24 SAAT ÇALIŞMA 24 SAAT DİNLENME ŞEKLİNDE YAPILAN ÇALIŞMADA FAZLA MESAİ-İŞ VEREN LEHİNE YAPILAN TAKDİRİ İNDİRİM DURUMUNA GÖRE AVUKATLIK ÜCRETİNE HÜKMEDİLEMEYECEĞİ

T.C
YARGITAY
9. Hukuk Dairesi
ESAS:2017/3890
KARAR:2018/3145

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :İŞ MAHKEMESİ

DAVA : Davacı, kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, kötüniyet tazminatı ile ulusal bayram ve genel tatil ücreti, fazla mesai ücreti ve asgari geçim indirimi alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

A) Davacı İsteminin Özeti: Davacı vekili, müvekkilinin davalıya ait işyerinde 20/01/2010-16/11/2012 tarihleri arasında çalıştığını, iş akdinin davalı tarafından bildirimsiz, haksız ve kötü niyetle feshedildiğini, müvekkilinin hak ettiği tazminat ve bir kısım işçilik alacaklarının ödenmediğini ileri sürerek, kıdem, ihbar ve kötüniyet tazminatları ile fazla çalışma, asgari geçim indirimi, ulusal bayram ve genel tatil ücret alacaklarının davalıdan tahsilini istemiştir.

B) Davalı Cevabının Özeti:Davalı vekili, davacının müvekkili şirkete “çocuğunun sağlık problemleri dolayısıyla işine devam edemeyeceğini, durumun düzelmesinin ardından işyerinde çalışmaya geri döneceğini, bu süre içinde iş akdinin askıya alınmasını ve istifasının kabul edilmesini” şeklinde dilekçe verdiğini ancak müvekkili tarafından davacının bu talebi kabul edilmediği halde davacının bu dilekçeyi verdikten sonra işe gelmediğini, bu nedenle müvekkili tarafından yapılan feshin haklı nedene dayandığını, müvekkiline ait işyerinde 30’dan fazla işçi çalıştığını, bu nedenle davacının iş güvencesi kapsamında olması nedeniyle kötüniyet tazminatı istemeyeceğini, asgari geçim indirimi alacağının bulunmadığını, müvekkili işyerinde haftada 45 saati aşan çalışma yapılmadığını, ulusal bayram ve genel tatil günlerinde çalışma olsa bile telafi izni verildiğini savunarak, davanın reddini istemiştir.

C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak ve davalının iş sözleşmesini fesihte haklı olduğu gerekçesiyle; kıdem, ihbar ve kötüniyet tazminatları ile fazla mesai alacak talebinin reddine, asgari geçim indirimi alacak talebinin kısmen kabulüne, ulusal bayram ve genel tatil alacak talebinin ise kabulüne karar verilmiştir.

D) Temyiz: Kararı davacı vekili temyiz etmiştir.

E) Gerekçe:
1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre davacı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.
2- Fazla çalışma ücretinin hesabı konusunda taraflar arasında uyuşmazlık bulunmaktadır.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 63’üncü maddesinde çalışma süresi haftada en çok 45 saat olarak belirtilmiştir. Ancak tarafların anlaşması ile bu normal çalışma süresinin, haftanın çalışılan günlerine günde onbir saati aşmamak koşulu ile farklı şekilde dağıtılabileceği ilkesi benimsenmiştir. Yasanın 41 inci maddesine göre fazla çalışma, kanunda yazılı koşullar çerçevesinde haftalık 45 saati aşan çalışmalar olup, 63’üncü madde hükmüne göre denkleştirme esasının uygulandığı hallerde, işçinin haftalık çalışma süresi, normal haftalık iş süresini aşmamak koşulu ile bazı haftalarda toplam 45 saati aşsa dahi bu çalışmalar fazla çalışma sayılmaz.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin yerleşik uygulamasına göre, bir işçinin günde en fazla fiilen 14 saat çalışabileceğinin kabulü gerekir. Bu durumda 24 saat çalışıp 24 saat dinlenme usulüyle yapılan çalışmalarda bir hafta 3 gün diğer hafta ise 4 gün çalışma yapılacağından, yukarıda bahsedilen 63’üncü madde hükmü gereğince, haftalık normal çalışma süresi dolmamış olsa dahi günlük 11 saati aşan çalışmalar fazla çalışma sayılması nedeniyle, bu çalışma sisteminde işçi ilk bir hafta (3×3=) 9 saat takip eden hafta ise (4×3=) 12 saat fazla çalışma yapmış sayılmalıdır.

Çalışma şeklinin 24 saat mesai 48 saat dinlenme şeklinde olduğu durumlarda ise, işçi birinci hafta 3 gün ikinci ve üçüncü haftalar 2 gün dördüncü hafta yine 3 gün çalışacağından, ilk hafta (3×3=) 9 saat, ikinci ve üçüncü haftalarda (2×3=) 6 saat, dördüncü hafta ise yine (3×3=) 9 saat fazla çalışmış sayılacaktır.

1475 sayılı önceki İş Yasasında günlük 11 saati aşan çalışmaların fazla çalışma sayılacağına ilişkin bir hüküm bulunmadığından, söz konusu Yasanın yürürlükte olduğu dönemde gerçekleşen, 24 saat çalışıp 48 saat dinlenme usulüyle yapılan çalışmalarda, haftalık 45 saatlik normal çalışma süresinden fazla çalışma yapılması mümkün olmadığından, işçinin fazla çalışma yaptığının kabulü mümkün değildir. Ancak değinilen Yasa döneminde gerçekleşen 24 saat mesai 24 saat dinlenme usulüyle yapılan çalışmalarda, 4 gün çalışılan haftalarda (4×14=) 56 saat çalışma yapılacağından, sadece bu haftalarda işçinin haftalık (56‑45=) 11 saat fazla çalışma yaptığının kabulü gerekir.

T.C. Sağlık Bakanlığı nezdinde Türkiye’deki hastanelerde statü hukuku dışında hemşire, ebe, doktor, eczacı, anestezi uzmanı vs. olarak çalışanlar, haftalık normal mesailerinde fazla çalışma yapmadıklarından, sadece tuttukları nöbetlerle sınırlı olarak fazla çalışma yapmış olmaktadırlar. Nöbet çizelgeleri ile belirlenen bu tür çalışmalar hafta içi ve hafta sonu olarak gerçekleşmektedir. Hafta içi nöbetler 17:00-08:00 saatleri arasında 15 saat olarak yapılmaktadır. İşçinin yaptığı işin niteliğine göre zorunlu ihtiyaçlar nedeniyle 3 saat ara dinlenmesi indirilerek hafta içi nöbette 12 saat fazla çalışma yaptığı kabul edilmektedir. Hafta sonu nöbetler 24 saat sürmekte, işin niteliğine göre zorunlu ihtiyaçlar nedeniyle 4 saat ara dinlenme indirildiğinde 20 saat fazla çalışma yapılmış olmaktadır. Ancak, bu durumlarda fazla çalışmalar, tutulan hafta içi ve sonu nöbet sayısına göre denetlemeye elverişli bilirkişi raporu ile belirlenmelidir. Nöbet tutan çalışanın çoğunlukla ertesi gün nöbet izni kullanarak çalışma yapmaması nedeniyle, normal mesai devam çizelgeleri de mutlaka getirtilmelidir. İşçi, nöbetin ertesi günü nöbet izni kullandığında, ertesi gün (8 saat normal mesai süresi kadar) çalışmadığından hafta içi nöbette (12-8=) 4 saat fazla çalışma yapmış sayılmalıdır. Hafta sonu nöbette ise, Cumartesi ve Pazar günü normal tatil olduğundan Cuma ve Cumartesi gecesi tutulan nöbetlerden, ertesi gün çalışılmadığı gerekçesi ile indirim yapılma olanağı yoktur. Öte yandan genel tatile denk gelen nöbet günlerinde de ayrıca genel tatil ücreti verildiğinden yukarıda anlatılan şekilde indirim yapılmalıdır. Dairemizin kökleşmiş uygulaması da bu doğrultudadır (Yargıtay 9. H.D. 2007/40834 E, 2009/7566 K sayılı ilamı).

4857 sayılı İş Kanunu’nun 41’inci maddesinin ikinci fıkrası uyarınca, fazla çalışma saat ücreti, normal çalışma saat ücretinin yüzde elli fazlasıdır. İşçiye fazla çalışma yaptığı saatler için normal çalışma ücreti ödenmişse, sadece kalan yüzde elli kısmı ödenir.

Kanunda öngörülen yüzde elli fazlasıyla ödeme kuralı nispi emredici niteliktedir. Tarafların sözleşmeyle bunun altında bir oran belirlemeleri mümkün değilse de, daha yüksek bir oran tespiti olanaklıdır.

Fazla çalışma ücretinin son ücrete göre hesaplanması doğru olmayıp, ait olduğu dönem ücretiyle hesaplanması gerekir. Yargıtay kararları da bu yöndedir (Yargıtay 9.HD. 16.2.2006 gün 2006/20318 E, 2006/3820 K.). Bu durumda fazla çalışma ücretlerinin hesabı için işçinin son ücretinin bilinmesi yeterli olmaz. İstek konusu dönemler açısından da ücret miktarlarının tespit edilmesi gerekir. İşçinin geçmiş dönemlere ait ücretinin belirlenememesi halinde, bilinen ücretin asgari ücrete oranı yapılarak buna göre tespiti gerekir. Ancak işçinin işyerinde çalıştığı süre içinde terfi ederek çeşitli unvanlar alması veya son dönemlerde toplu iş sözleşmesinden yararlanılması gibi durumlarda, meslek kuruluşundan bilinmeyen dönemler için ücret araştırması yapılmalı ve dosyadaki diğer delillerle birlikte değerlendirmeye tabi tutularak bir karar verilmelidir.

İşçinin normal çalışma süresinin sözleşmelerle haftalık kırkbeş saatin altında belirlenmesi halinde, işçinin bu süreden fazla, ancak kırkbeş saate kadar olan çalışmaları “fazla sürelerle çalışma” olarak adlandırılır (İş Kanunu, Md. 41/3). Bu şekilde fazla saatlerde çalışma halinde ücret, normal çalışma saat ücretinin yüzde yirmibeş fazlasıdır.

4857 sayılı Yasanın 41 inci maddesinin dördüncü fıkrası, işçiye isterse ücreti yerine serbest zaman kullanma hakkı tanımıştır. Bu süre, fazla çalışma için her saat karşılığı bir saat otuz dakika, fazla süreli çalışmada ise bir saat onbeş dakika olarak belirlenmiştir. Bu sürelerin de sözleşmelerle attırılması mümkündür.

Parça başına veya yapılan iş tutarına göre ücret ödenen işlerde, fazla çalışma süresince işçinin ürettiği parça veya iş tutarının hesaplanmasında zorluk çekilmeyen hallerde, her bir fazla saat içinde yapılan parçayı veya iş tutarını karşılayan ücret esas alınarak fazla çalışma veya fazla sürelerle çalışma ücreti hesaplanır. Bu usulün uygulanmasında zorluk çekilen durumlarda, parça başına veya yapılan iş tutarına ait ödeme döneminde meydana getirilen parça veya iş tutarları, o dönem içinde çalışılmış olan normal ve fazla çalışma saatleri sayısına bölünerek bir saate düşen parça veya iş tutarı bulunur. Bu şekilde bulunan bir saatlik parça veya iş tutarına düşecek bir saatlik normal ücretin yüzde elli fazlası fazla çalışma ücreti, yüzde yirmibeş fazlası ise fazla sürelerle çalışma ücretidir. İşçinin parça başı ücreti içinde zamsız kısmı ödenmiş olmakla, fazla çalışma ücreti sadece yüzde elli zam miktarına göre belirlenmelidir.

Otel, lokanta, eğlence yerleri gibi işyerlerinde müşterilerin hesap pusulalarına belirli bir yüzde olarak eklenen paraların, işverence toplanarak işçilerin katkılarına göre belli bir oranda dağıtımı şeklinde uygulanan ücret sistemine “yüzde usulü ücret” denilmektedir. Yüzde usulünün uygulandığı işyerlerinde fazla çalışma ücreti, 4857 sayılı Kanunun 51 inci maddesinde öngörülen yönetmelik hükümlerine göre ödenir. İşveren, yüzde usulü toplanan paraları işyerinde çalışan işçiler arasında, Yüzdelerden Toplanan Paraların İşçilere Dağıtılması Hakkında Yönetmelik hükümlerine göre eksiksiz olarak dağıtmak zorundadır. Fazla çalışma yapan işçilerin fazla çalışma saatlerine ait puanları normal çalışma puanlarına eklenir (Yönetmelik Md. 4/1.). Yüzdelerden ödenen fazla saatlerde, çalışmanın zamsız karşılığı ile zamlı olarak ödenmesi gereken ücret arasındaki fark ödenir. Zira yüzde usulü ödenen ücret içinde fazla çalışmaların zamsız tutarı ödenmiş olmaktadır. Yapılan bu açıklamalara göre; yüzde usulü ya da parça başı ücret ödemesinin öngörüldüğü çalışma biçiminde fazla çalışmalar, saat ücretinin %150 zamlı miktarına göre değil, sadece %50 zam nispetine göre hesaplanmalıdır.

Hasılata bağlı günlük yevmiyeli olarak çalışan işçilerin yevmiyelerinin miktarı günlük çalışma süresine bağlı olup, ne kadar çok çalışırsa yevmiye artacağından çalışılan tüm saatlerin normal ücreti yevmiye içerisinde alındığından fazla çalışma ücretinin zamsız tutarının yevmiyenin içinde ödendiği kabul edilerek fazla çalışma ücretinin sadece %50 zamlı kısmı hesaplanıp hüküm altına alınmalıdır.

Fazla çalışmaların aylık ücret içinde ödendiğinin öngörülmesi ve buna uygun ödeme yapılması halinde, yıllık 270 saatlik fazla çalışma süresinin ispatlanan fazla çalışmalardan indirilmesi gerekir.

Fazla çalışmaların uzun bir süre için hesaplanması ve miktarın yüksek çıkması halinde Yargıtay’ca son yıllarda taktiri indirim yapılması gerektiği istikrarlı uygulama halini almıştır (Yargıtay 9.HD. 11.2.2010 gün 2008/17722 E, 2010/3192 K; Yargıtay, 9.HD. 18.7.2008 gün 2007/25857 E, 2008/20636 K.). Ancak fazla çalışmanın tanık anlatımları yerine yazılı belgelere ve işveren kayıtlarına dayanması durumunda böyle bir indirime gidilmemektedir. Yapılacak indirim, işçinin çalışma şekline ve işin düzenlenmesine ve hesaplanan fazla çalışma miktarına göre takdir edilmelidir. Hakkın özünü ortadan kaldıracak oranda bir indirime gidilmemelidir. (Yargıtay 9.HD. 21.03.2012 gün, 2009/48913 E, 2012/9400 K).

Dairemizin önceki kararlarında; fazla çalışma ücretlerinden yapılan indirim, kabul edilen fazla çalışma süresinden indirim olmakla, davalı tarafın kendisini avukatla temsil ettirmesi durumunda reddedilen kısım için davalı yararına avukatlık ücretine hükmedilmesi gerektiği kabul edilmekteydi (Yargıtay 9.HD. 11.02.2010 gün 2008/17722 E, 2010/3192 K.). Ancak, işçinin davasını açtığı veya ıslah yoluyla dava konusunu arttırdığı aşamada, mahkemece ne miktarda indirim yapılacağı işçi tarafından bilenemeyeceğinden, Dairemizce maktu ve nispi vekâlet ücretlerinin yüksek oluşu da dikkate alınarak konunun yeniden ve etraflıca değerlendirilmesine gidilmiş, bu tür indirimden kaynaklanan ret sebebiyle davalı yararına avukatlık ücretine karar verilmesinin adaletsizliğe yol açtığı sonucuna varılmıştır. Özellikle seri davalarda indirim sebebiyle kısmen reddine karar verilen az bir miktar için dahi her bir dosyada zaman zaman işçinin alacak miktarını da aşan maktu avukatlık ücretleri ödetilmesi durumu ortaya çıkmaktadır. Yine daha önceki kararlarımızda, yukarıda değinildiği üzere fazla çalışma alacağından yapılan indirim sebebiyle ret vekâlet ücretine hükmedilmekle birlikte, Borçlar Kanunu’nun 161/son, 325/son, 43 ve 44’üncü maddelerine göre, yine 5953 sayılı Yasada öngörülen yüzde beş fazla ödemelerden yapılan indirim sebebiyle reddine karar verilen miktar için avukatlık ücretine hükmedilmemekteydi. Bu durum uygulamada hakkaniyete aykırı sonuçlara neden olduğundan ve konuyla ilgili olarak Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinde de herhangi bir kurala yer verilmediğinden, Dairemizce eski görüşümüzden dönülmüş ve fazla çalışma alacağından yapılan indirim nedeniyle reddine karar verilen miktar bakımından, kendisini vekille temsil ettiren davalı yararına avukatlık ücretine hükmedilemeyeceği kabul edilmiştir.

Somut uyuşmazlıkta, dinlenen tüm taraf tanık beyanlarına göre, davacının 24 saat çalışıp 48 saat dinlendiği anlaşılmaktadır. Bu çalışma şeklinde, Dairemizin yukarıda belirtilen ilke kararında belirtildiği gibi, davacı birinci hafta 3 gün, ikinci ve üçüncü haftalar 2 gün, dördüncü hafta yine 3 gün çalışacağından, ilk hafta (3×3=) 9 saat, ikinci ve üçüncü haftalarda (2×3=) 6 saat, dördüncü hafta ise yine (3×3=) 9 saat fazla çalışma yapmış olmaktadır. Ancak hükme esas alınan bilirkişi raporunda bu çalışma şeklinde günlük 14 saat ve haftada en çok 3 gün çalışıldığından, haftada en fazla 42 saat çalışıldığı ve dolaysıyla haftalık 45 saati aşan çalışma bulunmadığı belirtilmiş, mahkemece de bilirkişinin bu hatalı değerlendirmesine itibarla fazla çalışma alacak talebi reddedilmiştir. O halde mahkemece yapılacak iş, 24 saat çalışıp 48 saat dinlenerek çalıştığı anlaşılan davacının fazla çalışma alacak talebinin, Dairemizin yukarıda belirtilen ilke kararı doğrultusunda hesaplanıp hüküm altına alınmasından ibarettir. Hatalı bilirkişi raporuna değer verilerek hüküm tesisi bozmayı gerektirmiştir.

F) SONUÇ:Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebepten dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 19/02/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

FRANCHİSE SÖZLEŞMESİNİN İHLALİNE DAYALI OLUMLU ZARARIN TAZMİNİ

T.C
YARGITAY
11. Hukuk Dairesi
ESAS:2017/1605
KARAR:2018/7615

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

Taraflar arasında görülen davada … 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce bozmaya uyularak verilen 10/02/2017 tarih ve 2015/506-2017/53 sayılı kararın Yargıtayca incelenmesinin asıl ve birleşen davalarda davacı ve davalı vekili tarafından istenildiği ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Asıl ve birleşen davalarda davacı vekili asıl davada, davalı … Şirketi ile müvekkili arasındaki sözleşmeyle müvekkilinin … isim hakkını … için aldığını, davalı … Şirketinin sözleşmeyi ihlal ederek müvekkilinden izin almadan … Kanalboyu bölgesinde diğer davalıya ait yeni bir işletmeye isim hakkını verdiğini ileri sürerek davalılar arasındaki yeni şube anlaşmasının iptaline karar verilmesini istemiştir. Birleşen 2002/279 esas sayılı davada, davalı tarafın sözleşmeyi ihlal ettiğini, bu nedenle müvekkilinin zarara uğradığını ileri sürerek 5.000 TL manevi, 20.000 TL maddi tazminatın tahsiline, davalıya verilen 2120849 seri nolu açık teminat çekinin davacıya iadesine, mümkün olmadığı takdirde iptaline karar verilmesini istemiştir. Birleşen 2009/759 Esas sayılı davada, 2002/279 esas sayılı dava ile kısmi dava açıldığını, müvekkilinin zararının 158.553 TL olarak hesaplandığını, işbu dava ile bakiye kalan 138.553 TL’nin davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Asıl ve birleşen davalarda davalı … Şirketi vekili, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Asıl davada diğer davalı vekili davaya cevap vermemiştir.

Mahkemece, uyulan bozma ilamı ve tüm dosya kapsamına göre, davacının olumsuz zararının 225.000,00 TL olduğu, toplam beklenen ve beyan edilen kârının 150.000,00 TL olması halinde yatırımın geri ödenmesinden sonra bakiye zararın 75.000,00 TL olduğu, davacının olumlu zararının (kâr mahrumiyetinin) olmadığı ve sabit yatırım tutarı ile birlikte talep edilebilecek tutarın 75.000,00 -TL olduğu gerekçesi ile asıl dava bakımından verilen kararın onanması nedeniyle yeniden karar verilmesine yer olmadığına, birleşen 2002/279 esas sayılı davada menfi tespit talebine bağlı verilen karar kesinleşmiş olduğundan yeniden karar verilmesine yer olmadığına, kar mahrumiyeti ve manevi tazminat taleplerinin reddine, yatırımdan dolayı uğramış olduğu 75.000,00 TL zararın dava tarihinden geçerli yasal faizi ile birlikte davalı … Gıda Sanayi ve Ticaret Limited Şirketinden tahsiline karar verilmiştir.

Kararı, asıl ve birleşen davalarda davacı ve davalı vekilleri temyiz etmiştir.

1-Dosyadaki yazılara, mahkemece uyulan bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına ve delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davacı vekilinin tüm, davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki sair temyiz itirazları yerinde değildir.

2- Birleşen davalar, franchise sözleşmesinin ihlaline dayalı olumlu zararın tazmini istemine ilişkin olup, mahkemece yazılı gerekçeyle birleşen davaların kısmen kabulüne karar verilmiştir. Dairemizin 13.10.2011 tarih ve 2009/12597 esas, 2011/12996 karar sayılı ve 19.03.2015 tarih 2014/17087 esas 2015/3876 karar sayılı ilamlarında belirttiği üzere, davacının aynı mahiyette bir işi ne kadar sürede bulabileceği (makul süre) belirlendikten ve bu iş için makul sürede yapacağı masraflar düşüldükten sonra davacının olumlu (kâr mahrumiyeti) zararının tespiti ile sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, mahkemece, davacının aynı mahiyette bir işyeri açması durumunda yapacağı masrafa hükmedilmesi doğru görülmemiş, hükmün açıklanan nedenlerle davalı yararına bozulmasına karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin tüm, davalı vekilinin sair temyiz itirazının reddine, (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazının kabulü ile hükmün davalı yararına BOZULMASINA, aşağıda yazılı bakiye 76,30 TL temyiz ilam harcının temyiz eden asıl ve birleşen davalarda davacıdan alınmasına, ödediği peşin temyiz harcının isteği halinde temyiz eden asıl ve birleşen davalarda davalıya iadesine, 04/12/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

FRANCHİSE SÖZLEŞMESİ- MAKİNELERİN SÖZLEŞME KARŞILIĞINDA DEVRİ

T.C
YARGITAY
11. Hukuk Dairesi
ESAS:2017/2222
KARAR:2018/7827

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :TİCARET MAHKEMESİ

Taraflar arasında görülen davada … … 4. Asliye Ticaret Mahkemesi’nce verilen 01/12/2015 tarih ve 2014/2133-2015/1165 sayılı kararın Yargıtayca incelenmesinin davacı vekili tarafından istenildiği ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Davacı vekili, müvekkilinin spor antrenörü olarak çalıştığı dava dışı ….tarafından işletilen spor salonu davalının franchise sistemi içerisinde olduğunu, müvekkili tarafından franchise alan dava dışı ….’in işletmeyi devredeceğini öğrendiğinde davalıya başvurarak işletmeyi devralmak istediğini bildirdiğini, davalının aracılığı ile işletmenin ….tarafından müvekkiline devredildiğini, işletmede yer alan makinelerin de fatura karşılığı aynı şekilde devredildiğini, davalı ile sözleşme imzalayacağı inancı ile davalıya 5.000 TL ödeme yaptığını, ….’e 25.000 TL ödeme yaptığını, davalı şirket tarafından işletmedeki tüm makinelerin haksız bir şekilde alındığını ileri sürerek makinelerin bedeli olan 17.291,93 TL’nin ve davalıya keşide edilen ihtar için yapılan 124.93 TL’nin tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı vekili, dava dışı ….ile yapılan franchise sözleşmesine ve sonrasında işletmenin devrine ilişkin yapılan ….e göre makinelerin müvekkili mülkiyetinde olduğunu, ayrıca franchise sözleşmesi uyarınca franchise sisteminde bulunan işletmenin devrine müvekkilince onay verilmesi gerektiğini, müvekkili tarafından onay verilmediğini, bu nedenle davacı tarafın makineler üzerinde herhangi bir hakkının bulunmadığını savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkemece, tüm dosya kapsamına göre, taraflar arasında herhangi bir sözleşme ilişkisi bulunmadığı, makinelerin mülkiyetinin davalı şirket ile dava dışı ….arasında yapılan franchise sözleşmesi ve …. hükümlerine göre davalı şirkete ait bulunduğu, mülkiyetin davalıya ait olduğunun davacı tarafından da Cumhuriyet Savcılığına verilen şikayet dilekçesinde beyan ve kabul edildiği, ….’in tasarruf etme yetkisi bulunmadığı, bu nedenle davalı tarafın mülkiyeti kendisine ait malları bir tutanak düzenleyerek davacıdan almasında bir kusur ve sorumluluğunun bulunmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.

Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına ve dava dışı franchise alan …. ile franchise veren davalı arasında imzalanan franchise sözleşmesinin 4.4 maddesinde, franchise alanın işi gerçekleştirebilmesi için gerekli her türlü malzeme ve teçhizatı franchise verenin teslim edeceğinin kararlaştırılmış bulunmasına, ayrıca “….” başlıklı 04/06/2013 tarihli dava dışı franchise alan …. ile franchise veren davalı arasında imzalanan sözleşmenin 7. maddesinde malzeme ve teçhizatın mülkiyetinin davalı tarafta olduğunun kabul edilmiş bulunmasına göre, davacı vekilinin tüm temyiz itirazları yerinde değildir.

