ÖNALIM HAKKI- PAYLI MÜLKİYET – AKRABAYA YAPILAN SATIŞ

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS: 2010/6-572
KARAR:2010/656

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ : İstanbul 1.Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 20.04.2010
NUMARASI : 2009/326 E-2010/95 K.

Taraflar arasındaki “önalım” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 1.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 18.12.2008 gün ve 2006/68 E., 2008/296 K. sayılı kararın incelenmesinin davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 6.Hukuk Dairesinin 16.06.2009 gün ve 2009/3776 E., 2009/5728 K. sayılı ilamı ile;

(“…Uyuşmazlık, önalım hakkına konu edilen payın iptali ile davacılar adına tesciline ilişkindir. Mahkemece davanın reddine karar verilmesi üzerine hüküm davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davacılar vekili, dava dilekçesinde, müvekkillerinin 22 No’lu parselin paydaşlarından olduğunu, taşınmazın paydaşlarından S… ve R… U… ’nın paylarını 24.5.2005 tarihinde davalıya sattıklarını tapu sicil müdürlüğünden 15.5.2006 tarihinde öğrendiklerini, önalım hakkını kullanmak istediklerini, önalım bedelini depo etmeye hazır olduklarını belirterek, davalı adına kayıtlı payın iptali ile davacılar adına tescilini talep etmiştir. Davalı vekili, davacıların anneleri E… U… ’nın da davaya dahil edilmesi gerektiğini, tapuda satış olarak tesis edilen işlemin aslında akrabalar arası bir bağışlama tasarrufu olduğunu, önalım hakkının doğmadığını, payın teyzeleri tarafından davalıya bağışlandığını, davalıya küçük yaşlarından beri teyzelerinin baktığını, halen kırküç yaşında olan davalının da vefa ve minnet borcunu ödeyebilmek ve yaşlılık zamanlarında destek olabilmek için her gün uğrayıp ihtiyaçlarını giderdiğini, ancak davalının son zamanlarda ekonomik yönden zor durumda kaldığını, teyzelerinin de davalıya destek olmak amacı ile miras hisselerini devrettiklerini, ancak fazla harç ödememek için temliki satış gibi gösterdiklerini, bu durumu bilmelerine rağmen davacıların kötü niyetle önalım davası açtıklarını, davalının ekonomik durumu ile payın rayiç değeri dikkate alındığında yapılan işlemin hibe olduğunun anlaşılacağını belirterek, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.

Paylı mülkiyet halindeki taşınmazın paydaşı payını karı-kocaya evlada veyahut akrabaya temlik ederse şeklen satış olarak gösterilen bu akdin gerçekte satış olmayıp miras hakkına bağlı veya hibe gibi maksada yönelik işlem olduğu iddia ve ispat edilirse önalım hakkının ileri sürülemeyeceği 27.3.1957 gün ve 12/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda açıkça belirtilmiştir. Bu yöndeki savunmanın tanık dahil her türlü delille kanıtlanması mümkündür. Anılan İçtihadı Birleştirme Kararı sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı kuralının bir istinasıdır.

Olayımıza gelince: A…. Mahallesi … ada 22 No’lu parselde dava konusu edilen 16/24 pay taşınmazın paydaşlarından S… Ve R… U… tarafından 24.5.2005 tarihinde davalıya 32.000 YTL bedelle satılmış, davacılar da 23.5.2006 tarihinde süresinde açtıkları işbu dava ile önalım hakkının tanınmasını istemiştir. Davalı her ne kadar söz konusu payın tapuda satış gösterilse de, teyzeleri tarafından kendisine miras hakkına bağlı olarak hibe edildiğini savunmuş ise de tapuda yapılan işlemin tarafı olan davalı yapmış olduğu sözleşme ile bağlı olduğundan temlikin muvazaalı olduğu iddiasında bulunarak kendi muvazaasına dayanamayacağı gibi, temlikte bulunan S… Ve R… U… bekar ve çocuksuz olmakla birlikte davalının annesi B… H… (U… ) sağ olduğundan ve işlemin tarafları arasında doğrudan miras bağı bulunmadığından olayda 27.03.1957 gün ve 12/2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’nın uygulanma olanağı da yoktur. Bu durumda tapuda satış olarak yapılan temlike karşı taşınmazın paydaşı olan davacıların önalım hakkını kullanmasında bir usulsüzlük bulunmamaktadır. Mahkemece davacılara tapuda gösterilen satış bedeli ve tapu harç ve masrafları üzerinden önalım bedelini depo etmeleri yönünden uygun süre ve olanak verilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmediğinden kararın bozulması gerekmiştir…”)

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN : Davacılar vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

S O N U Ç : Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 15.12.2010 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY YAZISI

Uyuşmazlık; 27.03.1957 tarih 12/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için temlik eden ile temellük eden arasında “mutlaka mirasçılık ilişkisinin” bulunması gerekip, gerekmediği noktasındadır.

TMK.nun 732.maddesinde;Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması halinde diğer paydaşların önalım hakkını kullanabilecekleri öngörülmüştür. Ancak, bu hakkın kullanılabilmesi için yapılan temlikin gerçek bir satış olması gerekir.

Temlikin hibe şeklinde yapılması durumunda önalım hakkı kullanılamaz. Hibede bir malın bedelsiz olarak bir kimsenin mülkiyetine geçirilmesi amaçlandığından önalım hakkına konu edilmesi mümkün değildir. Ancak, hibenin muvazaalı olduğu, işlemin gerçekte satış amacıyla gerçekleştirildiği davacı tarafça iddia ve ispat edildiğinde önalım hakkı kullanılabilecektir. Davacı temlik işleminin tarafı olmadığından muvazaa iddiasını her türlü delille kanıtlama olanağına sahiptir.

Temlik işlemi satış olarak gösterilmek suretiyle gerçekte bir “hibe” işlemi yapılmış ise, bu satışa karşı önalım hakkının kullanılması halinde işlemin tarafı olan davalı, yapılan işlemin satış olmayıp, gerçekte hibe olduğu savunmasında bulunamaz. Zira davalı bu işlemin tarafı olup, kendi muvazaasına dayanamaz.

Hibede bir malın bedelsiz olarak bir kimsenin mülkiyetine geçirilmesi amaçlandığından önalım hakkına konu edilmesi mümkün değildir.

Temlik işlemi satış olarak gösterilmek suretiyle gerçekte bir “hibe” işlemi yapılmış ise, bu satışa karşı önalım hakkının kullanılması halinde işlemin tarafı olan davalı, yapılan işlemin satış olmayıp, gerçekte hibe olduğu savunmasında bulunamaz. Zira davalı bu işlemin tarafı olup, kendi muvazaasına dayanamaz. Ancak, 27.3.1957 tarih 12/2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile buna bir istisna getirilmiş, “müşterek mülkün paydaşının payını, karı ve kocaya çocuklarına veyahut akrabaya temlik etmesi halinde şeklen satış akdi bulunsa bile gerçekte satıştan başka miras hukukuna bağlı amaçların ve bağış gibi sair düşüncelerin hakim olduğu durumlarda Medeni Kanunun gerçek satışlar için kabul ettiği şufa hakkı kullanılamaz” denilmek suretiyle karar gerekçesinde açıklanan hallerde önalım hakkının kullanılamayacağı kabul edilmiştir.

Yukarıda belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için davalının, tapudaki işlemin satış gibi gösterilmiş olmasına rağmen gerçekte satış olmadığını, miras hukukundan kaynaklandığını yada bağış gibi maksada yönelik bir işlem olduğunu savunması ve bu savunmasını kanıtlaması gerekir.

Sayın çoğunluk; İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için, işlemin tarafları arasında doğrudan bir mirasçılık ilişkisi bulunmasını aramaktadır.

Gerçekten İçtihadı Birleştirme Kararı’da sadece mirasçılık ilişkisini mi aramaktadır? Asıl üzerinde durulması gereken nokta budur. Kararın uygulanabilmesi için mutlak olarak mirasçılık ilişkisinin varlığı aranmış olsaydı; içeriğinde ve sonuç kısmında yoruma açık bir ifade yerine “temlik işlemi şeklen satış olsa da temellük eden temlik edenin mirasçısı ise ve bu temlik işlemi ile gerçekte miras hakkının devri veya hibe amaçlanmış ise önalım hakkı kullanılamaz.” denilmeliydi. “Akrabaya” temlikten söz edilmemesi gerekirdi. Çünkü akraba kavramı mirasçıya göre daha geniş bir kavramdır. Mirasçı dışında daha geniş bir karabet durumunu ifade etmektedir. Başka bir deyişle Hazine dışındaki her yasal mirasçı akraba sayılır ise de, her akraba mirasçı sayılamaz. Kararda bu iki kavrama bilinçli olarak ayrı ayrı yer verilmiştir. Bu nedenle kararın içeriğinde ve sonuç kısmında sadece mirasçıya yapılan temlikten söz edilmemiştir. İçtihadı Birleştirme Kararları konularıyla sınırlı, gerekçeleri ile açıklayıcı ve sonuçları itibariyle de bağlayıcı olan kanun hükmündeki hukuk kurallarındandır. Kanun neyi emrediyorsa ona göre uygulama yapılmalıdır. Amaç ve ruhuna aykırı olarak uygulanması daraltılıp-genişletilemez. Söz konusu kararda, mutlaka bir mirasçılık ilişkisinin bulunması aranmadığı halde taraflar arasında mutlaka ve doğrudan bir mirasçılık ilişkisinin bulunması gerektiği görüşü, İçtihadı Birleştirme Kararı’nın amaç ve ruhuna aykırıdır.

Sayın çoğunluğu doğrudan miras ilişkisinin varlığını aramaya götüren düşüncenin altında her akrabaya yapılan temlikte kararın uygulanması istenirse ne olacak endişesi bulunduğu anlaşılmaktadır. Elbette ki bu karar her akrabaya yapılan temlikte mutlaka uygulanmayacaktır. Bu endişeyi de gidermek için İçtihadı Birleştirme Kararı gerekçesinde bunun sınırlarını da açıkça ortaya koymuştur. Görünürde satış olsa bile, önemli ve tesbiti gereken hususun, akidin maksadını tayin etmekten ibaret bulunduğu, bunun da sözleşmenin yapıldığı hal ve şartlara göre değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Alıcının, satıcının mirasçısı yada akrabası olması, bedelin düşük bulunması veya kendisine temlik olunan şahsın ödeme kabiliyetinin bulunmaması gibi hallerin sözleşmenin mahiyetini ve vasfını tayin ve takdire yardım eden amiller olduğu da açıklanmıştır.

Hakim, her somut olayda İçtihadı Birleştirme Kararını uygulayabilmek için, temlik eden ile temellük eden arasındaki yakınlığı saptayacak, kendisine hibe yapılmasını gerektiren özel durumları tespit edecek, gerçekte bir bedel ödenip ödenmediğini, temellük edenin ekonomik durumunu araştırarak bu şekilde temlik edenin asıl maksadını belirledikten sonra İçtihadı Birleştirme Kararı’nın uygulanıp uygulanmayacağına karar verecektir.

Bu açıklamalardan sonra somut olaya bakıldığında; dava konusu Alemdar Mahallesi 46 ada 22 parsel sayılı taşınmazda 8/24’er pay sahibi bulunan Saadet ve Rabia Uluca’nın bu paylarını 24.5.2005 tarihinde toplam 32.000.-YTL bedelle davalıya satmışlar, davacılar 23.5.2006 tarihinde açtıkları bu dava ile önalım hakkı sebebiyle pay tapu kayıtlarının iptali ile adlarına tescilini istemişlerdir. Davalı, görünürde “satış” şeklinde olan temlik işleminin gerçekte bir satış olmadığını, gerçekte payların kendisine bağışlandığını savunarak bu konuda delil göstermiştir.

Dosyada bulunan nüfus kayıtlarından S… (82 yaşında) ve R… (88 yaşında) U…’ın davalının teyzeleri olduğu bekar ve çocuksuz oldukları anlaşılmaktadır. Dinlenen davacı ve davalı tanıkları, özellikle davacıların annesi olan E… U… ; davalının, teyzeleri olan S… ve R… U… tarafından büyütüldüğünü, onu çocukları gibi gördüklerini, davalının da teyzeleri ile ilgilenip onlara bakıp gözettiğini, dava konusu payların teyzeleri tarafından davalıya hibe edildiğini, bu işlem için para ödemediğini esasen ödeme gücüde bulunmadığını net bir şekilde bildirmişlerdir. Bu olguların davalının kuzenleri olan davacılar tarafından da bilindiği anlaşılmaktadır. Yapılan keşif sonucu dava konusu payların satış tarihi itibariyle toplam 576.000.00.-YTL değerinde olduğu da saptanmıştır.

Olayımızda davalı, satıcıların doğrudan mirasçısı değil ise de; yakın mirasçısı durumundadır. Somut olayın özelliğine göre değerlendirme yapıldığında teyzelerinin bakım ve gözetimini üstlenen Onların her türlü ihtiyaçları ile ilgilenen bu nedenle teyzelerinin çocukları gibi gördükleri müstakbel mirasçısı durumundaki davalıya dava konusu taşınmazdaki paylarını görünürde satış olsa da aslında bağışlama düşüncesiyle temlik ettiklerinin, yapılan temlik işleminin 27.3.1957 günlü 12/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı kapsamında değerlendirilmesi gerektiğinin kabulü gerekir. Temellük edenin doğrudan mirasçı olması gerekli değildir. Her somut olay yukarıdaki ilkeler doğrultusunda araştırılıp değerlendirilmelidir.(HGK.’nun 13.12.1995 gün ve 1995/6-894-1114 sayılı, 14.1.1993 gün 1993/6-8-159 sayılı, 7.12.1988 gün 1988/6-797-995 sayılı kararlarıda bu doğrultuda olup, temlik eden ile temellük eden arasında doğrudan bir mirasçılık ilişkisi aranmamıştır.) Bu konuda giderilmiş bir içtihat aykırılığı variken yeni bir içtihat aykırılığı yaratılmamalıdır. Açıklanan nedenlerle davanın reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Usul ve yasaya uygun olan yerel mahkemenin direnme kararı yerinde olup, diğer yönlerin incelenmesi gerektiğinden Daireye gönderilmesini düşündüğümden sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyorum.

İBRANAME- FAZLAYA İLİŞKİN HAKLARIN SAKLI TUTULMASI İKİ YILLIK HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜREYİ ORTADAN KALDIRIR

T.C

YARGITAY

17.HUKUK DAİRESİ

ESAS : 2015/16691

KARAR: 2018/9402 

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, müvekkilinin … plaka sayılı araç içerisinde iken 08/12/2006 tarihinde geçirdiği trafik kazası neticesinde malul kaldığını, davalı … şirketinin … plaka sayılı aracın koltuk sigortacısı olduğunu, kazadan sonra davalı … şirketince sadece 8.050,00 TL ödeme yapıldığını, davalı şirketçe müvekkiline ödenmesi gereken miktarın çok altında bir ödeme yapıldığını, ibranamede fazlaya ilişkin talep ve hakları saklı tutulduğundan bakiye alacağın davalıdan tahsili için iş bu davayı açmak zorunda kaldıklarını belirterek ve fazlaya ilişkin hakları saklı tutularak 3.000,00 TL maddi tazminatın temerrüt tarihinden itibaren avans faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir

Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, 2918 sayılı KTK’nın 111.maddesindeki 2 yıllık sürenin geçmiş olduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Dava, trafik kazasından kaynaklanan iş göremezlik tazminatı istemine ilişkindir.
KTK’nın 111. maddesi uyarınca, tazminat miktarlarına ilişkin olup da yetersiz veya fahiş olduğu açıkça belli olan anlaşmalar veya uzlaşmalar yapıldıkları tarihten itibaren 2 yıl içinde iptal edilebilirler. Yasanın bu hükmünden yararlanmak için ibra belgesinin iptalinin açıkça ve ayrıca istenmesine gerek olmayıp, dava sırasında bu husus ileri sürülebileceği gibi, yapıldığı tarihten itibaren 2 yıl içinde hükümlerinin kabul edilmediğine ilişkin bir irade açıklaması da yeterlidir. Yasada belirtilen 2 yıllık süre hak düşürücü süre olup, mahkemece re’sen dikkate alınması gerekir.

Somut olayda; olay nedeniyle davalı tarafından davacıya poliçe hükümleri gereğince 03.06.2011 tarihinde 8.050,00 TL ödeme yapılmış ve 26.05.2011 tarihli ibraname imzalanmıştır. Eldeki davanın 25/03/2015 tarihinde açılmış olmasına göre, KTK 111. maddede öngörülen 2 yıllık hak düşürücü sürenin geçirildiği düşünülebilirse de, ibranamenin alt kısmında, davacı tarafça fazlaya ilişkin hakların saklı tutulduğu ve 8.050,00 TL ödeme miktarı ile sınırlı olarak ibra ettiklerinin belirtilmiş olduğu anlaşılmış olup, bu durumda artık kayıtsız şartsız bir ibradan bahsedilemeyecek olduğundan KTK’nın 111. maddesindeki 2 yıllık hakdüşürücü sürenin somut olayda uygulanma olanağı bulunmamaktadır.
O halde mahkemece davanın esasına girilerek yapılacak araştırma ve inceleme sonucuna göre bir karar vermesi gerekirken yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine 23/10/2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

TRAFİK KAZASI- KISMİ ÖDEME- HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRE

T.C

YARGITAY

17. HUKUK DAİRESİ

ESAS : 2018/5611

KARAR:2018/10944

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacılar vekili, davalı … şirketine sigortalı bulunan … plakalı araç sürücüsü … … 16/04/2009 tarihinde… …’in ölümüne sebebiyet verdiğini,…’nin anne ve babası olan müvekkillerinin davalı … şirketine müracaat ettiklerini ve 28/04/2009 tarihinde 5.693,00 TL ödeme yapıldığını, yapılan bu ödemenin … poliçesi limitinin çok altında olduğunu belirterek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydı ile şimdilik müvekkilleri için ayrı ayrı 500,00’er TL’den 1.000,00 TL’nin davalıdan tahsili ile müvekkiline ödenmesine karar verilmesini talep etmiş, yargılama sırasında talebini toplam 53.352 TL’ye yükseltmiştir.

Davalı vekili, olaya bağlı olarak davacılara ibraname karşılığında ödeme yapıldığını, bu ödemenin eksik olduğuna ilişkin dava açma süresinin 2 yıl olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, davanın kabulü ile davacı … için 27.530,00 TL, davacı … için 25.822,00 TL’nin davalı yandan alınıp davacı yana verilmesine hüküm altına alınan meblağlardan ayrı ayrı 500,00’er TL’sine dava tarihi bakiyesine ise ıslah tarihinden itibaren yasal faiz yürütülmesine karar verilmiş; hüküm, davalı vekilince temyiz edilmiştir.
1-Dava, trafik kazası nedeniyle destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir.

2918 sayılı …’nın 111.maddesine göre; “Bu Kanunla öngörülen hukuki sorumluluğu kaldıran veya daraltan anlaşmalar geçersizdir. Tazminat miktarlarına ilişkin olup da, yetersiz veya fahiş olduğu açıkça belli olan anlaşmalar veya uzlaşmalar yapıldıkları tarihten başlayarak iki yıl içinde iptal edilebilir.”

Somut olaya bakıldığında; dava açılmadan önce davalı … şirketi tarafından davacılar anne ve babaya 26/8/2009 tarihinde yapılan toplam 5.693,88 TL ödeme nedeniyle … şirketi kayıtsız şartsız ve tamamen ibra edilmiş ve bizzat davacılar tarafından bila tarihli ibraname(ler) imzalanmıştır.

Dosyanın incelenmesinden, ibraname(lerin) metni üzerinde tarih bulunmadığı, ancak ödemenin 26/8/2009 tarihinde yapıldığı anlaşılmıştır. Her ne kadar ibraname metninde tarih bulunmamakta ise de, hayatın olağan akışına göre ibranamenin ödeme tarihine yakın tarihli olacağı ve davanın ise 25/04/2013 tarihinde açılmış olduğu dikkate alındığında davalı … şirketinin davacılar ile yapmış olduğu anlaşmalar(ibralar) doğrultusunda tüm borçtan kurtulduğu anlaşılmakla, davanın … 111. maddesinde yer alan iki yıllık hakdüşürücü süre nedeniyle reddi gerekirken yazılı gerekçe ile davanın kabulü yönünde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.

2-Bozma ilamının kapsam ve şekline göre; davalı vekilinin, sair temyiz itirazlarının incelenmesine gerek görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin, sair temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine 20/11/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

ÖNALIM HAKKI – SÖZLEŞMEDE TARAF OLAN KİŞİNİN İŞLEMDE MUVAZAA SAVUNMASINDA BULUNAMAYACAĞI VE BUNU HER TÜRLÜ DELİLLE İSPAT EDEMEYECEĞİ

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
2013/2268 E. , 2015/1437 K.

Özeti:Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının, sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı ve bunu her türlü delille ispat edemeyeceği kuralının istisnası olduğu görülmektedir. Anılan kararın uygulanabilmesi için öncelikle satışın, satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçılar arasında yapılması gerekmeyip, temlikin taraflarının akraba olması yeterlidir. Temlikin akrabalar arasında satış şeklinde yapılmış olması halinde ise bu kez İçtihadı Birleştirme Kararının aradığı “hibe veya miras hukukuyla ilgili amacı” nın bulunup bulunmadığı hususunun, diğer bir ifade ile akrabalar arasında yapılan her temlikte somut uyuşmazlığın niteliğine göre temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapılmış olup olmadığının yöntemince ispatı aranmalı ve ispatı halinde temlikle önalım hakkının kullanılmasının mümkün olamayacağı gözetilmelidir.

“İçtihat Metni”

Taraflar arasındaki “önalım” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kahramanmaraş Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 10.04.2012 gün ve 2011/750 E. 2012/624 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 28.02.2013 gün ve 2012/11057 E. 2013/3524 K. sayılı ilamı ile;

“…Uyuşmazlık, önalım hakkının kullanılması nedeniyle davalı adına kayıtlı payın iptali ve davacı adına tescili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Paylı mülkiyet halindeki taşınmazın paydaşı payını karı-kocaya evlada veyahut akrabaya temlik ederse şeklen satış olarak gösterilen bu akdin gerçekte satış olmayıp miras hakkına bağlı veya hibe gibi maksada yönelik işlem olduğu iddia ve ispat edilirse önalım hakkının ileri sürülemeyeceği 27.3.1957 gün ve 12 / 2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda açıkça belirtilmiştir. Bu yöndeki savunmanın tanık dahil her türlü delille kanıtlanması mümkündür. Anılan İçtihadı Birleştirme Kararı sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı kuralının bir istinasıdır

Olayımıza gelince; Davacı vekili, dava dilekçesinde, 3952 ada 3 No’lu parselin hissedarı olduğunu, paydaşlardan A…..nin payını davalı S.. M..’ye sattığını belirterek önalım davası açmıştır. Davalı vekili cevap dilekçesinde, davalının, temlik eden A. B… torununun eşi olduğunu, temlik işleminin görünüşte satış olsa da gerçekte bağış olduğunu, temlik edenin esasen torununa yeni doğan bebeği için doğum hediyesi olarak bağış yaptığını, aralarında para alışverişi bulunmadığını, önalım hakkının kullanılamayacağını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Taraflar akraba olup, duruşmada dinlenilen davalı tanıkları benzer mahiyetteki beyanlarında özetle, “davalının, temlik eden A.. B.. ile sürekli ilgilendiğini, bakımını yaptığını, aynı apartmanda oturmakta olup, çocuğuna doğum hediyesi olarak bağışladığını beyan etmişlerdir. Bu durumda, akrabalar arasındaki satış işleminin gerçekte bağış olduğunun kabulü gerekir. Mahkemece, İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca önalım hakkının cereyan etmeyeceğinin kabulü ile davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru olmadığından hükmün bozulması gerekmiştir…” gerekçesiyle oyçokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davalı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, önalım hakkına dayalı olarak tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.

Davacı vekili, müşterek maliklerinden olduğu taşınmazın diğer hissedarı dava dışı A…. hissesini davalıya satış yolu ile devrettiğini belirterek önalım hakkı uyarınca davalının hissesinin iptali ile müvekkili adına tescilini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, tapuda satış olarak gerçekleştirilen işlemin gerçekte akrabalar arasında yapılmış bir bağış olduğunu, bağış amaçlayan temliklerde önalım hakkının kullanılamayacağını belirterek, davanın reddini savunmuştur.

Yerel mahkemece, önceki pay sahibinin vesayet altında bulunmadığı ve davalının eşinin dedesi olduğu, davalı ve eşinin mirasçı sıfatı taşımadıkları, tapuda yapılan işlemin tarafı olan davalının yapmış olduğu sözleşme ile bağlı olduğundan temlikin muvazaalı olduğu iddiasında bulunarak kendi muvazaasına dayanamayacağından bahisle davanın kabulüne dair verilen karar, davalı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmuştur.

Mahkemece, ilk kararındaki gerekçeler genişletilerek direnme kararı verilmiş, direnme kararını davalı vekili temyize getirmiştir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, somut olayda 27.03.1957 tarih ve 1956/12-1957/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanıp uygulanamayacağı, buna göre davacının önalım hakkını kullanıp kullanamayacağı noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle önalım hakkının niteliğinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Bilindiği üzere paylı mülkiyette paydaşlar arasında ortak idare ve kullanma durumu sözkonusu olduğundan paydaşların birbirlerini bilmeleri ve tanımaları önem taşımaktadır. Bu ihtiyacın gereği olarak paydaşlar arasına yabancı bir kişinin girişini engellemek, taşınmazın daha küçük parçalara ayrılmasını önleyebilmek, hisselerin mümkün olduğu kadar hissedar elinde toplanmasını temin etmek amacıyla paylı taşınmazlarda hissedarın temlik hakkı sınırlandırılarak kanuni önalım hakkı tanınmıştır.
Önalım hakkı taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan doğan takyitlerinden olup 26.12.1951 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında yenilik doğuran bir hak olduğu belirtilmiştir.

Öte yandan 20.06.1951 gün 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında ise önalım hakkının hukuki niteliği,
“Şufa hakkı, mefşu hissenin üçüncü şahsa satılması ve satışa ıttıladan itibaren bir ay içinde kullanılmış olması gibi muayyen şartlar altında kullanılacak yenilik doğurucu bir haktır ki, şefinin bu hakkı kullandığı yolundaki tek taraflı irade beyanının müşteriye vasıl olmasıyla yeni bir hukuki vaziyet meydana getirilmesine yarar. Bu hakkın kullanılmasıyla şefi yeni bir akit yapmaya hacet kalmaksızın müşteriye halef olur” şeklinde açıklanmıştır.

4721 sayılı Türk Medeni Kanununun “Yasal Önalım Hakkı-Önalım Hakkı Sahibi” başlıklı 732. maddesinde,

“Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması halinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler” hükmü öngörülmüştür.

Anılan düzenlemede önalım hakkının açık bir tarifi yapılmamakla birlikte temel prensibin mülkiyet serbestisi ve tasarruf yetkisi olduğu gözetilerek paydaşın temlik hakkı sınırlandırılırken bu sınırlandırma sınırlı tutularak sadece satım akitleri için önalım hakkı getirilmiştir.

Bu husus 20.06.1951 gün ve 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da benimsenmiş; kararın gerekçesinde, taşınmaz mülkiyetinin takyitlerinden olan kanuni önalım hakkının taşınmazda hisse sahibi bulunan şahsa, diğer bir kimsenin payının üçüncü kişiye satılması halinde o hisse müşteriye neye mal olmuş ise o miktar ile ve belli bir süre içinde satın almak yetkisini veren ayni bir hak olduğu ifade edilmiştir.

Açıkça görüldüğü üzere kanuni önalım hakkından sözedebilmek için paylı mülkiyet hükümlerine tabi bir taşınmazdaki payın üçüncü şahsa satılması gerekmektedir; önalım hakkının konusu pay satışıdır.
Buna göre gerçek bir satışın konusu olmayan ve satım niteliğinde bulunmayan pay temliklerinde yasal önalım hakkı doğmayacaktır. Önalım hakkının payın satışındaki şartlar dahilinde kullanılması gerektiğinden, payı paradan başka bir karşılıkla iktisap edenlerden onu, aynı şartlarla yerine getirmek suretiyle temellük etmeye imkan bulunmamaktadır.

Bu kapsamda temlikin hibe şeklinde olması halinde, hibede bir malın bedelsiz olarak üçüncü kişinin mülkiyetine geçirilmesi amaçlandığı ancak satış amaçlanmadığından önalım hakkı kullanılamayacaktır. Zira önalımda, önalım hakkını kullanan kişinin payı satın alana ödemekle yükümlü olduğu bedel hibede mevcut değildir, önalım hakkını kullananın hiçbir bedel ödemeden payın kendisine devrini istemesi mümkün değildir.

Payı satın alan tarafından temlik işleminin satış olarak gösterilmekle birlikte gerçekte hibe olduğu savunmasında bulunulması halinde, diğer bir anlatımla hibe ile temlikin amaçlandığının iddia edildiği hallerde; kural olarak payı temlik alan davalı muvazaalı resmi işlemin tarafı olduğundan ve hiç kimse kendi muvazaasına dayanamayacağından muvazaa iddiasının dinlenmeyeceği açıktır.

Somut uyuşmazlıkta ise davalı gerçekte miras hukukundan kaynaklanan amaçlarla yapılan hibe işleminin görünürde satış işlemi olarak gösterildiği savunmasında bulunarak, 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararını iddiasına dayanak yapmıştır.

Uyuşmazlığın çözümünde anılan İçtihatı Birleştirme Kararının kapsamı ve amacı önem taşımakta olup anılan kararın uygulanabilmesi için işlemin tarafları arasında doğrudan mirasçılık ilişkisinin bulunması gerekip gerekmediği hususunun öncelikle değerlendirilmesi ve çözümü gerekmektedir.

20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının bağlayıcı olan sonuç kısmında “Müşterek mülkün hissedarı, hissesini karı ve kocaya evlada veyahut akrabaya temlik etmesi halinde şeklen satış akdi bulunsa bile hakikatte satıştan gayri miras hukukuna müteferri maksatların veya hibe gibi mülahazaların hakim olduğu ahvalde Medeni Kanunun hakiki satışlarda kabul eylediği şufa hakkının cereyan etmeyeceğine” karar verildiği belirtilmiştir.

Anılan kararın açıklayıcı olan gerekçe kısmında ise “miras hukukuna müteallik kaidelere tevkifan veya sair mülahazalarla kendi evladına veya akrabasına satış yapması halinde de şufa cereyan edip etmeyeceği noktasının…mülahaza olunmak icap eder. Bu gibi akrabaya satışta ortada satış akdinin bir unsuru olan bedel zikredilmiş olsa bile bunu mücerret bir satış olarak kabul etmeye imkan yoktur. Çünkü burada mümellikin maksadı malının bedelini almak değil, belki akrabalık münasebeti dolayısıyla onu tesahüp etmek ve yerine geçmektir” açıklamasına yer verilmiştir.

