BOZMA KARARI- YENİ İLAM FARK ALACAKLARI – İCRA EMRİ

TC
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
2017/1870 E. , 2020/365 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :İcra Hukuk Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “şikâyet” isteminden dolayı yapılan inceleme sonunda, İstanbul 9. İcra (Hukuk) Mahkemesince verilen şikâyetin reddine ilişkin karar borçlu vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 8. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonucunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına direnilmiştir.
2. Direnme kararı borçlu vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. İNCELEME SÜRECİ
Borçlu İstemi:
4. Borçlu vekili 20.11.2013 tarihli şikâyet dilekçesinde; alacaklı vekili tarafından müvekkili aleyhine başlatılan İstanbul 34. İcra Dairesinin 2013/26952 E. sayılı ilamlı icra takibine (ikinci takip) dayanak ilamın daha önce İstanbul 21. İcra Dairesinin 2011/16238 E. sayılı dosyasında (ilk takip) icra takibine konu edildiğinden şikâyete konu ikinci icra takibinin mükerrer olduğunu, müvekkili tarafından İstanbul 15. Asliye Ticaret Mahkemesinin 2010/218 E. sayılı dosyasında açılan tasarrufun iptali davasının reddedildiğini ve davalılar lehine 1.000TL vekâlet ücretine hükmedildiğini, ilamda davalı olan …’nun kendi hissesine düşen 500TL vekâlet ücreti için ilk takip dosyasında ilamlı icra takibi yaptığını, bu icra takibinde tehiri icra talebinde bulunarak teminat mektubu sunduklarını, Yargıtay tarafından icra takibine dayanak ilam bozulduğundan ilk icra takibinin durduğunu ve hâlen teminat mektubunun takip dosyasında bulunduğunu, bozmadan sonra İstanbul 45. Asliye Ticaret Mahkemesinin 2012/96 E. sayılı dosyasında yapılan yargılamada mahkemece bozma kararına uyularak davanın kısmen kabulü ile davalı … lehine 13.150TL vekâlet ücretine hükmedildiğini ve hükmedilen vekâlet ücreti için ikinci takip dosyasında ilamlı icra takibi yapıldığını, bozmadan sonra alınan ilamın ilk takip dosyasına ibraz edilerek yeni ilama göre işlem yapılması gerektiğinden yeni bir takip başlatılamayacağını belirterek İstanbul 34. İcra Dairesinin 2013/26952 E. sayılı icra takibinin (ikinci takibin) mükerrerlik nedeniyle iptaline karar verilmesini talep etmiştir.
Alacaklı Cevabı:
5. Alacaklı vekili 19.12.2013 tarihli cevap dilekçesinde; İstanbul 21. İcra Dairesinin 2011/16238 E. sayılı icra takibinin dayanak ilamın bozulması ile durduğunu, İstanbul 45. Asliye Ticaret Mahkemesinin 2012/96 E. sayılı kararı yeni bir karar olduğundan yeni bir icra takibi başlatılmasının hukuka aykırı olmadığını, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 04.11.2009 tarihli ve 2009/12-452 E., 2009/466 K. sayılı kararına göre yeni takip yapılmasına engel bulunmadığını savunarak şikâyetin reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme Kararı:
6. İstanbul 9. İcra (Hukuk) Mahkemesinin 31.12.2013 tarihli ve 2013/946 E., 2013/1211 K. sayılı kararı ile; ilk ilamın takibe konulduğu İstanbul 21. İcra Dairesinin 2011/16238 E. sayılı icra takibinde borçlu tarafından İcra ve İflas Kanunu (İİK)’nun 48. (40) maddesi gereğince icranın durdurulması için talepte bulunulduğu ve icra müdürünün 02.02.2012 tarihli kararı ile borçlunun talebinin kabul edildiği, bu kararla birlikte takibin etki ve sonuçlarının takip konusu 500,00TL ile sınırlı olarak ortadan kaldırıldığı, dolayısıyla alacaklının ikinci ilamı İstanbul 34. İcra Dairesinin 2013/26952 E. sayılı dosyasında icra takibine koymasında hukuka aykırılık bulunmadığı, hem İİK’nın 40. maddesi gereğince ilk takibi etkisiz kılmanın hem de ikinci ilamdan neşet eden hakları korumaya yönelik talebi kısıtlamanın veya ortadan kaldırmaya yeltenmenin 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 2. maddesi ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’nun 29. maddesi ile bağdaşmayacağı gerekçesiyle şikâyetin reddine evrak üzerinden karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
7. İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde borçlu vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 8. Hukuk Dairesince 16.03.2015 tarihli ve 2014/5562 E., 2015/6001 K. sayılı kararı ile;
“…Borçlu aleyhine ilama dayalı olarak başlatılan takipte, borçlu vekili İcra Mahkemesi’nden alacaklının mükerrer takip yaptığından bahisle İstanbul 34. İcra Müdürlüğü’nün 2013/26952 Esas sayılı icra takibinin iptaline karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, alacaklının, ilk takibinin İcra Müdürlüğü’nce durdurulduğu, ilamın bozulmasından sonra, alacaklının yeni verilen ilamın icrasını yeni bir ilamlı takiple talep etmesinde herhangi bir hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle istemin reddine karar verilmiştir.
Alacaklı vekili tarafından, İstanbul 15. Asliye Ticaret Mahkemesi’nce verilen 2010/218 Esas ve 2010/505 Karar sayılı ilamı İstanbul 21. İcra Müdürlüğü’nün 2011/16238 Esas sayılı dosyasında takip konusu yapıldıktan sonra, ilamın bozulması üzerine İstanbul 45. Asliye Ticaret Mahkemesi’nce verilen 2012/96 Esas ve 2013/224 Karar sayılı ilam ise; İstanbul 34. İcra Müdürlüğü’nün 2013/26952 Esas sayılı dosyasında takibe konulmuştur.
İİK’nun 40. maddesi gereğince bir ilamın nakzı icra muamelelerini olduğu yerde durduracağından alacaklının takibine dayanak yaptığı ilamın bozulması üzerine icra muameleleri olduğu yerde durur. Bozma kararından sonra bozmaya uyularak yeni verilen ilamla alacaklının duran takibine devam etmesi ve ilamdan kaynaklanan fark alacaklarının muhtıra gönderilmesi suretiyle tahsili mümkündür. Bu şekilde devam edilebilecek ilk takipten feragat edilmeksizin başlatılan ikinci takip mükerrerlik oluşturacağı gibi usul ekonomisi ilkesine de aykırılık teşkil eder.
O hâlde; Mahkemece, şikâyetin kabulü ile İstanbul 34. İcra Müdürlüğü’nün 2013/26952 Esas sayılı dosyasındaki icra takibinin iptaline karar vermek gerekirken, yazılı gerekçelerle reddine karar verilmesi doğru olmamıştır…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
9. İstanbul 9. İcra (Hukuk) Mahkemesinin 15.10.2015 tarihli ve 2015/497 E., 2015/862 K. sayılı kararı ile; ilamın bozulması ile eş zamanlı olarak ilk takibin İİK’nın 40. maddesi ile birlikte etki ve sonuçlarını yitirdiği, alacaklının bozma ile birlikte yapılan yargılama sonucu ittihaz olunan yeni karara dayalı olarak tahakkuk eden alacağını yeni bir takibe konu edebileceği, aksi düşünülse bile ikinci takip ile talep edilebilir hâle gelen nihai alacak miktarından ilk alacak miktarının mahsup edilerek bakiye alacak miktarının belirlenmesinin tarafların takip üzerindeki tasarruf hakkı gereği mümkün olduğu, mevzuatımızda ilamın bozulmasından sonra kişinin hükmünü yitiren ilk takipten sonra tahakkuk eden yeni alacağını ilamlı icra yolu ile tahsilini engelleyen herhangi bir hüküm bulunmadığı, AİHM’nin (AİHS’nin) 6. maddesi ile güvenceye alınan adil yargılanma hakkının mahkeme boyutunu yorumlayan içtihatlar özellikle mahkemeler tarafından verilen hükümlerin olabildiğince erken herhangi bir engelle karşılaşmadan etkin bir şekilde infaz edilmelerini önerdiği gerekçeleriyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
10. Direnme kararı süresi içinde borçlu vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ilamlı icra takibine dayanak ilamın bozulması üzerine, İİK’nın 40. maddesi gereğince ilk takibin geçerliliğini yitirip yitirmediği, burada varılacak sonuca göre bozmaya uyularak verilen ilamla alacaklının ilk takipten feragat etmeksizin başlattığı şikâyet konusu ikinci takibin mükerrer olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE
12. İlamların icrası İİK’nın ikinci babında 24 ilâ 41. maddeler arasında düzenlenmiştir. İlamlı icraya başvurabilmek için hükmün kesinleşmiş olması kural olarak şart değildir. HMK’nın 447. maddesinin atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK)’nun 443. maddesi gereğince kural olarak temyiz edilmiş olması da ilamın icrasını durdurmaz. Kesinleşmeden icraya konulabilecek bir ilâm, kesinleşmeden icraya konulmuş, borçlu ilâmı (hükmü) temyiz etmiş ve fakat icranın geri bırakılmasına (tehirine) karar verilmemiş olabilir. Bu hâlde, bir taraftan Yargıtay’da temyiz incelemesi yapılırken, diğer taraftan icra dairesi ilâmın icrasına devam eder.
13. İİK’nın 40. maddesinin 1. fıkrası “Bir ilâmın bölge adliye mahkemesince kaldırılması veya temyizen bozulması icra muamelelerini olduğu yerde durdurur” şeklinde düzenlenmiş olup, bu hükme göre îcra işlemleri devam ederken (ilam hükmü tamamen icra edilmeden önce) ilamın bozulması hâlinde, icra işlemleri olduğu yerde durur. İlamın bozulması ile ilamın icrası sadece olduğu yerde durur; yoksa, ilamlı icra takibi iptal edilmez. Bozma kararına uyan mahkeme yeni bir karar verirse alacaklı, bu yeni ilamın da kesinleşmeden icrasını isteyebilir.
14. Uyuşmazlığın çözümü bakımından usul ekonomi ilkesinin de açıklanması gerekmektedir. HMK’nın 30. maddesinde düzenlenen usul ekonomisi ilkesi, Anayasal dayanağı olan bir ilkedir. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa)’nın 141. maddesinin 4. bendinde davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğuna açıkça işaret edilmiştir. Usul ekonomisi ilkesi yasalarda öngörülen düzenleme çerçevesinde yargılamanın kolaylaştırılmasını, yargılamada öngörülen olağan zaman süresinin aşılmamasını ve gereksiz gider yapılmamasını amaçlar ve bunu hâkime bir görev olarak yükler. Bu bağlamda, basitlik, hızlılık ve ucuzluk usul ekonomisini oluşturan unsurlar olarak ortaya çıkar. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 6. maddesinde de usul ekonomisinin yargılamanın makul sürede yapılması unsuruna vurgu yapılmıştır.
15. Usul ekonomisi ilkesi takip hukukunda da uygulanır. Anayasanın 141. maddesinin 4. fıkrasına göre mahkemelerin yargı faaliyetlerinde usul ekonomisini gözetme yükümlülüğü ile takip hukukunda icra organlarının usul ekonomisini gözetmesi aynı amaca hizmet eder. Usul ekonomisi ilkesine göre takibin ve icra faaliyetlerinin mümkün olduğunca kısa sürede, basit ve ucuz şekilde sonuçlandırılması gerekir. Bu ilkenin unsurları, takip hukukundaki görünümüne göre takibin makul sürede tamamlanması, takibin makul giderle tamamlanması ve takibin düzenli bir şekilde yürütülmesi olarak ifade edilebilir. Usul ekonomisi ilkesi takibin her aşamasında gözetilmesi gereken bir ilkedir. Takibin makul sürede ve makul giderle tamamlanabilmesi için, takibin düzenli bir şekilde yürütülmesi gerekir. Takibin düzenli bir şekilde yürütülmemesi karmaşaya ve gereksiz gider yapılmasına sebep olacağı için aynı zamanda takibin makul sürede tamamlanması ve takibin makul giderle tamamlanması unsurlarının da ihlal edilmesi sonucunu doğurur.
16. Somut olay incelendiğinde ise; İstanbul 21. İcra Dairesinin 2011/16238 E. sayılı dosyasında alacaklı tarafından İstanbul 15. Asliye Ticaret Mahkemesinin 15.10.2010 tarihli ve 2010/218 E., 2010/505 K. sayılı ilamına dayalı olarak borçlu aleyhine 01.07.2011 tarihinde başlatılan ilamlı icra takibinde ilamda lehine hükmedilen 500TL vekâlet ücretinin istenildiği, takibe dayanak ilamın Yargıtay 17. Hukuk Dairesinin 22.11.2011 tarihli ve 2011/3375 E., 2011/10941 K. sayılı kararı ile bozulduğu, mahkemece anılan bozma kararına uyularak verilen İstanbul 45. Asliye Ticaret Mahkemesinin 13.09.2013 tarihli ve 2012/96 E., 2013/224 K. sayılı kararı ile (davalı) alacaklı lehine 13.150TL vekâlet ücretine hükmedildiği, alacaklı tarafından anılan ilama dayalı olarak İstanbul 34. İcra Dairesinin 2013/26952 E. sayılı dosyasında borçlu aleyhine ilamlı icra takibi başlatıldığı ve takipte 13.150TL istenildiği görülmektedir.
17. İcra ve iflas hukuku, cebri icra takiplerinin usul hukuku niteliğindedir. İcra ve iflas hukukunun temel amacı takip yapan ve takibe katılan alacaklının takip sonucunda alacaklarına kavuşmasını sağlamak için takip borçlusunun veya üçüncü kişilerin çıkarabileceği engelleri ortadan kaldırmak, bu amaca karşılık ve onunla birlikte borçlu olduğu iddia edilerek takip edilen kişinin yani takip borçlusunun kötü niyetle yapılmış hukuka aykırı bir takibe karşı kendini korumasını sağlayacak hukuki çareleri bulmaktır (Umar, B.: İcra ve İflas Hukukunun Tarihi Gelişmesi ve Genel Teorisi, İzmir 1973, s. 40).
18. Usul ekonomisi ilkesi gereğince, takibe dayanak ilamın bozulması üzerine bozmaya uyularak verilen yeni ilamın icrası, alacaklının duran takibe devam etmesi ve borçluya fark alacakları için icra emri gönderilmesi ile mümkündür. Aksi hâlde İİK’nın 40. maddesinin 1. fıkrası gereğince duran takibe devam edilmeksizin yeni bir takip başlatılması, borçlunun ilama aykırılık şikâyetinde faizin başlangıcı, ödemelerin mahsubu, borç miktarının hesaplanması gibi konularda karmaşaya, gereksiz gider yapılmasına ve takibin makul sürede sonuçlanmamasına sebep olacağından başlatılan ikinci takip, usul ekonomisi ilkesine aykırılık teşkil edecektir.
19. Ne var ki Özel Daire bozma kararının dördüncü paragrafında “Bozma kararından sonra bozmaya uyularak yeni verilen ilamla alacaklının duran takibine devam etmesi ve ilamdan kaynaklanan fark alacaklarının muhtıra gönderilmesi suretiyle tahsili mümkündür.” şeklinde açıklama yer almış ise de yukarıda belirtildiği üzere (18. paragraf) borçluya fark alacakları için icra emri gönderilmesi gerektiğinden Özel Daire bozma kararının dördüncü paragrafında yer alan “muhtıra” ibaresi yerine “icra emri” ibaresinin yazılması gerekmektedir. Ayrıca, Özel Dairenin bozma kararının dördüncü paragrafında “mükerrerlik oluşturacağı gibi” ifadeleri yer almış ise de, İstanbul 21. İcra Dairesinin 2011/16238 E. sayılı dosyasında takibe dayanak ilam bozulmakla ortadan kalktığından, İstanbul 34. İcra Dairesinin 2013/26952 E. sayılı dosyasında başlatılan takip mükerrerlik oluşturmadığından “mükerrerlik oluşturacağı gibi” ifadelerinin bozma kararı kapsamından çıkartılması gerektiği kabul edilmiştir.
20. Hâl böyle olunca direnme kararı yukarıda açıklanan bu değişik gerekçe ile bozulmalıdır.

IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Borçlu vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile yukarıda açıklanan ve Özel Daire bozma kararının dördüncü paragrafında yer alan ” muhtıra” ibaresi yerine “icra emri” ibaresi yazılması suretiyle, Özel Daire bozma kararının dördüncü paragrafında yer alan “mükerrerlik oluşturacağı gibi” ibarelerinin de çıkartılmak suretiyle direnme kararının bu değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana verilmesine,
2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’na 5311 sayılı Kanun’un 29. maddesi ile eklenen geçici 7. maddesinin göndermesi ile uygulanması gereken İİK’nın 366/III. maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren on gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 09.06.2020 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

İTİRAZIN İPTALİ -KISMİ DAVA – HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRE

TC
YARGITAY
6. Hukuk Dairesi
2022/1274 E. , 2023/2273 K.

“İçtihat Metni”

 

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 4. Hukuk Dairesi
SAYISI : 2019/1361 E., 2021/3019 K.
DAVA TARİHİ : 25.12.2015
HÜKÜM/KARAR : Red
İLK DERECE MAHKEMESİ : Konya 6. Asliye Hukuk Mahkemesi
SAYISI : 2019/8 E., 2019/227 K.

Taraflar arasındaki itirazın iptali davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulü ile davalının takip dosyasında yapmış olduğu itirazın iptaline, takibin kaldığı yerden devamına, toplam takip miktarının %20’si oranında icra inkar tazminatının davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir.

Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun kısmen kabulü ile İlk Derece Mahkemesi hükmü kaldırılarak yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın kabulüne, davalının itirazın iptaline, takibin kaldığı yerden devamına, icra takibine konu 101.527,20 TL asıl alacağın % 20’si oranında icra inkar tazminatının davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir.

Bölge Adliye Mahkemesi kararı taraf vekillerince temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:

I. DAVA
Davacı yüklenici vekili dava dilekçesinde; davalı ile arasında akdedilen 07/06/2012 tarihli hizmet sözleşmesi gereğince Akşehir, Beyşehir, Bozkır, Ermenek, Ilgın, Karaman, Nevşehir, Seydişehir il ve ilçelerinde elektrik sayaçlarını okuma işini üstlendiğini, sözleşmenin 4.3. maddesinde “işin ifası ile ilgili olarak her türlü araç, ekipman ve yardımcı malzeme ile sarf malzemesinin davalı tarafından teslim edileceğinin” belirtildiğini, sözleşmenin 6.11. maddesinde de “endeksör cihazlarının yedek pil ve şarj aletiyle birlikte yükleniciye teslim edilip, iş bitiminde aynı şekilde teslim alınacağının” kararlaştırıldığını, davalının işin ifası için davacı yükleniciye teslim edilen endeksör cihazlarından dolayı haksız olarak kira talep ettiğini ve kira bedeline ilişkin 31/07/2012-30/11/2013 tarihleri arasında 16 adet faturalar keserek davacıya gönderdiğini, davalının sözleşmeden dolayı endeksör kirası isteme hakkının bulunmadığını, davalının, davacının sözleşme gereği doğan alacağından re’sen tahsil ettiği endeksör kirası bedellerinin iadesi için icra takibi başlatıldığını, iş süresince zayıf durumdaki müvekkilinin kesintilere itiraz edemediğini ve işe devam ettiğini, davalının icra takibine yaptığı itiraz üzerine takibin durduğunu, 1 yıl içinde ıslah yapmak kaydıyla kısmi dava açılabileceğini ve itirazın haksız olduğunu ileri sürerek icra takibine itirazın iptaline ve icra inkar tazminatına karar verilmesini talep etmiş, dava dilekçesinde fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak dava değerini 15.000,00 TL göstermiş, 02/01/2017 tarihinde ise takibe giren tüm tutar üzerinden ıslah harcı yatırmak suretiyle harç ikmali yapmıştır.

II. CEVAP
Davalı iş sahibi vekili cevap dilekçesinde; davacının davalının temin ettiği endeksör cihazlarını kira karşılığında kullandığını, bu cihazlardan dolayı kira bedeli ödemek zorunda olduğunu, davanın kısmi dava olarak açılamayacağını, hakediş belgelerinin ihtirazi kayıtsız imzalandığını, delil sözleşmesi olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.

III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile hükme esas alınan 01/06/2016 tarihli bilirkişi raporunda belirtildiği üzere taraflar arasındaki sözleşmede işin ifası için endeksör cihazlarının davalı tarafından temin edilerek, davacıya teslimi ve iş bitiminde iadesi kararlaştırılmasına rağmen, sözleşmede endeksör cihazlarının işin ifası için davacı tarafından kullanılması nedeniyle davalıya kira bedeli ödeneceğine dair herhangi bir hüküm bulunmadığından davalının davacıdan endeksör cihazı kirası isteyemeyeceği, bu amaçla tahsil ettiği bedelleri iade etmesi gerektiği, davacının alacağı, 24 adet fatura bedeline istinaden 105.586,40 TL. olduğu halde icra takibinde 101.527,70 TL. istenilmesi ve talepten fazlaya karar verilemeyeceğinden 101.527,70 TL.lik asıl alacak yönünden talebin kabulü gerektiği, takip öncesi dönem için de davacı tarafın alacağının ödenmesi talebine davalının 06/08/2014 tarihli cevabi yazı ile olumsuz cevap verdiği anlaşıldığından davalının 07/08/2014 tarihi itibariyle temerrüte düştüğü, asıl alacak 101.527,70 TL.ye temerrüt tarihi 07/08/2014 tarihi ile takip tarihi olan 23/10/2015 dönemi için re’sen yasal faiz hesabı yapılarak işlemiş faizin takip talebinde istenildiği gibi 11.065,13 TL. olduğu hesap edildiği, takip öncesi dönem için işlemiş faiz yönünden de davacının talebinin kabulünün gerektiği, alacağın miktarı belirli (ve belirlenebilir) olup bu haliyle likit olduğu gerekçesiyle davanın kabulü ile davalı itirazının iptaline, takibin devamına, toplam takip miktarının %20’si oranında icra inkar tazminatının davalıdan tahsiline karar verilmiştir.

IV. İSTİNAF
A. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı işsahibi vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.

B. İstinaf Sebepleri
Davalı işsahibi vekili istinaf dilekçesinde; itirazın iptali davasında davacının 15.000,00 TL üzerinden dava açtığını, mahiyeti gereği bu davanın kısmi dava olarak açılamayacağını, bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde davacının davasını ıslah etmediğini, harcı bir yıl geçtikten sonra tamamladığını, davacı ile arasındaki 07/06/2012 tarihli sözleşmenin 4.2, 4.3, 8.3 numaralı maddeleri gereğince davaya konu edilen araç gereç ve ekipmanların temininin yüklenicinin sorumluluğunda olduğunu, yüklenicinin sözleşmeden doğan borçlarının hakedişlerinden kesileceğini, davacının endeksör cihazlarını kendisinden kira bedelini ödemek suretiyle tedarik etmeyi tercih ettiğini, davacının icra takibi ile talep ettiği bedellerin sözleşme ile temin etmeyi yüklendiği cihaz ve sarf malzemelerinin kendisinden kiralanması nedeniyle ödediği kira bedelinin iadesine ilişkin olduğunu, sözleşme imzalamadan önce davacı firmaya gönderdiği 15/03/2012 tarihli elektronik postada endeks okuma hizmet alım işinde endeksör cihazlarının aylık 120,00 TL bedel ile kiralanacağı hususunda bilgilendirme yaptığını, davacının buna itiraz etmediğini, ihaleyi alarak sözleşmeyi ihtirazi kayıtsız imzaladığını, davacıya kiralanan endeksör cihazlarının mülkiyeti kendisine ait olduğu için bu cihazların kullanımından dolayı davacıdan kira talep edebileceğini, ihale ile üstlendiği işin karşılığı hakedişlerini aldığını, hakediş belgelerini ihtirazi kayıtsız imzaladığını, icra inkar tazminatının takip miktarı üzerinden değil asıl alacak üzerinden hesaplanması gerektiğini belirterek ilk derece mahkemesinin kararının kaldırılmasını ve davanın reddini istemiştir.

C. Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile mahkemenin vakıa ve hukuki değerlendirmesinde usul ve esas yönünden yasaya aykırılık bulunmadığı belirtilerek davalının sair istinaf itirazlarının reddine ancak mahkemece, icra takibine konu asıl alacağın %20’si oranında icra inkar tazminatının davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmesi gerekirken, toplam takip miktarının %20’si oranında icra inkar tazminatının davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmesi hatalı olduğundan davalının işbu istinaf itirazının kabulü ile kararının kaldırılması suretiyle davanın kabulüne, davalının itirazının iptaline, takibin kaldığı yerden devamına, takibe konu 101.527,20 TL asıl alacağın %20 ‘si oranında icra inkar tazminatının davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir.

V. TEMYİZ
A. Temyiz Yoluna Başvuranlar
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde taraf vekillerince temyiz isteminde bulunmuştur.

B. Temyiz Sebepleri
Davacı yüklenici vekili temyiz dilekçesinde özetle; asıl alacak üzerinden hesaplanan icra inkar tazminatının usul ve yasaya aykırı olduğunu, takip öncesi işlemiş faizinde icra inkar tazminatı hesabında dikkate alınması gerektiğini ileri sürerek hükmün düzeltilerek onanmasını talep etmiştir.

Davalı iş sahibi vekili temyizi dilekçesinde özetle; itirazın iptali olan iş bu davada davacının 15.000,00 TL üzerinden dava açtığını, ancak mahiyeti gereği bu davanın kısmi dava olarak açılamayacağını, bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde davacının davasını ıslah etmediğini, davanın harcını bir yıl geçtikten sonra tamamladığını, davacı ile arasındaki 07/06/2012 tarihli sözleşmenin 4.2, 4.3, 8.3 numaralı maddeleri gereğince davaya konu edilen araç gereç ve ekipmanların temininin yüklenicinin sorumluluğunda olduğunu, yüklenicinin sözleşmeden doğan borçlarının hakedişlerinden kesileceğini, davacının endeksör cihazlarını kendisinden kira bedelini ödemek suretiyle tedarik etmeyi tercih ettiğini, davacının icra takibi ile talep ettiği bedellerin sözleşme ile temin etmeyi yüklendiği cihaz ve sarf malzemelerinin kendisinden kiralanması nedeniyle ödediği kira bedelinin iadesine ilişkin olduğunu, sözleşme imzalamadan önce davacı firmaya gönderdiği 15/03/2012 tarihli elektronik postada endeks okuma hizmet alım işinde endeksör cihazlarının aylık 120,00 TL bedel ile kiralanacağı hususunda bilgilendirme yaptığını, davacının buna itiraz etmediğini, ihaleyi alarak sözleşmeyi ihtirazi kayıtsız imzaladığını, davacıya kiralanan endeksör cihazlarının mülkiyeti kendisine ait olduğu için bu cihazların kullanımından dolayı davacıdan kira talep edebileceğini, ihale ile üstlendiği işin karşılığı hakedişlerini aldığını, hakediş belgelerini ihtirazi kayıtsız imzaladığını belirterek hükmün bozulmasını talep etmiştir.

C. Gerekçe
1. Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme
Uyuşmazlık, 07.06.2012 tarihli hizmet sözleşmesi gereğince davalı iş sahibince davacının hakediş bedeli alacağından yapılan kesintinin tahsili için girişilen icra takibine itirazın iptali istemine ilişkindir.

2. İlgili Hukuk
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 369 ncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 nci maddeleri, 2004 sayılı İcra İflas Kanunu’nun 67/I maddesi.

3. Değerlendirme
1. Tarafların iddia, savunma ve dayandıkları belgelere, uyuşmazlığın hukuki nitelendirilmesi ile uygulanması gereken hukuk kurallarına, dava şartlarına, yargılamaya hâkim olan ilkelere, ispat kurallarına ve temyiz olunan kararda belirtilen gerekçelere göre davacı yüklenici vekilinin tüm, davalı iş sahibi vekilinin aşağıdaki paragrafın kapsamı dışındaki diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.

2. Davacı yüklenici tarafından 23/10/2015 tarihli takip talebi ile 101.527,20 TL asıl alacak ve 11.065,13 TL işlemiş faiz olmak üzere toplamda 112.592,33 TL üzerinden takibe geçilmesine ve davalı iş sahibince 06/11/2015 tarihli itiraz dilekçesi ile borcun tamamına itiraz edilmesine rağmen huzurdaki itirazın iptali davası – görevsiz mahkemeye – 25/12/2015 tarihinde 15.000,00 TL üzerinden kısmi dava şeklinde açılmıştır. Her ne kadar davalı borçlunun itirazı davacı alacaklıya 2004 sayılı İcra İflas Kanunu’nun 67/I gereğince tebliğ edilmemişse de, davacı alacaklı işbu itirazın iptali davasını 25/12/2015 tarihinde açtığından kanunda öngörülen 1 yıllık hak düşürücü sürenin de 25/12/2015 tarihinden itibaren işlemeye başlayacağının kabulünde zorunluluk bulunmaktadır.
Davacı alacaklı vekili yargılama sırasında takibe giren ve davada talep edilmeyen bakiye alacağa ilişkin olarak 02/01/2017 tarihinde ıslah harcı yatırmak suretiyle harç ikmalinde bulunmuşsa da, işbu harç ikmalinin 1 yıllık hak düşürücü süre geçtikten sonra yapıldığı anlaşılmıştır. Hak düşürücü süre, itiraz niteliğinde olup hakim tarafından re’sen dikkate alınması gerektiği gibi davalı yanca da bu itirazın istinaf ve temyiz sebebi olarak ileri sürüldüğü görüldüğünden, mahkemece ıslah harcı ile artırılan kısım dikkate alınmadan dava dilekçesi ile 1 yıllık hak düşürücü süre içerisinde talep edilip de harçlandırılan dava değeri olan 15.000,00 TL üzerinden davanın kabulüne ve kabul edilen 15.000,00 TL’lik dava değeri üzerinden davacı yararına icra inkar tazminatına hükmedilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz olduğundan hükmün davalı iş sahibi yararına bozulması gerekmiştir.

VI. KARAR
Açıklanan sebeple ;

Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının BOZULMASINA,Peşin alınan temyiz karar harcının istek hâlinde ilgiliye iadesine, Dosyanın kararı veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 08/06/2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

YASADIŞI BAHİS SUÇUNDA GİZLİ SORUŞTURMACI HUKUKU AYKIRI DELİL

TC
YARGITAY
7. Ceza Dairesi

2021/5681 E. , 2024/3942 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Ceza Mahkemesi
SAYISI : 2015/621 E., 2016/122 K.
SUÇ : 7258 sayılı Kanun’a muhalefet
HÜKÜM : Mahkûmiyet
TEBLİĞNAME GÖRÜŞÜ : Bozma

Sanık hakkında kurulan hükmün; temyiz edilebilir olduğu, temyiz edenin hükmü temyize hak ve yetkisinin bulunduğu, temyiz isteğinin süresinde olduğu, temyiz isteğinin reddini gerektirir bir durumun bulunmadığı yapılan ön inceleme neticesinde tespit edilmekle gereği düşünüldü:

I. TEMYİZ SEBEPLERİ
Sanık müdafiin temyiz sebepleri; kararın usul ve yasaya aykırı olduğuna ilişkindir.

II. GEREKÇE
İhbar üzerine, sanığın işlettiği isimsiz vasfı belirsiz yere gidildiği, kolluk görevlilerinden birisinin müşteri rolüne bürünerek bahis oynadığı, daha sonra Mahkemece verilmiş bir arama kararı ya da gecikmesinde sakınca bulunan hal nedeniyle Cumhuriyet savcısı ya da kolluk amirinin yazılı emri olmaksızın diğer kolluk görevlilerinin de içeri girdiği, iş yerinde bulunan bilgisayar ve kupon yazıcısının muhafaza altına alındığı ve sanığın 7258 sayılı Kanun’a muhalefet suçundan cezalandırılması istemi ile kamu davası açıldığı anlaşılmıştır.

Sanık savunmalarında; iş yerinin bir yakınına ait olduğunu, kendisinden emaneten bakmasını istediğini, yasadışı bahis oynatıldığını bilmediğini beyan etmiştir.

5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (5271 sayılı Kanun) 116. ve 119. maddelerinde arama kararının hangi hallerde ve ne şekilde alınacağı kanun koyucu tarafından açıkça düzenlenmiş olup, mahkemece verilmiş usulüne uygun bir arama kararı olmadığı gibi gecikmesinde sakınca bulunan hal nedeniyle Cumhuriyet savcısı tarafından da verilmiş bir yazılı arama izni ya da Cumhuriyet savcısına ulaşılamaması nedeniyle kolluk amirince verilmiş yazılı arama emri de bulunmaması karşısında, hukuka aykırı arama sonucu ele geçen bilgisayar ve kupon yazıcısının yasak delil niteliğinde olduğu, bilgisayar üzerinde yapılan incelemede atılı suçun işlendiğine dair deliller ele geçirilmesinin sonucu değiştirmeyeceği, öte yandan gizli soruşturma görevlendirilmesinin usul ve esaslarının düzenlendiği 5271 sayılı Kanun’un 139/7. maddesinde gizli soruşturmacı görevlendirilebilecek suçların sınırlı olarak sayıldığı, sanığın üzerine atılı 7258 sayılı Kanun’a muhalefet suçuna ise anılan maddede yer verilmediği, kaldı ki bahsi geçen maddede öngörülen usule de uyulmadığı, bu itibarla hukuka uygun şekilde görevlendirilmiş gizli soruşturmacı olmayan kolluk görevlilerinin bu suretle elde ettiği deliller de hukuka aykırı olduğundan hükme esas alınamayacağı, başkaca da sanığın atılı suçu işlediğini gösterir her türlü şüpheden uzak kesin delil ve sanığın ikrarının da bulunmadığı nazara alındığında, Anayasanın 38/2, 5271 sayılı Kanun’un 206/2-a, 217/2 ve 230/1 maddelerine göre, hukuka aykırı surette elde edilen delillere dayanılarak mahkûmiyet hükmü kurulamayacağı gözetilmeden, sanığın beraati yerine yazılı şekilde mahkûmiyetine karar verilmesi hukuka aykırı bulunmuştur.

III. KARAR
Gerekçe bölümünde açıklanan nedenlerle sanık müdafiin temyiz isteği yerinde görüldüğünden hükmün, 1412 sayılı Kanun’un 321 inci maddesi gereği, Tebliğname’ye uygun olarak, oy birliğiyle BOZULMASINA, 15.04.2024 tarihinde karar verildi.