SONUÇ: Yukarıdaki bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin tüm temyiz itirazlarının reddi ile hükmün ONANMASINA, istek halinde aşağıda yazılı 259,41 TL harcın temyiz eden davacıya iadesine, 11/12/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

FRANCHİSİNG SÖZLEŞMESİNDEN KAYNAKLI ALACAĞIN TAHSİLİ- İCRA TAKİBİ- İNKAR TAZMİNATI

T.C
YARGITAY
11. Hukuk Dairesi
ESAS:2017/246
KARAR:2018/7932

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ : … (KAPATILAN) 3. FİKRÎ VE SINAÎ HAKLAR HUKUK MAHKEMESİ

Taraflar arasında görülen davada … (Kapatılan) 3. Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi’nce verilen 22/03/2016 tarih ve 2012/176-2016/68 sayılı kararın duruşmalı olarak incelenmesi davalılar vekili tarafından istenmiş olduğu anlaşılmakla, duruşma için belirlenen 11/12/2018 günü başkaca gelen olmadığı yoklama ile anlaşılıp hazır bulunan davalı-karşı davacı vekili Av….dinlenildikten sonra duruşmalı işlerin yoğunluğu ve süre darlığından ötürü işin incelenerek karara bağlanması ileriye bırakıldı. Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlenildikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:
Davacı vekili, müvekkilinin tatlı sektöründe “tatlıcı tombak” markası ile faaliyet gösterdiğini, faaliyetini kendi açtığı şubeler vasıtası ile üçüncü şahıslara franchise vermek sureti ile devam ettiğini, davalı … ve … ile müvekkili arasında 31/07/2007 tarihinde franchise sözleşmesi imzalandığını, diğer davalı …’nun ise bu sözleşmenin müşterek müteselsil kefili olduğunu, buna göre … ili … ilçesi, … Belediyesi, …Mevkii 265-… Ada ve parsel E blok zemin katta bulunan 9 nolu dükkanın …gıda tarafından işletileceğini, bu dükkanın kira sözleşmesinin … Nakliyat Medikal …Dersane İth.İhr.San.Tur.ve Tic.Ltd.Şti ile müvekkili arasında akdedildiğini, davalıların mecuru alt kiracı olarak kullandıklarını, davalıların kira bedelinin yanı sıra, genel giderler olarak bilinen su, elektrik, doğalgaz, reklam katılım payı gibi giderlerden de sorumlu olduklarını, davalıların 2008 yılı Ocak, Şubat, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos ve devam eden aylarına ilişkin kira bedellerini ve elektrik, su, doğalgaz gibi ortak katılım paylarını ödemediklerini, davalıların bu borçlarını ödemedikleri için müvekkilinin asıl kiraya verenin icra takibine muhatap olduğunu, bunun üzerine davalıların aleyhinde … 8. İcra Müdürlüğünün 2009/20977 Esas sayılı dosyasından icra takibi başlatıldığını, ancak davalıların itirazı üzerine takibin durduğunu idida ederek, itirazın iptalini, takibin devamını ve %40’dan az olmamak üzere davalıların kötü niyet tazminatına mahkumiyetlerini talep ve dava etmiştir.
Davalılar vekili, müvekillerinden …’ın huzurdaki davada pasif husumet ehliyeti bulunduğunu, davacı yanın haksız ve hukuka aykırı iddialarının dayanağı olan franchise sözleşmesinin, davacı ile müvekillerinden şirket arasında akdedildiğini, müvekkili … tarafından kendi adına akdedilmiş bir franchise sözleşmesi olmadığını, … Sulh Hukuk Mahkemesinin 2008/296 D.İş sayılı dosyası ile 30/05/2008 tarihinde alışveriş merkezinin durumu hakkında tespit yapıldığını, rapora göre inşaatın halen devam etmekte olduğunu, inşaat bitmeden de müşterinin gelmesinin mümkün olmadığının anlaşıldığını, tespit ortada iken icra takibinin kötü niyetli olarak, müvekillerini zarara uğratma amacı ile yapıldığını iddia ederek, asıl davanın reddini, davacı-k.davalının %40’dan az olmamak üzere tazminata mahkum edilmesini, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 16.100,00 TL tutarındaki depozito alacağı ve şimdilik 1.000,00 TL franchise bedeli olmak üzere toplam 17.100,00 TL tutarındaki alacığın, franchise sözleşmesinin konusuz kaldığı tahliye tarihinden itibaren işleyecek avans faizi ile birlikte davacı-k.davalıdan tahsilini talep va karşı dava etmiştir.
Mahkemece, Franchise sözleşmesine konu yerde davalı yanın kiracı olarak bulunduğu beş aylık dönemde aylık 4.567 USD + KDV olmak üzere her ay faturalanacak kira bedelinin üçüncü bilirkişi heyetinin düzenlediği raporda tablo halinde belirtildiği ve Mart 2008 ile Temmuz 2008 tarihleri arasında toplam kira tutarının 33.934,36 TL olduğu, bu miktardan, her ne kadar karşı davada talep konusu edilmiş ise de, kira için verilen depozitonun kira ilişkisinin sonlanması sebebiyle alacak bedelinden düşülmesi gerektiğinden, 16.100,00 TL depozito bedeli ile 2.624,23 TL tahsilat düşüldüğünde, bakiye kira bedelinin 15.210,13 TL olduğu, bu miktara beş aylık dönem için genel gider toplamı olarak bildirilen ve dosyada belgeleri mevcut olan 3.819,53 TL ilave edildiğinde, takipte istenebilir asıl alacak miktarının davalılar …Gıda Şirketi ve … yönünden 19.029,66 TL olduğu ve davacı tarafından … 2. Noterliğince düzenlenen ihtarnamenin davalı yana tebliğ tarihi olan 05/09/2008 tarihinden yani temerrüt tarihinden takip tarihine kadar işlemiş faiz miktarının da 3.622,56 TL olduğu, toplam alacağın ise 22.692,22 TL olduğu anlaşıldığından, itirazın tespit edilen bu miktar üzerinden iptaline, fazlaya ilişkin itirazın iptali talebinin reddine, ödenecek miktar belli olduğu halde davalı yanın icra takibine kötü niyetli olarak itiraz ettiği anlaşılmakla, İİK 67/2 maddesi gereğince 7.611,86 TL icra inkar tazminatının davalılardan tahsiline, karşı dava yönünden ise, yukarıda belirtildiği üzere depozito miktarı asıl davaya konu kira alacağından mahsup edildiğinden, bu davada taleple ilgili yeniden karar verilmesine gerek olmadığından ve icra takibine başlanıldığı sırada ya da dava açıldığı sırada franchise sözleşmesinin feshine ilişkin herhangi bir talep ve durum mevcut olmadığından, karşı davada bu yönde bir talep de bulunmadığından, ödenen bedelin iadesi ile ilgili talebin ise bu aşamada reddine karar verilmiştir.
Kararı davalılar vekili temyiz etmiştir.
Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmaması ile davalılar vekilinin 24/11/2016 tarihli dilekçesine hasren yapılan temyiz incelemesine göre, davalı vekilinin tüm temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davalılar vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddi ile usul ve yasaya uygun bulunan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı bakiye 1.587,97 TL temyiz ilam harcının temyiz edenden alınmasına, 13/12/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

ELEKTRİK ÇARPMASI SONUCU ÖLÜM- KUSURSUZ SORUMLULUK- YAPIM BOZUKLUĞU- AĞIRLAŞTIRILMIŞ ÖZEN YÜKÜMLÜLÜĞÜ-

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS:2003/4-144
KARAR:2003/161
TARİH:12.3.2003

ÖZET : Her ne kadar, bilirkişi raporlarına göre davalının bir yapım bozukluğunun bulunmadığı belirtilmekte ise de, olayların gidişatından insanların ve canlıların yaşamı için önemli bir tehdit oluşturan bu tür tesislerin bakım ve korunmasında, tesisin yerleşim yeri üzerinde bulunduğu da düşünüldüğünde, normalin üzerinde bir özen borcu bulunduğu sonucuna varılır. Davalı elektrik idaresi bu tür yüksek gerilim iletkenlerine güvenli yaklaşma sınırının aşılmamasını sağlayıcı önlemleri almalı, gerekli uyarı levhalarını herkesin kolaylıkla görebileceği yerlere koymalı, bu tesislerin can ve mal güvenliğine zarar vermemesi için, yerleşim yeri dışındaki tesislere oranla çok daha kısa aralıklarla kontrollerini yapmalıdır. Ne varki, somut olayda davalı idarenin bu bakım ve özen borcunu gereği gibi yerine getirmediği, söz konusu olaydan önce tele takılı bulunan uçurtmanın başkaları tarafından alınması sırasında doğabilecek tehlikeleri düşünerek, gereken denetimleri yaparak, bu tür engelleri kaldırmadığı anlaşıldığından, meydana gelen zarardan sorumlu olduğu, sorumluluğu kaldıracak nedenlerin ise bulunmadığı anlaşılmıştır.

DAVA : Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Bağcılar Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 17.10.2001 gün ve 2000/1658-2001/2109 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4.Hukuk Dairesinin 3.7.2002 gün ve 3618-8441 sayılı ilamı ile; ( …Dava, elektrik çarpması sonucu davacıların çocuğunun ölümü nedeni ile uğranılan zararın ödettirilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davalının kusuru bulunmadığından dava red edilmiştir. Karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Davacının çocuğunun ölüm nedeninin elektrik çarpmasından kaynaklandığı yolunda uyuşmazlık bulunmamaktadır. Uyuşmazlık zararın meydana gelmesinde davalının kusuru olup olmadığı, diğer bir anlatımla tüm kusurun ölende bulunup bulunmadığında toplanmaktadır. Zarar, davacının sahibi ve denetiminde bulunan elektrik hattındaki çarpma sonucu meydana geldiği, ölenin eyleminin illiyeti kesebilecek düzeyde olduğu, davalı tarafından olayın oluş biçimi itibariyle kanıtlanamadığı gibi davalının sahip olduğu işletme itibari ile yüksek özen yükümlülüğü ile sorumlu olduğu, elektrik hattının Elektrik Kuvvetli Akım Tesisleri Yönetmeliğine uygun yapılması yeterli olmayıp, bu konumunda sürdürülüp sürdürülmediğinin denetlenmesi, bu olaydan önce tele takılı bulunan uçurtmanın başkaları tarafından alınması sırasında doğan tehlike düşünülerek hatta gereken denetimi yaparak bu tür engelleri kaldırması gerekirken, bu konuda özensiz davranması itibariyle sorumludur. Takdir edilecek miktar kadar tazminata hükmedilmek üzere kararın bozulması gerekmektedir. Hüküm bozulmalıdır… ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Dava, Borçlar Yasasının 58. maddesine dayalı maddi ve manevi tazminat davasından ibarettir.

Davacı, oğlunun elektrik akımına kapılarak öldüğünü belirterek, maddi ve manevi tazminata hükmedilmesini istemiştir.

Davalı idare vekili, kusurlarının bulunmadığını, elektrik tesisinin mevzuata uygun olduğunu, kusursuz sorumluluk halinin de söz konusu olmadığını savunarak davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, TEAŞ’ın olayda kusurunun bulunmadığı, kazaya ölen çocuğun tele takılı uçurtmasının neden olduğu, dolayısıyla %100 oranında ölenin kusurlu olduğu, kusursuz sorumluluğun ise şartlarının oluşmadığı gerekçesiyle davanın reddine ilişkin olarak kurulan hüküm, Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmuştur.

Borçlar Yasasının 58. maddesinde;Bir bina veya imal olunan herhangi bir şeyin maliki, o şeyin fena yapılmasından yahut muhafazasındaki kusurundan dolayı mes’ul olur denmektedir. Burada, yasa koyucu bozuk yapılan bir yapı eserinden zarar görenleri, mümkün olduğu kadar basit ve dolaysız bir tazmin imkanı sağlayarak, onları korumaktadır. Bu anlamda sorumlu olabilecek malik, gerçek kişi veya özel hukuk tüzel kişisi olabileceği gibi, kamu hukuku tüzel kişisi de olabilir.

BK. m. 58’de öngörülen sorumluluğun söz konusu olması için, söz konusu yapı eserinin, yapım bozukluğu veya bakım eksikliğinden bir zarar doğması gereklidir.

Yapım bozukluğu, bir inşaatın kötü yapılmasını, imal ve inşaat zamanında uyulması gerekli olan teknik kurallara uyulmamış olmasını ifade eder. Bir yapı eserinin maliki, bunların hiç kimse ve hiçbir şey için tehlike taşımayacak şekilde yapılmasını ve işlemesini garanti etmekle yükümlüdür. Bu nedenle, bir yapı eserinde herhangi bir yapım bozukluğu olmasa bile, ek güvenlik ve koruma tertibatının bulunmaması, yine de bir yapım eksikliği sayılır. Bakımsızlık ve koruma eksikliği ise, bir inşaatın kullanmaya uygun ve tehlikeleri önleyecek biçimde korunmamasını ifade eder. Bakım eksikliği biçiminde açıklanabilecek olan bu durum, yapının tamamlanmasından sonra ortaya çıkar. Yapının tamamlanmasından sonra kendini gösteren ek güvenlik tertibatı ihtiyacının giderilmemesi de bir bakım eksikliğidir ( Prof. Dr. Haluk Tandoğan, Tehlike Sorumluluğu Kavramı ve Türk Hukukunda Tehlike Sorumluluklarının Düzenlenmesi Sorunu, Batider 1979, Cilt X sayı 2 sayfa:291-322 )

Bakımsızlıktan veya bakım eksikliğinden söz edebilmek için bir inşa eserinin bitmiş ve kullanım amacına özgülenmiş olması gerekir. Yapım eksikliği veya bakımsızlığın varlığı araştırılırken, durumun gerekleri ve özellikle bina veya yapı eserinin özgüleme amacı, üçüncü kişiler için taşıdığı tehlike derecesi gözönünde tutulmalıdır. Bu nedenle örneğin, birkaç evin yolunun geçtiği köprüyle, bir devlet yolu üzerindeki köprünün aynı sağlamlıkta olması gerekmediği gibi, daha çok kişinin yararlanacağı, etkileneceği, yada zarar görme ihtimali olan tesislerin yapımında, buna oranla çok daha sınırlı insanların etkileneceği tesislerin yapımı sırasında uyulması gerekli zorunlu koşullara oranla, daha fazlasına dikkat edilmelidir. Diğer bir ifadeyle, bir otelin merdivenleri yapılırken normal müstakil bir evin merdivenine göre çok daha güvenli olarak yapılmalıdır.

Malikin, bina yada tesisin tehlike taşımayacak bir durumda bulunmasını sağlama yükümlülüğü, yalnız onu kullananlara karşı değil, herkese karşı vardır.

Bir yapı yada tesisin planlarının onanmış ve idari makamlar tarafından yapılan denetimlerde, bu yapı eserinin inşaasında hiçbir sakınca görülmemiş olması, maliki BK. m. 58’deki sorumluluktan kurtarmaz. Buna göre malikten beklenen “normal ve objektif ölçülere ve icaplara göre” alması gerekli önemleri almaktır. Buna karşılık malik, kendi yapısına benzeyen başka yapılarda da aynı eksikliklerin bulunduğunu veya o yapıların maliklerinin de yapılarına kendisinden daha iyi bakamadıklarını ispat ederek sorumluluktan kurtulamaz ( Prof. Dr. Feyzi Necmettin Feyzioğlu, Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, İstanbul 1976, cilt I sayfa:663 ).

Bir bina veya yapı eserini malikinin BK. m. 58’e göre sorumlu tutulabilmesi için, zararın, yapım bozukluğu veya bakım eksikliğinden doğduğu ispatlanmalıdır. Buradaki ispat yükü zarar görene düşer. Bununla birlikte, illiyet bağını kesen hallerden birinin varlığı veya zarara yapım bozukluğu veya bakım eksikliği dışında ve bunların bir katkısı olmaksızın mücbir sebepten üçüncü bir kişinin kusurundan kaynaklanan başka bir kazanın sebep olduğu kanıtlanmadığı takdirde ispat yükü yerine getirilmiş sayılır.

Bazı hallerde zararın ortaya çıkış biçimi, yapım bozukluğu veya bakım eksikliğinin varlığını gösteren fiili bir karine oluşturur. Yapının yapımı ile ilgili mevzuata ve teknik kurallara uyulmadığı, alışılmış tedbirlerin alınmadığı ve resmi makamlarca yapılan denetimler sonucunda, bina ve yapı eserinin teknik niteliklerinin uygun görülmediği ispatlanırsa, bunlar eksikliğin ve illiyet bağının varlığına birer belirti sayılır. Keza, daha önce aynı zararların ortaya çıkması, zarar verici olaydan sonra yeni güvenlik tedbirlerinin alınmamış olması da birer belirti oluşturabilir. ( Yrd. Doç. Dr. Nevzat Koç, Bina ve Yapı Eseri Maliklerinin Hukuki Sorumluluğu ( BK. m. 58 ). Ankara 1990, sayfa 45 v.d. )

Bu açıklamaların ışığında somut olaya baktığımızda, davacının oğlu olan 8 yaşındaki Hakan, evinin yakınlarında ve mahalle içinde oynarken kaza meydana gelmiştir. Gerek hazırlık dosyası ve hemen olayın akabinde polisçe tutulan olay yeri tespit tutanağı, gerekse mahkemede alınan tanık beyanları bir arada değerlendirildiğinde, ölen çocuğun evinin yakınlarından ve yerleşim yeri üzerinden geçen yüksek gerilim teline daha önceden takılı bulunan uçurtmayı, iletken bir tel ile oradan kurtarmak isterken teldeki elektrik akımının ark yapması neticelinde, çocuğun elektrik akımına maruz kaldığı, ağır yaralandığı, daha sonra da kaldırıldığı hastanede öldüğü anlaşılmaktadır.

Her ne kadar, bilirkişi raporlarına göre davalının bir yapım bozukluğunun bulunmadığı belirtilmekte ise de, olayların gidişatından insanların ve canlıların yaşamı için önemli bir tehdit oluşturan bu tür tesislerin bakım ve korunmasında, tesisin yerleşim yeri üzerinde bulunduğu da düşünüldüğünde, normalin üzerinde bir özen borcu bulunduğu sonucuna varılır. Davalı elektrik idaresi bu tür yüksek gerilim iletkenlerine güvenli yaklaşma sınırının aşılmamasını sağlayıcı önlemleri almalı, gerekli uyarı levhalarını herkesin kolaylıkla görebileceği yerlere koymalı, bu tesislerin can ve mal güvenliğine zarar vermemesi için, yerleşim yeri dışındaki tesislere oranla çok daha kısa aralıklarla kontrollerini yapmalıdır. Ne varki, somut olayda davalı idarenin bu bakım ve özen borcunu gereği gibi yerine getirmediği, söz konusu olaydan önce tele takılı bulunan uçurtmanın başkaları tarafından alınması sırasında doğabilecek tehlikeleri düşünerek, gereken denetimleri yaparak, bu tür engelleri kaldırmadığı anlaşıldığından, meydana gelen zarardan sorumlu olduğu, sorumluluğu kaldıracak nedenlerin ise bulunmadığı anlaşılmıştır.

O halde, Hukuk Genel Kurulu’nca benimsenen bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Dairenin bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının iadesine, 12.03.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.

ELEKTRİK ÇARPMASI- BACAĞIN KESİLMESİ- TAZMİNAT- ELEKTRİK İDARESİNİN TEHLİKELİ İŞLETME NEDENİYLE SORUMLULUĞU

T.C.
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ

E. 2015/11346
K. 2015/18206
T. 17.11.2015

DAVA : Taraflar arasındaki tazminat davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün, duruşmalı olarak incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmekle; daha önceden belirtilen 17.11.2015 duruşma günü için tebligat üzerine temyiz eden davacılar vekili Av. M.. A.. geldi. Karşı taraf adına davalı vekili Av. Berna Açık duruşmaya başlandı ve hazır bulunanların sözlü açıklamaları dinlendikten sonra işin incelenerek saat 14.00’e bırakılması uygun görüldüğünden, belli saatte dosyadaki bütün kâğıtlar okunarak, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlenip, gereği düşünüldü:

KARAR : Davacılar vekili dilekçesinde; Müvekkilleri Abdulvehap ve Nazdar’ın oğlu olan müvekkili A.. A..’ın, 22.03.2006 tarihinde okuldan eve döndüğü sırada davalı şirkete ait olup yere devrilmiş olan elektrik direğinin üzerinden geçmek istediği sırada elektrik akımına kapılarak ağır yaralandığını, halen tedavisi devam eden müvekkili Abdulkahhar’ın bacağının kesilme ihtimalinin olduğunu ileri sürerek; müvekkili Abdulkahhar’ın uğradığı işgöremezlik kaybı ve olası protez bedeli için 600.000 TL maddi ve 200.000 TL manevi tazminatın, müvekkilleri Abdulvehap ve Nazdar için 40.000’er TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek faiziyle birlikte davalıdan tahsilini talep etmiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesinde; olaydan bir gün önce davacıların yaşadığı köyde yakılan nevruz ateşi nedeniyle müvekkili şirkete ait gerilim hattını taşıyan ağaç direğin yanarak devrildiğini, bu durumun davaya konu olayın gerçekleşmesinden sonra müvekkili şirkete bildirildiğini, olayın meydana gelmesinde müvekkili şirketin bir kusurunun bulunmadığını savunarak, davanın reddini istemiştir.

Mahkemece; (…Aşamalarda alınan tek ve heyet bilirkişi raporlarının sayısının 5 adet olduğu, her bir raporda farklı farklı oranlar belirlendiği, iki ayrı raporda davalının kusursuz olduğunun belirtildiği, en son alınan 26.07.2012 tarihli bilirkişi heyet raporunda da davalının kusursuz olduğunun belirlendiği, yine kusur durumunun belirlenebilmesi için olayın olduğu yer Cumhuriyet Başsavcılığı ve tüm ceza mahkemelerine defalarca müzekkereler yazıldığı, verilen tüm cevaplarda olay tarihi itibariyle böyle bir soruşturma dosyasının bulunmadığının bildirildiği, dolayısı ile ceza soruşturma ve kovuşturmasının bulunmadığının anlaşıldığı (yada olay tarihinde soruşturma makamlarına intikal etmediği), bu haliyle kusur durumunu belirlemekte mahkememizin dosyasında alınan raporlarla yetinileceği, her ne kadar davalının ağır özen yükümlülüğü gerektiren bir hizmet yürüttüğü, yaptığı iş itibarı ile her türlü önlemi alması gerektiği kabul edilse de, meydana gelen olayda davalı kuruma zamanında haber verilmediği, direk devrilmesine bağlı olarak gerçekleşen kazada ENH’nin gözetimi ve bakımının aksatıldığına dair bilirkişi raporlarında bir bulgu bulunmadığına dair değerlendirme yapıldığı anlaşıldığından, davalıya atfedilecek bir kusur olmadığı…) gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, elektrik çarpması nedeni ile uğranılan maddi ve manevi zararın tazmini istemine ilişkindir.
Dosyadaki bilgi ve belgelerden; zararlandırıcı olaydan bir gün önce Nevruz Bayramı nedeniyle davalı idareye ait orta gerilim elektrik hattını taşıyan ağaç elektrik direğinin yanında köylülerce ateş yakıldığı, ateşin etkisi ile ağaç elektrik direğinin yanarak yere doğru eğildiği, ağaç direk üzerindeki elektrik tellerinin toprak yüzeyine yaklaştığı, elektrik tellerinin bulunduğu yerden geçen 13 yaşındaki davacı Abdukahhar’ın elektrik akımına kapılarak, genel çalışma gücünden % 22 oranında kaybetmiş sayılacak biçimde yaralandığı anlaşılmaktadır.

Elektrik Kuvvetli Akım Tesisleri Yönetmeliği’nde, orta gerilim elektrik hattının ağaç ahşap direk üzerinden taşınmasını yasaklayan bir düzenleme bulunmamakta ise de, Hukuk Genel Kurulu’nun 12.03.2003 gün ve 2003/4-144 Esas; 2003/161 Karar sayılı kararında “…Borçlar Yasasının 58. maddesinde; Bir bina veya imal olunan herhangi bir şeyin maliki, o şeyin fena yapılmasından yahut muhafazasındaki kusurundan dolayı mes’ul olur denmektedir. Burada, yasa koyucu bozuk yapılan bir yapı eserinden zarar görenleri, mümkün olduğu kadar basit ve dolaysız bir tazmin imkanı sağlayarak, onları korumaktadır. Bu anlamda sorumlu olabilecek malik, gerçek kişi veya özel hukuk tüzel kişisi olabileceği gibi, kamu hukuku tüzel kişisi de olabilir.

BK. m. 58’de öngörülen sorumluluğun söz konusu olması için, söz konusu yapı eserinin, yapım bozukluğu veya bakım eksikliğinden bir zarar doğması gereklidir.

Yapım bozukluğu, bir inşaatın kötü yapılmasını, imal ve inşaat zamanında uyulması gerekli olan teknik kurallara uyulmamış olmasını ifade eder. Bir yapı eserinin maliki, bunların hiç kimse ve hiçbir şey için tehlike taşımayacak şekilde yapılmasını ve işlemesini garanti etmekle yükümlüdür. Bu nedenle, bir yapı eserinde herhangi bir yapım bozukluğu olmasa bile, ek güvenlik ve koruma tertibatının bulunmaması, yine de bir yapım eksikliği sayılır. Bakımsızlık ve koruma eksikliği ise, bir inşaatın kullanmaya uygun ve tehlikeleri önleyecek biçimde korunmamasını ifade eder. Bakım eksikliği biçiminde açıklanabilecek olan bu durum, yapının tamamlanmasından sonra ortaya çıkar. Yapının tamamlanmasından sonra kendini gösteren ek güvenlik tertibatı ihtiyacının giderilmemesinin de bir bakım eksikliği… (Prof. Dr. Haluk , Tehlike Sorumluluğu Kavramı ve Türk Hukukunda Tehlike Sorumluluklarının Düzenlenmesi Sorunu, Batider 1979, Cilt: X, sayı: 2, sayfa: 291-322)…” olduğu belirtildiğinden; 35.000 kwh yük taşıyan orta gerilim elektrik hattının ağaç direk üzerinden taşınmasının tehlike yarattığı ve bu durumun yaralanma olayının meydana gelmesine katkıda bulunduğu kabul edilerek, davalının tehlikeli işletme faaliyetinden dolayı sorumlu tutulması, ancak davalının sorumlu tutulacağı tazminat miktarları belirlenirken, davalının tehlikeli işletme nedeniyle sorumlu olması, yaralanma olayının ve davacıların uğradığı zararın tamamının davalının eyleminden kaynaklanmamış olması gibi olgular gözetilerek, BK. nun 43. ve 44. (TBK. nun 51 ve 52.) maddeleri uyarınca yapılacak değerlendirmeye göre, belirlenecek tazminatlardan uygun oranda bir indirim yapılması suretiyle hüküm tesis edilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile istemin tümden reddedilmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden, kararın bozulması gerekmiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın, yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, Yargıtay duruşmasında vekille temsil edilen davacı taraf için duruşma tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi hükümlerine göre takdir edilen 1.100 TL vekalet ücretinin davalıdan alınıp davacıya verilmesine, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz eden davacı tarafa iadesine, 17.11.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

ELEKTRİK ÇARPMASI- ENERJİ NAKİL HATTI- TEHLİKE ARZEDEN YAPI ESERİNİN KÖTÜ YAPILMASINDAN, BAKIMI VE İŞLETİLMESİNDEKİ EKSİKLİKLERDEN ELEKTRİK KURUMU KUSURA DAYANMAYAN (OBJEKTİF) SORUMLULUK HÜKÜMLERİ GEREĞİNCE SORUMLUDUR

T.C
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
Esas: 2014/1877, Karar: 2014/2977

ÖZET: Davacıların murisi, davalıya ait evde, sıvacı ustası olarak evin sıvasını yaptığı sırada evin yanındaki yüksek gerilim hattında bulunan elektriğe kapılarak hayatını kaybetmiştir. Dava, destekten yoksun kalma tazminatı istemidir.

Enerji nakil hattının sahibi ve bina maliki tehlike arzeden yapı eserinin fena yapılmasından, bakımı ve işletilmesindeki eksikliklerden dolayı TBK m.69’a istinaden müteselsilen sorumludurlar. Somut olayda davalıların kusursuz ve müteselsil sorumlu oldukları gözetilmeden, davaya konu tazminatların davalıların kusurları oranında tahsiline karar verilmesi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.

“Taraflar arasında görülen tazminat davasının yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen hüküm davacı vekili ve davalı A____ A____ vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Temyiz istemlerinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili dilekçesinde; davacıların murisi A____ T____’un 13.7.2009 tarihinde davalı A____ A____’a ait evde sıvacı ustası olarak evin sıvasını yaptığı sırada evin yanındaki yüksek gerilim hattında bulunan elektriğe kapılarak hayatını kaybettiğini, olayla ilgili olarak Silopi Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2009/____ D.iş sayılı dosyasıyla tespit yapıldığının ve davalı DEDAŞ’ın kusurlu olduğunun tespit edildiğini, murisin ölümüyle davacıların murisin desteğinden yoksun kaldığını, davacıların olay sebebiyle büyük acı yaşadıklarını belirterek, davacılar lehine toplam 20.000 TL maddi tazminat ve 25.000 TL manevi tazminat olmak üzere 45.000 TL’nin olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiş, ıslahla maddi tazminat taleplerin 261.987,91 TL’ye yükseltmiştir.

Davalı A____ vekili dilekçesinde; müvekkilinin olayda herhangi bir kusuru olmadığını belirterek, davanın reddini savunmuştur. Davalı, DEDAŞ vekili davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece; davanın kısmen kabulüyle davacılardan H____ T____’un 141.397,72 TL, çocuklar H____ T____ için 43.828,41 TL, N____ T____ için 27.411,38 TL, H____ T____ için 24.675,20 TL ve K____ T____ için 24.675,20 TL destekten yoksun kalma tazminatının olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte ve her davacı için 3.000’er TL’den toplam 15.000 TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan kusurları oranında tahsiline karar verilmiş, hüküm davacı vekili ve davalı A____ A____ vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, davalı A____ A____ vekilinin temyiz itirazları yerinde değildir. Somut olayda, davacılar vekili dava dilekçesinde, davaya konu olay sebebiyle talep ettiği maddi ve manevi tazminatlarının davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Enerji nakil hattının sahibi bulunan davalı DEDAŞ, tehlike arzeden bu yapı eserinin fena yapılmasından, bakımı ve işletilmesindeki eksikliklerden 818 Sayılı BK.nun 58. (6098 Sayılı TBK.nun 69.) maddesi uyarınca sorumludur. Bu sorumluluk hukuki niteliği itibariyle kusura dayanmayan (objektif) bir sorumluluktur.

Yine davalı A____ A____ bina maliki olup, olayın meydana gelmesinde kusursuz sorumluluğu bulunmaktadır.