Görüldüğü üzere kararın hem bağlayıcı olan sonuç kısmında ve hem de açıklayıcı olan gerekçe kısmında özel bir hukuki statüyü ifade eden “mirasçı” teriminin tek başına kullanılmasından özenle kaçınılmış ve daha geniş olan “akraba” kavramına da yer verilmiştir. Bu halde, kararın sadece satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçı olan kişileri kapsamına aldığının kabulü mümkün değildir.

Öte yandan, anılan karar muvazaa iddiasının mevcudiyeti halinde yol gösterici olarak, bu halde akdin amacının tespitinin zorunlu olduğunu, “müşterinin, bayiin mirasçısı olması” hususunun akdin vasfını tayinde değerlendirilecek bir emare olduğunu belirtmiştir. Temlik işleminin taraflarının birbirlerine akraba olmasının ötesinde “mirasçı” olması hususu akdin amacının satış olup olmadığını tayinde bir emare olarak kabul edilmiş ve “mirasçı” kavramına bu noktada özel olarak yer verilmiştir.

Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının, sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı ve bunu her türlü delille ispat edemeyeceği kuralının istisnası olduğu görülmektedir. Anılan kararın uygulanabilmesi için öncelikle satışın, satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçılar arasında yapılması gerekmeyip, temlikin taraflarının akraba olması yeterlidir. Temlikin akrabalar arasında satış şeklinde yapılmış olması halinde ise bu kez İçtihadı Birleştirme Kararının aradığı “hibe veya miras hukukuyla ilgili amacı” nın bulunup bulunmadığı hususunun, diğer bir ifade ile akrabalar arasında yapılan her temlikte somut uyuşmazlığın niteliğine göre temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapılmış olup olmadığının yöntemince ispatı aranmalı ve ispatı halinde temlikle önalım hakkının kullanılmasının mümkün olamayacağı gözetilmelidir.

Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15.12.2010 gün ve 2010/6-572 E. 2010/656 K.; 27.04.2011 gün ve 2011/6-38 E. 2011/225 K.; 29.04.2011 gün ve 2011/6-164 E. 2011/245 K.; 08.02.2012 gün ve 2011/6-762 E. 2012/56 K. ile 27.06.2012 gün ve 2012/6-239 E. 2012/411 K sayılı kararlarında da aynı görüş benimsenmiştir.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce tarafların yapmış oldukları sözleşme ile bağlı olduğu, 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında bahsi geçen akrabalık ilişkinin somut olayda uygulanamayacağı ileri sürülmüş ise de yukarıda açıklanan nedenlerle çoğunluk tarafından bu görüş benimsenmemiştir.

Yapılan açıklamaların ışığı altında somut uyuşmazlığa dönüldüğünde; paylı mülkiyete tabi taşınmazda paydaş olan dava dışı A… davalının eşinin dedesi olduğu ve davalının yeni doğan erkek bebeği nedeniyle doğum hediyesi olarak temlik işleminin yapıldığı, bu nedenle satış şeklinde yapılan temlik işleminin muvazaalı bulunduğu, tarafların gerçek amacının hibe olduğu ve hibe ile yapılan temlikte önalım hakkının kullanılamayacağı, 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için temlik işleminin tarafları arasında akrabalık ilişkisi bulunmasının yeterli olduğu, doğrudan mirasçılık ilişkisinin aranması gerekmediği dikkate alınarak yerel mahkemece davanın reddedilmesi gerekirken kabulüne dair kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır.

SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 27.05.2015 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

MENFİ TESPİT DAVALARINDA DAVA AÇILMADAN ÖNCE ARABULUCUYA BAŞVURU DAVA ŞARTI OLARAK KABUL EDİLEMEZ

T.C
YARGITAY
15. Hukuk Dairesi

Esas: 2020/2105 Karar: 2021/1981

“Menfi tespit davalarında dava açılmadan önce arabulucuya başvuru dava şartı olarak kabul edilemez”

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ:… Bölge Adliye Mahkemesi 15. Hukuk Dairesi

Taraflar arasındaki menfi tespit davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik verilen hüküm davacılar vekilince duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine ilgililere çağrı kağıdı gönderilmişti. Belli günde davacı vekili Avukat … ile davalı vekili Avukat …’in gelmiş olmalarıyla duruşmaya başlanarak hazır bulunan avukatların sözlü açıklamaları dinlenildikten ve temyiz dilekçesinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

K A R A R –

Davacı vekili, taraflar arasındaki 08.04.2019 tarihli sözleşme gereğince verilen bir kısım çeklerin bedelsiz kaldığının tespiti ile bu çekler nedeniyle müvekkillerinin davalıya borçlu olmadıklarının tespitine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.Davalı vekili, davanın reddini istemiştir.

İlk derece mahkemesince 6102 sayılı TTK’nın 5/A. maddesi ile 6325 sayılı Yasa’nın 18/A maddesinin 2. fıkrası hükümleri gereğince ticari nitelikteki menfi tespit davalarında dava açılmadan önce arabulucuya başvurulmasının dava şartı olduğu gerekçesiyle HMK 115/2 maddesi gereğince davanın dava şartı yokluğu nedeniyle usulden reddine dair verilen karara karşı davacı vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulması üzerine …Bölge Adliye Mahkemesi 15. Hukuk Dairesi’nce istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiş, verilen karar davacı vekilince temyiz edilmiştir.

Dava; eser sözleşmesinden kaynaklı borçlu olunmadığının tesbitine ilişkindir.Mahkemeye yöneltilmiş hukuki himaye talebi dava olarak nitelendirilir.Menfi tesbit davası 6100 sayılı HMK’nın 106. maddesinde ifade edilmiştir. Bunun yanında İİK 72. maddesinde icra hukuku açısından özel bir menfi tespit davası türü düzenlenmektedir. HMK 106. maddesi tespit davası yoluyla mahkemeden bir hakkın veya hukuki ilişkinin varlığının ya da yokluğunun yahut bir belgenin sahte olup olmadığının belirlenmesi talep edilebilir.2004 sayılı İİK’nun 72. maddesi “ Borçlu icra takibinden önce veya takip sırasında borçlu bulunmadığını ispat için menfi tesbit davası açabilir.” 6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 18/A maddesi “(1) ilgili kanunlarda arabulucuya başvurulmuş olması dava şartı olarak kabul edilmiş ise arabuluculuk süresine aşağıdaki hükümler uygulanır.”TTK’nın 5/A maddesi “Bu kanunun 4. maddesinde ve diğer kanunlarda belirtilen ticari davalardan konusu bir miktar paranın ödenmesi olan alacak ve tazminat talepleri hakkında dava açılmadan önce arabulucuya başvurulmuş olması dava şartıdır.” Hükümlerini içermektedir.

Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü Arabuluculuk Daire Başkanlığı tarafından yayınlanan “Ticari Uyuşmazlıklarda Dava Şartı Arabuluculuk” isimli kitapta menfi tesbit ve istirdat davalarında arabuluculuğun dava şartı olduğu görüşüne yer verilmiştir. Menfi tesbit davası, HMK 106. ve İİK 72. maddesinde düzenlenmiş özel bir tesbit davası türüdür. Bu davalarda bir miktar paradan borçlu olunmadığının tesbiti talep edilmekte davalar sonucunda da borçlu olunmayan kısımla ilgili olumsuz hüküm kurulmaktadır. Bu hüküm taraflar arasında kesin hüküm teşkil etse de ifa imkanı tanımayan bir tesbit hükmü niteliğindedir. TTK’nın 5/A maddesi bir miktar paranın ödenmesi, alacak ve tazminat taleplerinin dava açılmadan önce arabulucuya tabi olduğuna amirdir. Gerek HMK 106 ve gerekse İİK 72. maddesinde belirlenen menfi tesbit davaları yukarıda belitildiği gibi ifa hükmü içermeyen olumsuz tesbite yönelik davalardır. Bu itibarla kanun koyucunun TTK’nın 5/A maddesinda amaçladığı “alacağa bir an önce kavuşma” gerekçesi menfi tesbit davaları için gerekçe olamaz. Nitekim doktrinde menfi tesbit davalarının arabuluculuğa tabi olmadığı, menfi tesbit davalarında borçluyu arabulucuya müracaata zorlatmanın, arabulucuya müracaatın cebri icrayı durdurmayacağından onu takipten önce menfi tesbit davası açma hakkından mahrum burakmak anlamına geleceği ve %15 teminat yatırarak takibi tedbiren durduramayacağı bununda hak arama özgürlüğüne aykırı olduğu görüşlerine yer verilmektedir. (Bknz:Prof. Dr.Ömer Ekmekçi, Prof Dr. Muhmammet Özekes, Prof.Dr. Murat Atalı, Prof. Dr. Vural Seven Hukuk Uyuşmazlıklarında arabuluculuk 2. Baskı Sh.189-191) (Prof Dr. Süha Tanrıver Dava Şartı arabuluculuk üzerine bazı düşünceler Türkiye Barolar Birliği Dergisi Mart- Nisan 2020 Sh.111 -141) Bunun yanında İİK 89 . maddesi ve HMK 211 vd. maddelerine istinaden açılan menfi tesbit davalarında arabulucuya gitme imkanının bulunmadığı da izahtan varestedir.TTK 5/A maddesi uyarınca arabuluculuğun dava şartı olabilmesi için (1) davanın konusunun bir miktar pararın ödenmesi olmalı (2) bu talebin bir davada alacak ve tazminat olarak ileri sürülmesi gerekir. Yukarıda açıklandığı üzere menfi tesbit davalarında kanunda belirlenen şartların bulunmadığı anlaşılmaktadır. Kanun koyucu menfi tesbit davalarını zorunlu aracbuluculuğa tabi tutmak isteseydi bunu açık şekilde ifade ederdi. Yukarıda açıklandığı üzere yorum yoluyla menfi tesbit davalarını İİK 5/A maddesi kapsamına almak mümkün bulunmamaktadır. Tüm bu gerekçeler ışığında menfi tesbit davalarında dava açılmadan önce arabulucuya başvurmanın dava şartı olmadığının sonucuna varılmalıdır. Somut olayda davacı ticari nitelikteki ve eser sözleşmesi mahiyetindeki gemi tamirini konu olan sözleşme kapsamındad davalıya verilen ticari senetlerin teminat senedi olduğunu ileri sürerek davalıya borçlu olmadığının tesbitini talep etmiş olup, menfi tespit davalarında dava açılmadan önce arabulucuya başvuru dava şartı olarak kabul edilmeyeceğinden kararın davacı yararına bozulmasına karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin temyiz isteminin kabulü ile … Bölge Adliye Mahkemesi 15. Hukuk Dairesi’inin 02.06.2020 tarih ve 2020/619 esas ve 2020/535 karar sayılı kararının KALDIRILMASINA, ilk derece mahkemesi kararının davacı yararına BOZULMASINA, HMK 373/1 maddesi uyarınca dosyanın ilk derece mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 3.050,00 TL duruşma vekâlet ücretinin davalıdan alınarak Yargıtay’daki duruşmada vekille temsil olunan davacılara verilmesine, peşin alınan harcın talep halinde temyiz eden davacılara iadesine, 27.04.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.”

BAŞIBOŞ KÖPEĞİN ANİDEN YOLA ÇIKMASI NEDENİYLE MEYDANA GELEN KAZADA KÖPEĞİN YÜZDE YÜZE KUSURLU OLMASI NEDENİYLE SİGORTA ŞİRKETİNİN SORUMLULUĞUNUN BULUNMADIĞI

T.C
YARGITAY

17. Hukuk Dairesi

2016/3908 E. , 2019/2076 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda verilen hükmün duruşmalı olarak temyizen tetkiki davalı vekilince istenmiş olmakla duruşma için tayin edilen 26.2.2019 Salı günü taraflardan gelen olmadı.Temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, 19/05/2014 tarihinde dava dışı …’ın sevk ve idaresindeki aracın, aniden yola fırlayan başıboş köpeğe çarpmamak için direksiyonu kırması ve ardından direksiyon hakimiyetini kaybetmesi ile takla atması neticesinde trafik kazası meydana geldiğini, araçta yolcu olarak bulunan (müvekkilinin çocuğu) …’ın vefat ettiğini, kazada dava dışı …’ın kusurlu olup olmadığı anlaşılmamakta ise de, araçta yolcu olarak bulunan …’a kusur isnadında bulunulamayacağını, aracın davalı …. bünyesinde … ile sigortalı bulunduğunu belirterek şimdilik 3.000,00 TL’nin tahsiline karar verilmesini talep etmiş, yargılama sırasında talebini yükseltmiştir.

Mahkemece, davanın kabulü ile; 41.027,12 TL alacağın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalı taraftan alınarak; davacı tarafa verilmesine, karar verilmiş; hüküm davalı vekilince temyiz edilmiştir.

Dava, trafik kazasından kaynaklanan ölüm nedeniyle maddi(destekten yoksun kalma) tazminat istemine ilişkindir.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 91/1.maddesinde, “işletenlerin, bu Kanunun 85/1 maddesine göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere mali sorumluluk sigortası yaptırmaları zorunludur”, aynı Yasanın 85/1 maddesinde, “bir motorlu aracın işletilmesi bir kimsenin ölümüne veya yararlanmasına yahut bir şeyin zarara uğramasına sebep olursa, araç işletenin bu zarardan sorumlu olacağı” ve 85/son maddesinde ise, “ işleten ve araç işleticisi teşebbüsün sahibi, aracın sürücüsünün veya aracın kullanılmasına katılan yardımcı kişilerin kusurundan kendi kusuru gibi sorumludur.” hükümlerine yer verilmiş, Karayolları Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarının A-1.maddesinde de, “sigortacı bu poliçede tanımlanan motorlu aracın işletilmesi sırasında bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına sebebiyet vermesinden dolayı 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’na göre işletene düşen hukuki sorumluluğu, zorunlu sigorta limitlerine kadar temin eder” düzenlemesi yer almıştır.

Yukarıda açıklanan madde hükümlerinden, zorunlu mali sorumluluk sigortasının; motorlu bir aracın karayolunda işletilmesi sırasında bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına neden olması halinde, o aracı işletenin, zarara uğrayan 3. kişilere karşı olan sorumluluğunu belli limitler dahilinde karşılamayı amaçlayan ve yasaca yapılması zorunlu kılınan bir zarar sigortası türü olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre, davalı … şirketi kazaya karışan sigortalı aracın trafik sigortacısı (…) sıfatıyla, bu aracın “sebebiyet verdiği” trafik kazası sonucunda oluşan zarardan, kendisine sigortalı araç sürücüsünün (kusurlu olması durumunda) kusuru oranında sorumlu olacaktır.

Somut olayda, dosya kapsamında alınan ATK raporunda, sigortalı araç sürücüsünün kusuru olmadığı ve kazanın meydana gelmesinde başıboş köpeğin aniden yola çıkmasının %100 oranında etken olduğu kabul edilmiş olmakla, sigortalı araç sürücüsünün kazada kusursuz olması karşısında, oluşan zarardan mahkemece davalının sorumlu tutulması yönünde karar tesisi yerinde görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle hükmün BOZULMASINA, duruşmada vekille temsil olunmayan davalı yararına vekalet ücreti takdirine yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine 26/02/2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

SÜRÜCÜNÜN KALDIRIMDA BULUNAN YAYANIN YOLA ÇIKABİLECEĞİNİ ÖNGÖREREK HIZINI AZALTMADAN DEVAM ETMESİ- ÜST SINIRDAN CEZA TAYİNİ

T.C
YARGITAY
Ceza Genel Kurulu

2017/861 E. , 2019/248 K.

“İçtihat Metni”

Kararı Veren
Yargıtay Dairesi : 12. Ceza Dairesi
Mahkemesi :Asliye Ceza
Sayısı : 370-1013

Taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçundan sanık …’in TCK’nın 85/1, 62/2 ve 51/1. maddeleri uyarınca 1 yıl 8 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ve ertelemeye ilişkin İzmir 1. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 29.11.2012 tarihli ve 602-1343 sayılı hükmün, sanık müdafisi ve katılanlar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 25.12.2014 tarih ve 29886-26726 sayı ile;

“…a) Sanık sürücü …’in yönetimindeki otomobiliyle 6,3 metre genişliğinde, çift yönlü, kuru, asfalt zeminli yolda olay mahalline geldiğinde, kaplamaya giriş yapan ve o sırada elinden düşen erikleri toplamaya çalışan yaya …’ya aracının sağ ön kısmı ile çarptığı somut olayda, sanığın savunmalarında İzmir istikametinden Urla istikametine gittiği sırada, Bordo Restoran civarında sağ tarafta kaldırımda okul kıyafetli ve eşofmanlı öğrenciler gördüğünü, öğrencilerin dağınık vaziyette yürüdüklerini, hatta şakalaşıp birbirlerini ittiklerini, bunun üzerine öğrencilerden herhangi birisinin aniden yola çıkmasını önlemek amacıyla korna ile ikazda bulunduğunu belirtmesi karşısında, sanığın okul öğrencilerini dağınık şekilde görmesine rağmen zamanında etkin tedbir alabilecek şekilde kontrollü seyretmesi gerekirken buna riayet etmemiş olması nedeniyle asli kusurlu sanık hakkında, ceza tayininde alt sınırdan uzaklaşılması gerekirken, alt sınırdan ceza tayini,

Kabule göre de;

Cezaları ertelenen sanıklar hakkında 5237 sayılı TCK’nın 51/8. maddesi uyarınca denetim süresini iyi hâlli olarak geçirdiği takdirde cezanın infaz edilmiş sayılacağının kararda belirtilmemesi,” isabetsizliklerinden bozulmasına karar verilmiştir.

İzmir 1. Asliye Ceza Mahkemesi ise 30.06.2015 tarih ve 370-1013 sayı ile bozmaya direnerek sanığın önceki hüküm gibi cezalandırılmasına karar vermiştir.

Direnme kararına konu bu hükmün de katılanlar vekili ve Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 12.10.2015 tarihli ve 326907 sayılı “düzelterek onama” istekli tebliğnamesi ile gelen dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 25.02.2016 tarih ve 14731-3090 sayı ile;

“…Yerel Mahkemece, Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 25.12.2014 tarihli ve 2013/29886, 2014/26726 sayılı bozma ilamına yönelik sanık … yönünden direnilmesine karar verildiği…her ne kadar sanık … hakkındaki uyma hükmünü inceleme yetkisi Dairemize ait ise de Ceza Genel Kurulunca karar verildikten sonra Dairemizce inceleme yapılmasının daha yerinde olacağı” gerekçesiyle, öncelikle direnme yönünden inceleme yapılmak üzere, Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya Ceza Genel Kurulunca 07.12.2016 tarih ve 685-931 sayı ile 6763 sayılı Kanun’un 38. maddesi ile 5320 sayılı Kanun’a eklenen geçici 10. madde uyarınca kararına direnilen Daireye gönderilmiş, aynı madde uyarınca inceleme yapan Yargıtay 12. Ceza Dairesince 03.04.2017 tarih ve 151-2662 sayı ile direnme kararının yerinde görülmemesi üzerine Yargıtay Birinci Başkanlığına iade edilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI

Taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçundan sanık Meral Mehtap Akıllıoğlu hakkında kurulan beraat hükmü Özel Dairece düzeltilerek onanmak suretiyle kesinleşmiş, sanık … hakkında bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucunda verilen beraat hükmüne yönelik temyiz istemi Özel Dairece incelenecek olup direnmenin kapsamına göre inceleme sanık … hakkında taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçundan kurulan mahkûmiyet hükmü ile sınırlı olarak yapılmıştır.

Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; TCK’nın 85/1. maddesi gereğince 2 yıldan 6 yıla kadar hapis cezasını gerektiren suçta, temel cezanın 2 yıl olarak tayin edilmesinin isabetli olup olmadığının belirlenmesine ilişkin ise de Yargıtay İç Yönetmeliği’nin 27. maddesi uyarınca öncelikle, aleyhe olan bozma kararına karşı sanığın beyanı alınmadan direnme kararı verilip verilemeyeceğinin değerlendirilmesi gerekmektedir.
İncelenen dosya kapsamından;

Yerel Mahkemece, bozma sonrası yapılan yargılamada, sanığa duruşma günü davetiyesinin çıkarıldığı ancak tebliğ edilemediği ve duruşmaya gelmeyen sanığa aleyhine olan bozma kararına karşı diyecekleri sorulmadan direnme kararı verildiği anlaşılmaktadır.

1412 sayılı CMUK’nın 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca karar tarihi itibarıyla uygulanması gereken 326/2. maddesine göre, hükmün aleyhe bozulması hâlinde davaya yeniden bakacak mahkemece, sanıktan bozmaya karşı diyeceğinin sorulması zorunludur. Aynı kurala 5271 sayılı CMK’nın 307/2. maddesinde de yer verilmiş olup anılan bu Kanun hükümleri uyarınca sanığa, bozmada belirtilen ve aleyhinde sonuç doğurabilecek olan hususlarda beyanda bulunma, kendisini savunma ve bu konudaki delillerini sunma imkânı tanınmalıdır. Bu düzenleme, savunma hakkının sınırlanamayacağı ilkesine dayandığından, uyulmasında zorunluluk bulunan emredici kurallardandır.
Bu itibarla, Yerel Mahkemenin direnme kararına konu hükmünün, aleyhe olan bozmaya karşı sanığın beyanı alınmadan yargılamaya devam edilerek hüküm kurulması isabetsizliğinden sair yönleri incelenmeksizin bozulmasına, dosyanın öncelikle inceleme dışı sanık … hakkındaki beraat hükmüne yönelik temyiz incelemesi yapılması için Özel Daireye gönderilmesi, temyiz incelemesinden sonra da mahalline iadesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tevdi edilmesine karar verilmelidir.

SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle;
1- İzmir 1. Asliye Ceza Mahkemesinin 30.06.2015 tarihli ve 370-1013 sayılı direnme kararına konu hükmünün, aleyhe olan bozmaya karşı sanığın beyanı alınmadan yargılamaya devam edilerek hüküm kurulması isabetsizliğinden sair yönleri incelenmeksizin BOZULMASINA,
2- Dosyanın, öncelikle inceleme dışı sanık … hakkındaki beraat hükmüne yönelik temyiz incelemesi yapılması için Yargıtay 12. Ceza Dairesine gönderilmesi, temyiz incelemesinden sonra da mahalline iadesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 26.03.2019 tarihinde yapılan müzakerede oy birliğiyle karar verildi.

AKŞAM SAATİNDE HIZ SINIRININ ÜZERİNDE ARAÇ KULLANMA- BİLİNÇLİ TAKSİR

T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU

E. 2009/9-185
K. 2009/273
T. 24.11.2009

• TAKSİRLE ÖLÜME SEBEBİYET ( Çift Yönlü Olarak Kullanılan Caddede Akşam Saatinde Hız Sınırının Üzerinde Hızla Seyreden Sanık Birine Çarparak Ölümüne Neden Olduğu – Bilinçli Taksirle Hareket Edildiğinin Kabulü Gerektiği )

• BİLİNÇLİ TAKSİR ( Meydana Gelen Neticenin İstenmemesi Ancak Öngörülmesi Halinde Bilinçli Taksir Söz Konusu Olduğu )

• ÖLENİN KUSURU ( Suçun Taksirle mi Yoksa Bilinçli Taksirle mi İşlendiğinin Tespiti Yönünden Ölenin de Kusurlu Olup Olmamasının Bir Önemi Olmadığı )

• TAKSİR İLE BİLİNÇLİ TAKSİR ARASINDAKİ FARK ( Failin Öngörülebilir Nitelikteki Neticeyi Öngörememesi Bilinçli Taksirde İse Neticeyi Öngörmüş Olması Olduğu – Bilinçli Taksirde Gerçekleşen Sonuç Fail Tarafından Öngörüldüğü Halde İstenmediği )

5237/m.22, 85

ÖZET : Uyuşmazlık, sanığın eyleminin taksirle mi yoksa bilinçli taksirle mi işlendiğinin tespiti noktasında toplanmaktadır. Kural olarak suç kasıt ile işlenebilir. Ancak yasada açıkça gösterilen hallerde suçlar taksir ile de işlenebilir. İstisnai kusurluluk şekli olan taksirde, failin cezalandırılabilmesi için mutlaka yasada açık bir düzenleme bulunması gerekir. Taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt, failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörememesi, bilinçli taksirde ise neticeyi öngörmüş olmasıdır. Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç, fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Somut olayda, çift yönlü olarak kullanılan caddede akşam saatinde hız sınırının üzerinde hızla seyreden sanık, birine çarparak ölümüne neden olmuştur. Sanık, objektif özen sorumluluğuna uygun davranmamış, bu bağlamda hızını azaltmamıştır. Bu durum karşısında, meydana gelen ölüm olayında bilinçli taksirle hareket edildiğinin kabulü gerekir. Suçun taksirle mi yoksa bilinçli taksirle mi işlendiğinin tespiti yönünden ölenin de kusurlu olup olmamasının bir önemi yoktur.

DAVA : Sanık Ali`nin, bilinçli taksirle ölüme neden olmak suçundan 5237 sayılı TCY`nın 85/1, 22/3 ve 62. maddeleri uyarınca 4 yıl 5 ay 10 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, hak mahrumiyetine ve TCY`nın 53/6. maddesine göre ehliyetinin 3 yıl süre ile geri alınmasına ilişkin, Denizli 6. Asliye Ceza Mahkemesi`nce verilen 15.05.2007 gün ve 707-189 sayılı hüküm sanık müdafii tarafından temyiz edilmekle, dosyayı inceleyen Yargıtay 9. Ceza Dairesi`nce 01.04.2009 gün ve 19045-3907 sayı ile;

“… Taşıt ve yaya trafiğinin yoğun olduğu mahalde belirlenen hız ölçülerinin çok üzerinde bir hızla seyir ettiği anlaşılan sanık hakkında bilinçli taksir hükümlerinin uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığından tebliğnamedeki 1 nolu görüşe iştirak edilmemiştir.

Yapılan duruşmaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin soruşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre sanık müdafiinin yerinde görülmeyen sair itirazlarının reddine,

Ancak;

5237 sayılı TCK`nun 53/1. maddesindeki hak yoksunluğunun taksirli suçlarda uygulanamayacağının gözetilmemesi, Kanuna aykırı olup hükmün bu nedenle bozulmasına, bu cihetin yeniden duruşma yapılmaksızın CMUK`nın 322. maddesine göre düzeltilmesi mümkün bulunduğundan, hüküm fıkrasının 4. bendinin sonuna `5237 sayılı TCK`nın 53/1. maddesinde belirtilen hakları anılan maddenin 2. ve 3. fıkrasındaki süreler ile kullanmaktan yoksun bırakılmasına` ilişkin ibarenin hükümden çıkartılması suretiyle sair yönleri usul ve yasaya uygun olan hükmün düzeltilerek onanmasına…” karar verilmiş,

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca 27.08.2009 gün ve 217251 sayı ile;

“… Ceza Hukukunda taksir, `bilinçli taksir` ve `bilinçsiz taksir` olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. 5237 sayılı TCK`nun 22. maddesinin ikinci fıkrasında klasik taksir ( bilinçsiz taksir ), aynı maddenin 3. fıkrasında ise bilinçli taksir düzenleme altına alınmıştır. Bilinçli taksir, hukukumuza ilk kez 08.01.2003 tarih ve 4785 Sayılı Kanunla yapılan değişiklikle 765 sayılı TCK`nun 45. maddesine son fıkra olarak girmiştir.

5237 sayılı TCK`nun 22/3. fıkrasında bilinçli taksirin tanımı yapılmış ve cezanın bu nedenle artırılacağı hükme bağlanmıştır: `Kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır; bu halde taksirli suça ilişkin ceza üçte birden yarısına kadar artırılır`. Kanunun tarifinden de anlaşılacağı üzere, bilinçli taksir, fail tarafından neticenin öngörülüp istenmemiş olmasıdır. Başka bir anlatımla, taksirin bu şeklinde neticenin gerçekleşmesini istemeyen fail, hareketin tipe uygun, hukuka aykırı bir sonuca sebep olabileceğini öngörmesine rağmen, hareketine devam ederek zararlı neticeyi meydana getirmektedir. Hukuka aykırı hareketi öngördüğü halde gerçekleşmeyeceğine güvenen ve bu güvenle devam eden failin söz konusu güveninin dayanağı talih, bilgi, kabiliyet, tecrübe vs. gibi çeşitli etkenlerden ileri gelebilir.

Bilinçli ve bilinçsiz taksiri birbirinden ayıran özellik kendini `öngörme` kavramında gösterir. Neticenin öngörülmesinden anlaşılan, neticenin fail tarafından, hareketin yapıldığı zaman ve bu zamandaki şartlara göre tahmin edilebilme sidir. Yukarıda da belirtildiği üzere, öngörülmenin takdirinde failin yaşı, bedeni ve ruhi yapısı, eğitim durumu vs. göz önünde tutulur.

Öğreti ve uygulayıcılar, bilinçli taksir kavramını, bilinçsiz taksirden daha ziyade olası kasttan hareketle izaha çalışılmaktadır.

Bilinçli taksirle neyin anlatılmak istendiğini anlayabilmek için olası kastın anlam ve sınırını göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Olası kast halinde, suçun kanuni tanımındaki maddi unsurların gerçekleşebileceği fail tarafından öngörülmektedir. Kişi işlediği fiilin bazı neticelerin oluşumuna muhtemelen sebebiyet vereceğini öngörmektedir. Başka bir ifadeyle, olası kast halinde, gerçekleşmesi muhtemel addedilen neticelere ilişkin bir kabullenme söz konusudur; kanuni tarife uygun neticenin gerçekleşmesi, olayın seyrine bırakılmaktadır. Kişi, neticenin gerçekleşmesini muhtemel addetmekle birlikte, bunun gerçekleşmemesi için özel bir çaba göstermemektedir. Kanuni tarife uygun neticenin meydana geleceği muhtemel addedilmesine rağmen, fail fiili işlemekten geri kalmamaktadır. Aslında bilinçli taksir halinde de kanuni tarife uygun fiilin işlenmesi muhtemel addedilmektedir. Ancak, bilinçli taksirde, fail neticenin meydana gelmeyeceğine yükümlülüklerine aykırı bir şekilde güven beslemektedir. Bilinçli taksirde, gerçekleşmesi muhtemel addedilen fiilin ( neticenin ) gerçekleşmeyeceğine, kişi yükümlülüklerine aykırı ve özensiz bir şekilde güvenmektedir.

Bilinçli taksirle olası kastın somut olayda birbirinden ayırt edilmesi zordur. Birçok olayda, failin neticeyi öngörmüş olmasının bilinçli taksir mi, yoksa olası kast mı olarak nitelendirileceği sorunu ortaya çıkar. Bilinçli taksirde fail hareketi iradi olarak yapar ve neticenin meydana geleceğini de görür ancak gerçekleşmesini istemez. Bu noktada iradenin neticeyi kapsamadığından söz edilir. Oysa, olası kastta fail neticenin meydana gelmesini göze almıştır.