BİLİŞİM SİSTEMLERİNİ KULLANMAK SURETİYLE HIRSIZLIK

TC
YARGITAY
8. Ceza Dairesi
2024/24160 E. , 2025/3482 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Ceza Mahkemesi
SAYISI : 2007/447 E. 2010/54 K.
SUÇ : Sistemi engelleme, bozma, verileri yok etme veya değiştirme
KARAR : Mahkumiyet
KANUN YARARINA BOZMA YOLUNA BAŞVURAN : Adalet Bakanlığının istemi üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
TEBLİĞNAME GÖRÜŞÜ : İlgili kararın kanun yararına bozulması

İzmir Cumhuriyet Başsavcılığının, 02.08.2007 tarihli iddianamesi ile hükümlü hakkında nitelikli hırsızlık suçundan, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun (5237 sayılı Kanun) 142/2-e maddesi uyarınca açılan dava ile yapılan yargılama neticesinde İzmir 6. Asliye Ceza Mahkemesinin 26.01.2010 tarihli kararı ile sistemi engelleme, bozma, verileri yok etme veya değiştirme suçundan, 5237 sayılı Kanun’un 244/4, 62, 53. maddeleri uyarınca 1 yıl 8 ay hapis ve 1.000,00 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına ve hak yoksunluklarına, aynı Kanun’un 51. maddesi uyarınca verilen hapis cezasının ertelenmesine ve 2 yıl denetim süresine tabi tutulmasına karar verildiği, söz konusu kararın, temyiz edilmeksizin 26.04.2010 tarihinde kesinleştiğine dair kesinleşme şerhi düzenlendiği belirlenmiştir.
Adalet Bakanlığının, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (5271 sayılı Kanun) 309/1. maddesi uyarınca, 17.09.2024 tarihli ve 2024/8936 sayılı evrakı ile kanun yararına bozma istemine istinaden düzenlenen, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının, 01.10.2024 tarihli ve KYB-2024/98272 sayılı Tebliğnamesi ile dava dosyası Daireye gönderilmekle, gereği düşünüldü:

I. İSTEM
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına bozma isteminin;
“Dosya kapsamına göre; müşteki …’in banka hesabından bilgisi olmadan çekilen 2.000,00 Türk lirasının sanığın hesabına aktarılmasından sonra sanık tarafından bu paranın Rusya Devletinde bulunan kişilere gönderilmesi eylemi nedeniyle sanık hakkında bilişim sistemleri, banka veya kredi kurumlarının araç olarak kullanılması suretiyle dolandırıcılık suçunu işlediğinden bahisle mahkûmiyet kararı verilmiş ise de, sanığın aynı eylemleri nedeniyle müştekiler … ve …’un şikâyeti ile açılan Sinop Cumhuriyet Başsavcılığının 2006/71 sayılı soruşturma dosyasında, suça konu olayın müştekilerinin ayrı kişiler olması ve banka hesaplarının farklı illerde olması gerekçesi ile müşteki … yönünden tefrik kararı verilerek Sinop Cumhuriyet Başsavcılığının 2007/528 sayılı soruşturma dosyasına kaydının yapılmasını takiben, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığına yetkisizlik kararı verilmesi sonrasında, incelemeye konu kamu davasının iddianamesinin düzenlendiği, diğer müşteki … yönünden Sinop Cumhuriyet Başsavcılığının 2007/71 soruşturma sayılı dosyasından soruşturmasının devamına karar verilmesinin ardından, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığına yetkisizlik kararı verilmesini müteâkip, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığının 17/07/2007 tarihli iddianamesi ile açılan kamu davasının yapılan yargılaması sonunda, bilişim sistemlerini kullanmak suretiyle hırsızlık suçundan sanığın mahkûmiyetine ilişkin Bakırköy 4. Asliye Ceza Mahkemesinin 18/02/2014 tarihli, 2007/468 esas, 2014/89 sayılı kararının temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay 2. Ceza Dairesinin 20/06/2016 tarihli ve 2016/6021 esas, 2016/11619 karar sayılı ilâmı ile; “Dosya kapsamına göre; sanığın öğrenci olduğu Sinop ilinde internet ortamında ICQ proğramında tanıştığı Rusya Devletinde bulunan kişilerin sanığa şirketlerinin bilgisayar yazılımı yaparak Türkiye’de bulunan firmalara sattıklarını ancak ücretlerin ödenmesinde problem yaşadıklarını bu nedenle de firmalar ile aralarında çıkacak anlaşmazlıkları çözecek iyi derecede ingilizce bilen eleman aradıklarını söyleyerek iş teklif ettikleri, sanığın da öğrenci olması nedeniyle harçlığını çıkarmak için teklifi kabul ettiği, bu kişilerin sanığın hesabına suç tarihinde para havale ederek bu parayı… vasıtasıyla göndermesini istedikleri, sanığın iş sözleşmesini göndermelerini istediğinde ise sana güvenmemiz için bu havaleleri gönder sonra sözleşmeyi göndereceğiz demeleri üzerine sanığın havaleyi gerçekleştirdiğinin anlaşılması karşısında; sanığın savunmasının aksine suç kastı ile hareket ettiğine dair mahkumiyetine yeter bir delil bulunmadığı gözetilmeden beraatine karar verilmesi gerekirken mahkumiyetine karar verilmesi,” şeklindeki bozma kararını müteâkip, mahkemesince yeniden karar verilmek sureti ile sanığın, banka hesabına gelen paraları Rusya Devletinde bulunan kişilere göndermesi eyleminin üzerine atılı bilişim sistemlerini kullanmak suretiyle hırsızlık suçunda, sanığın savunmasının aksine suç kastı ile hareket ettiğine dair mahkûmiyetine yeter bir delil bulunmadığı gerekçesiyle beraatine karar verilmiş olduğu ve anılan kararın 01/06/2017 tarihinde kesinleştiği anlaşılmakla, sanığın benzer nitelikteki eylemleri nedeniyle yapılan incelemeye konu yargılama sonucunda sanığın beraatine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde mahkûmiyetine karar verilmesinde isabet görülmemiştir.”
Şeklindeki gerekçeye dayandığı anlaşılmıştır.

II. DEĞERLENDİRME VE GEREKÇE
1. Katılanın, 16.09.2005 tarihinde İzmir Cumhuriyet Başsavcılığına müracaatında, 14.09.2005 tarihinde İzmir Garanti Bankası Kıbrıs Şehitleri Şubesinden arandığını ve 08.09.2005 tarihinde hesabından 2.000,00 TL paranın EFT yöntemi ile Sinop…. Şubesinde …. numaralı hükümlünün hesabına geçirildiğini ve bu kişi tarafından da bu paranın çekildiğini öğrendiğini beyanla şikayetçi olduğu belirlenmiştir.
2. Hükümlünün aşamalarda, olay tarihinde doktora öğrencisi olduğunu, ICQ programından Ruslarla konuşurken kendisine bilgisayar programı sattıklarını ancak iyi İngilizce bilen bir kişiyi aracı kılmak istediklerini belirtip kendisini bayi olarak kullanmak istediklerini teklif ederek bu bilgisayar programından %5 kar payı vereceklerini söylediklerini, bunlara inanıp kimlik ve hesap bilgilerini verdiğini, ertesi gün kendisini arayıp hesabına para yatırıldığını, bu parayı bildikleri hesaba göndermesini istediklerini, kendisinin de hesabına aktarılan parayı bildirilen hesaba havale ettiğini, olay nedeniyle kendisinin de kandırıldığını belirttiği belirlenmiştir.
3. Cari hesap ekstresine göre, hükümlüye ait hesaba …’a ait hesaptan 07.09.2005 tarihinde 1.400,00 YTL; 08.09.2005 tarihinde ise yine hükümlüye ait hesaba katılan …’a ait hesaptan EFT aracılığıyla 2.000,00 YTL para gönderildiği ve hükümlü tarafından bu paranın çekildiği belirlenmiştir.
4. Sinop Cumhuriyet Başsavcılığının 08.03.2007 tarihli tefrik kararı ile olayın müştekilerinin ayrı kişiler olması ve işlem yapılan hesapların farklı illerde olması nedeniyle soruşturma evrakının müştekiler yönünden tefrikine karar verildiği ve dosyanın müşteki … yönünden Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığına yetkisizlik kararı ile gönderildiği, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığının 17.04.2007 tarihli iddianamesi ile, hükümlü hakkında 5237 sayılı Kanun’un 142/2-e maddesi uyarınca açılan dava ile yapılan yargılama neticesinde Bakırköy 4. Asliye Ceza Mahkemesinin 18.02.2014 tarihli kararı ile “07.09.2005 tarihinde katılanın Garanti Bankası …. Şubesi’nden 3.500,00 TL’nin EFT internet aracılığıyla inceleme dışı sanık A.G.K.’nın Koçbank …. Şubesine aktarıldığı, 1.400,00 TL’nin ise hükümlünün Sinop …. Şubesine aktarıldığı, sanıklar yargılama sırasında internet ortamında kandırıldıklarını Rus bir şahsın talebi üzerine hesap numaralarını verdiklerini ve bu işlemleri komisyon karşılığı yaptıklarını belirtmiş olup katılanın bilgisi dışında hesabına girilip hesabından internet aracılığıyla para aktarımının temini bilişim yoluyla hırsızlık suçunu oluşturduğu” gerekçesiyle hükümlü hakkında 5237 sayılı Kanun’un 142/2-e, 62. maddeleri uyarınca 2 yıl 6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verildiği, bu hükmün hükümlü müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 2. Ceza Dairesinin 20.06.2016 tarihli ve 2016/6021 Esas, 2016/11619 Karar sayılı kararı ile “Dosya kapsamına göre; sanığın öğrenci olduğu Sinop ilinde internet ortamında ICQ proğramında tanıştığı Rusya Devletinde bulunan kişilerin sanığa şirketlerinin bilgisayar yazılımı yaparak Türkiye’de bulunan firmalara sattıklarını ancak ücretlerin ödenmesinde problem yaşadıklarını bu nedenle de firmalar ile aralarında çıkacak anlaşmazlıkları çözecek iyi derecede ingilizce bilen eleman aradıklarını söyleyerek iş teklif ettikleri, sanığın da öğrenci olması nedeniyle harçlığını çıkarmak için teklifi kabul ettiği, bu kişilerin sanığın hesabına suç tarihinde para havale ederek bu parayı… vasıtasıyla göndermesini istedikleri, sanığın iş sözleşmesini göndermelerini istediğinde ise sana güvenmemiz için bu havaleleri gönder sonra sözleşmeyi göndereceğiz demeleri üzerine sanığın havaleyi gerçekleştirdiğinin anlaşılması karşısında; sanığın savunmasının aksine suç kastı ile hareket ettiğine dair mahkumiyetine yeter bir delil bulunmadığı gözetilmeden beraatine karar verilmesi gerekirken mahkumiyetine karar verilmesi” nedeniyle bozulmasına karar verilmesini müteakip Bakırköy 4. Asliye Ceza Mahkemesinin 24.01.2017 tarihli kararı ile bozma kararına uyularak hükümlünün savunmasının aksine suç kastı ile hareket ettiğine dair mahkumiyetine yeter bir delil bulunmadığı gerekçesiyle 5271 sayılı Kanun’un 223/2-e maddesi uyarınca beraat kararı verildiği ve bu karara karşı hükümlü müdafiinin istinaf başvurusunda bulunduğu, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 8. Ceza Dairesinin 04.05.2017 tarihli ve 2017/1106 Esas, 2017/1003 Karar sayılı kararı ile istinaf başvuru talebinin temyiz mahiyetinde kabulü ile Yargıtayca değerlendirilip karar verilmek üzere, 5271 sayılı Kanun’un 279/1-b maddesi uyarınca hükümlü müdafiinin istinaf başvurusunun reddine, dosyanın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmek üzere ilk derece mahkemesine tevdiine karar verildiği, Bakırköy 4. Asliye Ceza Mahkemesince hükmün istinaf kararı ile 01.06.2017 tarihinde kesinleştiğine dair kesinleşme şerhi düzenlendiği belirlenmiştir.
5. Bu kapsamda inceleme konusu dava dosyası değerlendirildiğinde; Yargıtay 2. Ceza Dairesinin 20.06.2016 tarihli ve 2016/6021 Esas, 2016/11619 Karar sayılı kararı da dikkate alınarak, Rusya devletinde bulunan kişilerin, bilgisayar yazılımı yaparak Türkiye’de bulunan firmalara sattıklarını ancak ücretlerin ödenmesinde problem yaşadıklarını, iyi derecede İngilizce bilen bir eleman aradıklarını söyleyerek iş teklifinde bulundukları hükümlünün, öğrenci olması nedeniyle harçlığını çıkarmak için bu teklifi kabul ettiği ve 08.09.2005 tarihinde Rusya devletinde bulunan bu kişilerin hükümlünün hesabına katılanın hesabından para havale ettikleri ve bu parayı… aracılığıyla göndermesini istedikleri, hükümlünün de hesabına gönderilen parayı belli bir komisyon karşılığında bu şahıslara havale ettiğinin anlaşılması karşısında, hükümlü hakkında, savunmasının aksine suç kastı ile hareket ettiğine dair mahkumiyetine yeterli delil bulunmadığından atılı suçtan beraatine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmesi, Kanun’a aykırı olup kanun yararına bozma talebi yerinde görülmüştür.

III. KARAR
1. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına bozma isteminin KABULÜNE,
2. İzmir 6. Asliye Ceza Mahkemesinin, 26.01.2010 tarihli ve 2007/447 Esas, 2010/54 Karar sayılı kararının, 5271 sayılı Kanun’un 309/3. maddesi gereği oy birliğiyle KANUN YARARINA BOZULMASINA,
3. 5271 sayılı Kanun’un 309/4-d maddesi uyarınca bozma nedeninin hükümlünün cezasının kaldırılmasını gerektirdiğinden, hükümlü hakkında mahkemece hükmedilen bu CEZANIN KALDIRILMASINA,
Dava dosyasının, Mahkemesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 30.04.2025 tarihinde karar verildi.

BANKA KEFALETİ – MENFİ TESPİT- BANKA BORÇLUYA MÜRACAAT ETMEDEN KEFİLDEN ALACAĞINI İSTEYEMEZ

TC
YARGITAY
3. Hukuk Dairesi
2020/5053 E. , 2021/3106 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :TÜKETİCİ MAHKEMESİ

Taraflar arasındaki menfi tespit davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacının vasisi; babası davacı …’un Aliağa Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2007/366 Esas 2009/382 Karar sayılı davasında alnınan Adli Tıp Raporu ile idrak ve karar mekanizmalarının normal çalışmadığının tespit edildiğini, sonrasında aynı gerekçe ile Aliağa Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 2008/592 Esas 2009/90 Karar sayılı kararı ile kısıtlanarak kendisinin vasi olarak atandığını, dava dışı üçüncü kişilerin kısıtlıyı kandırarak davalı banka ile usulsüz şekilde iki kredi sözleşmesi akdedilmesini sağladıklarını, kısıtlının bu kredi sözleşmelerinden birini kefil diğerini asıl borçlu sıfatı ile imzaladığını, davalı bankanın borcun ödenmemesi sebebiyle kredi sözleşmelerine dayanarak icra takibi başlattığını, kredi sözleşmelerinin geçersiz olduğunu ileri sürerek, 04.07.2007 ve 18.06.2007 tarihli bireysel kredi sözleşmelerinin iptali ile, Aliağa İcra Müdürlüğü’nün 2008/2786 ve 2008/1885 Esas sayılı dosyalarında davacının borçlu olmadığının tespiti ile davalı aleyhine alacağın %40’ı oranında icra inkar tazminatına hükmedilmesine karar verilmesini istemiştir.
Davalı; davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece, davanın kabulüne, taraflar arasında yapılan 18/06/2007 ve 04/07/2007 tarihli sözleşmelerin iptaline, davacının bu sözleşmelerden dolayı Aliağa İcra Müdürlüğü’nün 2008/2786 ve 2008/1885 Esas sayılı dosyaları itibariyle davalıya borçlu olmadığının tespitine, kötüniyet tazminat takdirine yer olmadığına, karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.
1-Davalının, dava konusu 18.06.2007 ve 04.07.2007 tarihli kredi sözleşmelerinin iptali ile davacının 18.06.2007 tarihli kredi sözleşmesine dayanılarak başlatılan Aliağa İcra Müdürlüğü’nün 2008/2786 Esas sayılı dosyası kapsamında borçlu olmadığının tespitine yönelik talebine ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesinde;
Davacının vasisi, eldeki dava ile dava dışı üçüncü kişilerin yönlendirmesi ile kısıtlının davalı banka ile biri asıl borçlu, diğeri kefil sıfatı ile olacak şekilde iki bireysel kredi sözleşmesi imzaladığını, sözleşmelerin yapıldığı tarihte davacının ayırt etme gücünün bulunmadığını ileri sürerek, 18.06.2007 ve 04.07.2006 tarihli kredi sözleşmelerinin iptali ile bu sözleşmelere dayanılarak başlatılan icra takipleri yönünden davacının borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini talep etmiş; Mahkemece, dosyada bulunan Adli Tıp Kurumu raporu dikkate alındığında, kısıtlının sözleşme tarihinde fiil ehliyetine haiz olmadığı, bu nedenle davacının davalı banka ile yapılan sözleşmeler itibariyle başlatılan icra takibinden kaynaklı sorumluluğunun bulunmadığı, davalı bankanın kredi kullandırırken istihbarat görevini ihmal ederek kredi kullananın kısıtlılık ve icrai işleme tabi olup olmadığının araştırmadığı gerekçesiyle, davanın kabulüne, taraflar arasında yapılan 18.06.2007 ve 04.07.2007 tarihli sözleşmelerin iptaline, davacının Aliağa İcra Müdürlüğü’nün 2008/2786 ve 2008/1885 Esas sayılı dosyaları itibariyle davacının davalıya borçlu olmadığının tespitine karar verilmiştir.
Uyuşmazlık, davacı kısıtlının hacir altına alındıktan sonra davalı bankayla yaptığı sözleşme uyarınca almış olduğu tüketici kredisi nedeni ile sorumlu olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Türk Medeni Kanunu’nun 15. maddesine göre kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere ayırt etme gücü bulunmayan kimsenin fiilleri hukuki sonuç doğurmaz. Görüldüğü gibi kural olarak tam ehliyetsizlerin hukuki işlemleri hükümsüzdür. Ancak bu kuralın istisnaları bulunmaktadır. Bunlardan biri TMK’nın 2. maddesinde düzenlenen dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılmaması ilkesidir. Buna göre “Herkes haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kuralına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.
Buna göre TMK’nın 2. maddesi çerçevesinde 15. maddenin değerlendirilmesine geçmeden önce aynı yasanın 1/1. maddesi uyarınca anılan hükmün getirilmesindeki asıl gayenin ne olduğunun açıklanmasında fayda görülmektedir. Kanun tam ehliyetsizlerin yaptıkları hukuki işlemleri batıl sayarken bu gibi kimseleri korumak, kendi menfaatlerine aykırı işlemleri yapmak, üçüncü kişilerce sömürülmelerine engel olmak amacını gütmüştür. Bu tehlikenin ortadan kalktığı, normal zekalı bir insanla eşdeğer tarzda hareket ettiği durumlarda, hukuki muamelenin hükümsüzlüğünü ileri sürmek hakkın kötüye kullanılması olacaktır ki, kanun bunu himaye etmez. 09.03.1955 gün 22/2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararında da belirtildiği gibi mümeyyiz olmayan kimse temyiz kudretini haiz olsa idi aynı surette hareket edecek, yani normal zekalı bir insan dahi aynı tarzda muamelede bulunabilecek idi ise, ehliyetsiz olduğundan bahisle muamelenin hükümsüzlüğünü ileri sürememelidir.
Somut olayda davacının sözleşmenin imzalandığı tarihte fiil ehliyetine sahip olmadığı anlaşılmaktadır. Buna karşın ülkemizde tam ehliyetli kişilerin dahi her zaman yararlanma olanağı bulamadıkları banka kredisinden yararlanmış, aldığı tüketici kredisini kullanmak suretiyle bir menfaat elde etmiştir. Bankanın ödeme talebine kadar tam ehliyetli biri gibi hareket edebilen davacının borcun ifası istendiğinde ehliyetsizliğini ileri sürerek ifadan kaçınması hakkın kötüye kullanılmasının tipik bir örneğidir.
Tam ehliyetsizlere ilişkin TMK’nın 15. maddesi hükmüne getirilen ikinci sınırlama TBK’nın 54. maddesi hükmüdür. Belirtilen yasa hükmüne göre “Hakkaniyet iktiza ediyorsa hakim, temyiz kudretini haiz olmayan kimseyi ika ettiği zararın tamamen yahut kısmen tazminine mahkum eder.” TBK’nın 98/2. maddesi yollamasıyla akte aykırılık hallerinde de uygulaması mümkün olan TBK’nın 54/1. maddesi uyarınca hakkaniyet elverdiği takdirde tam ehliyetsiz olan kişi, diğer tarafın batıl hukuki işleminin hüküm ifade ettiğine güveni nedeni ile doğan zarardan sorumludur.
Öte yandan TMK’nın 452/2. maddesinde; “vesayet altındaki kişinin fiil ehliyetini haiz olduğu hususunda diğer tarafı yanıltmış olması halinde onun bu yüzden uğradığı zarardan sorumlu olacağı” öngörülmüştür. Buna göre kendisini ehil bir kişi gibi gösterip hukuki işlem yapan ve bu suretle karşı tarafı zarara uğratan ehliyetsiz kişinin bu zarardan sorumlu olacağının kabulü gerekir.
Bütün bu açıklamalar yanında TBK’nın 77-82. maddelerinde düzenlenen sebepsiz iktisap hükümlerine göre hacir altındaki kişinin karşı tarafın aleyhine olacak şekilde kendi mal varlığında meydana gelen sebepsiz zenginleşme oranında sorumlu olacağı kuşkusuzdur. Zira sebepsiz zenginleşme hükümleri gözetildiğinde, zenginleşenin iade borcunun doğması bakımından fiil ehliyetinden yoksun olmak sonuca etkili değildir.
Buna göre somut olayda, Mahkemece yukarıdaki açıklamalarla birlikte tüm deliller birlikte değerlendirilerek, davacının asıl borçlu sıfatı ile davalı bankadan kullandığı 18.06.2007 tarihli bireysel kredi sözleşmesinin iptali ile bu sözleşmeye dayanılarak başlatılan icra takibi yönünden davacının borçlu olmadığının tespiti talebinin yanı sıra davacının kefil sıfatı ile imzaladığı 04.07.2007 tarihli kredi sözleşmesinin iptali yönünden talebine ilişkin uygun sonuç dairesinde bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı gerekçelerle yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
2-Davalının; davacının dava konusu 04.07.2007 tarihli kredi sözleşmesine dayanılarak başlatılan Aliağa İcra Müdürlüğü’nün 2008/1885 Esas sayılı dosyası kapsamında borçlu olmadığının tespitine yönelik talebine ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesinde;
Dosya kapsamından davacı kısıtlının davalı banka ile yapılan 04.07.2007 tarihli bireysel kredi sözleşmesini kefil sıfatı ile imzaladığı, davalı bankanın da bu kredi sözleşmesi kapsamında Aliağa İcra Müdürlüğü’nün 2008/1885 Esas sayılı dosyası üzerinden dava dışı asıl borçlu ve davacı aleyhine ilamsız icra takibi başlattığı anlaşılmaktadır.
Dava ve sözleşme tarihi itibariyle yürürlükte olan 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Yasanın 10. maddesinin 3. fıkrası “Tüketici kredisinin teminatı olarak şahsi teminat verildiği hallerde, kredi veren asıl borçluya başvurmadan, kefilden borcun ifasını isteyemez.” düzenlemesini getirmiştir. Yasanın bu hükmü emredici nitelikte olup adi yada müteselsil kefil ayrımı yapılmamıştır. Emredici hükümlerin mahkemece resen dikkate alınması zorunludur. Bu yasal düzenleme doğrultusunda alacaklı, asıl borçlu aleyhine icra takibi yapıp, takip semeresiz kalmadıkça kefillerden borcun ifasını isteyemez. Buna göre, somut olayda davalı bankanın önce asıl borçluya başvurduğu ve asıl borçlu aleyhine başlatılan takibin semeresiz kaldığı, bunun üzerine davacı kefil hakkında takip başlatıldığı ispatlanamadığı dikkate alındığında davalı bankanın davacı kefilden alacağını talep etme hakkı henüz doğmamıştır.
O halde mahkemece; davalı bankanın davacının kefil olduğu 04.07.2007 tarihli kredi sözleşmesine dayanarak başlattığı Aliağa İcra Müdürlüğü’nün 2008/1885 Esas sayılı dosyası yönünden, davalı bankanın davacı kefile karşı takip başlatmadan önce asıl borçluya karşı takip başlattığı ve bu takibin semeresiz kaldığını ispatlayamadığı gerekçesiyle davacının Aliağa İcra Müdürlüğü’nün 2008/1885 Esas sayılı dosyasında borçlu olmadığının tespitine karar verilmesi gerekirken, davacının davalı banka ile yapılan sözleşmeler itibariyle fiil ehliyetine haiz olmayan kısıtlının icra takibinden kaynaklı sorumluluğunun olmayacağı yönündeki yanılgılı gerekçe ile, davacının Aliağa İcra Müdürlüğü’nün 2008/1885 Esas sayılı dosyasında borçlu olmadığının tespitine karar verilmesi doğru görülmemiştir. Ancak sonucu itibariyle karar doğru olduğundan, davacının Aliağa İcra Müdürlüğü’nün 2008/1885 Esas sayılı dosyası yönünden borçlu olmadığının tespitine ilişkin talebiyle sınırlı olarak hükmün, 6100 sayılı HMK’nın geçici 3. maddesi uyarınca uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 436/son maddesi uyarınca gerekçesinin düzeltilerek onanmasına karar verilmesi gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda birinci bentte açıklanan nedenlerle hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince temyiz eden davalı yararına BOZULMASINA, ikinci bentte açıklanan nedenlerle davacının Aliağa İcra Müdürlüğü’nün 2008/1885 Esas sayılı dosyasında borçlu olmadığının tespiti yönünden talebine ilişkin hüküm gerekçesi değiştirilerek ve düzeltilerek, hükmün değiştirilen gerekçe ve düzeltilmiş bu şekli ile ONANMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 6100 sayılı HMK’nun geçici madde 3 atfıyla 1086 sayılı HUMK’nın 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren 15 günlük süre içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 25/03/2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

NÜFUS KAYITLARININ GERÇEĞE UYGUN ŞEKİLDE DÜZELTİLMESİ- GÖREVLİ MAHKEME

TC
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
2022/762 E. , 2023/883 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
SAYISI : 2019/134 E., 2019/237 K.
KARAR : Davanın kabulüne
ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay (Kapatılan) 18. Hukuk Dairesinin 06.04.2016 tarihli ve
2015/9259 Esas, 2016/5786 Karar sayılı BOZMA kararı