Müteselsilen sorumluluğun bulunduğu durumlarda davacı, alacağını sorumluların tamamından isteyebileceği gibi bunlardan biri veya birkaçından da isteyebilir (HGK.nun 24.3.2010 gün ve 2010/4-129-173; HGK.nun 5.5.2010 gün ve 2010/4-249 Esas -257 Karar sayılı ilamları).

Ayrıca, 6098 Sayılı TBK.nun 61. ve 62. (818 Sayılı BK.nun 50 ve 51.) maddelerine göre davalılar müteselsil sorumluluk ilkesi gereği zararın tamamından sorumlu olması gerekir.

Hal böyle olunca, mahkemece, davalıların somut olayda kusursuz ve müteselsil sorumlu oldukları gözetilmeden, yanılgılı değerlendirmeyle yazılı şekilde, davaya konu tazminatların davalıların kusurları oranında tahsiline karar verilmesi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.

KARAR : Bu itibarla yukarda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu sebeplerle yerinde olduğundan kabulüyle hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istenmesi halinde temyiz edene iadesine, 26.02.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.”

GÖRÜNTÜ VEYA SESLERİN İFŞA EDİLMESİ SURETİYLE ÖZEL HAYATIN GİZLİLİĞİNİ İHLAL

T.C
YARGITAY
12. Ceza Dairesi
ESAS:2017/3888
KARAR:2018/3191

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :Asliye Ceza Mahkemesi
Suç : Görüntü veya seslerin ifşa edilmesi suretiyle özel hayatın gizliliğini ihlal
Hüküm : TCK’nın 134/2-1, 31/3, 62/1, 51/1-3. maddeleri gereğince mahkumiyet

Görüntü veya seslerin ifşa edilmesi suretiyle özel hayatın gizliliğini ihlal suçundan suça sürüklenen çocuğun mahkumiyetine ilişkin hüküm, suça sürüklenen çocuk müdafii tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü:
Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, suça sürüklenen çocuk müdafiinin sair temyiz itirazlarının reddine, ancak;
1- Dosya kapsamına göre; suç tarihi itibariyle 17 yaşını tamamlamış olan suça sürüklenen çocuk …’nin, erkek arkadaşının eski sevgilisi olan 15 yaşındaki mağdur …’un yarı çıplak resmini, ortak arkadaşlarından oluşan whatsapp grubunda paylaştığı olayda;
Mağdurun fiziksel mahremiyetine ilişkin sütyenli yarı çıplak resmini, onun bilgisi ve rızası dışında ifşa eden suça sürüklenen çocuğun eyleminde TCK’nın 134/2. madde ve fıkrasında tanımlanan görüntü veya seslerin ifşa edilmesi suretiyle özel hayatın gizliliğini ihlal suçunun yasal unsurlarının oluştuğu; ayrıca, 15 yaşındaki mağdurun, cinsel arzuları tahrik ve istismar eden, toplumun sahip olduğu ortak edep duyguları ile yerleşik edep kurallarını incitici nitelikteki müstehcen fotoğrafını, kendisi gibi çocuk olanların yer aldığı whatsapp grubunda paylaşarak onların bu görüntüyü görmelerini sağlayan suça sürüklenen çocuğun TCK’nın 226/5. madde ve fıkrasında tanımlanan müstehcenlik suçunu da işlediği, bir fiili ile birden fazla farklı suçun oluşmasına neden olan suça sürüklenen çocuğun, TCK’nın 44/1. madde ve fıkrası gereğince daha ağır cezayı gerektiren müstehcenlik suçundan cezalandırılması, görüntü veya seslerin ifşa edilmesi suretiyle özel hayatın gizliliğini ihlal suçundan ise hüküm kurulmasına yer olmadığına karar verilmesi gerekirken, suça sürüklenen çocuk hakkında yazılı şekilde TCK’nın 134/2. madde ve fıkrasındaki görüntü veya seslerin ifşa edilmesi suretiyle özel hayatın gizliliğini ihlal suçundan mahkumiyet hükmü kurulması,
2- Kabul ve uygulamaya göre de:
a) Özel hayatın gizliliğini ihlal suçunun TCK’nın 139/1 ve CMK’nın 253/1-a madde ve fıkraları gereğince uzlaşmaya tabi suçlardan olduğu gözetilmeksizin, soruşturma evresinde CMK’nın 253. maddesi uyarınca uzlaştırma işlemleri yerine getirilmeden dava açılması, yargılama aşamasında da aynı Kanun’un 254. maddesi gereğince bu eksikliğinin giderilmemesi,
b) TCK’nın 61/1. madde ve fıkrasında yer alan ölçütler nazara alınarak, dosyaya yansıyan bilgi ve kanıtlar birlikte ve isabetle değerlendirilip, denetime olanak verecek ve somut gerekçeler de gösterilmek suretiyle aynı Kanun’un 3/1. madde ve fıkrası uyarınca işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı olacak şekilde maddede öngörülen alt ve üst sınırlar arasında hakkaniyete uygun bir cezaya hükmolunması gerekirken, temel cezanın asgari hadden tayin edilmesi,
c) Cezası ertelenen suça sürüklenen çocuk hakkında, TCK’nın 51/3. madde ve fıkrası gereğince mahkum olunan ceza süresinden az denetim süresi belirlenemeyeceği gözetilmeden, hükmolunan 1 yıl 1 ay 10 gün hapis cezası ertelenen suça sürüklenen çocuğun 1 yıl süre ile denetim altında bulundurulmasına karar verilmiş olması,
d) Suça sürüklenen çocuğun fiili işlediği sırada onsekiz yaşını doldurmamış olması nedeniyle TCK’nın 53/4. madde ve fıkrası gözetilerek aynı maddenin 1. fıkrasının uygulanmadığına dair hüküm kurulması yerine, suça sürüklenen çocuğa hükmedilen 1 yıl 1 ay 10 gün hapis cezasının TCK’nın 49/2. madde ve fıkrası gereğince uzun süreli olduğu da gözetilmeksizin, “Suça sürüklenen çocuk hakkında verilen kısa süreli hapis cezasının ertelenmiş olması nedeniyle…” biçimindeki isabetsiz gerekçelerle TCK’nın 53/1. madde ve fıkrasındaki hak yoksunluklarına karar verilmediğinin açıklanması,
Kanuna aykırı olup, suça sürüklenen çocuk müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükmün bu nedenlerle 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK’un 321. maddesi gereğince isteme aykırı olarak BOZULMASINA, aynı Kanun’un 326/son maddesi uyarınca ceza miktarı yönünden suça sürüklenen çocuğun kazanılmış hakkının saklı tutulmasına, 21.03.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

DEPOCU OLARAK ÇALIŞAN İŞÇİNİN İŞE İADE DAVASI- DARBE GİRİŞİMİ SONRASI KAMU KURUMLARINDA ÇALIŞANLARIN İZİNLERİNİN KALDIRILMASI SEBEBİYLE FESHİN GEÇERLİ NEDENE DAYANDIĞI

T.C
YARGITAY
9. Hukuk Dairesi
ESAS:2017/27769
KARAR: 2018/14402

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ : … BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ 26. HUKUK DAİRESİ
DAVA TÜRÜ : İŞE İADE
İLK DERECE
MAHKEMESİ : … 5. İŞ MAHKEMESİ

DAVA : Davacı, feshin geçersizliğine, işe iadesine ve yasal sonuçlarına hükmedilmesine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesinin kabul kararına karşı davalı avukatı istinaf başvurusunda bulunmuştur.
… Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesi davalı avukatının istinaf başvurusunun reddine karar vermiştir.
… Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesi ‘nin kararı süresi içinde davalı vekilince temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

YARGITAY KARARI

Davacı İsteminin Özeti:

Davacı vekili, davacının davalı işverene ait iş yerinde depocu olarak 23/07/2012 tarihinde işe başladığını, işten çıkartıldığı 31/07/2016 tarihinde … Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesinde kantin sorumlusu olarak çalıştığını, davacının yıllık izindeyken … 7. Noterliğinin 28/07/2016 tarih ve 23930 yevmiye nolu ihtarnamesi ile 21/07/2016-28/07/2016 tarihleri arasında işe devamsızlık yaptığı gerekçesi ile işten çıkartıldığını, … 6. Noterliğinin 04/08/2016 tarih ve 16543 yevmiye sayılı cevabı yazı gönderdiklerini, 08/08/2016 tarihinde kendilerine tebliğ olduğunu, davalı işverenliğin cevabı yazıyı beklemeden 31/07/2016 tarihinde davacının sigorta çıkışını yaptığını iddia ederek; davacının iş akdinin feshinin geçersizliğinin tespitine, davacının işe iadesine, boşta geçen sürelere ilişkin olarak 4 aylık bürüt maaşı ve diğer haklarının davacıya ödenmesi gerektiğinin ve işe iadesinin gerçekleşmemesi halinde 8 aylık brüt maaşı tutarında tazminatın davacıya ödenmesi gerektiğinin tespite karar verilmesini ve yargılama giderleri ile vekalet ücretinin davalıya yüklenmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabının Özeti:
Davalı vekili, davacının senelik izinde bulunduğu esnada TC Başkanlığının 18/07/2016 tarih ve 2016/16 sayılı 29774 sayılı Resmi Gazete ‘de yayımlanan genelgesi ile kamu kurumlarında çalışanların ikinci bir emre kadar yıllık izinlerinin kaldırıldığını, davacıya telefon açıldığını, SMS yoluyla gerekse … 7. Noterliğinin 28/07/2016 tarih 23930 yevmiye numaralı ihtarnamesi ile bu durumun bildirildiğini, davacının işe iade talebinin haksız olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.

İlk Derece Mahkemesi Kararının Özeti:
İlk derece mahkemesince, davacının iş akdinin Başbakanlığın 2016/6 sayılı 18/07/2016 gün ve 29774 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan genelgesi gereğince davacının 21/07/2016-28/07/2016 tarihleri arasında işe gelmediğinin tespit edildiği belirtilerek 31/07/2016 tarihi itibariyle feshedildiği, davacıya davalı işveren tarafından gönderilen iş sözleşmesi fesih ihbarnamesinin 01/08/2016 tarihinde tebliğ edildiği,dosya kapsamından davacının işe devam etmediği belirtilen tarihlerde yıllık ücretli izne ayrılmış olduğu ancak daha sonra söz konusu genelge gereğince kamu kurumunda çalışanların yıllık izinleri kaldırıldığından ve halen izinde bulunanların en kısa sürede görevlerinin başına dönecekleri belirtildiğinden davacıya devamsızlığı hususunda belge ibraz etmesi aksi durumda iş akdinin feshedileceğinin ihtar edilmiş olduğu , davacı tarafça davalı işverene gönderilen yazıda; 2,5 yaşındaki çocuğunu bırakacak kimsenin olmaması nedeniyle yıllık izne ayrıldığı ve ayrıca kendisine yıllık ücretli iznin iptali ve çalışmaya başlamasıyla ilgili herhangi bir resmi çağrı yapılmadığı ve kendisinin kamu çalışanı sayılmadığı düşüncesiyle iznini kesip işyerine dönmediğini belirttiği, bu durumda dosya kapsamından davacıya gönderilen ihtarnamede öncelikle belirtilen tarihlerde işe gelmediğinden bu durumu haklı gösterecek resmi bir belgenin sunulması aksi halde iş sözleşmesinin feshedileceği belirtilmiş olmasına bu tebligatın da davacıya 01/08/2016 tarihinde tebliğ edilmiş olmasına rağmen iş akdinin daha önce 31/07/2016 tarihinde feshedilmesinin usul ve yasaya uygun olmadığı, bu yönüyle yapılan feshin geçersiz olduğu ve ayrıca davacı tarafından ihtarname sonrası davalı işverene gönderilen yazıda 2,5 yaşındaki çocuğunu bırakacak kimsenin olmaması nedeniyle yıllık izne ayrıldığını ve kendisinin kamu çalışanı sayılmadığı düşüncesiyle iznini kesip işyerine dönmediğini belirtmiş olması ve davacıya daha öncesinde işe başlaması yönünde herhangi bir bildirimde bulunulmamış olması da dikkate alındığında haklı ve geçerli bir fesih sebebi bulunmadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
İstinaf başvurusu :
İlk derece mahkemesinin kararına karşı, davalı tarafından istinaf başvurusunda bulunmuştur.
İstinaf Sebepleri:
Davalı vekili istinaf başvurusunda; davacının, 25.07.2016 tarihli dilekçesinde kendisine yapılan işe başla çağrılarına ilişkin mazeretlerini bildirmişken, 04.08.2016 tarihli ihtarnamesinde kendisine işe başlama konusunda herhangi bir çağrının yapılmadığını belirtmesi ve Yerel Mahkeme tarafından bu hususun göz ardı edilmesinin usul ve yasaya aykırı olduğunu, davacının 25.07.2016 tarihli dilekçesinde ileri sürülen bu mazeretlerinin haklı mazeret olup olmadığına bakılmaksızın, yapılan feshin haksız olduğuna ilişkin verilmiş kararın hatalı olduğunu, davacının ileri sürmüş olduğu mazeretlerin, yapmış olduğu devamsızlığı haklı çıkarmayacağının da ortada olduğunu, davacının işe başlamamak için ileri sürmüş olduğu mazeretlerin işveren tarafından yeterli bulunmaması ve davacı tarafça daha sonra dahi yeni ve geçerli bir mazeret önde sürülmemiş olduğu gerçeği göz önüne alındığında Yerel Mahkeme tarafından davanın reddine karar verilmesi gerekirken, usul ve yasaya aykırı olarak davanın kabulüne karar verilmesinin hatalı olduğunu savunmuştur.
Bölge Adliye Mahkemesi Kararının Özeti:
Bölge adliye mahkemesince, mahkeme kararında da belirtildiği üzere, davacıya gönderilen ihtarnamede öncelikle belirtilen tarihlerde işe gelmediğinden bu durumu haklı gösterecek resmi bir belgenin sunulması aksi halde iş sözleşmesinin feshedileceği belirtilmiş ve bu tebligatın da davacıya 01/08/2016 tarihinde tebliğ edilmiş olmasına rağmen iş akdinin daha önce 31/07/2016 tarihinde feshedilmesinin usul ve yasaya uygun olmadığı, bu yönüyle yapılan feshin geçersiz olduğu, davalı tarafça ihtarname gönderildiği halde, tebliğ edilmesi beklenmeden, davacının mazeretine ilişkin beyanları ve savunması alınmadan yapılan fesih işleminin usul ve yasaya uygun olmadığı, bu yöndeki mahkeme kabulünün yerinde olduğu gerekçesiyle davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.

Temyiz başvurusu :
Bölge Adliye Mahkemesi’nin kararına karşı davalı vekili tarafından süresinde temyiz başvurusunda bulunulmuştur.
E) Gerekçe:
4857 sayılı İş Kanunu’nun 18. maddesi işverene, işçinin davranışlarından ve yeterliliğinden kaynaklanan nedenlerle iş sözleşmesini feshetme yetkisi vermiştir. İşçinin davranışlarından kaynaklanan fesihte takip edilen amaç, işçinin daha önce işlediği iş sözleşmesine aykırı davranışları cezalandırmak veya yaptırıma bağlamak değil; onun sözleşmesel yükümlülükleri ihlale devam etmesi, tekrarlaması rizikosundan kaçınmaktır. İşçinin davranışları nedeniyle iş sözleşmesinin feshedilebilmesi için, işçinin iş sözleşmesine aykırı, sözleşmeyi ihlal eden bir davranışının varlığı gerekir. İşçinin kusurlu davranışı ile sözleşmeye aykırı davranmış ve bunun sonucunda iş ilişkisi olumsuz bir şekilde etkilenmişse işçinin davranışından kaynaklanan geçerli bir fesih söz konusu olur. Buna karşılık, işçinin kusur ve ihmaline dayanmayan sözleşmeye aykırı davranışlarından dolayı işçiye bir sorumluluk yüklenemeyeceğinden işçinin davranışlarından kaynaklanan geçerli fesih nedeninden de bahsedilemez.
İşçinin davranışlarından ve yeterliliğinden kaynaklanan nedenler, aynı yasanın 25. maddesinde belirtilen nedenler yanında, bu nitelikte olmamakla birlikte, işyerlerinde işin görülmesini önemli ölçüde olumsuz etkileyen nedenlerdir. İşçinin davranışlarından veya yetersizliğinden kaynaklanan nedenlerde, iş ilişkisinin sürdürülmesinin işveren açısından önemli ve makul ölçüler içinde beklenemeyeceği durumlarda, feshin geçerli nedenlere dayandığını kabul etmek gerekecektir.
İşçinin davranışlarına dayanan fesih, herşeyden önce, iş sözleşmesinin işçi tarafından ihlal edilmesini şart koşmaktadır. Bu itibarla, önce işçiye somut olarak hangi sözleşmesel yükümlülüğün yüklendiği belirlendiği, daha sonra işçinin, hangi davranışı ile somut sözleşme yükümlülüğünü ihlal ettiğinin eksiksiz olarak tespit edilmesi gerekir. Şüphesiz, işçinin iş sözleşmesinin ihlali işverene derhal feshetme hakkını verecek ağırlıkta olmadığı da bu bağlamda incelenmelidir. Daha sonra ise, işçinin isteseydi yükümlülüğünü somut olarak ihlal etmekten kaçınabilip kaçınamayacağının belirlenmesi gerekir. İşçinin somut olarak tespit edilmiş sözleşme ihlali nedeniyle işverenin işletmesel menfaatlerinin zarar görmüş olması şarttır. Eğer işçinin yükümlülüğünü ihlal etmekten kaçınma olanağına sahip olduğu tespit edilirse fesihten önce işçiye ihtar verilip verilmediği, ihtara rağmen davranışını tekrar etmesi halinde İş Kanunu’nun 19.maddesi uyarınca savunması alınarak iş sözleşmesinin feshedilip edilmediğine bakılacaktır. Ancak, ağır yükümlülük ihlalleri nedeni ile işverenin iş sözleşmesine devam etmesinin beklenemeyeceği hallerde işçiye davranışından dolayı ihtar verilmesine gerek olmayacaktır. Başka bir anlatımla, İşçinin sözleşmeyi ihlal eden davranışının türü ve ağırlığı itibariyle, onun gelecekte sözleşmeye uygun davranması şartıyla işverenden iş ilişkisine devam etmesinin haklı olarak beklenebileceği durumlarda ihtar gerekli ve zorunlu olmalı; aksi takdirde işveren ihtar vermeksizin iş sözleşmesini feshedebilmelidir. Buna göre, işverene süresizi fesih hakkı verilen İş Kanunu’nun 25.maddesinde belirtilen hallerden dolayı kural olarak, işçiye önceden ihtar verilmesine gerek olmadığı kabul edilmelidir.
İşçinin yükümlülüklerinin kapsamı bireysel ve toplu iş sözleşmesi ile yasal düzenlemelerde belirlenmiştir. İşçinin kusurlu olarak (kasden veya ihmalle) sebebiyet verdiği sözleşme ihlalleri, sözleşmenin feshi açısından önem kazanır. Geçerli fesih sebebinden bahsedilebilmesi için, işçinin sözleşmesel yükümlülüklerini mutlaka kasıtlı ihlal etmesi şart değildir. Göstermesi gereken özen yükümlülüğünün ihlal edilerek ihmali davranış ile ihlali yeterlidir. Buna karşılık, işçinin kusuruna dayanmayan davranışları, kural olarak işverene işçinin davranışlarına dayanarak sözleşmeyi feshetme hakkı vermez. Kusurun derecesi, iş sözleşmesinin feshinden sonra iş ilişkisinin arzedebileceği olumsuzluklara ilişkin yapılan tahminî teşhislerde ve menfaatlerin tartılıp dengelenmesinde rol oynayacaktır.
İşçinin iş sözleşmesini ihlal edip etmediğinin tespitinde, sadece asli edim yükümlülükleri değil; kanundan veya dürüstlük kuralından doğan yan edim yükümlülükleri ile yan yükümlerin de dikkate alınması gerekir. Sadakat yükümü, sözleşmenin taraflarına sözleşme ilişkisinden doğan borçların ifasında, karşı tarafın şahsına, mülkiyetine ve hukuken korunan diğer varlıklarına zarar vermeme, keza sözleşme ilişkisinin kapsamı dışında sözleşme ile güdülen amacı tehlikeye sokacak özellikle karşılıklı duyulan güveni sarsacak her türlü davranıştan kaçınma yükümlülüğünü yüklemektedir.
İşçinin iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerini kusurlu olarak ihlal ettiğini işveren ispat etmekle yükümlüdür.
İşçinin iş görme borcu, işverenin yönetim hakkı kapsamında vereceği talimatlarla somutlaştırılır. İşverenin yönetim hakkının karşıtını, işçinin işverenin talimatlarına uyma borcu teşkil eder. İşveren, talimat hakkına istinaden, iş sözleşmesinde ana hatlarıyla belirlenen iş görme ediminin, nerde, nasıl ve ne zaman yapılacağını düzenler. Günlük … süresinin başlangıç ve bitiş saatlerini, ara dinlenmesinin nasıl uygulanacağını, işyerinde işin dağıtımına ilişkin ya da kullanılacak araç, gereç ve teknikler konusunda verilecek talimatlar bu türden talimatlar arasında kabul edilirler. İşverenin yönetim hakkı işyerinde düzenin sağlanmasına ve işçinin davranışlarına yönelik talimat vermeyi de kapsar. Buna karşılık, işverenin talimat hakkı, iş sözleşmesinin asli unsurlarını oluşturan, ücretin miktarı ve borçlanılan … süresinin kapsamına ilişkin söz konusu olamaz. İşveren, tek taraflı olarak toplam … süresini arttırmak veya ücrete etki edecek şekilde azaltmak yetkisine sahip değildir. İşverenin iş sözleşmesinin asli unsurlarını kapsayacak şekilde talimat vermesi, iş sözleşmesindeki edim ile karşı edim arasındaki dengenin bozulması hâlinde, iş güvencesine ilişkin hükümlerin dolanılması söz konusu olabilir. İşverenin talimat verme hakkının, yasa, toplu iş sözleşmesi ve bireysel iş sözleşmesi ile daraltılıp genişletilmesi mümkündür. Bir başka açıdan ifade edilecek olursa, işverenin talimat verme hakkı, kanun, toplu iş sözleşmesi ile bireysel iş sözleşmesi hükümleri ile sınırlıdır. Bu itibarla, işveren, ceza ve kamu hukuku hükümlerine aykırı talimatlar veremeyeceğinden, işçi bu nevi talimatlara uymak zorunda değildir. Bunun dışında işveren, işçinin kişilik haklarını ihlal eden talimatlar veremez. Keza, Medeni Kanunu’nun 2’nci maddesinde düzenlenen hakkın kötüye kullanılması yasağı gereği, işveren dürüstlük kuralına aykırı talimatlar da veremez. Şu halde işveren, diğer işçilerin lehine fakat bir veya birkaç işçinin aleyhine sonuç doğuracak eşitsizlik yaratacak talimatlar veremeyeceği gibi işçiye eza ve cefa vermek amacıyla da talimatlar veremez. Buna göre, işveren talimat verirken eşit işlem borcuna riayet etmekle de yükümlüdür.
İş sözleşmesinin işçinin davranışı nedeniyle geçerli bir şekilde feshedilebilmesi için, işçinin kendisine verilen ihtardan sonra bir defa daha yükümlülüğünü ihlal teşkil eden davranışta bulunması gerekir. İşçiye verilen ihtardan sonra yeni bir yükümlülük ihlali meydana gelmemişse, sırf ihtara konu olan davranışa dayanılarak iş sözleşmesi geçerli bir şekilde feshedilemez. Çünkü ihtarın verilmesiyle işveren, ihtara konu olan davranış nedeniyle iş sözleşmesini feshetme hakkından örtülü olarak feragat etmiş bulunmaktadır.
Davranış nedeniyle fesih, ancak, sözleşmeyi sona erdirmeye oranla daha hafif bir çare söz konusu olmadığında gerekli olur. Ölçülülük ilkesinin ihtardan başka diğer bir aracı da … yerinin değiştirilmesidir. … yerinin değiştirilmesi feshe oranla daha hafif çare olarak gündeme gelen bir araçtır. Ancak bu tedbirin uygulanabilmesi, işveren açısından mümkün olması ve kendisinden haklı olarak beklenebilmesi koşuluna bağlıdır. İşçinin başka bir … yerinde çalıştırılması imkânı söz konusu değilse ölçülülük ilkesi ve ultima ratio prensibi uyarınca İş Kanunu’nun 22.maddesi uyarınca değişiklik feshi düşünülmelidir.
İşverenin yönetim hakkı kapsamında verdiği talimatlara işçi uymak zorundadır. İşçinin talimatlara uymaması, işverene duruma göre iş sözleşmesinin haklı ya da geçerli fesih hakkı verir. İş Kanunu’nun 25’nci maddesinin II’nci bendinin (h) fıkrası, işçinin yapmakla görevli bulunduğu görevleri, kendisine hatırlatıldığı halde yapmamakta ısrar etmesini, bir haklı fesih nedeni olarak kabul etmektedir. Buna karşılık, yukarıda da ifade edildiği üzere, İş Kanunu’nun gerekçesine göre, işçinin “işini uyarılara rağmen eksik, kötü veya yetersiz olarak yerine getirmesi” geçerli fesih nedenidir(Dairemizin 17.03.2008 gün ve 2007/27680Esas, 2008/5302 Karar sayılı ilamı).
Somut uyuşmazlıkta, davacının iş akdi 31.07.2016 tarihinde davacının senelik izinde bulunduğu esnada TC Başkanlığının 18/07/2016 tarih ve 2016/16 sayılı 29774 sayılı Resmi Gazete ‘de yayımlanan genelgesi ile kamu kurumlarında çalışanların ikinci bir emre kadar yıllık izinleri kaldırıldığı, davacıya telefon açılması ve SMS yoluyla gerekse … 7. Noterliğinin 28/07/2016 tarih 23930 yevmiye numaralı ihtarnamesi ile bu durumun bildirildiği ancak davacının iznini keserek işe başlamadığı gerekçesiyle feshedilmiş olup 20.7.2016 tarihli tutanakla “… İktisadi İşletmemiz personeli …, Başbakanlığın 2016/16 say 18.07.2016 gün ve 29774 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan genelgesi ile kamu kurumunda çalışanların 2. bir emre kadar yıllık izinlerinin kaldırılmış olması dolayısıyla 20.07.2016 tarihinde birim yetkilisi … 0535 491 00 33 nolu şirket hatlı cep telefonundan aranıp bilgilendirildi, ilgili telefon görüşmesinde …’a gelemeyeceğini bildirmesi üzerine Otel Müdürümüz … tarafından tekrar görevine gelmesi hususunda uyarılmıştır, ayrıca tüm personele 0532 204 41 13 nolu şirket hattından mesaj atılarak göreve gelmeleri hususunda bilgilendirme yapılmıştır.Bu tutanak … İktisadi İşletmesi … park Oteli Muhasebe biriminde şahitler huzurunda kayıt altına alınmıştır. “ denilerek davacının iznini keserek dönmesinin bildirildiği, davacının 25.07.2016 dilekçesiyle “Müdürlüğünüze bağlı olarak … Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğrenci Kantininde sorumlu olarak çalışmaktayım. Cep telefonumda bulunan whatsapp uygulamasına … arkadaşlarım tarafından hâlihazırda kullanmakta olduğum yıllık iznimi keserek birkaç gün içerisinde işe gelmem konusunda mesaj yollanmıştır.Ancak, işyerinde bulunan amirlerim tarafından da bilindiği üzere, yıllık iznimi bu dönemde kullanma nedenim yaklaşık 2,5 yaşında olan oğluma bakacak hiç kimsenin bulunmayışıdır. Bakıcı olarak gelen bayanın eşinin kanser teşhisi ile hastaneye yatırılması ve kayınvalidemin memleketine gitmesi sonrasında oğlumun ben yanında olmaksızın hiçbir yerde kalamayacak olması neticesinde mecburen yıllık iznimi kullanmak zorunda kaldım.” davalıya mazeretini bildirdiği, davacının 18/07/2016-29/07/2016 tarihleri arasında iş gelmediği gerekçesiyle devamsızlık tutanakları tutulduğu,davalı işveren tarafından gönderilen 28.07.2016 tarihli ihtarnameyle … mazereti veya işe gelmesini engelleyen haklı bir sebebi varsa bunu belgeleyen belgeyi sunması için süre verilmiş olup bu ihtarname davacıya 01.08.2016 da tebliğ edilmiştir.
Somut olayda davacının darbe girişimi sonrası kamu kurumlarında çalışanların izinlerinin kaldırıldığını bildiği halde 2.5 yaşındaki çocuğuna bakacak kimseyi bulamaması nedeniyle yıllık iznini keserek dönmeyeceğini belirttiği ve işe dönmediği, bu hususun davacının da kabulünde olduğu, bunun üzerine işverenin devamsızlık tutanakları tutarak davacının akdini haklı nedenle feshettiği görülmüş olup dosya kapsamından davacının devamsızlığının tamamen keyfi bir nedene dayanmadığı anlaşılmaktaysa da 15 Temmuz darbe girişimi sonrası oluşan olağanüstü koşullar da dikkate alındığında davacı işçinin de iznini keserek dönme hususunda gereken yeterli gayreti göstermediği anlaşılmakla feshin haklı neden ağırlığında olmadığı ancak geçerli nedene dayandığı anlaşıldığından mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken davanın kabulüne karar verilmesi hatalı olup bozma nedenidir.
Bölge Adliye Mahkemesi’nin temyiz edilen kararının bozularak ortadan kaldırılmasına ve Dairemizce 4857 sayılı İş Kanunu’nun 20/3. maddesi uyarınca aşağıdaki gibi karar vermek gerekmiştir.
HÜKÜM : Yukarda açıklanan gerekçe ile;
1.Mahkemenin kararının BOZULARAK ORTADAN KALDIRILMASINA,
2. Davanın REDDİNE,
3. Alınması gereken 35,90 TL karar-ilam harcından peşin alınan 29,20 TL.nin mahsubu ile bakiye 6,70 TL karar harcının davacıdan tahsili ile hazineye irat kaydına,
4. Davacının yaptığı yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına, davalının yaptığı 375,00 TL. yargılama giderinin davacıdan tahsili ile davalıya ödenmesine,
5. Karar tarihinde yürürlükte bulunan tarifeye göre belirlenen 2.180,00 TL ücreti vekaletin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,
6. Kullanılmayan avansların talep halinde ilgilisine iadesine,
7. Peşin alınan temyiz harcının isteği halinde davalıya iadesine, dava dosyasının İlk Derece Mahkemesi’ne, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesi’ne gönderilmesine,
Kesin olarak 02.07.2018 günü oybirliği ile karar verildi.