Bilinçli taksire ilişkin tanım yetersizdir. Çünkü bilinçli taksirde fail, olası kastta olduğu gibi hareketsiz kalmamakta, öngörebildiği sonucu kabullenmemekte, aksine öngördüğü ve istemediği neticenin gerçekleşmemesi için elinden geleni yapmaktadır. Sürücü ise fren yapıp, direksiyonu kırmakta, çarpışmayı veya çarpmayı önlemeye gayret göstermektedir. Tanımda ise, neticeyi önlemeye yönelik çabadan bahsedilmemiş, bu nedenle bilinçli taksirle olası kast birbirine karışmıştır.

Görüldüğü üzere; olası kast ve bilinçli taksir birbirine son derece yakın kavramlardır.

Somut olay incelendiğinde; sanık Ali, sevk ve idaresindeki 2005 model BMW marka hususi aracı ile Denizli il merkezinde, yaya ve araç trafiğinin yoğun olduğu bir caddede, bilirkişi raporuna göre 86,4 – 91,8 km/saat hızla seyir halinde iken, aniden yola çıkan maktûleye çarparak ölümüne sebebiyet vermiştir.

Buradaki hukuki sorun, günlük yaşamda sıkça karşılaşılan, yaya ve taşıt trafiğinin yoğun olduğu yollarda, trafik kurallarının izin verdiği hız limitlerinin çok üzerinde seyretmekte iken ölümlü ya da yaralamalı trafik kazasına sebebiyet veren faillerin, bilinçli taksirle hareket edip etmedikleri noktasındadır.

Yukarıda anlatıları bilgiler ışığında; bir olayda bilinçli taksirin oluştuğunu kabul edebilmek için failin neticeyi öngörmesi ancak öngördüğü neticenin gerçekleşmesini istememesi gerekir.

Olayımızda sanık Ali`nin, şehir içi hız limitinin oldukça üzerinde araç kullandığı yönünde en küçük bir tereddüt bulunmadığı gibi, bunun dışında herhangi bir trafik kuralı ihlali yapmadığı, hızlı seyir sırasında aracın kontrolünü kaybetmediği, kendi şeridinde seyrettiği, kaza tespit tutanağına göre çarpma noktasının sanığın şeridinde bulunduğu, kaza anında alkollü olmadığı, görüş mesafesinin açık olduğu ve maktulün kontrolsüz bir şekilde yola aniden çıktığı konusunda da bir şüphe yoktur.

Görüldüğü üzere, sanık şehir içinde yasal hız sınırının oldukça üzerinde seyretmekte, ancak bunun dışında trafik düzeninin getirdiği kurallara aykırılık teşkil edecek başkaca bir ihlali bulunmamaktadır. Bu şekilde aracını hızlı sevk eden sanık, iradi hareket etme yeteneğine sahip her insan gibi, bu hareketi sonucu bir tehlike doğabileceği konusunda muhtemel bir düşünceye sahiptir. Ancak, muhtemel bir düşünceye sahip olmakla birlikte, kişilik özellikleri, aracın durumu, yol ve hava şartları, yayaların uyması gereken kurallar göz önüne alındığında, yaralamayla ya da ölümle sonuçlanabilecek bir neticenin gerçekleşeceğine dair bir öngörü içerisinde olduğunu kabul etmek hayatın olağan koşulları içerisinde güçtür.

Bu şekilde mücerret hızlı seyir halinde, sanığın neticeyi öngördüğünü ve bilinçli taksirin koşullarının gerçekleştiğini kabul halinde, taksirde en geniş uygulama alanına sahip olması gereken `bilinçsiz taksir`in yerini, olası kastla arasında son derece ince bir çizgi bulunan `bilinçli taksir` alacaktır ki, bu, yasa koyucunun taksirden daha ziyade kast ve gayri muayyen kasttan kaynaklanan birtakım zorunluluklar nedeniyle 2003 yılında gerçekleşen bir değişiklikle Hukukumuza getirdiği bilinçli taksirin konuluş gayesiyle de bağdaşmayacaktır.

Kaldı ki, Yüksek Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 03.12.2008 tarih ve 2008/159 Esas 2008/13197 Karar, 09.06.2009 gün ve 2009/7179 Esas 2009/6905 Karar sayılı ve benzer ilamlarında, aşırı hız yanında kazaya etki eden alkol, kavşaklara yaklaşırken hatalı sollama, ya da aracı yolda tutamayarak kaldırıma çıkma gibi, başkaca bir kural ihlalinin bulunması halinde bilinçli taksirin oluşabileceğini, bizatihi hızlı araç kullanmanın bilinçli taksirin oluşumu için yeterli olmadığını kabul etmiştir.

Yukarıda anlatılan nedenlerle; hız sınırının aşılması dışında başka bir trafik kuralı ihlali yapmaksızın ölümle neticelenen kazaya sebebiyet veren sanık Ali`nin eyleminde bilinçli taksirin koşullarının oluşmaması nedeniyle, ilam aleyhine itiraz yasa yoluna başvurulması gerekmiştir” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurularak özel daire kararının kaldırılarak, yerel mahkeme kararının bozulmasına karar verilmesi isteminde bulunulmuştur.

Dosya, Yargıtay 1. Başkanlığı`na gönderilmekle, Ceza Genel Kurulu`nca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:

KARAR : Özel daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık; sanığın Zübeyde`ye otomobili ile çarparak ölümüne neden olmaktan ibaret eyleminin “taksirle mi” yoksa “bilinçli taksirle mi” işlendiğinin belirlenmesine ilişkindir.

Bunun dışında, olayın oluş şekline ilişkin bir uyuşmazlık ve bu kabulde dosya içeriği itibariyle de herhangi bir isabetsizlik bulunmamaktadır.

İncelenen dosya içeriğinden;

23.06.2006 günü saat 18.45 sıralarında Denizli şehir merkezinde, hızla akmakta olan trafiğin arasından karşıdan karşıya geçmekte olan yaya Zübeyde`nin, Ali yönetimindeki otomobilin süratli bir şekilde çarpması sonucu öldüğü, olaydan hemen sonra trafik polisleri tarafından düzenlenen Trafik Kazası Tespit Tutanağına göre, “kazanın oluşumunda 2918 Sayılı Yasanın 84. maddesinde yer alan yaya kusurlarından kod 2 de düzenlenen yola birden bire çıkma” kuralını ihlal eden Zübeyde`nin asli kusurlu, “aynı yasanın 84. maddesinde kod 52/1A`da düzenlenen araçların hızını kavşaklara, dönemeçlere, tepe üstlerine, yaya geçitlerine, menfezlere, yapı ve onarım alanlarına girerken azaltmama” kuralını ihlal eden sürücünün ise tali kusurlu olduğu; aynı tutanaktan, iki yönlü, asfalt, düz, eğimsiz ve kuru yoldan ibaret olan olay yerinde, yol şerit çizgisi ve yaya kaldırımının bulunduğu, buna karşılık kavşak, trafik lambası, banket, trafik işaret ve levhası, yol çalışması, trafik görevlisi, görüşe engel cisim veya yoldan kaynaklanan herhangi bir sorunun bulunmadığının saptandığı,

Tutanakta, aracın olay sırasındaki hızının belirlenmesine yönelik bir tespitin yer almadığı, buna karşılık çizilen krokide 15 metre uzunluğunda bir fren izinin görüldüğü, aracın ise çarpma noktasının 38 metre ilerisinde durabildiği; yine bu krokiye göre, düz şerit çizgisi ile ortadan ayrılmış olan çift yönlü yolun olayın meydana geldiği bölümünün 6,9 metre, diğer bölümünün ise 5,7 metre genişlikte bulunduğu, yolun her iki tarafında da yaya kaldırımı ve işyerlerinin, çarpma noktasının 20-25 metre ilerisinde ise sağda tali yol girişinin mevcut olduğu,

Hastaneye ölü olarak yetiştirilebilen 55 yaşlarındaki Zübeyde`nin, ölü muayene ve otopsi tutanağına göre, “kafa travmasına bağlı beyin kanaması sonucu solunum ve dolaşım yetmezliğinden” öldüğü, sabıkasız ve 1979 doğumlu olan sanıkta darp cebir izine veya alkole rastlanılmadığı,

Denizli Emniyet Müdürlüğü`nden alınan 17.07.2006 tarihli yazıya göre; sanık hakkında, 03.04.1999 ve 26.12.1999 tarihlerinde de “hız” nedeniyle trafik cezası ve bu eylemlerin her biri için ehliyetine 5 ceza puanı uygulandığı,

Mahkemece 19.01.2007 tarihinde yapılan keşif sonrasında, keşif, gözlem ve tüm dosya kapsamını dikkate alarak 24.01.2007 tarihli raporu hazırlayan Pamukkale Üniversitesi Mühendislik Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü Ulaştırma Ana Bilimdalı Öğretim Görevlisi H.`nin rapora eklediği krokide; “sanığın kullanmakta olduğu otomobil ile kendi yolundan ilerlediği sırada, sağ tarafta tek sıra halinde park etmiş olan araçların yanına ikinci sıra olarak park ettiği anlaşılan bir otomobili solladığı ve bu şekilde yolun tam ortasında her iki yöne giden yolları birbirinden ayıran şerit üzerinden yoluna devam etmeye başladığı, bu şekilde kısa bir süre ilerledikten sonra yolun solundan sağına geçmek üzere ortasına kadar gelmiş bulunan Zübeyde `ye çarptığı, çarpma noktasından itibaren yolun sağına doğru ilerlediği ve çarptıktan yaklaşık 54. metre sonra durduğu, ölenin de çarpma noktasından itibaren 15 metre sürüklendiğinin” gösterildiği, bu oluş raporun oluş senaryosu bölümünde de; “sürücü Ali, …1001 Disco Bar mevkiine geldiğinde, barın önünde ikinci sıra park ya da duraklama halinde olan özel bir otomobili sollamıştır. Bu esnada aynı cadde üzerinde 1001 Disco Barın karşısındaki marketin önündeki kaldırımdan karşı kaldırıma geçmek için yola çıkan Zübeyde`nin yolun ortasına gelmesi ve sürücünün duraklamakta olan özel otomobili sollamasının hemen ardından süratli bir şekilde yolun ortasında bulunan Zübeyde`ye çarpmasıyla ölümlü trafik kazası meydana gelmiştir” şeklinde ifade edildiği, aynı bilirkişi tarafından sanığın kullandığı otomobilin olay sırasındaki hızının, kamera kayıtlarından yola çıkılarak yapılan teknik incelemede 86,4 km., aracın çarpma noktasından sonraki durma mesafesi dikkate alınmak suretiyle yapılan incelemede ise 91.8 km. olarak belirlendiği, raporun sonuç bölümünde ise; “sürücü Ali`nin, 84. maddenin c bendinde yer alan asli kusurlardan `ikiden fazla şeritli yollarda, karşıdan gelen trafiğin kullandığı şerit veya yol bölümüne girme asli kusurunu` olay yerinde azami hız sınırının 50 km. olması nedeniyle, 51. maddede belirtilen `sürücüler aksine bir karar alınıp işaretlenmemişse yönetmelikte belirtilen hız sınırlarını aşmamak zorundadırlar` kuralını ve 52. maddenin a bendinde yer alan `kavşaklara yaklaşırken, dönemeçlere girerken, tepe üstlerine yaklaşırken, dönemeçli yollarda ilerlerken, yaya geçitlerine, hemzemin geçitlere, tünellere, dar köprü ve menfeze yaklaşırken, yapım ve onarım alanlarına girerken, hızlarını azaltmak zorundadırlar` kuralını ihlal ettiğinden kazanın oluşumunda asli kusurludur, kazanın oluşumunda bilinçli taksir olmayıp dikkatsizlik ve tedbirsizlik söz konusudur, yaya Zübeyde ise, 68. maddenin b bendinin 3. fıkrasında yer alan `taşıt yolunun karşı tarafına geçmek isteyen yayaların taşıt yolunu, yaya ve okul geçidi ile kavşak giriş ve çıkışları dışında herhangi bir yerden geçmeleri yasaktır. Yayalar, bu yerlerden geçerken, ışıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı geçitlerde veya kavşaklarda güvenlikleri açısından yaklaşan araçların uzaklık ve hızını göz önüne almak zorundadırlar`” kuralını ihlal ettiğinden dolayı kazanın oluşumunda tali kusurlu olduğu kanaatine varıldığının belirtildiği,

Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesi`nden alınan 16.04.2007 gün ve 2061 sayılı raporda; “…Dosya içeriği ve olay yerini gösteren CD görüntüleri incelendiğinde sanığın olay yerindeki kavşağa süratli biçimde yaklaştığı, yolun sağında park halinde bulunan araçların ve bu araçların solunda yine sağ şerit içinde duran plakası belli olmayan bir otomobilin solundan süratli biçimde geçtiğinde, seyrine göre soldan yeterli kontrolü yapmadan yola girip yolun sağma geçmekte olan yayaya otomobilin sol önüyle çarpmasıyla olayın meydana geldiği, olay sonrası düzenlenen kaza tespit tutanağında, çarpma noktasının, yolun ortasındaki devamlı çizginin sağında, sağ şeritte belirlendiği, çarpma noktasına kadar devam eden 15 metre fren izinin tespit edildiği, çarpmadan sonra otomobilin çarpma noktasının 38 metre ilerisinde sol önünün hasarlanmış vaziyette durduğu, mevcut veriler birlikte dikkate alındığında, meskun mahal ve kavşak olan olay yerinde süratli biçimde seyreden, dolayısıyla tatbik ettiği frende etkisiz kalan sanığın ve mahalle süratli biçimde yaklaşan aracı dikkate almadan yolun karşısına geçmek isteyen yayanın olayda eşdeğerde kusurlarının görüldüğü, olay yerinin evvelinde yolun sağında park halinde bulunan araçların solunda, sağ şerit içinde durmuş olan plakası belli olmayan otomobil sürücüsünün olayın oluş biçimi dikkate alındığında olayda etkenliğinin bulunmadığı; mevcut bulgulara göre, A- Sanık idaresindeki otomobille meskun mahal ve kavşak olan olay yerine hızını mahal şartlarına göre ayarlamadan, süratli biçimde yaklaşmış, soldan yola girip yolun sağına geçmekte olan yayayı gördüğünde, tatbik ettiği frende hızından dolayı etkisiz kalıp neden olduğu olayda, yayayla eşdeğerde kusurlu görülmüştür. B- Ölen yaya olay yerine süratli biçimde tehlike arz edecek tarzda yaklaşan aracı yeterince kontrol etmeden, can emniyetini tehlikeye düşürecek tarzda, tedbirsizce yolun karşısında geçmek istediğinden dolayı olayda sanıkla eşdeğerde kusurlu görülmüştür. C- Olay anında yolun sağındaki araçların solunda, yine sağ şerit içinde duran plakası belli olmayan otomobil sürücüsünün, olayın oluş biçimi dikkate alındığında olayda kusuru görülmemiştir” görüşlerine yer verildiği,

Denizli 2. Sulh Hukuk Mahkemesi` tarafından yapılmış bulunan “kusur belirlenmesine ilişkin” tespit sırasında makine mühendisi bilirkişi Abdullah tarafından verilen 05.07.2006 tarihli raporda; “sürücü Ali açısından yapılan değerlendirmede; meskun saha olması nedeniyle 50 km. hız sınırını aştığı ve yoluna devam ettiği, kavşaklara yaklaşırken hızını kesmediği, düz yol çizgisine rağmen yol ve trafik durumuna göre hareket etmediği, yolun tam ortasında karşıdan karşıya geçmekte olan yayayı görebilecek bir durumda iken yayanın yola birden bire çıkmadığı gözlemlendiğinden, aşırı hız ve trafik kurallarına aykırı şerit değiştirmek suretiyle kazaya sebebiyet verdiği görüldüğünden, Ali`nin 2918 Sayılı Yasanın 84. maddesinde yer alan doğrultu değiştirme manevralarını yanlış yapma, karşı yönden gelen trafiğin kullandığı şeride hızlı ve kontrolsüz girerek 52/1 a maddesini de ihlal ettiğinden kazanın meydana gelmesinde asli ve 6/8 oranında kusurlu olduğu; yaya Zübeyde açısından değerlendirildiğinde; 2918 Sayılı Yasanın yayaları ilgilendiren karşıdan karşıya geçişlerde taşıt yolu üzerinde ve yaya geçidi olmayan yerlerde yolun sağından ve solundan geçmekte olan taşıtların hız vs. durumlarını dikkate alarak geçmesi gerekirken trafik yoğunluğu fazla olan bir yolda dikkatli ve süratli geçmediği anlaşıldığından kazanın oluşumunda tali ve 2/8 oranında kusurlu olduğu “, trafik ekiplerince tanzim olunan krokinin, kaza yeri ve noktasını tam yansıtmadığı, park halindeki araçların bulunduğu yerde fren izi işaretlenmiş olduğu, oysa aracın frenle ilgisinin bulunmadığı, yolun sağında ve solunda park eden araçların dikkate alınmadığı, ifadelere göre de aracın fren yapmadığı, şeklindeki saptamalarda bulunulduğu,

1001 Disco Bar`dan elde edilen güvenlik kamera kayıtlarını ihtiva eden CD`nin, 01.08.2006 tarihli duruşma sırasında izlendiği ve tespitlerin duruşma tutanağına yazıldığı,

Sanık Ali`nin savunmalarında hız sınırlarına uyduğunu ancak yaya olan Zübeyde`nin yola aniden çıkması nedeniyle çarpmayı engelleyemediğini ifade ettiği, aynı zamanda sanığın arkadaşı olan tanık Nazif`in ifadelerinin de savunmayı destekler nitelikte olduğu, tanıklar Özay, Asım, Timuçin ve Abdulkadir`in ise, süratli olan otomobilin, yoldan karşı tarafa geçmek isteyen kadına çok şiddetli bir şekilde çarptığını, fren sesi duymadıklarını söyledikleri,

1001 Disco Bar isimli işyerinin önünde kurulu bulunan güvenlik kamerasından çekildiği ve olayın yaklaşık 1 saniye öncesine ilişkin olan görüntülerden, sanığın kullandığı otomobilin çok hızlı gittiğinin açıkça görülebildiği, anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlığın sağlıklı bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi bakımından taksir ve bilinçli taksir kavramları üzerinde durulması gerekmektedir.

Kural olarak suç, ancak kastla işlenebilir. Ancak, yasada açıkça gösterilen hallerde suçlar taksirle de işlenebilir. 5237 sayılı TCY`nın 22/2. maddesinde taksir; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir” şeklinde tanımlanmıştır.

İstisnai bir kusurluluk şekli olan taksirde, failin cezalandırılabilmesi için mutlaka yasada açık bir düzenleme bulunması gerekmektedir. Taksirli suçlarda da, gerek icrai hareketin gerekse ihmali hareketin iradi olması ve gerçekleşen neticenin öngörülebilir olması gerekmektedir, iradi bir davranış bulunmadığı taktirde taksirden bahsedilemeyeceği gibi öngörülemeyecek bir sonucun gerçekleşmesi halinde de failin taksirli suçtan sorumluluğuna gidilemez.

Buna göre taksirli sorumluluktan bahsedilebilmesi,

Taksirle işlenen bir suçun olması,

Hareketin iradi olması,

Sonucun istenmemesi ancak öngörülebilir olması,

Hareket ile sonuç arasında nedensellik bağının bulunması,

Koşullarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.

Öğretide taksirin hukuki esasının izahı için, hukuka aykırı araçlar kullanma teorisi, öngörebilme teorisi, önleyebilme teorisi, yanılma teorisi şeklinde teoriler bulunmakta ise de, baskın görüş tüm eleştirilere karşın öngörebilme teorisi yönündedir.

Bilinçli taksiri açıklamada yetersiz olduğu ileri sürülen bu teoriye göre, bir kimsenin kendi fiilinin mümkün ve öngörülebilir sonuçlarını hesaplamakta iradi olarak özen göstermemesidir. Buradaki sorun veya zorluk öngörebilmenin kapsamı ve öngörebilmeyi tayinde benimsenmesi gereken ölçüdür. Sonucun öngörülebilirliği, failin içinde bulunduğu, sosyal çevre, mensup olduğu meslek, eğitim durumu, ortak tecrübe, failin kişisel özellikleri dikkate alınarak saptanmalıdır. Yine aynı şekilde burada öngörülebilir sonuç, fiilen meydana gelen sonuç olmayıp, failin yaptığı iradi hareketin neden olabileceği benzer sonuçlardır. Fiilen oluşan sonucun sadece genel olarak öngörülebilir olması taksirin varlığı için yeterli olup, sonucun bütün inceliklerinin öngörülmesine gerek bulunmamaktadır. ( Demirbaş, Timur, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 6. Baskı, sh. 358 vd. )

Sonucun gerçekleşmesinde, mağdurun da taksirli davranışının etkisinin olması halinde, diğer taksirli davranış nedensellik bağını kesmediği sürece bu durum failin taksirli sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gibi taksirin niteliğini de değiştirmez, bu hal ancak 5237 sayılı TCY`nda kusur derecelendirilmesi nedeniyle herhangi bir ceza indirimi söz konusu olmadığından temel cezanın tayininde dikkate alınabilir.

5237 sayılı TCY`da taksir, basit taksir ve bilinçli taksir şeklinde ayrıma tabi tutulmuş, yasanın 22/3. fıkrasında bilinçli taksir; “Kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” şeklinde tanımlanmış, bu halde taksirli suça ilişkin cezanın üçte birden yarıya kadar arttırılacağı öngörülmüştür.

Taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörememesi, bilinçli taksir halinde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır.

Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç, fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Gerçekten neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin tehlike hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin tehlike hali ile bir tutulamaz; neticeyi öngören kimse, ne olursa olsun, bu neticeyi meydana getirecek harekette bulunmamakla yükümlüdür.

Şu durumda; neticenin failce bilinmesi halinde doğrudan kast, öngörülen muhtemel neticenin meydana gelmesine kayıtsız kalınması durumunda olası kast, öngörülen muhtemel neticenin meydana gelmesinin istememesine rağmen objektif özen yükümlülüğüne aykırı hareket edilmek suretiyle neticenin meydana gelmesinin engellenemediği ahvalde bilinçli taksir, öngörülebilir neticenin objektif özen yükümlülüğüne aykırı hareket edilmiş olması nedeniyle öngörülemediği hallerde ise basit taksir söz konusu olacaktır.

Somut olayda; Denizli il merkezinde çift yönlü olarak kullanılan ve akşam saatleri olması itibarıyla da iyice kalabalıklaştığı anlaşılan olay yeri caddede, yasal hız sınırı olan saatte 50 km. ile gidildiğinde bile sorun yaşanabileceği açıkça ortada iken, saatte 86 ila 92 km. arasında bir hızla seyreden sanık, birisine çarparak onun ölümüne neden olabileceğini öngörmüş, ancak şoförlük yeteneklerine, şansına ve yoldan geçen insanların kendilerini araçlardan koruma yönünde dikkatli davranacaklarına güvenmek suretiyle, hiç istemediği neticenin gerçekleşmeyeceği yönünde yanlış bir zan ile hareket etmiştir. Buna karşılık neticenin meydana gelmesini engelleyecek olan objektif özen yükümlülüğüne uygun davranmamış, bu bağlamda hızını azaltmamıştır. Bu nedenle, meydana gelen ölüm olayında bilinçli taksirle hareket ettiğinin kabul edilmesi gerekmektedir. Bunun dışında, suçun “basit taksirle mi”, yoksa “bilinçli taksirle mi” işlendiğinin belirlenmesi açısından, ölenin de kusurlu olup olmamasının hiçbir önemi bulunmamaktadır. Zira kusurun var olup olmadığının veya derecesinin tespiti, hakim tarafından manevi unsur saptandıktan sonra, cezanın belirlenmesi aşamasında yapılması gereken bir işlemdir.

Bu itibarla, özel daire düzelterek onama kararı isabetli bulunduğundan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine ve dosyanın mahalline gönderilmesine karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan bir Genel Kurul üyesi ise; “itirazın kabulü yönünde ” karşı oy kullanmıştır.

SONUÇ : Açıklanan nedenlerle,

1-Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının REDDİNE,

2-Dosyanın, Denizli 6. Asliye Ceza Mahkemesi`ne gönderilmek üzere Yargıtay C.Başsavcılığına TEVDİİNE, 24.11.2009 günü yapılan müzakerede oyçokluğu ile karar verildi.kazanci.com

KÖY MERASINA TECAVÜZ SUÇUNUN MAĞDURU KÖY TÜZEL KİŞİLİĞİ OLUP SUÇTAN ZARAR GÖREN HAZİNENİNDE DAVAYA KATILMA HAKKI BULUNMAKTADIR

T.C
YARGITAY
Ceza Genel Kurulu

2015/994 E. , 2016/215 K.

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :Asliye Ceza
Günü : 17.01.2013
Sayısı : 20-11

Köy merasına tecavüz suçundan sanığın beraatına ilişkin, Kelkit Asliye Ceza Mahkemesince verilen 17.01.2013 gün ve 20-11 sayılı hükmün katılan vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 8. Ceza Dairesince 16.12.2013 gün ve 17125-29191 sayı ile;
köy merasına tecavüz suçunun mağduru köy tüzel kişiliği olup suçtan doğrudan zarar görme olasılığı bulunmayan hazinenin, bu suçtan açılan davaya katılma hakkı bulunmadığı gibi, katılma kararı verilmiş olması da temyiz hakkı vermeyeceğinden, Maliye Hazinesi vekilinin temyiz isteminin 5320 sayılı Kanunun 8/1. maddesi uyarınca uygulanması gereken CMUK’nun 317. maddesi gereğince reddine” karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 20.01.2014 gün ve 92763 sayı ile;

“Kamu davasına katılma 5271 sayılı CMK’nun 237 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. CMK’nun 237/1. maddesine göre; ‘Mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel kişiler ile malen sorumlu olanlar, ilk derece mahkemesindeki kovuşturma evresinin her aşamasında hüküm verilinceye kadar şikâyetçi olduklarını bildirerek kamu davasına katılabilirler.’

Tüm dosya kapsamından dava konusu yerin köy merası olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlamda dava konusu yer Maliye Hazinesi’ne ait ancak kullanım hakkı köylüye ait bir yerdir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 14.01.2014 tarih ve 222-6 sayılı kararı da nazara alındığında, köy merasına tecavüz suçlarında Maliye Hazinesi’nin suçtan doğrudan zarar gören olarak davaya katılabileceği ve yasa yollarına müracaat hakkının var olduğu kabul edilmelidir.

Şu halde, davaya katılma ve hükme yönelik yasa yollarına müracaat hakkı bulunan Maliye Hazinesi vekilinin sanık aleyhine yapmış olduğu temyiz itirazları gözetilerek temyiz davasının kapsamı belirlenmeli ve buna göre bir karar verilmelidir” görüşüyle itiraz kanun yoluna müracaat ederek, Özel Daire ret kararının kaldırılmasına ve dosyanın, hükmün esasının incelenebilmesi amacıyla Yargıtay 8. Ceza Dairesine gönderilmesine karar verilmesi isteminde bulunmuştur.

CMK’nun 308/1. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 8. Ceza Dairesince 30.09.2015 gün ve 1976-21880 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI

Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözülmesi gereken uyuşmazlık; köy merasına tecavüz suçundan açılan kamu davasına Maliye Hazinesinin katılıp hükmü temyize hak ve yetkisi bulunup bulunmadığının belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya kapsamından;

Kelkit Cumhuriyet Başsavcılığının 02.02.2010 tarih ve 49-16 sayılı iddianamesiyle, sanık …’ın…. ilçesi … Köyü 16 nolu mera parselindeki 9844 metrekarelik alana ağaç dikmek ve traktörle sürmek suretiyle tecavüzde bulunduğu iddiasıyla 5237 sayılı TCK’nun 154/2. maddesinin delaletiyle aynı maddenin 1. fıkrası gereğince cezalandırılması talebiyle kamu davası açıldığı,

Kovuşturma aşamasında Hazine vekilinin suçtan zarar gördüklerinden bahisle davaya katılma isteminde bulunduğu, yerel mahkemece söz konusu talep kabul edilerek suçtan zarar görmesi ihtimaline binaen Maliye Hazinesinin müdahil olarak davaya kabulüne karar verildiği,

Suça konu … Köyü 16 nolu parselin, Hazine adına kayıtlı ve köy tüzel kişiliği yararına tahsisli mera olduğunun belirtildiği,

Sanığın aşamalarda, babasından kalan yeri kullandığını,…. Kaymakamlığının men kararı ile derhal tecavüzü sona erdirdiğini, suç işleme kastının olmadığı gibi tecavüzü de kendisinin gerçekleştirmediğini savunduğu,

Anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlık konusunda sağlıklı bir hukuki çözüme ulaşılması bakımından, meranın hukuki statüsü ile Hazine ve köy tüzel kişiliğinin meralar üzerinde sahip oldukları hakların niteliği üzerinde durulması gerekmektedir.

Mera, 4342 sayılı Mera Kanununun, “Tanımlar” başlıklı 3. maddesinde; “Hayvanların otlatılması ve otundan yararlanılması için tahsis edilen veya kadimden beri bu amaçla kullanılan yeri ifade eder” şeklinde tanımlanmıştır.

Aynı kanunun “Mera, Yaylak ve Kışlakların Hukuki Durumu” kenar başlıklı 4. maddesinde ise meraların kullanma hakkının bir veya birden çok köy veya belediyeye ait olduğu, bu yerlerin Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunduğu, özel mülkiyete geçirilemeyeceği, amacı dışında kullanılamayacağı, meralarda zamanaşımının uygulanmayacağı sınırlarının daraltılamayacağı, ancak kullanım hakkının kiralanabileceği hüküm altına alınmıştır.

3402 sayılı Kadastro Kanunun 16-B maddesinde meraların kamunun yararlanmasına tahsis edilmiş veya kamunun kadimden beri yararlandığı orta malı taşınmazlardan olup, tescile tâbi olmadıkları ve özel mülkiyete konu teşkil etmeyecekleri,

4721 sayılı Türk Medeni Kanunun 715. maddesinde de yararı kamuya ait malların Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu, bu malların kazanılması, bakımı, korunması, işletilmesi ve kullanılmasının özel kanun hükümlerine tâbi olduğu belirtilmiştir.

Anılan kanuni düzenlemeler uyarınca meralar kamu malı olup en genel tanımıyla kamu malları, Devletin özel mülkiyetindeki malları, kamunun yararlanmasına tahsis edilen hizmet malları ile kamunun ortak kullanımına ve yararlanmasına açık olan orta malları ve sahipsiz malları ifade eder (Sadık Kırbaş, Devlet Malları, Birlik Yayınevi, Ankara,s.4). Yararlanma, tahsis şekli, mahiyet gibi ölçütler çerçevesinde kamu malları sahipsiz malları, hizmet malları, orta malı, vakıf malları, eski eserler gibi çeşitli sınıflandırmalara tâbi tutulmaktadır. Bu ayrım içerisinde meralar kamu orta malları kapsamında yer almaktadır. Orta mallarının bir kısmından yapılan tahsise göre toplumun belirli bir kesimi yararlanırken -meralar buna örnektir- bir kısmından ise yol ve meydanlar gibi mahiyetleri itibariyle herkes yararlanmaktadır.