1. Taraflar arasındaki nüfus kaydının düzeltilmesi davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Malazgirt Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar Yargıtay (Kapatılan) 18. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı Nüfus Müdürlüğü tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği düşünüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi
4. Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkili …’in nüfus kaydında kızları olarak görünen … ve …’un gerçekte kız kardeşleri olduğunu, müvekkilinin babası …’in gayri resmî birliktelik yaşadığı … isimli kadından doğduklarını, ancak nüfusta müvekkilinin çocukları olarak kaydedildiğini, dolayısıyla nüfus kaydının gerçeği yansıtmadığını ileri sürerek … ve …’un nüfus kayıtlarına göre … ve … olan anne-baba isminin gerçeğe uygun şekilde … ve … olarak düzeltilmesine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalılar Cevabı
5. Davalı … cevap dilekçesinde; davacının iddialarının doğru olduğunu, nüfus kaydının gerçeğe uygun hâle getirilmesini savunmuştur.
6. Usule uygun tebliğe rağmen davalı … davaya cevap vermemiştir.
Mahkeme Kararı
7. Malazgirt Asliye Hukuk Mahkemesinin 21.04.2014 tarihli ve 2012/205 Esas, 2014/122 Karar sayılı kararı ile; davanın nüfus kayıtlarındaki anne ve baba adının düzeltilmesi istemine ilişkin olduğu, dosya kapsamı bir bütün olarak değerlendirildiğinde davalılar … ve …’un nüfus kaydında görünenin aksine gerçekte davacı …’in kızları değil kız kardeşi oldukları, gerçek anne isminin … baba isminin ise … olduğu gerekçesi ile davanın kabulüne, davalılar … ve …’un baba adının … anne adının … olarak değiştirilmesine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı
8. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içerisinde davalı … tarafından temyiz isteminde bulunulmuştur.
9. Yargıtay (Kapatılan) 18. Hukuk Dairesinin 06.04.2016 tarihli ve 2015/9259 Esas, 2016/5786 Karar sayılı kararı ile;
“…1-Dava ile davacı, … ve eşi Melikenin hanesinde kayıtlı olan davalılar … ve … nın … in babası … in … ile evlilik dışı ilişkisinden dünyaya geldiği bu çocukların anne adlarının … baba adlarının ise … olduğu ileri sürülerek kayıtların buna uygun düzeltilmesini talep etmektedir.
Çocukların kayden anneleri görünen davacının eşi …’ye husumet yöneltilmesi, davada taraf kılınması ve göstermesi halinde delillerinin toplanması ve tüm delillerle birlikte değerlendirilerek anne adları belirlenip hasıl olacak neticeye göre karar verilmesi gerekirken bu kişi davaya dahil edilmeden eksik hasım ve eksik inceleme ile hüküm kurulması,
2-Davalılar … ve … nın babalarının … olduğu, …’in … ile evlilik dışı ilişkisinden dünyaya geldikleri ileri sürüldüğüne göre bu çocukların babalarının … olduklarına ilişkin dava esasen babalığa ilişkindir. Babalık davası da, Türk Medeni Kanununun 301.maddesi kapsamında aile hukuku içerisindedir. 4788 sayılı Aile Mahkemeleri Kanunu uyarınca aile hukukundan … dava ve işlerde aile mahkemesi görevlidir. Görev kamu düzenine ilişkin olup resen gözetilmesi gerekmektedir. O halde davalılar … ve Hatunun babalarının … olduğu ve bunun düzeltilmesi talebi tefrik edilerek ayrı bir esasa kaydedilip davanın bu bölümüne o yerde ayrı bir müstakil mahkeme kurulmadığından aile mahkemesi sıfatıyla bakılması gerekirken bu hususun dikkate alınmaması, doğru görülmemiştir,…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
Direnme Kararı
10. Malazgirt Asliye Hukuk Mahkemesinin 14.11.2019 tarihli ve 2019/134 Esas, 2019/237 Karar sayılı kararı ile; somut olayda davacının iddiası ve mahkemenin 20.12.2012 tarihli duruşmasında alınan beyanına göre gerçekte kardeşi olan davalılar … ve …’yı yanlış ve yanıltıcı beyanla kendi ve eşi üzerine kaydettirdiğinin sabit olduğu, bu hususun davalılardan …’ın beyanları ile de doğrulandığı, dolayısıyla eldeki davaya kayıt düzeltim davası olarak bakılması gerektiği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi
11. Direnme kararı yasal süresi içinde Nüfus Müdürlüğü tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
12. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; kayden baba olarak görünen davacının nüfus kaydının düzeltilmesi amacıyla açtığı eldeki davada, kayden anne olarak görünen eşini davaya dâhil etmesinin gerekip gerekmediği ve dava dilekçesi dikkate alındığında iddianın ileri sürülüş şekline göre “davalıların gerçekte babasının bir başkası olduğuna yönelik talebin” 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (4721 sayılı Kanun) 301 inci maddesinde düzenlenen babalık hükmüne ilişkin olup olmadığı, buradan varılacak sonuca göre davalıların biyolojik babalarına yöneltilen talebin tefrik edilerek aile mahkemesince karara bağlanmasının gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE
13. Öncelikle davanın hukuki niteliğinin belirlenmesi bakımından ilgili yasal düzenlenme, kavram ve kurumların irdelenmesinde yarar vardır.
14. Bilindiği gibi, anne ile çocuk arasındaki soybağı ilişkisi herhangi bir hükme veya irade açıklamasına gerek bulunmadan doğumla kendiliğinden kurulur. Yanlışlıkla veya bilinçli olarak çocuğun anasının, doğuran kadın yerine başka bir kadının gösterilmesi ve onu doğurmamış olan kadının üzerine tescil edilmesi hâlinde dahi kayden anne olarak görünen bu kişi ile çocuk arasında bir soybağı ilişkisi kurulmuş olmaz (4721 sayılı Kanun md. 282/1).
15. Türk Medeni Kanunu’nun 39 uncu maddesi uyarınca mahkeme kararı olmadıkça, kişisel durum sicilinin hiçbir kaydında düzeltme yapılamaz. 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu’un 46 ncı maddesinde yer alan “yaş, ad, soyadı ve diğer kayıt düzeltme davaları…” ibaresi nazara alındığında, herhangi bir sınırlama olmaksızın nüfus kütüğünde mevcut her kaydın düzeltilmesinin istenebileceği kuşkusuzdur. Bu hükme göre, anne adı nüfus kütüğüne gerçeğe aykırı olarak yazılmışsa, bu yanlışlığın düzeltilmesi uygulamadaki ifade ile nüfus kaydının düzeltilmesi davası ile mümkündür.
16. Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun 35 inci maddesi ile de “Kesinleşmiş mahkeme hükmü olmadıkça nüfus kütüklerinin hiçbir kaydı düzeltilemez ve kayıtların anlamını ve taşıdığı bilgileri değiştirecek şerhler konulamaz. Ancak olayların aile kütüklerine tescili esnasında yapılan maddî hatalar nüfus müdürlüğünce dayanak belgesine uygun olarak düzeltilir” hükmü düzenleme altına alınmıştır. Aynı Kanun’un 36 ncı maddesine göre de; nüfus kayıtlarına ilişkin düzeltme davaları, düzeltmeyi isteyen şahıslar ile ilgili resmî dairenin göstereceği lüzum üzerine Cumhuriyet savcıları tarafından yerleşim yeri adresinin bulunduğu yerdeki görevli asliye hukuk mahkemesinde açılır.
17. Eldeki davada; davalılar … ve …’un kayden anneleri olarak görünen … tarafından doğrulmadıkları, … tarafından dünyaya getirildiği ileri sürülerek anne adının düzeltilmesi istemli dava açıldığı anlaşılmaktadır. Bilindiği üzere, anne adının düzeltilmesi davasında gerçek annenin de tespiti talep edilmişse sağ ise gerçek anne, sağ değil ise gerçek annenin mirasçılarının davalı sıfatı ile davaya katılmaları sağlanmalıdır. Somut olayda olduğu gibi, anne adının düzeltilmesi davasının kayden anne olan kişi dışındakiler tarafından açılmış olması hâlinde ise nüfus kaydı düzeltilmesi istenen kayıt annesi de davada taraf olmalıdır. Zira anne adına dair nüfus kaydının gerçeği yansıtmadığı iddiasına dayalı bu tür davalarda, gerek kayıt annesinin gerekse gerçek annenin verilecek karar ile miras haklarının etkileneceği tartışmasızdır. Öyle ise anne adının düzeltilmesi davasında kayden anne sağ ise kendisi, sağ değil ise mirasçılarının davalı sıfatı ile davaya katılmalarının sağlanması yasal zorunluluktur. Hâl böyle olunca Mahkemece kayden anne olarak görünen ve 26.01.2018 tarihinde öldüğü anlaşılan … mirasçılarının davalı sıfatı ile davaya katılımlarının sağlanmadan hüküm kurulması bozmayı gerektirmiştir.
18. Somut olayda dava dilekçesi dikkate alınarak iddianın sürülüş şekline göre incelenmesine gelince; davacı dava dilekçesinde “… ve …’un gerçekte kız kardeşleri olduğunu bildiği halde, nüfusa eşi …’den olma kızlarıymış gibi kaydettirildiğini, … ve …’un nüfus kaydının anne ve baba yönünden gerçeği yansıtmadığını, baştan itibaren kütüğe yanlış olarak tescil edildiğini” ileri sürdüğüne göre iddianın buraya olan kısmında da davanın “soybağı davası” ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Zira nüfus kaydının hem ana hem de baba yönünden kütükte gerçek durumu yansıtmadığı, baştan itibaren ilgililerce yanlış olarak kütüğe geçirildiği başka bir anlatımla hem ana hem de baba yönünden kütükte yanlış bir kaydın bulunduğu ileri sürülmüşse nüfus kaydının düzeltilmesi davası söz konusudur. Bu tür davalar sonucunda, nüfus kaydı düzeltilecek kişinin, o tarihe kadar kayıtlı olduğu haneden çıkıp, başka bir haneye tescil edilecek olması da, davayı soybağı davası hâline dönüştürmez.
19. Bilindiği gibi, maddi olayları açıklamak taraflara, ileri sürülen olayları hukuken nitelemek ve uygulanacak Kanun hükümlerini tespit ederek somut olaya uygulamak görevi hâkime aittir.
20. Ne var ki davacı dava dilekçesinde “… ve …’un kendi kızları olmadığı iddiasının yanında gerçek annelerinin …, babalarının ise …’ın evlilik dışı ilişkisinin bulunduğu … olduğu iddiasına da yer vererek, … ve …’un nüfus kayıtlarına göre … ve … olan anne-baba isminin gerçeğe uygun şekilde … ve … olarak düzeltilmesine “ karar verilmesini de talep etmiştir.
21. Görüldüğü gibi, iddianın sürülüş şekline göre ortada birbiri ile bağlantılı iki ayrı davanın bulunduğu, ilkinin mevcut nüfus kaydındaki anne ve baba kaydının iptali, ikincisinin ise gerçek anne ve baba üzerine kayıt istemine ilişkin olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi, anne ile çocuk arasındaki soybağı ilişkisi herhangi bir hükme veya irade açıklamasına gerek bulunmadan doğumla kendiliğinden kurulacağından, davalıların gerçek annelerinin … olduğuna dair iddianın soybağı davası ile herhangi bir ilgisi olmayıp, gerçek annenin tespiti yönünden 5490 sayılı Kanun’un 36 ncı maddesi kapsamına giren nüfus kaydının düzeltilmesi davası söz konusudur.
22. Öyle ise bu şekilde birbiri ile bağlantılı iki ayrı talebin aynı davada ileri sürüldüğü bu durumlarda görevli ve yetkili Asliye Hukuk Mahkemesince yapılması gereken ilk iş çocuğu doğuran gerçek annenin tespit edilmesi olmalıdır. Zira 4721 sayılı Kanun’un 282 nci maddesinin birinci fıkrasına göre çocuk ile ana arasındaki soybağının kurulabilmesi için çocuğun ana olduğu iddia edilen kadın tarafından doğrulduğunun tespit edilmesi yeterlidir.
23. Çocuğu doğuran kadının doğum anında evli olup olmamasının, çocuk ile ana arasında soybağı kurulması açısından önemi bulunmamakla birlikte; çocuğun doğumu anında, ananın evli olup olmaması, asıl olarak baba yönünden önem arz etmektedir. Gerçek annenin kim olduğunun tespitinden sonra, ikinci talep olan gerçek baba hanesine kayıt istemi, doğum anında ana ile biyolojik baba olduğu iddia edilen kişi arasında evlilik ilişkisi olup olmamasına göre değişiklik göstermektedir.
24. Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, bir davanın soybağına ilişkin kabul edilmesi için, dava ile ulaşılmak istenen sonucun, ya bir soybağı tesis etmesi veya kurulmuş olan soybağını ortadan kaldırması lazımdır. Eğer böyle bir sonuç doğmayacaksa, davanın soybağına ilişkin kabul edilmesi yasal olarak mümkün değildir. Evlat edinmeyle kurulan soybağı hariç, çocukla ana ve babası arasındaki soybağının ne şekilde kurulacağı, kurulmuş olan soybağının hangi davalarla ortadan kaldırılacağı 4721 sayılı Kanun’un 282 ilâ 304 üncü maddeleri arasında düzenleme altına alınmıştır. Bu düzenlemelere göre çocuk ile ana arasında kan bağına dayanan soybağı doğumla; çocuk ile baba arasındaki kan bağına dayanan soybağı ise ana ile evlilik, tanıma veya hâkim hükmüyle kurulur (4721 sayılı Kanun, md. 282/1-2).
25. Çocuğun genetik ana ve babası yerine başka bir erkek ve kadın üzerine kayıt edilmesi gerçeğe aykırı olduğu için bunun düzeltilmesi, asliye hukuk mahkemesine açılacak zamanaşımı ve hak düşürücü süreye bağlı olmayan nüfus kaydının düzeltilmesi davası ile istenebilir. Fakat nüfus kaydının düzeltilmesi davasına konu olan çocuğu doğuran kadın, evlilik içinde doğum yapmış olabileceği gibi evlilik dışında da doğum yapmış olabilir. Gerçek annenin evlilik içinde doğum yaptığı tespit edildiği takdirde, aşağıda anlatılacağı şekilde 4721 sayılı Kanun’la benimsenmiş babalık karinesi uyarınca çocuğu doğuran ana ile evli olan kişinin baba olarak belirlenmesi mümkündür. Burada çocuğun kayden baba olarak görünen kişinin nüfusundan çıkarılması işleminin de soybağı davası ile bir ilgisi bulunmamaktadır, zira çocuk kayıt babasına 4721 sayılı Kanun’un soybağı hükümlerine göre değil, tarafların baştan itibaren yanlış ve yanıltıcı beyan ve işlemleriyle yasaya aykırı şekilde kurulmuştur. 4721 sayılı Kanun hükümlerine göre soybağının reddi davası ancak babalık karinesi kapsamında yer alan, dolayısıyla babalık karinesinden faydalanan çocukların soybağının ortadan kaldırılmasını ifade eden bir davadır. Babalık karinesinden faydalanma söz konusu olmaksızın kocanın nüfus kütüğüne kaydedilen çocukla koca arasında soybağının kurulması söz konusu olmadığı için böyle bir durumda çocuk ile koca arasında soybağının bulunmadığının tespitine yönelik olarak açılan dava, soybağının reddi davası değil, yanlış kaydın düzeltilmesi amacına yönelik kayıt düzeltme davasıdır. Buradan hareketle genetik anne ve babasının evlilik içi ilişkisinden dünyaya gelen çocuğun, hem anne hem baba adının gerçeğe uygun hâle getirilmesinin talep edildiği nüfus davası, soybağı davası olarak adlandırılamaz. Çünkü gerçek annenin belirlenmesi sonucunda babalık karinesi çerçevesinde nüfus kaydına göre koca olarak görünen kişinin baba olarak belirlenmesi yasa gereği olacaktır. Başka bir ifade ile yasa gereği babanın belirlendiği bu hâller nüfus kaydının düzeltilmesi davası ile gerçeğe uygun hâle getirilirler ki, nüfus kaydının düzeltilmesi istemli davalarda görevli mahkemenin asliye hukuk mahkemesi olduğu açıktır.
26. Ne var ki somut uyuşmazlıkta Özel Daire kararında da açıkça belirtildiği üzere davalı çocukların, biyolojik anne ve babaları olduğu iddia edilen … ile …’in evlilik dışı ilişkisinden dünyaya geldiği iddia edilmiştir.
27. Türk Medeni Kanunu’nun 282 nci maddesinin ikinci fıkrasına göre evlat edinmeyle kurulan soybağı hariç “çocuk ile baba arasındaki soybağı ana ile evlilik, tanıma veya hâkim hükmüyle kurulur” hükmü düzenleme altına alındığına göre kural olarak bir çocuğun ancak aşağıda sayılan şekillerde biyolojik babasına soybağı ile bağlanması mümkündür.
28. Ana ile evlilik nedeniyle çocukla baba arasındaki soybağının kurulması; evliliğin doğumdan önce gerçekleşmesi hâlinde (4721 sayılı Kanun md. 285 ilâ 291) olabileceği gibi, evliliğin doğumdan sonra gerçekleşmesi hâlinde de (4721 sayılı Kanun md. 292 ilâ 294) olabilir.
29. Evliliğin doğumdan önce gerçekleşmiş olması hâlinde, 4721 sayılı Kanun’un 285 inci maddesi ile düzenleme altına alınan babalık karinesi uyarınca çocuk ile baba arasındaki soybağı kendiliğinden kurulur. Buradaki babalık karinesinin çürütülmesi soybağının reddi davası ile mümkündür. Bunun dışında çocuk ile baba arasında kurulan soybağının ortadan kaldırılması imkânı bulunmamaktadır. Bu dava ancak baba ve çocuk tarafından veya Kanun’un 291 inci maddesindeki şartların gerçekleşmiş olması hâlinde belirtilen ilgililer tarafından gösterilen süreler içerisinde açılmış olmasına bağlanmışken, Anayasa Mahkemesinin 26.07.2023 tarihli ve 2023/37 Esas, 2023/140 Karar sayılı kararı ile ana tarafından davacı sıfatıyla çocuğun biyolojik babasının koca olmadığı ileri sürülerek babalık karinesinin çürütülmesi için yargı mercilerine başvurulmasına imkân tanımayan kuralın, özel hayata saygı gösterilmesini hakkı bağlamında etkili başvuru hakkını ihlal ettiğine karar verilmiştir. Soybağının reddi davalarında görevli mahkeme 4787 sayılı Kanun’un 4 üncü maddesi uyarınca aile mahkemesidir.
30. Çocuk evlilik dışında doğmuş, ana ve babası sonradan evlenmiş ise evlilik dışında doğmuş olan bu çocuklar ana ve babasının evlenmesiyle kendiliğinden evlilik içinde … çocuklara ilişkin hükümlere tâbi olurlar (4721 sayılı Kanun md. 292). Eşler, evlilik dışında doğmuş olan ortak çocuklarını, evlenme sırasında veya evlenmeden sonra nüfus memuruna bildirmekle yükümlüdürler. Bildirimin yapılmamış olması, çocuğun evlilik içinde … çocuklara ilişkin hükümlere tâbi olmasını engellemez. Kanun, bu yolla kurulan soybağına “sonradan evlenme yoluyla soybağının kurulması” demektedir. Bu yolla kurulan soybağı ise “sonradan evlenme yoluyla soybağının kurulmasına itiraz ve iptal davasıyla” (4721 sayılı Kanun md. 294) ortadan kaldırılır. Bu davayı, ana ve babanın yasal mirasçıları, çocuk (çocuğun ölmüş olması veya ayırt etme gücünü sürekli olarak kaybetmesi hâlinde altsoyu) ve Cumhuriyet savcısı açar. İtiraz eden, kocanın baba olmadığını ispatla yükümlüdür. Bu davada sadece “kocanın baba olmadığı itirazı” ileri sürülebilir. Bunun dışındaki itirazların bu davada dinlenilmesi mümkün değildir. Bu davalarda tanımanın iptaline ilişkin hükümler kıyasen uygulanır ve görevli mahkeme aile mahkemeleridir.
31. Baba ile çocuk arasında soybağı kurulmasının diğer bir yolu ise, 4721 sayılı Kanun’un 295 ve devamı maddelerinde düzenlenen tanımadır. Buna göre tanıma babanın, nüfus memuruna veya mahkemeye yazılı başvurusu ya da resmî senette veya vasiyetnamesinde yapacağı beyanla soybağının kurulması yoludur. Tanıma, tek taraflı bir irade beyanıdır. Tanıma yolu ile kurulan bu soybağının açılacak iptal davası ile kaldırılması mümkündür. Bu dava ile tanıyanın, çocuğun babası olmadığı sonucuna ulaşılır. Diğer bir ifade ile tanıma yoluyla kurulan soybağı geçersiz kılınır. Dava; tanıma beyanı, yanılma, aldatma veya korkutmaya dayanıyorsa “tanıyan” tarafından, ana ve çocuğa karşı açılır. Böyle değil ise; çocuk, çocuğun ölümü hâlinde alt soyu, Cumhuriyet savcısı, Hazine ve diğer ilgililer tarafından da açılabilir. Dava açma hak düşürücü sürülere bağlanmıştır. Tanımanın iptali davalarında görevli mahkeme 4787 sayılı Kanun’un 4 üncü maddesi uyarınca aile mahkemesidir.
32. Çocuk ile baba arasında soybağı kurulmasını sağlayan son yol ise babalık hükmüdür. Bahse konu davanın, çocuk ile baba arasında soybağı kurulabilmesi için çocuğun bir başka erkek ile soybağının bulunmaması gereklidir. Çocuğun herhangi bir yolla bir başka erkek ile soybağı kurulmuş ise bu soybağı ortadan kaldırılmadıkça babalık davası açılamaz. 4721 sayılı Kanun’un 301 inci maddesine göre çocuk ile baba arasındaki soybağının mahkemece belirlenmesini ana ve çocuk, babaya; baba ölmüşse mirasçılarına karşı açacakları babalık davası ile isteyebilirler. Dava açma hak düşürücü sürülere bağlanmıştır. Tanımanın iptali davalarında görevli mahkeme 4787 sayılı Kanun’un 4 üncü maddesi uyarınca aile mahkemesidir.
33. Soybağı davaları Kanun’da sayma usulü ile belirlenmiştir. Bu davalar dışında soybağı davası açma imkânı bulunmamaktadır. Ayrıca söz konusu düzenlemeler dikkate alındığında, soybağı davalarının ilelebet açılabilmesi kabul edilmemiş, belirli bir süre geçtikten sonra soybağı ile itirazları, bir daha açılmamak üzere kapatılmasını yeğlemiştir. O sebepledir ki kanun koyucu bu tür davalarda hak düşürücü süreler öngörmüştür. Soybağı davaları ile nüfus kayıt düzeltim davaları sonuçları itibari ile benzerlik gösterse de içerik ve yargılama kuralları açısından kendilerine özgüdürler ve Kanunun özel hükümlerine tâbidirler.
34. Mahkemelerin görevi, ancak kanunla düzenlenir. Göreve ilişkin kurallar kamu düzeninden olup, mahkemece yargılamanın her aşamasında resen nazara alınır. Görev, belirli bir davaya hüküm mahkemelerinden hangisinin bakacağı hususunu belirler. 4787 sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 5133 sayılı Kanun ile değişik 4/1. maddesinde; 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun üçüncü kısmı hariç olmak üzere ikinci kitabından ( TMK. md. 118-494 ) … bütün dava ve işlere Aile Mahkemesinde bakılacağı düzenlenmiştir.
35. Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; davalılar … ve …’un anne ve baba yönünden nüfus kayıtlarının gerçeğe uygun şekilde düzeltilmesinin talep edildiği eldeki davada, yanlış ve yanıltıcı beyan ve işlemlerle yasaya aykırı şekilde oluşturulan kayıtların düzeltilmesi isteminin nüfus kaydının düzeltilmesi davası olduğu ve görevli mahkemenin asliye hukuk mahkemesi olduğunun açık olması karşısında Mahkemece öncelikle davalıları doğuran gerçek annenin … olup olmadığının tespit edilmesinin gerektiği, … olduğunun tespiti hâlinde nüfus kayıtlarına göre evlilik dışında doğmuş oldukları anlaşılan davalıların babasının … olduğuna yönelik talebin ise 4721 sayılı Kanun’un 301 inci maddesinde düzenlenen babalık hükmünün kurulmasına ilişkin olduğu gözetilerek …’e karşı açılan davanın tefrik edilerek aile mahkemesince görülüp karara bağlanması gerektiği şüphesizdir.
36. Öte yandan, çocuğun gerçek anne ve babası ile arasında kurulan soybağı bir temel hak olduğu gibi kamu düzeni ile de ilgilidir. Bu nedenle hâkim, soybağına ilişkin davalarda doğru sonucun elde edilmesi için tüm maddi olguları resen araştırmalı, bilimsel çalışmaların ulaştığı bütün olanaklardan yararlanmalıdır. Tüm canlılarda genetik kodu içeren DNA konusunda yapılan araştırma ve incelemeler de çağımızın en önemli bilimsel gelişmelerinden biri olarak kabul edilmektedir. Gen teknolojisinde yaşanan bu gelişmeler hukuku da kaçınılmaz bir şekilde etkilemiş ve bu teknoloji sayesinde uyuşmazlık konusu olan bazı maddi vakıaların güvenilir şekilde aydınlatılması olanaklı hâle gelmiştir.
37. Öyle ise; soybağı ve miras hukukunu ilgilendiren bu tür davalarda doğru sicil oluşturulması zorunluluğu dikkate alınarak, davanın ispatı için sunulan delillerle yetinilmeyip, doğru kimliklendirme için DNA testi yapılarak karar verilmesi gerektiği de unutulmamalıdır.
38. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında; iki ayrı talebin ileri sürüldüğü eldeki davada, davalıların nüfus kaydına göre kayden anne ve babası olarak görünen kişilerle aralarında soybağı ilişkisinin bulunmadığı iddia edildiğine göre nüfus kayıtlarının davacının talebi gibi düzeltilebilmesi için öncelikle gerçek anne ve babanın tespit edilmesinin gerektiği, hâl böyle olunca, gerçek anne ve babanın tespiti isteminin öncelik taşıdığı, davalıların biyolojik babaları yönünden babalık davası açmaya zorlanmaması gerektiği, bir talebi incelemekle görevli mahkemenin buna bağlı diğer talebi de incelemek durumunda olduğu gerekçesiyle her iki davanın birlikte açılması hâlinde görevli mahkemenin Asliye Hukuk Mahkemesi olacağından direnme kararının bu değişik gerekçe ile bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de; bu görüş yukarıda açıklanan gerekçelerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
39. Hâl böyle olunca mahkemece önceki kararda direnilmesi doğru olmadığından, hükmün Özel Daire bozma kararında belirtilen nedenler yanında yukarıda yazılı genişletilmiş gerekçelerle bozulması gerekmiştir.
40. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

IV. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Davalı … Müdürlüğünün temyiz itirazının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen ve yukarıda açıklanan genişletilmiş gerekçelerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429 uncu maddesi gereğince BOZULMASINA,
Aynı Kanun’un 440 ıncı maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere,

04.10.2023 tarihinde oy çokluğuyla karar verildi.

2022 © Yargıtay Bilgi İşlem Müdürlüğü

SARKINTILIK SURETİYLE CİNSEL SALDIRI

TC
YARGITAY
9. Ceza Dairesi
2021/13989 E., 2025/3369 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Ceza Mahkemesi
SAYISI : 2015/314 E., 2015/719 K.
SUÇ : Sarkıntılık suretiyle cinsel saldırı
HÜKÜM : Mahkûmiyet
TEBLİĞNAME GÖRÜŞÜ : Bozma

İlk Derece Mahkemesince verilen hüküm temyiz edilmekle dosya incelendi, gereği düşünüldü:

I. HUKUKÎ SÜREÇ
Sanık hakkında sarkıntılık suretiyle cinsel saldırı suçunu işlediği iddiası ile açılan kamu davasında yapılan yargılama sonucunda, İstanbul Anadolu 34. Asliye Ceza Mahkemesince mevcut delillerin değerlendirilmesi neticesinde sanığın atılı suçtan mahkumiyetine karar verilmiştir.

II. GEREKÇE
1. Yargıtayın denetim işlevini yerine getirebilmesi için temyiz incelemesine konu hükmün gerekçe bölümünde, iddia ve savunmada ileri sürülen görüşlerin belirtilmesi, mevcut delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi, hükme esas alınan ve reddedilen delillerin açıkça gösterilmesi ve ulaşılan kanaatin, suç oluşturduğu sabit görülen fiilin ve bunun nitelendirmesinin belirtilmesi, delillerle sonuç arasında bağ kurulması ve bu şekilde cezanın şahsileştirilmesi gerekirken, açıklanan ilkelere uyulmadan Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 141, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 34/1, 230 ve 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun (1412 sayılı Kanun) 308/7. maddelerine muhalefet edilmesi,

2. Mahkemenin gerekçesinde, okul müdürü olan sanığın katılana masaj yapmak bahanesi ile dokunduğu ve başkaca fiziksel temas içeren bir eylemde bulunduğunun kabul edilmemesine karşın, hükümde zincirleme şekilde sarkıntılık suretiyle cinsel saldırı suçundan mahkumiyetine kararı verilmesi suretiyle kabul ile hüküm arasında çelişki yaratılması,
Hukuka aykırı bulunmuştur.

III. KARAR
Başkaca yönleri incelenmeyen İstanbul Anadolu 34. Asliye Ceza Mahkemesinin kararının, gerekçe bölümünde açıklanan nedenlerle, 1412 sayılı Kanun’un 321. maddesi gereği, Tebliğname’ye uygun olarak, oy birliğiyle BOZULMASINA,

Dava dosyasının, Mahkemesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE,

24.04.2025 tarihinde karar verildi.

KAÇAK ELEKTRİK-MENFİ TESPİT İSPAT YÜKÜ

TC
YARGITAY
3. Hukuk Dairesi
2024/4328 E. , 2025/3750 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
SAYISI : 2022/3404 E., 2023/495 K.

İlk Derece Mahkemesince kesin olarak verilen kararın kanun yararına temyizen incelenmesi Adalet Bakanlığı tarafından istenilmiş olmakla; Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:

I. DAVA
Davacı vekili; davacı adına abonelik kaydı bulunmadığını, ancak …. ve … numaralı tutanaklarla kaçak tüketim tespiti ile haksız olarak borç tahakkuk ettirildiğini, kaçak elektrik kullanımı olmadığını, buna dair hiçbir delil bulunmadığını, tutanakta kaçak kullanıma ve ne şekilde gerçekleştirildiğine dair bir tespit bulunmadığını, ispat yükünün davalıda olduğunu ileri sürerek …. ve … numaralı kaçak tespit tutanaklarının iptali ile fazlaya ilişkin haklar saklı kalmak üzere, davacının davalıya 20,00 TL ve bütün ferileri yönünden borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini talep etmiştir.

II. CEVAP
Davalı vekili; davacının faturalara süresi içinde itiraz etmediğini, talebin zamanaşımına uğradığını, kısmi dava açılmayacağını, davacıya ait meskende yapılan kontrolde abonesiz kaçak elektrik kullandığının tespit edilmesi üzerine 28.03.2022 tarihli ve …. seri numaralı tutanağın tutulduğunu, kaçak kullanımının fotoğraflandığını ve sabit olduğunu, aksi sabit olana kadar resmi belge olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.

III.MAHKEME KARARI
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararıyla; 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (4721 sayılı Kanun) 6. maddesi uyarınca kural olarak bir vakıadan kendi lehine hak iddia edenin, o vakıayı ispat etmeye mecbur olduğu, davacının borçlu olmadığını iddia ettiği tahakkuka ilişkin belgeleri sunmadığı, iddianın davacı tarafından ispat edilemediği gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir.

IV. KANUN YARARINA TEMYİZ
A. Kanun Yararına Temyiz Sebepleri
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına yönelik olarak Adalet Bakanlığınca; menfi tespit davalarında ispat yükünün kural olarak davalı alacaklıda olduğu, davalı şirket çalışanlarınca davacı hakkında tutulan tutanakların aksi sabit oluncaya kadar geçerli belgelerden olmadığı, davalının kaçak elektrik enerjisi tüketimine ilişkin tespitini doğru bulgu ve belgelere dayandırması ve tüketici haklarının ihlal edilmemesinin esas olduğu, ispat yükünün davalı tarafta olduğu gözetilmeksizin davacı tarafça tahakkuka ilişkin belgeler sunulmadığından bahisle davanın reddine karar verilmesinin usul ve yasaya olduğu ileri sürülerek, kanun yararına temyiz isteminde bulunulmuştur.
B. Gerekçe ve Değerlendirme
Uyuşmazlık, kaçak elektrik kullanımına dayalı borç tahakkuku sebebiyle menfi tespit istemine ilişkindir.
4721 sayılı Kanunun‘‘İspat yükü’’ başlıklı 6. maddesi “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” hükmünü, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 190. maddesinin ilk fıkrası ise aynı yönde “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukukî sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” düzenlemesini içerir. Buna göre ispat yükü, ispatı gereken vakıalara dayanan tarafa ait olup, herkes iddiasını ispatlamakla mükelleftir.
Davalı tarafından varlığı iddia edilen bir hukuki ilişkinin ve buna bağlı borcun mevcut olmadığının tespiti için açılan menfi tespit davalarında, ispat yükü hukuki ilişkinin yahut alacağın varlığını iddia eden davalıya düşmektedir.
Yine belirtmek gerekir ki 6100 sayılı Kanun’un yargılamaya hakim olan ilkelerden taraflarca getirilme ilkesini düzenleyen 25. maddesi uyarınca kural olarak hâkim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz.
Somut olayda; davacı tarafça kaçak elektrik kullanılmadığı ileri sürülerek menfi tespit talebinde bulunulmuştur.
Bu itibarla İlk Derece Mahkemesince; ispat yükü davalıda olmasına rağmen, yanılgılı değerlendirme ile ispat yükü ters çevrilerek davanın reddine karar verilmesi usul ve kanuna aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.

V. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Adalet Bakanlığının 6100 sayılı Kanunun 363/1 maddesine dayalı kanun yararına temyiz isteminin kabulü ile kararın sonuca etkili olmamak üzere KANUN YARARINA BOZULMASINA,
Kararın bir örneğinin ve dava dosyasının Adalet Bakanlığına gönderilmesine,
01.07.2025 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

EVLENME VAADİYLE DOLANDIRICILIK

TC
YARGITAY
15. Ceza Dairesi
2017/13952 E. , 2019/8670 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Ceza Mahkemesi
SUÇ : Dolandırıcılık
HÜKÜM : CMK 223/2-a uyarınca beraat

Dolandırıcılık suçundan sanığın beraatine ilişkin hüküm katılan ve sanık müdafii tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü;

Sanığın, katılan ile evlenme vaadiyle arkadaşlık kurduktan sonra temyiz dışı sanık … ile birlikte katılanın evine gittikleri, bir müddet birlikte oturduktan sonra temyiz dışı sanık …’ın ‘siz anlaşın ben kalkayım’ diyerek evden gittiği, giderken de katılandan taksi parası istediği, katılanın 150 TL taksi parası verdiği, akabinde katılan ile sanık …’nin evde yalnız kaldıkları, birbirlerinden hoşlandıkları ve evlenmeye karar verdikleri, bunun üzerine katılanın sanığa 1.330 TL değerinde bir adet altın kolye, bir adet altın yüzük ve bir çift altın küpe taktığı, sonra sanığın evde para var mı diye sorunca katılan ‘madem evleneceğiz birbirimize güvenmemiz lazım’ diyerek evinde bulunan 7.000 TL’yi sanığa verdiği, daha sonra sanık …’nin katılana ‘seninle sevişmek istiyorum ama önce yıkanman lazım’ diyerek onu banyoya girmeye ikna ettiği ve katılanın banyoya girmesini müteakip ziynet eşyaları ile parayı alıp ortadan kaybolduğu, bu şekilde sanığın hileli eylemlerle haksız menfaat temin etmek suretiyle dolandırıcılık suçunu işlediğinin iddia edildiği olayda;

Soruşturma ve kovuşturma aşamasındaki beyanlar ile tüm dosya kapsamından; sanığın çelişkili ve aşamalarda değişen savunmaları, katılanın değişmeyen ve tutarlı beyanları, ziynet eşyalarına ilişkin fatura örneğindan müsnet suçun sübut bulduğu anlaşıldığı gibi sanığın benzer nitelikteki eylemler ile farklı yer ve zamanlarda dolandırıcılık suçunu işlediği adli sicil kayıtları ile UYAP’taki bilgilerden anlaşılmakta olup sanığın eyleminin, hükümden sonra 02.12.2016 tarih ve 29906 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı tarihte yürürlüğe giren 6763 sayılı Kanunun 34. maddesi ile değişik 5271 sayılı CMK’nın 253. ve 254. madde fıkraları gereğince uzlaştırma kapsamında kalan ve TCK’nın 157/1 maddesinde düzenlenen dolandırıcılık suçunu oluşturduğu gözetilmeden, sanığın atılı suçtan mahkumiyeti yerine, delillerin takdirinde hataya düşülerek yazılı şekilde beraatine hükmedilmesi,
Kabule göre de; beraat eden ve kendisini vekil marifetiyle temsil ettiren sanık lehine maktu avukatlık ücretine hükmedilmesi gerekirken bunun gözetilmemesi,

Kanuna aykırı olup, katılanın ve sanık müdafiinin temyiz itirazları bu nedenle yerinde görüldüğünden, 5320 sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK’nın 321. maddesi uyarınca, hükmün BOZULMASINA, 23/09/2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

MURİS MUVAZAASI – KADASTRO TESPİTİNDEN ÖNCEKİ NEDENE DAYALI İDDİA- 3402 SAYILI KANUN’UN 12/3. MADDESİNDE BELİRTİLEN 10 YILLIK HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRE

TC
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi
2025/2549 E. , 2025/3008 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 13. Hukuk Dairesi
SAYISI : 2024/1341 E., 2024/2050 K.
İLK DERECE MAHKEMESİ : Karabük 1. Asliye Hukuk Mahkemesi
SAYISI : 2024/40 E., 2024/159 K.

Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacılar vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:

I. DAVA

Davacılar vekili dava dilekçesinde özetle; müvekkilleri davacılar ile davalının muris …’nun çocukları olduğunu, muris …’nın 24.08.1986 tarihinde öldüğünü, Karabük ili, … Mahallesinde bulunan 121 ada 11 parsel, 105 ada 21 parsel, 103 ada 24 parsel, 108 ada 3 parsel, 135 ada 1 parsel, 103 ada 68 parsel, 107 ada 106 parsel, 103 ada 49 parsel ve 108 ada 34 parsel sayılı taşınmazların tamamının muris …’dan intikal ettiğini, dava konusu taşınmazların kadastro tespitlerinin 1992 yılında yapıldığını ve ayrıca 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesince yenileme tescil kayıt işlemlerinin yapıldığını, davalı …’nun 121 ada 11 parselde yaşamını sürdürdüğünü, müvekkillerinin muris … tarafından dava konusu taşınmazların kadastro tespiti sırasında ne şekilde davalı üzerine geçirilmiş olduğunu bilmediklerini, müvekkili davacıların muris baba ile davalı … arasında yapılmış işlemle veya muvazaa ile miras payından dışlanmış olduklarını ve paylarının ket edildiklerini öğrendiklerini, 3402 sayılı Kanun’un 12. maddesindeki 10 yıllık hak düşürücü sürenin bu dava için uygulama olanağının bulunmadığını ileri sürerek davalı adına kayıtlı dava konusu taşınmazların tapu kayıtlarının iptali ile müvekkillerinin mirasçılık belgesinde belirtilen payları oranında tapuya tesciline karar verilmesini talep etmiştir.

II. CEVAP

Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle; öncelikle davaya konu edilen … köyü 108 ada 3 parselin müvekkili ile bir ilgisi olmadığını, zaten bu durumun Tapu Müdürlüğü tarafından fark edilerek taşınmazın … köyü 108 ada 3 parsel olduğundan bahisle bu parsele ilişkin tapu kaydı ve diğer evrakların gönderildiğini, taşınmazın bulunduğu bölgenin hatalı belirtilmesinin maddi hata olmadığını, bu parselin dosyadan tefriki ile husumet yokluğundan davanın reddine karar verilmesini, müvekkilinin dava konusu taşınmazların mülkiyetini yıllar önce bağışlama ile kazandığını ve kazanıma uygun olarak adına tescil ettirdiğini, dava konusu yerlerin muris tarafından bağışlandığı 1975 yılı öncesinde tapusuz iken bağışlamaya konu edildiğini, tapusuz taşınmazlarda muvazaa iddiasının dinlenme olanağının bulunmadığını, müvekkilince bağışa bağlı olarak tescil davası açıldığını ve Karabük 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1975/404 Esas ve 1977/4 Karar sayılı kararı ile taşınmazların müvekkili adına tescil edildiğini, tescilden yaklaşık 14 yıl sonra 1992 yılında kadastro çalışması yapıldığını ve dava konusu taşınmazların tapu kayıtlarına istinaden müvekkili adına tespit edildiğini, dava konusu taşınmazlara ait kadastro tespit tutanağının 08.07.1992 günü kesinleştiğini, kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıl geçtikten sonra Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesi gereğince dava açılamayacağını, bu kapsamda açılan davanın 10 yıllık süre geçtikten sonra açıldığını, muris muvazaası iddiasına dayalı davaların herhangi bir zamanaşımı ya da hak düşürücü süreye tabi olmaksızın her zaman açılabileceği tartışmasız olmasına rağmen bu haller kadastro tespitinden önce ise ve 10 yıllık hak düşürücü süre geçmiş ise buna ilişkin itiraz ve davaların dinlenemeyeceğini, murisin 24.08.1986 tarihinde öldüğünü, dava konusu taşınmazların kadastro tutanaklarının 1992 yılında kesinleştiğini, davanın Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesi uyarınca 10 yıllık hak düşürücü sürede açılmadığını ileri sürerek davanın reddine karar verilmesi talep edilmiştir.

III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI

İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; Karabük ili, … Mahallesi 108 ada 3 parsel sayılı taşınmazın kadastro tespitinin 16.06.1998 tarihinde, davaya konu diğer taşınmazların ise kadastro tespitinin 18.11.1992 tarihinde kesinleştiği, tespitin senede dayalı olarak davalı … adına yapıldığı, muris …’nun 24.08.1986 tarihinde öldüğü ve mirasçıların mirastan kaynaklı haklarının kadastro tespitinden önce doğduğu, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı davalarda herhangi bir hak düşürücü süre yahut zaman aşımı süresi söz konusu olmasa da, kadastro tespitinden önceki nedene dayalı iddialarda muris muvazaası yönünden 3402 sayılı Kanun’un 12/3. maddesinde belirtilen 10 yıllık hak düşürücü sürenin söz konusu olacağı, her ne kadar davacı vekilince uygulama kadastrosu nedeniyle 10 yıllık hak düşürücü sürenin işbu davada söz konusu olmayacağı iddia edilmiş ise de, açılan davanın uygulama kadastrosuna itiraza ilişkin olmadığı, talebin kadastro öncesi mülkiyet iddiasına ilişkin ve kadastro öncesi nedene dayalı olduğu, bu kapsamda 3402 sayılı Kanun’un 12/3. maddesinin somut uyuşmazlıkta uygulama alanı bulacağı ve eldeki davanın 10 yıllık hak düşürücü süre geçtikten sonra açıldığı gerekçesiyle davanın hak düşürücü süre nedeniyle usulden reddine karar verilmiştir.

