki kısmının elden ödendiğini ileri sürerken; davalı yan, davacının asgari ücret karşılığı çalıştığını savunmuştur. Dosya kapsamındaki bilirkişi raporunda ücret bordrolarında yer alan ücret tahakkukları esas alınarak davacının asgari ücretle çalıştığı kabul edilmiştir. Mahkemece emsal ücret araştırması yapılmamış, davacının ücreti ile ilgili olarak taraf tanıkları bu hususta bilgilerinin bulunmadığını belirtmekle birlikte davalı tanığı davacının aldığı ücret miktarının aylık net 4.250,00 TL olduğunu davacıdan duyduğunu beyan etmiştir. Diğer taraftan, davacının isteği üzerine davalı işverenlik tarafından bankaya ibraz edilmek üzere düzenlenen belgede, davacının aylık net 4.250,00 TL ücretle çalıştığının belirtildiği görülmektedir. Davacının yaptığı işin niteliği, işyerindeki pozisyonu, davalı tanık anlatımı ve anılan banka yazısı birlikte değerlendirildiğinde, davacı aylık ücret miktarına yönelik iddiasının dosya kapsamı itibariyle doğrulandığı anlaşılmaktadır.

3- Davalı tarafından dosyaya sunulan ibranamelere değer verilip verilemeyeceği konusunda taraflar arasında uyuşmazlık bulunmaktadır.

Türk Hukukunda ibra sözleşmesi 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nda düzenlenmiş olup, 132. maddesinde “Borcu doğuran işlem kanunen veya taraflarca belli bir şekle bağlı tutulmuş olsa bile borç, tarafların şekle bağlı olmaksızın yapacakları ibra sözleşmesiyle tamamen veya kısmen ortadan kaldırılabilir” şeklinde kurala yer verilmiştir.

İş ilişkisinde borcun ibra yoluyla sona ermesi ise 6098 sayılı Kanun’un 420. maddesinde öngörülmüştür. Sözü edilen hükme göre, işçinin işverenden alacağına ilişkin ibra sözleşmesinin yazılı olması, ibra tarihi itibarıyla sözleşmenin sona ermesinden başlayarak en az bir aylık sürenin geçmiş bulunması, ibra konusu alacağın türünün ve miktarının açıkça belirtilmesi, ödemenin hak tutarına nazaran noksansız ve banka aracılığıyla yapılması şarttır. Bu unsurları taşımayan ibra sözleşmeleri veya ibraname kesin olarak hükümsüzdür. Hakkın gerçek tutarda ödendiğini ihtiva etmeyen ibra sözleşmeleri veya ibra beyanını muhtevi diğer ödeme belgeleri, içerdikleri miktarla sınırlı olarak makbuz hükmündedir. Bu hâlde dahi, ödemelerin banka aracılığıyla yapılmış olması gerekir.

6098 sayılı Kanun’da, işverence yapılacak olan ödemelerin banka yoluyla yapılması zorunluluğunun getirilmesi, ibranamenin geçerliliği noktasında sonuca etkilidir. Ancak banka dışı yollarla yapılan ödemelerde de borç ibra yerine tamamen veya kısmen ifa yoluyla sona ermiş olur. Söz konusu düzenleme, sadece işçinin alacaklı olduğu durumlar için işçi yararına kısıtlamalar öngörmektedir. İşverenin cezai şart ve eğitim gideri talep ettiği yine işçinin vermiş olduğu zararın tazminine dair uygulamalarda ve hatta sebepsiz zenginleşme hükümleri çerçevesinde işçinin işverene borçlu olduğu durumlarda, taraflar, herhangi bir sınırlamaya tabi olmaksızın işçinin borçlarını ibra yoluyla sona erdirebilirler.

6098 sayılı Kanun’un 420. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkra hükümleri, destekten yoksun kalanlar ile işçinin diğer yakınlarının isteyebilecekleri tazminat ve alacaklar dâhil, hizmet sözleşmesinden doğan bütün haklar yönünden uygulanır.

6098 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 01.07.2012 tarihinden sonra düzenlenen ibra sözleşmeleri için kanuni şartların varlığı aranmalıdır. Ancak 6098 sayılı Kanun’un yürürlükte olmadığı dönemde imzalanan ibranamenin geçerliliği sorunu, daha önce Yargıtay’ca kabul edilen ilkeler çerçevesinde değerlendirilmelidir. İbranamenin feshi izleyen bir aylık süre içinde düzenlenmesi ve ödemelerin banka kanalıyla yapılmamış oluşu 01.07.2012 tarihinden önce düzenlenen ibra sözleşmeleri için geçersizlik sonucu doğurmaz.

İşçi ve işveren arasında işverenin borçlarının sona erdirilmesine yönelik olarak ibra sözleşmeleri yönünden geçersizlik sorunu aşağıdaki ilkeler dahilinde değerlendirilmelidir:

a) İş ilişkisi devam ederken düzenlenen ibra sözleşmeleri geçersizdir. İşçi bu dönemde tamamen işverene bağımlı durumdadır ve iş güvencesi hükümlerine rağmen iş ilişkisinin devamını sağlamak veya bir kısım işçilik alacaklarına bir an önce kavuşabilmek için iradesi dışında ibra sözleşmesi imzalamaya yönelmesi mümkündür.

b) İbranamenin tarih içermemesi ve içeriğinden de fesih tarihinden sonra düzenlendiğinin açıkça anlaşılamaması durumunda ibranameye değer verilemez.

c) İbranamenin geçerli olup olmadığı 01.07.2012 tarihine kadar yürürlükte olan mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun irade fesadını düzenleyen 23-31. maddeleri yönünden de değerlendirilmelidir. İbra sözleşmesi yapılırken taraflardan birinin esaslı hataya düşmesi, diğer tarafın veya üçüncü şahsın hile ya da korkutmasıyla karşılaşması halinde, ibra iradesinden söz edilemez.