Öğretide, Devletin kamu malları üzerinde sahip olduğu hakkın hukuki mahiyeti konusunda iki farklı görüş ileri sürülmüştür:

1) Birinci görüşe göre; Devlet kamu malları üzerinde mülkiyet değil, bir zabıta ve koruma hakkına sahiptir. Buna göre, kamu malları özel mülkiyete ve ferdi tasarrufa elverişli değildir. Çünkü mülkiyet hakkı bir şeyden mutlak şekilde faydalanmak ve tasarruf etmek yetkisini vermektedir. Devletin ise kamu malları üzerinde serbestçe tasarruf ve mutlak kullanma yetkisi olmadığından kamu malları üzerindeki yetkisi bir mülkiyet hakkı olarak tavsif edilemeyecektir. Devlet kamu malları üzerinde sadece kamu hukukundan kaynaklanan bir zabıta ve koruma hakkına sahiptir.

2) İkinci görüşe göre de; Devlet kamu malları üzerinde bir nevi idare hukuku mülkiyetine sahiptir. Ancak bu mallar umumun istifadesine bırakıldığından veya belli bir kamu hizmetine tahsis edildiğinden bu mülkiyet hakkı çok sınırlı ve idare hukuku kaidelerine bağlı bir haktır. (Halil Cin, Mehmet Handan Surlu, Türk Hukukunda Mera Yaylak ve Kışlaklar ve Mera Kanunu Şerhi, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2000, s.13 vd)

Belirtilen görüşler doğrultusunda Devletin meralar üzerinde sahip olduğu hakkın hukuki niteliğinin takdir ve tayininden önce mevzuatta Devlete ve onu temsilen Hazineye meralarla ilgili tanınan hak ve yükümlülüklerin neler olduğunun da gözden geçirilmesinde yarar bulunmaktadır.

Anayasanın 45. maddesinde; “Devlet, tarım arazileri ile çayır ve mer’aların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak maksadıyla, tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerinin ve diğer girdilerinin sağlanmasını kolaylaştırır” denilmektedir. Bu madde ile Devletin meraları koruma görevinin olduğu vurgulanmıştır. Nitekim madde gerekçesinde bu husus daha açık biçimde; “Madde, Devlete, tarım arazilerinin ve çayırlarla meraların amaç dışı kullanılmasını önleme görevini yüklemektedir” şeklinde ifade edilmiştir.

4342 sayılı Mera Kanununun 4. maddesinde; amaç dışı kullanılmak suretiyle vasıfları bozulan mera, yaylak ve kışlakları tekrar eski konumuna getirmek amacıyla yapılan veya yapılacak olan masrafların, sebebiyet verenlerden tahsil edileceği, yapılan masraflar karşılığı tahsil edilen tutarların genel bütçeye, yapılacak olan masraflar karşılığı tahsil edilen tutarların ise il müdürlüklerince hazırlanan ıslah projelerine uygun olarak o yerin ıslah çalışmalarında kullanılmak üzere köy sandığında veya belediye bütçesinde açılacak hesaba gelir kaydedileceği,

5 ve 6. maddelerinde; meraların tespit, tahdit ve tahsislerinin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığınca yapılacağı, Devletin hüküm ve tasarrufunda veya Hazinenin mülkiyetinde bulunan arazilerin mera olarak tahsis edilebileceği,

12. maddesinde; vali yardımcısı başkanlığında çeşitli kamu görevlileri ve ziraat odası temsilcisinden oluşan mera komisyonlarınca meraların ihtiyaçtan fazla çıkan kısmının çevre köy veya belediyelerde hayvancılık yapan özel gerçek ve tüzel kişilere kiralanabileceği 30. maddesinde; otlatma amacıyla kiraya verilen meralardan alınacak ücretlerin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Merkez Saymanlık Müdürlüğü hesabına yatırılacağı, yatırılan bu tutarların bütçeye gelir kaydedileceği,

14. maddesinde; tahsis amacı değiştirilmedikçe mera, yaylak ve kışlaklardan bu kanunda gösterilenden başka şekilde yararlanılamayacağı, ancak, bu kanuna veya daha önceki kanunlara göre mera olarak tahsis edilmiş olan veya kadimden beri bu amaçla kullanılan arazilerin belirli şartlarda ilgili müdürlüğün talebi, komisyonun ve defterdarlığın uygun görüşü üzerine, valilikçe tahsis amacı değiştirilebileceği bu takdirde söz konusu yerlerin tescillerinin Hazine adına yapılacağı,

16. maddesinde; mera komisyonlarının tespit ve tahdit çalışmaları sırasında köy ve belediyelere tahsisli veya kadimden beri bu amaçla kullanılan mera, yaylak ve kışlaklar üzerinde zilyedlik yoluyla hasım gösterilmeksizin yapılmış bulunan tescillerin iptalini sağlamak üzere, durumu Hazineye ihbar etmekle yükümlü oldukları,

19. maddesinde; muhtarlar ve belediye başkanlarının mera, yaylak ve kışlakların ve sınır işaretlerinin korunmasından ve ayrıca tahsis amacına göre en iyi şekilde kullanılmasının sağlanmasından sorumlu oldukları, bu amaçla ilgili köy ve belediyelerde “Mera Yönetim Birlikleri” kurulacağı, muhtarlar ve belediye başkanları, mera, yaylak ve kışlaklara tecavüz olduğu takdirde durumu derhal Bakanlık, il veya ilçe müdürlüğüne, il ve ilçe müdürlükleri de valilik veya kaymakamlığa bildirmekle yükümlü oldukları, bu makamlarca 3091 sayılı Taşınmaz Mal Zilyedliğine Yapılan Tecavüzlerin Önlenmesi Hakkında Kanun veya 2886 sayılı Devlet İhale Kanununun 75. maddesi uyarınca gerekli işlemlerin yapılacağı,

442 sayılı Köy Kanununun 2. maddesinde; meraların köyü oluşturan unsurlardan biri olduğu, 8. maddesinde meraların da dâhil bulunduğu köy orta mallarının Devlet malı gibi korunacağı, bu türlü mallara el uzatanların Devlet malına el uzatanlar gibi cezalandırılacağı,

12. maddesinde; meralardan ihtiyaçtan fazlasının kiralanabileceği bu takdirde kira bedelinin köy parası olarak köy tüzel kişiliğine ait olacağı,

3091 sayılı Taşınmaz Mal Zilyedliğine Yapılan Tecavüzlerin Önlenmesi Hakkında Kanunun 3. maddesinde; köye ait taşınmaz mallara yapılan tecavüz veya müdahalelerde köy halkından herhangi birinin de yetkili makama başvuruda bulunabileceği, anılan kanunun uygulama şekli ve esaslarına dair yönetmeliğin 46. maddesinde ise köy tüzel kişiliğine ait mer’a, harman yeri, yol ve sulak gibi taşınmaz mallara yapılan ilk tecavüz ve müdahaleler 3091 sayılı Kanuna göre önlenmekle birlikte, tecavüz veya müdahalede bulunanlar hakkında 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 154. maddesi uyarınca cezai işlem yapılmak üzere durumun valilik ve kaymakamlıkça Cumhuriyet Savcılığına bildirileceği, düzenlenmiştir.

Görüldüğü üzere meralar üzerinde Devletin ve köy tüzel kişiliğinin müşterek hak ve yükümlülükleri bulunmaktadır. Köyler meraların kullanma hakkının sahibi, Devlet ise bu mülkün sahibidir. Ancak Devletin sahip olduğu mülkiyet hakkı, özel mülkiyetten farklı, çıplak veya kuru mülkiyet diyebileceğimiz sınırlı bir idari mülkiyettir. Bu hususa işaret eden Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 21.03.2001 gün ve 231-271 sayılı kararında; “Meraların kuru mülkiyeti Hazineye ait olması itibariyle bu yerin amaç dışı kullanımından dolayı mülkiyet sahibinin zarar görmeyeceği düşünülemez” denilmiş, 05.05.2010 gün ve 234-248 sayılı kararında da, meraların sahibinin Devlet olduğu, Devlet tüzel kişiliğini ilgilendiren davalarda temsil yetkisinin ise Maliye Hazinesine ait bulunduğu kabul edilmiştir. Kanun koyucu meraları hem bireylere ve topluluklarına, hem Devlete ve hem de diğer kamu tüzel kişilerine karşı korumak ve özel mülkiyetin sakıncalarını gidermek amacıyla önlem olarak Devletin hakkını mülkiyet olarak tavsif etmemiş, hüküm ve tasarrufu altında bulunduğunu belirtmekle iktifa etmiştir. (Lütfi Duran, Kamusal Malların Ölçütü, Amme İdaresi Dergisi, 1986, Sayı 3. s.49) Meranın sahibi olduğundan özel hukukta meranın aynına ilişkin bir dava Hazine taraf olmadan görülemeyecektir. Hazinenin meralarla ilgili aidiyet, tapu iptal, el atmanın önlenmesi, kâl, sökme, ecri misil ve tazminat davası açma hakkı olduğu gibi, meraya tecavüz eden veya amaç dışı kullanan köyün kendisi ise Hazine mülkiyet sahibi olarak köy tüzelkişiliğe karşı da dava açabilecektir.

Bu şekilde meraların hukuki durumu, Hazine ve köy tüzel kişiliğinin meralar üzerinde sahip olduğu hakkın hukuki niteliği ortaya konulduktan sonra, köy merasına tecavüz suçu üzerinde de durulması gerekmektedir.

Köy merasına tecavüz suçu, hakkı olmayan yere tecavüz suçunun bir türü olarak 765 sayılı Kanunun 513. maddesi ile buna benzer biçimde 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 154. maddesinde düzenlenmiş olup maddenin 2. fıkrası; “Köy tüzel kişiliğine ait olduğunu veya öteden beri köylünün ortak yararlanmasına terk edilmiş bulunduğunu bilerek mera, harman yeri, yol ve sulak gibi taşınmaz malları kısmen veya tamamen zapt eden, bunlar üzerinde tasarrufta bulunan veya sürüp eken kimse hakkında birinci fıkrada yazılı cezalar uygulanır” hükmünü taşımaktadır.

Suçun maddi unsurunu oluşturan seçimlik hareketler; merayı kısmen veya tamamen zapt etme veya üzerinde tasarrufta bulunma ya da sürüp ekmektir. Zapt etme; taşınmazdan başkalarının kısmen veya tamamen yararlanmasını engellemek, taşınmazı fiilen el altında tutmaktır. Tasarruf etmek ise, taşınmazın devamlı bir biçimde kullanılması olup kısa süreli tasarruflar, kanunun aradığı anlamda tasarruf değildir. Öte yandan sürüp ekmek de, taşınmaz üzerinde tasarruf etme şekillerinden biridir.

Suçla korunan hukuki yarar meraların mülkiyet ve ortak kullanım hakkının korunmasıdır. Bu suçla meraya vâki tecavüz eylemlerinin herhangi bir şikâyet ve başvuru şartına bağlı olmaksızın etkin bir biçimde yaptırım altına alınması ve bu suretle meraların korunması amaçlanmıştır. Böylelikle Devlet, Anayasının 45. maddesinde belirtilen meraların amaç dışı kullanılması ve tahribinin önlenmesi yükümlüğünü de yerine getirmiş bulunmaktadır.

Suçun mağduru meradan yararlanma hakkı olan herkestir. Meranın kullanma hakkı sahibi köy tüzel kişiliği ve meranın sahibi Hazine de suçtan zarar görendir.

Suçun maddi konusu tahsisli veya kadim köy meraları olduğundan belediye sınırları içerisindeki meralar bu suçun konusunu oluşturmamaktadır. Tahsis idari bir işlem olup Devlete ait olan bir arazinin kulanım hakkının hayvanların otlatılması ve otundan yararlanılması için müştereken bir veya birkaç köy ya da belediyeye bırakılmasını ifade eder. Kadim mera ise, başlangıcı bilinmeyen bir zamandan beri mera olarak kullanılan yerlerdir.

Uyuşmazlığın sağlıklı bir çözüme kavuşturulabilmesi için “mağdur, suçtan zarar gören ve malen sorumlu” kavramları ile “kamu davasına katılma” kurumu üzerinde de durulması gerekmektedir.

5271 sayılı CMK’nun 237 maddesinin 1. fıkrasında; “Mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel kişiler ile malen sorumlu olanlar…şikayetçi olduklarını bildirerek kamu davasına katılabilirler” hükmü ile kamu davasına katılma hak ve yetkisi bulunanlar üç grup halinde belirtilmiştir. Anılan düzenleme, 1412 sayılı CMUK’nun 365. maddesindeki, “suçtan zarar görenler, soruşturmanın her aşamasında kamu davasına müdahale yolu ile katılabilirler” hükmü ile benzerlik arzetmekte olup, yeni hükme, önceki kanunda yer almayan malen sorumlu ve dar anlamda suçtan zarar göreni ifade eden mağdur eklenmiş, bu şekilde madde, öğreti ve uygulamadaki görüşlere uygun olarak, katılma hak ve yetkisi bulunduğu kabul edilenleri kapsayacak şekilde düzenlenmiştir.

Gerek 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununda, gerekse 1412 sayılı Ceza Muhakemesi Usulü Kanununda kamu davasına katılma konusunda suç bakımından bir sınırlama getirilmemiş, ilke olarak şartların varlığı halinde tüm suçlar yönünden kamu davasına katılma kabul edilmiştir. Öğreti ve uygulamada kamu davasına katılma yetkisi bulunan kişinin “suçtan zarar görmesi” şartı aranmış, ancak kanunda “suçtan zarar gören” ve “mağdur” kavramlarının tanımı yapılmadığı gibi, zararın maddi ya da manevi olduğu hususu bir ayrıma tâbi tutulmamış ve sınırlandırılmamıştır.

Malen sorumlu; işlenmiş olan suçun hükme bağlanması ve bunun kesinleşmesinden sonra, maddî ve malî sorumluluk taşıyarak hükmün sonuçlarından etkilenecek veya bunlara katlanacak kişidir.

Mağdur; Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlüğünde, “haksızlığa uğramış kişi” olarak tanımlanmaktadır. Ceza hukukunda ise mağdur kavramı, suçun konusunun ait olduğu kişi ya da kişilerdir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun hazırlanmasında esas alınan suç teorisinde suçun maddi unsurları arasında yer alan mağdur, ancak gerçek bir kişi olabilecek, tüzel kişilerin suçtan zarar görmeleri mümkün ise de bunlar mağdur olamayacaklardır. Suçtan zarar gören ile mağdur kavramları da aynı şeyi ifade etmemektedir. Mağdur suçun işlenmesiyle her zaman zarar görmekte ise de, suçtan zarar gören kişi her zaman suçun mağduru olmayabilecektir. Bazı suçlarda mağdur belirli bir kişi olmayıp; toplumu oluşturan herkes (geniş anlamda mağdur) olabilecektir. (Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-A. Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 9. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara, 2015, s.289; İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 11. Baskı, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2015, s. 214-217; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 8. Baskı, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2015, s.106-107; Osman Yaşar-Hasan Tahsin Gökcan–Mustafa Artuç, Türk Ceza Kanunu, Ankara, 2010, 6. cilt, s.7702-7703)

Kamu davasına katılmak için aranan “suçtan zarar görme” kavramı kanunda açıkça tanımlanmamış, gerek Ceza Genel Kurulu, gerekse Özel Dairelerin yerleşmiş kararlarında bu kavram “suçtan doğrudan zarar görmüş bulunma hali” olarak anlaşılıp uygulanmıştır.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Köy merasına tecavüz suçunda korunan hukuki yarar meraların mülkiyet ve ortak kullanım hakkı olup, suçun mağduru meradan yararlanma hakkı olan herkestir. Merayı kullanma hakkına sahip köy tüzel kişiliği ile meranın sahibi olan Hazinenin suçtan zarar gören konumunda oldukları göz önüne alındığında, meraların sahibi olup üzerinde sınırlı da olsa tasarruf, denetleme ve koruma yetkisi bulunan Hazinenin, meraya tecavüz suçlarında doğrudan zarar gördüğü ve buna bağlı olarak davaya katılma ve hükmü temyiz etme hak ve yetkisinin bulunduğu kabul edilmelidir. Bu nedenle yerel mahkemece Hazinenin davaya katılmasına karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır.

Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 15.03.2016 gün ve 981-129; 14.01.2014 gün ve 222-6; 18.02.2014 gün ve 130-71 sayılı kararları da bu doğrultudadır.

Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Dairenin ret kararının kaldırılmasına, dosyanın temyiz incelemesinin yapılması amacıyla Yargıtay 8. Ceza Dairesine gönderilmesine karar verilmelidir.

SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 8. Ceza Dairesinin 16.12.2013 gün ve 17125-29191 sayılı ret kararının KALDIRILMASINA,
3- Dosyanın, temyiz incelemesi yapılabilmesi amacıyla Yargıtay 8. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 26.04.2016 tarihinde yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.

TRAFİK KAZASI NEDENİYLE YARALANAN KÜÇÜĞÜN ANNE BABASININ DUYDUĞU ELEM VE IZDIRAP NEDENİYLE MANEVİ TAZMİNAT

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi

2015/994 E. , 2017/8503 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davacılar vekili, davalı … vekili ve davalı … tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacılar vekili, müvekkili . …’nin, 30/01/2011 tarihinde dava dışı …’ın sevk ve idaresindeki motosiklette yolcu konumunda iken, davalı … idaresindeki resmi araçla çarpışmaları sonucu müvekkilinin yaralandığını, bir takım ameliyatlar geçirdiğini, ayağının sakat kaldığını, müvekkillerinden … ve …’in kazada yaralanan ve kalıcı olarak sakatlanan …’nin anne ve babası olduğunu belirterek … için 100.000,00 TL, … ve … için 25.000,00’er TL olmak üzere 150.000,00 TL manevi tazminatın davalılardan …Bakanlığı ve …’tan müteselsilen alınmasına, 10.000,00 TL maddi tazminatın fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak koşulu ile tüm davalılardan ortaklaşa ve zincirleme alınmasına karar verilmesini talep etmiş, yargılama sırasında maddi tazminat talebini 88.459,58 TL’ye yükseltmiştir.

Davalılar vekilleri, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece,davacılardan … ve …’in manevi tazminat davasının reddine, davacı …‘nin manevi tazminat davasının kısmen kabulü ile,20.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihi olan 30/01/2011 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan …Bakanlığı ve …’dan alınarak davacıya ödenmesine, davacılardan …’nin davalılar … Bakanlığı, …, aleyhine açmış oldukları maddi tazminat davasının kabulü ile, 88.459,58 TL maddi tazminatın davalılardan …Bakanlığı ve … yönünden olay tarihi olan 30/01/2011 tarihinden, davalılar … … A.Ş ve … … A.Ş’den ise dava tarihi olan 07/05/2012 itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte ve davalı … şirketlerinin sorumluluğunun … limitleri ile sınırlı olmak üzere her dört davalıdan müteselsilen alınarak davacıya ödenmesine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili, davalı … vekili ve davalı … tarafından temyiz edilmiştir.

1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere göre davalı … vekili ile davalı …’ın tüm, davacılar vekilinin aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan ve yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.

2-Dava trafik kazası nedeniyle talep edilen maddi ve manevi tazminata ilişkindir.

Somut olayda davacıların oğlu olan ve kaza tarihinde 17 yaşında bulunan … kazada yaralanmış, sağ dizinde hareket kısıtlılığı oluşmuş ve %14,3 oranında malul kalmış olup dosya içeriğinden halen aksayarak yürüdüğü anlaşılmaktadır.

Mağdur küçüğün yukarıda açıklanan şekilde yaralanarak sakat kalması ve olayın oluş şekli itibariyle anne ve baba olan davacıların olayda üzülüp acı ve elem duyması kaçınılmazdır. O halde, davacı anne ve babanın manevi zararların kısmen de olsa giderilmesi amacıyla tarafların sosyal ve ekonomik durumları ile birlikte olayın meydana geliş şekli, yaralanmanın şekli ve derecesi de göz önünde tutularak davacı anne ve baba için olay tarihindeki paranın alım gücüne uygun düşecek şekilde hak ve nesafet kuralları çerçevesinde uygun miktarda manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken anne ve babanın manevi tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi isabetli değildir.

3-Bozma neden ve şekline göre davacılar vekili ile davalı … vekilinin vekalet ücretine yönelik temyiz nedenlerinin incelenmesine bu aşamada gerek görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davalı … vekilinin ve davalı …’ın tüm, davacılar vekilinin sair temyiz itirazlarının REDDİNE, (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA,(3) nolu bentte açıklanan nedenlerle,davalı … ve davacılar vekilinin vekalet ücretine yönelik bulunan temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, aşağıda dökümü yazılı 7.037,87 TL kalan onama harcının temyiz eden davalı …’dan alınmasına, 492 sayılı Harçlar Yasasının 13/J maddesi uyarınca davalı …’ndan harç alınmamasına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine 3.10.2017 gününde oybirliğiyle karar verildi.

REŞİT OLMAYAN KÜÇÜĞÜN SEBEBİYET VERDİĞİ ÖLÜMLÜ TRAFİK KAZASI

T.C.

YARGITAY

17. HUKUK DAİRESİ

Esas: 2015/19195, Karar: 2018/11539

ÖZET : Dava reşit olmayan küçüğün sebebiyet verdiği ölümlü trafik kazası(haksız fiili) nedeniyle ölenin yakınlarının maddi ve manevi tazminat taleplerine ilişkindir. Reşit olmayan küçüğün haksız eylemi nedeniyle açılan davanın Aile Mahkemesinde görülebilmesi için davanın 4721 Sayılı TMK’nun 369.maddesine dayalı olarak açılması gerekmektedir. Dosyada ise; dava dilekçesinde davalı diğer davalının kanuni temsilcisi sıfatıyla hasım gösterilmiş olup, davanın 4721 Sayılı TMK’nun 369. maddesine dayalı olarak açıldığı açıkça belirtilmemiştir.

Somut olayda taraflar arasındaki uyuşmazlık aile hukukundan kaynaklanmadığından, yargılama Aile Mahkemesi’nin görevine girmemektedir. Mahkemece davaya asliye hukuk mahkemesinde bakılmak üzere görevsizlik kararı verilmesi gerekirken, işin esasıyla ilgili hüküm tesisi hatalı olup, kararın bozulması gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki, ölümlü trafik kazası nedeniyle maddi ve manevi tazminat davası üzerine yapılan yargılama sonunda, kararda yazılı nedenlerle, davalı aleyhine açılan davanın husumet yönünden reddine, davacılar tarafından açılan maddi tazminat davalarının kabulüne, davacılar tarafından açılan maddi tazminat davalarının reddine, davacılar tarafından açılan manevi tazminat davalarının kısmen kabulüne ilişkin verilen hüküm, tarafından süresi içinde davacılar ve davalılar vekilleri tarafından temyiz edilmekle dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR : Davacılar vekili dava dilekçesinde 16.05.2010 tarihinde davalının davalı babası adına kayıtlı olan ve kendisinin sevk ve idaresindeki araç ile seyir halindeyken hakimiyetini kaybederek,ehliyetsiz ve tecrübesizliğin neden olduğu korku ve panik sonucunda geçirdiği trafik kazası neticesinde araç içerisinde bulunan…’ün vefat ettiğini, davalı hakkında Çocuk Mahkemesinde ceza davası açıldığını, davalının Borçlar Kanununun 41 vd. maddeleri, diğer davalının ise işleten sıfatıyla sorumluluğunun bulunduğunu, kazada vefat eden

… davacıların çocukları, diğer davalıların ise kardeşleri olduğunu,…’ün ölümüyle desteğinden yoksun kaldıklarını, davacıların oğulları ve kardeşlerinin ölümü nedeniyle zor günler geçirdiklerini, psikolojik tedavi gördüklerini, hayatla bağlarının koptuğunu beyanla;fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla davacıların her biri için 1.000,00’er TL maddi,25.000,00’er TL manevi tazminat olmak üzere toplam 104.000,00TL tazminatın olay tarihinden işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan müteselsilen ve müştereken tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalılar Metin duruşmadaki beyanlarında açılan davayı kabul etmediğini, … olaydan dolayı pişman olduğunu, hala olayın üzüntüsü içinde olduğunu beyan etmişlerdir.

Davanın açıldığı 2.Asliye Hukuk Mahkemesi haksız fiile sebep olan reşit olmayıp velayet altında olduğundan, davanın velayeti birlikte kullanan anne ve babaya yöneltilmesi, bu düzenlemeler TMK’nun Aile hukukunu düzenleyen 2.kitabında yer aldığından bu davalara bakma görevi aile mahkemesine ait olduğundan görevsizlik kararı vermiş, dosya 2.Aile Mahkemesine tevzi edilmiştir.

2.Aile Mahkemesince; iddia, savunma, yapılan yargılama ve toplanan delillere göre;davalı aleyhine açılan davanın husumet yönünden reddine, davacılar tarafından açılan maddi tazminat davalarının kabulü ile; davacıların her biri için 1.000,00’er TL toplamı 2.000,00TL maddi tazminatın 16.05.2010 tarihinden işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müteselsilen ve müştereken tahsiline, davacılar tarafından açılan maddi tazminat davalarının reddine, davacılar tarafından açılan manevi tazminat davalarının kısmen kabulüyle 20.000,00’er TL den toplam 40.000,00TL manevi tazminatın 16.05.2010 tarihinden işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müteselsilen ve müştereken tahsiline,davacılar tarafından açılan manevi tazminat davalarının kısmen kabulü ile;10.000,00’er TL’ndan topam 20.000,00TL manevi tazminatın 16.05.2010 tarihinden işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müteselsilen ve müştereken tahsiline, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiş hüküm,davacılar ve davalılar vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.

Dava reşit olmayan küçüğün sebebiyet verdiği ölümlü trafik kazası(haksız fiili) nedeniyle ölenin yakınlarının maddi ve manevi tazminat taleplerine ilişkindir.

1-)4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “Sorumluluk” başlığını taşıyan 369. maddesinde;“Ev başkanı, ev halkından olan küçüğün, kısıtlının, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı bulunan kişinin verdiği zarardan, alışılmış şekilde durum ve koşulların gerektirdiği dikkatle onu gözetim altında bulundurduğunu veya bu dikkat ve özeni gösterseydi dahi zararın meydana gelmesini engelleyemeyeceğini ispat etmedikçe sorumludur.” hükmü yer almaktadır.

Konuya ilişkin Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2008/4-153 Esas,2008/139 Karar sayılı kararında;”…Ev başkanı, ev halkından akıl hastalığı veya akıl zayıflığı bulunanların kendilerini ya da başkalarını tehlikeye veya zarara düşürmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür. Buna göre ev başkanı ev halkından olan küçüğün, kısıtlının, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı bulunan kişinin verdiği zarardan, alışılmış şekilde durum ve koşulların gerektirdiği dikkatle onu gözetim altında bulundurduğunu veya bu dikkat ve özeni gösterseydi dahi zararın meydana gelmesini engelleyemeyeceğini ispat etmedikçe sorumludur.

Maddenin açık ifadesinden de anlaşıldığı gibi, üçüncü kişilere verdikleri zararla ev başkanını sorumluluk altına sokanlar;küçük, kısıtlı ve akıl hastalığı veya akıl zayıflığı olan kimselerdir. Eş söyleyişle, ev başkanının MK.369/1’den doğan bu sorumluluğu, her şeyden önce şahıs itibariyle sınırlı olup, sadece küçük ve kısıtlıların haksız davranışları ile başkalarına verdikleri zararlardan sorumludur.Ev başkanlığı kurumuyla güdülen asıl amaç, gözetime muhtaç aile üyelerine karşı zarara uğramış olan üçüncü kişileri de korumaktır. Yani ev başkanlığı yalnız yetkiler veren bir kurum olmayıp, aynı zamanda görev ve sorumluluklar da yükleyen bir kurumdur.

Tüm bu açıklamalar göstermektedir ki, ev başkanının sorumluluğu yasal dayanağını Türk Medeni Kanunu’nun Aile Hukukunu düzenleyen ikinci kitabında yer alan 369.maddeden almakta; aynı zamanda hukuksal nitelikçe de aile hukuku hükümleriyle sıkı sıkıya bağlantılı bulunmaktadır.

Aile mahkemelerinin kuruluşu, görevi ve yargılama usulleri; 4787 Sayılı “Aile Mahkemesi’nin Kuruluş Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanun” ile düzenlenmiş ve Kanunun 1.maddesinde “Amaç ve Kapsam” başlığı altında;“Bu Kanunun amacı, aile mahkemelerinin kuruluş, görev ve yargılama usullerini düzenlemektir.

Bu Kanun, aile hukukundan doğan dava ve işleri görmek üzere kurulan aile mahkemelerine dair hükümleri kapsar.” hükmüne; yine 4.maddesinde de “Aile Mahkemelerinin Görevleri” başlığı altında; “Aile mahkemeleri, aşağıdaki dava ve işleri görürler:

1.22/11/2001 tarihli ve 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun (Ek ibare: 14/04/2004-5133 S.K. 2.mad.) Üçüncü Kısım hariç olmak üzere İkinci Kitabı ile 03/12/2001 tarihli ve 4722 Sayılı Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanuna göre aile hukukundan doğan dava ve işler, 2.20/05/1982 tarihli ve 2675 Sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanuna göre aile hukukuna ilişkin yabancı mahkeme kararlarının tanıma ve tenfizi,

3.Kanunlarla verilen diğer görevler.” düzenlemesine yer verilmiştir.

Maddede hariç tutulan Üçüncü kısım ise Kanunun 396 ilâ 494 maddelerini içermektedir.

Diğer taraftan, 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun hükümleri arasında 4721 Sayılı Kanun’un 369.maddesine dayalı davaların Aile Mahkemelerinde görülmesini ve yukarıda açıklanan yasal hükümlerin uygulanmasını engelleyen ayrık bir düzenleme de bulunmamaktadır. Hal böyle olunca; 4721 Sayılı Kanun’un 369.maddesi, Kanunun ikinci kitabının ikinci kısmında yer almakla, bu maddeye dayalı aile hukukundan doğan uyuşmazlıkların çözümü de “Aile Mahkemeleri”nin görev alanına girmektedir…” denilmektedir.

Yukarıda anılan karar uyarınca;reşit olmayan küçüğün haksız eylemi nedeniyle açılan davanın Aile Mahkemesinde görülebilmesi için davanın 4721 Sayılı TMK’nun 369.maddesine dayalı olarak açılması gerekmektedir.