IV. İSTİNAF

İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacılar vekili tarafından istinaf başvurusunda bulunulması üzerine Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararıyla; davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmadığı gerekçesiyle davacılar vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.

V. TEMYİZ

A. Temyiz Sebepleri
Davacılar vekili temyiz dilekçesinde özetle; dava konusu Karabük ili, … Mahallesi 121 ada 11 parsel, 105 ada 21 parsel, 103 ada 24 parsel, 135 ada 1 parsel, 135 ada 1 parsel, 103 ada 49 parsel, 108 ada 34 parsel ile … köyünün 108 ada 3 parsel taşınmazların tarafların ortak murisi tarafından davalıya diğer mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla muvazaalı olarak devredildiğini, muris muvazaası koşulları oluştuğundan davanın hak düşürücü süreye tabi olmadığını ve ayrıca 3402 sayılı Kanun’un 22/a maddesine göre uygulama görmüş olması nedeniyle de 10 yıllık hak düşürücü sürenin uygulanma olanağının bulunmadığını ileri sürerek İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılarak davanın kabulüne karar verilmesini talep etmiştir.
B. Değerlendirme ve Gerekçe
Dava, kadastro öncesi nedene dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Temyiz olunan nihai kararların bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371. maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
Kadastro sonucu Karabük ili, Merkez ilçesi, … Mahallesi 121 ada 11 parsel, 105 ada 21 parsel, 103 ada 24 parsel, 135 ada 1 parsel, 103 ada 68, 103 ada 49 parsel, 108 ada 43 parsel, 107 ada 106 parsel sayılı taşınmazların tapu kayıtlarına istinaden davalı … adına tespit edildiği, kadastro tutanaklarının 19.10.1992-18.11.1992 tarihleri arasında askı ilanına alınıp 19.11.1992 tarihinde kesinleştirilerek tescil edildiği, 2017 yılında 3402 sayılı Kadastro Kanunu 22/a maddesi gereğince yapılan uyulama kadastrosu sonucu aynı parseller altında tescil edildiği; yine kadastro sonucu Karabük ili, Merkez ilçesi, … köyü 108 ada 3 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına tespit edildiği, kadastro tutanağının 14.05.1998-16.06.1998 tarihleri arasında askı ilanına alınıp 17.06.1998 tarihinde kesinleştirilerek davalı adına tapuya tescil edildiği, 2021 yılında 3402 sayılı Yasa’nın 22/a maddesi uyarınca yapılan uygulama kadastrosu sonucu aynı parsel altında tapuya tescil edildiği, muris …’nun 24.08.1996 tarihinde öldüğü, eldeki davanın ise 3402 sayılı Kanun’un 12/3. maddesinde öngörülen 10 yıllık hak düşürücü süre geçtikten sonra 10.02.2024 tarihinde açıldığı anlaşılmıştır.

Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup davacılar vekili tarafından temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.

VI. KARAR

Açıklanan sebeplerle;
Davacılar vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan kararın ONANMASINA,
Alınması gereken harç peşin alındığından bu hususta karar verilmesine yer olmadığına,
Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine,
2.06.2025 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.

KADASTRO ÖNCESİ NEDENE DAYALI TAPU KAYDININ İPTALİ VE TESCİL- MUVAZAA

TC
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi
2025/2922 E. , 2025/3302 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Adana Bölge Adliye Mahkemesi 14. Hukuk Dairesi
SAYISI : 2025/661 E., 2025/431 K.
İLK DERECE MAHKEMESİ : Osmaniye 5. Asliye Hukuk Mahkemesi
SAYISI : 2024/142 E., 2024/261 K.

Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacılar vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
I .DAVA
Davacılar vekili dava dilekçesinde; Osmaniye ili, Merkez ilçesi, … Mahallesinde yapılan kadastro çalışmalarında 91 ada 41, 42, 43, 44 parsel sayılı taşınmazların tarafların murisi …’dan gelmesine ve terekesinin taksim edilmemesine rağmen kız kardeşlerden mal kaçırmak amacıyla satım yapılmış gibi gösterilerek davalılar adına tespit ve tescil edildiğini ileri sürerek yolsuz tescil ve muvazaa nedeniyle taşınmazların tapu kaydının davacıların miras payı oranında iptali ile davacılar adına tapuya tescilini, bu mümkün olmaz ise fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla şimdilik her bir taşınmaz için 1.000,00 TL’nin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte taşınmazın rayiç değerinin tespiti ile davacıların miras payı oranında davalılardan tahsilini istemiştir.
II. CEVAP
Davalılar vekili cevap dilekçesinde; hak düşürücü sürenin geçtiğini, davacıların davayı açma sebeplerinin dava konusu taşınmazlarda yapılmakta olan …kamulaştırmaları sebebiyle bedelin davalılara ödenmesini engellemek amaçlı açıldığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine karar verilmiştir.
IV. İSTİNAF
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacılar vekili tarafından istinaf başvurusunda bulunulması üzerine Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; dava konusu taşınmazların kadastro tespitinin kesinleştiği 28.06.2001 tarihi ile davanın açıldığı 28.08.2024 tarihi arasında 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesinde yazılı 10 yıllık hak düşürücü sürenin geçirilmiş olması nedeni ile davanın reddine karar verilmiş olmasında sonuç olarak bir isabetsizlik bulunmadığı gerekçesiyle davacılar vekilinin istinaf başvurusunun HMK’nın 353/1-b.(1) maddesi gereğince esastan reddine karar verilmiştir.
V. TEMYİZ
A. Temyiz Sebepleri
Davacılar vekili temyiz dilekçesinde; İlk Derece Mahkemesi kararının yerinde olmadığını, yolsuz tescil nedeniyle tapu kaydının düzeltilmesi istemi ile açılan tapu iptali ve tescil davaları ile miras hukukuna dayalı davalarda zamanaşımı veya hak düşürücü sürenin söz konusu olmadığını, Mahkemece davanın esasına girilmediğini ve bildirilen tanıklarının dinlenmediğini belirterek ve re’sen tespit edilecek nedenlerle ret kararının bozulmasını talep etmiştir.
B. Değerlendirme ve Gerekçe
Dava, kadastro öncesi nedene dayalı tapu kaydının iptali ve tescil, mümkün olmaz ise taşınmazların rayiç değerinin belirlenerek davacılara ödenmesi istemine ilişkindir.
Davacılar ve davalıların ortak murisi … kadastro çalışmalarından önce 05.02.1995 tarihinde vefat etmiştir.
Osmaniye ili, Merkez ilçesi, … Mahallesinde yapılan kadastro çalışmalarında çekişmeli taşınmazlar tapu kaydı harici ifraz ve satın alma nedeniyle; 91 ada 41 parsel sayılı 479,19 m2 yüz ölçümlü taşınmaz …, 91 ada 42 parsel sayılı 147,07 m2 yüz ölçümündeki taşınmaz …, 91 ada 43 parsel sayılı 428.10 m2 yüz ölçümündeki taşınmaz …, 91 ada 44 parsel sayılı 485,91 m2 yüz ölçümündeki taşınmaz … adına tespit edilmiş ve tespit 28.06.2001 tarihinde kesinleşmiştir. Daha sonra yörede 2022 yılında yapılan 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22-a uygulama kadastro çalışmaları sonucu çekişmeli taşınmazlar sırasıyla 2622 ada 38, 39, 40, 41 parsel numaralarını almış; dava 28.08.2024 tarihinde açılmıştır.
Bölge adliye mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371. maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.

Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup davacılar vekili tarafından temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
VI. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Davacılar vekilinin yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle usul ve yasaya uygun olan Bölge Adliye Mahkemesi kararının HMK’nın 370. maddesi uyarınca ONANMASINA,

Alınması gereken harç peşin alındığından yeniden harç alınmasına yer olmadığına,

Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine,

25.06.2025 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.

İ NEDENE DAYALI TAPU KAYDININ İPTALİ VE TESCİL

MİRASBIRAKANIN GERİYE MAL VARLIĞI BIRAKMASI TEK BAŞINA MAL KAÇIRMA İRADESİ OLMADIĞINI AÇIKLAMAZ

TC
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
2023/368 E., 2025/87 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
SAYISI : 2021/204 E., 2021/172 K.
ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 28.04.2021 tarihli ve
2020/1100 Esas, 2021/2653 Karar sayılı BOZMA kararı

Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalılar vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, İlk Derece Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
Direnme kararı davalılar vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
I. DAVA
Davacı vekili dava dilekçesinde; tarafların babaları olan miras bırakanın tamamı adına kayıtlı dava konusu 168 ada 1 (eski 157) parsel sayılı taşınmazının 20/23 payını kız çocuklarından mal kaçırmak amacıyla oğulları olan davalılara 1979 yılında satış suretiyle temlik ettiğini, temlik tarihinde davalılardan …’nin on dört, …’in sekiz, …’in altı yaşında olduğunu, miras bırakanın 19.02.1979 tarihinde yaşı küçük erkek çocukları adına hem veli hem de satıcı sıfatıyla işlem yapamayacağından devrin önce davalı …’e yapıldığını, davalı …’nin de 06.03.1979 tarihinde bu payları davalılara satış suretiyle temlik ettiğini, söz konusu işlemlerinin mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunu ileri sürerek tapu kaydının iptali ile miras payı oranında müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
II. CEVAP
Davalılar vekili cevap dilekçesinde; zamanaşımı süresinin geçtiğini, muvazaa iddiasının gerçeği yansıtmadığını, müvekkillerinin çoğunun ellerindeki altınları miras bırakana verdiğini, miras bırakana ait başkaca pek çok taşınmazın bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
İlk Derece Mahkemesinin 11.04.2019 tarihli ve 2018/127 Esas, 2019/112 Karar sayılı kararıyla; somut olayın özelliği ve hayatın olağan akışı içerisinde temlik bedelleri, temlik alanların yaşları ve murisin aynı temlik senedindeki bölünmeyen iradesi nazara alındığında temlik tarihi itibariyle bakıma ve paraya muhtaç olmayan murisin taşınmazını satın alma gücü olmayan çocuklarına devretmesinin bağışlama iradesini ortaya koyduğu, muvazaa iddiasının sabit olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
IV. İSTİNAF
A. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalılar vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
B. Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 22.01.2020 tarihli ve 2019/1402 Esas, 2020/81 Karar sayılı kararıyla; İlk Derece Mahkemesine ait kararda usul ve esas yönünden yasaya aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davalılar vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
V. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
A. Bozma Kararı
1. Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
2. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile;
“…Dosya içeriği ve toplanan delillerden, mirasbırakan …’in 157 (yeni 168 ada 1) parsel sayılı taşınmazın tamamı adına kayıtlı iken 3/23 payını kendi üzerinde bırakıp geriye kalan 3/23 payını davalı …’ye, 3/23 payını diğer davalı …’a, 14/23 payını da öteki davalı …’e 19.02.1979 tarihinde satış suretiyle temlik ettiği, davalı …’in mirasbırakandan gelen paydan 5/23’ünü kendi üzerinde bırakıp geriye kalan 9/23 payı herbirine 3/23’er pay olacak şekilde davalılar …, … ve …’e devrettiği, 1936 doğumlu mirasbırakanın 31.08.2017 tarihinde öldüğü, geriye mirasçıları olarak çocukları olan eldeki davanın tarafları, dava dışı … ve … ile dava dışı eşi …’nin kaldığı anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere, 6100 sayılı HMK’nin 190. ve 4721 sayılı TMK’nin 6. maddeleri uyarınca herkes iddiasını ispatla mükelleftir. Davacı taraf, temlikin muvazaa ile illetli olduğunu kanıtlamalıdır.
Somut olayda, dinlenen davacı tanıklarının temlikin mal kaçırma kastıyla yapıldığına dair somut olgular ortaya koymadıkları, davanın kabulü halinde hak sahibi olacak olan davalı tanığı …’nın, satışın muvazaalı olmadığı yönünde beyanda bulunduğu, diğer yandan, mirasbırakanın ölümünden sonra geride 14 parça taşınmazının daha kaldığı anlaşılmakla, davacı tarafça muvazaa iddiasının usulüne uygun şekilde ispatlandığını söyleyebilme olanağı yoktur.
Hal böyle olunca; davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi isabetli değildir…” gerekçesiyle karar oy çokluğuyla bozulmuştur.
B. İlk Derece Mahkemesince Verilen Direnme Kararı
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile önceki gerekçe genişletilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.
VI. TEMYİZ
A. Temyiz Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen direnme kararına karşı süresi içinde davalılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
B. Temyiz Sebepleri
Davalılar vekili; temlikin mal kaçırma kastıyla yapıldığına dair somut delil sunulamadığını, davacının iddiasını kanıtlayamadığını, mahkemece eksik inceleme ve hatalı değerlendirme ile sonuca varıldığını ileri sürülerek hükmün bozulmasına karar verilmesini talep etmiştir.
C. Uyuşmazlık
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda miras bırakanın 168 ada 1 (eski 157) parsel sayılı taşınmazının 20/23 payını satış suretiyle yaptığı temlikin mirasçılardan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu iddiasının davacı tarafça ispat edilip edilemediği noktasında toplanmaktadır.
D. Gerekçe
1. İlgili Hukuk
1. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (6098 sayılı Kanun) 19. [mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 18.] maddesinin 1. fıkrası
2. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 Esas, 1974/2 Karar sayılı kararı
2. Değerlendirme
1. Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde tenkis istemine ilişkindir.
2. Muvazaa kavramı, Türk Hukuk Lûgatında; ‘‘Anlaşmalı saptırma gerçek dışı durumlara gerçekmiş niteliğini kazandırma işlemi. Hukuksal bir işlem konusunda gerçek duruma aykırılıkta birleşilerek yapılan ortak açıklama (beyan) ya da ortaya konulan belgedir. Danışıklı işlem’’ şeklinde ifade edilmiştir (Türk Hukuk Kurumu, Türk Hukuk Lûgatı, Cilt I, Ankara, 2021, s. 819).
3. Muvazaa, pozitif hukukumuzda 6098 sayılı Kanunu’nun 19. [BK’nın 18.] maddesinde düzenlenmiş ve anılan maddenin 1. fıkrasında;
“Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır” hükmüne yer verilmiştir.
4. Muvazaa; tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile ve fakat kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmaları, şeklinde tanımlanabilir.
5. Muvazaa daha çok sözleşmenin yorumuyla ilgili olduğundan, öğreti ve uygulamada kapsamlı olarak incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır. Gerek öğretide ve gerekse uygulamada muvazaa, mutlak ve nispi muvazaa olarak iki gruba ayrılmaktadır; mutlak muvazaada taraflar herhangi bir hukuki işlem yapmayı (oluşturmayı) istemezler, yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; nispi muvazaada ise taraflar gerçekten belli bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amacıyla, bir başka hukuki işlemin kurulduğu görüşünü yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar.
6. Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki (zahiri) işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmaz. Muvazaada görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanmaktadır.
7. Eldeki davanın konusunu oluşturan ve “muris muvazaası” olarak isimlendirilen muvazaa türünün ise Türk Hukukunda büyük bir yeri ve önemi vardır.
8. Türk Borçlar Kanunu’nun yukarıda yer verilen genel hükmü dışında muris muvazaasına ilişkin bir düzenleme kanunlarımızda yer almamaktadır. Muris muvazaası kaynağını daha çok Yargıtay içtihatlarından ve bilimsel görüşlerden almakta ise de esas kaynağını Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 Esas, 1974/2 Karar sayılı kararı oluşturmaktadır.
9. Anılan İçtihadı Birleştirme Kararında sonuç olarak; “Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması hâlinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanunu’nun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına” hükmedilmiştir.
10. 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 Esas, 1974/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, miras bırakanın tapulu taşınmazlarının temliklerinde yaptığı muvazaalı işlemlere ilişkindir.
11. Muris muvazaasında, miras bırakan ile sözleşmenin karşı tarafı, aralarında yaptıkları bağış sözleşmesini genellikle satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile gizlemektedirler. Başka bir anlatımla, miras bırakan ile karşı taraf malın gerçekten temliki hususunda anlaşmışlardır. Görünüşteki ve gizlenen sözleşmelerin her ikisinde de samimi olarak temlik istenmektedir. Ne var ki, görünüşteki satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesinin vasfı (niteliği) muvazaalı sözleşme ile değiştirilmekte, ayrıca gizli bir bağış sözleşmesi düzenlenmektedir. Görünüşteki sözleşmenin vasfı (niteliği) tamamen değiştirildiğinden, muris muvazaası aynı zamanda “tam muvazaa” özelliği de taşınmaktadır.
12. Muris muvazaasını diğer nispi muvazaalardan ayıran unsur ise mirasçılarından mal kaçırmak amacıyla yapılmasıdır. Daha açık bir anlatımla, 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 Esas, 1974/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği üzere bu muvazaa türünde miras bırakan, mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapuda kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu memuru önünde iradesini satış veya ölünceye kadar bakma akdi şeklinde açıklamaktadır.
13. Bu nedenle, miras bırakanın muvazaalı işlemi yaparken gerçek irade ve amacı mirasçılarından mal kaçırmak olmalıdır. Murisin mirasçılarından mal kaçırma amacının bulunmaması hâlinde 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 Esas, 1974/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararını uygulama olanağı bulunmamaktadır.
14. Muris muvazaasına dayalı olarak açılan davalarda ispat yükü ise muvazaanın varlığını iddia eden tarafa aittir. Gerek 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 6. maddesindeki “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” hükmü ve gerekse 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 190/1. maddesindeki “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” hükmü uyarınca, miras bırakanın yaptığı temlikteki gerçek irade ve amacının mirasçıdan mal kaçırmak olduğunu, bu hususu ileri süren davacı taraf kanıtlamalıdır.
15. Diğer bir anlatımla, muris muvazaası davalarında, miras bırakan tarafından yapılan temlikin muvazaalı ve terekeden mal kaçırma amacıyla yapıldığını ispat yükü davacı tarafa aittir.
16. Dava açan mirasçılar, miras bırakan ile davalı arasındaki sözleşmenin dışında olduklarından üçüncü kişi konumundadırlar. Bu nedenle iddialarını tanık dâhil olmak üzere her türlü delille kanıtlamaları mümkündür. Kanunen kendilerine intikal etmesi gereken miras haklarına, miras bırakan tarafından muvazaalı olarak yapılan sözleşme ile engel olunduğundan bu sözleşmenin muvazaalı olduğunu ileri sürerek iptalini istemekte hukuki yararlarının bulunduğu açıktır.
17. Ancak bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün, diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır.
18. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması ise genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanması yanında, birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşınmaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
19. Tüm bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, muris muvazaasına ilişkin davaların niteliği gereğince taraflarca sunulan delillerin, her somut olayın özelliğine göre az yukarıda açıklanan objektif olgulardan da yararlanılarak bir bütün olarak değerlendirilmesi ve sonuca ulaşılması gerekmektedir. Burada hemen belirtmek gerekir ki muris muvazaasına ilişkin davalarda miras bırakanın asıl irade ve amacı belirlenirken, tarafların dayandıkları delillerin her olayın kendi özelliklerine göre objektif olgulardan da yararlanılarak birlikte değerlendirilmesi ve sonuca ulaşılması gerektiği açıktır. Fiili karineler de denilen bu objektif olgular, tarafların iddialarının doğruluğu veya bir delilin güvenilebilirlik derecesi hakkında hâkimin kanaat edinmesine yarayan, yaşam tecrübelerinin ortaya koyduğu, hukukla ilgili bulunmayan değer hükümleri olarak kabul edilmektedir. Bu fiili karinelerin varlığı tarafın ispat yükünü ortadan kaldırmaz ise de somut olayda olduğu gibi tanık delili dışında dayanılan başka delillerin bulunması durumunda dayanılan bu delillerin değerlendirilmesi sırasında da gözetileceği kuşkusuzdur.
20. Yapılan açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; miras bırakan … 31.08.2017 tarihinde ölmüş, mirasçı olarak geriye dava dışı eşi …, davalı oğulları…, …, …, …, …, … ile dava dışı kızları …, … ve davacı … kalmıştır.
21. Celbedilen kayıtlardan Muris …’in 19.02.1979 tarihinde dava konusu taşınmazın 3/23 hissesini üzerinde bırakarak, 3/23 hissesini davalı oğlu …’e, 3/23 hissesini davalı oğlu …’e, 14/23 hissesini ise davalı oğlu …’e satış suretiyle devrettiği, davalılardan …’in 06.03.1979 tarihinde 3/23 hisse ile …’e, 3/23 hissesini …’e, 3/23 hissesini ise …’e satış yoluyla devrettiği sabittir. Dosya kapsamından davacının geriye on dört parça taşınmazının kaldığı görülmektedir.
22. Davacı taraf, temlikin muvazaa ile illetli olduğunu kanıtlamalıdır. Somut olayda miras bırakanın davaya konu temliki mirasçılarından mal kaçırma amacıyla yaptığı dinlenen tanıklar tarafından somut olgularla ifade edilmediği gibi çocuklarından birini diğerine göre üstün tutarak mal bırakmamasını gerektirecek herhangi bir olumsuz ilişkisi ya da miras bırakan ile davacı arasında temlik tarihinde mal kaçırmayı gerektirecek bir husumeti ortaya konulmadığı gibi davanın kabulü halinde hak sahibi olacak olan davalı tanığı …’nın, satışın muvazaalı olmadığı, murisin kendisine ve diğer çocuklarına da yardım yaptığı ve mal verdiği, kardeşlerinin babalarıyla birlikte çiftçilik yaptığı ve geçimlerini bu şekilde sağladıkları, murisin erkek çocuklarını kız çocuklarından ayırt etmediği yönünde beyanda bulunduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar miras bırakanın geriye mal varlığı bırakması tek başına mal kaçırma iradesi olmadığını göstermese de, davacı kızından isteyen bir kişinin hiç mal bırakmama ya da mal varlığına oranla daha az miktarda bir mal bırakma eğilimi ile hareket edeceği hayatın olağan akışının gereğidir. Dosya kapsamından davacının geriye on dört parça taşınmazının kaldığı görülmektedir.

Yukarıda yer verilen olgular, toplanan deliller, tüm dosya kapsamıyla bir arada değerlendirildiğinde; davacı tarafın miras bırakanın mal kaçırma kastı ile hareket ettiğini kanıtladığını söyleyebilme olanağı bulunmamaktadır.
23. Bu durumda tüm dosya kapsamına göre ispat yükü üzerinde olan davacı tarafın temlikin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı yapıldığı iddiasını ispatlayamadığından davanın reddine karar verilmesi gerekirken, hatalı değerlendirme ile yazılı şekilde sonuca varılması doğru olmamıştır.
24. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında; davalıların temlik tarihlerindeki yaşları ve ekonomik durumlarının dava konusu taşınmazı edinmeye elverişli olmaması, her iki temlikin murisin altı erkek çocuğuna yapıldığı, davalı tanığı …’nın mirastan pay aldığı için satışa karşı çıkmadığını belirttiğinden beyanına itibar edilemeyeceği, murisin en kıymetli taşınmazını kız çocuklarından mal kaçırmak için altı erkek çocuğuna paylaştırdığı, yapılan devrin bedelsiz, mal kaçırmak amaçlı ve muvazaalı olduğu kanıtlandığından davanın kabulüne karar verilmesi gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş yukarıda açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğunca kabul edilmemiştir.
25. Hâl böyle olunca Mahkemece önceki kararda direnilmesi doğru olmadığından, hükmün Özel Daire bozma kararında belirtilen nedenlerle bozulması gerekmiştir.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Kanun’un 371. maddesi gereğince BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatıranlara geri verilmesine,
Dosyanın 6100 sayılı Kanun’un 373. maddesinin 2. fıkrası uyarınca kararı veren İlk derece Mahkemesine gönderilmesine,
26.02.2025 tarihinde oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.

YASADIŞI BAHİS – 7258 SAYILI KANUNA MUHALEFET- ZİNCİRLEME SUÇ

TC
YARGITAY
7. Ceza Dairesi
2023/5942 E. , 2024/11712 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Ceza Mahkemesi
SAYISI : 2021/731 E., 2022/142 K.
SUÇ : 7258 sayılı Kanun’a muhalefet
HÜKÜM : Mahkûmiyet
TEBLİĞNAME GÖRÜŞÜ : Onama

Sanık hakkında bozma üzerine kurulan hükmün; karar tarihi itibarıyla temyiz edilebilir olduğu, temyiz edenin hükmü temyize hak ve yetkisinin bulunduğu, temyiz isteğinin süresinde olduğu, temyiz isteğinin reddini gerektirir bir durumun bulunmadığı yapılan ön inceleme neticesinde tespit edilmekle, hükmolunan cezanın nevi ve miktarına göre sanık müdafiin duruşmalı inceleme talebi yerinde görülmediğinden 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi gereğince yürürlükte olan 1412 sayılı Kanun’un 318. maddesi uyarınca reddine karar verilerek, gereği düşünüldü:

I. TEMYİZ SEBEPLERİ
Sanık müdafiin temyiz isteği, sanığın cezalandırılmasına yeter her türlü şüpheden uzak kesin delil bulunmadığına, sanığın suç kastı olmadığına, suçun unsurlarının oluşmadığına, ayrıntılı bilirkişi raporu alınmadan eksik araştırma ile hüküm kurulduğuna ve sair nedenlere ilişkindir.

II. GEREKÇE
Dosya kapsamına göre, ihbar ve kolluk görevlilerinin araştırmaları üzerine arama-el koyma kararına istinaden sanığa ait işyerine gidildiğinde, bankonun arkasında, kupon yazdırmakta kullanılan yazıcı bağlı bilgisayar olduğu görülmüş, masa üzerinde on adet bahis bülteni ve üç adet oynanmış bahis kuponu bulunmuş, Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (5271 sayılı Kanun) 134. maddesi uyarınca alınan karara istinaden yaptırılan bilirkişi incelemesinde, üzerinde “bayi kodu” yazılı bir adet oynanmış kupon, bahis sitelerine erişim sağlandığı, bayi olarak oturum açıldığı, kupon düzenlendiği ve yazdırıldığına dair onbinlerce kayıt tespit edilmiş ve sanığın 7258 sayılı Kanun’a muahalefet suçundan cezalandırılması istemiyle kamu davası açılmıştır.

Sanık aşamalardaki savunmalarında, bahis oynamadığını ve oynatmadığını beyan etmiştir.

Tüm dosya kapsamına göre, sanığın işyerinde 7258 sayılı Kanun’a aykırı olarak bahis oynattığına yönelik bulgular ele geçirilmesi karşısında, sanığın atılı suçu işlediğinin sabit kabul edilip hakkında 7258 sayılı Kanun’a muhalefet suçundan mahkûmiyet hükmü kurulmasında hukuka aykırılık bulunmamıştır.

Yargılama sürecindeki işlemlerin usul ve kanuna uygun olarak yapıldığı, aşamalarda ileri sürülen iddia ve savunmaların toplanan tüm delillerle birlikte gerekçeli kararda gösterilip tartışıldığı, eylemin sanık tarafından gerçekleştirildiğinin saptandığı, vicdanî kanının dosya içindeki belge ve bilgilerle uyumlu olarak kesin verilere dayandırıldığı, eyleme uyan suç vasfı ile yaptırımın doğru biçimde belirlendiği anlaşıldığından, sanık hakkında kurulan hükümde hukuka aykırılık bulunmamış, sanık müdafiin yerinde görülmeyen diğer temyiz sebepleri reddedilmiştir.

III. KARAR
Gerekçe bölümünde açıklanan nedenlerle sanık müdafii tarafından öne sürülen temyiz sebepleri ve dikkate alınan sair hususlar yönünden herhangi bir hukuka aykırılık görülmediğinden sanık müdafiin temyiz sebeplerinin reddiyle hükmün, Tebliğname’ye uygun olarak, oy çokluğuyla ONANMASINA,

Dava dosyasının, Mahkemesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE,

16.12.2024 tarihinde karar verildi.

KARŞI DÜŞÜNCE

Sanık … hakkında, 7258 sayılı Yasaya aykırılık suçundan kurulan hükmün, sanık müdafii tarafından temyizi üzerine sayın çoğunluğun onamaya ilişkin kararı yerinde değildir.

Şöyle ki;
Sayın çoğunluk ile aramızdaki görüş ayrılığı, 07.07.2014 ile 17.03.2015 tarihleri arasında değişik şahıslara bir çok kez yasa dışı bahis oynatan sanık hakkında zincirleme suç hükümlerinin uygulanma şartlarının bulunup bulunmadığının belirlenmesine ilişkindir.

Temyiz incelemesi yapılan bu dosyada, sanığa ait işyerinde internet üzerinden bahis oynantığının tespiti üzerine bilgisayara el konulduğu, yaptırılan bilirkişi incelemesinde 07.07.2014 ile 17.03.2015 tarihleri arasında bir çok kez yurtdışı kaynaklı bahis oynatıldığı tespit edilmiş, 7258 sayılı Yasanın 5/1a maddesinden cezalandırılması için dava açılmıştır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 08.04.2014 tarih ve 2014/7-591 E., 2014/171 K. sayılı kararında belirtildiği üzere;

Görüş ayrılığının çözülebilmesi için “zincirleme suç” hükümleri üzerinde durulmalıdır.

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 43. maddesinin ilk fıkrasında; “Bir suç işleme kararının icrası kapsamında, değişik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda, bir cezaya hükmedilir. Ancak bu ceza, dörtte birinden dörtte üçüne kadar artırılır. Bir suçun temel şekli ile daha ağır veya daha az cezayı gerektiren nitelikli şekilleri, aynı suç sayılır. Mağduru belli bir kişi olmayan suçlarda da bu fıkra hükmü uygulanır” biçiminde zincirleme suç düzenlemesine yer verilmiş, ikinci fıkrasında; “Aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiille işlenmesi durumunda da, birinci fıkra hükmü uygulanır” denilmek suretiyle aynı neviden fikri içtima kurumu hüküm altına alınmış, üçüncü fıkrasında ise; “Kasten öldürme, kasten yaralama, işkence, … ve yağma suçlarında bu madde hükümleri uygulanmaz” düzenlemesi ile zincirleme suç ve aynı neviden fikri içtima hükümlerinin uygulanamayacağı suçlar belirtilmiştir.

TCK.nun 43/1. maddesi düzenlemesinden anlaşılacağı üzere, zincirleme suç hükümlerinin uygulandığı hallerde aslında işlenmiş birden fazla suç olmasına karşın, fail bu suçların her birinden ayrı ayrı cezalandırılmamakta, buna karşın bir suçtan verilen ceza belirli bir miktarda arttırılmaktadır.

5237 sayılı TCK.nun 43/1. maddesi uyarınca zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için;

a- Aynı suçun değişik zamanlarda birden fazla işlenmesi,
b- İşlenen suçların mağdurlarının aynı kişi olması,
c- Bu suçların aynı suç işleme kararı altında işlenmesi gerekmektedir.

Zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için gerekli olan unsurların üzerinde ayrıntılı olarak durulmasında yarar bulunmaktadır.

a) Aynı suçun değişik zamanlarda birden fazla işlenmesi;

Aynı suç 5237 sayılı TCK.nun 43. maddesinde; “Bir suçun temel şekli ile daha ağır veya daha az cezayı gerektiren nitelikli şekilleri, aynı suç sayılır” denmek suretiyle açıklığa kavuşturulmuştur. Öğretide de “aynı suçtan anlaşılması gerekenin, aynı suç tipi olduğu”, kanunda düzenlenen suçların ismi aynı ise aynı suçtan söz edileceği, suçun ismi farklı ise artık aynı suçtan bahsedilemeyeceği kabul edilmektedir. (Nevzat Toroslu, Ceza Hukuku Genel Kısım, Savaş Yayınevi, Ankara, 2008. s.316; Osman Yaşar – Hasan Tahsin Gökcan – Mustafa Artuç, Türk Ceza Kanunu, 1. cilt, Ankara, 2014, s.1241-1242; Mahmut Koca – İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümleri, 6. bası, Ankara, 2013, s. 486-488; Türkan Sancar Yalçın-Yeni Türk Ceza Kanununda “Zincirleme Suç”, TBB Dergisi, sayı 70, Mayıs/Haziran 2007, s. 253)

5237 sayılı TCK.nun 43/1. maddesinde bulunan “değişik zamanlarda” ifadesinin açıklığı karşısında, zincirleme suç hükümlerinin uygulanabilmesi için suçların farklı zamanlarda işlenmesi gerektiği konusunda öğreti ve uygulamada tam bir görüş birliği bulunmaktadır. Bunun sonucu olarak, aynı mağdura, aynı zamanda, aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda tek suçun oluşacağı kabul edilmiştir. Bu halde zincirleme suç hükümleri uygulanarak artırım yapılamayacak, ancak bu husus TCK.nun 61. maddesi uyarınca temel cezanın belirlenmesinde gözönünde bulundurulacaktır.

b) İşlenen suçların mağdurlarının aynı kişi olması;

Mağdur; Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlüğünde, “haksızlığa uğramış kişi” olarak tanımlanmaktadır. Ceza hukukunda ise mağdur kavramı, suçun konusunun ait olduğu kişi ya da kişilerdir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun hazırlanmasında esas alınan suç teorisinde suçun maddi unsurları arasında yer alan mağdur, ancak gerçek bir kişi olabilecek, tüzel kişilerin suçtan zarar görmeleri mümkün ise de bunlar mağdur olamayacaklardır. Suçtan zarar gören ile mağdur kavramları da aynı şeyi ifade etmemektedir. Mağdur suçun işlenmesiyle her zaman zarar görmekte ise de, suçtan zarar gören kişi her zaman suçun mağduru olmayabilir. Bazı suçlarda mağdur belirli bir kişi olmayıp; toplumu oluşturan herkes (geniş anlamda mağdur) olabilecektir. (Mehmet Emin Artuk – Ahmet Gökcen – A.Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 8. bası, Ankara, 2014, s.284; İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 9. bası, Ankara, 2013, s. 211-215; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 6. bası, Ankara, 2013, s.107-109; Osman Yaşar – Hasan Tahsin
Gökcan-Mustafa Artuç, Türk Ceza Kanunu, 6. cilt, Ankara, 2014, s.7958-7959)

c) Bu suçların aynı suç işleme kararı altında işlenmesi;

Ceza Genel Kurulunun 14.01.2014 gün ve 384-2, 03.12.2013 gün ve 1475-577, 30.05.2006 gün ve 173-145, 08.07.2003 gün ve 189-207, 13.10.1998 gün ve 205-304, 20.03.1995 gün ve 48-68 ile 02.03.1987 gün ve 341-84 sayılı kararlarında “aynı suç işleme kararı” kavramından, kanunun aynı hükmünü birçok kez ihlal etme hususunda önceden kurulan bir plan, genel bir niyetin anlaşılması gerektiği, bu bağlamda failin suçu işlemeden önce bir plan yapmasının veya bu suça niyet etmesinin, fakat fiili bir defada yapmak yerine, kısımlara bölmeyi ve o surette gerçekleştirmeyi daha uygun görmesinin, hareketinin önceki hareketinin devamı olmasının ve tüm hareketleri arasında subjektif bir bağlantı bulunmasının anlaşılması gerektiği kabul edilmiş, ilk eylemle ikinci eylem arasında makul sayılamayacak uzunca bir sürenin geçmesinin, sanığın aynı suç işleme kararıyla değil, çıkan fırsatlardan yararlanmak suretiyle suçu işlediğini gösterdiği belirtilmiştir.