CİNSEL TACİZ SUÇU- WHATSAP YAZIŞMALARININ DELİL NİTELİĞİ

T.C
YARGITAY
14. Ceza Dairesi
ESAS:2018/3797
KARAR:2018/7322

“İçtihat Metni”

Cinsel saldırı suçundan şüpheli … hakkında yapılan soruşturma evresi sonucunda, Erzurum Cumhuriyet Başsavcılığınca verilen 24.10.2017 gün ve 2017/16246 soruşturma, 2017/8177 sayılı kovuşturmaya yer olmadığına dair karara karşı yapılan itirazın reddine ilişkin Erzurum 1. Sulh Ceza Hakimliğinin 12.12.2017 günlü ve 2017/7360 Değişik iş sayılı kararını kapsayan dosya incelendi.

Dosya kapsamına göre, müştekinin şikayet dilekçesi ve aşamalardaki sözlü anlatımlarında, eşiyle 8-9 aydır ayrı yaşadıklarını ve boşanma aşamasında olduklarını, şüphelinin ise kayınpederi olduğunu, kayınpederinin eşinin eczanesinde mali işlere yardım ettiğini, olay günü kayınpederini eczanedeki nöbet sonunda torunlarını görmesi için evine davet ettiğini, saat 00:30’da kayınpederinin evine geldiğini, yaklaşık 2 saat boyunca eşi ile olan sıkıntılarını şüpheliye anlatığını ve olayın tesiri ile ağlamaya başladığını, şüphelinin bunun üzerine kendisine sarıldığını akabinde yanaklarından öptüğünü, neden sen beni öpmüyorsun demesi üzerine kendisinin de kayınpederini yanağından öptüğünü sonrasında şüphelinin kendisini boynundan öptüğünü, bu sefer yanından çekildiğini ancak tekrar boynundan öptüğünü, bunun üzerine paniğe kapıldığını, şüpheliye yatağını hazırlayabileceğini söylediğini, şüphelinin yatmak istemediğini söylediğini, bunun üzerine 1,5 yaşındaki kızının sesini bahane ederek odadan ayrıldığını, şüphelinin arkasından çocuk odasına geldiğini, akabinde mama hazırlamak için mutfağa geçtiğini ancak bu kez de şüphelinin mutfağa gelerek göğüslerinin üzerinden olacak şekilde sarıldığını, ani bir hareketle mutfaktan ayrıldığını, oğlunu şüphelinin evden gitmesini sağlamak için uyandırdığını ve tuvalete kaldırdığını, oğlunu tekrar yatırınca bu kez şüphelinin kendisine “bu gece benimle yat, sana hiçbir şey yapmam, sadece sarılarak uyuruz” dediğini, bu teklifi reddetmesi üzerine şüphelinin bir kaç kez tekrarladığını, bunu takiben yatak odasına gidip yattığını ancak şüphelinin 5 dakika boyunca yatak odasının kapısında beklediğini, sonrasında “bir dakika benimle yat sonra yatağına geri dönersin” şeklinde teklifte bulunduğunu, buna karşılık olmaz baba ayıptır dediğini, akabinde de eşine mesaj attığını ve babasını arayarak evden ayrılmasını söylemesini istediğini, eşinin kendisine inanmadığını belirtir mesajlar gönderdiğini, buna karşın eşinin şüpheliyi aradığını akabinde de eşinin kendisine inanmasını da sağlamak için eşini arayarak telefonu açık olduğu halde şüphelinin yanına gittiğini, bu kez de şüphelinin tekrar kendisine sarıldığını, “göğsünden bir kere öpebilirmiyim?” dediğini, sonrasında şüphelinin evden ayrılırken “cumartesi gecesi tekrar geleceğim, yanıma telefon almayacağım, bütün gece birlikte uyuyacağız” şeklinde sözler söyleyerek evden ayrıldığını iddia etmesi,

Şüphelinin kollukta vermiş olduğu sözlü ifadesinde, olay günü gelininin evine gece saat 01:00’da gittiğini, gelininin eşi ile olan sorunları anlatırken hıçkırarak ağladığını, başını göğsüne dayayarak, kendisine sarıldığını, bu şekilde ağlamasına üzülerek, başını okşamak sureti ile teselli etmeye çalıştığını ve kafasını kaldırarak müştekiyi alnından ve gözlerinden teselli amacıyla öptüğünü, konuşmanın devamında tekrar ağlamaya başladığını, hıçkırarak başını göğsüne dayadığını, bu kez de başını tutup saçlarını okşayarak teselli ettiğini, akabinde hiç bir sıkıntı olmadan yattıklarını buna karşın gece saat 03:30 sıralarında oğlunun telefonu ile uyandığını, oğlunun kendisine çabuk evi terk et demesi üzerine evi terk ettiğini, müştekinin iddialarının gerçek dışı olduğu şeklindeki anlatımları,

Müştekinin eşi, şüphelinin oğlu olan tanık S. nin, olay gecesi müştekinin kendisine, baban bana sarılmak istedi, öpmek istedi, yanına yatmamı istedi şeklinde mesaj atarak, babasının evden gitmesini istediğini bildirdiği, bunun üzerine babasını arayarak evden ayrılmasını sağladığını belirtmesi, dosya arasına alınan müşteki ve tanık arasındaki whatsapp yazışmaları ve tanık tarafından sunulan müştekinin telefon hattına ilişkin olay gecesine ilişkin içerik bilgisi de hep birlikte değerlendirildiğinde, şüphelinin üzerine atılı suçu işlediği hususunda toplanan delillerin kamu davası açılmasını gerektirir nitelikte bulunduğu ve bu delillerin mahkemesince değerlendirilmesi gerektiği gözetilmeksizin, itirazın kabulü yerine yazılı şekilde reddine karar verilmesinde isabet görülmediğinden bahisle 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 309. maddesi uyarınca, anılan kararın bozulması lüzumu Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğünün 27.02.2018 gün ve 94660652-105-25-411-2018-Kyb sayılı yazılı istemlerine müsteniden ihbar ve mevcut evrakla birlikte Daireye tevdii kılınmakla gereği düşünüldü:
Tüm dosya içeriği nazara alındığında kovuşturmaya yer olmadığına dair karara yönelik itirazın reddine dair Erzurum 1. Sulh Ceza Hakimliğinin 12.12.2017 günlü, 2017/7360 Değişik iş sayılı kararı usul ve kanuna uygun olup kanun yararına bozma istemine dayanan ihbarname içeriği yerinde görülmediğinden talebin REDDİNE, dosyanın mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tevdiine, 06.12.2018 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

İŞÇİLİK ALACAKLARI- BELİRSİZ ALACAK DAVASI- KISMİ DAVA- ZAMANAŞIMI DEFİ- HUKUKİ YARAR

T.C.
YARGITAY
22. HUKUK DAİRESİ
E. 2014/33903
K. 2016/18051
T. 16.6.2016

BELİRSİZ ALACAK DAVASI (İş Hukukundan Kaynaklanan Alacaklar Bakımından Baştan Belirli veya Belirsiz Alacak Davası Şeklinde Belirleme Yapmanın Kural Olarak Doğru ve Mümkün Olmadığı – Bu Sebeple İş Hukukunda da Belirsiz Alacak Davasının Açılabilmesinin Bu Davanın Açılması İçin Gerekli Şartların Varlığına Bağlı Olduğu)

HUKUKİ YARAR (Kıdem Tazminatı İle Manevi Tazminat İzin Şua İzin Alacağı Servis Ücreti Alacaklarının Gerçekte Belirlenebilir Alacaklar Olduğu – Belirsiz Alacak Davasına Konu Edilemeyecekleri Nazara Alınarak Hukuki Yarar Yokluğundan Davanın Usulden Reddi Gerektiği)

KISMİ DAVA (Fazla Çalışma Alacağı/Davanın Belirsiz Alacak Davası Olarak Açıldığının Dava Dilekçesi ve Harç Tamamlama Dilekçesinden Anlaşıldığı – Mahkemece Kısmi Dava Olarak Değerlendirilmesinin Doğru Olmadığı)

ZAMANAŞIMI DEF’İ (Fazla Çalışma Alacağının Belirsiz Alacak Davası Olarak Açıldığı – Davanın Açılması İle Alacağın Tamamına Dair Zamanaşımı Süresi Kesildiğinden Talebin Arttırılması Islah Olarak Nitelendirilip Islaha Karşı Zamanaşımı Definin Dikkate Alınmasının İsabetli Olmadığı)

FAZLA ÇALIŞMA (Arızi Çalışmaların Genelleştirilemeyeceği – Bu Sebeple Davacının Haftalık Kırk Beş Saat Çalıştığı Tarihe Kadar Yirmi Saat ve 5947 Sayılı Kanunun Yürürlük Tarihinden Sonra On Saat Fazla Mesai Yaptığının Kabulünün Dosya İçeriğine Daha Uygun Düşeceği)

İŞÇİLİK ALACAKLARI DAVASI (Talep Artırım Dilekçesi İle Talep Edilen Miktarlar Zamanaşımına Uğramayacağından Bu Miktarlara Göre Hüküm Kurulması Gerektiği Gözetilmeden Sonuca Gidilmesinin Usul ve Yasaya Aykırı Olduğu)

4857/m. 41
6100/m.107
3153/Ek Md. 1

ÖZET : Dava, işçilik alacakları istemine ilişkindir. İş hukukundan kaynaklanan alacaklar bakımından baştan belirli veya belirsiz alacak davası şeklinde belirleme yapmak kural olarak doğru ve mümkün değildir. Bu sebeple iş hukukunda da belirsiz alacak davasının açılabilmesi, bu davanın açılması için gerekli şartların varlığına bağlıdır. Eğer bu şartlar varsa, iş hukukunda da belirsiz alacak davası açılabilir, yoksa açılamaz. Keza aynı şey kısmi dava için de söz konusudur.

Somut olayda, davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı dava dilekçesi ve harç tamamlama dilekçesinden anlaşılmaktadır. Bu sebeple mahkemece kısmi dava olarak değerlendirilmesi doğru olmamıştır. Dava belirsiz alacak davası olarak açıldığına göre davaya konu işçilik alacakları bakımından belirsiz alacak davası koşullarının bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi gerekir. Davacı, çalışma süresini, en son ödenen ücreti, alması gerektiğini iddia ettiği aylık ücret miktarını, ödenmeyen ücret alacağı miktarını, hak kazandığı yıllık izin süresini ve kaç gün ücretli izin kullandığını, şua izin süresini ve servis ücretini, manevi tazminat miktarını belirleyebilecek durumdadır.

Bu halde davaya konu kıdem tazminatı ile manevi tazminat izin, şua izin alacağı servis ücreti alacaklarının gerçekte belirlenebilir alacaklar olduğu ve dolayısıyla belirsiz alacak davasına konu edilemeyecekleri nazara alınarak, hukuki yarar yokluğundan davanın usulden reddi gerekirken, yazılı şekilde kıdem tazminatı ile izin, şua izin alacağının esastan kabulüne ve servis ücreti ve manevi tazminatın ise esastan reddine karar verilmesi hatalı olmuştur. Somut olayda; hükme esas alınan bilirkişi raporunda tanık beyanları esas alınarak 08-18 arası 10 saatten bir saat ara dinlenme düşülmesi sonucu haftalık 45 saat çalışma yapıldığı haftada bir ve ayda dört kez 2 saat fazla çalışma yapıldığı belirtilerek davacının haftalık 47 saat çalıştığı tarihe kadar haftalık 22 saat ve bu tarih sonrası 12 saat üzerinden fazla mesai hesaplama yapılması ve mahkemece hüküm altına alınması doğru olmamıştır. Dosya içeriğine göre tanıklar mesainin 08.00-18.00 arası olduğunu belirtmiştir. Arızi çalışmalar genelleştirilemez. Bu sebeple davacının haftalık 45 saat çalıştığı tarihe kadar 20 saat ve 5947 Sayılı Kanunun yürülük tarihinden sonra 10 saat fazla mesai yaptığının kabulü dosya içeriğine daha uygun düşecektir.

Davacı temyizi yönünden; fazla çalışma alacağı belirsiz alacak davasına konu edilebilecek nitelikte alacak olduğu ve belirsiz alacak davası olarak açıldığı anlaşılmakla; davanın açılması ile alacağın tamamına dair zamanaşımı süresi kesildiğinden, 6100 Sayılı Kanun’un 107/2. maddesi gereğince talebin arttırılması ıslah olarak nitelendirilip ıslaha karşı zamanaşımı def’inin dikkate alınması isabetli olmamıştır. Talep arttırım dilekçesi ile talep edilen miktarlar zamanaşımına uğramayacağından, bu miktarlara göre hüküm kurulması gerektiği gözetilmeden sonuca gidilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

DAVA : Davacı, kıdem tazminatı, yıllık izin, fazla mesai, şua izni, servis ücreti ile manevi tazminat alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme, istemi kısmen hüküm altına almıştır.
Hüküm süresi içinde taraflar avukatlarınca temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : Davacı İsteminin Özeti:
Davacı, radyoterapi teknisyeni olarak çalıştığını iş sözleşmesini fazla mesai ücretlerinin ödenmemesi sebebi ile haklı sebeple feshettiğini ileri sürerek, kıdem tazminatı ile manevi tazminat, izin, fazla mesai, şua izin alacağı, servis ücret alacaklarını istemiştir.
Davalı Cevabının Özeti:
Davalı vekili, davacının fazla çalışma alacağı taleplerinin zamanaşımına uğradığını, iş sözleşmesini haksız sebeplerle sona erdiren davacının kıdem tazminatı talep etme hakkının bulunmadığını, müvekkili şirkette karşılığı ödenmemiş fazla mesai ücreti alacağının bulunmadığını savunarak davanın reddini istemiştir.
Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece, toplanan deliller ve bilirkişi raporuna dayanılarak, yazılı gerekçeyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Temyiz:
Kararı davacı vekili ve davalı vekili temyiz etmiştir.

Gerekçe:
1-)Taraflar arasında öncelikle çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için gerekli şartları taşıyıp taşımadığı noktasında toplanmaktadır.

1.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesiyle, mülga 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.

6100 Sayılı Kanun’un 107. maddesine göre,

“(1) Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.

(2) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.

(3) Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.”

Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından, esasen baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının sağlanması gerekçesi üzerinde durularak ihdas edilmiş ve nihayetinde kanunlaşmıştır.
Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafca belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hali, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak imkansızlığa dayanmalıdır.

Madde gerekçesinde “Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmamalı ya da bu objektif olarak imkansız olmalıdır. Açılacak davanın miktarı biliniyor yahut tespit edilebiliyorsa, böyle bir dava açılamaz. Çünkü, her davada arandığı gibi, burada da hukuki yarar aranacaktır, böyle bir durumda hukuki yararın bulunduğundan söz edilemez. Özellikle, kısmi davaya dair yeni hükümler de dikkate alınıp birlikte değerlendirildiğinde, baştan tespiti mümkün olan hallerde bu yola başvurulması kabul edilemez.” şeklindeki açıklamayla, alacağın belirli veya belirlenebilir nitelikte olması durumunda, belirsiz alacak davası açılarak bu davanın sağladığı imkanlardan yararlanmanın mümkün olmadığına işaret edilmiştir.

6100 Sayılı Kanun’un 107/2. maddesinde, sorunun çözümünde yol gösterici mahiyette kriterlere yer verilmiştir. Anılan madde fıkrasında, karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabileceği hüküm altına alınmış, madde gerekçesinde de “karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneğin bilirkişi ya da keşif incelemesi sonucu)” belirlenebilme hali açıklanmıştır.
Davacının alacağının miktar veya değerini belirleyebilmesi için elinde bulunması gerekli bilgi ve belgelere sahip olmaması, bu belgelere dava açma hazırlığı döneminde ulaşmasının da (gerçekten) mümkün olmaması ve dolayısıyla alacağın miktarının belirlenmesinin karşı tarafın elinde bulunan bilgi ve belgelerin sunulmasıyla mümkün hale geleceği durumlarda alacak belirsiz kabul edilmelidir.

Sırf taraflar arasında alacak miktarı bakımından uyuşmazlık bulunması, talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olması anlamına gelmez. Önemli olan objektif olarak talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olmasıdır (H. Pekcanıtez, Belirsiz Alacak Davası, Ankara 2011, s. 45; H. Pekcanıtez/O. Atalay/M. Özekes, Medeni Usul Hukuku, 14. Bası, Ankara 2013, s. 448). Sadece alacak miktarında taraflar arasında uyuşmazlık bulunması ya da miktarın tartışmalı olmasının belirsiz alacak davası açılması için yeterli sayılması halinde, neredeyse tüm davaların belirsiz alacak davası olarak kabulü gerekir ki, bu da kanunun amacına aykırıdır.

Çünkü, zaten uyuşmazlık bulunduğu için dava açılmakta ve uyuşmazlık mahkeme önüne gelmektedir. Önemli olan davacının talebini belirli kılacak imkana sahip olup olmadığıdır. Burada, alacağın belirlenebilir olması ile ispat edilebilirliğinin de ayrıca değerlendirilmesi gerektiği unutulmamalıdır.

Davacının talep ettiği alacağı belirlemesi objektif olarak mümkün, ancak belirleyebildiği alacağını ispat etmesi, kanunun öngördüğü şekilde (elindeki delillerle) mümkün değilse, burada da belirsiz alacak davası açılacağından söz edilemez. Çünkü, bir alacağın belirlenmesi ile onun ispatı ayrı şeylerdir. Davacı, talep konusu yaptığı alacağını çok net şekilde belirleyebilir, ancak her zaman onu ispat edecek durumda olmayabilir.

Aksinin kabulü, her ispat güçlüğü olan alacağı belirsiz alacağa dönüştürmek gibi, hem kanunun amacına hem de genel ilkelere aykırı bir durumu ortaya çıkartabilir.

Alacağın miktarının belirlenebilmesinin, tahkikat aşamasında yapılacak delillerin incelenmesi, bilirkişi incelemesi veya keşif gibi sair işlemlerin yapılmasına bağlı olduğu durumlarda da belirsiz alacak davası açılabileceği kabul edilmelidir. Ne var ki, bir davada bilirkişi incelemesine gidilmesi belirsiz alacak davasının açılabilmesi için yeterli değildir. Bir davada bilirkişiye başvurulmasına rağmen davacı dava açarken alacak miktarını belirleyebiliyorsa, belirsiz alacak davası açılamaz (C. Simil, Belirsiz Alacak Davası, I. Bası, İstanbul 2013, s. 225).
Kategorik olarak, belirli bir tür davanın veya belirli kişilerin açtığı davaların baştan belirli veya belirsiz alacak davası olduğundan da söz edilemez. Her bir davaya konu alacak bakımından, belirsiz alacak davasına dair ölçütlerin somut olaya uygulanarak, belirleme yapılması gereklidir.

Hakime alacak miktarının tayin ve tespitinde takdir yetkisi tanındığı hallerde (Örn: 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu md 50, 51,56), hakimin kullanacağı takdir yetkisi sonucu alacak belirli hale gelebileceğinden, davacının davanın açıldığı tarih itibariyle alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin imkansız olduğu kabul edilmelidir. Örneğin, iş hukuku uygulamasında,
Yargıtayca, fazla çalışma, hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil ücreti alacaklarının yazılı belgelere ve işyeri kayıtlarına dayanmayıp, tanık anlatımlarına dayanması halinde, hesaba esas alınan süre ve alacağın miktarı nazara alınarak takdir edilecek uygun oranda takdiri indirim yapılması gerekliliği kabul edilmektedir.

Bu halde, tanık anlatımlarına dayanılarak hesaplanan alacak miktarından hakimin takdir yetkisine bağlı olarak yapılacak indirim oranı baştan belirli olmadığından, alacak belirsiz kabul edilmelidir.
6100 Sayılı Kanun ile birlikte, yukarda belirtilen çerçevede belirsiz alacak davası açma imkanı tanınarak, belirsiz alacaklar bakımından hak arama özgürlüğü genişletilmiş; bununla bağlantılı olarak da hukuki yarar bulunmadan kısmi dava açma imkanı sınırlandırılmakla birlikte, tamamen kaldırılmamıştır.

Zaman zaman, 6100 Sayılı Kanun ile birlikte kabul edilen belirsiz alacak davası ile kısmi davaya dair yeni düzenlemedeki sınırın tam olarak tespit edilemediği, birinin diğeri yerine kullanıldığı görülmektedir. Oysa bu iki davanın amacı ve niteliği ayrıdır. Alacak, belirli veya belirlenebilir ise, belirsiz alacak davası açılamaz; ancak şartları varsa kısmi dava açılması mümkündür.
Kanunun kısmi dava açma imkanını sınırlamakla birlikte tamamen ortadan kaldırmadığı da gözetildiğinde, belirli alacaklar için, belirsiz alacak davası açılamasa da, şartları oluştuğunda ve hukuki yarar bulunduğunda kısmi dava açılması mümkündür.

Aksi halde, sadece ya belirsiz alacak davası açma veya belirli tam alacak davası açma şeklinde iki imkandan söz edilebilir ki, o zaman da kısmi davaya dair 6100 Sayılı Kanun’un 109. maddesindeki hükmün fiilen uygulanması söz konusu olamayacaktır. Çünkü, belirsiz alacak davasında zaten belirsiz alacak davasının sağladığı imkanlardan yararlanarak dava açılabilecek; şayet alacak belirli ise de, o zaman sadece tam eda davası açılabilecektir. Oysa kanun koyucunun abesle iştigal etmeyeceği prensibi gereği, anılan maddeyle kısmi davaya dair düzenleme yapıldığı düşünülerek ve Kanundaki sınırlamalara dikkat edilerek kısmi dava açılabilecektir.

Bu noktada şu da açıklığa kavuşturulmalıdır ki, şartları bulunmadığı halde dava dilekçesinde davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı durumda davacıya herhangi bir süre verilmeden hukuki yarar yokluğundan davanın reddi yoluna gidilmelidir. Çünkü, alacağın belirlenebilmesi mümkün iken, böyle bir davanın açılmasına Kanun izin vermemiştir. Böyle bir durumda, belirsiz alacak davası açmakta hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmeli, ek bir süre verilmemelidir. Zira, burada talep açıktır, bu sebeple 6100 Sayılı Kanun’un 119/1-ğ maddesinin uygulanarak süre verilmesi mümkün değildir. Aslında açılmaması gerektiği halde belirsiz alacak davası açılmış olduğundan, bu konudaki eksiklik de süre verilerek tamamlanamayacağından, dava hukuki yarar yokluğundan reddedilmelidir.

Buradaki hukuki yarar, sonradan tamamlanacak nitelikte bir hukuki yarar değildir. Çünkü, dava açıldığında o sırada mevcut olmayan hukuki yarar, bunun da açıkça mahkemece bilindiği bir durumda, tamamlanacak bir hukuki yarar değildir. Aksinin kabulü, aslında açık olan talep sonucunun süre verilerek davacı tarafından değiştirilmesi ve bulunmayan hukuki yararın sağlanması için davacıya ek imkan sağlanması anlamına gelecektir ki, buna usûl bakımından imkan yoktur. Böyle bir durum taraflar arasındaki eşitlik ilkesine de aykırı olacaktır (H. Pekcanıtez/O. Atalay/M. Özekes, Medeni Usul Hukuku, 14. Bası, Ankara 2013, s. 454).

Bunun yanında, şayet açılan davada asgari bir miktar gösterilmişse ve bunun alacağın bir bölümü olduğu anlaşılmakla birlikte, belirsiz alacak davası mı yoksa belirli alacak olmakla birlikte kısmi dava mı olduğu anlaşılamıyorsa, bu durumda 6100 Sayılı Kanun’un 119/1-ğ maddesinin aradığı şekilde açıkça talep sonucu belirtilmemiş olacaktır. Talep, talep türü ve davanın niteliği açıkça anlaşılamıyorsa, talep muğlaksa, aynı Kanunun 119/2 maddesi gereğince, davacıya bir haftalık kesin süre verilerek talebinin belirsiz alacak davası mı, yoksa kısmi dava mı olduğunun belirtilmesi istenmelidir. Verilen bu süreden sonra, davacının talebini açıklamasına göre bir yol izlenmelidir.

Eğer talep, davacı tarafından belirsiz alacak davası şeklinde açıklanmış olmakla birlikte, gerçekte belirsiz alacak davası şartlarını taşımıyorsa, o zaman yukarıdaki şekilde hareket edilmeli, hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmelidir. Açıklamadan sonra talep belirsiz alacak davası şartlarını taşıyorsa, bu davanın sonuçlarına göre, talep kısmi davanın şartlarını taşıyorsa da kısmi davanın sonuçlarına göre dava yürütülerek karar verilmelidir (Dairemizin 31.12.2012 tarih 2012/30463 esas 2012/30091 karar sayılı kararı).
6100 Sayılı Kanun’un 110. maddesinde düzenlenen, davacının aynı davalıya karşı birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini aynı dava dilekçesinde ileri sürmesi olarak tanımlanan davaların yığılması (objektif dava birleşmesi) halinde, talep sayısı sayısı kadar dava bulunduğu kabul edildiğinden ve aynı Kanun’un 297/2. maddesi uyarınca da her bir talep bakımından ayrı ayrı hüküm verilmesi gerektiğinden, bu durumda da dava dilekçesinde ileri sürülen taleplerin belirsiz alacak olup olmadığının her bir talep bakımından ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekecektir.

Tüm bu açıklamalar sonucunda şunu belirtmek gerekir ki, iş hukukundan kaynaklanan alacaklar bakımından baştan belirli veya belirsiz alacak davası şeklinde belirleme yapmak kural olarak doğru ve mümkün değildir. Bu sebeple iş hukukunda da belirsiz alacak davasının açılabilmesi, bu davanın açılması için gerekli şartların varlığına bağlıdır. Eğer bu şartlar varsa, iş hukukunda da belirsiz alacak davası açılabilir, yoksa açılamaz (C. Simil, Belirsiz Alacak Davası, I. Bası, İstanbul 2013, s. 414). Keza aynı şey kısmi dava için de söz konusudur.

İş Hukukundan kaynaklanan davalarda sıkça karşılaşıldığı üzere, taraflar arasında çalışma süresi ve ücret miktarı yönlerinden uyuşmazlık bulunması, alacağı belirsiz hale getirmez. Keza, işçi çalışma süresini ve ücretini belirleyebilmektedir. İşçinin ne zamandan beri çalıştığını veya ücretinin ne kadar olduğunu bilmemesi hayatın olağan akışına da aykırıdır. İşçinin kendisinin bilmediği çalışma süresini, tanıkların bildiğini veya bilirkişinin bileceğini farzetmek ispat kurallarına da aykırıdır. Keza tarafın yeterli şekilde somutlaştırıp kendisinin bilgisinde dahi olmadığını belirttiği bir hususun mahkemece bilinmesini beklemek de mümkün değildir.