Eldeki dosyada ise; dava dilekçesinde davalı diğer davalının kanuni temsilcisi sıfatıyla hasım gösterilmiş olup, davanın 4721 Sayılı TMK’nun 369. maddesine dayalı olarak açıldığı dilekçede açıkça belirtilmemiştir. Dairemizin 16.10.2017 tarih ve 2015/3364 Esas, 2017/9080 Karar sayılı ilamında da davalı küçüğe velayeten anne babasına husumet yöneltildiğinin belirtilmiş olması karşısında, davada asliye hukuk mahkemesinin mahkemenin görevli olduğu hükme bağlanmıştır.

Görev konusu kamu düzeni ile doğrudan bağlantılı olup, taraflar.3.1995 gün ve 1994/14 – 855 E, 1995/242 K. sayılı ilamı; Prof. Dr. …, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 2001 Baskı, Cilt 5, sayfa 4786-4791 vd.) Verilen bilgiler ışığında; somut olayda taraflar arasındaki uyuşmazlık aile hukukundan kaynaklanmadığından, yargılama Aile Mahkemesi’nin görevine girmemektedir.Mahkemece davaya asliye hukuk mahkemesinde bakılmak üzere görevsizlik kararı verilmesi gerekirken, işin esasıyla ilgili yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.

2-)Bozma nedenine göre, davacılar ve davalılar vekillerinin temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle hükmün BOZULMASINA,(2) bentte açıklanan nedenle davacılar ve davalılar vekillerinin temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan temyiz harcının davacılar ve davalılara geri verilmesine, 29.11.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

KREDİ SÖZLEŞMESİ UYARINCA ÖDENEN MASRAF, VERGİ VE SAİR KESİNTİLERİN TAHSİLİ

T.C
YARGITAY
11. Hukuk Dairesi

2018/1725 E. , 2019/2260 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
(ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ SIFATIYLA)

TÜRK MİLLETİ ADINA

Taraflar arasında görülen davada Ergani 1. Asliye Hukuk Mahkemesince bozmaya uyularak verilen 13/10/2017 tarih ve 2017/57-2017/737 sayılı kararın Yargıtayca incelenmesinin davalı vekili tarafından istenildiği ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Davacı vekili, davacı müvekkil tarafından çekilen krediler nedeniyle müvekkil ile herhangi bir anlaşma ve görüşme yapılmadan ve müvekkilinin muvafakati alınmadan kredi tahsis ve değerlendirme ücreti ile BSMV’sinin alındığını, davacı müvekkil tarafından son 10 yılda çekilen kredilerin tamamından bu şekilde haksız ve hukuka aykırı kredi tahsis ve değerlendirme ücreti ile BSMV’sinin alındığını, çekilen her kredi ile ilgili kredi tahsis ve değerlendirme ücretinin alınmasının usul ve yasaya aykırı olduğunu ve tamamen kötüniyetli olduğunu haksız bir şekilde müvekkilinden tahsil edilen 5.770 TL’nin yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalıya usulüne uygun olarak dava dilekçesi ve duruşma günü tebliğ edilmiş, davalı duruşmaya gelmemiş, davaya karşı da herhangi bir cevap vermemiştir.

Mahkemece, iddia, savunma, toplanan deliller, tüm dosya kapsamı ve uyulan bozma ilamı gereğince; Y… K. Bankası kayıtlarında bireysel müşteri olarak değil, gerçek kişilerin ticari işletmesi olarak kayıtlı olduğu ve davacının 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu ve ilgili mevzuat kapsamında “tacir” olduğu, davacının 01/01/2010-29/01/2016 tarihleri arasında hesabından, 22/03/2011 tarihinde kullandırılan 18.000 TL tutarındaki tüketici kredisi nedeniyle davacıdan aynı tarihte 220,00 TL komisyon, 11,00 TL BSMV, 119,30 TL hayat sigortası primi, 79,00 TL Meşe Temel Bankacılık Paketi Ücreti tahsil edildiği, 22/08/2013 tarihinde kullandırılan 60.000 TL tutarındaki tüketici/konut kredisi nedeniyle davacıdan aynı tarihte 100 TL konut kredisi-kredi açılış ücreti, 650 TL ekspertiz ücreti, 250 TL ipotek tesis ücreti, 89 TL Çınar Mortgage Paket Ücreti, BSMV ve 109,74 TL sigorta pirimi tahsil edildiği, bu iki kredi dışında davacıya tüketici kredisi adı altında kullandırılan herhangi bir kredi bulunmadığı, davalı banka tarafından davacıya kullandırılan ticari krediler nedeniyle davacıdan 6.253,25 TL kredi tahsis ve değerlendirme ücreti, BSMV, 367,50 TL ipotek tesis ücreti, 231,76 TL dask poliçe primi, 42,00 TL çek karnesi komisyonu, ve 892,50 TL ekspertiz komisyonu tahsil edildiği , bankanın kredi tahsisi sebebiyle herhangi bir masrafa katlanmadığı halde, herhangi bir yasal dayanağı olmayan söz konusu ücretleri davacının kredi hesabından kesmiş olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.

Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir.

Dava kredi sözleşmesi uyarınca ödenen masraf, vergi ve sair kesintilerin tahsili istemine ilişkindir. Taraflar arasında değişik tarihlerde birden çok kredi sözleşmesi yapılmıştır. Öncelikle sözleşmelerin hangi tarihlerde yapıldığının tek tek tespiti ile 6098 sayılı Borçlar Kanunu öncesi düzenlenen kredi sözleşmeleri belirlenerek, bunlardan alınan masraf, BSMV vs. kesintilerle oranlarının sözleşmede belirlenip belirlenmediğinin saptaması, belirlenmiş ise bu oranlar, belirlenmemişse benzer nitelikteki kredi sözleşmelerine diğer bankalar tarafından uygulanan oranlar üzerinden davalının alabileceği bir ücretin bulunup bulunmadığı tespit edilmelidir.

6098 sayılı Borçlar Kanunu sonrası imzalanan kredi sözleşmelerinde Türk Borçlar Kanunu 20. maddeleri uyarınca genel işlem koşulları bakımından değerlendirme yapılması ayrıca 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 144. maddesi kapsamında, Bakanlar Kurulu’nun 16.10.2006 tarih ve 2006/11188 sayılı kararına istinaden Merkez Bankası’nın 2006/1 sayılı Tebliği’nin göz önüne alınarak davacının isteyeceği masraflar, vergi ve sair kesintilerin saptanması ve gerekirse bilirkişiden rapor alınarak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yanlış değerlendirme ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru olmamış, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle kararın BOZULMASINA, ödediği peşin temyiz harcının isteği halinde temyiz edene iadesine, 25/03/2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

DOĞALGAZ ABONELİĞİ İÇİN SÖZLEŞME KURULURKEN TAHSİL EDİLEN DEPOZİTONUN (GÜVENCE BEDELİ) FAİZİYLE BİRLİKTE İADESİ GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY

3. Hukuk Dairesi

2019/1804 E. , 2019/6325 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :TÜKETİCİ MAHKEMESİ

Taraflar arasındaki Satıcının Hakem Kurulu Kararına itirazı davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın kısmen kabulüne yönelik olarak verilen hükme karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından kanun yararına temyiz yoluna başvurulmakla, dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı vekili dilekçesinde; davalının 1995 yılında müvekkil şirkete abone olduğu dairesini kiraya verdiğini, kiracısının doğalgaz kullanabilmek için yeniden abone olmasının zorunlu tutulması üzerine davalının, 1995 yılında abone olurken kendisinden istenilen güvence bedeli ve proje onay ücretinin iadesi için …Kaymakamlığı Tüketici Sorunları Hakem Heyeti Başkanlığına yapılan başvuru sonucunda, talebin güvence bedeli yönünden kabulü ile 900 TL’nin iadesine dair verilen 29.08.2016 tarih ve 2016/14577 sayılı kararın iptalini, talep etmiştir.
Mahkemece itirazın kısmen kabulü ile; “Tüketici talebinin, güvence bedeli yönünden 479 TL’nin tüketiciye iadesine …” şeklinde hüküm kısmının düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 12.03.2019 tarih ve 2019/16324 sayılı yazıları ile; davalı adına 1995 yılında abonelik tesis edilirken alınan 900.000,00 TL güvence bedelinin iadesinin, EPDK.nın 28.11.2011 tarihli ve 3603 sayılı kararının 6. maddesinde yer alan düzenlemenin, 05.03.2003 tarihinden sonra alınan güvence bedellerine ilişkin olması nedeniyle, anılan düzenleme kapsamı dışında kaldığı, olayda sebepsiz zenginleşmeye dayalı ödenen bedelin iadesi talebinin söz konusu olduğu, mahkemece güncelleme kriteri olarak doğalgaz firmasının iade talebi anındaki yeni abonelerden tahsil ettiği güvence bedeli baz alınarak karar verilmiş ise de; 20 yılı aşkın süre geçmiş olduğu ve bu nedenle alınan güvence bedelinin denkleştirici adalet ilkesine göre dava tarihi itibariyle (çeşitli ekonomik etkenlerin ÜFE-TÜFE artış oranları altın ve döviz kurlarındaki artışlar memur maaş ve işçi ücretlerindeki artışlar ve benzeri ekonomik göstergelerin ortalamaları alınmak sureti ile ) ulaşacağı alım gücü tespit edilerek, bu bedele hükmedilmesi gerektiği belirtilerek, hükmün HMK’nın 363/1. maddesi uyarınca kanun yararına bozulması talep edilmiştir.

Somut olayda taraflar arasında imzalanan 18/09/1995 tarihli Doğalgaz Abonman Sözleşmesi üzerince davalıdan 900.000,00 TL güvence bedelinin alındığı, ancak davalının sadece sözleşmenin ilk sayfasında imzasının bulunduğu, sözleşmenin eki olduğu belirtilen ve sözleşme şartlarını içeren diğer sayfalarda imzasının olmadığı, bu nedenle bu bedelin faizsiz iadesine ilişkin sözleşme hükmünün uygulanamayacağı, EPDK’nın 28.01.2011 tarihli ve 3603 sayılı kararının güvence bedelinin güncellenerek iadesine ilişkin 6. Maddesinin ise 05.03.2003 tarihinden sonra alınan güvence bedellerine ilişkin olması nedeniyle bu düzenleme kapsamında da kalmadığı anlaşılmıştır.
Bu durum karşısında, sözleşme başlangıcında davalı aboneden alınan bedelin amacı ve fonksiyonun davalı doğalgaz dağıtım şirketinin alacaklarına karşı güvence teşkil etmesi olduğu, bunun dışında bir sermaye veya kredi işlevi görme amacı olmadığı, güvence bedelinden herhangi bir şekilde ekonomik fayda sağlamasının sözleşmenin amacını aşacağı, davacının bu bedelin değerini artırma yükümlülüğü olmasa da kendisine teminat olarak bırakıldığından, enflasyon karşısında değerini kaybetmemesi için MK 2. maddesinde iyi niyet kuralları çerçevesinde gerekli önlemleri alması gerektiği, gözönünde bulundurulmalıdır.
Paranın değerinin en azından sabit kalması için uygulamada döviz veya altın alma ya da parayı bir banka hesabına yatırma yoluna gidilmekte ise de, kurların tespitinin ayrı bir işlem gerektirmesi ve kaydi işlemlerinin yapılamamasından dolayı alınabilecek önlemler içerisinde en kolay yol ortalama faiz getirecek bir banka hesabına yatırılmasıdır. Güvence bedelinden elde edilecek faiz geliri bu bedele dahil olacaktır. Bununla teminatın değeri artacağından, her iki tarafın da menfaati korunmuş olacaktır.
Bu durumda mahkemece, davalının sözleşmenin başında vermiş olduğu güvence bedelinin ortalama faiz getiren bir banka hesabına yatırılması gereken tarihten itibaren hesaplanacak faizi ile bulunacak miktarın hüküm altına alınması gerekirken, yazılı şekilde hüküm tesis edilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının Hukuk Muhakemeleri Kanununu 363. Maddesine dayalı kanun yararına bozma isteminin kabulü ile, hükmün sonuca etkili olmamak üzere BOZULMASINA ve gereği yapılmak üzere kararın bir örneği ile dosyanın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmesine, 08.07.2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

ANAYASA MAHKEMESİNİN MÜLKİYET HAKKI İHLALİNE İLİŞKİN KARAR

Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümü, 17/11/2021 tarihli ve 2019/1594 başvuru numaralı ODS Medikal başvurusunda, mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verdi.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
 
 
BİRİNCİ BÖLÜM
 
KARAR
 
ODS MEDİKAL TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ. BAŞVURUSU
(Başvuru Numarası: 2019/1594)
 
Karar Tarihi: 17/11/2021
 
BİRİNCİ BÖLÜM
 
KARAR
 

Başkan : Hasan Tahsin GÖKCAN
Üyeler : Hicabi DURSUN
    Muammer TOPAL
    Recai AKYEL
    Selahaddin MENTEŞ
Raportör : M. Emin ŞAHİNER
Başvurucu : ODS Medikal Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti.
Vekili : Av. Fatih Selim YURDAKUL

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, bir kamu kurumu aleyhine başlatılan icra takibinde alacağın ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 14/1/2019 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:

8. Başvurucu Şirket, medikal sıhhi araç ve gereç satım işiyle iştigal etmektedir.

9. Başvurucu Şirket, farklı tarihlerde Hacettepe Üniversitesine (Üniversite) 103.381,29 TL tutarında tıbbi araç ve gereç satmıştır.

10. Başvurucu Şirketin satış işlemlerine konu hak ediş alacaklarının tahsili için Üniversite/idare nezdinde yaptığı başvurular sonuçsuz kalmıştır.

11. Başvurucu Şirket, faturalara dayalı olup ödenmeyen hak ediş alacaklarının tahsili amacıyla bu defa Üniversite aleyhine Ankara 17. İcra Müdürlüğünün (İcra Müdürlüğü) E.2010/2238 sayılı dosyasında ilamsız icra takibi başlatmıştır. Üniversitenin 22/2/2010 tarihinde takibin 2.829,59 TL’lik kısmına itiraz edip geri kalan tutarı kabul etmesi üzerine 100.521,27 TL dosya asıl alacağı kesinleşmiştir.

12. Borçlu Üniversite tarafından dosyada tahakkuk etmiş anapara borcuna mahsuben 30/4/2010 tarihinde 3.000 TL, 26/4/2011 tarihinde 9.700 TL ve 30/7/2011 tarihinde 26.300 TL, 19/10/2011 tarihinde 3.000 TL, 18/11/2011 tarihinde 3.000 TL, 13/5/2012 tarihinde 3.000 TL, 24/6/2012 tarihinde 3.000 TL, 12/8/2012 tarihinde 3.000 TL, 22/8/2012 tarihinde 3.000 TL, 29/8/2012 tarihinde 3.000 TL, 6/9/2012 tarihinde 3.000 TL, 23/9/2012 tarihinde 1.000 TL, 25/9/2012 tarihinde 3.000 TL, 10/10/2012 tarihinde 3.000 TL, 19/10/2012 tarihinde 1.000 TL, 27/12/2012 tarihinde 25.556,23 TL ve 8/2/2013 tarihinde 985,47 TL olmak üzere toplam 100.521,27 TL tutarında bir ödeme yapılmıştır.

13. Müteakiben İcra Müdürlüğünce Üniversiteye gecikme faizi, icra gideri ve avukatlık ücretinden müteşekkil 67.158,85 TL’lik bakiye borcun ödenmesi için 9/10/2014 tarihinde ödeme muhtırası gönderilmiş ve borcun yedi gün içinde ödenmemesi durumunda icra işlemlerine devam edileceği bildirilmiştir. Bu gelişme üzerine de idarece kesinleşmiş olan alacağın ödenmesini teminen herhangi bir girişimde bulunulmamıştır. Akabinde başvurucu, sırasıyla 1/11/2017, 12/4/2018, 29/8/2018 ve 12/9/2018 tarihlerinde Üniversiteye bakiye borç muhtıraları göndertmiştir. Son tarihli muhtırada bakiye borç miktarı 118.267,94 TL olarak hesaplanmıştır. Nitekim başvurucu, İcra Müdürlüğünün 28/9/2018 tarihli hesabına göre de 118.267,94 TL alacaklıdır. Diğer yandan başvurucu Şirketçe sırasıyla 10/5/2017, 15/6/2017 ve 14/9/2017 ve 1/11/2017 tarihlerinde mezkûr alacak kalemlerinin de tahsili amacıyla icra takibi yenilenmiştir.

14. Üniversite; son iki muhtıraya ilişkin cevabi yazılarda kamu mallarının haczedilemeyeceğini, nakit durumuna göre belirlenecek ödeme planı çerçevesinde ödeme yapılacağını ve4/11/1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 75. maddesinin ilk fıkrası gereğince işlem yapılacağını bildirmiştir.

15. Başvurucu Şirket 14/1/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

16. Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden ulaşılan bilgi ve belgelere göre geçen süre zarfında Üniversite tarafından başvurucu Şirketin takibe konu kalan alacağına ilişkin herhangi bir ödeme yapılmadığı anlaşılmıştır.

IV. İNCELEME VE GEREKÇE

17. Anayasa Mahkemesinin 17/11/2021 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

18. Başvurucu Şirket, Üniversite nezdindeki hak ediş alacaklarının tahsili amacıyla Üniversite aleyhine yürüttüğü ilamsız icra takibine kısmi itiraz edilip itiraz edilmeyen kısım yönünden takibin kesinleşmesine rağmen gecikme faizi, icra gideri ve avukatlık ücretinden müteşekkil 118.267,94 TL’lik kesinleşmiş bakiye alacağını bireysel başvuru tarihi itibarıyla dokuz yılı aşkın süredir tahsil edemediğinden yakınmaktadır. Başvurucu Şirket sonuç olarak bir kamu kurumu niteliğindeki Üniversiteden olan alacağına kavuşamadığını belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmektedir.

B. Değerlendirme

19. Anayasa’nın “Mülkiyet hakkı” kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

20. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

21. Anayasa’nın 35. maddesinin birinci fıkrasında “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.” denilmek suretiyle mülkiyet hakkı güvenceye bağlanmıştır. Anayasa’nın anılan maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60). Somut başvuru yönünden başvurucu Şirketin alacağının varlığı idare tarafından kabul edildiğine göre icra edilebilir nitelikteki söz konusu alacığın mülk teşkil ettiğinde kuşku bulunmamaktadır.

22. Bir alacağın mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilebilmesi için mahkeme hükmüne dayanması şart olmayıp belirli, kesin ve icra edilebilir mahiyette olması gerekli ve yeterlidir. Somut olayda da başvurucu Şirket, farklı tarihlerde idareye 103.381,29 TL tutarında tıbbi araç ve gereç satmış ve satış işlemlerine ilişkin olarak 2009 yılında farklı tarihlere ait on beş fatura düzenlemiştir. Başvurucu Şirketçe satış işlemlerine konu hak ediş alacaklarının tahsili için Üniversite nezdinde yapılan başvurular sonuçsuz kalmış olmasına karşın alacağın varlığı reddedilmemiştir. Nitekim başvurucu Şirket tarafından söz konusu faturalara dayalı olarak ilamsız icra takibi başlatılmış olup borçlu Üniversitenin 22/2/2010 tarihinde takibin 2.829,59 TL’lik kısmına itiraz edip geri kalan tutarı kabul etmesi üzerine 100.521,27 TL dosya asıl alacağı kesinleşmiştir. Diğer yandan borçlu Üniversite, icra dosyasına 30/4/2010 tarihinde 3.000 TL, 26/4/2011 tarihinde 9.700 TL ve 30/7/2011 tarihinde 26.300 TL, 19/10/2011 tarihinde 3.000 TL, 18/11/2011 tarihinde 3.000 TL, 13/5/2012 tarihinde 3.000 TL, 24/6/2012 tarihinde 3.000 TL, 12/8/2012 tarihinde 3.000 TL, 22/8/2012 tarihinde 3.000 TL, 29/8/2012 tarihinde 3.000 TL, 6/9/2012 tarihinde 3.000 TL, 23/9/2012 tarihinde 1.000 TL, 25/9/2012 tarihinde 3.000 TL, 10/10/2012 tarihinde 3.000 TL, 19/10/2012 tarihinde 1.000 TL, 27/12/2012 tarihinde 25.556,23 TL ve 8/2/2013 tarihinde 985,47 TL olmak üzere toplam 100.521,27 TL ödeme de yapmıştır.

23. Ayrıca dosya kapsamında borcun olmadığına dair idare tarafından açılan bir davanın varlığına ilişkin bilgi de bulunmamaktadır. Bu durumda borcun varlığı ile ilgili olarak taraflar arasında bir uyuşmazlığın bulunmadığı anlaşılmaktadır. İcraMüdürlüğünce yapılan dosya hesabında 118.267,94 TL tutarında bakiye borcun bulunduğu görülmektedir. Dolayısıyla alacağın belirli, kesin ve icra edilebilir mahiyette olduğu dikkate alındığında başvurucu Şirketin mülkiyet hakkının varlığı konusunda bir tereddüt bulunmamaktadır. Ancak İcra Müdürlüğü aracılığıyla yapılan takip işlemi sonucunda itiraz edilmeyen kısım yönünden alacağın kesinleşmiş olmasına rağmen başvurucu Şirketin gecikme faizi, icra gideri ve avukatlık ücretinden müteşekkil bakiye alacağı hâlen ödenmemiş durumdadır.

24. Anayasa Mahkemesinin daha önceki kararlarında icra edilebilir bir alacağın da mülkiyet hakkı kapsamında korunan ekonomik bir değer ifade ettiği kabul edilmiştir. Ayrıca kamu kurum ve kuruluşlarınca böyle bir alacağın ödenmemesi ya da ödenmesinin uzun sürmesinin mülkiyetten barışçıl yararlanma hakkına müdahale teşkil ettiği ve bu müdahale nedeniyle oluşan belirsizliğin ise mülkiyet hakkının ihlaline neden olduğu sonucuna varılmıştır (Kenan Yıldırım ve Turan Yıldırım, B. No: 2013/711, 3/4/2014, §§ 55-75; Şenal Haylaz, B. No: 2013/3457, 25/2/2015, §§ 60-79).

25. Somut olayda bu ilkelerden ayrılmayı gerektiren bir durum söz konusu olmayıp başvurucu Şirketin icra edilebilir nitelikteki kesinleşmiş alacağının gecikme faizi, icra gideri ve avukatlık ücretinden müteşekkil kısmının idare tarafından borcun varlığının da kabul edilmesine rağmen kesinleşme tarihinden itibaren on bir yılı aşkın bir süreyi geçtiği hâlde ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmak gerekir.

26. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden

27. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

28. Başvurucu Şirket ihlalin tespiti ile 10.000 TL manevi tazminat talebinde bulunmuştur.

29. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

30. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

31. Anayasa Mahkemesi, Üniversite aleyhine başlatılan icra takibinde kesinleşen alacağın ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Dolayısıyla somut başvuruda ihlalin idari işlemden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

32. İhlalin sonuçlarının giderilmesi için icra takibi sonucunda kesinleşmiş alacağının başvurucu Şirkete ödenmesi gerekmektedir. İhlal kararının yerine getirilmesi sorumluluğu Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğüne düşmektedir. Bu sebeple kararın bir örneğinin ihlalin sonuçlarının giderilmesi için Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğüne gönderilmesine karar verilmesi gerekir.

33. Diğer yandan yalnızca ihlal tespitiyle ve kararın Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğüne gönderilmesi suretiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında -yargı kararının infaz edilmediği süre gözetilerek- başvurucu Şirkete net 10.000 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.

34. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 294,70 TL harç ve 3.600 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.894,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

V. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının giderilmesi için kararın bir örneğinin Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğüne GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucuya net 10.000 TL manevi tazminat ÖDENMESİNE,

E. 294,70 TL harç ve 3.600 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.894,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

F. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 17/11/2021 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

ÖDEME ŞARTINI İHLAL- BRÜT ASGARİ ÜCRET TUTARININ ALTINDA KALAN ALACAK MİKTARI BAKIMINDAN KİŞİYE DİSİPLİN HAPSİ VERİLEMEYECEĞİ

T.C
YARGITAY
12. Hukuk Dairesi

2021/4067 E. , 2021/4896 K.

“İçtihat Metni”

Borçlunun ödeme şartını ihlâl suçundan sanık …’nın, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun 340. maddesi gereğince 3 aya kadar tazyik hapsi ile cezalandırılmasına dair … 9. İcra Ceza Mahkemesinin 18/02/2020 tarihli ve 2019/576 esas, 2020/148 sayılı kararı aleyhine … Bakanlığı’nın 03/03/2021 gün ve 94660652-105-35-14370-2020-Kyb sayılı kanun yararına bozma istemini içeren yazısı ekindeki dava dosyası Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 23/03/2021 gün ve KYB-2021/32094 sayılı ihbarnamesi ile Dairemize gönderilmekle okundu.

Anılan ihbarnamede;

Dosya kapsamına göre, 31/03/2011 tarih ve 6217 sayılı Kanunun 6. maddesi ile değişik İcra ve İflas Kanunu’nun 354. maddesinin 4. fıkrasında; “Nafaka alacaklarına ilişkin takipler hariç, alacak miktarı Asgari Ücret Tespit Komisyonu tarafından her yıl belirlenen aylık en yüksek brüt asgari ücret tutarının altında kalan takiplerde bu Kanunda öngörülen disiplin ve tazyik hapsi uygulanmaz.” hükmü uyarınca, suçun oluşumu için, takip tarihindeki asıl alacak miktarının brüt asgari ücretin üstünde olması gerektiği, … 21. İcra Müdürlüğünün 2019/1339 esas sayılı dosyasındaki 04/02/2019 tarihli takibe konulan asıl alacak miktarının 2.500,00 Türk lirası olduğu, Asgari Ücret Tespit Komisyonu tarafından 2019 yılı için belirlenen aylık en yüksek brüt asgari ücret tutarının ise 2.558,40 Türk lirası olduğu, takibe konulan asıl alacak miktarının 2019 yılı için belirlenen aylık en yüksek brüt asgari ücret tutarının altında kaldığı anlaşılmakla, sanığın beraati yerine yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmesinde isabet görülmediği gerekçesiyle 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 309. maddesi uyarınca anılan kararın kanun yararına bozulması isteminde bulunulmakla gereği görüşülüp düşünüldü;

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına bozma istemine dayanan ihbarname içeriği yerinde görüldüğünden … 9. İcra Ceza Mahkemesinin 18/02/2020 tarihli ve 2019/576 esas, 2020/148 sayılı kararının CMK’nın 309/4-d maddesi uyarınca BOZULMASINA, sanık hakkında ödeme şartını ihlal eyleminden dolayı hükmolunan tazyik hapsinin kaldırılmasına, tazyik hapsi infaz edilmekte ise salıverilmesine, 18/05/2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

GECE ÇALIŞAN İŞÇİNİN UYUMUŞ OLMASI İŞ GÜVENLİĞİNİ TEHLİKEYE DÜŞÜRMEMİŞ VE DAHA ÖNCEDEN BU KONUDA BİR UYARI YAPILMAMIŞSA HAKLI FESİH NEDENİ DEĞİLDİR.

T.C
YARGITAY
9. Hukuk Dairesi

2016/340 E. , 2016/20711 K.
“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :İŞ MAHKEMESİ

DAVA : Davacı, feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

A) Davacı İsteminin Özeti:
Davacı vekili özetle, davacının 06/11/2008-29/03/2014 tarihleri arasında davalı şirket nezdinde gemi boya işçisi olarak kesintisiz olarak çalıştığını, iş akdinin işveren tarafından 26/03/2014 tarihinde 4857 sayılı iş yasasının 25/II-e maddesi uyarınca tazminatsız ve önelsiz olarak feshedildiğini, fesih gerekçesi olarak 23/03/2014 tarihinde gece 01:30 sıralarında binanın giriş katına yatak koyarak uyuduğunun tespit edildiğinin belirtildiğini, ancak olayın doğru olmadığını ve feshin haksız olduğunu iddia ederek; işe iadesini talep ve dava etmiştir.
B) Davalı Cevabının Özeti:
Davalı vekili özetle, davacının iş akdinin 4857 sayılı iş yasasının 25/II-e maddesi gereğince feshedildiğini, zira davacının işyerinde uyuduğunun ve çalışma yapmadığı halde kendisini fazla mesai yapıyormuş gibi gösterdiğinin tespit edildiğini ve bu nedenle iş akdinin haklı nedenle sona erdirildiğini savunarak, davanın reddini talep etmiştir.
C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak; davacının işverene verdiği savunmada, gece 12:30 da uyuyup sabah 05:00 sıralarında uyandığını kabul ettiğini bildirmesi, güvenlik şefi ….. ve güvenlik görevilisi …..’nin davacının uyurken yatarken görüldüğünü, bir tutanakla belirlemeleri, davacının davalı şirkette demir boya işçisi olduğu ve fazla mesai saatinde gece saat 12:30 dan sabah 05:00 e kadar işyerinde uyuduğunun ibraz edilen delille de sabit olduğu, bu deliller karşısında iş akdinin feshedilmesinin iş yasasına uygun olduğu gerekçeleriyle davanın reddine karar verilmiştir.
D) Temyiz:
Kararı, davacı temyiz etmiştir.
E) Gerekçe:
İş sözleşmesinin, işçinin doğruluk ve bağlılığa aykırı söz veya davranışları sebebiyle işverence haklı olarak feshedilip feshedilmediği noktasında taraflar arasında uyuşmazlık söz konusudur.
4857 sayılı İş Kanununun 25 inci maddesinin (II) numaralı bendinde, ahlâk ve iyi niyet kurallarına uymayan haller sıralanmış ve belirtilen durumlar ile benzerlerinin varlığı halinde, işverenin iş sözleşmesini haklı fesih imkânının olduğu açıklanmıştır. Yine değinilen bendin (e) alt bendinde, işverenin güvenini kötüye kullanmak, hırsızlık yapmak, işverenin meslek sırlarını ortaya atmak gibi doğruluk ve bağlılığa uymayan işçi davranışlarının da işverene haklı fesih imkânı verdiği ifade edilmiştir. Görüldüğü üzere yasadaki haller sınırlı sayıda olmayıp, genel olarak işçinin sadakat borcuna aykırılık oluşturan söz ve davranışları işverene fesih imkânı tanımaktadır.
İşçinin eleştiri sınırları içinde kalan söz ve davranışları ise, işverene haklı fesih imkânı vermez (Yargıtay 9. HD. 1.12.2009 gün, 2008/11819 E, 2009/32509 K).
Somut uyuşmazlıkta; dosyadaki bilgi ve belgelere göre, davacının işyerinde mesai saatleri içinde uyuduğu gerekçesiyle iş sözleşmesi 4857 sayılı yasanın 25/II-e maddesi gereği işçinin işverenin güvenini kötüye kullanması gerekçesiyle feshedilmiş ise de, gece çalışan davacının salt uyuması,iş güvenliğini tehlikeye düşürmediği sürece ve daha önceden bu konuda işi aksattığı gerekçesiyle herhangi bir uyarı da yapılmamışsa haklı fesih nedeni olamayacaktır. Bu durumda davacının bu davranışı nedeniyle davacı uyarılmadan ve bu uyuma eyleminin işyerinde ne tür olumsuzluklara yol açtığı kanıtlanmadan, feshin haklı nedene dayandığının kabulü hatalıdır.
Davacının aynı davranışlarını bir daha tekrar edeceği de anlaşılamadığı gibi, olumsuz öngörü ilkesi gereğince fesih, geçerli nedene dayanmamaktadır.
Davacının iş sözleşmesinin feshi, geçerli nedene dayanmadığından, belirtilen sebeplerle, 4857 sayılı Kanun’un 20. maddesinin 3. fıkrası uyarınca, hükmün bozulmak suretiyle ortadan kaldırılması ve aşağıdaki gibi karar verilmesi gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda belirtilen sebeplerle;
1-Mahkemenin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararının BOZULARAK ORTADAN KALDIRILMASINA,
2-İşverence yapılan FESHİN GEÇERSİZLİĞİNE, davacının işe İADESİNE,
3-Davacının kanunî sürede işe başvurmasına rağmen, işverenin süresi içinde işe başlatmaması halinde ödenmesi gereken tazminat miktarının taktiren işçinin 5 aylık ücreti olarak belirlenmesine,
4-Davacının işe iade için işverene süresi içinde başvurması halinde hak kazanılacak olan ve kararın kesinleşmesine kadar doğmuş bulunan en çok dört aylık ücret ve diğer haklarının davacıya ödenmesi gerektiğine
5-Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,
6-Davacı vekille temsil edildiğinden, karar tarihinde yürürlükte olan tarifeye göre 1.800,00 TL. vekâlet ücretinin davalıdan alınıp davacıya verilmesine,
7-Davacı tarafından yapılan 453.20 TL. yargılama giderinin davalıdan alınıp davacıya verilmesine, davalının yaptığı yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına,
8- Peşin alınan temyiz harcının isteği halinde davalıya iadesine,
Kesin olarak, 24.11.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

EV SAHİBİNİN TEK BAŞINA KİRA ARTIŞ MİKTARI BELİRLEMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR.