Öğretide ise aynı suç işleme kararının, kanunun aynı hükmünü müteaddit defa ihlal etmek hususunda önceden kurulan bir plan ve genel bir niyet anlamında bulunduğu (Sulhi Dönmezer-Sahir Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza hukuku, Beta Basım Yayım, 14. bası, İstanbul, 1997, s.528 vd), çok genel bir birliğin, genel bir saik birliği sonucuna götüreceği, saik birliğinin, kararda birliği meydana getiremeyeceği, suç saiki, niyeti, amacı ile kararının karıştırılmaması gerektiği, yine fırsat çıktığı zaman suç işlemek için verilen genel bir kararın, müteselsil suçun bu sübjektif şartını oluşturmayacağı (Türkan Yalçın Sancar, Mütesessil Suç, Seçkin Yayınevi, Ankara, 1995, s.70 vd), failin çıkacak her fırsattan yararlanmak hususunda genel ve soyut bir kararının varlığının aynı suç işleme kararının kabulünü gerektirmeyeceği (Kayıhan İçel, Suçların İçtimaı, İstanbul, 1972, s. 136-137; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 6. bası, Ankara, 2013, s. 490), kanunda kullanılan karar tabirinden anlaşılması gerekenin, failin daha baştan itibaren birden fazla suçu kısım kısım işlemeye yönelik tasavvuru olduğu, önceden bir plan yapmış, niyetini oluşturmuş, fakat bunu bir defada gerçekleştireceği yerde, kısımlara bölmeyi ve o suretle gerçekleştirmeyi daha uygun görmüş ve bu plana göre hareket etmiş olduğu için zincirleme suçun kabul edildiği (Hakan Hakeri, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara, 2011, s.507), zincirleme suç halinde failin somut fiiline ve fiillerin bütününe yönelik olmak üzere iki iradesinden söz edilebileceği, zincirleme suç işlemeye yönelik iradenin, yani bir suç işleme kararının her bir suça ilişkin kasıttan önce geldiği (Hamide Zafer, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayımcılık, 3. bası, İstanbul, 2013, s. 475), zincirleme suçun sübjektif şartının bir suç işleme kararının icrası kapsamında işlenen suçlar arasında manevi bir bağ bulunması olduğu (İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 9. bası, Ankara, 2013, s. 553), suçların işleniş biçimindeki benzerlik, aynı türden fırsatları değerlendirme, suçla korunan hukuki değer, hareketin yöneldiği maddi konunun nitelik ve başkalıkları ve suçlar arasındaki zaman aralığı gibi dışa yansıyan veri ve davranışlardan yararlanılarak tespit edilecek olan bir suç işleme kararının kanunun aynı hükmünü ihlal etmek hususundaki failin genel planı olduğu (Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökçen-Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 7. bası, Ankara, 2013, s. 645-646) görüşleri ileri sürülmüştür.

Suç kastından daha geniş bir anlamı içeren suç işleme kararı, suç kastından daha önce gelen genel bir karar ve niyeti ifade etmektedir. Önce suç işleme kararı verilmekte ve bundan sonra bu genel kararın icrası farklı zamanlardaki suçlarla gerçekleştirilmektedir. Kararın gerçekleştirilmesi için gerekli suçların herbirinde ayrı suç kastları, bir başka deyişle bir suç için gerekli olan maddi ve manevi unsurlar ayrı ayrı yer almaktadır. Böylece suç işleme kararı denilen genel plân, niyet veya karar, zinciri oluşturan ve her biri birbirinden bağımsız olan suçları birbirine bağlayan ortak bir zemini oluşturur.

Suç işleme kararının yenilenip yenilenmediği, birden çok suçun aynı karara dayanıp dayanmadığı, aynı zamanda suçlar arasındaki süre ile de ilgilidir. İşlenen suçların arasında kısa zaman aralıklarının olması suç işleme kararında birlik olduğuna; uzun zaman aralıklarının olması ise suç işleme kararında birlik olmadığına karine teşkil edebilecektir. Yine de çeşitli suçlar arasında az veya çok uzun zaman aralığının var olması, bu suçların aynı suç işleme kararının etkisi altında işlendiğini ya da işlenmediğini her zaman göstermeyecektir. Diğer bir anlatımla, sürenin uzunluğu kararın yenilendiğini

düşündürebileceği gibi, kısalığı da her zaman kararın yürürlükte olduğunu göstermeyebilecektir. Diğer taraftan, hukuki veya fiili kesintiler olduğunda farklı değerlendirmeler yapılması mümkündür. Ancak bu değerlendirme her olayda ayrı ayrı ve diğer şartlar da dikkate alınarak yapılmalıdır. Bu nedenle, başlangıçta belirli bir süre geçince suç işleme kararı yenilenmiş ya da değişmiş olur demek, soyut ve delillerden kopuk bir değerlendirme olacaktır. Failin iç dünyasını ilgilendiren bu kararın varlığının her olayın özelliğine göre suçun işleniş biçimi, suçun işlenmesindeki özellikler, fiillerin işlendikleri yer ve işlenme zamanı, fiiller arasında geçen süre, korunan değer ve yarar, hareketin yöneldiği maddi konunun niteliği, olayların oluşum ve gelişimi ile dış dünyaya yansıyan diğer tüm özellikler değerlendirilerek belirlenmesi gerekecektir.

Görüldüğü üzere, zincirleme suçun oluşumu için işlenen suçlar arasında ne kadar zaman geçmesi gerektiği konusunda genel ve mutlak bir kural koymak mümkün olmadığından, hangi süre içerisinde işlenirse işlensin, işlenen suç başlangıçtaki genel niyete veya suç işleme konusundaki tek karara dayanıyor ise zincirleme suç hükümleri uygulanacak, ancak işlenen suç failin yeni bir suç işleme kararına dayanıyorsa artık zincirleme suç söz konusu olmayacaktır.

Yapılmakta olan soruşturma sonucunda toplanan delillerin failin suçu işlediği yönünde yeterli şüphe oluşturması üzerine Cumhuriyet Savcısınca şüpheli hakkında CMK.nun 170. maddesi uyarınca iddianamenin düzenlenmesiyle hukuki kesinti oluşmaktadır. İddianamenin düzenlenmesiyle olaylar arasında hukuki kesinti oluştuğundan iddianamenin düzenlenmesinden sonra devam eden eylemler ise başka bir ceza soruşturmasının konusunu oluşturacaktır.

Buna karşın işlemiş olduğu suçtan dolayı henüz hakkında iddianame düzenlenmeden, sanığın aynı suç işleme kararıyla ve aynı mağdura (suçtar zarar görene) karşı yeniden suç işlemesi durumunda, hukuki kesinti gerçekleşmeden aynı suçun işlenmesi söz konusu olduğundan sanık hakkında zincirleme suç hükümleri uygulanacaktır. Bu ahvalde sanığın her suçtan ayrı ayrı cezalandırılması yoluna gidilmeyecek, sanığa bir suçtan ceza verildikten sonra hakkında zincirleme suç hükümleri uygulanmak suretiyle cezasından artırım yapılacaktır.
Buna göre, soruşturma aşamasında sanığın aynı suç işleme kararıyla, aynı mağdura (suçtan zarar görene) karşı değişik zamanlarda aynı suçu işlediğinin tespit edilmesi durumda, soruşturma dosyalarının birleştirilerek kamu davası açılması, bu hususa riayet edilmeden kamu davalarının açılması halinde ise hukuki kesintinin oluşmasından önce sanığın aynı mağdura karşı bir suç işleme kararıyla aynı suçu değişik zamanlarda işlediğinin anlaşılması durumunda dava dosyalarının birleştirilerek sanık hakkında zincirleme suç hükümlerinin uygulanıp uygulanmayacağının değerlendirilmesi isabetli bir uygulama olacaktır.

7258 sayılı Yasanın 5/b maddesindeki suçun oluşması için bir kez dahi yasadışı bahis oynatılması yeterlidir. Yani temadi eden bir suç değildir.

Bu anlatılanlardan sonra somut olaya baktığımızda;

İşyerinde internet üzerinden bahis oynantığının tespiti üzerine bilgisayara el koyularak, bilgisayar üzerinde yaptırılan bilirkişi incelemesinde 07.07.2014 ile 17.03.2015 tarihleri arasında bir çok kez yurtdışı kaynaklı bahis oynattığı tespit edilen sanığın, hukuki kesinti oluşmadan bir suç işleme kararıyla, aynı mağdura (suçtan zarar görene) karşı ve kısa aralıklarla değişik zamanlarda 7258 sayılı Yasanın 5/b maddesinde düzenlenen suçu işlediği anlaşıldığından, hakkında zincirleme suç hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.

7258 sayılı Yasanın 5/b maddesinde düzenlenen suçun mağduru toplumu oluşturan herkestir.

Dosya kapsamına göre, sanığın yasadışı bahis oynatmaya karar verdikten sonra, bu kararın icrası kapsamında tespit edilebildiği kadar 11-22.08.2015 tarihleri arasında eylemlerini gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır. Ceza Genel Kurulu’nun yukarıda ayrıntısı ile bahsedilen içtihadında da belirtildiği üzere, tek suç işleme kararı kapsamında yani yasadışı bahis oynatma kararı uyarınca aynı mağdura karşı kısa aralıkla bir çok kez 7258 sayılı Yasanın 5/b maddesinde düzenlenen suçu işlediği, hukuki kesinti gerçekleşmeden aynı suçun işlenmesi söz konusu olduğundan sanık hakkında zincirleme suç hükümlerinin uygulanması gerekçesiyle hükmün bozulması yerine, sanığın eyleminin tek kabul edilerek 7258 sayılı Yasanın 5/b maddesinden kurulan hükmün onanması yönündeki sayın çoğunluğun kararına katılmıyoruz. 16.12.2024

SUÇ İŞLEMEK AMACIYLA ÖRGÜT KURMA, SUÇTAN KAYNAKLANAN MALVARLIĞI DEĞERLERİNİ AKLAMA,

TC
YARGITAY
3. Ceza Dairesi
2021/3543 E. , 2022/10260 K.

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :Asliye Ceza Mahkemesi
Suç : Suç işlemek amacıyla örgüt kurma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama, 7258 sayılı Kanuna muhalefet

Hüküm :1-)Sanıklar haklarında suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçundan CMK’nın 223/2-e maddesi uyarınca ayrı ayrı beraat

2-)Sanıklar …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, … , …, …, …, …, …, …, …, … , …, …, …, … hakkında Suçtan Kaynaklanan Malvarlığı Değerlerini Aklama suçundan CMK’nın 223/2-e maddesi uyarınca ayrı ayrı beraat

3-)Sanıklar …, …, … ve … hakkında TCK’nın 282/1, 53, 54 ve 55 maddeleri uyarınca mahkumiyet

4-)Sanıklar …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, … ve … hakkında 7258 sayılı yasanın 5/2 ve TCK’nın 53. maddeleri uyarınca mahkumiyet
5-)Sanık … hakkında 7258 sayılı Kanunun 5/2, TCK’nın 53, 54 ve 55 maddeleri uyarınca mahkumiyet
Temyiz edenler : Sanıklar …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, … , …, …, …, …, …, …, … , …, …, …, …, …, … ve … müdafiileri, sanık …, sanık …, sanık …, Spor Toto Teşkilatı Başkanlığı vekili, Maliye Hazinesi vekili

Dosya incelenerek gereği düşünüldü;
Hükmedilen cezaların süresine göre şartları bulunmadığından, sanık … müdafiinin duruşmalı inceleme isteğinin 1412 sayılı CMUK’nın 318. maddesi uyarınca REDDİNE,
… müdafiinin yasal süresinden sonra gerçekleştirmiş olduğu anlaşılan temyiz talebinin 5320 sayılı kanunun 8. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK’nın 317. maddesi uyarınca REDDİNE,
Maliye Hazinesinin atılı tüm suçlardan; Spor Toto Teşkilatı Başkanlığının suç işlemek amacıyla örgüt kurma ve suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini Aklama suçlarından doğrudan zarar görmesi söz konusu olmadığı ve bu suçlardan açılan davaya katılmalarına yasal olarak imkan bulunmadığından, davaya katılmaya ilişkin verilen karar hukuki değerden yoksun olup hükmü temyiz yetkisi vermeyeceğinden, Spor Toto Teşkilatı Başkanlığı vekili ile Maliye Hazinesi vekilinin temyiz istemlerinin 1412 sayılı CMUK’nın 317. maddesi gereğince REDDİNE,
7258 sayılı Futbol ve Diğer Spor Müsabakalarında Bahis ve Şans Oyunu Düzenlenmesi Hakkında Kanunun 5. maddesinin (22/4/2022-7405/48) ek fıkrasındaki açık düzenleme uyarınca Spor Toto Teşkilatı Başkanlığı’nın 7258 Sayılı Kanuna Muhalefet suçundan davaya katılan olarak kabulünde isabetsizlik görülmemiş, tebliğnamedeki aksi yöndeki görüşe iştirak edilmemiştir.
I-)Sanıklar …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, … ve … hakkında 7258 Sayılı Yasaya Muhalefet suçundan kurulan mahkumiyet hükümlerine yönelik temyiz taleplerinin incelenmesinde;

Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre sanıklar …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, … , …, …, …, …, …, … , …, …, …, …, …, … ve … müdafiileri, sanık …, sanık … ve sanık …’ın yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddine ancak;

Anayasa Mahkemesinin 24.11.2015 tarih ve 29542 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 tarih, 2014/140 E, 2015/85 sayılı iptal kararı ile TCK’nın 53. maddesindeki bazı düzenlemelerin iptal edilmiş olması nedeniyle bu karar doğrultusunda hüküm kurulmasında zorunluluk bulunması,
Kanuna aykırı olup, hükümlerin bu sebepten dolayı BOZULMASINA, bu hususun yeniden yargılama yapılmaksızın CMUK’nın 322. maddesi uyarınca düzeltilmesi mümkün bulunduğundan hükümlerdeki TCK’nın 53. maddesinin uygulanmasına ilişkin kısımlarının bütünüyle çıkarılarak yerine “Anayasa Mahkemesinin 24.11.2015 tarih ve 29542 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 tarih, 2014/140 E, 2015/85 sayılı iptal kararı doğrultusunda yürürlükte bulunan TCK’nın 53. maddesinin sanık hakkında uygulanmasına” ibaresi eklenmek suretiyle sair yönleri usul ve kanuna uygun bulunan hükümlerin DÜZELTİLEREK ONANMASINA,

II-)Sanıklar …, …, … ve … hakkında Suçtan Kaynaklanan Malvarlığı Değerlerini Aklama suçundan; sanıklar … ve … hakkında 7258 sayılı Kanuna muhalefet suçundan kurulan mahkumiyet hükümlerine yönelik temyiz taleplerinin incelenmesinde;

TCK’nın 282/1. maddesi uygulanırken ayrıca adli para cezası uygulanmaması suretiyle eksik ceza tayini, aleyhe temyiz olmadığından bozma nedeni yapılmamıştır.

1-) …, …, … ve … yönünden;

A-)Sanıkların yasadışı bahis oynatılması suretiyle elde edilen 30.000 Euro miktarındaki parayı yurtdışına çıkarmaya çalışırken kolluk ekipleri tarafından yakalanarak el konulması şeklinde gerçekleşen eylemlerinin bu hali ile suça teşebbüs halinde kalması karşısında; sanıkların banka hesap hareketleri de incelenerek 7258 sayılı Kanuna muhalefet etme suçundan kaynaklanan ve dava konusu olan mal varlığı değerlerinin gayrimeşru kaynağını gizleyerek meşru bir yolla elde edildiği konusunda kanaat uyandırmak maksadıyla hangi tarihli işlem ya da işlemlere tabi tutulduğunun veya başka surette yurtdışına çıkarılıp çıkarılmadığının araştırılması ile sonucuna göre sanıkların hukuki durumlarının değerlendirilmesi gerektiği gözetilmeden, yerinde olmayan gerekçe ile sanıkların mahkumiyetine karar verilmesi,

B-)Kabul ve uygulamaya göre de;

a-Takdiri indirim nedeni olarak failin geçmişi, sosyal ilişkileri, fiilden sonraki ve yargılama sürecindeki davranışları, cezanın failinin geleceği üzerindeki olası etkileri gibi hususların göz önünde bulundurulması gerektiği gözetilmeden dosyaya yansıyan olumsuz bir davranışı tespit edilemeyen ve savunmasında da eylemleri ile ilgili olarak kısmi ikrarda bulunarak mahkemeye yardımcı olan sanıklar …, … ve … hakkında TCK’nın 62. maddesinin uygulanmasına yer olmadığına karar verilmesi,

b-Anayasa Mahkemesinin 24.11.2015 tarih ve 29542 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 tarih, 2014/140 esas, 2015/85 karar sayılı iptal kararı ile TCK’nın 53/1. maddesindeki bazı düzenlemelerin iptal edilmiş olması nedeniyle bu karar doğrultusunda hüküm kurulmasında zorunluluk bulunması,

2-) Sanıklar … ve … yönünden;

a-…’in yanında para karşılığı çalıştıkları anlaşılan sanıklar … ve …’in kendi ad ve hesaplarına yasadışı bahis oynattıklarının her türlü kuşkudan uzak bir şekilde kanıtlanamadığı anlaşılmakla; bu hususta gerekli araştırmanın yapılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik araştırma ile yazılı şekilde hüküm kurulması,

b-Anayasa Mahkemesinin 24.11.2015 tarih ve 29542 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 tarih, 2014/140 esas, 2015/85 karar sayılı iptal kararı ile TCK’nın 53/1. maddesindeki bazı düzenlemelerin iptal edilmiş olması nedeniyle bu karar doğrultusunda hüküm kurulmasında zorunluluk bulunması,

Kanuna aykırı, sanıklar müdafilerinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükümlerin bu sebeplerden dolayı BOZULMASINA, 01.12.2022 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

İNTERNET ÜZERİNDEN YASADIŞI BAHİS SİTELERİNE GİRİŞ- BERAAT

TC
YARGITAY
19. Ceza Dairesi
2019/749 E. , 2019/5966 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Ceza Mahkemesi
SUÇ : …… Sayılı Kanuna Aykırılık
HÜKÜM : Mahkumiyet

Yerel Mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle; başvurunun süresi, kararın niteliği ve suç tarihine göre dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:

Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.

Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;

Sanığın işyerinde yapılan aramada ele geçirilen bilgisayar ve cep telefonu üzerinde yaptırılan inceleme sonucunda düzenlenen raporlara göre, sanığın internet üzerinden yayın yapan bahis sitelerine erişim sağladığı tespit edilmekle birlikte, bunların büyük kısmının yasal bahis siteleri olduğu, …… sayılı Kanuna aykırı bahis sitelerine erişimler, sayı itibariyle, sanığın üzerine atılı suçu işlediğini kabule yeter derecede olmadığı gibi sitelerin bahis oynanmasına ilişkin kısımlarına erişim sağlandığına dair bir bulgu da bulunmadığı, anılan sitelerin bahis oynanması dışında bir takım içerikler de barındırdığının bilindiği, sanığın aşamalardaki savunmalarında istikrarlı bir şekilde yasadışı bahis oynatmadığını, kendisinin yasal siteler üzerindeki hesabından bahis oynadığını ve başkalarına da oynattığını savunduğu, yasal bahis sitelerine erişim sağlamasının da bu savunmasını desteklediği anlaşılmakla, üzerine atılı suçu işlediğine yönelik her türlü şüpheden uzak ve kesin bir delil elde edilemeyen sanığın beraati yerine, yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmesi,

Kabule göre de,

a) Sanığın eyleminin …… sayılı Kanun’un 5/1.a maddesi kapsamında kaldığı kabul edilmesine karşın, maddede yer alan adli para cezasına hükmedilmeyerek eksik ceza tayini,

b) … adli emanetin 2014/11031 sırasında kayıtlı kuponlar ve alacak verecek kayıtlarının, delil olarak saklanması yerine, müsaderesine karar verilmesi,

c) 24/11/2015 tarih ve …… sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Anayasa Mahkemesinin 08/10/2015 tarih ve 2014/140 E., 2015/85 K. sayılı kararı ile 5237 sayılı TCK’nun 53. maddesinin bazı hükümlerinin iptal edilmiş olması nedeniyle yeniden değerlendirme yapılması zorunluluğu,

Bozmayı gerektirmiş olup, sanığın temyiz nedenleri bu itibarla yerinde görüldüğünden HÜKMÜN, tebliğnameye aykırı olarak, 5320 sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK’nun 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 1412 sayılı CMUK’nun 326/son maddesi uyarınca ceza miktarında sanığın kazanılmış hakkının saklı tutulmasına, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın mahkemesine gönderilmesine, 19/03/2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

İŞÇİNİN ARA DİNLENMEYİ İŞYERİNDE GEÇİRMESİ DURUMUNDA ARA DİNLENME VERİLMEMİŞ SAYILIR

TC
YARGITAY
9. Hukuk Dairesi
2015/24817 E.,2017/22148 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ (İŞ)

DAVA : Davacı, kıdem tazminatı, ihbar tazminatı ile fazla mesai ücreti, hafta tatili ücreti, ulusal bayram ve genel tatil ücreti, yıllık izin ücreti, ücret alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Hüküm süresi içinde davalılardan …, … ile … tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

A) Davacı isteminin özeti:

Davacı vekili, davacının iş aktinin davalı tarafından haksız olarak sonlandırıldığını, 31/12/2012 tarihinden itibaren yeni ihalenin yapıldığı 20/02/2013 tarihine dek ücretsiz ve sigortasız olarak çalıştırıldığını ve ücreti ödenmeden işine son verildiğini, tüm çalışanlar nöbet esasına göre çalıştığı için 2 ayda 1 kere pazar nöbeti tuttuğunu, işyerindeki çalışma süresinin 08:30-17:30 saatleri arasında olduğunu, festivalde de çalıştığını, bir kısım işçilik alacaklarının ödenmediğini ileri sürerek kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, ücret, yıllık izin ücreti, fazla mesai ücreti, hafta tatili ücreti, ulusal bayram genel tatil ücreti alacaklarını istemiştir.

B)Davalı cevabının özeti:

Davalı … vekili, taleplerin zamanaşımına uğradığını, müvekkiline sorumluluk yöneltilemeyeceğini, iş aktinin belirli süreli olduğunu cumartesi-pazar günlerinin tatil olup, fazla mesai bulunmadığını, müvekkilinin resmi kurum olup, iddia ve taleplerin yersiz olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.
Davalı …-… Şirketi vekili, belirli süreli iş akti olduğunu, davacının ihaleyi alan sonraki firmada çalışmaya devam ettiğini, fazla çalışması var ise buna davalı … karar verdiğinden müvekkilinin sorumlu olmadığını, iddia ve taleplerin yersiz olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.
Davalı … Halk Ekmek Şirketi, ve davalı … Şirketi, davaya cevap dilekçesi vermemişlerdir.

C)Yerel Mahkeme kararının özeti:

Mahkemece, toplanan delillere ve bilirkişi raporuna göre, davacı işçinin davalı iş yerinde 05.02.2008 – 15.02.2013 tarihleri arasında toplam 5 yıl 10 gün süreyle büro elamanı olarak çalıştığı, çalışmasının eylemli ve kesintisiz olduğu; somut olayda iş sözleşmesinin davalı işveren tarafından davacının bir siyasal partinin ilçe başkanlığı seçiminde Belediye Başkanı’nın desteklediği adaya oy vermemesi nedeniyle feshedildiği ve bu nedenle feshin haksız olduğu; iş yerindeki istihdam biçimi, görevlendirmeler ve uygulamalara bakıldığında davalı … ile ihaleleri alan firmalar arasında muvazaa olduğu, davacının iş sözleşmesinin kurulduğu tarihten itibaren davalı … Belediyesi’nin işçisi olduğu, muvazaalı işlemi yapan davalı şirketlerin, davacının iş sözleşmesini geçersiz nedenle feshi sonucuna bağlı yasal yaptırım sonucu doğan alacağından davalı … Belediyesi ile birilkte müştereken ve müteselsilen sorumlu olduğunu sonucuna varılmıştır. Ücretin miktarının ne olduğu ve eklerinin varlığı gibi konularda ispat yükünün işçinin üzerinde olup davacının kıdemi, yaptığı işin niteliği, emsal ücret araştırması ve tanık anlatımları göz önüne alındığında davacının son net ücretin asgari ücretin üzerinde (940,00 TL) olduğu sonucuna varıldığı, iş sözleşmesinin kıdem ve ihbar tazminatı hak kazanmayacak şekilde sona erdiğini ispat yükü işverenin üzerinde olup davalı işverenin, iş sözleşmesinin kıdem ve ihbar tazminatına hak kazanılmayacak şekilde sona erdiğini ispatlayamadığı için davacının hizmet süresinin karşılığı olan kıdem ve ihbar tazminatına hak kazandığı sonucuna varıldığı, işçinin ücretinin ödendiğini ispat yükü işverenin üzerinde olup ücretin ödendiğinin ispatında işçinin imzasını taşıyan bir ödeme belgesi yeterli ise de para borcu olan ücretin ödendiğinin tanıkla ispatının mümkün olmadığı, davacının 45 günlük ücret alacağının bulunduğu iddia edilmiş olup davalı işveren bu alacağın ödendiğini ve bakiye ücret alacağı kalmadığını davacı işçinin imzasını taşıyan bir ödeme belgesi ya da başka bir yazılı belge ile ispat edemediğinden, işverenin ödenmeyen bu ücret alacağından sorumlu olduğu sonucuna varıldığı, fazla çalışma yaptığını iddia eden işçinin bu iddiasını ispatla yükümlü olup davalı iş yerinde haftalık toplam 3 saat fazla çalışıldığı, her yıl Nisan ile Kasım ayları arasındaki dönemde ayda 12 saat fazla çalışıldığı, bu bakımdan davacının fazla çalışma alacağına hak kazandığı sonucuna varıldığı, hafta tatili gününde çalıştığını iddia eden işçinin, bu iddiasını ispatla yükümlü olup davalı iş yerinde iki ayda bir gün hafta tatili gününde anons nöbeti tutulduğu sabit olduğundan davacının hafta tatili alacağına hak kazandığı sonucuna varıldığı, ulusal bayram ve genel tatil günlerinde çalıştığını iddia eden işçinin bu iddiasını ispatla yükümlü olup davacının Halk Ekmekte çalıştığı 2008 yılında, dini bayramlarda yılda 1 gün çalıştığı için ulusal bayram ve genel tatil alacağına hak kazandığı sonucuna varıldığı, yıllık izinlerin kullandırıldığını ispat yükü işverenin üzerinde olup işveren yıllık izinlerin kullandırıldığını imzalı izin defteri veya izin formu ya da işyeri giriş ve çıkış kartlarını gösteren çizelge gibi eşdeğer bir belge ile kanıtlayabileceği, davalı … Belediyesi tarafından sunulan personel yıllık izin belgelerinden davacının 27 gün izin kullandığı, ancak izin kullanılmayan 43 gün üzerinden yıllık izin ücretine hak kazandığı sonucuna varıldığı, davalı işveren vekili işçilik alacaklarının zamanaşımına uğradığını savunmuş, zamanaşımı def’inde bulunduğu, kıdem tazminatı ve ihbar tazminatına ilişkin davalar, hakkın doğumundan (işçi açısından iş sözleşmesinin feshedildiği tarihten) itibaren, on yıllık zamanaşımına tabi olduğu (TBY 146 maddesi) (HGK, 24.3.2010, Esas, 2010/9-121, Karar 2010/172; HGK, 12.11.2003, Esas 2003/9-685, 20013/690), işçi ücretlerine ilişkin davalar beş yıllık özel bir zamanaşımı süresine tabi olduğu (4857 sayılı İş Kanunu 32/8 maddesi; TBY 147/1 maddesi, BY 126/3 maddesi), fazla çalışma, hafta ve genel tatil alacakları bu tür alacaklardan olduğu, bu nedenle ıslahla istenen fazla çalışma, hafta ve genel tatil alacağının ıslah tarihinden geriye doğru beş yılın dışında kalan ve dava dilekçesinde istenen miktardan fazla olan kısmı zamanaşımına uğrayacağı (… Hukuk Dairesi 4.7.2012, Esas 2012/3938), yıllık izin ücreti iş sözleşmesinin feshi ile muaccel olup dönemsel bir nitelik taşımadığından, 10 yıllık genel zamanaşımına tabi olduğu, (… Hukuk Dairesi, 4.7.2012, 2012/3938 Esas), somut olayda davacının davasını 04.09.2014 tarihinde ıslah ettiğinden, dava dilekçesinde ve ıslahta istenen miktar yönünden zamanaşımı def’i değerlendirildiği ve buna göre hüküm kurulduğu, Yargıtay’ın yerleşik uygulamasına göre, bir işçinin günlük normal çalışma süresinin üzerine sürekli olarak fazla çalışma yapması yaşamın olağan akışına aykırı olup hastalık, mazeret, izin gibi nedenlerle belirtilen şekilde çalışılamayan günlerin olması kaçınılmaz olduğundan (… Hukuk Dairesi 18.7.2008, 2007/25857 Esas), tanık anlatımlarına göre belirlenen ücret alacakları için bilirkişi raporuna göre hesaplanan miktardan işçinin raporlu, mazeretli, izinli olduğu günler ile çalışılmayan günler göz önünde bulundurularak Türk Borçlar Yasası’nın 51 ve 52. maddeleri gereğince takdiren % 30 oranında hakkaniyet indirimi yapıldığı, sonuç olarak, oluş ve kabule göre; davacı bir kısım işçilik alacakları için iddiasında haklı bulunduğundan aşağıdaki şekilde karar verildiği; ücret alacaklarında yapılan hakkaniyet indirimleri nedeniyle reddine karar verilen miktar bakımından kendisini vekille temsil ettirmiş olan davalı yararına vekâlet ücretine hükmedilmediği gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir.

D)Temyiz:

Karar süresi içinde davalı … vekili, davalı …-… Şirketi vekili, davalı … Halk Ekmek Şirketi tarafından temyiz edilmiştir.

E)Gerekçe:

1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre davalı … vekili, davalı …-… Şirketi vekili, davalı … Halk Ekmek Şirketi’nin aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.

2- Davalılar arasındaki hukuki ilişkinin niteliği bakımından, taraflar arasındaki temel uyuşmazlık, asıl işveren alt işveren ilişkisinin muvazaaya dayanıp dayanmadığı ve bunun işçilik haklarına etkileri noktasında toplanmaktadır.

Alt işveren; bir iş yerinde yürütülen mal ve hizmet üretimine ilişkin asıl işin bir bölümünde veya yardımcı işlerde, işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren alanlarda iş alan ve bu iş için görevlendirdiği işçilerini, sadece bu işyerinde aldığı işte çalıştıran diğer işveren olarak tanımlanabilir. Alt işverenin iş aldığı işveren ise asıl işveren olarak adlandırılabilir. Bu tanımlamalara göre asıl işveren – alt işveren ilişkisinin varlığından söz edebilmek için iki ayrı işverenin olması, mal veya hizmet üretimine dair bir işin varlığı, işçilerin sadece asıl işverenden alınan iş kapsamında çalıştırılması ve tarafların muvazaalı bir ilişki içine girmemeleri gerekmektedir.

Alt işverene yardımcı işin verilmesinde bir sınırlama olmasa da, asıl işin bir bölümünün teknolojik uzmanlık gerektirmesi zorunludur. 4857 sayılı İş Kanununun 2 nci maddesinde, asıl işveren alt işveren ilişkisinin sınırlandırılması yönünde yasa koyucunun amacından da yola çıkılarak, asıl işin bir bölümünün alt işverene verilmesinde “işletmenin ve işin gereği” ile “teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler” ölçütünün bir arada bulunması şarttır. Yasanın 2 nci maddesinin altıncı ve yedinci fıkralarında “işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler” sözcüklerine yer verilmiş olması bu gerekliliği ortaya koymaktadır. Alt İşverenlik Yönetmeliğinin 11 inci maddesinde de yukarıdaki anlatımlara paralel biçimde, asıl işin bir bölümünün alt işverene verilebilmesi için “işletmenin ve işin gereği ile teknolojik sebeplerle uzmanlık gerektirmesi” şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerektiği belirtilmiştir.

İşverenler arasında muvazaalı biçimde asıl işveren alt işveren ilişkisi kurulmasının önüne geçilmek amacıyla İş Kanununun 2 nci maddesinde bazı muvazaa kriterlerine yer verilmiştir. Muvazaa Borçlar Kanununda düzenlenmiş olup, tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacıyla, kendi gerçek iradelerine uymayan, aralarında hüküm ve sonuç meydana getirmesini arzu etmedikleri, görünüşte bir anlaşma olarak tanımlanabilir. Muvazaada, taraflar arasında üçüncü kişileri aldatma kastı bulunmakta ve sözleşmedeki gerçek amaç gizlenmektedir. Muvazaa genel ispat kuralları ile ispat edilebilir. Bundan başka İş Kanununun 2 nci maddesinin yedinci fıkrasında sözü edilen hususların, aksi kanıtlanabilen adi kanunî karineler olduğu kabul edilmelidir.

5538 sayılı Yasa ile İş Kanununun 2 nci maddesine bazı fıkralar eklenmiş ve kamu kurum ve kuruluşlarıyla sermayesinin yarısından fazlasının kamuya ait olan ortaklıklara dair ayrık durumlar düzenlenmiştir. Ancak, maddenin diğer hükümleri değişikliğe tabi tutulmadığından, asıl işveren alt işveren ilişkisinin unsurları ve muvazaa öğeleri değişmemiştir. Yasal olarak verilmesi mümkün olmayan bir işin alt işverene bırakılması veya muvazaalı bir ilişki içine girilmesi halinde, işçilerin baştan itibaren asıl işverenin işçileri olarak işlem görecekleri 4857 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin yedinci fıkrasında açık biçimde ifade edilmiştir. Kamu işverenleri bakımından farklı bir uygulamaya gidilmesi hukuken korunamaz. Muvazaaya dayanan bir ilişkide işçi, gerçek işverenin işçisi olmakla kıdem ve unvanının dışında bir kadro karşılığı çalışması ve diğer işçilerle aynı ücreti talep edememesi, İş Kanununun 5 inci maddesinde öngörülen eşitlik ilkesine aykırılık oluşturur. Yine koşulların oluşmasına rağmen işçinin toplu iş sözleşmesinden yararlanamaması, Anayasal temeli olan sendikal hakları engelleyen bir durumdur. Dairemizin kararları da bu doğrultudadır (Yargıtay …HD. 24.10.2008 gün 2008/ 33977 E, 2008/ 28424 K.).