İşverenin maddi hukuktan doğan yükümlülüklerini (belge ve bordro düzenleme gibi) yerine getirmemesi, tuttuğu belgelerin gerçeği yansıtmaması, davadan önce işçinin alacaklarını inkar etmesi ya da ikrar etmekle beraber yerine getirmemesi davacıya kural olarak belirsiz alacak davası açma imkanını vermez. İşçi bu durumlarda dahi, alacağının miktarını veya değerini belirleyebiliyorsa, belirsiz alacak davası açamaz(Simil, s. 412).

Somut olayda, davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı dava dilekçesi ve harç tamamlama dilekçesinden anlaşılmaktadır. Bu sebeple mahkemece kısmi dava olarak değerlendirilmesi doğru olmamıştır. Dava belirsiz alacak davası olarak açıldığına göre davaya konu işçilik alacakları bakımından belirsiz alacak davası koşullarının bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi gerekir.

Davacı,davacı çalışma süresini, en son ödenen ücreti, alması gerektiğini iddia ettiği aylık ücret miktarını, ödenmeyen ücret alacağı miktarını, hak kazandığı yıllık izin süresini ve kaç gün ücretli izin kullandığını, şua izin süresini ve servis ücretini, manevi tazminat miktarını belirleyebilecek durumdadır. Bu halde davaya konu kıdem tazminatı ile manevi tazminat izin, şua izin alacağı servis ücreti alacaklarının gerçekte belirlenebilir alacaklar olduğu ve dolayısıyla belirsiz alacak davasına konu edilemeyecekleri nazara alınarak, hukuki yarar yokluğundan davanın usulden reddi gerekirken, yazılı şekilde kıdem tazminatı ile izin, şua izin alacağının esastan kabulüne ve servis ücreti ve manevi tazminatın ise esastan reddine karar verilmesi hatalı olmuştur.

2-)Davacı işçinin 3153 Sayılı Radyoloji, Radiyom ve Elektrikle Tedavi ve Diğer Fizyoterapi Müesseseleri Hakkında Kanun ile 6.5.1939 tarihli 42013 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Radyoloji, Radyom ve Elektrikle Tedavi Müesseseleri Hakkında Nizamname uyarınca fazla çalışma ücretine hak kazanıp kazanmadığı hususu taraflar arasında uyuşmazlık konusudur.
Fazla çalışma yaptığını iddia eden işçi bu iddiasını ispatla yükümlüdür. İşçinin imzasını taşıyan bordro sahteliği ispat edilinceye kadar kesin delil niteliğindedir. Bir başka anlatımla bordronun sahteliği ileri sürülüp ispatlanmadıkça, imzalı bordroda görünen fazla çalışma alacağının ödendiği varsayılır.

30.1.2010 tarihli ve 27478 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren, 5947 Sayılı Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 9. maddesiyle, 3153 Sayılı Kanuna eklenen, ek madde 1 hükmünde “İyonlaştırıcı radyasyonla teşhis, tedavi veya araştırmanın yapıldığı yerler ile bu iş veya işlemlerde çalışan personelin haftalık çalışma süresi 35 saattir.” şeklinde düzenleme yapılmıştır.

Somut olayda; hükme esas alınan bilirkişi raporunda tanık beyanları esas alınarak 08-18 arası 10 saatten bir saat ara dinlenme düşülmesi sonucu haftalık 45 saat çalışma yapıldığı haftada bir ve ayda dört kez 2 saat fazla çalışma yapıldığı belirtilerek davacının haftalık 47 saat çalıştığı 30.1.2010 tarihine kadar haftalık 22 saat ve bu tarih sonrası 12 saat üzerinden fazla mesai hesaplama yapılması ve mahkemece hüküm altına alınması doğru olmamıştır. Dosya içeriğne göre tanıklar mesainin 08.00-18.00 arası olduğunu belirtmiştir. Arızi çalışmalar genelleştirilemez. Bu sebeple davacının haftalık 45 saat çalıştığı 30.1.2010 tarihine kadar 20 saat ve 30.1.2010 tarihinden sonra 10 saat fazla mesai yaptığınını kabulü dosya içeriğine daha uygun düşecektir.

3-)Fazla çalışma, hafta tatili ve ulusal bayram genel tatil ücret alacakları yönünden, davacı haftada kaç saat fazla çalışma yaptığını, hangi hafta tatillerinde çalıştığını belirleyebilmekte ise de hakimin hesaplanan miktardan hangi oranda takdiri indirim yapacağını bilebilecek durumda değildir. Bu sebeple, fazla çalışma, hafta tatili ve ulusal bayram genel tatil ücret alacakları belirsiz alacak davasına konu edilebilir.

Davacı temyizi yönünden; fazla çalışma alacağı belirsiz alacak davasına konu edilebilecek nitelikte alacak olduğu ve belirsiz alacak davası olarak açıldığı anlaşılmakla; davanın açılması ile alacağın tamamına dair zamanaşımı süresi kesildiğinden, 6100 Sayılı Kanun’un 107/2. maddesi gereğince talebin arttırılması ıslah olarak nitelendirilip ıslaha karşı zamanaşımı def’inin dikkate alınması isabetli olmamıştır. Talep arttırım dilekçesi ile talep edilen miktarlar zamanaşımına uğramayacağından, bu miktarlara göre hüküm kurulması gerektiği gözetilmeden sonuca gidilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarda yazılı sebeplerden BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenmesi halinde ilgiliye iadesine, 16.06.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

TASARLAYARAK KASTEN ÖLDÜRME SUÇUNA YARDIM ETMEK- KASTEN ÖLDÜRMEYE TEŞEBBÜS VE KASTEN ÖLDÜRMEYE AZMETTİRMEK

T.C
YARGITAY
1. Ceza Dairesi
ESAS: 2018/4713
KARAR:2018/4853

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Ağır Ceza Mahkemesi
SUÇ : İştirak halinde kasten öldürme ve bu suça yardım, tasarlayarak öldürme suçuna yardım, kasten öldürmeye teşebbüs ve bu suça azmettirmek, olası kastla yaralama, mala zarar verme, olası kastla mala zarar verme, 6136 sayılı Kanuna muhalefet.
HÜKÜM : Sanık … hakkında;
a- TCK’nin 37/1, 81/1, 62/1, 53/1. maddeleri uyarınca 25 yıl hapis cezası,
b- TCK’nin 81/1, 35/1-2, 62/1, 53/1. maddeleri uyarınca 7 yıl 6 ay hapis cezası,
c- TCK’nin 151/1, 62, 52, 52/4. maddeleri uyarınca 2.000.00. TL adli para cezası,
d- 6136 sayılı Yasanın 13/1, TCK’nin 62/1, 52, 53/1. maddeleri uyarınca 10 ay hapis ve 80.00. TL adli para cezası.
Sanık … hakkında;
a- TCK’nin 37/1, 81/1, 62/1, 53/1. maddeleri uyarınca 25 yıl hapis cezası,
b- …’nu kasten yaralama suçundan; TCK’nin 86/1, 86/3-e, 21/2, 62/1, 53/1. maddeleri uyarınca 10 ay hapis cezası,
c- Katılan mağdur …’na yönelik mala zarar verme suçundan; TCK’nin 151/1, 21/2, 62/1, 53/1. maddeleri uyarınca 2 ay 6 gün hapis cezası,
Sanık … hakkında;
14/02/2015 suç tarihli kasten öldürmeye teşebbüs suçuna azmettirmek suçundan beraat.
Sanık … hakkında;
27/03/2015 suç tarihli tasarlayarak kasten öldürme suçuna yardım etmek suçundan beraat.
Sanık … hakkında;
Kasten öldürmeye teşebbüs ve kasten öldürmeye azmettirmek suçlarından ayrı ayrı beraat.
Sanık … hakkında;
Kasten öldürmeye yardım suçundan beraat.

Sanık … müdafiinin süresinden sonra vaki duruşma talebinin CMUK.un 318. maddesi uyarınca REDDİNE karar verilmiştir.
Katılanın, 6136 sayılı Yasaya aykırılık suçundan kurulan hükmü temyize yetkisi bulunmadığından, katılan … vekilinin, sanık … hakkında 14.02.2015 tarihli olay kapsamında bu suçtan kurulan hükme yönelik temyiz isteminin CMUK.un 317. maddesi uyarınca REDDİNE karar verilmiştir.
Katılanın, sanık … hakkında 14.02.2015 tarihli olay kapsamında mağdur …’a yönelik mala zarar verme, sanık … hakkında 27.03.2015 tarihli olay kapsamında mağdur …’a yönelik mala zarar verme ve mağdur …’e yönelik kasten yaralama suçlarından kurulan hükümleri temyize yetkisi bulunmadığından, katılan … vekilinin temyiz istemlerinin CMUK.un 317. maddesi uyarınca REDDİNE karar verilmiştir.
Sanık … hakkında 14.02.2015 tarihli olay kapsamında; 6136 sayılı Yasaya muhalefet suçundan kurulan hükümde, aynı Yasanın 13/1. maddesi uyarınca hapis cezasının yanında hükmolunması gereken adli para cezası miktarının 30 gün ile 100 gün arasında olması gerektiği gözetilmeden yazılı şekilde temel para cezası miktarının 5 gün olarak belirlenmesi suretiyle eksik ceza tayini, aleyhe temyiz bulunmadığından bozma nedeni yapılmamıştır.
Temyiz dilekçelerinin kapsamı ve temyiz edenlerin sıfatlarına göre; sanık … hakkında 14.02.2015 tarihli olay kapsamında maktul …’u kasten öldürmeye teşebbüse azmettirme, 27.03.2015 tarihli olay kapsamında maktul …’u kasten öldürme suçuna azmettirme, sanık … hakkında 14.02.2015 tarihli olay kapsamında kasten öldürmeye teşebbüse azmettirme, sanıklar … ve … hakkında 27.03.2015 tarihli olay kapsamında maktul …’u tasarlayarak kasten öldürme suçuna yardım suçlarından kurulan beraat hükümlerinin katılan … vekili ve Cumhuriyet savcısının temyizi üzerine, sanık … hakkında 14.02.2015 tarihli olay kapsamında maktul …’a yönelik kasten öldürmeye teşebbüs, 6136 sayılı Yasaya muhalefet ve mağdur …’a yönelik mala zarar verme suçları ve 27.03.2015 tarihli olay kapsamında kasten öldürme suçları ile sanık … hakkında 27.03.2015 tarihli olay kapsamında maktul …’u kasten öldürme, mağdur …’e yönelik kasten yaralama ve mağdur …’a yönelik mala zarar verme suçlarından kurulan hükümlerin, sanıklar … ve … müdafileri ile Cumhuriyet savcısı ve katılan … vekilinin temyizleri üzerine yapılan incelemede;
Toplanan deliller karar yerinde incelenip, sanık …’ın, maktul …’u 14.02.2015 tarihli olay kapsamında kasten öldürmeye teşebbüs, 6136 sayılı Yasaya muhalefet ve mağdur …’a yönelik mala zarar verme suçları ile 27.03.2015 tarihli olay kapsamında maktul …’a yönelik eylemi ile sanık …’ın 27.03.2015 tarihli olay kapsamında maktul …’a yönelik eylemi ile mağdur …’e yönelik olası kastla yaralama ve mağdur …’a yönelik mala zarar verme suçlarının sübutu kabul, bozma nedenleri saklı kalmak üzere oluşa ve soruşturma sonuçlarına uygun şekilde suç nitelikleri tayin, takdire ilişen cezayı azaltıcı sebebin nitelik ve derecesi takdir kılınmış, savunmaları inandırıcı gerekçelerle değerlendirilip reddedilmiş, sanık … hakkında 14.02.2015 tarihli olay kapsamında maktul …’u kasten öldürmeye teşebbüse azmettirme, 27.03.2015 tarihli olay kapsamında maktul …’u kasten öldürme suçuna azmettirme, sanık … hakkında 14.02.2015 tarihli olay kapsamında kasten öldürmeye teşebbüse azmettirme, sanıklar … ve … hakkında 27.03.2015 tarihli olay kapsamında maktul …’u tasarlayarak kasten öldürme suçuna yardım suçlarından suçlarından elde edilen delillerin mahkumiyete yeter nitelik ve derecede bulunmadığı mahkemece kabul ve takdir kılınmış, incelenen dosyaya göre verilen hükümlerde eleştiri, düzeltme ve bozma nedenleri dışında bir isabetsizlik görülmemiş olduğundan, sanık … müdafilerinin; eksik incelemeye, sanık … müdafilerinin; kararın usul ve yasaya aykırı olduğuna, sanık hakkında haksız tahrik hükümlerinin uygulanması gerektiğine, Cumhuriyet savcısının; sanıklar …, … ve …’ün azmettiren, sanık …’in yardım eden olarak cezalandırılmaları gerektiğine, katılan … vekilinin; sanıklar …, …, … ve … hakkındaki beraat kararlarının usul ve yasaya aykırı olduğuna vesaireye ilişkin ve yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle,
Sanık …’ın 14.02.2015 tarihli olay kapsamında 6136 sayılı Yasaya muhalefet ve mağdur …’a yönelik mala zarar verme, sanık …’ın 27.03.2015 tarihli olay kapsamında mağdur …’e yönelik olası kastla yaralama, mağdur …’a yönelik mala zarar verme suçları yönünden;
Anayasa Mahkemesinin 08.10.2015 tarih, 2014/140 esas ve 2015/85 sayılı kararı ile TCK’nin 53. maddesinin iptal edilen bölümleri nazara alındığında mahkemenin bu madde ile yaptığı uygulama kanuna aykırı ise de, bu husus yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden, CMUK’un 322. maddesinin tanıdığı yetkiye dayanılarak hüküm fıkrasının mahsus bölümünde yer alan TCK’nin 53. maddesinin uygulanmasına ilişkin bölümün “Anayasa Mahkemesinin iptal kararındaki hususlar gözetilerek TCK’nin 53/1-2-3. maddelerinin tatbikine” şeklinde değiştirilmesine karar verilmek suretiyle DÜZELTİLEN mahkumiyet hükümleri ile sanık … hakkında 14.02.2015 tarihli olay kapsamında, maktul …’u kasten öldürmeye teşebbüse azmettirme, 27.03.2015 tarihli olay kapsamında, maktul …’u kasten öldürme suçuna azmettirme, sanık … hakkında 14.02.2015 tarihli olay kapsamında, kasten öldürmeye teşebbüse azmettirme, sanıklar … ve … hakkında 27.03.2015 tarihli olay kapsamında, maktul …’u tasarlayarak kasten öldürme suçuna yardım suçlarından kurulan beraat hükümlerinin tebliğnamedeki düşünce gibi ONANMASINA,
1) Sanık … hakkında 14.02.2015 tarihli olay kapsamında; maktul …’u kasten öldürmeye teşebbüs suçu yönünden yapılan incelemede;
Oluşa ve dosya içeriğine göre; 14.02.2015 tarihli olay kapsamında; olay günü sanık …’ın, sanık … ile araç ile gezdiği sırada maktul …’u mağdur …’a ait ayakkabıcı dükkanına girerken gördüğü ve aracı kullanan …’dan durmasını isteyerek, kız arkadaşına sevgililer günü olması nedeniyle hediyelik eşya alacağını söyleyerek araçtan ayrıldığı, daha sonra maktulün girdiği mağdur …’ın dükkanının karşısına giderek üzerinde bulunan ruhsatsız tabanca ile maktulü hedef alarak 4 el iş yerine dışarıdan ateş ettiği, atışlar sonucu maktul …’un sol ayağından basit tıbbi müdahale ile giderilemeyecek şekilde yaralandığı olayda;
Teşebbüs nedeniyle 9 yıldan 15 yıla kadar hapis cezası öngören 5237 sayılı TCK’nin 35. maddesi ile yapılan uygulama sırasında, alt ve üst sınırlar arasında makul bir ceza tayini yerine yazılı şekilde hiç isabet almaması durumlarında uygulanan 9 yıl hapis cezasına hükmolunması suretiyle eksik ceza tayini,
2) Sanıklar … ve … hakkında 27.03.2015 tarihli olay kapsamında maktul …’u kasten öldürme suçları yönünden yapılan incelemede;
Oluşa ve dosya kapsamına göre; sanıkların arkadaşı olan …’nın, maktulünde aralarında bulunduğu bir grup tarafından 02.09.2014 tarihinde öldürülmesinden sonra sanıkların sık sık bir araya gelerek …’nın öldürülme olayını kendi aralarında değerlendirdikleri ve öldürülme olayını hazmedemeyerek …’nın kanının yerde kalmaması hususunda konuştukları, bu suçun faili olarak hakkında tasarlayarak adam öldürme suçundan dava açılan maktul …’un tutuklandığı, bir süre sonra maktul …’un serbest bırakıldığı, bu sebeple ölen …’nın yakın arkadaşlarının maktul …’a karşı husumet duyduğu, sanıklardan …’ın, diğer sanık arkadaşlarına kendini kabullendirmek, onlar arasında itibar sahibi olabilmek …nın katili olarak değerlendirdikleri maktül …’un öldürülmesi olayını gerçekleştireceğini beyan ettiği ve sanık …’ın 14.02.2015 tarihli ilk eylemi gerçekleştirdiği ancak bu eylemden sonuç alınamamış olup maktule yönelik bu eylemin teşebbüs boyutunda kaldığı, bu eylem üzerinden uzunca bir süre geçtikten sonra sanıklar … ve …’ın TCK’nin 37. maddesi kapsamında hareket ederek nihai sonucun elde edilmesi için durumu müzakere edip, düşünüp plan yaparak, maktulu bulabilecekleri yeri araştırdıkları ve olay günü maktulü bulduktan sonra sanık …’ın yakın mesafeden ateş ederek maktulü öldürdüğü olayda;
Sanıklar … ve …’ın, maktulü öldürme kararı verip, tasarlamayı kabule elverişli makul süre içinde verdikleri kararda sebat ve ısrar ederek maktulü öldürdükleri, tasarlamanın şartları bulunduğu ve sanıklar… ve …’ın eylemlerinin 82/1-a maddeleri gereğince tasarlayarak öldürme suçlarını oluşturduğu gözetilmeden, yazılı şekilde hüküm kurulması,
3) Anayasa Mahkemesinin 08.10.2015 tarih, 2014/140 esas ve 2015/85 sayılı kararı ile TCK’nin 53. maddesinin iptal edilen bölümlerinin değerlendirilmesi zorunluluğu,
Bozmayı gerektirmiş olup, katılan … vekilinin temyiz itirazları bu nedenle yerinde görüldüğünden, hükümlerin tebliğnamedeki düşünceye kısmen uygun olarak BOZULMASINA, 21/11/2018 gününde oy birliği ile karar verildi.