T.C
YARGITAY
3. Hukuk Dairesi

2017/7358 E. , 2017/16789 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :SULH HUKUK MAHKEMESİ

Taraflar arasındaki kiralananın tahliyesi davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı; kira sözleşmesne göre aylık kira bedelinin 350 TL olduğunu, yıllık ÜFE artışı ile 01.11.2014 tarihinden itibaren aylık kira bedelinin 363 TL, 01.11.2015 tarihinden itibaren aylık 405 TL olması gerektiğini, ancak davalının artış yapmadığını, yıllık eksik ödenen farkın ödenmesi için ihtar gönderdiklerini ancak kira farkının ödenmediğini ileri sürerek davalının temerrüt nedeniyle tahliyesine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı, sözleşmede artış maddesi bulunmadığını savunarak, davanın reddini istemiştir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Kira akdinin sona erme sebeplerinden biri de kiracının temerrüdü olup kira parasının ödenmemesi veya geç ödenmesi durumunda akdin feshinin biçim ve koşulları 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 315. maddesinde (818 Sayılı BK.nun 260.maddesi) düzenlenmiştir. Buna göre, istenen kira parasının veya yan giderin muaccel (istenebilir) olması ve kira bedeli ile yan giderin verilen sürede ödenmemiş bulunması, ihtarnamede verilen süre içerisinde kira parasının ödenmemesi halinde akdin feshedileceğinin açıkça belirtilmesi gerekir. Kiracıya verilecek süre konut ve çatılı işyeri kiralarında en az otuz gün, ürün kiralarında en az altmış gün, diğer kira ilişkilerinde ise en az on gündür.
Kural olarak kira ilişkisinin varlığını ve aylık kira bedelinin ne kadar olduğunu ispat külfeti davacıya, davalı tarafından kabul edilen kira bedelinin ödendiğinin ispat külfeti ise davalıya düşer.
Taraflar arasında imzalanan 01.11.2013 başlangıç tarihli ve bir yıl süreli kira sözleşmesinin varlığı hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır. Sözleşmede aylık kira bedeli 350 TL olarak kararlaştırılmış, sonraki yıllar kira bedelinin artırılacağına dair bir düzenleme
yapılmamıştır. Davacı, dava dilekçesinde kira bedellerinin yıllık ÜFE artışına göre ödenmediğinden bahisle temerrüt nedeniyle tahliye talep etmiş ise de, sözleşmede artış maddesi bulunmamakla davaya konu kira tutarının ispatı kiraya verene aittir. Davacının tek yanlı kira oranı ve kira bedeli belirlemesine itibar edilemez. Davacı kiraya veren, kira miktarınının ÜFE ile artırılacağını ispat edemediğine göre, aylık kiranın sözleşmede yazılı olan 350 TL olduğunun kabulü gerekir. Bu durumda, mahkemece, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 6100 sayılı HMK’nun geçici madde 3 atfıyla 1086 sayılı HUMK.nun 440.maddesi gereğince karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 30.11.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İŞÇİNİN AMİRİNE KARŞI “KES SESİNİ ÇENE YAPMA” ŞEKLİNDE CEVAP VERMESİ İŞVEREN AÇISINDAN HAKLI FESİH NEDENİDİR

T.C
YARGITAY
7. Hukuk Dairesi

2014/2280 E. , 2014/11507 K.

“İçtihat Metni”
Mahkemesi : Antalya 2. İş Mahkemesi
Tarihi : 28/11/2013
Numarası : 2011/367-2013/582

Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dosya incelendi, gereği görüşüldü:
1-Dosyadaki yazılara, hükmün Dairemizce de benimsenmiş bulunan yasal ve hukuksal gerekçeleriyle dayandığı maddi delillere ve özellikle bu delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre davalı vekilinin aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazlarının reddine,
2-Davacı, davalıya ait işyerinde, 18/04/2006-05/04/2009 tarihleri arasında çalıştığını, iş akdinin işveren tarafından haksız ve bildirimsiz olarak feshedildiğini, 14/12/2010 tarihinde BÇM ne şikayette bulunduğunu, düzenlenen rapor ile kıdem- ihbar tazminatlarının ödenmesi gerektiği konusunda yanıt verildiğini belirterek kıdem ve ihbar tazminatı ile fazla çalışma ücretinin davalıdan tahsilini talep etmiştir.
Davalı işveren vekili, davacının 03/04/2009 günü 16:00-24:00 vardiyasında çalıştığı sırada vardiya amiri Mehmet A.’ya sert, kaba ve küfürlü sözler sarf etmesi, 04/04/2009 günü ise bu tavırda ısrarcı olması nedeni ile iş akdinin haklı nedenle feshedildiğini, kıdem ihbar tazminatı taleplerinin haksız ve hukuka aykırı olduğunu, iş müfettişi tarafından davacı eyleminin kabahat olarak nitelendirilmesine karşın davacının hareketinin ilk olmadığını, daha önceki tutum ve davranışları göz önüne alındığında bu eyleminin bardağı taşıran son damla olduğunu, fazla mesai yaptığına ilişkin iddialarının gerçeklerle bağdaşmadığını,fazla mesai alacağı yönünden zamanaşımı itirazında bulunduklarını belirterek, davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, feshe dair 04/04/2009 tarihli disiplin kurulu kararının, feshin normatif dayanakları kapsamında iş akdinin feshinde gerekçe gösterilen davacı eylemlerinin, davalıya 4857 S.K.nun 25. Maddesi (d) fıkrasına göre haklı nedenle derhal fesih hakkı vermesinin ve fesih yaptırımının eylem-ceza arasında nispetsizlik sonucu doğurabileceği, öncelikle uyarı şeklindeki bir takım disiplin cezaları ile yetinilerek, tekrarında iş akdinin feshedileceğinin ihtar edilmesinin yerinde olabileceği, buna göre feshin haklı nedene dayandığının davalı tarafça ispatlanamadığı gerekçesiyle davacı taleplerinin kabulüne karar verilmiştir.
Taraflar arasında davacının iş sözleşmesinin işverence feshinin haklı nedene dayanıp dayanmadığı hususunda ihtilaf bulunmaktadır.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 25/II. fıkrasının (d) bendi uyarınca, işçinin işverene veya ailesine karşı şeref ve namusuna dokunacak sözler söylemesi veya davranışlarda bulunması ya da işveren hakkında şeref ve haysiyet kırıcı asılsız ihbar ve isnatlarda bulunması veya işçinin işverene, aile üyelerinden birine veya işverenin diğer bir işçisine sataşması haklı fesih nedeni olarak sayılmıştır. Sataşma niteliğinde olmadığı sürece, diğer işçilerle devamlı ve gereksiz tartışmaya girişmek, iş arkadaşları ile ciddi geçimsizlik göstermek, işyerinde olumsuzluklara yol açması halinde geçerli fesih nedenidir.
Somut olayda davacının garson olarak 18/04/2006-05/04/2009 tarihleri arasında davalıya ait işyerinde çalıştığı, 03/04/2009 günü 16:00-24:00 vardiyasında çalıştığı sırada davacıya vardiya amiri M. A. tarafından mini bar malzemelerinin arkadaşı H. k. ile birlikte çekilmesi için görev verildiği, servis saatinin saat 19:00 da başlaması üzerine saat 19:20 sıralarında dönen davacı ve arkadaşına neden geç kaldıklarının sorulması üzerine davacının amirine “kes sesini, çene yapma” şeklinde cevap verdiği hususunun gerek davacı savunması ve gerekse tanık beyanları ve dosya içeriğinden anlaşılmasına göre davacının amiri konumundaki kişiye saygı ve nezaket sınırlarını aşacak ve pozisyonuyla bağdaşmayacak şekilde davrandığının sabit olduğu anlaşılmıştır. Davacının eylemleri 4857 sayılı İş Kanunu’nun 25/II. fıkrasının (d) maddesindeki işverenin bir başka işçisine sataşma mahiyetini taşır. Fesih haklı nedene dayandığından davacının kıdem ve ihbar tazminatı isteğinin reddi gerekirken kabulü yönünde hüküm kurulması hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.
3-Fazla mesai hesabında 01.09.2008-04.04.2009 tarihleri arası hafta sayısı 31 olduğu halde bilirkişi raporunda 36 hafta olarak kabul edilerek hesaplama yapılması da hatalı olmuştur.
SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı nedenlerle BOZULMASINA, temyiz harcının davalıya iadesine, 28.05.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.

TRAFİK KAZASI – KIŞ LASTİĞİ VEYA ZİNCİR TAKMAMA NEDENİYLE

T.C
YARGITAY
12. Ceza Dairesi

2019/9401 E. , 2021/722 K.

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :Asliye Ceza Mahkemesi
Suç : Taksirle öldürme
Hüküm : TCK’nın 85/1, 62/1, 50/4. maddesi delaletiyle 50/1-a, 52/2-3-4. maddeleri gereği mahkumiyet

Taksirle öldürme suçundan sanığın mahkumiyetine ilişkin hüküm, sanık müdafii ve katılanlar vekili tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü:

Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine incelenen dosya kapsamına göre sanık müdafinin ceza miktarına ve lehe hükümlerin uygulanması gerektiğine, katılanlar vekilinin ceza miktarına ve lehe hükümlerin uygulanmaması gerektiğine ilişkin temyiz itirazlarının reddine; ancak;

Sanık idaresindeki kamyonetle, gündüz vakti, meskun mahalde, iki yönlü, gidiş yönüne göre iniş eğimli, virajlı, yüzeyi buzlu olan asfalt kaplama caddede, sınıfına göre zorunlu olmasına karşın aracında kış lastiği bulunmadığı ve lastiklerine zincir takılı olmadığı halde seyrederken aracının 4,9 metre kayması sonucu direksiyon hakimiyetini kaybettiği esnada, seyir istikametine göre soldan yoldan çıkarak, aynı istikamette bankette yürümekte olan yayaya çarpmasıyla, mevcut hızını yol şartlarına göre ayarlamayarak, tam kusuruyla bir kişinin ölümüne sebebiyet verdiği olayda; sanığın eylemini bilinçli taksir ile gerçekleştirdiği ve cezasında 5237 sayılı TCK’nın 22/3. maddesi uyarınca artırım yapılması gerektiği gözetilmemesi,

Kanuna aykırı olup, katılanlar vekilinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükmün bu nedenlerle 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK’un 321. maddesi gereğince isteme aykırı olarak BOZULMASINA, 26/01/2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

ÜST ARAMA YETKİSİ BULUNMAYAN MAHALLE BEKÇİSİNİN ARAMA SONUCU ELDE EDİLEN UYUŞTURUCU MADDE SUÇ DELİLİ OLARAK KABUL EDİLEMEZ

T.C
YARGITAY
10. Ceza Dairesi

2020/21042 E. , 2021/12572 K.

“İçtihat Metni”
Mahkeme : İSTANBUL Bölge Adliye Mahkemesi 5. Ceza Dairesi
Suç : Uyuşturucu madde ticareti yapma

Hükümler : 1) Mahkûmiyet; İstanbul 20. Ağır Ceza Mahkemesinin 06/03/2020 tarihli, 2019/666 esas ve 2020/140 sayılı kararı

2) İstinaf başvurularının esastan reddi; İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 5. Ceza Dairesinin 05/10/2020 tarihli, 2020/1657 esas ve 2020/2262 sayılı kararı
Bölge Adliye Mahkemesince verilen hüküm, sanık müdafii tarafından temyiz edilmekle, temyiz edenin sıfatı, başvurunun süresi, kararın niteliği ve temyiz sebeplerine göre dosya incelendi.

GEREĞİ GÖRÜŞÜLÜP DÜŞÜNÜLDÜ:

5271 sayılı CMK’nın 288. ve 294. maddelerinde yer alan düzenlemeler ile 289. maddesinde sayılan kesin hukuka aykırılık halleri dikkate alınarak, sanık müdafiinin temyiz dilekçesindeki sebeplerin hükmün hukuki yönüne ilişkin olduğu değerlendirilerek yapılan incelemede,

Dosya kapsamından, suç tarihi itibarıyla yürürlükte bulunan 772 sayılı Kanun uyarınca arama yetkisi bulunmayan çarşı ve mahalle bekçileri tarafından otogar peronlar bölgesinde şüphe üzerine durdurulan sanığın, önleme araması kararına dayanılarak yapılan üst aramasında, montunun sağ cebinde şeffaf poşete sarılı 51 adet, pantolonunun sol cebinde beyaz peçeteye sarılı 45 adet olmak üzere toplam 96 adet MDMA içeren tabletin ele geçirildiği anlaşılmakla, somut olayda, CMK’nın 116, 117 ve 119. maddeleri ile 2559 sayılı Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu ve suç tarihinde yürürlükte bulunan 772 sayılı Çarşı ve Mahalle Bekçileri Kanununa aykırı şekilde yapılan arama sonucunda ele geçen uyuşturucu maddelerin, “suçun maddi konusu” ve “suç delili” olarak hükme esas alınamayacağı gözetilmeden, sanığın beraati yerine, yazılı şekilde mahkûmiyetine karar verilmesi,

Kanuna aykırı, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu nedenle yerinde olup, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 5. Ceza Dairesinin 05/10/2020 tarihli, 2020/1657 esas ve 2020/2262 karar sayılı hükmü hukuka aykırı bulunduğundan, 5271 sayılı CMK’nın 302/2. maddesi uyarınca hükmün BOZULMASINA, bozma sebebine göre sanığın SALIVERİLMESİNE, başka bir suçtan hükümlü ya da tutuklu bulunmadığı takdirde salıverilmesinin sağlanması için ilgili Cumhuriyet Başsavcılığına yazı yazılmasına,

CMK’nın 304/2 (a) maddesi uyarınca dosyanın İstanbul 20. Ağır Ceza Mahkemesine, kararın bir örneğinin İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 5. Ceza Dairesine gönderilmesine, 29/11/2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

KADASTRO TEKNİSYENİ HUZURUNDA HARİCEN SATIŞ BEYANI- MUVAZAA NEDENİYLE TAPU İPTALİ VE TESCİLİ

T.C
YARGITAY

1. Hukuk Dairesi

2013/20415 E. , 2014/9846 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : GAZİPAŞA ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 14/05/2013
NUMARASI : 1998/56-2013/269

Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın, reddine ilişkin olarak verilen karar davacılar vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

-KARAR-

Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı miras payı oranında tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.

Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden, tarafların mirasbırakanı Mehmet Y…’ın 27.5.1993 tarihinde öldüğü, geriye mirasçı olarak davacı kızları Fatma, Zahide ve Nimet ile davalı oğulları Yusuf ve Hüseyin ve ayrıca dava dışı iki kızını daha bıraktığı, davacıların 20 parça taşınmazı dava konusu ettikleri, bunlardan 315, 1464, 1437, 1432, 3422, 3424, 3421 ve 1517 parsel sayılı taşınmazların senetsizden dava dışı Hazine adına, 1422 parselin senetsizden dava dışı Nurten Y… adına tespit ve tescil edildiği, bu taşınmazların davalılarla ve miras bırakanları ile ilgisinin bulunmadığı, 1449, 1434, 1460, 291, 302 ve 1387 parsel sayılı taşınmazların senetsizden davalılar adına tespit gördüğü anlaşılmaktadır. 1440 ve 1515 parsel sayılı taşınmazların bir kısım payının tapu kayıtlarına dayanarak mirasbırakan adına tespit gördükten sonra ise tespite mirasbırakan, davalılar ve dava dışı kişilerin itiraz ettikleri, komisyonca, daha önce mirasbırakan adına yazılan payın eşit olarak davalı oğulları adına tesciline karar verildiği, 1488 parselin ise asıl hak sahibi ortak mirasbırakan Mehmet Yıldız adına tapuda kayıtlı iken tapulama sırasında tapulama teknisyenleri huzurunda verdiği ve imzası tahtında tapulama tutanağına alınan muvafakat beyanı nedeniyle davalılar adına kaydının oluştuğu, dava konusu 1489 ve 1426 sayılı parsellerle ilgili davanın bu dosyadan tefrik edilerek ayrı bir esasa kaydedildiği anlaşılmaktadır.

1- Hemen belirtmek gerekir ki; tapuda kayıtlı olmayan taşınmazlar taşınır mal niteliğindedir ve zilyetlikten ibaret olan hakkın devri suretiyle yapılan elden bağışlama sözleşmeleri hiçbir şekil koşuluna bağlı değildir. Bu nedenle gizlenerek yapılan bağışlama niteliğinde tasarruf da geçerlidir. Mirasbırakan tarafından tapusuz taşınmazların zilyetliğinin devri suretiyle gerçekleştirilen geçerli işlemlere karşı 1.4.1974 gün 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulama yeri yoktur. Bu nedenle taraflarla ve ortak mirasbırakanları ile ilgisi bulunmayan Hazine ve dava dışı kişi adına kayıtlı taşınmazlarla birlikte davalılar adına senetsizden tespit edilen 1449, 1434, 1460, 291, 302 ve 1387 sayılı parsellerle ilgili davanın reddine karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur. Davacıların bu taşınmazlara yönelik temyiz itirazları yerinde değildir, reddi ile hükmün açıklanan nedenlerle ONANMASINA.

2- Öte yandan, tapulu taşınmazlarda mülkiyeti nakleden akitlerin resmi şekilde yapılması TMK’nin 706, TBK’nin 237 ve Tapu Kanununun 26. maddesi hükmü gereğidir. Ne var ki, gerek 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/B maddesi, gerekse 09 Ekim 1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-a maddesinde bu yasaların tasfiye yasaları olmaları nedeniyle TMK’nin 706 ve TBK’nin 213.maddesinde mülkiyetin naklinde öngörülen buyurucu nitelikteki hükümlere ayrık bir düzenleme getirilmiştir. Buna göre, kayıt sahibinin tapulama sırasında kadastro teknisyeni huzurunda, taşınmazın zilyedi adına tespit ve tesciline muvafakatini bildirmesi, mülkiyetin zilyet adına geçirilip, onun üzerine tespitinin yapılabilmesi için yeterli kabul edilmiştir. Eş anlatımla, kadastro teknisyeni huzurunda verilen muvafakat bildirimi, resmi memur önünde serbest irade ile belirtilen tescil isteme beyanına eşdeğer olarak görülmüştür. Kayıt sahibinin zilyet adına tespite muvafakat beyanının haricen satış gibi ya da başka bir nedene dayandırılarak ileri sürülmüş olması da bu kabulde sonuca etkili değildir.

Bunun gibi, HGK’nin 19.06.1996 gün ve 1996/1-336 Esas, 1996/493 Karar sayılı ilamı; 29.11.2006 gün 2006/1-734 Esas, 2006/761 Karar sayılı ilamı ve 16.06.2010 gün 2010/1-282 Esas ve 2010/323 Karar sayılı içtihatlarında “Bir konunun İçtihadı Birleştirme Kararı ile aydınlanması, ameli sonuç bakımından o konuda yeni bir yasa çıkarılması anlamına gelmektedir. Nasıl ki, yasa hükümleri uygulanırken tefsirleri ve asıl amacının belirlenmesi gerekmekte ise yine yasa hükmünde olan İçtihadı Birleştirme Kararının da tefsiri mümkün olup, bu durum sonuçları ile bağlayıcı olan İçtihadı Birleştirme Kararının genişletilmesi ve değiştirilmesi anlamına gelmemektedir.

Bu nedenle İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümünde muris muvazaasının oluşabilmesi için taşınmazın tapu sicilinde kayıtlı olması yanında murisin tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olması koşulunun ne anlama geldiğinin saptanması gerekmektedir. Burada kastedilen irade açıklaması murisin bizzat tapu memurunun önüne giderek beyanda bulunması değil, her ne biçimde ve her ne yolla olursa olsun murisin iradesinin resmi memura ulaştırılması ve bu iradenin tapudaki muvazaalı devir işlemine esas olmasıdır, yani iradenin hangi vasıta ile değil, hangi amaçla tapu memuru önüne geldiği önemlidir. “denilmektedir.

Görüldüğü üzere, butlan sonucunu doğurarak, murisin temliki tasarruflarının iptaline imkan tanıyan bu tevhidi içtihat kararının uygulanabilmesi için, temliki tasarrufa konu yapılan taşınmazın murisin tapulu malı olması, gerçekte bağışlamak istediği bu malı ile ilgili olarak tapu memuru huzurunda iradesini satış doğrultusunda açıklaması ya da yukarıda tarih ve sayısı yazılı HGK’nin kararlarında da açıklandığı gibi eşdeğer sonuç doğuran Kadastro Kanununun 12/B-a maddesi uyarınca kadastro teknisyeni huzurunda bu doğrultuda beyanda bulunması gerekir.

Somut olayda, Kadastro teknisyenliğine ibraz edilen ortak miras bırakan Mehmet’in imzası ile tasdik ettiği beyanı ile bu yeri haricen davalılara sattığını ve davalı adına tespitine muvafakat ettiğini bildirmiştir. Kadastro Kanunu 13/B-a maddesine göre kadastro teknisyeni huzurunda verilen muvafakat bildirimi, resmi memur önünde serbest irade ile belirtilen tescil isteme beyanı olarak görüldüğüne ve mülkiyeti aktaran bir niteliği bulunduğuna, HGK’nin yukarıda bildirilen kararlarına göre de murisin bizzat tapu memurunun önüne giderek beyanda bulunması şart olmadığına, her ne şekilde ve her ne yolla olursa olsun murisin iradesinin resmi memura ulaştırılması ve bu iradenin tapudaki muvazaalı devir işlemine esas olması önemli olduğuna göre, kadastro tutanağı ile yapılan satış işlemlerinin 01.04.1974 tarih 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı kapsamında değerlendirilmesi gerektiği açıktır.

Hal böyle olunca, çekişme konusu 1440, 1488 ve 1515 sayılı parseller yönünden yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda yapılan incelemede muris Mehmet’in diğer bir çok parselle birlikte bu parselleri de 1980 yılında oğulları davalılar Yusuf ve Hüseyin’e haricen sattığı, bu parseller ile ilgili açılan bir dava sırasında 24.5.1990 tarihinde verdiği bir noter beyanname ile de bu hususu ifade ettiği, murisin bu beyanının evveliyatı tapulu olan bu taşınmazların kadasatro tespiti sırasında davalılar adına tespit ve tescil edilmesine dayanak teşkil ettiği, yukarıda açıklanan nedenlerle bu durumda 1.4.1974 tarih ve 1/4 sayılı YİBK’nın uygulama yeri bulacağı, murisin kız çocuklarından mal kaçırmak için tüm malvarlığını erkek çocuklarına temlik ettiği, murisin dava konusu edilen 20 parça taşınmazı satma ihtiyacı olmadığı, varlıklı bir kişi olduğu ve satışlardan sonra da yaşantısında bir değişiklik olmadığı gibi, ölünceye kadar da kendisinin kullandığı belirlendiğinden bu temliklerin de mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla ve muvazaalı olarak yapıldığı anlaşılmakla davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması doğru değildir.

Davacıların bu yöne değinen temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 14.05.2014 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

-KARŞI OY-

Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı pay oranında iptal tescil isteğine ilişkindir.
Mahkemece davanın reddine karar verilmiştir.

Toplanan delillerden ve tüm dosya içeriğinden bozma kapsamına alınan 1488 sayılı parselin tapu kaydı uygulanarak ve miras bırakanın kadastro tutanağına alınan mavafakat beyanı nedeniyle davalılar adına kadastroca tespit ve tescil edildiği, 1440 ve 1515 sayılı parsellerin ise tapu kayıtları uygulanarak yine miras bırakan adına kadastroca tespit edildiği, tespite itiraz edilmesi üzerine kadastro komisyonunca, murisin haricen sattığı gerekçe gösterilerek davalılar adına tescile karar verildiği ve tespitlerin kesinleşmesi üzerine de davalılar adına tescil edildiği anlaşılmaktadır.

Gerçekten tapulu taşınmaz mallarda mülkiyeti nakleden akitlerin resmi biçimde yapılması TMK’nun 706. B.K.’nun 213 ve Tapu Kanunu’nun 26. maddesi hükümleri gereğidir.

Ancak, gerek 766 sayılı Tapulama Yasası’nın 32/B maddesinde gerekse 9 Ekim 1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 13/B maddesinde bu kanunların genelde bir tasfiye yasası olmaları nedeniyle TMK’nun 706 ve B.K.’nun 213. maddesinde mülkiyetin naklinde öngörülen buyurucu nitelikteki hükümlere ayrık bir düzenleme getirilmiştir.

Buna göre kayıt sahibinin tapulama sırasında kadastro teknisyeni huzurunda taşınmazının zilyedi adına tespit ve tescline muvafakatını bildirmesi mülkiyetin zilyed adına geçirilip onun üzerine tapulama tesbiti yapılabilmesi için yeterli kabul edilmiştir.

Eş anlatımla kadastro teknisyeni huzurunda verilen muvafakat bildirimi resmi memur önünde serbest irade ile belirtilen tescil isteme beyanı olarak görülmüştür. Kayıt sahibinin zilyet adına tesbite muvafakat beyanının haricen satış gibi ya da başka bir nedene dayandırılarak ileri sürülmüş olması da bu kabulde sonuca etkili değildir.

Yine ifade edilmelidir ki, malikin, Kadastro sırasında kadastro teknisyeni huzurunda, taşınmazının başka bir şahıs adına tesciline muvafakat beyani ile mülkiyet lehine tesciline muvafakat bildirilen kişiye hemen geçmez. Burada kadastro teknisyenin yaptığı iş bir devir temlik işlemi olmayıp tespit niteliğinde olup, nitekim bu yerde mülkiyetin geçirilmesi ancak tespit tutanağının kesinleşmesi ile mümkün olabilmektedir.
Hemen belirtmek gerekir ki; kural olarak Yargıtay İnançları Birleştirme Kararları konuları ile sınırlı, gerekçeleri ile aydınlatıcı ve sonuçları ile bağlayıcıdır. En sade anlatımla muvazaa, irade ile beyan arasında kasten yaratılan aykırılık olarak tanımlanabilir. 01.04.1974 tarihli 1/2 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararı’nda “bir kimsenin, mirasçısını miras hakkında yoksun bırakmak amacıyla gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmesi halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın, miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların görünürdeki satış sözleşmesinin danışıklık (muvazaalı) olduğu ve gizli bağış sözleşmesinin de biçim koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabilecekleri ve bu dava hakkının, geçerli sözleşmeler için söz konusu olan TMK’nun 565 ve 558. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağı” hükme bağlanmıştır.

Görüleceği üzere butlan sonucunu doğurarak, murisin temliki tasarruflarının iptaline imkân tanıyan bu tevhidi içtihat kararının uygulanabilmesi için, temliki tasarrufa konu yapılan taşınmazın murisin tapulu malı olması, gerçekte bağışlamak istediği bu malı ile ilgili olarak tapu memuru huzurunda, iradesini satış doğrultusunda açıklaması icap eder.

Oysa olayda, dava konusu taşınmazların mülkiyetinin davalılara devrini sağlayacak bir sözleşme mevcut olmayıp tescil isteği niteliğinde bulunan ve kadastro teknisyeni huzurunda yapılan tek taraflı bir tescile muvafakat beyanı mevcuttur. Yorum yolu ile de yukarıda açıklanan Yargıtay İnançları Kararının uygulama alanı genişletilemez.

Bu durumda olayda, 01.04.1974 gün 1/2 sayılı Y.İ.B.K.’nın uygulama yeri bulunmamaktadır.
Hâl böyle olunca 1440-1488 ve 1515 sayılı parseller hakkındaki davanın reddedilmesinin doğru olduğu, hükmün tümden onanması gerektiği düşüncesinde olduğumuzdan sayın çoğunluğun bozma gerekçesine katılamıyoruz.