İş Kanununun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrası, 15.5.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5763 sayılı Yasanın 1 inci maddesiyle değiştirilmiş ve alt işverenin işyerini bildirim yükümü getirilmiştir. Alt işveren bu bildirimi asıl işverenle aralarında düzenlenmiş olan yazılı alt işverenlik sözleşmesi ve gerekli belgelerle birlikte yapmak durumundadır. Alt işverenlik sözleşmesi ilgili bölge müdürlüğü ile gerektiğinde iş müfettişleri tarafından incelenecek ve kurumca re’sen muvazaa araştırması yapılabilecektir.
Muvazaanın tespiti halinde bu yönde hazırlanan müfettiş raporu ilgililere bildirilir ve ilgililer altı iş günü içinde yetkili iş mahkemesine itiraz edebilirler. İtiraz üzerine verilen kararlar kesindir. İş Müfettişliği tarafından hazırlanan muvazaalı alt işverenlik ilişkisinin tespit edildiği rapora ilgililerin süresi içinde itiraz etmemesi ya da mahkemece muvazaalı işlemin varlığına dair hüküm kurulması halinde, alt işverenliğe dair tescil işlemi iptal edilir. Bu halde alt işveren işçileri başlangıçtan itibaren asıl işverenin işçileri sayılır.

Asıl işveren alt işveren ilişkisi ve muvazaa konuları, 5763 sayılı Yasayla iş kanununda yapılan değişiklikler ve buna bağlı olarak çıkarılan Alt İşveren Yönetmeliğinin ardından farklı bir anlam kazanmıştır. Yönetmelikte “yazılı alt işverenlik sözleşmesi”nden söz edilmiş ve çeşitli tanımlara yer verilmiştir.
Alt İşveren Yönetmeliğinde;

1)İşyerinde yürütülen mal veya hizmet üretimine ilişkin asıl işin bir bölümünde uzmanlık gerektirmeyen işlerin alt işverene verilmesini,

2) Daha önce o işyerinde çalıştırılan kimse ile kurulan alt işverenlik ilişkisini,

3) Asıl işveren işçilerinin alt işveren tarafından işe alınarak hakları kısıtlanmak suretiyle çalıştırılmaya devam ettirilmesini,

4)Kamusal yükümlülüklerden kaçınmak veya işçilerin iş sözleşmesi, toplu iş sözleşmesi yahut çalışma mevzuatından kaynaklanan haklarını kısıtlamak ya da ortadan kaldırmak gibi tarafların gerçek iradelerini gizlemeye yönelik işlemleri, ihtiva eden sözleşmeler muvazaalı olarak açıklanmıştır.

Somut uyuşmazlıkta, Belediye’nin yardımcı zabıta personeline ilişkin ihalesi sonucunda Belediye ile şirketler arasında yasaya uygun asıl-alt işverenlik ilişkisi kurulmuştur. Mahkemenin davalı … ile alt işverenler arasındaki ilişkinin muvazaalı olduğu yönündeki tespit yerinde değildir.

3-Alt işverenlerin sorumlu oldukları hizmet süresi bakımından, dosyadaki davacıya ait hizmet döküm cetveli, SGK belgeleri ve sair bilgi ve belgelerden, davacının 31/12/2013 tarihine kadar alt işveren … Şirketi olarak davalı … nezdinde çalıştığı, ancak sonrasında 2013 yılında 45 gün de herhangi bir alt işveren nezdinde olmaksızın davalı …’de çalıştığı anlaşılmaktadır.

Bu nedenlerle;

İbar tazminatı ve yıllık izin ücreti feshe bağlı alacaklardan olup, bu alacaklardan sadece son işveren sorumlu tutulur. Davacının en son çalışması 2013 yılında 45 gün süre ile sadece davalı … nezdinde geçmesi ve bu dönemde herhangi bir alt işverene bağlı olmaksızın çalışması nedeni ile ihbar tazminatı ve yıllık izin ücretinden sadece davalı …’nin sorumlu olduğunun gözetilmemesi hatalıdır.
Ayrıca, her alt işveren, ihbar tazminatı ve yıllık izin ücreti haricindeki işçilik alacakları bakımından, davacının kendi bünyesinde çalıştığı hizmet süresi ile ve kendisinden önceki asıl işverenlik nezdinde diğer alt işverenlerde geçen hizmet süresinden sorumludur. Hesaplamaya esas ücret meblağı ise, kıdem tazminatı ve sair işçilik alacakları açısından her alt işverenin davacıyı kendi bünyesinde çalıtırdığı son ücrettir. Ancak, fazla mesai gibi dönemler itibari ile hesaplanan işçilik alacaklarında önceki dönemlerin ücretinin tespitine ilişkin genel ilkeler de geçerlidir.

Yukardaki açıklamalara göre temyiz eden davalıların sorumlulukları yeniden ele alınmalıdır.

4-İş Kanunu’nun 6. maddesinin 1., 2., ve 3. fıkralarına göre devreden işverenin sorumluluğu devir tarihinden itibaren 2 yıl sürer. Bu Kanun hükmünün temyiz eden davalı alt işverenlerin her bir için ve her bir alacak kalemi itibari ile sorumluluklara etkisi irdelenmelidir.

5-Davacı işçinin fazla çalışma yapıp yapmadığı konusunda taraflar arasında uyuşmazlık bulunmaktadır.

Fazla çalışma yaptığını iddia eden işçi bu iddiasını ispatla yükümlüdür. Ücret bordrolarına ilişkin kurallar burada da geçerlidir. İşçinin imzasını taşıyan bordro sahteliği ispat edilinceye kadar kesin delil niteliğindedir. Bir başka anlatımla bordronun sahteliği ileri sürülüp kanıtlanmadıkça, imzalı bordroda görünen fazla çalışma alacağının ödendiği varsayılır.
Fazla çalışmanın ispatı konusunda işyeri kayıtları, özellikle işyerine giriş çıkışı gösteren belgeler, işyeri iç yazışmaları delil niteliğindedir. Ancak, fazla çalışmanın yazılı belgelerle kanıtlanamaması durumunda tarafların, tanık beyanları ile sonuca gidilmesi gerekir. Bunun dışında herkesçe bilinen genel bazı vakıalar da bu noktada göz önüne alınabilir. İşçinin fiilen yaptığı işin niteliği ve yoğunluğuna göre de fazla çalışma olup olmadığı araştırılmalıdır.

İmzalı ücret bordrolarında fazla çalışma ücreti ödendiği anlaşılıyorsa, işçi tarafından gerçekte daha fazla çalışma yaptığının ileri sürülmesi mümkün değildir. Ancak, işçinin fazla çalışma alacağının daha fazla olduğu yönündeki ihtirazi kaydının bulunması halinde, bordroda görünenden daha fazla çalışmanın ispatı her türlü delille yapılabilir. Bordroların imzalı ve ihtirazi kayıtsız olması durumunda, işçinin bordroda belirtilenden daha fazla çalışmayı yazılı belge ile kanıtlaması gerekir. İşçiye bordro imzalatılmadığı halde, fazla çalışma ücreti tahakkuklarını da içeren her ay değişik miktarlarda ücret ödemelerinin banka kanalıyla yapılması durumunda, ihtirazi kayıt ileri sürülmemiş olması, ödenenin üzerinde fazla çalışma yapıldığının yazılı delille ispatlanması gerektiği sonucunu doğurmaktadır.

Eldeki dosyada davacının normal mesai saatleri içinde yaptığı haftalık 3 saat fazla mesaiye ilaveten Nisan ve Kasım ayları arasında gerçekleştiği tanık beyanında belirtilen etkinliklerde aldığı görevler de fazla mesai kapsamında hesaplanmıştır.

Mahkeme tarafından yapılması gereken iş, davacının fazla mesai ücreti hesabına esas hizmet süresi içinde belediye etkinliği, festival gibi nisan-kasım ayları arasında yapılan etkinliklerin, festivallerin hangi tarihlerde hangi saatler arasında hangi etkinliklerin yapıldığını Belediye’den ve Kaymakamlıktan sorarak ve belgeleri de istenerek, o günler için hesaplama yapmaktır.

Ayrıca, eldeki dosya ile birlikte incelenen Dairemiz dosyalarındaki bilgi ve belgeler birlikte değerlendirildiğinde; davacı tanığı …’in beyanına göre nöbet tutan 10 zabıta memuru olduğu anlaşılmaktadır. Bu bakımdan, davacının üst paragrafta yer alan Nisan-Kasım ayları arası etkinliklerde/festivallerde hangi tarih ve saatlerde hangi etkinliklerde yer aldığı davalı …’den ve Kaymakamlık’tan sorulmalı, belgeleri de istenmelidir. Davacının çalıştığı gün ve saatlerin bu şekilde tespit edilememesi durumunda üst paragraftaki araştırma sonucuna göre ve eldeki veriler uyarınca davacının çalışma sıklığı belirlenmelidir.

Diğer yandan, davacının normal mesai saatleri içinde var olduğu kabul edilerek hesaplanan fazla mesai, davacının haftada 6 gün 08:00-17:00 saatleri arasında 1 saat ara dinlenme ile günde 8 saat fiilen çalıştığı, böylece haftada 3 ayda 12 saat fazla mesai yaptığı şeklinde hesaplanmıştır. Davacının normale haftada kaç gün çalıştığı konusunda davacı tanığı …, halk ekmekte çalışırken cumartesileri çalıştığını belirtmiştir. Davacının halk ekmek haricinde çalıştığı diğer birimlerdeki hizmet süresi bakımından davacı tanığı …’in davacının haftada kaç gün çalıştığına dair bir açıklaması bulunmamaktadır. Davalı tanığı …, hafta sonları çalışmadığını çünkü büro personelinin hafta sonlarında çalışmadığnı belirtmiştir. Buna göre davacının halk ekmek brimi haricinde çalıştığı yerlerde haftada kaç gün çalıştığı davacı tanığı … Mahkeme tarafından yeniden dinlenerek sonuca gidilmesi gerekir. Bu araştırma ve inceleme sonucunda yeniden yapılacak hesaplamada, Mahkeme tarafından bozma öncesinde kabul edilen zamanaşımına göre hesaplamadan ve miktar itibari ile doğan usuli müktesap hak korunmalıdır.

6-Hafta tatil ücreti bakımından, davacının haftada 5 gün mü 6 gün mü çalıştığı yukardaki şekilde belirlenerek somut şekilde tanık beyanına göre tespit edilebiliyorsa varsa hafta tatili ücreti hesaplanarak hüküm altına alınmalıdır.

7- İşçiye, işyerinde çalıştığı sırada ara dinlenmesi verilip verilmediği ve süresi konularında taraflar arasında uyuşmazlık bulunmaktadır.
İşçinin günlük iş süresi içinde kesintisiz olarak hiç ara vermeden çalışması beklenemez. Gün içinde işçinin yemek, çay, sigara gibi ihtiyaçlar sebebiyle ya da dinlenmek için belli bir zamana ihtiyacı vardır.

Ara dinlenme 4857 sayılı İş Kanununun 68 inci maddesinde düzenlenmiştir. Anılan hükümde ara dinlenme süresi, günlük çalışma süresine göre kademeli bir şekilde belirlenmiştir. Buna göre dört saat veya daha kısa süreli günlük çalışmalarda ara dinlenmesi en az onbeş dakika, dört saatten fazla ve yedibuçuk saatten az çalışmalar için en az yarım saat ve günlük yedibuçuk saati aşan çalışmalar bakımından ise en az bir saat ara dinlenmesi verilmelidir. Uygulamada yedibuçuk saatlik çalışma süresinin çok fazla aşıldığı günlük çalışma sürelerine de rastlanılmaktadır. İş Kanununun 63 üncü maddesi hükmüne göre, günlük çalışma süresi onbir saati aşamayacağından, 68 inci maddenin belirlediği yedibuçuk saati aşan çalışmalar yönünden en az bir saatlik ara dinlenmesi süresinin, günlük en çok onbir saate kadar olan çalışmalarla ilgili olduğu kabul edilmelidir. Başka bir anlatımla günde onbir saate kadar olan (on bir saat dahil) çalışmalar için ara dinlenmesi en az bir saat, onbir saatten fazla çalışmalarda ise en az birbuçuk saat olarak verilmelidir.

İşçi, ara dinlenme saatinde tamamen serbesttir. Bu süreyi işyeri içinde ya da dışında geçirebilir. İşyerinde geçirmesi ve bu süre içinde çalışmaya devam etmesi durumunda ara dinlenmesi verilmemiş sayılır. Ancak işçi işyerinde kalsa bile, ara dinlenmesi süresini serbestçe kullanabilir, bu süre içinde çalışmaya zorlanamaz.

Ara dinlenmesi için ücret ödenmesi gerekmez. Ancak, bu süre işçiye dinlenme zamanı olarak tanınmamışsa, işçinin normal ücretinin ödenmesi gerekir. Bu sürenin haftalık 45 saati aşan kısmını oluşturması halinde ise, zamlı ücret ödenmelidir.

Ara dinlenme süreleri kural olarak aralıksız olarak kullandırılır. Ara dinlenmesinin kullandırılması zorunlu ise de, bunun kullanılacağı zamanı belirlemek işverenin yönetim hakkıyla ilgilidir. İşçilerin tamamı aynı anda ara dinlenme zamanını kullanılabileceği gibi, belli bir plan dahilinde sırayla kullanmaları da mümkündür. Ancak ara dinlenme süresinin, işe, ara dinlenme süresi kadar geç başlama veya aynı süreyle erken bırakma şeklinde kullandırılması doğru olmaz. Ara dinlenme süresinin günlük çalışma içinde belli bir zamanda amaca uygun şekilde kullandırılması gerekir (Yargıtay …HD. 17.11.2008 gün 2007/35281 E, 2008/30985 K.).

İş Kanununa İlişkin Çalışma Süreleri Yönetmeliğinin 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasında, ara dinlenmelerinin iklim, mevsim, yöredeki gelenekler ve işin niteliğine göre yirmidört saat içinde kesintisiz oniki saat dinlenme süresi dikkate alınarak verileceği hükme bağlanmıştır. Değinilen maddenin birinci fıkrasında ise, ara dinlenme süresinin çalışma süresinden sayılmayacağı açıklanmıştır.

Somut uyuşmazlıkta, 08:30-23:00 saatleri arasında yapılan görevin niteliği de gözetildiğinde bu çalışmadan günlük en az 3 saat ara dinlenmesi düşülmesi gerektiğinin gözetilmemesi, kabule göre, hatalıdır.

8- Fazla mesai ücretine Mahkeme tarafından esas alınan bilirkişi raporunda 08:30-23:00 saatleri arasındaki 14,5 saatlik çalışmadan 1,5 saat ara dinlenmesi düşüldüğü ve günlük 6 saat fazla mesai hesaplandığı belirtilmiştir. Oysa, 14,5 – 1,5 = 13 saat, 13-7,5= 5,5 saat günlük fazla mesai yapacağından, belirtilen günler için günlük 5,5 saat fazla mesai hesaplanması gerekirken 6 saat fazla mesai hesaplanması, kabule göre, hatalıdır.

9- Hükme esas bilirkiş raporunda, hafta tatili ücreti 2,5 yevmiye üzerinden, ulusal bayram genel tatil ücreti 2 yevmiye üzerinden hesaplanmıştır. Davacının, çalışmasa da kanun gereği alması gereken hafta tatili ücretini ve ulusal bayram genel tatil ücretini almadığına yönelik bir iddiası bulunmamaktadır. Yani davacı, bu günlerde alması gereken normal ücreti almadığını ileri sürmemiş, bu günlerde çalışması karşılığında alması gereken ücreti alamadığından bahis ile bu günlerde çalışması sonucu alması gereken ilave ücretini iddia ve talep etmiştir. Bu nedenle, ulusal bayram genel tatil ücretinin 1 yevmiye, hafta tatil ücretinin ise 1,5 yevmiye üzerinden hesaplanması gerektiğinin düşünülmemesi hatalıdır.
10-Somut uyuşmazlıkta, fazla mesai ücreti bakımından, birden fazla davalı olmasına rağmen “davalıdan alınmasına” şeklinde tekil kelime ile karar verilmesi, hangi davalının ya da davalıların mahkum edildiğinin açıkça yazılmaması hatalıdır.

11- Yeniden kurulacak olan hükümde, yeni hüküm tarihinde geçerli olan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi ile hüküm altına alınan ve reddilen miktarlara göre tüm taraflar açısından vekalet ücretinin yeniden değerlendirilmesi gerekeceği gözden kaçırılmamalıdır.

F)SONUÇ:

Temyiz olunan kararın yukarda yazılı sebeplerden dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 25/12/2017 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

MUAYYEN OLMAYAN KİRA ARTIŞ KOŞULU GEÇERSİZDİR

TC
YARGITAY
3. Hukuk Dairesi

2017/6416 E. , 2019/680 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :SULH HUKUK MAHKEMESİ

Taraflar arasındaki itirazın iptali davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın kısmen kabulüne yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı, kira farkı alacağının tahsili için davalı hakkında takip yapıldığını, davalının takibe haksız olarak itiraz ettiğini belirterek itirazın iptali ile takibin devamına, %40 icra inkar tazminatına karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı, taraflar arasında en son 01/07/2008 tarihli kira sözleşmesi düzenlendiğini, davacının kira bedelinin 01/07/2009 tarihinden itibaren tespiti için açtığı davada kira bedelinin net 1.980 TL olarak tespitine karar verildiğini, kira tespit kararının kesinleşmesi sonra kira bedellerinin her yıl tefe-tüfe oranları ve yargı kararları dikkate alınarak arttırıldığını, kira bedellerinin ihtirazı kayıt konulmadan tahsil edildiğini beyanla davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, davanın kısmen kabulü ile davalının İstanbul 6 icra müd 2013/21869 E sayılı takip dosyasına vaki itirazının 6.204 TL asıl alacak, 903,39 TL faiz olmak üzere toplam 7.107,39 TL kısım için iptaline, bu kısım için takibin devamına, asıl alacağın % 20 si oranı olan 1.240 TL icra inkar tazminatının davalıdan alınıp davacıya verilmesine karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Taraflar arasında 01/07/2008 başlangıç tarihli, bir yıl süreli kira sözleşmesi konusunda uyuşmazlık bulunmamaktadır.Kira sözleşmesinin 12. maddesinde “KİRACI İKİNCİ SENE OTURACAK OLUR İSE KİRA ENFLASYON ORANINDAN AZ OLMAMAK KAYDI İLE GÜNÜN ŞARTLARINA GÖRE ARTTIRILACAKTIR.” düzenlemesi yer almaktadır. Şişli 5.Sulh Hukuk Mahkemesinin 2009/1401 Esas sayılı kararı ile dava konusu taşınmazın 01/07/2009 tarihinden itibaren kira bedelinin aylık net 1.980 TL olarak tespitine karar verildiği anlaşılmaktadır. Davacı, 11/09/2013 tarihinde başlattığı icra takibi ile Temmuz 2010-Ağustos 2013 dönemine ait 7.960 TL kira farkı alacağının tahsilini talep etmiştir. Hükme esas alınan bilirkişi raporunda, üfe-tüfe ortalaması oranında artış yapılarak takibe konu kira bedelleri belirlenmiş ise de sözleşmede kararlaştırılan artış koşulu belirli ve muayyen olmadığından geçerli değildir. Bu nedenle, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince davalı yararına BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 6100 sayılı HMK’nun geçici madde 3 atfıyla 1086 sayılı HUMK.nun 440.maddesi gereğince karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 05/02/2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

BERAAT -ZORUNLU MÜDAFİ -CMK VEKALET ÜCRETİ

T. C.
Y A R G I T A Y
C E Z A G E N E L K U R U L U

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
Y A R G I T A Y İ L Â M I

ESAS NO : 2025/10-67
KARAR NO : 2025/184
İtirazname No : 2024/24183

KARARI VEREN
YARGITAY DAİRESİ : 10. Ceza Dairesi
MAHKEMESİ : İSTANBUL ANADOLU 5. Ağır Ceza
TARİHİ : 30.01.2024
SAYISI : 401-37
SANIK :

I. HUKUKÎ SÜREÇ
Uyuşturucu madde ticareti yapma suçundan sanığın, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 188/3-4(a), 62, 52/2-4, 53, 54 ve 63. maddeleri uyarınca 12 yıl 6 ay hapis ve 25.000,00 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına, taksitlendirmeye, hak yoksunluğuna, müsadereye ve mahsuba ilişkin İstanbul Anadolu 5. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 30.10.2019 tarihli ve 455-494 sayılı hükmün, sanık müdafii tarafından istinaf edilmesi üzerine, dosyayı inceleyen İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 5. Ceza Dairesince 04.06.2020 tarih ve 5269-892 sayı ile istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
Söz konusu hükmün sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 10. Ceza Dairesince 29.11.2021 tarih ve 5262-12659 sayı ile; “…1) CMK’nın 160. maddesinin 2. fıkrasına aykırı olarak Cumhuriyet savcısına haber verilmeden görevlilerce soruşturmaya başlanarak, sanığın şifahi ifadesinin alındığı, yapılan aramaya ilişkin herhangi bir önlem araması ya da adli arama emri/kararı olmadığı; dosya içerisinde ‘Adli arama’ kararı ya da Cumhuriyet savcısından alınan ‘Yazılı arama emri’ bulunmadığı gibi olay yeri ve tarihini kapsayan 2559 sayılı PVSK’nın 9. maddesine göre verilmiş ‘önleme araması’ kararı da bulunmadığı, 09.05.2019 tarihli tutanakta ‘sanığın yakalandığı ‘kapısı açık bina’ olarak ifade edilen yerin’, mahkemenin gerekçesinde sanığın ikamet ettiği bina olarak belirtildiği, iddianamede ise sanık …’nın binada geçici olarak çalıştığının belirtildiğinin anlaşılması karşısında;
09.05.2019 tarihli olay, yakalama, muhafaza altına alma, Cumhuriyet savcısı görüşme talimat alma, teslim ve tesellüm tutanağını düzenleyen kolluk görevlileri de hazır bulundurulmak suretiyle mahallinde keşif yapılarak; olay tarihi itibarıyla binanın kaç katlı olduğunun, diğer katlarda ikamet eden kişiler olup olmadığının ve olay sırasında sanığın yakalandığı yerin vasfının kesin olarak tespit edilmesinden sonra; sanığın hukuki durumunun belirlenmesi gerekirken eksik araştırma ile hüküm kurulması,
2) Adli emanetin 2019/13384 sırasında kayıtlı uyuşturucu maddeler ile şahit numunenin TCK’nun 54/4. maddesi ve suçta kullanılan hassas terazi ile tüm ambalajların TCK’nın 54/1. maddesi uyarınca müsaderesi yerine fıkra belirtilmeksizin tamamının TCK’nın 54. maddesine göre müsaderesine karar verilmek suretiyle CMK’nın 232/6. maddesine aykırı davranılması,” isabetsizliklerinden bozulmasına karar verilmiştir.
Dosyanın gönderildiği İstanbul Anadolu 5. Ağır Ceza Mahkemesince 09.09.2022 tarih ve 113-389 sayı ile; sanığın eyleminin kullanmak için uyuşturucu madde bulundurma suçunu oluşturduğu kabul edilerek, sanık hakkında açılan kamu davasının 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 223. maddesinin 8. fıkrası uyarınca düşmesine karar verildiği, bu hükmün de sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 10. Ceza Dairesince 03.05.2023 tarih ve 16080-3943 sayı ile; “…İhbar ve diğer sanık…’ın yakalanmasından sonra verdiği beyan ile sanık …’ın açık kimliği ve adresi tespit edildikten sonra sanık … hakkında suç şüphesinin doğduğu ve bu andan sonra sanık üzerinde ve bulunduğu binada arama yapılabilmesi için Cumhuriyet savcısının yazılı emri veya adli arama kararının gerektiği, bu yönde alınmış yazılı emir veya adli arama kararı bulunmaksızın sanığın üzerinde ve bozma ilamı doğrultusunda yapılan keşif ile iş yeri olduğu tespit olunan binada yapılan aramanın hukuka aykırı olduğu ve bu arama ile hukuka aykırı yöntemle elde edilen delilin yasak delil niteliğinde olduğu anlaşıldığından hükme esas alınamaz.
Sanık açısından hukuka uygun olarak elde edilmiş bir uyuşturucu veya uyarıcı madde olmadığından, suçun maddi konusunun da bulunmadığı kabul edilmelidir. Bu durumlara bağlı olarak, isnat olunan suçun unsurları oluşmadığından, sanık hakkında uyuşturucu madde ticareti suçundan beraat kararı verilmesi gerekirken, sanığın yargılamaya konu eylemi kullanma suçu olarak sabit görülüp, bu eylemin ise ihlal mahiyetinde olduğu kabul edilerek kamu davasının düşmesine karar verilmesi,” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Bozmaya uyan İlk Derece Mahkemesince yapılan yargılama neticesinde 30.01.2024 tarih ve 401-37 sayı ile; sanığın CMK’nın 223. maddesinin 2. fıkrasının (e) bendi uyarınca beraatine karar verildiği, söz konusu hükmün sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 10. Ceza Dairesince 26.06.2024 tarih ve 3686-21095 sayı ile hüküm fıkrasına “Sanık kendisini 04.12.2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince görevlendirilen zorunlu müdafii ile temsil ettirdiğinden, karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin II. Kısmının II. Bölümü gereğince kovuşturma için ödenen 29.800,00 TL maktu vekalet ücretinden, Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Görevlendirilen Müdafii ve Vekillere Yapılacak Ödemelere İlişkin Tarife uyarınca ödenen ücretin mahsubu ile bakiye kalan vekalet ücretinin hazineden alınıp sanığa verilmesine,” ibaresinin eklenmesi suretiyle düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.

II. İTİRAZ SEBEPLERİ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 12.07.2024 tarih ve 24183 sayı ile; “…1136 sayılı Avukatlık Kanunun 168. maddesine göre; ‘Baronun yönetim kurulları, her yıl Eylül ayı içerisinde, yargı yerlerindeki işlemler ile diğer işlemlerden alınacak avukatlık ücretinin asgarî hadlerini gösteren birer tarife hazırlayarak Türkiye Barolar Birliğine gönderirler.
Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulunca, baro yönetim kurullarının teklifleri de göz önüne alınmak suretiyle uygulanacak tarife o yılın Ekim ayı sonuna kadar hazırlanarak Adalet Bakanlığına gönderilir. Şu kadar ki hazırlanan tarifede; genel bütçeye, il özel idareleri, belediye ve köylere ait vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler ve bunların zam ve cezaları ile tarifelere ilişkin davalar ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun uygulanmasından doğan her türlü davalar için avukatlık ücreti tutarı maktu olarak belirlenir. Bu tarife Adalet Bakanlığı’na ulaştığı tarihten itibaren bir ay içinde Bakanlıkça karar verilmediği veya tarife onaylandığı takdirde kesinleşir. Ancak Adalet Bakanlığı uygun bulmadığı tarifeyi bir daha görüşülmek üzere, gösterdiği gerekçesiyle birlikte Türkiye Barolar Birliğine geri gönderir. Geri gönderilen bu tarife, Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulunca üçte iki çoğunlukla aynen kabul edildiği takdirde onaylanmış, aksi halde onaylanmamış sayılır; sonuç Türkiye Barolar Birliği tarafından Adalet Bakanlığına bildirilir. 8 inci maddenin altıncı fıkrası hükümleri kıyasen uygulanır.
Avukatlık ücretinin takdirinde, hukukî yardımın tamamlandığı veya dava sonunda hüküm verildiği tarihte yürürlükte olan tarife esas alınır.’,
Görüldüğü üzere vekaletnameli avukatlara ödenecek asgari avukatlık ücretini belirleme yetkisi Türkiye Barolar Birliğine aittir. Türkiye Barolar Birliği tarafından hazırlanan tarife Adalet Bakanlığına gönderilir ve bir ay içinde Bakanlıkça karar verilmediği takdirde veya tarife onaylandığı takdirde tarife kesinleşir.
Zorunlu müdafilik ücretine ilişkin kanun düzenlemesi ise 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 13. maddesinde yazılıdır. Bu hükme göre; ‘1) Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince soruşturma ve kovuşturma makamlarının istemi üzerine baro tarafından görevlendirilen müdafi ve vekile, avukatlık ücret tarifesinden ayrık olarak, Türkiye Barolar Birliğinin görüşü de alınarak Adalet ve Maliye bakanlıkları tarafından birlikte tespit edilecek ücret, Adalet Bakanlığı bütçesinde bu amaçla yer alan ödenekten ödenir. Bu ücret, yargılama giderlerinden sayılır.
2) Bu madde uyarınca yapılacak ödeme ve uygulamaya ilişkin usûl ve esaslar Türkiye Barolar Birliğinin görüşü de alınmak suretiyle Adalet Bakanlığı tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.’
Görüldüğü üzere baro tarafından görevlendirilen zorunlu müdafi ve vekile, 1136 sayılı Kanun’un 168. maddesinde belirlenen tarifeden ayrık olarak, Türkiye Barolar Birliğinin görüşü de alınarak, Adalet ve Maliye Bakanlıkları tarafından birlikte tespit edilecek ücretin Adalet Bakanlığı bütçesinden ödeneceği ve bu ücreti yargılama giderlerinden sayılacağı hüküm altına alınmıştır. Dolayısıyla kanun koyucu, zorunlu müdafinin ücretinin belirlenmesinde Adalet ve Maliye Bakanlıklarını yetkili kılmıştır. Buradaki amacın zorunlu müdafi için sanığa ödenecek ücretin belirlenmesinde, bütçe dengelerini korumak olduğu anlaşılmaktadır. 1136 sayılı Kanun kapsamında düzenlenecek Avukatlık Ücret Tarifesinin belirlenmesinde ise Maliye Bakanlığının söz hakkı bulunmamaktadır.
5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 13. maddesinde belirtildiği şekliyle, her yıl tarifeler belirlenmekte ve Resmî Gazetede yayınlanmaktadır. Nitekim 2024 yılına ait Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Görevlendirilen Müdafi ve Vekillere Yapılacak Ödemelere İlişkin 2024 yılı Tarifesi 13.01.2024 günlü, 32428 sayılı Resmî Gazete yayınlanmış ve yürürlüğe girmiştir.
1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 168. maddesi uyarınca düzenlenen Avukatlık Ücret Tarifelerinde, 2024 yılı için özel bir düzenleme yoluna gidildiği ve daha önceki yıllar uygulamasından ayrılındığı görülmektedir. Şöyle ki 03.09.2022 günlü, 31942 sayılı Resmî Gazetede yayınlanan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 14. maddesine göre, ‘1) Kamu davasına katılma üzerine, mahkumiyete ya da hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmiş ise vekili bulunan katılan lehine bu Tarifenin ikinci kısmın ikinci bölümünde belirlenen avukatlık ücreti sanığa yükletilir.
(4) Beraat eden ve kendisini vekil ile temsil ettiren sanık yararına Hazine aleyhine maktu avukatlık ücretine hükmedilir.’ hükmüne yer verilmişken ve önceki yıllarda da benzer tarife hükümleri uygulanmışken,
1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 168. maddesi uyarınca düzenlenen ve 21.09.2023 günlü, 32316 sayılı Resmî Gazetede yayınlanan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 14. maddenin 14. maddesine göre; ‘1) Kamu davasına katılma üzerine, mahkumiyete ya da hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmiş ise vekil ile temsil edilen katılan lehine bu Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünde belirlenen avukatlık ücreti sanığa yükletilir. Bu hüküm, katılanın 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince görevlendirilen vekili bulunması durumunda kovuşturma için ödenen ücret mahsup edilerek uygulanır.
4) Beraat eden ve vekil veya müdafi ile temsil edilen sanık yararına Hazine aleyhine maktu avukatlık ücretine hükmedilir. Bu hüküm, sanığın 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince görevlendirilen müdafii bulunması durumunda kovuşturma için Hazineden alınan ücretin mahsubu suretiyle uygulanır.’ hükmüne yer verilmiştir.
Dolayısıyla 2024 yılı Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinde, önceki yıllardan farklı olarak zorunlu müdafilerle ilgili olarak yeni bir düzenlemeye gidilmiş ve 5320 sayılı Kanun hükümlerine aykırı olarak zorunlu müdafiiler Avukatlık Asgari Ücret Tarifesine dahil edilmiştir. Bununla birlikte yukarıda yer verilen yasal düzenlemeler karşısında, bu hususun kanuna aykırı olduğu ve zorunlu müdafiler yönünden Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi ile ücret belirlenmesinin hukuka aykırı olduğu,” görüşüyle itiraz yoluna başvurmuştur.
CMK’nın 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 10. Ceza Dairesince 04.12.2024 tarih ve 6608-25607 sayı ile itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

III. UYUŞMAZLIK KAPSAMI VE KONUSU
İtirazın kapsamına göre inceleme sanık hakkında kurulan beraat hükmüyle sınırlı olarak yapılmıştır.
Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; CMK gereğince görevlendirilen zorunlu müdafii tarafından temsil edilen ve yargılama sonucunda beraat eden sanık lehine, Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca maktu avukatlık ücretine hükmedilip hükmedilmeyeceğinin belirlenmesine ilişkindir.

IV. OLAY VE OLGULAR
İncelenen dosya kapsamından;
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 06.08.2019 tarihli ve 43342-4219 sayılı iddianamesi ile; sanığın uyuşturucu madde ticareti yapma suçundan TCK’nın 188/3-4, 53, 54 ve 63. maddeleri uyarınca cezalandırılması istemiyle kamu davası açıldığı,
Sanığa isnat edilen uyuşturucu madde ticareti yapma suçunun alt sınırı, beş yıldan fazla hapis cezası gerektirdiğinden, İstanbul Anadolu 5. Ağır Ceza Mahkemesince 09.08.2019 tarihli tensip tutanağı ile; sanık adına CMK’nın 150. maddesinin 3. fıkrası uyarınca zorunlu müdafii görevlendirilmesi amacıyla İstanbul Baro Başkanlığına yazı yazılması yönünde ara karar kurulduğu, İstanbul Baro Başkanlığı tarafından da Av. …’ın, sanık müdafii olarak görevlendirildiği,
İstanbul Anadolu 5. Ağır Ceza Mahkemesince 30.01.2024 tarih ve 401-37 sayı ile; sanığın CMK’nın 223. maddesinin 2. fıkrasının (e) bendi uyarınca beraatine karar verildiği, söz konusu hükmün sanık müdafii tarafından temyiz edildiği, sanık müdafiinin temyiz isteminin; beraat eden sanık lehine ve Hazine aleyhine olmak üzere, maktu avukatlık ücretine karar verilmesi gerektiği istemine hasredilerek yapıldığı,
Anlaşılmaktadır.