AKARYAKIT BAYİLİK SÖZLEŞMESİ- SÖZLEŞMENİN UYARLANMASI VE FESHİ – GÖREVLİ MAHKEME

TC
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
ESAS:2017/1658
KARAR: 2017/1464
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Ticaret Mahkemesi
Taraflar arasındaki “sözleşmenin uyarlanması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Ankara 1. Asliye Ticaret Mahkemesince göreve ilişkin dava şartı noksanlığı nedeniyle davanın usulden reddine dair verilen 15.05.2014 gün ve 2014/368 E., 2014/350 K. sayılı kararın temyizen incelenmesi davacı vekili ile davalılardan … tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19. Hukuk Dairesinin 13.01.2015 gün ve 2014/14963 E., 2015/152 K. sayılı kararı ile:
“…Davacı vekili, müvekkilinin akaryakıt dağıtıcı lisansı sahibi şirket olup, davalıların 1581 Sayılı Tarım Kredi Kooperatifleri ve Birlikleri Kanunu’na göre kurulmuş özel hukuk hükümlerine tabi kooperatiflerden müteşekkil, kooperatif bölge birlikleri olduğunu, müvekkili ile davalılar arasında yapılan ve halen yürürlükte bulunan bayilik sözleşmeleri devam ederken, EPDK’nın 21.03.2014 tarihinde yürürlüğe giren 4927 sayılı Kurul kararı ile herhangi bir somut gerekçe göstermeden ve yalnızca “Petrol Piyasası Kanunu’nun 10.maddesi uyarınca” demek suretiyle, iki ay süre ile “rafineri çıkış fiyatı”, “akaryakıt dağıtım tavan fiyatı” ve “bayi tavan fiyatı” belirleme esaslarını uygulamaya koyduğunu, müvekkilinin davalılarla yaptığı bayilik sözleşmeleri sebebi ile ortalama 32 TL/m3 kar ederken, kurul kararının yürürlüğe girdiği tarihinden itibaren ortalama 107 TL/m3 zarar eder hale geldiğini belirterek, bayilik sözleşmeleri kapsamındaki “motorin” alımlarına münhasır olarak davalı kooperatif birlikleri ile yapılmış bulunan bayilik sözleşmelerinin 21.03.2014 tarihinden geçerli olmak üzere gözden geçirilerek, BK’nun 138.maddesi gereğince sözleşmelerin feshine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Dosya üzerinden karar verildiğinden davalıların cevaplarının alınmadığı anlaşılmıştır.
Mahkemece yapılan yargılama sonucunda, uyuşmazlığın taraflar arasında yapılan bayilik sözleşmesinin iptali talebinden ibaret olup, bir uyuşmazlığın ticari dava sayılması için TTK 4/1. maddeye göre her iki tarafın da tacir olması ve ticari işletmeleri ilgili hususlardan doğması gerektiği, TTK 4/2. maddesine göre ise tarafların tacir olup olmadıklarına bakılmaksızın “a-f” bentlerinde sayılan hususlardan doğan uyuşmazlıkların ticari dava sayıldığı, kooperatiflerin tacir sayılıp sayılmayacağı hususunun değerlendirilmesi gerekmekte olup, 6102 Sayılı TTK’nun 16 ve 124.maddesi gereğince kooperatifler ticaret şirketi olup, tacir olarak kabul edilmesi gerekir ise de Yargıtay uygulamasının aksi yönde olduğu (Yargıtay 15.Hukuk Dairesi 2014/483 E., 2014/844 K.sayılı ve 11.02.2014 tarihli kararı), davalıların tacir olmadığının dava dilekçesi içeriği ve tüm dosya kapsamı ile sabit olduğu, uyuşmazlığın TTK 4/2. md.de “a-f” bentlerindeki hususlara ilişkin de olmadığı, uyuşmazlığın ticari iş niteliğinde olmasının o uyuşmazlığın ticari dava olarak görülmesini gerektirmediği gerekçeleriyle davanın usulden reddine, kararın kesinleşmesinden sonra talep halinde dosyanın görevli nöbetçi Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiş, hüküm davacı vekili ve davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı temyizi bakımından, tarafların davaya konu bayilik sözleşmelerinin ticari iş niteliğinde olduğu ve ticaret mahkemeleri tarafından bakılması gerektiği gözetilerek işin esasının incelenmesi gerekirken, davanın asliye hukuk mahkemesinde görülmesi gerektiği belirtilerek yazılı şekilde görevsizlik kararı verilmesi usul ve yasaya aykırıdır…”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, taraflar arasında düzenlenen akaryakıt bayilik sözleşmelerinin uyarlanması, bunun mümkün olmaması hâlinde ise feshi istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkilinin akaryakıt dağıtıcı lisansı sahibi şirket, davalıların ise 1581 sayılı Tarım Kredi Kooperatifleri ve Birlikleri Kanunu’na göre kurulmuş kooperatif birlikleri olduğunu, davalıların üyelerine uygun koşullarda akaryakıt sağlamak istemesi üzerine davaya konu akaryakıt bayilik sözleşmelerinin yapıldığını, ancak sözleşmelerin devamı sırasında Enerji Piyasası Düzenleme Kurulunun 21.03.2014 tarihinde yürürlüğe giren kararı ile “rafineri çıkış fiyatı”, “akaryakıt dağıtım tavan fiyatı” ve “bayi tavan fiyatı” belirleme esaslarının uygulamaya konulduğunu, piyasaya müdahale niteliğindeki bu beklenmedik karar nedeniyle davalılarla uygulanan fiyatın maliyetlerin altına indiğini, davacı şirketin aylık ortalama 2.000.000,00 TL zarar eder hâle geldiğini, karşılıklı edimler arasındaki dengenin bozulduğunu ve bu durumun katlanılmaz bir hâl aldığını ileri sürerek, sözleşmelerin uyarlanmasına, bunun mümkün olmaması hâlinde ise feshine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Yerel mahkemece, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 16 ve 124. maddeleri uyarınca kooperatifler ticaret şirketi olup tacir olarak kabul edilmesi gerekir ise de Yargıtay uygulamasının aksi yönde olduğu, davalılar tacir olmadığından davanın da nispi ticari dava olarak kabul edilemeyeceği, uyuşmazlığın ticari iş niteliğinde olmasının ise davanın ticari dava olarak görülmesini gerektirmediği, görevli mahkemenin asliye hukuk mahkemesi olduğu gerekçesiyle, göreve ilişkin dava şartı noksanlığı nedeniyle davanın usulden reddine karar verilmiştir.
Davacı vekili ile davalılardan … vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçe ile bozulmuştur. Mahkemece önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiş, direnme kararını davacı vekili temyize getirmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, yanlar arasındaki akaryakıt bayilik sözleşmelerinin uyarlanması, olmadığı takdirde feshine ilişkin davanın ticari dava niteliğinde olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre görevli mahkemenin asliye hukuk mahkemesi mi, yoksa asliye ticaret mahkemesi mi olduğu noktasında toplanmaktadır.
Bilindiği üzere, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) yürürlüğe girdiği 01.11.2011 tarihinden sonra 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun (TTK) 5. maddesinde 6335 sayılı Kanun ile değişiklik yapılmış ve ticaret mahkemeleri ile asliye hukuk mahkemesi ve diğer hukuk mahkemeleri arasındaki ilişki iş bölümü ilişkisi olmaktan çıkarılıp görev ilişkisine dönüştürülmüştür. Görev kuralları kamu düzenine ilişkin olmasının yanında HMK’nın 114. maddesinde açıkça dava şartı olarak düzenlenmiş olduğundan, mahkemelerce ve temyiz incelemesi aşamasında Yargıtay’ca re’sen dikkate alınması gerekir. Bu kuralın tek istisnası, 6335 sayılı Kanunun 2. maddesi ile değişik 6102 sayılı TTK’nın 5/4. maddesinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye göre yargı çevresinde ayrı bir asliye ticaret mahkemesi bulunmayan yerlerde, asliye hukuk mahkemelerine açılan davalarda görev kuralına dayanılmamış olması görevsizlik kararı verilmesini gerektirmez.
Ticaret mahkemelerinin görevi TTK’nın 5. maddesinde düzenlenmiş ve maddenin 1. bendinde “Aksine hüküm bulunmadıkça, dava olunan şeyin değerine veya tutarına bakılmaksızın asliye ticaret mahkemesi tüm ticari davalar ile ticari nitelikteki çekişmesiz yargı işlerine bakmakla görevlidir.” denilmiştir.
Bir davanın ticari dava olup olmadığı ise TTK’nın 4. maddesinde gösterilen ilkelere göre belirlenmekte olup, öğretide benimsenen görüşe göre de ticari davalar kendi aralarında mutlak ticari davalar ve nispi ticari davalar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Mutlak ticari davalar için tarafların sıfatlarına ve dava konusunun ticari işletme ile ilgili olup olmadığına bakılmazken, nispi ticari davalarda dava konusunun ticari işletme ile ilgili olup olmadığı kriter olarak kabul edilmiştir.
Bu nedenle uyuşmazlığın çözümü için öncelikle “ticari işletme”, “ticari iş”, “tacir” ve “ticari dava” kavramları üzerinde kısaca durulmasında yarar vardır.
Belirtmek gerekir ki 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun hazırlanmasında esas itibariyle “ticari işletme” temelinden hareket edilmiş ve ticaret hukukunun önemli kurumları ticari işletme kavramı ile bağlantı kurularak tanımlanmıştır. Bu hususa TTK’nın 11. maddesinin gerekçesinde de değinilmiş ve “…ticari işletme kanunun temelidir; yani merkez kavramıdır; bu niteliği ile belirleyici, hatta tanımlayıcıdır…” denilmiştir.
Ticari işletme, TTK’nın 11/1. maddesindeki tanıma göre; esnaf işletmesi için öngörülen sınırı aşan düzeyde gelir sağlamayı hedef tutan faaliyetlerin devamlı ve bağımsız şekilde yürütüldüğü işletmedir. Esnaf işletmesi ile ticari işletme arasındaki sınırın ise Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılacak kararname ile belirleneceği hükme bağlanmıştır. Görüleceği üzere ticari işletmenin unsurları; esnaf işletmesi için öngörülen sınırın üzerinde bir gelir sağlamayı hedef tutan faaliyet, devamlılık ve bağımsızlık olarak düzenlenmiştir. Buradaki faaliyet iktisadi faaliyet olup, amacı gelir elde etmektir. Kanunda ticari işletme için herhangi bir miktarda gelir değil, esnaf işletmesi için öngörülen sınırı aşar düzeyde gelir sağlama amacı aranmıştır.
TTK’nın 3. maddesinde “ticari iş” kavramı açıklanmış ve “Bu Kanunda düzenlenen hususlarla bir ticari işletmeyi ilgilendiren bütün işlem ve fiiller ticari işlerdendir.” denilmiştir.
Bir işin ticari veya adi olması, farklı kuralların uygulanmasını gerektirir. Bir işin ticari olup olmadığını kanunda öngörülen kurallar uyarınca saptamak gerekir. Eğer iş ticari ise özel ticari kuralların uygulanması zorunlu olur. Ticari işletmeyi ilgilendiren bütün işler, yani, haklı veya haksız fiil yahut işletmeyi ilgilendiren her iş ayrık durumlar dışında, ticari iş sayılmıştır. Bu işler, eğer bir ticari işletmeyi ilgilendirmiyorsa ticari iş sayılmazlar (Eriş, G.: Ticari İşletme ve Şirketler, Ekim 2014, C. I, s.292).
Ticaret hayatının temel süjesi olan “tacir” de yine işletme kavramı bağlamında tanımlanmış ve “bir ticari işletmeyi kısmen de olsa kendi adına işleten kişi”ye tacir deneceği TTK’nın 12/1. maddesinde belirtilmiştir. Maddenin devam eden bentlerinde; bir ticari işletmeyi kurup açtığını, sirküler, gazete, radyo, televizyon ve diğer ilan araçlarıyla halka bildirmiş veya işletmesini ticaret siciline tescil ettirerek durumu ilan etmiş olan kimsenin, fiilen işletmeye başlamamış olsa bile tacir sayılacağı ve bir ticari işletme açmış gibi, ister kendi adına, ister adi bir şirket veya her ne suretle olursa olsun hukuken var sayılmayan diğer bir şirket adına ortak sıfatıyla işlemlerde bulunan kimse, iyi niyetli üçüncü kişilere karşı tacir gibi sorumlu olacağı hüküm altına alınmıştır.
Türk Ticaret Kanunu tacir kavramını gerçek kişiler ve tüzel kişilerde ayrı ayrı ele almış, gerçek kişilerde tacir sıfatının kazanılması bir ticari işletmenin mevcut olması, bir ticari işletmenin işletilmesi ve ticari işletmenin kısmen de olsa o kişi adına işletilmesi unsurlarına bağlanmıştır. Tüzel kişi tacir kavramının kapsamı ise TTK’nın 16/1. maddesinde düzenlenmiştir.
TTK’nın “tüzel kişiler” başlıklı 16. maddesi, ticaret şirketleriyle, amacına varmak için ticari bir işletme işleten vakıflar, dernekler ve kendi kuruluş kanunları gereğince özel hukuk hükümlerine göre yönetilmek veya ticari şekilde işletilmek üzere Devlet, il özel idaresi, belediye ve köy ile diğer kamu tüzel kişileri tarafından kurulan kurum ve kuruluşlar da tacir sayılacaklarını belirlemiştir.
Aynı maddenin 2. bendi Devlet, il özel idaresi, belediye ve köy ile diğer kamu tüzel kişileri ile kamu yararına çalışan dernekler ve gelirinin yarısından fazlasını kamu görevi niteliğindeki işlere harcayan vakıflar, bir ticari işletmeyi, ister doğrudan doğruya ister kamu hukuku hükümlerine göre yönetilen ve işletilen bir tüzel kişi eliyle işletsinler, kendilerinin tacir sayılmayacakları hükmünü içermektedir.
Tacir sıfatının ticari işletmeye bağlı olduğu düşünüldüğünde, adlarına ticari işletme işletilen tüzel kişilerin kural olarak tacir sayılacağı açıktır.
Tacir sıfatına bağlanan hüküm ve sonuçları ise; iflasa tabi olmak, ticaret unvanı kullanmak, işletmesini ticaret siciline tescil ettirmek, gerekli ticari defter ve kayıtları tutmak, basiretli bir iş adamı gibi hareket etmek, ticari örf ve adetlere tabi olmak, kanunda öngörülen ihtar ve ihbar şekillerine uymak, ticari iş karinesi, ticari işletmeyle ilgili görülen iş ve hizmetlerde kararlaştırılmamış olsa bile ücret isteyebilmek, avanslar ve giderler için faiz talep edebilmek, fatura vermek, faturaya ve teyit mektubuna süresinde itiraz etmemenin neticelerine katlanmak, ücret ve cezai şartın indirilmesini isteyememek, ticari yargı konusu olmak, ticari satış ve mal değişiminde özel hükümler, mal ve hizmet tedarikinde geç ödemenin özel sonuçları ve hapis hakkı bakımından özel düzenlemelerdir.
Bu açıklamalardan sonra “ticari dava” konusuna gelindiğinde ise TTK’nın 4. maddesinde ticari davalar sayılmış olup bu maddeye göre her iki tarafın da ticari işletmesiyle ilgili hususlardan doğan hukuk davaları ile ticari nitelikteki çekişmesiz yargı işleri ve tarafların tacir olup olmadıklarına bakılmaksızın Türk Medeni Kanunu’nun, rehin karşılığında ödünç verme işi ile uğraşanlar hakkındaki 962 ilâ 969 uncu maddelerinde, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun mal varlığının veya işletmenin devralınması ile işletmelerin birleşmesi ve şekil değiştirmesi hakkındaki 202 ve 203, rekabet yasağına ilişkin 444 ve 447, yayın sözleşmesine dair 487 ilâ 501, kredi mektubu ve kredi emrini düzenleyen 515 ilâ 519, komisyon sözleşmesine ilişkin 532 ilâ 545, ticari temsilciler, ticari vekiller ve diğer tacir yardımcıları için öngörülmüş bulunan 547 ilâ 554, havale hakkındaki 555 ilâ 560, saklama sözleşmelerini düzenleyen 561 ilâ 580 inci maddelerinde; fikrî mülkiyet hukukuna dair mevzuatta; borsa, sergi, panayır ve pazarlar ile antrepo ve ticarete özgü diğer yerlere ilişkin özel hükümlerde ve bankalara, diğer kredi kuruluşlarına, finansal kurumlara ve ödünç para verme işlerine ilişkin düzenlemelerde öngörülen hususlardan doğan hukuk davaları ticari dava sayılır. Bu düzenlemeye göre bir davanın ticari dava sayılabilmesi için tarafların her ikisinin tacir olması ve uyuşmazlığın her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hususlardan doğması veya ticari nitelikte çekişmesiz yargı işi olması veyahut da açılan davanın maddede altı bent hâlinde sayılan davalardan olması gerekir. Taraflardan biri tacir değilse veya tacir olmasına rağmen uyuşmazlığın ticari işletmeyle ilgisi yoksa ticari davanın varlığından söz edilemez.
Az yukarıda açıklandığı gibi ticari davalar, mutlak ticari davalar ve nispi ticari davalar olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır.
Mutlak ticari davalar, tarafların tacir olup olmadığına ve işin bir ticari işletmeyi ilgilendirip ilgilendirmediğine bakılmaksızın sırf dava konusunun TTK’da düzenlenmesi nedeniyle ticari sayılan davalardır. Mutlak ticari davalar TTK’nın 4/1. maddesinde bentler hâlinde sayılmıştır. Bunların yanında Kooperatifler Kanunu (m.99), İcra ve İflas Kanunu (m.154), Finansal Kiralama Kanunu (m.31) gibi bazı özel kanunlarda belirlenmiş ticari davalar da bulunmaktadır. Bu gruptaki davaların ticari dava sayılabilmesi için taraflarının tacir olması veya ticari işletmeleriyle ilgili olması gibi şartlar aranmaz. TTK’nın 4/1. bendinde sınırlı olarak sayılan davalar arasında yer alması veya özel kanunlarda ticari dava olarak nitelendirilmesi yeterlidir. Bu davalar kanun gereği ticari dava sayılan davalardır.
Nispi ticari davalar ise, her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili olması hâlinde ticari nitelikte sayılan davalardır. TTK’nın 4/1. maddesine göre her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hususlardan doğan ve iki tarafı da tacir olan hukuk davaları ticari dava sayılır. Bu hükme göre bir davanın ticari dava sayılabilmesi için, hem iki tarafın ticari işletmesini ilgilendirmesi hem de iki tarafın tacir olması gereklidir. Bu şartlar birlikte bulunmadıkça, uyuşmazlık konusunun ticari iş niteliğinde olması veya ticari iş karinesi sebebiyle diğer taraf için de ticari iş sayılması davanın ticari dava olması için yeterli değildir. Ticari iş karinesinin düzenlendiği TTK’nın 19/2. maddesi uyarınca, taraflardan biri için ticari iş sayılan bir işin diğeri için de ticari iş sayılması, davanın niteliğini ticari hale getirmez. TTK, kanun gereği ticari dava sayılan davalar haricinde, ticari davayı ticari iş esasına göre değil, ticari işletme esasına göre belirlemiştir. Hâl böyle olunca, işin ticari nitelikte olması davayı ticari dava hâline getirmez.
Bu genel kuralın yanında TTK’nın 4. maddesinin son cümlesindeki düzenleme nedeniyle yalnızca bir tarafın ticari işletmesini ilgilendiren havale ve vedia gibi sözleşmelerden doğan davalarla fikri ve sınai haklara ilişkin davalar da ticari davadır. Yukarıda açıklandığı üzere bir davanın ticari dava sayılması için kural olarak ya mutlak ticari davalar arasında yer alması ya da her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili bulunması gerekirken, burada sayılan davaların ticari nitelikte sayılması için yalnızca bir yanın ticari işletmesiyle ilgili olması yeterli görülmüştür.
Somut olayda uyuşmazlık akaryakıt bayilik sözleşmelerinden kaynaklanmaktadır. Bayilik sözleşmesi, Türk Borçlar Kanunu’nda veya özel yasalarda düzenlenmemiş olmakla birlikte öğretide kendine özgü bir sözleşme türü olarak kabul edilmekte ve taraflardan birinin (bayi) diğer tarafın mallarını satmak ve sürümünü artırmak üzere kendi adına ve hesabına dağıtmayı üstlendiği sürekli çerçeve sözleşme olarak tanımlanmaktadır. Bu tür sözleşmelerden kaynaklanan davaların ticari dava olduğuna ya da asliye ticaret mahkemelerinde görüleceğine dair yasal bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu nedenle, eldeki davanın ticari dava olarak kabulü için uyuşmazlık konusunun her iki tarafın da ticari işletmesiyle ilgili olması ve her iki tarafın da tacir olması gerekmektedir.
Her ne kadar Özel Daire bozma kararında davaya konu bayilik sözleşmelerinin ticari iş niteliğinde olduğu, bu nedenle davanın ticaret mahkemesinde görülmesi gerektiği belirtilmiş ise de, ticaret mahkemesinin görevinden, dolayısıyla işin ticari olduğundan söz edilebilmesi için sırf işin ticari nitelikte olması ve bir tarafın tacir olması yeterli olmayıp, her iki tarafın da tacir olması gerekmektedir. Somut uyuşmazlıkta davacının tacir, işin de davacı şirketin ticari işletmesiyle ilgili olduğu konusunda hiç bir tereddüt bulunmamaktadır. Ancak, davalıların 1581 sayılı Kanun ile kurulmuş olan tarım kredi kooperatif birlikleri olduğu gözetildiğinde, görevli mahkemenin tayini için davalıların da tacir olup olmadığı hususunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Toplumların sosyal ve ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynayan kooperatiflerin ülkemizdeki geçmişine bakıldığında; bugünkü tarım kredi kooperatiflerinin çekirdeğini oluşturan ve adına “memleket sandığı” denilen örgütlerin ilk kez 1863 yılında kurulduğu, Cumhuriyetin ilanından önce TBMM hükümeti döneminde İktisat Vekâletince “İstihsal, Alım, Satım Ortaklık Kooperatifleri Nizamnamesi”nin çıkarıldığı, Cumhuriyetin ilanından sonra ise 5 Ocak 1924 tarihinde 396 sayılı Yasa ile o zaman var olan Kara Ticareti Kanunu’na “İşbu 15. maddede adı geçen üç çeşit şirketten başka kooperatif yani ortaklık şirketleri de ticari şirketlerdendir” şeklindeki fıkranın eklendiği, yine 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’ndan önce yürürlükte bulunan 29.05.1926 gün ve 865 sayılı Ticaret Kanunu’nun 121/I. maddesinde düzenlenen ticaret şirketleri arasında “kooperatif nevileri”nin de sayıldığı anlaşılmaktadır.
Kooperatifler, 1 Ocak 1957 tarihinde yürürlüğe giren 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nda ise “Ticaret Şirketleri” ile ilgili bölümün sonunda yer alan 485 ilâ 502. maddeleri arasında düzenlenmiş, ancak bahsi geçen hükümler 24.04.1969 gün ve 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile adı geçen kanunun 100. maddesi uyarınca yürürlükten kaldırılmıştır.
1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesinde kooperatifin tanımı yapılmış ve tüzel kişiliği haiz olmak üzere ortaklarının belirli ekonomik menfaatlerini ve özellikle meslek veya geçimlerine ait ihtiyaçlarını işgücü ve parasal katkılarıyla karşılıklı yardım, dayanışma ve kefalet suretiyle sağlayıp korumak amacıyla gerçek kişilerle kamu tüzel kişileri tarafından kurulan değişir ortaklı ve değişir sermayeli ortaklıklar olarak tanımlanmıştır. Esasen 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesindeki tanımda, 21.04.2004 tarihinde 5146 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikten önce kooperatif hakkında “teşekkül” ibaresi kullanılmışken anılan Yasa ile “ortaklık” kavramı getirilmiş ve değişiklik gerekçesinde de, kooperatiflerin nitelikleri hukuki bakımdan tartışma konusu olduğundan “teşekkül” kavramı yerine “ortaklık” kavramı kullanılarak kooperatiflerin gerçek kimliklerini kazanmalarının sağlanması olduğu belirtilmiştir.
1581 sayılı Kanunla kurulan tarım kredi kooperatifleri ise tarımsal üretimde kullanılmak üzere ortaklarına olabildiğince uygun ve yeterli koşullarda kredi sağlamak üzere kurulan kooperatiflerdir.
Bireylerin ekonomik ve sosyal yönden dayanışma ihtiyacından doğan kooperatiflerin tacir olup olmadığı 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu döneminde tartışmalara konu olduğu gibi 6102 sayılı yeni Türk Ticaret Kanunu’nun 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe girmesinden sonra da bu konudaki görüş ayrılıkları devam etmiştir. Az yukarıda belirtildiği gibi Kooperatifler Kanununun 1. maddesinde yer alan ve kooperatiflerin ticaret şirketi olup olmadığı, dolayısıyla tacir sayılıp sayılmayacağı tartışmalarının odağında bulunan “teşekkül” ibaresi 5146 sayılı Kanunla çıkarılıp, yerine “ortaklık” ibaresi getirilmekle birlikte doktrin ve Yargıtay kararlarında genel olarak kooperatiflerin ekonomik faaliyetini kâr amacı gütmeden sürdürdüğü, kooperatif ortaklarının kazanç elde edip bunu paylaşmaktan ziyade yardımlaşma ve dayanışma anlayışı içerisinde bir araya geldikleri, bu nedenle Kanunda kooperatifler “ortaklık (şirket)” olarak belirtilmiş olmakla birlikte bu ortaklığın “ticari nitelikte bir ortaklık” olduğu yönünde açıklama bulunmadığı, Kooperatifler Kanunu’nun 99. maddesinde yer alan bu kanundan kaynaklanan hukuk davalarının tarafların sıfatına bakılmaksızın ticari dava sayılacağı yönündeki hükümle de kooperatifle ortakları arasındaki uyuşmazlıkların amaçlandığı, kooperatiflerin sosyal bir fonksiyona sahip kendine özgü ortaklıklar olduğu belirtilerek tacir olmadığı ifade edilmiştir.
Bu noktada belirtmek gerekir ki, yürürlükten kalkan 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 18/1. maddesinde olduğu gibi 6102 sayılı TTK’nın 16/1. maddesinde de bütün ticari şirketler tacir olarak sayılmış, İkinci Kitabın “Ticari Şirketler” i düzenleyen Birinci kısımda yer alan 124/1. maddesinde de 136. maddesi hükmü aynen tekrar edilerek ticari şirketlerin kollektif, komandit, anonim, limited ve kooperatif şirketlerden ibaret olduğu belirtilmiştir.
Görüleceği üzere, Kooperatifler Kanunu yürürlükte olmasına karşın yeni TTK’nda da kooperatiflerin ticaret şirketi olduğu açık bir biçimde hüküm altına alınmıştır. Kanun koyucu yeni TTK’nda kooperatifleri ticaret şirketleri arasında saymanın yanında, Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesinde “ortaklık” olarak ifade edilen kooperatiflerin “ticari nitelikte bir ortaklık” olup olmadığı konusunda gerek doktrin gerekse yargısal kararlarda süregelen tartışmalar karşısında iradesini de 6102 sayılı TTK’nın 124. maddesinin gerekçesinde net bir şekilde açıklamıştır. Anılan madde gerekçesinde “kooperatif şirket” ibaresi ile ilgili tartışmanın 2004 yılında çıkarılan 5146 sayılı Kanun’la son bulduğu, çünkü anılan Kanunun kooperatifin şirket olduğunu belirttiği, gerçi Kanunun 1. maddesinde kooperatifin şirket olduğu ifade edilmekte ise de ticaret şirketi olup olmadığını açıkta bıraktığı, bu boşluk dolayısıyla bir tartışma başlatılabilir ve kooperatifin ticaret şirketi olmadığı teorik olarak ileri sürülebilir ve 124. maddenin kooperatifi ticaret şirketi olarak kabul etmesi eleştirilebilirse de böyle bir tartışmanın kooperatif şirketin niteliği tartışmasını davet edeceği belirtilerek “…Anılan şirket adi şirket olamayacağına göre Türk hukukunda üç çeşit şirket ortaya çıkmış olur. Kooperatif şirkete uygulanacak hükümler sorunu da diğer sorunların ortaya çıkmasına sebep olur. Tasarı, tüm bu çözümün güç sorunları ortadan kaldırmak amacıyla kooperatifin ticaret şirketi olduğunu hükme bağlamıştır.” demek suretiyle kooperatiflerin ticaret şirketi olduğunu vurgulamıştır. Kanun koyucunun kooperatifi ticaret şirketi, dolayısıyla tacir sayma iradesinin varlığı oldukça açıktır.
Yeni Türk Ticaret Kanunu bakımından da ticaret şirketleri arasında sayılan kooperatiflerle ilgili ana düzenleme şüphesiz ki 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’dur. Bu Kanunun 3. maddesinde kooperatif ve şubelerinin ticaret siciline tescil olunacağı, 7. maddesinde kooperatifin ticaret siciline tescil ile tüzel kişilik kazanacağı, 98. maddesinde de bu Kanunda aksine açıklama olmayan hususlarda TTK’daki anonim şirketlere ait hükümlerin uygulanacağı düzenlenmiştir. Bu düzenleme nedeniyle TTK’nın özellikle anonim şirketlere ilişkin hükümleri ile 1163 sayılı Kanuna aykırı olmayan birleşme, bölünme ve tür değiştirmeye ilişkin hükümlerinin kooperatiflere uygulanacağı ve kooperatiflerin de defter tutmak zorunda olduğu açıktır. Ayrıca 99. maddesinde tarafı olduğu hukuk davalarının ticari dava sayılacağı düzenlendiği gibi 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun 179. maddesindeki düzenleme uyarınca kooperatiflerin iflasa tabi oldukları da gözden kaçırılmamalıdır.
Tüm bu yasal düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde kooperatiflerin ticaret şirketi ve tacir olduğu açıkça görülmektedir. Bu açık kanun hükümleri karşısında ticaret siciline tescili zorunlu olan, ancak bu şekilde tüzel kişilik kazanabilen, ticari defterler tutan, ortaklarının sermaye koyma borcu bulunan, şirketler ile birlikte düzenleme yapılıp birleşme, bölünme ve tür değiştirme şartları düzenlenen ve iflasa tabi olan kooperatifin ticaret şirketi ve tacir sayılmaması mümkün değildir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, kooperatifler tek amacı kâr elde etmek olmamakla birlikte, ortaklarının ekonomik menfaatlerini geliştirmeyi amaçlayan ticari birer ortaklıktır. Kooperatiflerin kârlılık ilkesini büsbütün bir kenara bıraktıkları da söylenemez, aksi takdirde varlıklarını sürdürmeleri beklenemez. Kâr elde edilip bunun ortakları arasında paylaşılıp paylaşılmadığı, diğer bir deyişle ne şekilde tasarruf edildiği kooperatifin amacının ekonomik olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Kooperatif şirketinin TTK’nın 124. maddesinde şahıs ve sermaye şirketleri arasında gösterilmemiş olması da kanunun açık lafzı karşısında kooperatifin ticaret şirketinin sayılmasına engel değildir.
Kooperatif şirketler bütün ticaret kanunlarında adı geçen ticari ortaklıklardan biri olduğu gibi 865 sayılı Ticaret Kanunu döneminde verilen 07.11.1945 gün ve 1944/8 E., 1945/14 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu Kararında da kooperatif şirketleri, ortaklarının sıfatı ve işlemlerinin niteliği ne olursa olsun ticaret şirketi kabul edilmiştir. O dönemde yapı kooperatiflerinin tacir sayılıp sayılmayacağı konusunda farklı yargı kararlarının ortaya çıkması nedeniyle içtihatların birleştirilmesi yoluna gidilmiş ve “Ticaret Kanunu’nda, mutlak surette tacir addolunacağı ve ticaret şirketleri nevinden olduğu tasrih olunan ve ticaret şirketlerinin bütün mümeyyiz vasıflarını haiz bulunan kooperatif şirketlerini, muameleleri bakımından medeni veya ticari diye ayırt etmeye kanun hükümleri müsait olmadığından, bu şirketleri, ortaklarının sıfatı ve muamelelerinin vasfı ne olursa olsun sadece ortaklığın hukuki şekline göre ticari şirketlerden madut olduğuna ve şirket azası arasında çıkan davanın Ticaret mahkemelerinde görülmesi gerekli bulunduğuna” karar verilmiştir.
Öğretide de, Kooperatifler Kanununun 1. maddesinde 2004 yılında yapılan değişiklik ile kooperatifin tacir olup olmadığı hususundaki tartışmanın noktalandığı ve kooperatifin şirket niteliğinde bulunduğunun vurgulandığı, 6102 sayılı TTK’nın 124/1. maddesi ile de ticaret şirketi niteliğinde olduğunun bir kez daha teyit edildiği (Arkan, S.: Ticari İşletme Hukuku, 20.Bası, 2015, s.123), kooperatifin tacir sayılmayacağı yönündeki yorumun kanuna aykırı (contra legem) bir yorum faaliyeti olduğu, 07.11.1945 gün ve 1944/8 E., 1945/14 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu kararında da tespit edildiği üzere kooperatifin “… ticari işletme işletip işletmediğinden bağımsız olarak (hukuki) şekli (kalıbı) dolayısıyla tacir…” (Kırca, İ.: Kooperatiflerin Tacir Niteliği Hakkında, Banka ve Ticaret Hukuku Dergisi, Haziran 2017, s.5-25) olduğu ifade edilmektedir.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında, Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesindeki tanımda kooperatifin ortaklık olduğu belirtilmiş ise de bunun ticari nitelikte bir ortaklık olduğunun belirtilmediği, kooperatiflerde amacın kazanç elde edip bunu ortaklar arasında paylaşmak olmayıp, ortakların ekonomik menfaatlerini, özellikle meslek veya geçimlerine ilişkin ihtiyaçlarını iş gücü ve parasal katkılarıyla karşılıklı yardım, dayanışma ve kefalet suretiyle korumak ve gidermek maksadıyla bir araya geldikleri, aksi bir kabulün Anayasa’nın kooperatifleri düzenleyen hükmünde belirtilen amacına uygun düşmeyeceği, Yargıtay’ın istikrar kazanan kararlarında da kooperatiflerin tacir olarak kabul edilmediği, bu durumda somut olayda davacının ticari işletmesiyle ilgili bir uyuşmazlık var ise de davalı taraf için ticari işletmeyle ilgili bir uyuşmazlığın söz konusu olmadığı, dolayısıyla eldeki davanın nispi ticari dava olarak kabul edilemeyeceği ve yerel mahkeme kararının onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş yukarıda açıklanan gerekçelerle kurul çoğunluğunca kabul edilmemiştir.
Somut olayda davalı kooperatiflerin tacir olduğu, faaliyetleri bakımından da akaryakıt satım işletmesine sahip bulundukları ve bu kapsamda bayilik sözleşmeleri yaptıkları anlaşılmakla açılan davaya bakma görevinin ticaret mahkemesine ait olduğunun kabul edilmesi gerekir.
Hâl böyle olunca, eldeki davaya bakma görevi 6102 sayılı TTK’nın 4/1. maddesi uyarınca ticaret mahkemesine ait olup, Özel Dairenin bozma gerekçesi yanında yukarıda açıklanan genişletilmiş gerekçe ile bozma kararına uyulması gerekirken, göreve ilişkin dava şartı noksanlığı nedeniyle davanın usulden reddine dair verilen önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan gerekçelerle BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 29.11.2017 gününde oy çokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, dava konusunun davacının ticari işletmesiyle ilgili olup aynı konunun davalılar için de ticari işletmesiyle ilgili olup olmadığı, 6102 sayılı TTK’nın 4/1. maddesi uyarınca her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hukuk davası (nispi ticari dava) olup olmadığı konusudur. Her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hukuk davası var denilir ise nispi ticari dava sayılıp asliye ticaret mahkemesi görevli olacak, davalı tarafın ticari işletmesiyle ilgili bir dava yok sayılır ise nispi ticari dava sayılmayıp genel görevli asliye hukuk mahkemesi görevli olacaktır.
Hukuk Genel Kurulu çoğunluğu, davalı tarafta yer alan tüzel kişi kooperatifler hakkındaki davanın da ticari işletmeleriyle ilgili nispi ticari dava kabul ederek asliye ticaret mahkemesinin görevli olduğunu kabul etmiştir.
Aşağıda açıkladığım sebeplerle çoğunluk görüşüne katılamıyorum.
1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesinde kooperatifler, “Tüzel kişiliği haiz olmak üzere ortaklarının belirli ekonomik menfaatlerini ve özellikle meslek veya geçimlerine ait ihtiyaçlarını iş gücü ve parasal katkılarıyla karşılıklı yardım, dayanışma ve kefalet suretiyle sağlayıp korumak amacıyla gerçek ve tüzel kişiler tarafından kurulan değişir ortaklı ve değişir sermayeli ortaklıklar” olarak tanımlanmıştır. Maddede, kooperatifin ortaklık (şirket) olduğu belirtilmiş ise de, bu ortaklığın “ticari nitelikte bir ortaklık” olduğu yönünde bir açıklama ve belirleme yapılmamıştır.
Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesinde gösterilen bu tanımdan açıkça anlaşılacağı üzere kooperatiflerde amaç, diğer ticaret şirketlerinden farklı olarak kazanç elde etmek ve bunu ortakları arasında paylaşmak olmayıp, ortakların ekonomik menfaatlerini, özellikle meslek veya geçimlerine ait ihtiyaçlarını iş gücü ve parasal katkılarıyla karşılıklı yardım, dayanışma ve kefalet suretiyle sağlayıp korumak ve gidermektir. Kooperatifler, kâr – zarar amacından ziyade sosyal yönü ağır basan ortaklıklardır. Bu tanım ve amaç 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’mn 171. maddesinde, “Devlet, milli ekonominin yararlarını dikkate alarak, öncelikle üretimin artınlmasını ve tüketicinin korunmasını amaçlayan kooperatifçiliğin gelişmesini sağlayacak tedbirleri alır.” şeklinde anlamını bulmuştur. Bu tanım ve düzenlemelere göre, yapı kooperatiflerini tacir kabul edip, tacir sıfatının sonuçlarıyla sorumlu tutmak mümkün değildir. Aksi bir kabul, kooperatiflerin ticari kazanç elde etme amacına yönelik hareket etmeleri sonucunu doğurur ki, bu durumun Anayasa’da dahi kendisine yer verilen kooperatifçiliğin amacına uygun düşmeyeceği açıktır.
6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 124/1. maddesinde, “Kooperatifler” ticaret şirketleri arasında sayılmış ise de, aynı maddenin 2. bendinde kooperatifler “Şahıs şirketleri” ve “Sermaye şirketleri” arasında gösterilmemiştir. TTK’nın 124. maddesinin 1 ve 2. bentleri ile 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesi birlikte değerlendirildiğinde yapı kooperatiflerinin “ticaret şirketi” olmadığı, sosyal niteliği ağır basan kendine özgü bir ortaklık olduğu anlaşılmaktadır. Kaldı ki, bu düzenlemelere benzer hükümler, 6762 sayılı mülga Türk Ticaret Kanunu’nda da bulunmasına rağmen (md 18, 136), Yargıtay’ın istikrar kazanan uygulamasında yapı kooperatifleri tacir olarak kabul edilmemiştir. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 07.02.1996 tarih ve 1995/956 E, 196/45 K., Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 11.6.2015 tarih ve 2014/5062 E, 2015/3271 K. Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin 05.04.2016 tarih ve 2014/10937 E., 2016/2136 K. Ve 08.06.2016 tarih ve 2015/1147 E., 2016/3470 sayılı ilamları aynı yöndedir.)
Davalı tüzel kişi kooperatifler 1581 sayılı kanuna göre kurulmuş tarım kredi kooperatifleri ve birlikleridir. 1163 sayılı Kooperatifler Kanununun 1. maddesine benzer şekilde aynı ifade ve ibareler 1581 sayılı Kanunun 1. maddesinde yer almakta, fazla olarak 2. fıkrasında ”ortak ürünleri üzerinde ticaret ve komisyonculuk yapanlar, faizle para veya mal olarak kredi verenler bu kooperatiflere giremezler” demektedir ki evleviyet kuralı ve yasaklama gözetildiğinde, ticari iş ve işletmeleriyle ilgili bir uyuşmazlık olmadığını kabulde zorunluluk bulunmaktadır.
Hal böyle olunca davacı tarafın ticari işletmesiyle ilgili bir uyuşmazlık var ise de yukarıda sayılan kanuni düzenlemeler gözetildiğinde davalı taraf için ticari işletmesiyle ilgili bir uyuşmazlık bulunmadığını kabul etmek zarureti ortaya çıkmaktadır. 6102 sayılı TTK’nın 4/1. maddesi uyarınca her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hukuk davası (nispi ticari dava) olmadığı, buna göre asliye ticaret mahkemesi değil asliye hukuk mahkemesi görevlidir. Aynı yöne ilişen direnme kararı da usul ve yasaya uygun olup onama görüşünde olduğumdan aksi yöndeki çoğunluk görüşüne katılamıyorum.