 

 

T.C
YARGITAY

1. Hukuk Dairesi 2013/1536 E. , 2013/5320 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ : ÇATALCA 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 12/10/2012
NUMARASI : 2012/93-2012/276

Yanlar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın, reddine ilişkin olarak verilen karar davacılar vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi .raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü
Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve miras payları oranında adlarına tescili isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişme konusu 72, 73 ,74 ve 75 parsel sayılı taşınmazların 22.09.1965 tarih 196 sıra numarası ile tapuda miras bırakan H.K. adına kayıtlı iken, 13.10.1978 tarihinde yapılan tapulama çalışmaları esnasında, H.tarafından haricen oğulları İ. H. ve A.e satıldığı açıklanmak ve miras bırakanın muvafakat beyanıda alınmak suretiyle davalılar adına tesbit ve tescilleri yapılmıştır.
Bilindiği gibi, gerek 01.04.1974 gün 1/2, gerekse 16.03.1990 tarih 1/2 sayılı içtihadı Birleştirme Kararlarında açıkça vurgulandığı üzere “muris muvazaası, miras bırakanın danışıklı olarak mirasçılarını miras hakkından yoksun bırakmak amacıyla gerçekte bağışlamak istediği tapuda kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memiru önünde idaresine satış doğrultusunda açıklaması halinde, saklı pay sahibi olsun yada olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasıların görünürdeki satış sözleşmesinin BK’nun 18. Maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinde şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek, dava açabilmelerine olanak veren hukuki bir olgu olarak tanımlanmaktadır.”
Çekişmeli 72, 73, 74 ve 75 parsel sayılı taşınmazların davalılar adına olan tapu kayıtları, asıl kayıt sahibi olan ortak miras bırakanın tapulama sırasında tapulama teknisyenleri huzurunda verdiği ve imzası ile tapulama tutanağına bu yerlerin haricen davalılara sattığını ve davalılar adına tesbitine muvafakat ettiğini beyan etmesi üzerine oluşmuştur.
Davacılar, muresin yaptığı bu tararrufun bedelsiz olduğunu ve kendilerinden mal kaçırma amacına yönelik bulunduğunu, taşınmazların davalılar üzerine geçirilmesinde satışın değil, bağışın üstün tutulduğunu, mülkiyetin devrinin muvazaa ile illetli olduğunu, bu itibarla geçersiz olduğundan asıl amaçlanan bağış sözleşmesinin de bu konuda açık bir beyan taşınmadığı için biçim koşulundan yoksun olması sebebiyle geçersiz bulunduğunu ileri sürerek, tapu iptal ve tescil isteğinde bulunmuşlardır. Gerçekten, tapulu taşınmazlarda mülkiyeti nakleden akitlerin resmi biçimde yapılması TMK,nun 706, BK’nun 213 ve Tapu Kanununun 26.maddesı hükmü gereğidir. Ne varki, gerek 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/B maddelerinde, gerekse 9 Ekim 1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanununun l3/B-a maddesinde bu yasaların genelde bir tasfiye yasası olmaları nedeniyle TMK’nun 706 ve BK’nun 213.maddesinde mülkiyetin naklinde öngörülen buyurucu nitelikteki hükümlere ayrık bir düzenleme getirilmişlir Buna göre kayıt sahibinin tapulama sırasında kadastro teknisyeni huzurunda, taşınmazın zilyedi adına tespit ve tesciline muvafakatını bildirmesi, mülkiyetin zilyet adına geçirilip, onun üzerine tespitinin yapılabilmesi için yeterli kabul edilmiştir. Eş anlatımla kadastro teknisyeni huzurunda verilen muvafakat bildirimi, resmi memur önünde serbest irade ile belirtilen tescil isteme beyanı olarak görülmüştür. Kayıt sahibinin zilyet adına tesbite muvafakat beyanının haricen satış gibi ya da başka bir nedene dayandırılarak ileri sürülmüş olması da bu kabulde sonuca etkili değildir.
Öte yandan HGK’nun 29.11.2006 gün 2006/1-734 esas, 2006/761 karar sayılı yine HGK’nun 16.06.2010 gün 2010/1-282 Esas ve 2010/323 Karar sayılı ihtarlarında “Bir konunun içtihadı Birleştirme Kararı ile aydınlanması, ameli sonuç bakımından o konuda yeni bir yasa çıkarılması anlamına gelmektedir. Nasıl ki, yasa hükümleri uygulanırken tefsirleri ve asıl amacının belirlenmesi gerekmekte ise yine yasa hükmünde olan İçtihadı Birleştirme Kararının da tefsiri mümkün olup, bu durum sonuçları ile bağlayıcı olan İçtihadı Birleştirme Kararının genişletilmesi ve değiştirilmesi anlamına gelmemektedir Bu nedenle İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümünde muris muvazaasının oluşabilmesi için taşınmazın tapu sicilinde kayıtlı olması yanında murisin tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olması koşulunun ne anlama geldininin saptanması gerekmektedir. Burada kastedilen irade açıklaması murisin hizzat tapu memurunun önüne giderek beyanda bulunması değil, her ne biçimde ve her ne yolla olursa olsun murisin iradesinin resmi memura ulaştırılması ve bu iradenin tapudaki muvazaalı devir işlemine esas olmasıdır, yani iradenin hangi vasıta ile değil, hangi amaçla tapu memuru önüne geldiği önemlidir, “denilmekledir.
Görüleceği üzere butlan sonucunu doğurarak, murisin temliki tasarruflarının iptaline imkan tanıyan bu tevhidi içtihat kararının uygulanabilmesi için, temliki tasarrufa konu yapılan taşınmazın murisin tapulu malı olması, gerçekte bağışlamak istediği bu malı ile ilgili olarak tapu memuru huzurunda iradesini satış doğrultusunda açıklaması yada yukarıda tarih ve sayısı yazılı HGK Kararlarında da açıklandığı gibi eşdeğer sonuç doğurann Kadastro Kanununun 12/B-a maddesi uyarınca kadastro teknisyeni huzurunda bu doğrultuda beyanda bulunması gerekir.
Somut olayda, ortak miras bırakan tapulama sırasında tapulama teknisyenleri huzurunda verdiği ve imzası ile tapulama tutanağına bu yerleri haricen davalılara sattığını ve davalılar adına tesbitine muvafakat etliğini beyan etmiştir. Kadastro Kanunu 13/B-a maddesine göre Kadastro teknisyeni huzurunda verilen muvafakat bildirimi, resmi memur önünde serbest irade ile belirtilen tescil isteme beyanı olarak görüldüğüne, HGK.nun yukarıda bildirilen kararlarına göre de murisin bizzat tapu memurunun önüne giderek beyanda bulunması şart olmadığına, her ne şekilde ve her ne yolla olursa olsun murisin iradesinin resmi memura ulaştırılması ve bu iradenin tapudaki muvazaalı devir işlemine esas olması önemli olduğuna göre mahkeme gerekçesinde açıklandığı gibi kadastro tutanağına şerh verilmesi suretiyle yapılan işlemlerin 01.04.1974 tarih 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı kapsamında kalmadığını söylemek doğru değildir.
Hal böyle olunca; tarafların delilleri toplanmak suretiyle işin esası bakımından karar verilmesi gerekirken mahkemece farklı düşünce ve yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmiş olması isabetsiz, davacıların temyiz itirazları bu bakımdan yerinde görüldüğünden kabulüyle, hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile)1086 sayılı HUMK.’nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 10.04.2013 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi -KARŞI OY-
Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali-tescil isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
Toplanan delillerden ve tüm dosya içeriğinden, miras bırakan H.in 10.7.1985 tarihinde öldüğü, çocuklarından davacıların annesi olan S.nin 2008 tarihinde yine çocuklarından bir kısım davalıların murisi H.in 2011 tarihinde, İ.in 2010 tarihinde öldükleri davalı A.’in de murisin oğlu olduğu çekişme konusu 72-73-74-75 sayılı parsellerin tapu kaydı esas alınarak ve harici satıştan söz edilerek murisin tapularına tutanakların, alınan imzalı muvafakat beyanı ile davalılar adına tespit ve tescil edildiği anlaşılmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki, gerek 1.4.1974 gün 1/2 gerekse 16.3.1990 gün 1/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararlarında açıkça vurgulandığı üzere muris muvazaası “bir kimsenin mirasçılarını miras hakkından yoksun bırakmak amacı ile gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların görünürdeki satış sözleşmesinin 818 sayılı BY’nın 18 (6098 sayılı TBY’nın 19. maddesi dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek, dava açabilmelerine olanak veren hukuki bir olgu olarak tanımlanmaktadır.
Öte yandan, TMK’nın 706. BY’nın 213 ve Tapu Kanunu’nun 26. maddesinde düzenlendiği üzere tapulu taşınmazlarda mülkiyeti saklıdır akitlerin resmi şekilde yapılması zorunludur.
Buna rağmen, yurdumuzda bu kurala uyulmadan yaygın bir şekilde harici satışlar (tapu dışı satışlar) yapılmaktadır. Bu tür satışların yaygınlığı karşısında kanun koyucu fiili durumu hukuki duruma uydurmak amacı ile M.766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 32/C ve 34. maddelerinde olduğu gibi 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 13/B-b ve 15/1 maddeleri ile geçersiz ve resmi şekilden yoksun harici satışları tasfiyeye yönelik hükümlür getirmiştir. Buna göre, kayıt sahibinin tapulama sırasında kadastro teknisyeni huzurunda, taşınmazın zilyedi adına tespit ve tesciline muvafakatini bildirmesi, mülkiyetin zilyet adına geçirilip onun üzerine tespitinin yapılabilmesi için yeterli kabul edilmiştir.
Kadastro teknisyeninin Devletin ajanı, bir başka ifade ile resmi memuru olduğunda tereddüt yoktur. Ancak, İçtihadı Birleştirme Kararında tapu sicil memuru önünde yapılan temlikten sözedilmekte olup İçtihadı Birleştirme kararları konuları ile sınırlı, sonuçları ile bağlayıcı özelliği sahip olup yorum yolu ile kapsamları genişletilemez.Tapulama teknisyeni hususunda verilen muvafakat beyanının, resmi memur önünde yapılan satış gibi değerlendirilemeyeceği, çünkü resmi memur önündeki satışta alıcı ve satıcının iradelerinin birleştiği, muvafakat beyanının ise tek taraflı olduğu, tüm bu nedenlerle tapulama teknisyeni huzurunda verilen muvafakat beyanı sonucu oluşan kayıtlar bakımından muvazaa iddiasının dinlenemeyeceği, bir başka ifade ile bu tür işlemlerin İçtihadı Birleştirme kapsamında değerlendirilemeyeceği, davanın reddedilmesinin de doğru olduğu ve hükmün onanması gerektiği düşüncesinde olduğumdan sayın çoğunluğun görüşüne katılamıyorum.

 

 

 

T.C
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi
2011/13599 E. , 2012/2423 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ: PERŞEMBE ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 14/06/2011
NUMARASI : 2007/89-2011/216

Taraflar arasında görülen davada;
Davacılar, miras bırakan babaları B.. B..’ın maliki bulunduğu .. ve .. parsel sayılı taşınmazlarını gerçekte bağışlamak istediği halde satış göstererek muvazaalı bir şekilde davalı oğulları A.., B.. ve K..’a temlik ettiğini, K..’ın da.. parseldeki kendi payını diğer davalılar E.. ve V..’a devrettiğini, daha önce aynı işlemlere karşı açılan davanın kabulüne karar verilerek kesinleştiğini ileri sürüp, temliklerin iptalini ve miras payları oranında adlarına tescilini istemişlerdir.
Davalılar K.., A.. ve E.., miras bırakanın sağlığında taşınmazlarını yasal mirasçıları arasında taksim ettiğini bildirip, davanın reddini savunmuşlar, diğer davalılar yanıt vermemişlerdir.
Mahkemece, işlemlerin danışıklı olduğunun anlaşıldığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Karar, davalılar tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, düşünüldü.
Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve miras payları oranında adlarına tescili isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; dava konusu taşınmazlardan 2791 parselin dayanağını teşkil eden tapunun miras bırakan B.. adına kayıtlı iken 22.9.1987 tarihli akitle oğulları K.., A.. ve B..’e eşit paylarla satıldığı, adlarına 22.9.1987 tarih .. nolu tapu kaydının oluştuğu ve tapunun 1989 yılında yapılan kadastro tespitinde .. parsellere revizyon gördüğü, K..’ın taşınmazdaki payını 28.9.2000 tarihinde kendi oğulları V.. ve E..’a temlik ettiği; çekişmeli diğer taşınmazın da, 19.4.1952 tarih 123 sıra no’lu tapu ile yine miras bırakan adına tapuda kayıtlı ise de 1989 yılındaki kadastro tespitinde harici satış ve zilyetlik devri suretiyle miras bırakanın oğulları K.., A.. ve B.. adına .. parsel numarasıyla tespit ve tescil edildiği görülmektedir.
Öyle ise; miras bırakanın 2791 sayılı parselin dayanağını teşkil eden tapu üzerinden gerçekleştirdiği temlikin mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı bulunduğu anlaşıldığından, anılan parsel hakkındaki davanın kabul edilmesi doğrudur. Davalıların bu yöne değinen temyiz itirazı yerinde değildir.Reddine.
Ne var ki, gerek 01.04.1974 gün 1/2, gerekse 16.03.1990 tarih 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararlarında açıkça vurgulandığı üzere miras bırakan danışığı “bir kimsenin mirasçılarını miras hakkından yoksun bırakmak amacı ile gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların görünürdeki satış sözleşmesinin B.K’nun 18.maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinde şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek, dava açabilmelerine olanak veren hukuki bir olgu olarak tanımlanmaktadır.”
Somut olayda, çekişmeli .. parsel sayılı taşınmaz, asıl kayıt sahibi ortak miras bırakanın tapulama sırasında tapulama teknisyenleri huzurunda verdiği ve imzası tahtında tapulama tutanağına alınan bu yerin davalılar adına tesbitine muvafakat beyanı nedeniyle oluşmuştur. Davacılar, murisin yaptığı bu tasarrufun bedelsiz olup, kendilerinden mal kaçırmak amacına yönelik bulunduğunu, taşınmazların davalılar üzerine geçirilmesinde satışın değil, bağışın üstün tutulduğunu, mülkiyetin devrinin muvazaa ile illetli olduğunu, bu itibarla geçersiz olduğundan asıl amaçlanan bağış sözleşmesinin de bu konuda açık bir beyan taşımadığı için biçim koşulundan yoksun bulunduğu cihetle geçersiz bulunduğunu ileri sürerek, iptal istemişlerdir.
Gerçekten, tapulu taşınmazlarda mülkiyeti nakleden akitlerin resmi biçimde yapılması M.K.’nun 634, B.K’nun 213 ve Tapu Kanununun 26.maddesi hükmü gereğidir. Ne varki, gerek 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/B maddelerinde, gerekse 9 Ekim 1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B. maddesinde bu yasaların genelde bir tasfiye yasası olmaları nedeniyle M.K’nun 634 ve B.K’nun 213.maddesinde mülkiyetin naklinde öngörülen buyurucu nitelikteki hükümlere ayrık bir düzenleme getirilmiştir. Buna göre kayıt sahibinin tapulama sırasında kadastro teknisyeni huzurunda, taşınmazın zilyedi adına tesbit ve tesciline muvafakatını bildirmesi, mülkiyetin zilyet adına geçirilip, onun üzerine tesbitinin yapılabilmesi için yeterli kabul edilmiştir. Eş anlatımla kadastro teknisyeni huzurunda verilen muvafakat bildirimi, resmi memur önünde serbest irade ile belirtilen tescil isteme beyanı olarak görülmüştür. Kayıt sahibinin zilyet adına tesbite muvafakat beyanının haricen satış gibi ya da başka bir nedene dayandırılarak ileri sürülmüş olması da bu kabulde sonuca etkili değildir.
Hemen belirtmek gerekir ki; kural olarak Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları konuları ile sınırlı, gerekçeleri ile aydınlatıcı ve sonuçları ile bağlayıcıdır. En sade anlatımla muvazaa, irade ile beyan arasında kasten yaratılan aykırılık olarak tanımlanabilir. 1974 tarihli Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında “bir kimsenin, mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak amacıyla gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmesi halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın, miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların görünürdeki satış sözleşmesinin danışıklık (muvazaalı) olduğu ve gizli bağış sözleşmesinin de biçim koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek, dava açabilecekleri ve bu dava hakkının, geçerli sözleşmeler için söz konusu olan M.K’nun 507 ve 603.maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağı” hükme bağlanmıştır.
Görüleceği üzere butlan sonucunu doğurarak, murisin temliki tasarruflarının iptaline imkan tanıyan bu tevhidi içtihat kararının uygulanabilmesi için, temliki tasarrufa konu yapılan taşınmazın murisin tapulu malı olması, gerçekte bağışlamak istediği bu malı ile ilgili olarak tapu memuru huzurunda, iradesini satış doğrultusunda açıklaması icab eder.
Oysa olayda, dava konusu taşınmazların mülkiyetinin davalılara devrini sağlayacak bir sözleşme mevcut olmayıp tescil isteği niteliğinde bulunan ve tapu teknisyeni huzurunda yapılan tek taraflı bir tescile muvafakat beyanı mevcuttur. Yorum yolu ile de yukarıda açıklanan Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının uygulama alanı genişletilemez.
Bu durumda ..parsel bakımından 1.4.1974 gün, 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanamayacağı, koşulları oluştuğu takdirde tenkis hükümlerinin söz konusu olabileceği gözetilmeksizin anılan parsel hakkında da iptal tescile karar verilmesi isabetsizdir.
Davalıların değinilen hususa yönelik temyiz itirazı yerindedir.Kabulüyle, hükmün açıklanan nedenden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.’nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 07.03.2012 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.
-KARŞI OY-
Dava, muris muvazaası hukuksal sebebine dayanan tapu iptali ve tescil davasıdır.
Mahkemece, kanıtlanan davanın kabulüne karar verilmiş, davalıların temyizi üzerine Dairece, 2791 parsel yönünden davalılar temyiz itirazlarının reddine, .. parsel yönünden ise bozma ilamında açıklanan gerekçelerle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Sayın çoğunluğun .. parsel yönünden temyiz itirazlarının reddine ilişkin kararına aynen katılıyorum. Ancak, .. parsel yönünden bozma kararı verilmesine ve sayın çoğunluğun gerekçelerine katılmıyorum, şöyle ki, 01.04.1974 gün 1/2 sayılı kararında gerçekten de murisin tapulu taşınmazları bakımından tapu sicil memuru önünde yapacağı satış işlemleri bakımından muris muvazaasının ileri sürülebileceği hükme bağlanmıştır. Uyuşmazlık konusu .. parsel öncesinde 19.4.1952 tarih 1230 sıra numaralı tapu kaydı ile muris B.. adına kayıtlı iken 1989 yılında yapılan kadastro tespiti esnasında, anılan kayıt kapsamında kaldığı, kayıt maliki tarafından 15-20 yıl önce haricen oğulları A.., K.. ve B..’a satılarak zilyetliği devredildiği açıklanmak ve murisin imzası da alınmak suretiyle davalılar adına tespit görmüş ve tutanağın kesinleşmesi üzerine davalılar adına tapu kaydı oluşmuştur.
Muris B..’nin kadastro teknisyeni huzurunda yapmış olduğu beyan mülkiyeti aktaran bir işlemdir. Tasfiye Kurumu niteliğinde olan Kadastro Kanunu 13/B-a maddesine göre bu işleme tapu sicil memuru önünde yapılan tescil beyanı gibi değer verildiği, başka bir anlatımla her iki işlemi eşit kabul ettiği açıktır. Bu husus, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19.6.1996 gün 1996/1-336 esas ve 1996/493 Karar sayılı, Yargıtay 1.Hukuk Dairesi’nin 23.5.1995 gün 1995/8665 Esas ve 1995/7520 karar sayılı ilamlarında da açıkça benimsenmiştir. Hal böyle olunca, yasanın açıkça tapu sicil memuru önünde yapılan işlem olarak kabul ettiği, kadastro teknisyeni önündeki beyanın, içtihadı birleştirme kararı kapsamında kalmayacağı yönündeki çoğunluk görüşüne katılmıyorum. Muris B..’nin ..parseli de bağışladığı, ancak kadastro beyannamesine satış olarak beyanını geçirdiği bu şekilde mirasçılarından mal kaçırmayı amaçladığı tüm dosya kapsamı ve toplanan delillerden anlaşıldığına göre, bu parsel bakımından da mahkemenin kabul kararı doğrudur, bu nedenle Onanması gerektiğini dünüşüyorum, saygılarımla

 

EDİTÖRÜN NOTU: Yargıtay pek çok kararında mirasbırakan tarafından kadastro esnasında verilen tek taraflı muvafakat beyanının 1.4.1974 tarihli İçtihadi Birleştirme Kararı kapsamında değerlendirilemeyeceği görüşünü savunmuştur. Yargıtay 1. Hukuk Dairesine ait bu içtihatlar diğer içtihatlarıyla çelişkilidir.

KAYIT SAHİBİNİN TAPULAMA SIRASINDA KADASTRO TEKNİSYENİ HUZURUNDA TAŞINMAZLARI SATTIĞI BEYANI İLE ZİLYEDİ ADINA TESPİT VE TESCİLİNE MUVAFAKATİNİ BİLDİRMESİ

T.C
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi

2016/9449 E. , 2019/5662 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalılar vekili tarafından yasal süre içerisinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 05.11.2019 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden davalılar vekili Avukat … ve davalı … vekili Avukat … ile temyiz edilen davacılar vekili Avukat … geldiler, duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:

-KARAR-

Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacılar, mirasbırakan …’ün maliki olduğu …, …, … ve … parsel sayılı taşınmazlarını kadastro çalışmaları sırasında mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla muvazaalı bir şekilde oğlu … ile torunu … adına tespit ve tescil ettirdiğini ileri sürerek, tapu kayıtlarının iptali ile miras payları oranında adlarına tesciline karar verilmesini istemişlerdir.
Davalılar, iddiaların yersiz olduğunu, devir tarihi itibariyle taşınmazların değerinin çok düşük olduğunu, taşınmaz satın alabilecek durumlarının bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuşlardır.
Mahkemece, muvazaa olgusunun sabit olduğu gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; 1908 doğumlu mirasbırakan …’ün 30.01.1989 tarihinde ölümü ile geride mirasçı olarak davacı kızı … ile kızı …’den olma torunu …, oğlu …’den olma torunları davalılar …, …, … ve oğlu …’den olma torunu … ile …’den olma torunu dava dışı …’in kaldıkları, 17.10.1985 tarihinde yapılan kadastro çalışmaları sırasında, mirasbırakanın dava konusu tapulu taşınmazlarını 1978 yılında haricen davalıların mirasbırakanları … ve …’ye sattığını açıklamak ve tespite muvafakat ettiğini belirtmek suretiyle taşınmazların davalıların mirasbırakanları … ve … adına tespit ve tescil edildiği anlaşılmaktadır.
Davacılar, kök mirasbırakanın yaptığı bu tasarrufun bedelsiz, muvazaalı ve kız evlatlarından mal kaçırma amacına yönelik olduğunu ileri sürerek, tapu iptal tescil isteğinde bulunmuşlardır.
Öncelikle, muvazaa kavramı üzerinde durulmasında yarar vardır. İrade ve beyan arasında bilerek yaratılan uyumsuzluk şeklinde tanımlanan muvazaa, pozitif hukukumuzda mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 18. maddesinde düzenlenmiştir. Borçlar Kanunu’nun 18. maddesinde “bir aktin şekil ve şartlarını tayinde, iki tarafın gerek sehven, gerek akitteki hakiki maksatlarını gizlemek için kullandıkları tabirlere ve isimlere bakılmayarak, onların hakiki ve müşterek maksatlarını aramak lazımdır” ifadeleri mevcut olup, daha çok sözleşmenin yorumuyla ilgili olduğundan, öğreti ve uygulamada muvazaa kapsamlı olarak incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır.(Benzer hükmede 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun 19. maddesinde yer verilmiştir.)
Gerek öğretide, gerek uygulamada muvazaa, mutlak ve nispi muvazaa şeklinde iki gruba ayrılmaktadır. “Muris muvazaası” olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibarıyla nispi muvazaa türüdür.
01.04.1974 tarih, 1/2 sayılı İBK’da değinildiği gibi, bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılarının, görünürdeki satış sözleşmesinin Türk Borçlar Kanunu’nun 19. (BK 18.) maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabilecekleri kabul edilmektedir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 10.06.2015 tarih 2014/1-52 Esas, 2015/1524Karar ilamında da belirtildiği üzere, tapulu taşınmaz mallarda mülkiyeti nakleden akitlerin resmi biçimde yapılması Medeni Kanu’nun 706, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 237 (BK 213) ve Tapu Kanunu’nun 26.maddesi hükümleri gereğidir.
Ancak, gerek 766 sayılı Tapulama Yasası’nın 32/B maddesinde gerekse 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 13/B maddesinde bu kanunların genelde bir tasfiye yasası olmaları nedeniyle Medeni Kanunun 706. ve Türk Borçlar Kanunun 237. maddesinde mülkiyetin naklinde öngörülen buyurucu nitelikte hükümlere ayrık bir düzenleme getirilmiştir.
Buna göre kayıt sahibinin tapulama sırasında kadastro teknisyeni huzurunda taşınmazları sattığı beyanı ile zilyedi adına tespit ve tesciline muvafakatini bildirmesi mülkiyetin zilyet adına geçirilip onun üzerine tapulama tespiti yapılabilmesi için yeterli kabul edilmiştir.
Eş anlatımla kadastro teknisyeni huzurunda verilen muvafakat bildirimi resmi memur önünde serbest irade ile belirtilen tescil isteme beyanı olarak görülmüştür. Kayıt sahibinin zilyet adı; tespite muvafakat beyanının haricen satış gibi ya da başka bir nedene dayandırılarak ileri sürülmüş olması da bu kabulde sonuca etkili değildir.
Yine ifade edilmelidir ki, tescil isteği niteliğinde bulunan malikin, kadastro sırasında, kadastro teknisyeni huzurunda, taşınmazının başka bir şahıs adına tesciline muvafakat beyanı ile mülkiyet lehine tesciline muvafakat bildirilen kişiye hemen geçmez. Bu yerde mülkiyetin geçirilmesi ancak tespit tutanağının kesinleşmesi ile mümkün olabilir.
Kural olarak Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları konuları ile sınırlı, gerekçeleri ile aydınlatıcı ve sonuçları ile bağlayıcıdır. Görüleceği üzere butlan sonucunu doğurarak, murisin temliki tasarruflarının iptaline imkan tanıyan 01.04.1974 tarih, 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için, temliki tasarrufa konu yapılan taşınmazın murisin tapulu malı olması, gerçekte bağışlamak istediği bu malı ile ilgili olarak tapu memuru huzurunda, iradesini satış doğrultusunda açıklaması icap eder.
Somut olayda; dava konusu taşınmazların mülkiyetinin davalıların mirasbıranlarına devrini sağlayacak bir sözleşme mevcut olmayıp tescil isteği niteliğinde bulunan ve tapulama teknisyeni huzurunda yapılan tek taraflı bir tescile muvafakat beyanı mevcuttur. Yorum yolu ile de yukarıda açıklanan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının uygulama alanı genişletilemez.
Hal böyle olunca, dava konusu taşınmazların davalıların mirasbırakanları adına tapu kayıtlarının oluşmasının dayanağının kök mirasbırakanın tapulama sırasında tapulama teknisyeni huzurunda verdiği ve imzası tahtında bu yerlerin davalıların mirasbırakanları adına tespitine muvafakatini içeren tek taraflı beyanı olup, taşınmazların davalıların mirasbırakanlarına devrini sağlayan bir sözleşme ilişkisi bulunmadığından muris muvazaasına ilişkin 01.04.1974 tarih 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının eldeki davada uygulanamayacağı gözetilerek davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere karar verilmesi isabetsizdir.
Davalıların bu yöne değinen temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 02.01.2019 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesi gereğince gelen temyiz eden vekili için 2.037.00.-TL. duruşma vekâlet ücretinin temyiz edilenden alınmasına, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 05.11.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

KARARIN SÜRESİ İÇERİSİNDE TEMYİZ EDİLMEMESİ -GEREKÇELİ KARARIN SEHVEN İKİNCİ KEZ TEBLİĞE ÇIKARILMASI USULİ KAZANILMIŞ HAK İLKESİ GEREĞİ KARŞI TARAFA TEMYİZ HAKKI VERMEZ.

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU

2017/2155 E. , 2021/874 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “evlat edinme” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; … 2. Aile Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 18. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı vekili dava dilekçesinde; evlat edinilmek istenilen 12.03.2003 doğumlu küçük …’nın annesi … ve biyolojik babası …’nın … 1. Aile Mahkemesinin 21.06.2007 tarihli ve 2007/174 E., 2007/547 K. sayılı kararı ile boşandıklarını, boşanma kararı ile evlat edinilmek istenilen …’nın velayetinin anne …’e verildiğini, anne …’ün 27.06.2009 tarihinde evlat edinmek isteyen müvekkili ile evlendiğini, küçük …’nın doğumundan bu yana biyolojik babası … ile kişisel ilişkisinin, maddi ve manevi bağının olmadığını, uzun yıllar ayrı yaşadıklarını, anne …’ün müvekkili ile evliliğinden sonra da aile olarak birlikte yaşamaya başladıklarını, evlat edinmek isteyen müvekkilinin küçük …’in maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılayarak kendi öz kızı olarak gördüğünü, baba sevgisi gösterdiğini, küçük …’in annesi …’ün de evlat edinilmesine muvafakat ettiğini, …’nın uzun süreden bu yana nerede olduğunun bilinmediğini, boşanma davasında da ilanen tebligat yapılmak zorunda kalındığı, küçük …’e karşı özen yükümlülüğünü yerine getirmediğini, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 311. maddesinde yer alan rıza aranmamasının istisnai durumlarının davada oluştuğunu ileri sürerek 12.03.2003 doğumlu küçük …’nın müvekkili tarafından evlat edinilmesine karar verilmesini istemiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı … duruşmadaki beyanında; davacı ile evlendiği tarihten bu yana kızı … ile birlikte yaşadıklarını, kızı …’in davacı tarafından evlat edinilmesine rızasının bulunduğunu beyan etmiştir.
6. Davalı … vekili cevap dilekçesinde; müvekkilinin evlat edinmeye rızasının bulunmadığını, mahkemece taraf teşkili sağlanmadan esasa geçildiğini, müvekkilinin çocuğu ile defalarca kişisel ilişki kurduğunu ancak bunun karşı tarafça sürekli engellenmeye çalışıldığını, müvekkilinin 3 yıldır iş için Afrika’da bulunduğunu belirterek davanın müvekkilinin adresindeki mahkemede açılması gerektiğinden davanın reddini, bu talep kabul edilmediği takdirde müvekkilinin rızası bulunmadığı nedeniyle davanın reddini ve taraf teşkili sağlanmadan yapılan tüm işlemlerin iptalini istemiştir.
Mahkeme Kararı:
7. … 2. Aile Mahkemesinin 04.12.2012 tarihli ve 2012/190 E., 2012/866 K. sayılı kararı ile; davacı … ile davalı …’ün 27.06.2009 tarihinde evlendikleri, küçük …’nın annesi ve davacı … ile birlikte yaşadığı, küçüğün evlat edinmeyi kabul ettiği, küçüğün annesi …’ün de evlat edinmeye muvafakatinin bulunduğu, dava tarihi itibariyle davacının iki yıldan fazla bir süre ile davalı … ile evli olduğu, davacının dava tarihi itibariyle 30 yaşını ikmal ettiği, bu nedenle TMK’nın 306/3. maddesindeki koşulların oluştuğu, her ne kadar baba … tarafından küçük …’in davacı tarafından evlat edinilmesine muvafakat etmediği beyan edilmiş ise de; davalının 3 yıldan fazla bir süre ile müşterek çocuk ile kişisel ilişki kurmadığı, davalı babanın çocuğa karşı özen yükümlülüğünü yerine getirmediği kanaatine varıldığından TMK’nın 311/2. maddesi gereğince küçük …’in evlat edinilmesinde baba …’nın rızasının aranmayacağı gerekçesiyle davanın kabulüne ile 01.03.2003 doğum tarihli …’nın davacı tarafından evlat edinilmesine, TMK’nın 311. maddesi gereğince baba …’nın evlat edinmede rızasının aranmamasına karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
8. Özel Dairenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
9. Yargıtay (Kapatılan) 18. Hukuk Dairesince 10.09.2013 tarihli ve 2013/8275 E., 2013/11237 K. sayılı kararı ile “…Türk Medeni Kanunu’nun 309/1. maddesine göre evlat edinme, küçüğün ana ve babasının rızasını gerektirir. Aynı yasanın 311.maddesinde ise rızanın aranmaması gereken haller düzenlenmiştir. Dosyadaki bilgi ve belgelerden; son üç yıla kadar çocuk ile baba arasında özen yükümlülüğünü ihlal eden herhangi bir olayın ileri sürülmediği, son üç yılda çocukla babanın görüşmediği sabit ise de, bu durumun babanın yurt dışında bulunmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Babanın iş nedeniyle yurt dışında bulunması ve çocukla görüşememesi, özen yükümlülüğü noktasında kusur olarak kabul edilemeyeceği gibi, bu konuda somut deliller de ortaya konulmamıştır. Davalı babanın rızasının bulunmamasına ve Türk Medeni Kanunu’nun 311. maddesinin koşullarının da gerçekleşmemesine göre isteğin reddi gerekirken yazılı şekilde kabulü doğru görülmemiştir…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
10. … 2. Aile Mahkemesinin 04.03.2014 tarihli ve 2013/817 E., 2014/127 K. sayılı kararı ile önceki gerekçelere ek olarak; küçüğün mahkemedeki beyanında baba …’yı en son ne zaman gördüğünü hatırlamadığını beyan ettiği, davalının 2008 ve 2011 tarihleri arasındaki yurt dışına giriş ve çıkış kayıtlarını ibraz ettiği, davalı babanın ekonomik gücü yerinde olmasına ve işi nedeni ile Türkiye’ye giriş çıkış yapmasına rağmen müşterek çocuk ile ilgilenmediğinin, şahsi ilişkiyi kurmadığının ve çocuğun maddi ve manevi ihtiyaçları ile ilgilenmediğinin mahkemece sabit kabul edildiği, bu durumun TMK’nın 311/2. maddesinde belirtilen özen yükümlülüğüne aykırı bir hareket olarak kabul edileceği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
11. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemenin Ek Kararı:
12. … 2. Aile Mahkemesinin 11.06.2014 tarihli ve 2013/817 E., 2014/127 K. sayılı ek kararı ile; gerekçeli kararın davalı vekiline 09.04.2014 tarihinde usulüne uygun olarak tebliğ edildiği, 15 günlük süre içerisinde davalı vekilinin temyiz talebinde bulunmadığı, gerekçeli kararın sehven ikinci kez davalı vekiline tebliğe çıkartıldığı, ikinci tebligatın 07.05.2014 tarihinde yapıldığı, kararın ikinci kez tebliğe çıkartılmasının davalı tarafa kararı temyiz hakkı vermeyeceği gerekçesiyle davalı vekilinin temyiz talebinin süre yönünden reddine karar verilmiştir.
Ek Kararın Temyizi:
13. Ek karar süresi içerisinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
14. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda, küçüğün evlat edinilmesine rızası bulunmayan davalı baba yönünden TMK’nın 311. maddesinde yer alan rızanın aranmaması koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediği, buradan varılacak sonuca göre davanın kabulüne karar verilip verilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.