V. GEREKÇE
A. İlgili Mevzuat ve Uyuşmazlık Konusuna İlişkin Açıklamalar
Konu ile ilgili hukuki düzenlemeler:
i. CMK’nın “Müdafiin Görevlendirilmesi” başlıklı 150. maddesi şöyledir;
“(1) Şüpheli veya sanıktan kendisine bir müdafi seçmesi istenir. Şüpheli veya sanık, müdafi seçebilecek durumda olmadığını beyan ederse, istemi halinde bir müdafi görevlendirilir.
(2) Müdafii bulunmayan şüpheli veya sanık; çocuk, kendisini savunamayacak derecede malul veya sağır ve dilsiz ise, istemi aranmaksızın bir müdafi görevlendirilir.
(3) Alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmada ikinci fıkra hükmü uygulanır.
(4) Zorunlu müdafilikle ilgili diğer hususlar, Türkiye Barolar Birliğinin görüşü alınarak çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.”
ii. 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un “Müdafi ve vekil ücreti” başlıklı 13. maddesi de şu şekildedir;
“1) Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince soruşturma ve kovuşturma makamlarının istemi üzerine baro tarafından görevlendirilen müdafi ve vekile, avukatlık ücret tarifesinden ayrık olarak, Türkiye Barolar Birliğinin görüşü de alınarak Adalet ve Maliye bakanlıkları tarafından birlikte tespit edilecek ücret, Adalet Bakanlığı bütçesinde bu amaçla yer alan ödenekten ödenir. Bu ücret, yargılama giderlerinden sayılır.
2) Bu madde uyarınca yapılacak ödeme ve uygulamaya ilişkin usûl ve esaslar Türkiye Barolar Birliğinin görüşü de alınmak suretiyle Adalet Bakanlığı tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.”
iii. Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafi ve Vekillerin Görevlendirilmeleri İle Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmelik’in “Ücret” başlıklı 8. maddesi;
“1) Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince baro tarafından görevlendirilen müdafi veya vekile Avukatlık Ücret Tarifesinden ayrık olarak hazırlanacak Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Görevlendirilen Müdafi ve Vekillere Yapılacak Ödemelere İlişkin Tarife gereğince ödenecek meblağ Adalet Bakanlığı bütçesinde bu amaçla ayrılan ödenekten karşılanır.
2) Müdafi veya vekilin görevi gereği yaptığı zorunlu yol giderleri ile kendisi tarafından karşılanması durumunda temyiz, istinaf ve itiraz harçları ayrıca ödenir.
3) Müdafi veya vekile Tarife gereğince ödenen meblâğ, zorunlu yol giderleri ve müdafi veya vekil tarafından ödenen temyiz, istinaf ve itiraz harçları yargılama giderlerinden sayılır.”,
iiii. Aynı yönetmeliğin “Tarife” başlıklı 9. maddesi; “Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince baro tarafından görevlendirilen müdafi veya vekile ödenecek meblâğ, Türkiye Barolar Birliğinin görüşü de alınmak suretiyle Adalet ve Maliye Bakanlıkları tarafından her yıl Aralık ayında hazırlanan ve 1 Ocak tarihinden geçerli olmak üzere düzenlenen Tarifede gösterilir. Tarife ayrıca Resmî Gazete’de yayımlanır.”,
iiiii. CMK’nın 150/4, 5320 sayılı Kanun’un 13. ve anılan Yönetmeliğin “Ücret” başlıklı 8 ve “Tarife” başlıklı 9. maddelerine istinaden düzenlenip 13.01.2024 tarihli ve 32428 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ve karar tarihinde uygulanması gereken Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Görevlendirilen Müdafi ve Vekillere Yapılacak Ödemelere İlişkin 2024 Yılı Tarifesi’nin “Ücret” başlıklı 1. maddesin; “Bu Tarifenin amacı, 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince soruşturma ve kovuşturma makamlarının talebi üzerine görevlendirilen müdafi veya vekillere ödenecek meblağları belirlemektir.”, “Kapsam” başlıklı 2. maddesi ise; “Bu Tarife, Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince görevlendirilen müdafi veya vekillerin yapacakları hukuki yardımlar için uygulanır.”,
AAÜT’nin 14. maddesinin 4. bendine göre ise; “Beraat eden ve vekil veya müdafi ile temsil edilen sanık yararına Hazine aleyhine maktu avukatlık ücretine hükmedilir. Bu hüküm, sanığın 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince görevlendirilen müdafii bulunması durumunda kovuşturma için Hazineden alınan ücretin mahsubu suretiyle uygulanır.”
iiiiii. 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun “Avukatlık ücret tarifesinin hazırlanması” başlıklı 168. maddesi ise şöyledir;
“Baronun yönetim kurulları, her yıl Eylül ayı içerisinde, yargı yerlerindeki işlemler ile diğer işlemlerden alınacak avukatlık ücretinin asgarî hadlerini gösteren birer tarife hazırlayarak Türkiye Barolar Birliğine gönderirler.
Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulunca, baro yönetim kurullarının teklifleri de göz önüne alınmak suretiyle uygulanacak tarife o yılın Ekim ayı sonuna kadar hazırlanarak Adalet Bakanlığına gönderilir. Şu kadar ki hazırlanan tarifede; genel bütçeye, il özel idareleri, belediye ve köylere ait vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler ve bunların zam ve cezaları ile tarifelere ilişkin davalar ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun uygulanmasından doğan her türlü davalar için avukatlık ücreti tutarı maktu olarak belirlenir. Bu tarife Adalet Bakanlığına ulaştığı tarihten itibaren bir ay içinde Bakanlıkça karar verilmediği veya tarife onaylandığı takdirde kesinleşir. Ancak Adalet Bakanlığı uygun bulmadığı tarifeyi bir daha görüşülmek üzere, gösterdiği gerekçesiyle birlikte Türkiye Barolar Birliğine geri gönderir. Geri gönderilen bu tarife, Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulunca üçte iki çoğunlukla aynen kabul edildiği takdirde onaylanmış, aksi halde onaylanmamış sayılır; sonuç Türkiye Barolar Birliği tarafından Adalet Bakanlığına bildirilir. 8 inci maddenin altıncı fıkrası hükümleri kıyasen uygulanır.
Avukatlık ücretinin takdirinde, hukukî yardımın tamamlandığı veya dava sonunda hüküm verildiği tarihte yürürlükte olan tarife esas alınır.”.
Yer verilen düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde şu sonuçlara uluşmak mümkündür;
a. Kural olarak yargı yerlerindeki işlemler ile diğer işlemlerden alınacak avukatlık ücretinin asgarî hadlerini gösteren tarifeyi hazırlamak görev ve yetkisi Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kuruluna aittir. Bu tarife, Adalet Bakanlığınca onaylandığında veya yasada öngörülen sürede bakanlıkça karar verilmediği ya da bakanlıkça geri gönderildiği durumda Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulunca üçte iki çoğunlukla aynen kabul edildiği hâllerde onaylanmış sayılmakla kesinleşir (1136 syk madde 168).
b. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince soruşturma ve kovuşturma makamlarının talebi üzerine baro tarafından görevlendirilen müdafi veya vekillere yapacakları hukuki yardımların karşılığı olarak ödenecek meblağlar hakkında 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 13. maddesinde özel bir düzenlemeye yer verilmiştir. Anılan madde sarahatine göre bu ücret/meblağ, “…avukatlık ücret tarifesinden ayrık olarak…”, Türkiye Barolar Birliğinin görüşü de alınarak Adalet ve Maliye Bakanlıkları tarafından birlikte tespit edilecektir.
c. Aynı Kanun maddesinin 2. fıkrasında, bu madde uyarınca yapılacak ödeme ve uygulamaya ilişkin usûl ve esasların Türkiye Barolar Birliğinin görüşü de alınmak suretiyle Adalet Bakanlığı tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirleneceği hüküm altına alınmış, Bakanlık da buna istinaden “Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafi ve Vekillerin Görevlendirilmeleri İle Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmelik” çıkarmıştır.
d. Anılan Yönetmeliğin “Ücret” başlıklı 8. maddesinde, 5320 sayılı Kanun’un 13. maddesinde yer alan hüküm tekrar edilmiş, “Tarife” başlıklı 9. maddesinde ise görevlendirilen müdafi veya vekile ödenecek meblâğla ilgili tarifenin Türkiye Barolar Birliğinin görüşü de alınmak suretiyle Adalet ve Maliye Bakanlıkları tarafından her yıl Aralık ayında hazırlanan ve 1 Ocak tarihinden geçerli olmak üzere düzenlenen tarifede gösterileceği öngörülmüştür. Ancak kural olarak yargı yerlerindeki işlemler ile diğer işlemlerden alınacak avukatlık ücretinin asgarî hadlerini gösteren tarifeyi hazırlamak görev ve yetkisi 1136 sayılı Kanun’un 168. maddesi gereğince
Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kuruluna ait olduğundan, uygulamanın zikredilen yönetmeliğin 9. maddesi değil ve fakat 1136 sayılı Kanun’un 168. maddesi gereğince istikrarlı biçimde süregeldiği üzere devam ettirildiği görülmektedir. Yani Barolar Birliği Yönetim Kurulunca hazırlanan tarifeye eklenen bu meblağlar (İlgili tarife madde 14/4) Adalet Bakanlığına gönderilmekte, her iki bakanlıkça uygun görüldüğü için Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmektedir. Bu haliyle, özellikle anılan düzenlemelerle ilgili iptal başvurusundan da bahsedilmediğine göre Adalet ve Maliye Bakanlıklarının kanun metnine, yönetmeliğe göre öncelik tanıyarak gönderilen tarifedeki meblağla ilgili uygunluk takdir ve değerlendirmesi yapmakla yetindiği söylenebilir. Netice itibarıyla ödenecek meblağ üzerinde kamu maliyesi bakımından takdir hakkının bakanlıklarda olduğu kanuni bir mekanizmanın kurulduğu ve sistemin 2025 yılı için de bu suretle işlemeye devam ettiği görülmektedir.
e. Tarifede belirlenen ve onaylanan ücret, sanığın 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince görevlendirilen müdafii bulunması durumunda kovuşturma için Hazineden alınan ücretin mahsubu suretiyle ödenecektir (İlgili tarife madde 14/4).
f. Tarifesine göre ödenmesi gereken avukatlık ücretleri yargılama giderlerindendir. Hüküm ve kararda yargılama giderlerinin kimlere yükletileceği gösterilir (CMK madde 324/1-2, Yönetmelik madde 8/3).
g. Dava sonunda, kararla tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek vekâlet ücreti avukata aittir (1136 syk madde 164/4). 1136 sayılı Kanun’un 169. maddesinde yer alan “karşı tarafa yükletilme” kuralının ceza muhakemesi bakımından ilgili normu, CMK’nın 324. maddesi olup bu maddenin birinci fıkrasında belirtilen; “tarifesine göre ödenmesi gereken avukatlık ücretleri” ifadesi ile CMK’da yargılama gideri olarak kabul edilen avukatlık ücretinin Asgari Ücret Tarifesi’ne göre ödeneceği kabul edilmelidir.
h. Zikredilen düzenlemelerin, normlar hiyerarşisi bağlamında bir üst norma aykırılığı ileri sürülüp gereğine tevessül edilmedikçe uygulayıcıları bağlayacağı her türlü tartışmadan varestedir.
Diğer taraftan, müdafii; “Şüpheli veya sanığın ceza muhakemesinde savunmasını yapan avukatı” ifade etmektedir (CMK madde 2). Bu avukatın seçilmiş ya da görevlendirilmiş olmasının hak ve sorumlulukları itibarıyla bir fark bulunmamaktadır. Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin kanuni dayanağı olan 1136 sayılı Kanun’un 168. maddesinde, asgarî ücret belirleme hususunda zorunlu müdafi ile seçilmiş/vekâletnameli müdafi arasında herhangi bir ayrım yapılmamıştır. Kural olarak tarifeler, müdafie icra ettiği hukuki yardımın karşılığı olarak ödenmesi gereken asgarî veya maktu ücret tutarını belirlerler. Bu miktarın, ülkenin ekonomik koşulları ve ihtilaf bağlamında bütçe dengeleri gözetilerek belirlenmesi gerektiğinde şüphe yoktur.
Ancak unutulmamalıdır ki; avukatlık, kamu hizmeti ve serbest bir meslektir. Avukat, yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil eder (1136 sayılı kanun madde 1). İHAS’ın 6. maddesinden daha geniş bir teminat alanı oluşturarak kanunda öngörülen cezanın asgarî haddi kriterine göre müdafiin hukuki yardımını zorunlu kılan hukuk sisteminin, bu hakkın etkin biçimde kullanılmasını da garanti ettiği söylenmelidir. Bu cümleden olarak, seçilmiş müdafii ile aynı görevi, aynı şartlarda eda eden, hatta bazı durumlarda (CMK madde 188 gibi) daha fazlasını yapmak mecburiyeti bulunan zorunlu/görevlendirilmiş müdafiin alacağı ücretin, seçilmiş müdafii ile eşit olması beklenmese de, yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil edebilmesi adına, sarf edilen emek ve mesai ile orantılı ve meslek onuruna yaraşır bir miktara tekabül etmesi gerekir. İlgili Bakanlıkların ihtilaf konusu uygulamayı 2025 yılında da sürdüregelmesi, bu bilinç ve tercihin tezahürü olarak değerlendirilmelidir.
B. Somut Olayda Hukuki Değerlendirme
Uyuşturucu madde ticareti yapmak suçundan eylemine uyan TCK’nın 188/3-4, 53, 54 ve 63. maddeleri uyarınca cezalandırılması iddia ve talebiyle düzenlenen iddianameye istinaden yargılanan, CMK’nın 150. maddesinin 3. fıkrası gereğince yargılama merciinin talebi üzerine Baro tarafından kendisine zorunlu müdafii görevlendirilen ve fakat yargılama sonucunda beraat eden sanık lehine; 5320 sayılı Kanun’un 13., ilgili Yönetmelik’in 8 ve 9. maddeleri ile AAÜT’nin 14/4. maddesi gereğince, “beraat eden ve vekil veya müdafi ile temsil edilen sanık yararına Hazine aleyhine maktu avukatlık ücretine hükmedilmesine, bu hükmün, sanığın 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince görevlendirilen müdafii bulunması durumunda kovuşturma için Hazineden alınan ücretin mahsubu suretiyle uygulanmasına” ilişkin Özel Daire kararında hukuki isabetsizlik bulunmadığından;
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan dört Ceza Genel Kurulu Üyesi; itirazın kabul edilmesi gerektiği düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.

VI. KARAR
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının REDDİNE,
2- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 09.04.2025 tarihinde yapılan birinci müzakerede yasal ve yeterli çoğunluk sağlanamadığından, 22.04.2025 tarihinde yapılan ikinci müzakerede oy çokluğuyla karar verildi.

PAYDAŞ, PAYINA KARŞILIK FİİLEN ÇEKİŞMESİZ OLARAK KULLANDIĞI BİR YER VARSA EL ATMANIN ÖNLENMESİ DAVASI AÇAMAZ

T.C.

Yargıtay

8. Hukuk Dairesi

2018/6707 E., 2018/18313 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, asıl davada, ecrimisil talebinin reddine, müdahalenin men’i talebinin kabulüne, birleşen davada ecrimisil ve elatma talepleri yönünden davanın kabulüne karar verilmiş olup, hükmün duruşma yapılması suretiyle Yargıtayca incelenmesi birleşen dosya davalıları … vs. vekili ile duruşma talepsiz olarak asıl dosyada davalı şirket vekili tarafından istenilmiştir. Dosya incelenerek işin duruşmaya tabi olduğu anlaşılmış ve duruşma için 06.11.2018 Salı günü tayin edilerek taraflara çağrı kağıdı gönderilmişti. Duruşma günü temyiz eden davalılar vekili Avukat …… Canpolat ve karşı taraftan davacı vekili Avukat … geldiler. Duruşmaya başlanarak temyiz isteğinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan ve hazır bulunanların sözlü açıklaması dinlendikten sonra duruşmaya son verilerek; dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR

Asıl dosyada davacı vekili,…… A.Ş.ne karşı açtığı el atmanın önlenmesi ve ecrimisil talepli davasında, vekil edeninin 1816 ada 1 parsel sayılı taşınmazın 293/4955 payının maliki olduğunu, davalının vekil edeninin rızası olmaksızın dava konusu taşınmazın bir kısmında okul işlettiğini, bu nedenle 30/11/2007 tarihinden 30/11/2012 tarihine kadar fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydıyla 30.000,00 TL ecrimisilin dönem sonlarından itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiş, 22/12/2015 havale tarihli dilekçesi ile, davalı şirket hakkındaki ecrimisil davasından feragat etmiş, aynı zamanda birleşen davasını bilirkişi raporu doğrultusunda 72.510,00 TL üzerinden ıslah etmiştir.

Dava, …… malikleri, …, … ve …, …, …, …’a (birleşen dosya davalıları) ihbar edilmiştir.

Asıl dosyada davalı şirket vekili, taşınmaz maliklerinden … ve … ile 01/06/2000 tarihli 8 yıllık …… sözleşmesi yaptıklarını ve …… bedelini ödediklerini, 01/06/2009 tarihinde de yeni bir 8 yıllık …… sözleşmesi imzaladıklarını, bu nedenle dava konusu yerde ……cı olarak bulunduklarını belirterek davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.

Birleşen dosyada ise davacı vekili, …… maliki davalılar aleyhine açtığı davada, 1816 ada 1 parsel sayılı taşınmazın 1970 tarihi öncesi özel parsellere ayrıldığını, davalıların bu paylara özgülenen özel parseller üzerine kaçak yapı inşa ettiklerini, yapılan bu kaçak yapılar ile vekil edeninin özel parseline el attığını, kaçak yapıların asıl dosya davalısı olan şirkete ……landığını belirterek davalıların el atmasının önlenmesine, kal’e ve şimdilik 30.000 TL ecrimisile karar verilmesini istemiştir.
Birleşen dosyada davalılar vekili, vekil edenlerinin hissedar olarak bulunduğu yer üzerindeki okul binasının 20 yıl önce yapıldığını, vekil edenlerinin toplam hissesinin okulun bulunduğu yerin yüzölçümüne denk geldiğini, vekil edenler tarafından … 28 Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2013/454 Esas sayılı dosyası ile taşınmaz fiili olarak paylaşıldığından hukuken ifrazının yapılarak ……ya tescil edilmesi için dava açıldığını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, asıl dava yönünden; davacının…… A.Ş. hakkındaki ecrimisil taleplerinden feragat edildiğinden bu nedenle reddine,…… A.Ş. hakkındaki meni müdahale yönünden davanın kabulüne, birleşen dava yönünden; meni müdahale ve ecrimisil yönünden 72.510,00 TL üzerinden davanın kabulüne ve belirlenen miktara kademeli yasal faiz yürütülmesine karar verilmiş, hüküm asıl dosya davalı şirket vekili ile birleşen dosya davalıları … ve müşterekleri vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Asıl ve birleşen dava, haksız işgal iddiasına dayalı el atmanın önlenmesi, ecrimisil ve kal istemine ilişkindir.

Tüm dosya içeriği ve toplanan delillerden, dava konusu 1816 ada 1 parsel sayılı taşınmazın arsa niteliği ile asıl/birleşen dosya davacısı … ile birleşen dosya davalıları, ihbar edilenler ve dava dışı malikler adına paylı mülkiyet hükümlerine göre kayıtlı olduğu, dosyaya sunulan …… sözleşmelerine göre, dava konusu yerin özel okul binası olarak …… maliklerinden davalılar …… Bayram ve … tarafından davalı…… A.Ş.ye 01/16/2000 tarihinde 8 yıllığına ……landığı, yine 01/06/2009 tarihli ve 8 yıllık …… sözleşmesi ile de, birleşen dosya davalıları …, …,…, … tarafından aynı davalıya ……landığı, çekişmeli 1816 ada 1 parsel sayılı taşınmazın geldisinin 795 ada 25 parsel sayılı taşınmaz olduğu, anılan taşınmazda……Haritasının bulunduğu, davacının iddia ettiği üzere kendisine ait olması gereken özel parsele davalı tarafından okul binası ve bahçe olarak kullanılmak sureti ile el atıldığı, hükme esas alınan bilirkişi raporuna göre 795 ada 25 parselde düzenlenen özel ifraz haritasına dayalı fiili taksimin oluştuğu ve bu fiili taksim gözönünde bulundurularak taşınmazda imar uygulamasının yapıldığı, özel ifraz haritasında okul,okula ait bahçe ve spor alanı olarak fiili zeminde kullanılan kısmın 4,5,6,7 ve 8 nolu özel parsellere denk geldiği, … Belediye Başkanlığı…… Müdürlüğünce 2981 sayılı Yasa kapsamında yapılan imar uygulamasına göre ……… Haritasının dava konusu 1816 adaya uygulanmasında 20 nolu özel parselde davacının adının yazılı olduğu, davalı tarafından kullanılan kısım içinde ise bahsi geçen özel parselin 348 m2 lik kısmının kaldığının belirtildiği ve tüm hususların kroki üzerinden işaretlendiği anlaşılmaktadır.

Bilindiği üzere; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 297/2. maddesinde “…taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, sıra numarası altında; açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir” hükmüne yer verilmiştir. Anılan bu düzenleme karşısında uyuşmazlığın çözümlenmesine karar veren mahkemenin, kuracağı hükmün açık, net ve infaza elverişli olması gereklidir.

Ne var ki; mahkemece kurulan hükmün infaza elverişli olduğunu söyleyebilme imkanı bulunmamaktadır. Mahkemece, özel parselasyon haritasının ve davacı tarafça el atıldığı iddia edilen yerlerin tespiti için yerinde keşif yapılmış ve krokili fen raporu tanzim edilmiş ve davalının haksız olarak yapmış olduğu müdahalenin men’ine karar verilmiş ise de, karar içeriğinden müdahalenin men’ine karar verilen kısmın neresi olduğu, bahse konu tecavüzün nerede başlayıp nerede bittiği anlaşılamamaktadır. Bu nedenle, dosya içeriğinde yer alan fen bilirkişisi raporlarına göre müdahalenin meni’ne karar verilen yere ilişkin olarak hükümde açıklık sağlanması, hükmün bu şekilde denetime ve infaza açık hale getirilmesi ve fen raporunun ve eklerinin kararın eki sayılması gerekirken bu hususların göz ardı edilmesi doğru olmamıştır.

Yine, paylı mülkiyette taşınmazdan yararlanamayan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan payına vaki elatmanın önlenilmesini her zaman isteyebilir. Hatta elbirliği mülkiyetinde dahi paydaşlardan biri öteki paydaşların olurlarını almadan veya miras şirketine temsilci atanmadan tek başına ortak taşınmazdan yararlanmasına engel olan ortaklar aleyhine elatmanın önlenmesi davası açabilir. Ancak, o paydaşın, payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı veya kullanabileceği bir kısım yer varsa açacağı elatmanın önlenmesi davasının dinlenme olanağı yoktur. Yerleşmiş Yargıtay içtihatlarına ve aynı doğrultudaki bilimsel görüşlere göre, payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın sorununu elatmanın önlenmesi davası ile değil, kesin sonuç getiren taksim veya ortaklığın satış yoluyla giderilmesi davası açmak suretiyle çözümlemesi gerekmektedir.

Öte yandan, yurdumuzda sosyal ekonomik nedenlerle kırsal kesimlerden kentlere aşırı akım, nüfus çoğalması, büyük mesken ve işyeri ihtiyacı nedeniyle hızlı yapılaşma karşısında görevli mercilerin aciz kalmaları veya çeşitli nedenlerle göz yummaları sonucu, izinsiz, ruhsatsız, resmi kayıtlara bağlanmayan büyük yerleşim alanları oluştuğu, bu arada paylı taşınmazların ……da resmi ifrazları yapılmadan paydaşlar arasında haricen veya fiilen taksim edilip üzerlerine büyük mahalleler hatta beldeler yapıldığı bir gerçektir.

Bilindiği üzere 4721 s. Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 706., Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 237., Borçlar Kanunu’nun (BK) 213., …… Kanunu’nun 26. maddeleri hilafına ……lu taşınmazlarda harici veya fiili taksim ile payların mülkiyeti ana taşınmazdan ayrılamaz. Ne var ki, taşınmazın kullanma biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir anlaşma ile belirlenmiş ya da fiili bir kullanma biçimi oluşmuş, uzun süre paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemsel olarak (fiilen) bağımsız bu oluşumun ……da yapılacak resmi taksime veya ortaklığın satış suretiyle giderilmesine yahut o yerde bir imar uygulaması yapılmasına kadar korunması, “ahde vefa” kuralının yanında TMK’nin 2. maddesinde düzenlenen iyi niyet kuralının da bir gereğidir. Aksi halde, pek çok kimse zarar görecek toplum düzeni ve barışı bozulacaktır.

O halde, paydaşlar arasındaki elatmanın önlenmesi davalarında öncelikle tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ve özel bir parselasyon planının olup olmadığı veya fiili kullanma biçiminin oluşup oluşmadığı üzerinde özenle durulmalı, varsa çekişmeli yerin kimin kullanımına terk edildiği saptanmalı, harici veya fiili taksim yoksa uyuşmazlık yukarıda değinildiği gibi, TMK’nin müşterek mülkiyet hükümlerine göre çözümlenmelidir.

Ne var ki; Mahkemece işin esası bakımından yapılan araştırma ve incelemenin de hükme elverişli ve yeterli olduğunu söyleyebilme olanağı yoktur. Şöyle ki, taraflar arasında dava konusu taşınmazın kullanımı konusunda özel parselasyon kullanım biçiminin oluştuğu iddiaları karşılığında, dava konusu taşınmaza ilişkin …… kaydının tüm tedavüllerinin dosya arasına alınarak, tüm paydaşların kabul ettikleri bir özel parselasyon biçiminin oluşup-oluşmadığı, oluşmuş ise; bu özel parselasyona göre taşınmazda imar uygulamalarının yapılıp-yapılmadığı, bilirkişi raporlarında bahsi geçen ve davacının adının yazılı olduğı 20 nolu özel parselin neye dayanılarak tespit edildiği hüküm kurmaya ve denetime elverişli bir şekilde tespit edilmemiştir. Açıklanan bu nedenlerle, eksik araştırma ve inceleme ile hüküm kurulmuş olması da doğru olmayıp bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Açıklanan nedenlerle, asıl dosyada davalı şirket vekili ile birleşen dosyada davalılar … ve müşterekleri vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan kabulü ile Yerel Mahkeme hükmünün 6100 sayılı HMK’nin Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’un 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, Yargıtay duruşmasının yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi hükümleri uyarınca 1.630,00 TL avukatlık ücretinin davacıdan alınarak Yargıtay duruşmasında avukat marifetiyle temsil olunan davalıya verilmesine, Yargıtay duruşmasının yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi hükümleri uyarınca 1.630,00 TL avukatlık ücretinin davalıdan alınarak Yargıtay duruşmasında avukat marifetiyle temsil olunan davacıya verilmesine,

HUMK’un 440/I maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, peşin harcın istek halinde temyiz edenlere ayrı ayrı iadesine 07/11/2018 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

NAFAKA ALACAĞINDA VEKALET ÜCRETİ

TC
YARGITAY
8. Hukuk Dairesi
2014/8649 E. , 2015/9615 K.

NAFAKA DAVALARINDA VEKALET ÜCRETİ
İCRA VE İFLAS KANUNU (İİK) (2004) Madde 138

“İçtihat Metni”

Yukarıda tarih ve numarası yazılı Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki temyiz eden tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden Daire’ye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

K A R A R

Borçlu aleyhine birikmiş nafaka alacağının tahsili amacıyla başlatılan takipte, İcra Dairesi’nce yapılan dosya kapak hesabında, icra vekalet ücretinin bir yıllık nafaka bedeli üzerinden hesap edildiği, alacaklı vekilinin, alacak miktarının tamamı üzerinden nisbi olarak hesap edilmesi gerektiğinden bahisle işlemi şikayeti üzerine, Mahkemece, avukatlık ücret tarifesi 9. maddesi 1. fıkrasına göre, nafaka alacağında vekalet ücreti bir yıllık nafaka alacağı üzerinden hesap edileceğinden, şikayetin reddine karar verildiği, hüküm alacaklı vekilince temyiz edildiği görülmektedir.

Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi Genel Hükümler 9. maddesi 1. bendinde; nafaka davalarında hükmolunan nafakanın bir yıllık tutarı üzerinden Tarifenin üçüncü kısmı gereğince hesaplanacak miktarın tamamının avukatlık ücreti olarak hükmolunacağı, aynı Kanunun 11. maddesi 1. bendinde ise; İcra ve İflas Müdürlüklerindeki hukuki yardımlara ilişkin avukatlık ücretinin, takip sonuçlanıncaya kadar yapılan bütün işlemlerin karşılığı olduğu ve konusu para veya para ile değerlendirilebiliyor ise avukatlık ücretinin, bu Tarifenin üçüncü kısmına göre belirleneceği düzenlenmiştir.

Somut olayda borçlu aleyhine yapılan takipte tahsili istenen birikmiş nafaka alacağıdır.

Mahkemece ihtilafın nafaka alacağı nedeniyle başlatılan icra takibinde yapılan hukuki yardımdan kaynaklı olduğu ve vekalet ücretinin tarifenin 11/1. maddesi atfıyla uygulanması gereken 3. kısmına göre belirleneceği nazara alınarak şikayetin kabulüne karar verilmesi gerekirken, nafaka davalarında uygulanacak 9/1. maddesine göre icra vekalet ücretinin hesap edileceğinin kabulü ile şikayetin reddi yönünde hüküm kurulması doğru değildir.

SONUÇ: Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile Mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, taraflarca 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 388/4. ve İİK’nun 366/3. maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, 29.04.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

BOŞANMA VE ZİYNET ALACAĞI

TC
YARGITAY
2. Hukuk Dairesi
2024/10540 E., 2025/2844 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi
SAYISI : 2024/115 E., 2024/555 K.
DAVA TÜRÜ : Boşanma – Ziynet Alacağı

Taraflar arasında görülen ve istinaf incelemesinden geçen boşanma davasında bozma sonrasında yapılan yargılama sonucunda İlk Derece Mahkemesince verilen yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı-davalı erkek vekili tarafından ziynet alacağı, kusur belirlemesi ve tazminatların kabulü yönünden; davalı-davacı kadın vekili tarafından ise kusur belirlemesi, tazminatların miktarı, ziynet talebinde faiz başlangıcı ve ziynetlerin dava tarihi itibariyle değerine hükmedilmesi yönünden temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:

1.Taraf vekillerinin boşanma davasına yönelik temyiz itirazlarının incelenmesine gelince;
Dosyadaki yazılara, Mahkemece bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına ve bozmanın kapsamı dışında kalarak kesinleşmiş olan yönlere ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesinin artık mümkün bulunmamasına göre yersiz görülen temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun olan hükmün onanmasına karar vermek gerekmiştir.

2.Taraf vekillerinin ziynet alacağı davasına yönelik temyiz itirazlarının incelenmesine gelince;
a)Tarafların iddia, savunma ve dayandıkları belgelere, uyuşmazlığın hukuki nitelendirilmesi ile uygulanması gereken hukuk kurallarına, dava şartlarına, yargılamaya hâkim olan ilkelere, ispat kurallarına ve temyiz olunan kararda belirtilen gerekçelere göre tarafların diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiştir

b)Davalı-davacı kadın tarafından birleşen dava dilekçesi ile düğünde takılan takıların erkek adına açılan banka kasasında muhafaza edildiğini, bu ziynetlerden bir kısmının geri verilmek şartı ile bozdurulduğunu, geri kalanın ise banka kasasına konulduğunu, evden ayrılırken bu nedenle takıları almasının mümkün olmadığını, sadece evde bulunan 2 çeyrek ve 5 yüz görünümlü altını alabildiğini belirterek, düğünde takılan; 1 adet 24 ayar set takımı, 10 adet ortalama 20’şer gramlık burma bilezik, 2 adet kalın düz bilezik, 6 adet hediyelik bilezik, 1 adet ata lira, 56 adet çeyrek ve 2 adet gram altın takıldığını bu ziynet eşyalarının aynen iadesini, aynen iadenin mümkün olmaması halinde bedelinin ödenmesine karar verilmesini talep etmiştir. Davacı-davalı erkek ise cevaplarında erkeğin kendisine düğünde takılanlar dışında kadının altınlarında herhangi bir tasarrufta bulunmadığını, kadının kendisine takılan altınları dilediği gibi değerlendirdiğini savunmuştur.

İlk Derece Mahkemesince verilen ilk kararda ziynetlerin aynen iadesine, olmadığı takdirde taleple bağlı kalınarak 20.000,00 TL’nin kadına verilmesine karar verilmiş, karar taraflarca temyiz edilmekle Dairemiz 07.12.2023 tarihli ilamı ile kadının birleşen davasının belirsiz alacak davası olarak açıldığı, buna göre Mahkemece belirli hale geldiği anın tespit edilerek davalı-davacı kadına talebini belirlemesi için süre verilmesi gerekirken taleple bağlı kalınarak hüküm kurulmasının doğru olmadığı gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilmiş, İlk Derece Mahkemesince bozmaya uyulmakla yeniden yapılan yargılama sonucunda bozma ilamı gereğince kadına talebini bütün hale getirmesi için süre verilmiş ve kadın yararına 2 adet 24 ayar gram altın (508,00 TL), 10 adet 22 ayar 20’şer gram bilezik (50.200,00 TL), 2 adet 22 ayar toplam 35 gram bilezik (8.785,00 TL), 1 adet 22 ayar set takımı 65 gram (16.315,00TL), 1 adet 22 ayar 33,71 gram bilezik (8.461,21 TL), 1 adet 14 ayar 3,39 gram altın (681,39 TL), 1 adet ata lira (1.778,00 TL) ve 56 adet çeyrek liradan (24.192,00 TL) ibaret ziynet eşyalarının davacıya aynen iadesine, aynen iade mümkün olmaz ise 111.703,72 TL ziynet eşyası bedelinin 20.000,00 TL sinin birleşen dosya dava tarihi olan 05.07.2019 itibaren, 91.703,72 TL sinin ise ıslah tarihi olan 14.06.2024 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davacı-davalı erkekten alınarak davalı-davacı kadına verilmesine karar verilmiştir. Karar taraflarca yukarıda gösterildiği şekilde temyiz edilmiştir.