Öte yandan mülga 818 sayılı Kanun’un 21. maddesinde sözü edilen aşırı yararlanma(gabin) ölçütünün de ibra sözleşmelerinin geçerliliği noktasında değerlendirilmesi gerekir. İbranamedeki irade fesadı hallerinin, Kanun’un 31. maddesinde öngörülen bir yıllık hak düşürücü süre içinde ileri sürülmesi gerekir Ancak, işe girerken alınan matbu nitelikteki ibranameler bakımından iş ilişkisinin devam ettiği süre içinde bir yıllık süre işlemez.

d) İbra sözleşmesi, varlığı tartışmasız olan bir borcun sona erdirilmesine dair bir yol olmakla, varlığı şüpheli ya da tartışmalı olan borçların ibra yoluyla sona ermesi mümkün değildir. Bu sebeple, işçinin hak kazanmadığı ileri sürülen bir borcun ibraya konu olması düşünülemez. Savunma ve işverenin diğer kayıtları ile çelişen ibra sözleşmelerinin geçersiz olduğu kabul edilmelidir.

e) Miktar içeren ibra sözleşmelerinde ise, alacağın tamamen ödenmiş olması durumunda borç ifa yoluyla sona ermiş olur. Buna karşın kısmi ödeme hallerinde, ibraya değer verilmemekte ve yapılan ödemenin makbuz hükmünde olduğu kabul edilmektedir. Miktar içeren ibranamenin çalışırken alınmış olması makbuz etkisini ortadan kaldırmaz.

f) Miktar içermeyen ibra sözleşmelerinde ise, geçerlilik sorunu titizlikle ele alınmalıdır. İrade fesadı denetimi yapılmalı ve somut olayın özelliklerine göre ibranamenin geçerliliği konusunda çözümler aranmalıdır. Fesihten sonra düzenlenen ve alacak kalemlerinin tek tek sayıldığı ibranamede, irade fesadı haller ileri sürülüp ispatlanmadığı sürece ibra iradesi geçerli sayılmalıdır.

g) Yine, işçinin ibranamede kanuni haklarını saklı tuttuğuna dair ihtirazi kayda yer vermesi ibra iradesinin bulunmadığını gösterir. İbranamede yer almayan işçilik alacakları bakımından, borcun sona erdiği söylenemez. İbranamede yer alan işçilik alacaklarının bir kısmı yönünden savunma ile çelişkinin varlığı ibranameyi bütünüyle geçersiz kılmaz. Savunma ile çelişmeyen kısımlar yönünden ibra iradesine değer verilmelidir. Başka bir anlatımla, bu gibi durumlarda ibranamenin bölünebilir etkisinden söz edilebilir. Bir ibraname bazı alacaklar bakımından makbuz hükmünde sayılırken, bazı işçilik hak ve alacakları bakımından ise çelişki sebebiyle geçersizlikten söz edilebilir. Aynı ibranamede çelişki bulunmayan ve miktar içermeyen kalemler bakımından ise borç ibra yoluyla sona ermiş sayılabilir. İbraname savunması, hakkı ortadan kaldırabilecek itiraz niteliğinde olmakla yargılamanın her aşamasında ileri sürülebilir.

Somut olayda; dosya kapsamında yer alan 02/03/2010 tarihli ibranamelerin mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu yürürlükte iken düzenlendiği görülmektedir. İbraname içerik yönünden değerlendirilmeden önce iş sözleşmesi devam ederken alınan bir ibraname olup olmadığının ortaya konulması gereklidir. Dosya kapsamındaki ibranameler, davacının hizmet süresi olan 05/01/2001- 06/03/2010 tarihleri arasındaki çalışması sona ermeden düzenlenmiş olup iş sözleşmesi devam ederken alındığı anlaşılmakla geçersizdir. Ancak bu ibranamelerden biri kıdem ve ihbar tazminatları yönünden miktar ihtiva etmekte olup bu ibranamenin makbuz hükmünde olduğunun kabulü gerekir. Bu itibarla mahkemenin yıllık izin ücreti, fazla çalışma, hafta tatili ve ulusal bayram genel tatil ücret alacakları yönünden ibraname ile borcun sona erdirildiğine dair gerekçesi hatalıdır. Davacının yukarıda belirtilen aylık ücret miktarı nazara alınarak bakiye kıdem ve ihbar tazminatlarının ve yıllık izin ücretinin hesaplanarak hüküm altına alınması gerekir.

4- Kabule göre ise; taraflar arasında davacının hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil çalışmaları ile fazla çalışmasının bulunup bulunmadığı konusunda uyuşmazlık bulunmakta olup yukarıdaki açıklamalar ışığında mahkemece dosyaya delil olarak sunulan ibranameye değer verilerek fazla çalışma, hafta tatili ve ulusal bayram genel tatil ücret taleplerinin reddine karar verilmesi hatalı ise de, dosya içeriğine göre, bu konudaki davacı iddiasının ispatı konusunda çalışma düzenini gösteren herhangi bir işyeri kaydının sunulmamış olması ve davacının üst düzey yönetici olup mahkemece dinlenen taraf tanıklarınca fazla çalışma ile hafta tatili ve ulusal bayram genel tatil çalışma iddialarının ispatlanamamış olması karşısında bu isteklerin reddi yönündeki hükmün sonucu itibariyle yerinde olduğu görülmektedir.

Sonuç:Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebepten dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 26.11.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Exit mobile version