III. ÖN SORUN
15. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında öncelikle; davalı vekiline direnme kararının tebliğine ilişkin yapılan tebligatın usulüne uygun olup olmadığı, buradan varılacak sonuca göre direnme kararının temyizine ilişkin istemin süreden reddine dair verilen ek kararın kaldırılmasının gerekip gerekmediği hususu ön sorun olarak tartışılmış ve değerlendirilmiştir.

IV. GEREKÇE
16. Bilindiği üzere mahkemelerin her türlü tebliğ işlemleri, 7201 sayılı Tebligat Kanunu (TK) ve Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik (Yönetmelik) hükümlerine göre yapılır.
17. 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun “Belli bir yerde veya evde meslek ve sanat icrası” başlıklı 17. maddesi; “Belli bir yerde devamlı olarak meslek veya sanatını icra edenler, o yerde bulunmadıkları takdirde tebliğ aynı yerdeki daimi memur veya müstahdemlerinden birine, meslek veya sanatını evinde icra edenlerin memur ve müstahdemlerinden biri bulunmadığı takdirde aynı konutta oturan kişilere veya hizmetçilerinden birine yapılır” düzenlemesini içermektedir.
18. Aynı Kanun’un “Muhatabın muvakkaten başka yere gitmesi” başlıklı 20. maddesi ise; “13, 14, 16, 17 ve 18 inci maddelerde yazılı şahıslar, kendisine tebliğ yapılacak kimsenin muvakkaten başka yere gittiğini belirtirlerse; keyfiyet ve beyanda bulunanın adı ve soyadı tebliğ mazbatasına yazılarak altı beyan yapan tarafından imzalanır ve tebliğ memuru tebliğ evrakını bu kişilere verir. Bu kişiler tebliğ evrakını kabule mecburdurlar. Kendisine tebliğ yapılacak kimsenin muvakkaten başka bir yere gittiğini belirten kimse, beyanını imzadan imtina ederse, tebliğ eden bu beyanı şerh ve imza eder. Bu durumda ve tebliğ evrakının kabulden çekinme hâlinde tebligat, 21 inci maddeye göre yapılır. (Değişik son cümle: 19/3/2003-4829/4 md.) Bu maddeye göre yapılacak tebligatlarda tebliğ, tebliğ evrakının 13, 14, 16, 17 ve 18 inci maddelerde yazılı kişilere verildiği tarihte veya ihbarname kapıya yapıştırılmışsa bu tarihten itibaren onbeş gün sonra yapılmış sayılır” şeklinde düzenlenmiştir.
19. Öte yandan Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik’in “Meslek ve sanat erbabına tebligat” başlıklı 26. maddesi; “(1) Belirli bir yerde devamlı olarak meslek veya sanatını icra edenlere, o yerde de tebligat yapılabilir.
(2) Muhatabın işyerinde bulunmaması halinde tebliğ, aynı yerde sürekli olarak çalışan memur veya müstahdemlerinden birine yapılır.
(3) Muhatap, meslek veya sanatını konutunda icra ediyorsa, kendisi bulunmadığı takdirde memur veya müstahdemlerinden birine yapılır. Bunlardan hiç birinin bulunmaması durumunda tebliğ, aynı konutta sürekli olarak oturan kişilere veya hizmetçilerinden birine yapılır” şeklindedir.
20. Aynı Yönetmelik’in ‘Muhatabın geçici olarak başka yere gitmesi’ başlıklı 29. maddesinde ise; “(1) 21, 22, 23, 25, 26 ve 27 nci maddelerde yazılı kişiler, tebliğ yapılacak olanın geçici olarak başka yere gittiğini belirtirlerse, tebliğ memuru, muhatabın hangi sebeple adresten geçici olarak ayrıldığını, beyanda bulunanın adı ve soyadı ile sıfatını tebliğ tutanağına yazar. Tebliğ tutanağını beyanda bulunana imzalattırır ve tebliğ edilecek evrakı beyanda bulunana verir. Bu kişiler, tebliğ evrakını kabule mecburdurlar.
(2) Bu kişilerin beyanlarını imzadan kaçınmaları ve tebliğ evrakını kabul etmemeleri durumunda, tebliğ memuru bu hususu tutanağa yazar, imzalar ve tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti üyesinden birine ya da kolluk amir veya memurlarına imza karşılığında teslim eder ve teslim ettiği kişinin adresini içeren ihbarnameyi gösterilen adresin kapısına yapıştırır.
(3) Bu maddeye göre yapılacak tebligatlarda tebliğ, tebliğ evrakının 21, 22, 23, 25, 26 ve 27 nci maddelerde yazılı kişilere verildiği tarihte veya ihbarname kapıya yapıştırılmışsa bu tarihten itibaren onbeş gün sonra yapılmış sayılır” düzenlemesi bulunmaktadır.
21. Tebligat Kanunu’nun 17. maddesinin uygulanabilmesi için tebligat yapılacak adresin işyeri olarak kullanılması gerekir. Belirli bir yerde devamlı olarak meslek icra edenlere o yerde tebligat yapılabilir. Muhattabın işyerinde bulunmaması hâlinde tebliğ, o işyerinde daimî olarak çalışan memur veya işçilerinden birine yapılır.
22. Muhattabın daimî işçisi şeklinde yapılan tebligatın geçerli olabilmesi için, muhattap adına tebligat yapılan kişinin tebligatın yapıldığı tarihte muhatabın daimî işçisi olması gerekir. Aksi hâlde yapılan tebligat usulsüz olur. İşverenin işçiyi Sosyal Sigortalar Kurumuna bildirmiş olup olmaması iş ve sosyal güvenlik hukukunu ilgilendiren bir durum olup, sigortasız olarak çalışması tebligat yapılmasına engel değildir.
23. Hemen belirtilmelidir ki tebligat, bilgilendirme yanında belgelendirme özelliği de bulunan önemli bir usul işlemidir. Tebligat ile ilgili yasal düzenlemeler tamamen şeklî olduğundan gerek tebligat işlemi gerekse tebligat tarihi ancak kanun ve yönetmelikte emredilen şekillerle tevsik ve dolayısıyla ispat olunabilir.
24. Tebligat Kanunu ve Tebligat Kanunu’nun Uygulanmasına Dair Yönetmelik’in bu konuda etkili önlemler almış olmasının amacı, tebligatın bir an evvel muhatabına ulaşmasını ve onun tarafından kabul edilmesini sağlamaktır. Bu nedenle, kanun ve yönetmelik hükümleri en küçük ayrıntısına kadar uygulanmalıdır. Tebligatın doğru kişiye ve kanunda gösterilen yönteme uygun olarak yapılması zorunludur. Aksi takdirde kanun ve yönetmeliğin gösterdiği şekilde yapılmamış ve belgelendirilmemiş olan tebligat geçerli sayılmaz.
25. Bu ilke ve açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; yerel mahkemenin 21.03.2014 tarihli direnme kararı “… Mah. … Sok. … Pasajı K:2 D: 47 …/…” adresinde davalı vekiline tebliğe çıkarılmış, “Adreste muhattabın iş takibine gittiğini beyan eden ehil yetkili daimi çalışanı … imzasına tebliğ edildi” açıklaması ile dağıtıcı ve … tarafından imzalanarak 09.04.2014 tarihinde tebliğ olunmuş, mahkemece aynı gerekçeli karar 2. kez aynı adreste davalı vekiline tebliğe çıkarılmış, “Adreste muhattabın iş takibine gittiğini beyan eden ehil yetkili daimi çalışanı … imzasına tebliğ edildi” açıklaması ile dağıtıcı ve … tarafından imzalanarak 07.05.2014 tarihinde tebliğ olunmuştur. Davalı vekili tarafından 13.05.2014 havale tarihli temyiz dilekçesi ile temyiz isteminde bulunulmuş, mahkemece ek karar ile temyiz talebinin süre yönünden reddine karar verilmiştir.
26. Davalı vekili tarafından mahkemece verilen ek karara ilişkin sunulan temyiz dilekçesinde, tebligat yapılan adresin işyeri adresi olmadığı yönünde bir itirazı bulunmayıp, daimî çalışanı olmadığı hâlde daimî çalışan sıfatıyla …’e yapılan tebligatın usulsüz olduğunu vurgulayarak ek kararın kaldırılarak temyiz istemlerinin incelenmesini istemiştir.
27. Dosya kapsamından, davalı vekiline yapılan diğer tebligatlar incelendiğinde; 10.09.2013 tarihli Yargıtay kararının da aynı şekilde davalı vekiline tebliğe çıkarıldığı, “Adreste muhattabın iş takibine gittiğini beyan eden ehil yetkili daimi çalışanı … imzasına tebliğ edildi” açıklaması ile dağıtıcı ve … tarafından imzalanarak 22.10.2013 tarihinde tebliğ olunduğu, bu konuda davalı vekilinin bir itirazının bulunmadığı anlaşılmıştır.
28. O hâlde, daha önce de tebligat evrakını aynı şekilde daimî çalışan sıfatıyla kabul eden … imzasına yapılan tebliğ işleminin usulsüzlüğünü ve bu nedenle de geçersizliğini ortaya koyacak bir yön bulunmamaktadır.
29. Direnme kararının temyizine ilişkin istemin süreden reddine dair verilen ek kararın kaldırılmasının gerekip gerekmediği hususunun değerlendirilmesine gelince; hemen burada, davalı vekiline direnme kararın tebliğine ilişkin ilk tebligattan sonra aynı kararın ikinci kez tebliğinin geçerli olup olmadığının da değerlendirilmesi gerekmektedir.
30. Somut olayda, davalı vekiline direnme kararının tebliğine ilişkin tebligat daimî çalışanı … imzasına 09.04.2014 tarihinde tebliğ edilmiş, daha sonra aynı gerekçeli karar tekrar tebliğe çıkarılarak aynı adreste yine davalı vekiline daimî çalışanı … imzasına 07.05.2014 tarihinde ikinci kez tebliğ edilmiş olup, karar davalı vekili tarafından 13.05.2014 tarihinde verilen dilekçe ile temyiz edilmiştir.
31. Davalı vekiline 09.04.2014 tarihinde yapılan ilk tebligatın usulüne uygun olarak yapılmış olması nedeniyle geçerli olduğundan, temyiz süresinin bu tarihten başlayacağında kuşku bulunmamaktadır. İkinci kez yapılan tebligat üzerine temyiz süresinin yeniden başlayacağının ve davalının yeni bir temyiz hakkı doğacağının kabulü olanaklı değildir. Aksi hâlde kararın süresi içerisinde temyiz edilmemesi suretiyle karşı yan lehine oluşan usulî kazanılmış hakkın ihlal edilmesi durumu söz konusu olacaktır.
32. Nitekim aynı hususlar Hukuk Genel Kurulunun 14.04.2018 tarihli ve 2016/4-1641 E., 2018/461 K. sayılı kararında da benimsenmiştir.
33. Bu durumda davalı vekili, 09.04.2014 tarihinde tebliğ edilen kararı 1086 sayılı Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu (HUMK)’nun 432/1. madde hükmünde yazılı 15 günlük yasal temyiz süresi geçtikten sonra 13.05.2014 tarihinde temyiz etmiş olmakla, temyiz istemi süresinde değildir.
34. Açıklanan nedenlerle, davalı vekiline direnme kararının tebliğine ilişkin yapılan tebligatın usulüne uygun olduğu, yasal temyiz süresinden sonra yapılan temyiz isteminin reddine ilişkin ek kararın da yerinde olduğu, bu nedenle ön sorun bulunmadığı oy birliğiyle kabul edilmiştir.
35. Hâl böyle olunca, yasal süre içerisinde temyiz isteğinde bulunmayan davalı vekilinin temyiz isteminin reddi gerektiği anlaşılmakla, Mahkemece verilen 11.06.2014 tarihli ve 2013/817 E., 2014/127 K. sayılı ek karar isabetli olduğundan onanmasına karar verilmiştir.

V. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davalı vekilinin direnme kararına yönelik temyiz isteminin süreden reddine dair verilen mahkemece verilen 11.06.2014 tarihli ve 2013/817 E., 2014/127 K. sayılı EK KARARIN ONANMASINA,
Harç peşin alındığından harç alınmasına yer olmadığına, 29.06.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

KURUM İŞLEMİNİN İPTALİ- ALACAK DAVASI – ZOMETA VE FLAKON KANSER İLAÇLARININ BEDELLERİNİN SAHTE FATURAYLA KURUMA BİLDİRİLMESİ

T.C
YARGITAY

13. Hukuk Dairesi

2015/31958 E. , 2018/5764 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki asıl davada kurum işleminin iptali, birleşen davada alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı asıl davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.

K A R A R

Davacı, Merkez Eczanesi sahibi ve mesul müdürü olduğunu, 2004 yılı için Bağ kur … il Müdürlüğü ile yapılan sözleşme gereği Bağkur sigortalılarının tedavilerine yönelik ilaçların temin ederek kuruma fatura ettiğini, bu meyanda bağkur sigortalısı … ın 26/01/2004 tarihinde düzenlenen sağlık karnesi ve rapora göre reçetesinde yazılı 10 adet Zometa 4 mg IV Flakon isimli kanser ilacını temin ederek sigortalıya verdiğini, 7.773,280 TL bedelini kuruma fatura ettiğini, davalı kurum tarafından yapılan inceleme sonunda ilacın eczaneye giriş faturası olmadığından gerçek ilaç satışı olmadığı gerekçesi ile hakkında … Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2004/19500 Soruşturma Numaralı dosyası ile şikayette bulunulduğunu, yapılan soruşturma sonunda da kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildiğini, tüm bunlara rağmen kurum tarafından 20/07/2005 tarih ve 79084 sayılı yazı ile eczanenin sözleşmesinin 7 yıl süre ile feshine, işleme konu fatura bedeli faizi, protokolün 22. Maddesine göre 5 katı para cezası olan 38.666,400 TL ile birlikte toplam 50.659,171 TL’nin ödenmesine karar verildiğini, sözleşmenin feshi ile çalışamaz hale geldiğini, kurum tarafından yapılan incelemede söz konusu kanser ilacı ile ilgili eczaneye giriş faturası olmamasına rağmen bu ilacın kuruma fatura edildiği, gerçek bir satış olmaksızın kurumun zarara uğratıldığı gerekçesiyle cezanın düzenlendiğini, oysa ki davalı kurum sigortalısı adına sağlık raporu gereğince sağlık karnesine yazılan ilacı takas yolu ile temin ederek verdiğini, ilaçların sahibi … ile ilacı alan eşi İdris Toktaş’ın ilaçları tam olarak aldıklarına dair beyanlarının bulunduğunu beyan ederek sözleşmenin feshine dair işlemin usul ve esas yönünden yasaya aykırı olması sebebiyle haksız olduğunun tespitine, bu husustaki taraflar arasında muarazanın men’ine, dava konusu sözleşmenin feshi ile birlikte fatura bedelinin faiz ve cezasıyla birlikte ödenmesi talebinin de haksız olduğunun tespitine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı, davanın reddini dilemiş, birleşen davasında, davalı eczacı …’ya ödenmemesi gereken 50.659,18 TL’nin ödendiğini beyan ederek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere öncelikle davalının T.C. Emekli Sandığı ve SSK’dan olan alacakları üzerine ihtiyati tedbir kararı konulmasına ve 50.659,18 TL kurum alacağının ödeme tarihinden itibaren faizi ile birlikte davalıdan geri alınmasına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Mahkemece, asıl davada davacı yanın davasının kabulü ile; davalı kurum tarafından 20/07/2005 tarih ve 79084 sayılı yazı ile davacı eczanenin 2004 yılına ilişkin sözleşmesinin 7 yıl süre ile feshine, işleme konu fatura bedeli 7.773,28 TL, faizi olarak hesaplanan 4.259,49 TL, protokolün 22. maddesine göre 5 katı para cezası olan 38.666.400.707 TL ile birlikte toplam 50.659.17 TL’nin davacıdan tahsiline ilişkin işlemin iptali ile muarazanın bu şekilde giderilmesine karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.

1-Asıl dava, yapılan işlemin hukuka aykırı olduğu iddiasına dayalı olarak açılan cezai işleminin haksız olduğunun tespiti ile bu husustaki taraflar arasındaki muarazanın men’ine ilişkindir. Birleşen dava ise taraflar arasındaki sözleşme uyarınca davacının davalıya ödediği bedelin geri alınmasına yönelik alacak davasıdır. Davacı hakkında Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Zararına Dolandırıcılık suçlamasıyla iddianame düzenlenmiş, açılan … 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2006/186 Esas 2012/98 Karar sayılı dosyasında zamanaşımı nedeniyle düşme kararı verilmiş ve karar Yargıtay’ca onanarak kesinleşmiştir. Her ne kadar ceza mahkemesinde düşme kararı verilmişse de dosyada bulunan karar örneğinin incelenmesinde Adli Tıp Kurumu Başkanlığı’nca yapılan kriminal inceleme sonucu düzenlenen raporda kuruma fatura edilen ilaç küpürlerinin sahte olup orjinal olmadıklarının anlaşıldığından bahsedildiği görülmüştür. Bu dosyada yapılmış tespitler eldeki dava dosyası açısından önem arz etmektedir. O halde, mahkemece, … 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2006/186 Esas 2012/98 Karar sayılı dosyasının tüm evrakları ile getirtilip dosya arasına alınması ve ceza dosyasındaki tespitler de dikkate alınmak suretiyle bilirkişi kurulu oluşturularak, objektif, Yargıtay ve taraf denetimine uygun bir rapor alınarak karar verilmesi gerekirken, eksik incelemeyle yazılı şekilde karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.

2-… tarafından … aleyhine açılan ve eldeki dosya ile birleştirilmesine karar verilen … 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2006/174 Esas 2006/381 Karar sayılı dosyası ile ilgili olumlu veya olumsuz bir hüküm kurulmamış olması da usul ve yasaya aykırı olup, ayrıca bozmayı gerektirir.

SONUÇ: Yukarıda 1. ve 2. bentte açıklanan nedenlerle kararın davalı yararına BOZULMASINA, HUMK’nun 440/I maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 14/05/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

NİTELİKLİ DOLANDIRICILIK, 1219 SAYILI KANUNA MUHALEFET

T.C
YARGITAY
15. Ceza Dairesi
2021/1296 E. , 2021/2943 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Ceza Dairesi
SUÇ : NİTELİKLİ DOLANDIRICILIK, 1219 SAYILI KANUN’A MUHALEFET

HÜKÜM : İstanbul 18. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2019/36 Esas ve 2020/52 Karar sayılı ilamı ile;

1- 1219 sayılı Kanun’un 25, TCK’nın 43/1, 52/2-4, 53, 58. maddeleri gereğince mahkumiyet,
2- TCK’nın 158/1-L, 52/2-4, 53, 58 maddeleri gereğince mahkumiyet hükümlerine yönelik yapılan istinaf başvurusunun İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 22. Ceza Dairesi’nin istinaf başvurusunun esastan reddine dair hükümleri

Nitelikli dolandırıcılık ve 1219 sayılı Kanun’un 25. maddesine muhalefet etme suçundan İstanbul 18. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2019/36 Esas ve 2020/52 Karar sayılı ilamı ile verilen mahkumiyet hükümleri hakkında sanık ve sanık müdafiileri tarafından istinaf başvurusunda bulunulmasından sonra, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 22. Ceza Dairesi’nin istinaf başvurusunun esastan reddine dair kurulan hükümlerin sanık, sanık müdafiileri ve Bölge Adliye Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü:

Sanık müdafilerinin duruşmalı inceleme isteminin, hükmedilen cezaların on yıl hapis cezasından aşağı olması nedeniyle 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK’un 318 ve 5271 sayılı CMK’nın 299. maddeleri gereğince reddine karar verilerek yapılan incelemede;

5271 sayılı CMK’nın 288. maddesinde ”Temyiz, ancak hükmün hukuka aykırı olması nedenine dayanır. Bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanması hukuka aykırılıktır” denilmesi ile aynı kanunun 294. maddesinde yer alan ”Temyiz eden, hükmün neden dolayı bozulmasını istediğini temyiz başvurusunda göstermek zorundadır. Temyiz sebebi ancak hükmün hukuki yönüne ilişkin olabilir” hükmü ve aynı kanunun 301. maddesinde belirtilen ”Yargıtay, yalnız temyiz başvurusunda belirtilen hususlar ile temyiz istemi usule ilişkin noksanlardan kaynaklanmışsa, temyiz başvurusunda bunu belirten olaylar hakkında incelemeler yapar.” şeklindeki düzenlemeler gözetilerek; sanık ve sanık müdafiilerinin “atılı suçların unsurlarının oluşmadığına, sanığın mahkumiyetine hükmedilen suçları işlediğinin sabit olmadığına, eksik inceleme, tekerrür şartlarının oluşmadığına, delil niteliği taşımayan materyallerin hükümlere esas alındığına, sanığın tahliyesinin gerektiğine”, Bölge Adliye Mahkemesi Cumhuriyet savcısının “yeterli gerekçe açıklanmadan adli para cezasının üst hadden uygulandığına, tekerrür şartlarının oluşmadığına, adli para cezalarının tayinin de çelişkiye düşüldüğüne” ilişkin temyiz taleplerinin bulunduğu belirlenerek yapılan incelemede;

Sanığın kendisini Beyin Sinir ve Omirilik Cerrahisi uzmanı Prof.Dr. … olarak tanıtarak A9 ve On4 Tv kanalında yayınlanan programlara katıldığı, Youtube ve buyukantalya.com isimli internet sitelerinde profesör ünvanı ile konuşmalar yaptığı, google plus üzerinden doktormuş gibi meslektaşlarının tıp bayramını kutlama içerikli mesaj yayınladığı, kendisine ait http://cuneytturan.tumblr.com isimli internet sitesinde başka bazı doktorlara ameliyat öncesi çekilmiş görünen fotoğrafı Bezmi-i Alem Tıp Fakültesi ameliyat öncesi hatıra fotoğrafı notuyla paylaştığı, yine aynı sitede aynı şahıslarla çekilmiş başka bir fotoğrafı “ameliyat sonrası başarının yüzlere yansıyan hoş tebessümünün hatıra fotoğrafı” notuyla paylaştığı, hastane.com.tr ve hekimce.com.tr isimli sitelerde kendisi hakkında beyin sinir cerrahı olarak tanıtım yazıları oluşturduğu, yine benzer yazı ve resimleri facebook isimli sitedeki sayfasında paylaştığı ve başkalarının da paylaşmasını sağladığı,

Bu kapsamda; katılan …’nun kanser olan eşi …’nun tedavi sürecine sanığın müdahil olduğu, gönderilen tahlil sonuçları ile tedavi evrakına bakarak tavsiyeler verip yönlendirmelerde bulunduğu, eşi için getireceği tedavi maksatlı materyaller için 45.000 Euro aldığı, beyninde pıhtılaşma olabileceği şüphesiyle MR çekilen müşteki …’nun telefon ile MR sonuçlarına bakıp, görüş bildirdiği, müşteki …’nin beyin tümörü rahatsızlığı bulunan annesinin tedavi evrakını inceleyerek, tümörün 1.evrede olduğunu söylediğini, doktorların tavsiye ettiğinden farklı bir ilacı kendisine verip annesinin kullanmasını istediğini, bu şekilde sanığın nitelikli dolandırıcılık ve 1219 Sayılı Kanun’un 25. maddesine muhalefet etme suçunu işlediği iddia edilen olayda;

1- Sanığın 1219 sayılı Kanun’un 25. maddesine muhalefet suçundan mahkumiyet hükmüne yönelik istinaf başvurusunun reddine dair hükmün incelenmesinde;

Sanık savunmaları, katılan ve müştekilerin beyanları, dosya kapsamındaki telefon yazışmaları, internet sitelerine ilişkin yazılar, katıldığı konferans ve programlara ait videolar, fotoğraflar ile dosya kapsamı bir bütün olarak değerlendirildiğinde; sanık hakkında zincirleme şekilde 1219 sayılı Kanun’un 25. maddesine muhalefet etme suçundan ilk derece mahkemesinin vermiş olduğu mahkumiyet hükmüne yönelik bölge adliye mahkemesince verilen istinaf başvurusunun esastan reddine dair hükümde bir isabetsizlik görülmemiştir.

Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, katılanlar vekilinin, sanık, sanık müdafiileri ve Bölge Adliye Cumhuriyet savcısının yerinde görülmeyen diğer temyiz itirazlarının reddiyle, usul ve yasaya uygun bulunan hükme ilişkin TEMYİZ İSTEMLERİNİN AYRI AYRI ESASTAN REDDİNE,

2- Sanığın nitelikli dolandırıcılık suçundan mahkumiyet hükmüne yönelik istinaf başvurusunun reddine dair hükmün incelenmesinde;

Sanık savunmaları, katılan beyanları ve dosya kapsamı bir bütün olarak değerlendirildiğinde; sanık hakkında nitelikli dolandırıcılık suçundan ilk derece mahkemesinin vermiş olduğu mahkumiyet hükmüne yönelik Bölge Adliye Mahkemesince verilen istinaf başvurusunun esastan reddine dair hükümde bir isabetsizlik görülmemiştir.

Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, katılanlar vekili, sanık, sanık müdafiileri ve Bölge Adliye Cumhuriyet savcısının yerinde görülmeyen diğer temyiz itirazlarının reddine, ancak;

Sanığın tekerrüre esas alınan 20/07/2010 kesinleşme tarihli Eyüp 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 2008/2010 Esas 2010/415 Karar sayılı ertelemeye ilişkin ilamının TCK’nın 51/8 maddesi uyarınca infaz edilmiş sayıldığı 20.07.2013 tarihinden suç tarihlerine kadar, TCK’nın 58/2-b maddesinde düzenlenen 3 yıllık sürenin geçtiği dikkate alınarak, söz konusu ilamın tekerrüre esas alınamayacağının ve adli sicil kaydına göre başkaca tekerrüre esas sabıkası bulunmayan sanık hakkında TCK’nın 58. maddesindeki tekerrür hükümlerinin uygulanamayacağının gözetilmemesi,
Kanuna aykırı olup, sanık, sanık müdafiileri ve Bölge Adliye Cumhuriyet savcısının temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 22. Ceza Dairesi’nin 14/09/2020 tarih ve 2020/2375 Esas, 2020/1158 Karar sayılı, vaki istinaf başvurusu üzerine sanık hakkında verilen hükmün 5271 sayılı CMK’nın 302/2-4. madde ve fıkrası gereğince BOZULMASINA, ancak bu hususun yeniden yargılama yapılmaksızın aynı Kanunun 303. maddesinin verdiği yetki uyarınca düzeltilmesi mümkün bulunduğundan; hüküm fıkrasından tekerrüre ilişkin kısmın tamamen çıkartılması suretiyle, kararın kesinleşmesi ve temyiz incelemeleri dışındaki tutukluluk süresi nazara alınarak sanık müdafiilerinin tahliye talebinin reddiyle, sair yönleri usul ve yasaya uygun bulunan hükümlerin DÜZELTİLEREK TEMYİZ İSTEMLERİNİN AYRI AYRI ESASTAN REDDİNE, dosyanın 28/02/2019 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7165 sayılı Kanun’un 8. maddesi ile değişik 5271 sayılı CMK’nın 304/1. maddesi gereğince İstanbul 18. Ağır Ceza Mahkemesi’ne, kararın bir örneğinin ise İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 22. Ceza Dairesi’ne gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na TEVDİİNE, 15/03/2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Exit mobile version