Taraflar arasında ziynet eşyalarının paylaşımı konusunda anlaşma mevcut ise paylaşım bu anlaşmaya göre gerçekleştirilir. Ziynet eşyalarının paylaşımı konusunda taraflar arasında anlaşma bulunmadığı takdirde yerel örf ve adetin varlığı iddia ve ispat edilirse bu kurala göre paylaşım gerçekleştirilir. Aksi takdirde erkeğe ve kadına takılan/verilen ve ekonomik değer taşıyan her şey kural olarak kendilerine aittir. Ne var ki takılar içinde karşı cinse özgü (kadına ya da erkeğe özgü) bir şey varsa o cinse verilmiş sayılır. Özgü olma konusunda çekişme varsa ve gerektiğinde bilirkişi incelemesi yapılmalıdır. Davacı kadın tarafından dosyaya sunulan düğün görüntülerini içerir CD’nin teknik bilirkişi ile yapılan çözümlemesinde erkeğe 31 adet çeyrek altın takıldığı tespit edilmiştir. Buna göre her ne kadar mahkemece kadın yararına 56 adet çeyrek altına hükmedilmiş ise de; bu çeyrek altınların 31 adedinin erkeğe takıldığı ve 2 adedinin de kadın tarafından evden ayrılırken yanında bulunduğu beyanı karşısında kadın yararına toplamda 33 adet çeyrek altına fazladan hükmedilmesi hatalı görülmüştür. Buna göre kadın yararına 23 adet çeyrek altın yönünden alacağa hükmedilmesi gerekirken yanılgılı belirleme ile yazılı şekilde hüküm verilmesi doğru görülmemiş bozmayı gerektirmiştir.

c)Mahkemece kadının ziynet eşyası alacaklarının aynen iadesine, aynen iade mümkün olmaz ise 111.703,72 TL ziynet eşyası bedelinin 20.000,00 TL sinin birleşen dosya dava tarihi olan 05.07.2019 itibaren, 91.703,72 TL sinin ise ıslah tarihi olan 14.06.2024 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte ödenmesine hükmedilmiş ise de davanın belirsiz alacak davası olarak açılması karşısında faiz başlangıcının da kadının birleşen dava tarihi olarak belirlenmesi gerekmektedir. Buna göre yanılgılı değerlendirme ile faizin başlangıç tarihinin doğru belirlenmemesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

KARAR
Açıklanan sebeplerle;
1.Temyiz olunan, İlk Derece Mahkemesi kararının ziynet alacağı davası yönünden BOZULMASINA,

2.Tarafların sair temyiz itirazlarının reddi ile temyiz olunan İlk Derece Mahkemesi kararının boşanma davasına yönelik temyize konu bölümlerinin 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA,

Peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edenlere iadesine,

Dosyanın İlk derece Mahkemesine gönderilmesine,

18.03.2025 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

EŞE KARŞI KABA DAVRANMAK- HEY HİŞT VEYA ISLIK ÇALARAK SESLENMEK BOŞANMA SEBEBİDİR

TC
YARGITAY
2. Hukuk Dairesi
2014/15210 E. , 2014/25928 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Diyarbakır 2. Aile Mahkemesi
TARİHİ :06.05.2014
NUMARASI :Esas no:2012/507 Karar no:2014/338

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm, davacı (kadın) tarafından, maddi tazminatın ve nafakaların miktarı, reddedilen manevi tazminat, ziynet alacağı ve vekalet ücreti yönünden; davalı (koca) tarafından ise kusur belirlemesi, maddi tazminat ve nafaka yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davalı (koca)’nın tüm, davacı (kadın)’ın aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.

2-Mahkemenin de kabulünde olduğu gibi davalı (koca)’nın eşine kaba davrandığı, eşine ismi ile hitap etmeyip “hişt, hey veya ıslık çalarak” çağırdığı ve eşini istemediğini söylediği anlaşılmaktadır. Davalı (koca)’nın gerçekleşen bu kusurları davacı (kadın)’ın kişilik haklarına saldırı niteliğindedir. Davacı (kadın) yararına Türk Medeni Kanunun 174/2. maddesi koşulları oluşmuştur.

Türk Medeni Kanununun 174/2. maddesi, boşanmaya sebebiyet vermiş olan olaylar yüzünden kişilik hakları saldırıya uğrayan tarafın, kusurlu olandan manevi tazminat isteyebileceğini öngörmüştür. Toplanan delillerden evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına sebep olan olaylarda tazminat isteyen davacı (kadın)’ın ağır ya da eşit kusurlu olmadığı, bu olayların kişilik haklarına saldırı teşkil ettiği anlaşılmaktadır. O halde mahkemece, tarafların sosyal ve ekonomik durumları, tazminata esas olan fiilin ağırlığı ile hakkaniyet kuralları (TMK md. 4, TBK md. 50, 51, 52, 58) dikkate alınarak davacı (kadın) yararına uygun miktarda manevi tazminata hükmedilmesi gerekir. Bu yönün dikkate alınmaması doğru görülmemiştir.

SONUÇ:Temyiz edilen hükmün yukarıda 2. bentte gösterilen sebeple manevi tazminat yönünden BOZULMASINA, bozma kapsamı dışında kalan temyize konu bölümlerinin ise yukarıda 1. bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, aşağıda yazılı temyiz ilam harcının temyiz eden davalıya yükletilmesine, peşin harcın mahsubuna 123.60 TL temyiz başvuru harcı peşin alındığından başkaca harç alınmasına yer olmadığına, istek halinde temyiz peşin harcının yatıran davacıya geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 17.12.2014 (Çrş.)

ENFLASYON VE PARANIN DEĞER KAYBETMESİ NEDENİYLE OLUŞAN ZARARLARIN TAZMİNİ

TC
YARGITAY
6. Hukuk Dairesi
2024/3534 E. , 2025/15 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Kayseri Bölge Adliye Mahkemesi 6. Hukuk Dairesi
SAYISI : 2024/1750 E., 2024/1903 K.
HÜKÜM/KARAR : Esastan Ret
İLK DERECE MAHKEMESİ : Kayseri 2. Asliye Ticaret Mahkemesi
SAYISI : 2023/1038 E., 2024/588 K.

1-Davacı vekili; kooperatifin üyesi olan davacıya konut tahsis edilmesine rağmen davalı kooperatifin borcundan dolayı tahsis edilen konutun satıldığını, davalı tarafından bunun karşılığında davacıya 28.08.2007 tanzim, 29.10.2017 vade tarihli, 135.000,00 TL bedelli senet verildiğini, senedin vadesinde ödenmemesi üzerine davalı aleyhine icra takibi başlattıklarını, davacının uzun süren uğraşlar sonucu alacağını 219.264,86 TL olarak tahsil etmiş ise de bu parayla ev alamadığını, bu sebeple değişen ekonomik koşullar gereği aşkın zararının oluştuğundan, aşkın zararın ticari avans faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

2-Davalı vekili; davalı kooperatifin konut yapımlarının devam ettiğini, davacıya tahsis edilen konutun mülkiyet hakkının doğmadığını, davacının konuta ilişkin ödemelerini tam olarak yapmadığından davalının borçlandığını, borçtan dolayı icra yoluyla satılan daireden kaynaklı olarak davacının aşkın zararının doğmadığını, davacının müvekkili kooperatiften istifa ettiğini, istifa nedeniyle ancak çıkma payı alacağı talep edebileceğini, müvekkilinin icra baskısı altında ödeme yaptığını, icra takip dosyası borcunun tüm ferileriyle birlikte kapatıldığından davacının aşkın zararının doğmadığını, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.

3-İlk Derece Mahkemesince; davacının, davalı kooperatif üyesiyken kendisine tahsis edilen dairenin icra yoluyla satıldığı ve dairenin yerine geçmek üzere kendisine 135.000,00 TL bedelli senedin anlaşma doğrultusunda verildiği, davacı tarafından senedin yaklaşık altı sene sonra tahsil edildiği, kooperatiften alacağı para ile konut alacağı hayaliyle yaşadığı, uzun süre alacağını tahsil edemediğinden bu hayalini gerçekleştiremediği, bugün tahsil edilen para ile ancak bir veya iki yıllık kira parasını ödeyebileceği beyan edilmişse de davacının bu beyanıyla genel anlamda enflasyon nedeniyle yoksun kaldığı kârı talep ettiğinin anlaşıldığı, somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü iddia ve ispat edilemediğinden davanın reddine karar verilmiştir.

4-İlk Derece Mahkemesi kararına karşı davacı vekili tarafından istinaf yoluna başvurulması üzerine, Kayseri Bölge Adliye Mahkemesi 6. Hukuk Dairesince istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.

5-Bu karara karşı davacı vekili tarafından süresinde temyiz yoluna başvurulması üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Dava, bonodan kaynaklanan alacağın vadesinde ödenmemesi, borçlunun temerrüde düşmesi nedeniyle uğranılan aşkın zarar (munzam zarar) alacağının tahsili istemine ilişkindir.

Uyuşmazlığın çözümü açısından öncelikle konuyla ilgili yasal düzenlemelerin ve kavramların açıklanması gerekmektedir;

Mevzuat Hükümleri:
818 sayılı mülga Kanun’un “Munzam zarar” kenar başlıklı 105. maddesi şöyledir:

“Alacaklının düçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edilemiyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir.

Bu munzam zarar derhal takdir olunabilirse hakim, esasa dair karar verir iken bu zararın miktarını dahi tayin edebilir.”

Bu Kanun’u ilga eden 11/01/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “Aşkın zarar” kenar başlıklı 122. maddesi şöyledir:

“Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.

Temerrüt faizini aşan zarar miktarı görülmekte olan davada belirlenebiliyorsa, davacının istemi üzerine hâkim, esas hakkında karar verirken bu zararın miktarına da hükmeder.”

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “B. Borçlunun temerrüdü I. Koşulları” kenar başlıklı 117. maddesi şöyledir:

“Muaccel bir borcun borçlusu, alacaklının ihtarıyla temerrüde düşer.

Borcun ifa edileceği gün, birlikte belirlenmiş veya sözleşmede saklı tutulan bir hakka dayanarak taraflardan biri usulüne uygun bir bildirimde bulunmak suretiyle belirlemişse, bu günün geçmesiyle; haksız fiilde fiilin işlendiği, sebepsiz zenginleşmede ise zenginleşmenin gerçekleştiği tarihte borçlu temerrüde düşmüş olur. Ancak sebepsiz zenginleşenin iyiniyetli olduğu hâllerde temerrüt için bildirim şarttır.”

4/12/1984 tarihli ve 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun’un”Temerrüt faizi” kenar başlıklı 2. maddesi şöyledir:

“(Değişik : 15/12/1999 – 4489/2 md.) Bir miktar paranın ödenmesinde temerrüde düşen borçlu, sözleşme ile aksi kararlaştırılmadıkça, geçmiş günler için 1 inci maddede belirlenen orana göre temerrüt faizi ödemeye mecburdur.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının önceki yılın 31 Aralık günü kısa vadeli avanslar için uyguladığı faiz oranı, yukarıda açıklanan miktardan fazla ise, arada sözleşme olmasa bile ticari işlerde temerrüt faizi bu oran üzerinden istenebilir. Söz konusu avans faiz oranı, 30 Haziran günü önceki yılın 31 Aralık günü uygulanan avans faiz oranından beş puan veya daha çok farklı ise yılın ikinci yarısında bu oran geçerli olur.

Temerrüt faizi miktarının sözleşmede kararlaştırılmamış olduğu hallerde, akdi faiz miktarı yukarıdaki fıkralarda öngörülen miktarın üstünde ise, temerrüt faizi, akdi faiz miktarından az olamaz.”

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “II-Zararın ve kusurun ispatı” kenar başlıklı 50. maddesi şöyledir:

“Zarar gören, zararını ve zarar verenin kusurunu ispat yükü altındadır.

Uğranılan zararın miktarı tam olarak ispat edilemiyorsa hâkim, olayların olağan akışını ve zarar görenin aldığı önlemleri göz önünde tutarak, zararın miktarını hakkaniyete uygun olarak belirler.”

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “III-1. Belirlenmesi” kenar başlıklı 51. maddesi şöyledir:

“Hâkim, tazminatın kapsamını ve ödenme biçimini, durumun gereğini ve özellikle kusurun ağırlığını göz önüne alarak belirler.

Tazminatın irat biçiminde ödenmesine hükmedilirse, borçlu güvence göstermekle yükümlüdür.”

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “İspatın Konusu” kenar başlıklı 187.maddesi şöyledir:

“(1)İspatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir.

(2) Herkesçe bilinen vakıalarla, ikrar edilmiş vakıalar çekişmeli sayılmaz.”

Borçların İfa Edilmemesinin Sonuçları :
Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 112-126. maddeleri arasında, aşkın zarar dahil, borçların ifa edilmemesinin sonuçları düzenlenmiştir. Aşkın zarar, borçlunun temerrüdünün bir sonucu olduğu için temerrüt hükümleri aşkın zararın hesaplanmasını önemli ölçüde etkilemektedir. Kanun’un 112. maddesinde borcun hiç veya gereği gibi ifa edilmemesi halinde borçlunun, kendisine hiçbir kusurun yüklenemeyeceğini ispat etmedikçe, alacaklının bundan doğan zararını gidermekle yükümlü olduğu hükmü bulunmaktadır.

Borçlunun Temerrüdü :
Munzam zararın anlaşılabilmesi için öncelikle temerrüt faizinin hukuksal niteliği üzerinde durulmasında yarar vardır.

Bilindiği gibi temerrüt faizi, borçlunun para borcunu zamanında ödememesi ve temerrüde düşmesi üzerine 818 sayılı BK’nın 103. maddesi (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu 120. madde) gereği kendiliğinden işlemeye başlayan ve temerrüdün devamı süresinde varlığını sürdüren bir karşılık olması itibariyle, zamanında ifa etme olgusuyla doğrudan bir bağlantı içerisindedir. Borçlu kusurlu olsun veya olmasın sonuçta borç alacaklıya zamanında ödenmemiş demektedir.

Türk hukukunda alacaklıya zararın varlığını ve miktarını ve borçlunun kusurunu ispat zorunda kalmaksızın temerrüt faizini talep edebilme hakkı tanımıştır. Ayrıca faiz yükümlülüğünün doğumu için borçlunun alıkoyduğu para miktarından yarar sağlaması şart olmadığı gibi, bu yararların iadesi amacını da taşımaz.

Diğer taraftan temerrüt faizi talep edebilmek için borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olması şart değildir. Borçlu bu konuda kendisine hiçbir kusur yüklenemeyeceğini ileri sürerek ve bunu kanıtlayarak faiz ödeme yükümlülüğünden kurtulamaz.

Aşkın Zarar (Munzam Zarar):
Para borçlarında borçlunun temerrüdünün bir sonucu niteliğindeki munzam (aşkın) zarar TBK. m. 122 (B.K.105) hükmünde düzenlenmektedir. Söz konusu hükmün ilk fıkrasına göre, “Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür”. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 10.11.1999 tarihli ve 1998/13-353 E. 1999/929K. sayılı kararında da vurgulandığı üzere munzam zarar, sorumluluğu kusura dayanan borçlu temerrüdünün hukukî bir sonucudur ve alacaklının zararının faizi aşan bölümüdür. Munzam zarar, borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının mal varlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Diğer bir anlatımla temerrüt faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir zarar şeklinde tanımlanabilir.

MUNZAM ZARARIN TAZMİNİNİN ŞARTLARI:
Yukarıda anlatılanlardan anlaşılacağı üzere, alacaklı temerrüt faizini isteme hakkı bakımından avantajlı bir konuma sahiptir. Oysa, aynı durum munzam zararın tazminini isteme hakkı bakımından geçerli değildir. Alacaklı, ancak aşağıda açıklanan şartların bir arada bulunması halinde borçludan munzam zararın tazminini isteyebilir.

A. Bir Para Borcunun Bulunması
Munzam zararın tazmininin istenebilmesi için borcun bir para borcu olması gerekir. Zira, munzam zararın istenmesi her türlü borç bakımından değil, sadece para borçları için mümkündür. Para borcunun kaynağı ise önemli değildir;

Munzam zararın tazmini sadece tüketim ödüncü sözleşmesine münhasır değildir. Meselâ, sözleşme, haksız fiil, sebepsiz zenginleşme veya vekâletsiz işgörmeden doğan para borcunda munzam zararın tazmini söz konusu olabilir. Bunun için her şeyden önce borçlunun temerrüde düşmüş olması gerekir.

B.Borçlunun Temerrüdü
Türk Borçlar Kanunu 117. maddesi uyarınca davalı borçlunun usulüne uygun olarak temerrüde düşürülmesi gerekir. Borçlu temerrüde düşürülmemişse borçlu hakkında yapılan icra takip tarihinde veya dava açılmışsa dava tarihinde borçlunun temerrüdü oluşur.

C. Munzam Zarar
Munzam zararın tazmini için aranan şartlardan üçüncüsü zarardır. Nitekim, bu şart “temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa” ifadesi ile TBK. m. 122/1 hükmünde açıkça belirtilmektedir. Ancak, söz konusu hükümde zararın türü ve niteliği konusunda açıklık yoktur. Bununla beraber munzam zarar da zarar teorisindeki genel esaslara uygun biçimde anlaşılmalıdır.

Türk-İsviçre Hukuku’nda zarar daha ziyade dar anlamda, yani maddî zararı ifade etmek için kullanılır. Eksilmenin malvarlığında ortaya çıkması halinde maddî zarardan bahsedilir. Malvarlığındaki eksilme, alacaklının, zarar veren davranıştan sonra malvarlığının mevcut hali ile bu olay meydana gelmeseydi göstereceği hal arasındaki farkı ifade eder. Bu tanım çerçevesinde munzam zarar da bir tür maddî zarardır. Bu zarar gerek doktrinde gerekse Yargıtay içtihatlarında (müspet) olumlu zarar olarak nitelendirilmektedir. Munzam zarardan söz edebilmek için temerrüt faizini aşan bir zararın meydana gelmesi gerekir. Şu halde, munzam zarar hesaplanırken, bundan temerrüt faizinin çıkarılması gerekir. Munzam zarar çeşitli tarzlarda ortaya çıkabilir. Alacaklı, borçlunun kendisine para borcunu ödememesi sonucunda üçüncü kişiye olan borcunu ifa edemediği için temerrüde düşmüş ve kendisinin aldığı temerrüt faizinden daha yüksek bir temerrüt faizini ödemek zorunda kalmış olabilir. Alacağını zamanında tahsil edemeyen alacaklı şirket, üçüncü kişiye olan ve vadesi gelmiş borcunu ödemek için ihtiyacı olan krediyi 3. kişilerden sağlaması nedeniyle malvarlığında meydana gelen eksilmeden dolayı da munzam zararı oluşabilir.

D. Uygun İlliyet Bağı
Munzam zararın tazmini için söz konusu zararla borçlunun temerrüdü arasında uygun illiyet bağının varlığı aranır. Buna göre, alacaklının temerrüt faizini aşan zararı ile borçlunun temerrüdü arasında uygun illiyet bağı bulunmalıdır. Şayet alacaklının uğradığını iddia ettiği zararla borçlunun temerrüdü arasında hiçbir illiyet bağı yoksa borçlu munzam zarardan sorumlu tutulamaz, Alacaklının uğradığı munzam zarar objektif bir şekilde genel hayat tecrübelerine ve olayların normal akışına göre borçlunun temerrüde düşmüş olmasının sonucu sayılabilirse borçlu aşkın zarardan sorumlu tutulur. Yani, borçlunun temerrüdü böyle bir zarara yol açmaya elverişli olmalıdır. Aksi takdirde, alacaklı munzam zararın tazminini isteyemez.

Genel esas, burada da geçerlidir. Bu itibarla, munzam zarar ile fiil arasındaki uygun illiyet bağının var olduğunu gösteren tüm olguları ispatlaması gereken taraf davacıdır. Dolayısıyla, alacaklı uygun illiyet bağının bulunduğunu ortaya koyan vakıaları ve bunların dayanağı olan delilleri mahkemeye sunmalıdır.

E. Kusur
Borçlunun temerrüde düşmesi veya temerrüt faizi ödemesi için kusur şart değildir. Munzam zararın tazmini ise temerrüdün kusura bağlı sonuçlarından biridir. Gerçekten de, kusur, munzam zarar istemi bakımından mutlaka bulunması gereken bir unsurdur. TBK. m. 122/1 gereğince “borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe” faizi aşan zararı da tazmin etmekle yükümlüdür. Kusurun derecesi ise sorumluluğun doğması bakımından önemli değildir; borçlu her türlü kusurundan sorumludur. Borçlu hafif ihmali sonucunda temerrüde düşmüş olsa bile temerrüt sebebiyle doğan ve faizle karşılanamayan munzam zararı tazmin etmek zorunda kalır.

TBK. m. 112 hükmüyle uyumlu olarak TBK. m. 122 hükmünde de alacaklı yararına bir kusur karinesi kabul edilmiştir. Buna göre, alacaklı borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olduğunu ispatla yükümlü değildir; borçlunun kusurlu olduğu varsayılmaktadır. Borçlunun sorumluluktan kurtulması için kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını ispatlaması gerekir.

Borçlu temerrüde düşmekte kusursuz olduğunu çeşitli şekillerde ispatlayabilir. Meselâ, alacaklıya zamanında ulaşacak şekilde gönderdiği paranın kendi kusurundan kaynaklanmayan bir sebeple geciktiğini ispatlayan borçlu munzam zararı tazmin yükümlülüğünden kurtulabilir. Aynı esas, alacağın varlığından haberdar olmadığını ve bunda bir kusurunun bulunmadığını ya da ödemeyi zamanında yapmamasının beklenilmeyen bir halden kaynaklandığını ispatlayan borçlu için de geçerlidir.

MUNZAM ZARARIN İSPATI:

Munzam zararın hesaplanmasında somut ve soyut yöntemler dikkate alınır.

Somut yöntemde; davacı alacaklının munzam zarar kaleminin oluştuğunu somut bir biçimde ispatlaması gerekir. Örneğin borcunu zamanında tahsil edememesi nedeniyle kredi borçlanması yaptığını veya 3. kişilere borcunu zamanında ödeyememesi nedeniyle temerrüd faizi ödediğini, cezai şart gibi ödemelerde bulunduğunu, yine dövizle yapmış olduğu borçlanmadan dolayı borcunu zamanında ödeyememiş olması nedeniyle kur farkından kaynaklanan zararı olduğunu, ödemekle yükümlü olduğu vergi, sosyal sigorta prim ödemeleri gibi ödemeleri zamanında ifa edememesi nedeniyle gecikme faizi ödemek zorunda kaldığını iddia ederek bu zararını ispatlayabilir.

Soyut yöntemde; yaşayan hayatın gerçekleri ve deneyimlerinin zorunlu kıldığı herkesçe bilinen normal durumlar ile fiili karineler başka bir deyişle Türk Medeni Kanunu’nun 6. maddesinde belirtilen genel kuralın istisnaları şeklinde ispat yükünü ortadan kaldıran olgular, ispat hukuku açısından alacaklı lehine değerlendirilir. Ülkemizde seyreden hiper enflasyon nedeniyle bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için çaba ve girişimlerde bulunmak, örneğin en azından vadeli mevduat, altın, devlet tahvili, döviz gibi yatırımlarda değerlendirmesi olayların normal akışına, hayat tecrübesine uygun bir karine olarak kabul edilmesi zorunludur. Enflasyonist ortamda yaşayan normal makul bir insanın parasını atıl bir biçimde tutmayacağı, gelir getirecek bir yatırıma yatıracağı bilinen bir gerçektir. 818 sayılı Borçlar Kanun’un 232 (TBK 187, madde de belirtildiği üzere herkesçe bilinen vakıalarla ikrar edilmiş vakıalar çekişmeli sayılmaz). Yasal deyimle bu maruf ve meşhur vakıaların ispatına gerek yoktur.
Yüksek Enflasyon Dönemlerinde;
Sürekli ve yüksek enflasyonun görüldüğü ülke ekonomilerinde para borcunun zamanında ödenmemesi halinde alacaklının borçluyu temerrüde düşürmesi, borcun ifasının uzun süre alması nedeniyle alacaklı her zaman zarara uğrar. Bu zararın bazı ispat kolaylıkları ile de olsa ispat edilmesi gerekir. Paranın değer kaybetmesi alacaklının mal varlığında bir eksilmeye yol açması halinde alacaklının zararının bulunduğu kabul edilmelidir.

Normal Enflasyon Döneminde;

Normal enflasyon dönemlerinde temerrütten sonra ifa anına kadar paranın değer kaybetmesi kural olarak zararın varlığını göstermez. Enflasyon ülke ekonomisinde süreklilik ve yükseklik arzetmiyorsa bu durumda alacaklının somut olaylarla zararını ispatlaması gerekir.

20.10.1989 gün ve 1988/4 esas 1989/3 karar sayılı İçtihatı Birleştirme Büyük Genel Kurulu kararında “para her zaman kullanılması mümkün ve temettü meta olduğundan geç ödenmesi halinde zararın varlığı kesindir.” denilerek para borcunu ödemekte geciken borçlunun bu eyleminden dolayı alacaklının zararının doğacağı kabul edilmiştir.

Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuru sonucunda vermiş olduğu, 21.12.2017 gün ve 2014/2267 sayılı başvuru no.lu kararına konu uyuşmazlıkta, başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi ve olağan dışı bir külfet yüklendiği, bu tespite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle somut olay bakımından kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine değerlendirilip mülkiyet hakkının ihlâl edildiğine ve yeniden yargılama yapılmasına karar verilmiş olması karşısında, hak ihlâline neden olmamak düşüncesiyle munzam zararın somut delillerle kanıtlanması gerektiği uygulamasından vazgeçilmiş, gelişen ekonomik koşullar, mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasındaki adil dengenin korunması Anayasa Mahkemesi’nin ihlâl kararlarının bağlayıcılığı gözönünde tutularak enflasyon ve buna bağlı olarak döviz kurları, mevduat faizleri, devlet tahvilleri ve diğer yatırım araçlarının faiz oranları ile birlikte getirilerinin temerrüt faizden fazla olması halinde munzam zararın varlığının karine olarak kabul edilmesi gerektiği benimsenmiştir.

Yine Anayasa Mahkemesi’nin 2017-24810 başvuru numaralı 27.11. 2019 tarihli kararında da aynı ilkelere temas edilmiştir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 57031/12 başvuru no.lu Suna Denizci/Türkiye hakkında verilen kararda da munzam zararın talep edilebileceği belirtilmiştir.

Yukarıda belirtilen kararlar uyarınca kişinin mal varlığında meydana gelen azalmanın mülkiyet hakkının ihlâli niteliğinde olduğu munzam zarar ispatı konusunda katı ispat kurallarına bağlı kalındığında ihlâl kararları verildiği ve tazminata hükmedildiği yine yüksek enflasyonist dönemlerde borçlunun borcunu ödemeyerek düşük temerrüt faizinden yararlanarak haksız kazanç elde ettiği ve borçlunun borcunu ödememesi, direngen durumda olması nedeniyle mahkemelerdeki dava sayısının hızla arttığı görülmektedir. Bu nedenle yüksek enflasyonist dönemde soyut yöntemin dikkate alınması tüm bu sakıncaları ortadan kaldıracak, adaletin gerçekleşmesini sağlayacaktır. Her somut olayın özelliği de dikkate alınarak bulunulacak zarar miktarının TBK’nun 50 ve 51. maddeleri (mülga BK’nın 42 ve 43 md) kapsamında değerlendirilerek belirlenmesi gerekir.

Munzam zararın hesap yönteminde dikkate alınacak ekonomik veriler;
1 . Her yıl itibariyle gerçekleşen TEFE- TÜFE, oranı

2. Bankaların 3 aylık ortalama vadeli mevduat faiz oranları,

3. Devlet tahvillerine verilen faiz oranları

4. Döviz kurlarındaki Amerikan Doları ve Euro değişim oranları

5. Asgari ücret artışı

6. Altın fiyatlarındaki artış

Sepetteki bu verilerin ortalamasının mahkemece zararın hesaplanmasında dikkate alınması gerekir.

ZAMANAŞIMI:
Munzam zararın tazmini davası 818 sayılı BK’nın 125 ve Türk Borçlar Kanunu’nun 146. maddesi uyarınca 10 senelik zamanaşımı süresine tabidir. Zamanaşımının başlangıç tarihi ise alacaklının alacağının tamamının tahsil edildiği tarihtir.

Somut olayda, davacının davalı kooperatifin üyesi olduğu, kooperatifçe kendisine tahsis edilen konutun davalının borcundan dolayı satıldığı, davalı tarafından davacıya 28.08.2017 tanzim, 29.12.2017 vade tarihli senet verildiği, senedin vadesinde ödenmediği ve davacının 08.02.2018 tarihinde icra takibine geçtiği, davacının icra takip sonucu alacağını 24.07.2023 tarihinde tahsil ettiği, temerrüt tarihi olan 29.12.2017 tarihinden alacağın tahsil edildiği 24.07.2023 tarihine kadar ülkemizdeki enflasyon oranları, yabancı paranın değer artışı, altın fiyatlarının artışı, vadeli mevduat faiz oranları, devlet tahviline verilen faiz oranı, asgari ücret artışı gibi ekonomik göstergeler yine o dönem içerisindeki yasal faiz oranları dikkate alındığında, davacı alacaklının parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çabada bulunmasının hayatın olağan akışına da uygun olduğu, en azından paranın değer kaybını önlemek için döviz, altın, vadeli mevduat hesabı, devlet tahvili gibi yatırımlara yönelmesinin doğal olduğu kanaatine varılmakla, davacı alacaklının temerrüt faiz oranı üzerinde aşkın zararı (munzam) oluştuğunun kabulü gerekir.

Mahkemece konusunda uzman bilirkişi veya bilirkişi kurulundan yukarıda belirtilen ekonomik unsurlar dikkate alınarak oluşturulan sepet hesabına göre davacı alacaklının temerrüt faizini aşan bir zarara uğrayıp uğramadığı tespit edilerek, varsa bu zarar miktarından da davacı tarafından tahsil edilen temerrüt faiz miktarı çıkartılarak, davacının munzam zarar miktarı bulunup davacı alacaklının aşkın zararının (Munzam) tahsiline karar verilmesi gerekirken, davacının somut olarak zararını ispatlayamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle İlk Derece Mahkemesi kararı ile bu karara karşı yapılan istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin kararın usul ve yasaya aykırı olması nedeniyle HMK’nın 373/1. maddesi gereğince Kayseri Bölge Adliye Mahkemesi 6. Hukuk Dairesi kararı KALDIRILARAK; Kayseri 2. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 07.06.2024 tarihli, 2023/1038 Esas, 2024/588 Karar sayılı kararın BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz edene iadesine, dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Kayseri Bölge Adliye Mahkemesi 6. Hukuk Dairesi gönderilmesine, 13.01.2025 tarihinde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.

BERAAT EDEN SANIK YARARINA HAZİNE ALEYHİNE AVUKATLIK ÜCRETİNE HÜKMEDİLECEĞİ

YARGITAY

3. CEZA DAİRESİ

Esas Numarası: 2024/11927

Karar Numarası: 2025/2971

Karar Tarihi: 05.02.2025

BERAAT EDEN VE VEKİL VEYA MÜDAFİ İLE TEMSİL EDİLEN SANIK YARARINA HAZİNE ALEYHİNE MAKTU AVUKATLIK ÜCRETİNE HÜKMEDİLECEĞİ

ÖZETİ: Beraat eden ve vekil veya müdafi ile temsil edilen sanık yararına Hazine aleyhine maktu avukatlık ücretine hükmedilir. Bu hüküm, sanığın Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince görevlendirilen müdafii bulunması durumunda kovuşturma için Hazineden alınan ücretin mahsubu suretiyle uygulanır biçimindeki düzenleme dikkate alındığında kendisine Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince müdafi görevlendirilen ve İlk Derece Mahkemesince beraatine karar verilen sanık lehine hüküm tarihi itibariyle yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi ile Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Görevlendirilen Müdafi ve Vekillere Yapılacak Ödemelere İlişkin 2023 Yılı Tarifesi hükümlerine göre, Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince görevlendirilen müdafi durumunda kovuşturma için Hazineden alınan ücretin mahsubu suretiyle maktu avukatlık ücretine hükmedilmesi gerekmektedir.

MAHKEMESİ : İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi

SAYISI : 2023/315 E., 2023/1019 K.

İLK DERECE MAHKEMESİ : İzmir 18. Ağır Ceza Mahkemesi

SAYISI : 2021/94 E., 2023/109 K.

TEBLİĞNAME GÖRÜŞÜ : Onama

Bölge Adliye Mahkemesince verilen hüküm temyiz edilmekle;

Temyiz edenin sıfatı, başvurunun süresi, kararın niteliği ve temyiz sebeplerine göre dosya incelendi, gereği düşünüldü;

Temyiz talebinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi;

Sanık müdafiinin temyiz talebinin sadece vekalet ücretiyle sınırlı olduğu belirlenerek yapılan incelemede;

1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 168 ve hüküm tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 14/4 üncü maddesinde yer alan “Beraat eden ve vekil veya müdafi ile temsil edilen sanık yararına Hazine aleyhine maktu avukatlık ücretine hükmedilir. Bu hüküm, sanığın 4.12.2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince görevlendirilen müdafii bulunması durumunda kovuşturma için Hazineden alınan ücretin mahsubu suretiyle uygulanır” biçimindeki düzenleme dikkate alındığında kendisine 5271 sayılı CMK gereğince müdafi görevlendirilen ve İlk Derece Mahkemesince beraatine karar verilen sanık lehine hüküm tarihi itibariyle yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi ile Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Görevlendirilen Müdafi ve Vekillere Yapılacak Ödemelere İlişkin 2023 Yılı Tarifesi hükümlerine göre, 5271 sayılı CMK gereğince görevlendirilen müdafi durumunda kovuşturma için Hazineden alınan ücretin mahsubu suretiyle maktu avukatlık ücretine hükmedilmesi gerektiğinin gözetilmemesi,

Kanuna aykırı, sanık müdafiinin temyiz istemi bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, hükmün bu nedenle BOZULMASINA, ancak yeniden duruşma yapılmasını gerektirmeyen bu hususun 5271 sayılı CMK’nın 303/1 inci maddesi uyarınca düzeltilmesi mümkün bulunduğundan, hüküm fıkrasına “Sanığın 5271 sayılı CMK gereğince müdafi ile temsil edildiğinden, hüküm tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi ile Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Görevlendirilen Müdafi ve Vekillere Yapılacak Ödemelere İlişkin 2023 Yılı Tarifesi hükümlerine göre 17.400,00 TL maktu vekalet ücretinin Hazineden alınarak sanığa verilmesine” ibarelerin eklenmesi suretiyle diğer yönleri usul ve kanuna uygun bulunan hükmün Tebliğname’ye kısmen uygun olarak DÜZELTİLEREK ONANMASI, dava dosyasının, 5271 sayılı CMK’nın 304. maddesi uyarınca İzmir 18. Ağır Ceza Mahkemesine, Yargıtay ilâmının bir örneğinin ise İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 05.02.2025 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

Exit mobile version