İŞÇİLİK ALACAKLARI TARAFLARCA BİLDİRİLEN BANKA FAİZLERİ SORULARAK KARAR VERİLMESİ

TC
YARGITAY
12. Hukuk Dairesi
ESAS:2018/4852
KARAR:2018/14040
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :İcra Hukuk Mahkemesi
Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hâkimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :
Borçlu vekili, icra takibine konu işçi alacaklarının, brüt tutarları üzerinden yasal kesintiler yapılmadan istendiğini, net miktarlar üzerinden faiz hesabının yapılması gerektiğini ve kıdem tazminatı alacağına istenen faiz oranının yüksek olduğunu ileri sürerek icra emrinin iptali istemiyle icra mahkemesine başvurmuş, mahkemece hükme esas alınan bilirkişi raporuna göre şikayetin kabulüne karar verilmiş, hüküm alacaklı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Sair temyiz nedenleri yerinde değil ise de;
Takibe dayanak ilamda; “kıdem tazminatı 2.793,41TL’nin fesih tarihinden itibaren işleyecek ve hasaplanacak en yüksek banka mevduat faizi ile birlikte, fazla çalışma ücreti alacağı 5.319,82TL’nin 1000,00TL sine dava kalana ıslah tarihinden itibaren yasal faizi ile ve yıllık izin ücreti alacağı 1.316,09 TL ‘nin 100,00TL sine dava kalana ıslah tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalılardan müşterek ve müteselsilen alınarak davacıya verilmesine” karar verilmiştir.
İlamda hükmedilen ücret alacaklarına uygulanacak en yüksek mevduat faizi oranının tespiti için HGK’nun 20.09.2006 tarih, 2012/594-534 Esas ve Karar sayılı kararında da vurgulandığı üzere; mahkemece yapılacak iş tarafların bildirdikleri bankalardan hakkın doğum tarihinden itibaren birer yıllık devreler halinde bankalarca mevduata fiilen uygulanan en yüksek faiz oranının sorulması, hakkın doğum tarihinden itibaren takip tarihine kadar istenebilecek faiz miktarının bilirkişiye hesaplattırılması şeklinde olmalıdır.
Somut olayda; taraflara banka ismi sorulmadığı, borçlunun 19.01.2015 havale tarihli dilekçesinde Halk Bankası ve Ziraat Bankası faiz oranlarının istenerek hesap yapılmasını istediği halde, mahkemece sadece … Bankası tarafından gönderilen fiili faiz oranları esas alınarak hesaplama yapan bilirkişi raporuna göre karar verildiği anlaşılmıştır.
Bu durumda mahkemece taraflarca bildirilen bankalardan, fiili uygulamaları gösteren faiz oranları sorularak, dosya içine konulduktan sonra, alacak kalemlerinin net miktarı bulunup, dayanak ilamda en yüksek banka mevduat faizi ile birlikte tahsiline hükmedilen alacaklar için bildirilen banka faizleri, diğer kalemler için yasal faizler uygulanarak Yargıtay denetimine elverişli şekilde rapor alınarak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.
SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kısmen kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nin 366. ve HUMK’nin 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 24/12/2018 gününde oy birliğiyle karar verildi.

KAZA SEBEBİYLE MEYDANA GELEN DEĞER KAYBI ZARARI, KASKO SİGORTA POLİÇESİ TEMİNATI KAPSAMINDA BULUNMADIĞINDAN REDDİ GEREKİR

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi
ESAS:2018/1102
KARAR:2018/12606

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davası üzerine yapılan yargılama sonunda, kararda yazılı nedenlerle, davanın kısmen kabulüne ilişkin verilen hüküm, davalı vekili tarafından süresi içinde temyiz edilmekle, dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, davacıya ait olup davalı tarafından kasko sigorta poliçesiyle sigortalanan aracın, davacının kardeşi olan sürücü idaresindeyken yaptığı kazada hasara uğradığını, sürücünün tespit edilemediği ve alkollü olduğu gerekçesiyle davalının ödeme yapmadığını, ancak sürücünün alkollü olduğuna dair yapılmış bir tespit bulunmadığını ve davalının zarardan sorumlu olduğunu belirterek 27.277,00 TL. hasar bedeli ile 10.000,00 TL. amortisman payının davalıya başvuru ya da dava tarihinden işleyecek reeskont faiziyle birlikte davalıdan tahsilini talep etmiştir.

Davalı vekili, sigortalı araç üzerinde dain-i mürtehin kaydı olan şirketin davaya muvafakati alınmadığından davacının dava ehliyeti bulunmadığını, olayda alkollü sevk ve sürücü değişikliği sözkonusu olduğundan hasarın teminat dışı olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, iddia, savunma, yapılan yargılama ve toplanan delillere göre; davanın kısmen kabulü ile hasar ve amortisman payı alacağı olan 31.186,30 TL’nin temerrüt tarihi olan 04.08.2011’den işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına; davalı tarafın, davanın esasına karşı yasal cevap süresinde yetki ve görev itirazında bulunmadığı ve davanın açıldığı tarih dikkate alındığında, mahkemenin davada görevli ve yetkili olmasına; yargılama aşamasında, poliçede dain-i mürtehin kaydı bulunan dava dışı şirketin davanın açılmasına muvafakatinin alınmış olmasına; zararın teminat dışı olduğunu ispat yükü altında olan davalı sigortacının sunduğu delillerle bu ispatı sağlayamadığına ilişkin mahkeme kabulünün yerinde görülmesine göre; davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

2-Dava, kasko sigorta sözleşmesinden kaynaklanan tazminat istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davaya konu edilen kaza nedeniyle sigortalı araçta meydana gelen hasar bedeli ile birlikte, araçta oluşan değer kaybının da davalı sigortacıdan tahsilini talep etmiş; mahkemece, benimsenen 03.12.2014 tarihli bilirkişi raporunda saptanan 4.000,00 TL’lik araç değer kaybı bedeli de dahil olacak biçimde maddi tazminat hüküm altına alınmıştır.

Davalı sigortacı tarafından sigortalı araçta kaza sebebiyle meydana gelen değer kaybı zararı, kasko sigorta poliçesi teminatı kapsamında bulunmamaktadır. Taraflar arasında düzenlenen poliçe ile de bunun aksine bir düzenleme getirilmemiş; araç değer kaybının teminat kapsamına alınması konusunda bir anlaşmaya varılmamıştır. Bu durumda karşısında mahkemece; davacı tarafın değer kaybına ilişkin talebinin reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirmeyle, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının REDDİNE; (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine 24/12/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

TRAFİK KAZASI- ARAÇ DEĞER KAYBI- ARAÇTAN YOKSUN KALMA NEDENİYLE TAZMİNAT

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi
ESAS:2018/2991
KARAR:2018/12734

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, müvekkilinin Hollanda’da faaliyet gösteren araba kiralama şirketi olup davaya konu olayda hasar gören … plakalı aracın maliki olduğunu, aracını kiraya verdiği … ‘in davalının maliki ve sürücüsü olduğu … plakalı araçla çarpışması neticesinde trafik kazası meydana geldiğini, müvekkilinin aracın yürümesine engel tamiratları 876,48 TL’ye Türkiye’de yaptırdığını, diğer tamiratları da 6.300.70 Euro’ya Driessen Autoschade Firmasına yaptırdığını, müvekkilinin aracının kazanın meydana geldiği tarihte trafiğe çıkalı üç ay olduğunu, kaza sonucunda meydana gelen hasarlar sebebiyle aracın ikinci el piyasa değerinin çok düşmüş olduğunu, aracın Türkiye’deki tamirinin bir gün Hollanda’daki tamirin ise boya dahil sekiz gün sürmüş olduğunu, bu nedenle uğranılan zararın 1.350,00 TL civarında olduğunu belirterek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla Türkiye’de yapılan tamir bedeli, değer kaybı ve araç kullanamama karşılığında 2.000,00 TL maddi tazminatın olay tarihi olan 04.08.2009 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte ve Hollanda’da harcanan tamir bedeli olarak da 6.300.00 Euro maddi tazminatın olay tarihi olan 04.08.2009 tarihinden itibaren dövize uygulanacak yasal faiziyle birlikte tahsil günündeki kur üzerinden TL değerinin davalılardan müştereken ve müteselsilen(davalı … şirketinin poliçe limitleri dahilinde) tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalılar vekilleri, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kısmen kabulü ile davalı …’nın zorunlu mali mesuliyet sorumluluk sigortasındaki teminat limiti olan 10.000,00 TL ile sınırlı sorumlu olması kayıt ve şartı ile talep miktarı ile bağlı kalınarak 2.000,00 TL maddi tazminatın davalılardan 11.07.2008 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacıya verilmesine, davalı ….’nin zorunlu mali mesuliyet sorumluluk sigortasındaki teminat limiti olan 10.000,00 TL ile sınırlı sorumlu olması kayıt ve şartı ile 4.470,29 Euro zararın 4.439,93 Euro’sunun davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacıya verilmesine, geriye kalan 30,36 Euro’dan davalı … şirketin sorumlu olması kaydı ile bu davalıdan alınarak davacıya verilmesine, 4.470,29 Euro alacağa Devlet bankalarının Euro ile açılmış bir yıl vadeli mevduat hesabına ödediği en yüksek faiz ile tahsiline, fiili ödeme günündeki kur üzerinden ödeme yapılmasına, karar verilmiş hüküm, davacı vekili ile davalı … vekili tarafından temyiz edilmiş, Dairenin 30/05/2017 tarih … E … K sayılı ilamı ile kararın bozulmasına karar verilmiş, yerel mahkemece bozmaya uygun yapılan yargılama sonucunda; davanın kısmen kabulü ile davalılar … ve Ak Sigorta’ya karşı açılan davanın kısmen kabulü ile sigorta şirketi olan davalı …’nın zorunlu mali mesuliyet sorumluluk sigortasındaki teminat limiti olan 10.000,00-TL ile sınırlı sorumlu olması kayıt ve şartı ile talep miktarı ile bağlı kalınarak 2.000,00-TL maddi tazminatın davalılardan 11.07.2008 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacıya verilmesine, davalı ….’nin zorunlu mali mesuliyet sorumluluk sigortasındaki teminat limiti olan 10.000,00-TL ile sınırlı sorumlu olması kayıt ve şartı ile 4.470,29-Euro zararın 4.439,93-Euro’sunun davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacıya verilmesine, geriye kalan 30,36-Euro’dan davalı … şirketinin sorumlu olması kaydı ile bu davalıdan alınarak davacıya verilmesine, 4.470,29-Euro alacağa 11.07.2008 tarihinden itibaren işleyecek devlet Bankalarının Euro ile açılmış bir yıl vadeli mevduat hesabına ödediği en yüksek faiz ile tahsiline, fiili ödeme günündeki kur üzerinden ödeme yapılmasına, karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyadaki yazılara, mahkemece, uyulan bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına,delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına, bozma ile kesinleşen yönlere ilişkin inceleme yapılmasının mümkün olmamasına göre, davacı vekilinin yerinde görülmeyen bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun bulunan hükmün ONANMASINA ve aşağıda dökümü yazılı 146,03 TL fazla alınan temyiz peşin harcının davacıya geri verilmesine, 25/12/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

YABANCI PARA BORCUNUN VADESİNDE ÖDENMEMESİ HALİNDE ALACAKLI, BU BORCU VADE VEYA FİİLİ ÖDEME GÜNÜNDEKİ RAYİCE GÖRE TÜRK PARASI İLE ÖDENMESİNİ İSTEYEBİLİR

T.C.
Yargıtay
12. Hukuk Dairesi
Esas No:2009/28384
Karar No:2010/4090
K. Tarihi: 23.02.2010

Borçlar Kanunu’nun 83/son maddesi hükmüne göre, yabancı para borcunun vadesinde ödenmemesi halinde alacaklı, bu borcu vade veya fiili ödeme günündeki rayice göre Türk parası ile ödenmesini isteyebilir.

Takip dayanağı ilamda 55.000 Amerikan Doları’nın dava tarihi olan 24.12.2002 tarihinden itibaren devlet bankalarının dövize uyguladığı en yüksek mevduat faizi ile birlikte davalıdan tahsiline” karar verilmiştir. Takip talebinde ise 55.000 Amerikan Doları’nın 24.12.2002 tarihinde geçerli döviz kurundan TL’ye çevrildiği, bu tarihten 14.07.2008 olan takip tarihine kadar miktarı belirtilmeksizin yasal faiz talep edildiği görülmektedir.

Takibe konu ilamda yabancı para alacağının, ilamda belirli dava tarihinden itibaren 3095 sayılı Kanun’un 4/a maddesi dikkate alınarak faiz hesaplanmasına hükmedildiğinden, ilamla alacaklının Borçlar Kanunu’nun 83/son maddesinde belirtilen tercih hakkı ortadan kaldırılmış ve borcun ödenme şekli hükme bağlanmıştır. Bu nedenle hükmedilen asıl alacağa, ilam dava tarihinden takip tarihine kadar yabana para cinsinden faiz tahakkuk ettirildikten sonra bulunacak alacağın takip tarihi itibariyle TL’ye çevrilmesi gerekmektedir.

Mahkemece yaptırılan ve gerekçede yer verilen 20.02.2009 tarihli rapor yukarıda belirtilen ilkelere uygun olup, bu rapor esas alınarak icra emrinin düzeltilmesine karar verilmesi gerekirken, bu raporun yorumlanmasında hataya düşülerek şikayetin reddi yönünde hüküm tesisi isabetsiz olup, hükmün bu nedenlerle bozulması gerekirken onandığı anlaşılmakla, borçlu vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü gerekmiştir.

SONUÇ: Borçlu vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile Dairemizin 28.09.2009 tarih ve 2009/10853 E., 2009/17033 K. sayılı onama ilamının kaldırılarak mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK 366 ve HUMK’un 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, 23.02.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.

GİDER AVANSININ YATIRILMAMASI- USULDEN REDDEDİLEN DAVANIN İKİNCİ DAVAYA KESİN HÜKÜM OLUŞTURMAYACAĞI-

T.C
YARGITAY
23. Hukuk Dairesi
ESAS:2016/2058
KARAR:2018/5985
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik verilen hükmün süresi içinde davacı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.
– K A R A R –
Davacı vekili, davacı yüklenici ile davalı arsa sahibi arasında 03.08.2007 tarihli arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi imzalandığını, davacının üzerine düşen edimleri yerine getirmiş olmasına karşın davalı yanca tapu devirlerinin yapılmadığını ileri sürerek sözleşme gereğince davacıya düşen … adet bağımsız bölümün tapu kayıtlarının iptali ile davacı adına tescilini bunun mümkün olmaması halinde bağımsız bölümlerin rayiç bedellerinin tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, davanın öncelikle kesin hüküm nedeniyle reddini, aksi takdirde esastan reddini istemiştir.
Mahkemece, iddia, savunma ve tüm dosya kapsamına göre, tarafları, konusu ve sebebi aynı olan 2014/78 Esas sayılı dosyada açılan davanın ispatlanamadığından esastan reddine karar verildiği ve bu kararın kesinleştiği gerekçesiyle davanın kesin hüküm nedeniyle usulden reddine karar verilmiştir.
Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.
Dava, arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil mümkün olmadığı takdirde taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, kesin hüküm teşkil ettiği kabul edilen ilk dava, 6100 Sayılı HMK’nın yürürlükte bulunduğu tarihte açılmıştır. 01…..2012 tarihinde yürürlüğe giren 6100 Sayılı HMK’nın 114/g maddesinde gider avansı dava şartı olarak düzenlenmiştir. HMK’nın 120. maddesinde “Davacı, yargılama harçları ile her yıl Adalet Bakanlığınca çıkarılacak gider avansı tarifesinde belirlenecek olan tutarı, dava açarken mahkeme veznesine yatırmak zorundadır. HMK’nın 324. maddesinde ise delil ikamesi avansı düzenlenmiştir. 03.04.2012 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Hukuk Muhakemeleri Kanunu Yönetmeliği’nin 45/…. maddesi “Davacı, yargılama harçları ile her yıl Bakanlıkça çıkarılacak gider avansı tarifesinde belirlenecek olan tutarı dava açarken mahkeme veznesine yatırmak zorundadır. Gider avansı, her türlü tebligat ve posta ücretleri, keşif giderleri, bilirkişi ve tanık ücretleri gibi giderler için davacıdan alınan meblağı ifade eder.” düzenlemesini haizdir. Yönetmeliğin 45/…. maddesi uyarınca gider avansının verilen kesin süre içerisinde yatırılmaması halinde ise dava, dava şartı yokluğundan reddedilecektir.
Bu durumda mahkemece, … …. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2014/78 Esas, 2014/633 Karar sayılı dosyasında kurulan hükmün, davanın usulden reddine ilişkin olduğunun kabulü ile işbu dava bakımından kesin hüküm teşkil etmeyeceği dikkate alınarak işin esasına girilmesi gerekirken, yanılgılı gerekçeye dayalı olarak hüküm kurulması doğru olmamıştır.
SONUÇ:Yukarıda açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün davacı yararına BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz edene iadesine, kararın tebliğinden itibaren … gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere ……..2018 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

MURİS MUVAZAASI HUKUKSAL NEDENİNE DAYALI TAPU İPTALİ VE TAKYİDATLARDAN ARİ OLARAK MİRAS PAYI ORANINDA TESCİL İSTEMİ

T.C
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi
ESAS:2015/13391
KARAR:2018/12757 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı … Kara vekili ve davalılar …, … vekili tarafından yasal süre içerisinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 25.09.2018 … günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden davalı … vekili Avukat … ile temyiz edilen davacı vekili Avukat …… Kaplanseren geldiler, davetiye tebliğine rağmen diğer temyiz eden davalılar … v.d. vekili Avukat gelmedi, yokluğunda duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:

-KARAR-

Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve takyidatlardan ari olarak miras payı oranında tescil isteğine ilişkindir.

Davacı, mirasbırakanı……’nin kayden maliki olduğu 371 ada 20 parsel sayılı taşınmazı 21.03.2006 tarihinde davalı …’e satış suretiyle devrettiğini, adı geçenin de 22.04.2010 tarihinde 45.000,00 TL’si peşin 100.000,00 TL’si taşınmaz üzerinde 1. derecede ipotek tesis edilerek 145.000,00 TL bedelli olarak davalı …’a aktardığını,……un da taşınmaz üzerinde 16.05.2012 tarihinde davalı … lehine 2. derecede 400.000 TL bedelli ipotek tesis ettirdiğini, devirlerin mirasçılardan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı, ipotek tesis işlemlerinin ise muvazaayı gizleme amaçlı olduğunu ileri sürerek davalı adına olan tapu kaydının iptali ile takyidatlarından ari olarak miras payı oranında adına tesciline karar verilmesini istemiştir.

Davalılar, mirasbırakan……’nin çocuklarının paraya ihtiyaç duyması nedeniyle dava konusu taşınmazı arkadaşı olan davalı …’e sattığını, satış bedelinin … havalesi ile ödendiğini, taşınmazda oturan mirasbırakan ve oğulları davalı … ile dava dışı ……’e ……’ün taşınmazı kiraya verdiğini, semtin uzak oluşu ve kira gelirinin düşük olması nedeniyle ilan asmak ve internette de ilana vermek suretiyle dava konusu parseli satışa çıkardığını, davalı …’un satış bedelini davalı …’dan aldığı borç para ile ödediğini, bu nedenle taşınmaz kaydında ipotek tesis edildiğini, devirlerin ve ipotek tesisi işlemlerinin muvazaalı olmadığını belirterek davanın reddini savunmuşlardır.

Mahkemece, muvazaa iddiasının kanıtlandığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; mirasbırakan……’nin kayden maliki olduğu çekişme konusu 371 ada 20 parsel sayılı taşınmazı 21.03.2006 tarihinde davalı …’e, adı geçenin de 22.04.2010 tarihinde satış bedelinin 45.000 TL’si peşin ve kalan 100.000 TL için lehine ve faizsiz ipotek tesisi ile davalı …’a satış suretiyle devrettiği,……un da 16.05.2012 tarihinde taşınmazda davalı … lehine 400.000 TL bedelli, 2. derecede, faizsiz ipotek tesis ettirdiği, 1938 doğumlu mirasbırakan……’nin 10.05.2012 tarihinde öldüğü ve geriye davacı …… …… ile davalı …… …… ve dava dışı çocukları …… ve ……’in kaldığı anlaşılmaktadır.

Bilindiği üzere, uygulamada ve öğretide “muris muvazaası” olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibariyle nisbi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür. Söz konusu muvazaada mirasbırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir.

Bu durumda, yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ve 01.04.1974 tarih 1/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararında vurgulandığı gibi, görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmesi de Türk Medeni Kanunu’nun 706, Türk Borçlar Kanunu’nun 237. (Borçlar Kanunu’nun 213.) ve Tapu Kanunu’nun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler.

Hemen belirtmek gerekir ki, bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün, diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bunun için de, …… ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı hususlarının araştırılmasında ve satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.

Ayrıca, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 190. maddesine göre; ”İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir. Kanuni bir karineye dayanan taraf, sadece karinenin temelini oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altındadır. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, karşı taraf, kanuni karinenin aksini ispat edebilir.”, TMK’nun 6. maddesine göre ise; ”Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür. ” şeklindedir.

Somut olayda; davalı tarafça dosyaya sunulan davalı …… tarafından mirasbırakan……’nin … …sı hesabına yatırılan 20.000 TL bedelli, 14.04.2006 tarihli ve açıklamasında “… Gayrimenkul satışı ile ilgili teslimat” yazan ve 04.05.2006 tarihli ve 70.000 TL bedelli dekontlar, davalı … tarafından davalı …’ın … hesabına “ipotek borcuna mahsuben” yatırıldığı anlaşılan paralara ilişkin … dekontları, dava konusu taşınmazın satışı konusunda davalı …’ün gazete ve internette verdiği ilanlar ile mirasbırakan……’nin dava dışı çocukları …… ve ……’nın mirasbırakanın davalı …’e yaptığı temlikin mal kaçırma amaçlı olmadığı ve satış parasını da çocukları arasında paylaştırdığına ilişkin beyanları birlikte değerlendirildiğinde mirasbırakanın mirastan mal kaçırma kastıyla hareket etmediği ve işlemin gerçek satış olduğu sonucuna varılmaktadır.

Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile kabul edilmesi isabetsizdir.

SONUÇ:Davalıların yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 30.12.2017 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesi gereğince gelen temyiz eden davalı … vekili için 1.630.00.-TL. duruşma vekâlet ücretinin temyiz edilenden alınmasına, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 25.09.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İTİRAZIN İPTALİ- UYUŞMAZLIĞIN İKİ TARAFININ TİCARİ İŞLETMESİNDEN KAYNAKLANMAMASI DURUMUNDA ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ GÖREVLİDİR

T.C
YARGITAY
13. Hukuk Dairesi
ESAS: 2016/13555
KARAR:2018/12583
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Ticaret Mahkemesi
Taraflar arasındaki itirazın iptali davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne kısmen reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde taraflar avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.
KARAR
Davacı, davalıya değişik tarihlerde banka havalesi yoluyla toplamda 10.660,00 TL ve …gönderdiğini, borcun ödenmediğini, alacağın tahsili amacıyla başlatılan icra takibinin itiraz üzerine durduğunu ileri sürerek itirazın iptali ile takibin devamına, davalı aleyhine icra inkar tazminatına hükmedilmesini istemiştir.
Davalı, davacı ile şirket adına sahip oldukları ortak hesaplarının bulunduğunu, paranın şirket için kullanılmak üzere gönderildiğini, davacıya herhangi bir borcu bulunmadığını beyan eden savunma yaparak davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece, davanın kısmen kabulüne, …2. İcra Müdürlüğü’nün 2012/5506 E nolu dosyasındaki icra takibine yapılan itirazın kısmen iptali ile takibin takip tarihindeki 27.000,00 USD’nin TL karşılığı olan asıl alacak ile 10.660,00 TL asıl alacak üzerinden olmak üzere toplam 58.000,00 TL üzerinden devamına, karar verilmiş; hüküm, davacı ve davalı tarafından temyiz edilmiştir.
1-6102 sayılı TTK’nın 4. maddesine göre bir davanın ticari dava sayılabilmesi için tarafların tacir olması ve uyuşmazlığın her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hususlardan doğmuş bulunması veya anılan yasa maddesinde sayılan mutlak ticari davalardan sayılması gerekir. Kanunun 5. maddesinde ise, ticari davalarda görevli mahkemenin Asliye Ticaret Mahkemesi olduğu belirtilmiştir. Kanunu’nun 5/3 fıkrası uyarınca dava tarihi itibariyle de Asliye Hukuk Mahkemesi ile Asliye Ticaret Mahkemesi arasındaki ilişki görev ilişkisidir.
Somut uyuşmazlıkta, davacı, banka havalesi yoluyla davalıya borç olarak gönderdiği bedelin ödenmediğini ileri sürerek alacağın tahsili amacıyla başlatılan icra takibine vaki itirazın iptalini istemiştir. Davacı ve davalı gerçek kişi olup, tacir olarak kabul edilseler dahi uyuşmazlığın her iki tarafın ticari işletmesinden kaynaklandığına yönelik dosyaya yansıyan bir belge bulunmamaktadır. Bu durumda eldeki dava, ticari nitelikte bir dava değildir. Hal böyle olunca davaya bakmaya Ticaret Mahkemesi değil Asliye Hukuk mahkemesi görevlidir. Görevle ilgili düzenlemeler kamu düzenine ilişkin olup taraflar ileri sürmese dahi yargılamanın her aşamasında resen gözetilir. Görevle ilgili hususlarda kazanılmış hak söz konusu olmaz. O halde mahkemece, davanın Asliye Hukuk Mahkemesi’nin görevine girdiği gözetilerek görevsizlik kararı verilmesi gerekirken işin esasına girilerek yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.
2-Bozma nedenine göre, davacı ve davalının temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle temyiz olunan hükmün BOZULMASINA, (2) nolu bentte açıklanan nedenle davacı ve davalının temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, peşin alınan 29,20 TL harcın davacıya, 991,00 TL harcın davalıya iadesine, HUMK’nun 440/I maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 26/12/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

KARŞILIKSIZ ÇEK DÜZENLEME- GÖREVSİZLİK KARARI

T.C
İZMİR
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
11. CEZA DAİRESİ
ESAS NO: 2017/3793
KARAR NO : 2017/2435
İNCELENEN KARARIN;
MAHKEMESİ  : Marmaris İcra Ceza Mahkemesi
TARİHİ : 13/09/2017
NUMARASI : 2016/332 (E) ve 2017/271 (K)
SUÇ : Karşılıksız Çek Düzenlemek
SUÇ TARİHİ : 20/07/2016
HÜKÜM : Şikayetin reddi
İSTİNAF BAŞVURUSUNDA
BULUNAN : Müşteki vekili, 18/09/2017;
İlk derece mahkemesince verilen hükme karşı istinaf kanun yoluna başvurulmakla, başvurunun süresi ve kararın niteliği ile suç tarihine göre dosya incelenip görüşüldü;
Davaya konu çekin 20/07/2016 tarihinde bankaya ibraz edildiği ve karşılığının bulunmadığı anlaşılmıştır.
20/07/2016 tarihinde yürürlükte bulunan 6273 sayılı Kanunla değişik 5941 sayılı Çek Kanununun 5/1. maddesinde, üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihine göre kanuni ibraz süresi içinde ibrazında, çekle ilgili olarak karşılıksızdır işlemi yapılması halinde, altı ay içinde hamilin talepte bulunması üzerine, çek hesabı sahibi gerçek veya tüzel kişi hakkında çekin tahsil için bankaya ibraz edildiği veya çek hesabının açıldığı banka şubesinin bulunduğu yer ya da çek hesabı sahibinin yahut talepte bulunanın yerleşim yeri Cumhuriyet Savcısı tarafından her bir çekle ilgili olarak çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verileceği hükme bağlanmıştır.
Bu düzenlemeye göre, şikayet süresi altı ay olup idari yaptırım kararını verecek makam da Cumhuriyet Savcılığıdır.
5941 sayılı Çek Kanunun 5/1. maddesi 09/08/2016 tarihinde yürürlüğe giren 6728 sayılı Kanunun 63. maddesi ile değiştirilmiş olup bu değişiklik ile eylem suç olarak nitelendirilmiş ve şikayet süresi de üç aya indirilerek davanın icra mahkemelerinde görüleceği belirtilmiştir.
Bu düzenlemeler gözetildiğinde, 09/08/2016 tarihinden önce karşılıksız çıkan çeklerden dolayı icra mahkemelerinin görevli olmadığı, yetkili ve görevli makamın ilgili Cumhuriyet Savcılığı olduğu açıkça görülmektedir.
Her ne kadar 5326 sayılı Kabahatler Kanununun 24. maddesinde, kovuşturma konusu fiilin kabahat oluşturduğunun anlaşılması halinde mahkeme tarafından idari yaptırım kararı verileceği düzenlenmiş ise de, bu durum suç teşkil eden bir eylemin toplanan delillere göre kabahat niteliğinde olduğunun anlaşılması halinde uygulanabileceğinden, incelemeye konu olayda eylemin başından beri suç teşkil etmemesi, kabahat niteliğinde olması karşısında bu hükmün uygulanma imkanı bulunmamaktadır.
Sanığa isnat edilen eylemin, çekin karşılıksız çıktığı tarihte idari yaptırım gerektirmesi nedeniyle mahkemece görevsizlik kararı verilmesi gerekirken şikayet süresi geçtiğinden bahisle şikayet hakkının düşürülmesine karar verilmesi;
Hukuka aykırı, müşteki vekilinin istinaf iddiaları bu itibarla yerinde görülmekle, hükmün 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 289/1-d ve 280/1-b maddeleri uyarınca BOZULMASINA, dosyanın hükmü veren ilk derece mahkemesine GÖNDERİLMESİNE,
Kesin olmak üzere 18/12/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
     Başkan                                                      Üye                                                     Üye
Cengiz ÇOBAN                                Birol DİNLER                                         Ömer ŞEN
      e-imza                                               e-imza                                                      e-imza

ADLİ TIP RAPORUNUN KESİN KANAAT İÇERMEMESİ- HARİCİ SATIM SÖZLEŞMESİNE DAYALI BEDEL İLE TAŞINMAZ ÜZERİNE DİKİLEN AĞAÇ BEDELİNİN İADESİ

T.C
YARGITAY
3. Hukuk Dairesi
ESAS:2017/9808
KARAR:2018/12867
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ:ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
Taraflar arasındaki alacak davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün, süresi içerisinde bir kısım davalılar ve katılma yoluyla davacı tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçelerinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Y A R G I T A Y K A R A R I
Davacı; davalıların murisi …’dan … ili … İlçesi … Köyü 534 parselde kayıtlı taşınmazı 07/03/1979 tarihinde 36.000,00 TL bedelle harici satım sözleşmesi ile satın aldığını, malik sıfatıyla kullanmaya başladığını, ev ve samanlık yaptığını, muhtelif cinslerde ağaçlar diktiğini, satıcının resmi devri yapmadan vefat etmesi üzerine mirasçıların taşınmazı dava dışı …’a devrettiklerini, adı geçenin talebi ile taşınmazı 10/11/2008 tarihinde tahliye ettiğini ileri sürerek, satım bedeli 36.000,00 TL’nin denkleştirici adalet ilkesine göre iadesini, iyi niyetle yapmış olduğu muhtesat bedelinin tespiti ile davalılardan tahsilini istemiştir.
Bir kısım davalı; zamanaşımı itirazında bulunarak, davacının iddiasına konu sözleşmeye göre 534 no’lu parselin tümünün değil 246,50 m²’lik kısmının satıldığını, davacının dava konusu parselin ikiye bölünemeyeceğinin anlaşılmasına rağmen bahçede bulunan taşlarla bir oda ve bir salon inşaa ettiğini, davacının sözleşmenin ifa edilemeyeceğini bile bile zararın artmasına kendisinin sebebiyet verdiğini belirtmişler, sözleşme aslının sunulmasından sonra cevap dilekçesini ıslah ederek dosyaya sunulan satış senedindeki imzanın murislerine ait olmadığını savunmuşlardır.Mahkemece; Tapu kayıtlarından taşınmazın dava dışı …’a 29.08.2008 tarihinde devredildiği ifanın imkansız hale geldiği anlaşılan bu tarihten tarihten itibaren 1 yıl içinde davanın açıldığı, … Adli tıp kurumu Başkanlığının nihai incelemesiyle satıcı görünen …’ın imzasının kendisine ait olduğu anlaşıldığından gayri resmi satış senedinin doğruluğu konusunda bir tereddüt kalmadığı, müteveffa …’dan davacıya yalnızca kerpiçten yarım yapı halinde birkaç atın bağlanabildiği küçük, pencere ve kapı doğraması olmayan bir ahırın kaldığı keşif ve tanık beyanlarından anlaşıldığı, bu ahırın yerinde şimdi ev olarak düzenlenmiş binanın bulunduğu,bu haliyle ahırın yeni yapıya ekonomik katkı sağlamayacağı yapılan ikinci kez yapılan keşifle daha önce mevcut olupta halihazırda olmayan ağaçların ve davacının yaptırmış olduğu muhtesat değerinin bilirkişi marifeti ile tespit edildiğini, davacının yaptırdığı muhtesat bedelinin dava tarihi itibariyle 6.610,00 TL olduğu, iddiaya konu ağaçların yaşları itibariyle davacı tarafından dikildiği, bu ağaçların değerinin dava tarihi itibariyle 1.050,00 TL olduğu satım bedeli olarak verilen 36.000,00 TL’nin, denkleştirici adalet ilkesine göre güncellenen değerinin 4.032,90 TL olduğu gerekçesiyle, taleple bağlılık ilkesi de nazara alınarak; davanın kabulü ile, 10.000,00 TL tazminatın davalılardan müştereken ve müteselsilen alınarak davacıya verilmesine karar verilmiş hüküm davalılar: …, …, … ve Teşrife Kurdan ile davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava; harici satım sözleşmesine dayalı, ödenen satım bedelinin denkleştirici adalet ilkesine göre belirlenen değeri ile taşınmaz üzerine yapılan yapılar nedeniyle muhdesat bedelinin ve dikilen ağaç bedelinin sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre davalılardan tahsili istemine ilişkindir.
1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, bir kısım davalıların aşağıdaki bent kapsamı dışındaki sair temyiz itirazları yerinde değildir.
2- Bir kısım davalıların temyiz itirazlarının incelemesinde;
TMK’nun 6’ncı maddesi hükmü uyarınca, kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür. Buna göre, ileri sürdüğü bir olaydan kendi yararına haklar çıkaran kimsenin, iddia ettiği olayı kanıtlaması gerekir.Bundan ayrı, HMK’nun 266 ncı maddesi hükmüne göre, çözümü özel veya teknik bir bilgiyi gerektiren konularda, taraflardan birinin talebi üzerine yahut kendilğinden bilirkişinin oy ve görüşünün alınması zorunludur.Davacı, adi yazılı satım sözleşmesine dayalı olarak taşınmaz satın aldığını, ancak davalının tapu devrini gerçekleştirmediğini iddia etmiştir. Davalılardan bir kısmı ise; sözleşmedeki imzayı inkar etmişlerdir. Bu durumda, her şeyden önce sözleşmedeki imzanın davalılar murisine ait olup olmadığının tespit edilmesi ve davalıların bu yöndeki savunmalarının değerlendirilmesi zorunludur.
Somut olayda ise; davacı tarafından ibraz edilen sözleşme üzerinde Adli Tıp Kurumu Fizik İhtisas Dairesince ve Emniyet Müdürlüğü …Kriminal Polis Labaratuvarı Müdürlüğü’nce imza incelemesi yapılmış ve imzanın teşhise götürecek karakteristik materyal, önemli yazı ve tanı unsuru içermeyen, karalama tarzında çizgilerden ibaret, tersiminin basit, taklidinin kolay bir imza olması nedeniyle davalıya ait olup olmadığı hususunun tespit edilemediği bildirilmiştir.
…Kriminal Polis Labaratuvarı Müdürlüğü ve Adli Tıp Kurumu Fizik İhtisas Dairesince yapılan inceleme sonucu verilen raporda kesin bir kanaate ulaşılamadığı belirtilmiş olup mahkemece Adli Tıp Kurumu’ndan alınan rapor hükme esas alınmak suretiyle karar verilmiştir. Oysaki Adli Tıp Kurumundan alınan raporun bu hali ile kesin kanaat içermediğinden hüküm kurmaya elverişli değildir, zira söz konusu raporun anılan kurumdan alınmış ve heyetçe düzenlenmiş olması yerleşik Yargıtay içtihatlarına göre ona üstünlük sağlamayacağından kesin kanaat bildirmeyen mevcut rapora göre sonuca gidilemez. Zira, Adli Tıp Kurumu Fizik İhtisas Dairesi’nin imza incelemesinde son mercii olarak kabulü hususunda yasal bir düzenleme bulunmamaktadır (HGK.’nun 07.10.2009 tarih ve 2009/12-282 sayılı kararı).Bu durumda, mahkemece yapılacak iş; Adli Tıp Kurumu’nun imza incelemesinde üst ve son mercii olmadığı gözetilerek, üniversitelerin ( grafoloji alanında uzman ) güzel sanatlar fakültesi öğretim üyelerinden oluşturulacak bilirkişi heyetinden sözleşmedeki imzanın davalılar murisinin eli ürünü olup olmadığına ilişkin yeniden inceleme yaptırılarak taraf ve Yargıtay denetimine elverişli rapor alınıp sonucuna uygun karar verilmesi gerekirken, yetersiz bilirkişi raporu esas alınarak hüküm kurulması doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.Kabule göre ; Tapulu taşınmazın mülkiyetinin geçirilmesini amaçlayan dava konusu sözleşme resmi şekilde düzenlenmediği için geçersizdir. Geçerli sözleşmelerde olduğu gibi bu tür sözleşmeler taraflarına hak ve borç doğurmaz. Bu durumda tarafların birbirlerinden aldıklarını sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre iade etmeleri gerekir.
Geçerli bir sebebe dayanmaksızın bir kişinin mal varlığından diğerinin mal varlığına kayan değerlerin eksiksiz iadesi denkleştirici adalet düşüncesine dayanır. Denkleştirici adalet ilkesi ise, haklı bir sebep olmaksızın başkasının mal varlığından istifade ederek kendi mal varlığını artıran kişinin elde ettiği bu kazanımı geri verme zorunda olduğunu ve gerçek bir eski hale getirme yükümlülüğü bulunduğunu ifade eder.Bu bakımdan, sebepsiz zenginleşmeye konu alacağın iadesine karar verilirken, taşınmazın satış bedelinin alım gücünün ilk ödeme günündeki alım gücüne ulaştırılması ve bu şekilde iadeye karar verilmesi gerekir. Bu güncelleme yapılırken, güncellemeye esas alınan somut verileri tek tek uygulanarak, ödeme tarihinden ifanın imkânsız hale geldiği tarihe kadar paranın ulaştığı değer her bir dönem için hesaplanmalı, sonra bunların ortalaması alınmalıdır.Başka bir deyişle, denkleştirici adalet kuralı gereğince iadeye karar verilirken, satış bedeli olarak verilen paranın alım gücünün, ifanın imkânsız hale geldiği tarihteki alım gücüne uyarlanması zorunluluğu bulunmaktadır.
Dosya kapsamından, 07.03.1979 tarihli adi yazılı taşınmaz satım sözleşmesinden satım bedeli olarak kararlaştırılan 36.000 TL’nin davacı tarafından davalılar murisi …’a ödendiği, tapu kayıtlarından taşınmazın 29.08.2008 tarihinde bir başka kişiye devredildiği görülmüştür. Mahkemece, dava konusu taşınmaz için sözleşme tarihinde ödenen bedelin denkleştirici adalet ilkelerine dava tarihi itibari ile güncellenmiş miktarına hükmedildiği anlaşılmıştır.Ancak, mahkemece, taşınmazın üçüncü kişiye devir tarihi olan 29.08.2008 tarihi itibariyle ifanın imkansız hale geldiği gözetilerek, bu tarih itibariyle taşınmazın ulaşacağı satış bedelinin; çeşitli ekonomik etkenler nedeniyle azalan alım gücünün enflasyon, TÜFE, altın, döviz, memur maaş ve işçi ücretlerindeki artışlar ve benzeri ekonomik göstergelerin ortalamaları alınmak suretiyle hesaplanmak üzere konusunda uzman bilirkişiden yeniden rapor alınarak karar verilmesi gerekirken; dava tarihi olan 15.12.2008 tarihi esas alınarak yapılan hesaba göre hüküm tesisi de doğru olmamıştır.
3-Davacının temyiz itirazlarının incelenmesinde;HMK’nun 297.maddesinde bir hükmün neleri içermesi gerektiği düzenlenmiştir. Buna göre, hükmün sonuç kısmında, gerekçeye ait herhangi bir söz tekrar edilmeksizin, taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, sıra numarası altında; açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir. (6100 sayılı HMK m. 297/2; 1086 sayılı HUMK. m. 388) Somut uyuşmazlıkta; davacı, dava dilekçesi ile fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla satım bedeline yönelik alacak bakımından ödeme tarihinden itibaren, muhdesat ve ağaç bedeline ilişkin talebi yönünden ise dava tarihinden itibaren yasal faiz isteminde bulunmuş; mahkemece taleple bağlı kalınarak, davanın kabulüne karar verilmesine rağmen, faiz talebine ilişkin olumlu ya da olumsuz bir karar verilmemiştir.
Oysa; mahkemenin hüküm fıkralarında; asıl ve yardımcı taleplerin hepsi hakkında açık ve tereddüte yol açmayacak şekilde karar vermesi zorunludur.Davadaki faiz asıl alacağa bağlı, fer’i nitelikte olması nedeniyle, asıl alacağın kabulü halinde şartları var ise; faiz isteminin de kabulü yönünde hüküm kurulması gerekmektedir. Hal böyle olunca mahkemece; bilirkişi marifetiyle davacının yaptırdığı muhtesat bedelinin dava tarihi itibariyle 6.610,00 TL olduğu diktiği ağaç bedellerinin dava tarihi itibariyle 1.050,00 TL olduğu ve kabule göre de satım bedeli olarak ödenen bedelin, denkleştirici adalet ilkesine göre güncellenen değerinin 4.032,90 TL olduğunun tespiti ile, talep edilen 10.000,00 TL ‘ye hükmedilmiş olup, davacının faiz talebinde bulunduğu gözetilerek , faiz istemi hakkında olumlu ya da olumsuz bir hüküm kurulmaması doğru görülmemiş, kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda birinci bentte açıklanan nedenlerle bir kısım davalıların sair temyiz itirazlarının REDDİNE, ikinci bentte açıklanan nedenlerle bir kısım davalıların, üçüncü bentte açıklanan nedenlerle davacı tarafın temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz eden bir kısım davalılar ile davacıya iadesine, 6100 sayılı HMK’nun Geçici Madde 3 atfıyla 1086 sayılı HUMK’nun 440. maddesi gereğince karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 17.12.2018 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

MUVAZAALI VASİYETNAMENİN İPTALİ- TENKİS- TEREKE ORTAKLARININ DAVAYI TAKİP YETKİSİ

T.C

YARGITAY

1.Hukuk Dairesi

ESAS:2017/4075

KARAR:2018/15811 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ           : … ………… MAHKEMESİ 2. HUKUK DAİRESİ

Taraflar arasında görülen vasiyetnamenin iptali davası sonunda, yerel mahkemece asıl ve birleştirilen davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı …….. Yanar vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi … ‘ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

-KARAR-

Asıl dava, tenkis; birleştirilen dava ise, vasiyetnamenin iptali, mümkün olmazsa tenkis isteğine ilişkindir.

Davacı …, asıl davada; mirasbırakan ……..’ın 08.02.2008 tarihinde öldüğünü, …….. haberinden sonra murise ait eve gittiğinde davalı kurumun talimatı ile eve giremediğini, bunun üzerine yaptığı araştırmada murisin tüm malvarlığını davalıya bağışladığını öğrendiğini, saklı payının ihlal edildiğini ileri sürerek, murisin terekesinin tespiti ile saklı payına …….. eden kısmın tenkisini, birleştirilen davada ise; muris ……..’ın 14.02.1989 tarih ve 5444 ve 5445 yevmiye no’lu vasiyetnameler ile mal varlığını davalı kuruma muvazaalı olarak vasiyet ettiğini, vasiyetname tarihinde hukuki işlem ehliyetinin bulunmadığını, saklı payının ihlal edildiğini ileri sürerek, anılan vasiyetnamelerin iptalini, davalıya ödenen bedelin tazminini, olmazsa tenkisini istemiştir.

Yargılama sırasında davacı …’in ……..ü üzerine davanın bir kısım mirasçıları tarafından takip edilmediği, bunun üzerine …’in terekesine Av. …’un temsilci olarak atandığı, davayı tereke temsilcisinin takip ederek sonuçlandırdığı anlaşılmıştır.

Davalı, davanın bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde açılmadığını, murise ait 8 no’lu bağımsız b……..ün ……..ünden çok önce 1989 yılında kurum adına tescilinin yapıldığını, murisin saklı payı etkisiz kılma amacı ile hareket ettiğinin kanıtlanması gerektiğini, iddiaların dayanaksız olduğunu bildirip, asıl ve birleştirilen davaların reddini savunmuştur.

Mahkemece, asıl ve birleştirilen davaların kısmen kabulü ile; vasiyetnamenin iptali isteminin reddine, tenkis isteminin kabulüne ve 170.145,26 TL’nin davalıdan tahsili ile …’in mirasçılarına miras payları oranında ödenmesine karar verilmiş, anılan kararın davacılar vekili ile davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, … ………… Mahkemesi 2. Hukuk Dairesince davacı tarafın yaptığı istinaf başvurusunun usulden, davalı tarafın yaptığı istinaf başvurusunun HMK’nın 353/1.b.1 maddesi gereğince esastan reddine karar verilmiştir.

Bilindiği üzere terekeye temsilci atanmasından sonra tereke ortağının ya da ortaklarının davayı takip yetkisi ortadan kalkar. Bir başka ifade ile davayı açan mirasçı ya da mirasçıların davayı takip yetkisi sona erer ve buna bağlantılı olarak da hükmü temyiz hakkı miras şirketini temsil eden mümessile geçer.

Bu açıklamalar karşısında davayı takip yetkisi sona eren davacı … ( mirasçı ) vekilinin temyiz dilekçesinin REDDİNE,

Davalı vekilinin temyiz itirazlarına gelince;

Dosya içeriği ve toplanan delillerden; muris …….. Özdeniz’in 08.02.2008 tarihinde ……..ü ile geriye mirasçı olarak oğlu …’in kaldığı, murisin maliki olduğu 430 ada 3 sayılı parseldeki 8 no’lu bağımsız b……..ü intifa hakkını uhdesinde tutarak çıplak mükiyetini 07.02.1989 tarih ve 723 yevmiye no’lu akit ile davalı derneğe kayıtsız ve şartsız olarak bağış yoluyla devrettiği, ayrıca murisin ………… sayılı ticari taksi plakasını … 24. Noterliği’nin 01.03.2004 tarih ve 8345 yevmiye no’lu ticari plaka satış sözleşmesi ile 90.000.000.000 ETL’ye ( 90.000,00 TL ) dava dışı …’a devir ettiği, davalı derneğin tereke tespiti dosyasına yazdığı 03.02.2014 tarihli cevabi yazı uyarınca; muris …….. Özdeniz’in ………… sayılı ticari plakasını satarak elde ettiği gelir ile 18.713.087.500 ETL, 93.104.312.999 ETL, 19.584.460.000 ETL değerinde cihazlar aldığını ve şubelerine bağışladığını, yine ölünceye kadar tüm masrafları …….. halinde cenaze masrafları bu miktardan karşılanmak kaydıyla 55.000 EURO’yu da şubelerine bağışladığını bildirdiği, ek olarak sunulan fatura ve makbuzlardan para bağışlarının ( cihaz almak suretiyle ) 09.03.2004, 11.03.2004, 24.03.2004, 26.03.2004 ve 09.04.2004 tarihlerinde yapıldığı anlaşılmıştır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, murisin sahip olduğu ticari plakayı 2004 yılında 3. kişiye satarak bedelini aldığı, aldığı bu bedel ile davalı kuruma para bağışında bulunduğu tespit edildiğinden, ticari plakanın tenkis hesabına dahil edilmemesi yerindedir.

Öte yandan, muris 08.02.2008 tarihinde öldüğüne ve 4721 sayılı TMK’nın 565/3. maddesi uyarınca ……..ünden önceki bir yıl içinde adet üzere verilen hediyeler dışında yapmış olduğu bağışlamalar mutlak tenkise tabi olduğuna göre; murisin 07.02.1989 tarihinde bağışladığı bağımsız …….. ile 2004 yılında yaptığı para bağışlarının mutlak tenkise tabi olduğunu söyleyebilme olanağı yoktur.

O halde, 07.02.1989 tarihinde bağışlanan bağımsız b…….. ile 2004 yılında yapılan para bağışlarının tenkise tabi olabilmesi için davacının TMK’nın 565/4. maddesi uyarınca murisin saklı pay kurallarını etkisiz kılmak amacıyla bu bağışları yaptığını kanıtlaması gerekmektedir. Murisin tüm malvarlığını devretmesi doğrudan o amaçla hareket ettiğini her durumda göstermez. Bu amacın davacı tarafından ispatlanması lazımdır.

Hal böyle olunca, yukarıda açıklandığı üzere murisin saklı pay kurallarını etkisiz kılmak amacıyla hareket edip etmediğinin saptanması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi hatalıdır.

Davalı vekilinin yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 20.12.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi

SINAVA GİRİŞ ÜCRETİNİN BANKA ÇALIŞANINA BİLDİRMESİNE RAĞMEN, ÇALIŞAN TARAFINDAN SINAV ÜCRETİNİN BAŞKA HESABA YATIRILMASI MANEVİ TAZMİNAT

T.C
YARGITAY
11. Hukuk Dairesi
Esas No:2016/4156
Karar No:2016/4233

MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

Taraflar arasında görülen davada …. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce verilen 29/05/2014 tarih ve 2013/214-2014/217 sayılı kararın Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Davacı vekili; müvekkilinin … giriş sınavına yatırması gereken sınav ücretinin, davalı banka personeli … tarafından …’nin başka bir hesabına yatırıldığını ve bu nedenle müvekkilinin mülakatı geçmesine rağmen yazılı sınava giremediğini, ayrıca gelecek dönem içinde yaşının geçmesi nedeniyle sınav şansının kalmadığını, davalıların hatası nedeniyle müvekkilinin yaptığı emek ve masrafların boşa gittiğini ve manevi olarak büyük hayal kırıklığı ve üzüntü yaşadığını ileri sürerek 15.000,00 TL manevi tazminatın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalılar vekili; sınava girecek her adayın yatırmış olduğu ücretle ilgili inceleme ve kontrol etme yükümlülüğünün bulunduğunu, müvekkillerinin olayda bir kusurunun bulunmadığını savunarak davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, iddia, savunma, bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamına göre; davacıya … tarafından tebliğ edilen ve sınav ücretinin yatırılacağı bankaların adının bulunduğu tebliğ belgesinde açıkça “sınav ücretini yatıran adayların banka şubesinden ayrılmadan önce kendilerine verilen banka dekontunu dikkatle incelemeleri, bilgilerinde yanlışlık yoksa, bankadan ayrılmaları, yanlışlık varsa mutlaka düzelttirerek bankadan ayrılmaları” hususunda ihtaratın mevcut olduğu, davalı banka tarafından davacıya verilen dekontun orta kısmında büyük harflerle “…. … Ödemesi” yazılı olduğu, bu durumda tüm kusurun davacıda olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.

Dava, banka çalışanının dikkatsiz ve özensiz davranması sonucu uğranıldığı ileri sürülen manevi zararın tazmini istemine ilişkindir. Davacının … sınavı için giriş ücreti yatıracağını davalı banka çalışanına bildirmesine rağmen, çalışan tarafından sınav ücretinin …’nin DGS hesabına yatırıldığı hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır. Bu durumda bir güven kurumu olarak basiretli tacir gibi davranması gereken davalı bankanın, objektif özen yükümlülüğünün yerine getirilmemesinden kaynaklanan hafif kusurlardan dahi sorumluluğu bulunmakta olup, banka çalışanı tarafından dava konusu ücretin yanlış hesaba yatırılmasından da sorumludur. Buna karşılık, davalı banka çalışanı …’ün de davacıya karşı haksız fiil hükümlerine göre sorumlu olduğunun kabulü gerekir. Ayrıca, davacı da kendisi için önemli olan böyle bir sınav nedeniyle banka tarafından verilen dekontu kontrol etmediği için kusurludur. Bu durumda, mahkemece, tarafların kusur oranı belirlenerek sonucuna göre hakkaniyete uygun manevi tazminata karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde tüm kusuru davacıya yükleyerek davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın davacı yararına bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile kararın davacı yararına BOZULMASINA, ödediği temyiz peşin harcın isteği halinde temyiz edene iadesine, 18/04/2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi

KREDİ İLE SATIN ALINAN EV – KATILMA ALACAĞININ HESAPLANMA YÖNTEMİ

T.C
YARGITAY
8. Hukuk Dairesi
ESAS: 2016/16546
KARAR:2018/20342
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi
DAVA TÜRÜ : Katılma Alacağı
Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş olup hükmün davacı vekili ile davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.
K A R A R
Davacı … vekili, evlilik birliği içinde davalı adına 3 nolu meskenin satın alındığını, natamam olan bu meskenin içinin yaptırılmasında gerekli paranın ise davacının annesinin aldığı araç satılıp yerine alınan ikinci aracın satımından gelen meblağ ile karşılandığını açıklayarak, edinilmiş mal olan bu mesken yönünden mal rejiminin tasfiye edilerek, yarı değeri yönünden fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla şimdilik 50.000,00 TL alacağın faiziyle birlikte tahsilini talep etmiş, 24.04.2015 havale tarihli hesap raporuna karşı beyan dilekçesiyle 37.659,82 TL katılma alacağının faiziyle tahsili şeklinde talebini sınırlandırmıştır.
Davalı … vekili, meskenin banka kredisi ile alındığını, taksit ödemelerinin halen devam ettiğini, aracın, bedeli davalı tarafından ödenerek alınıp davacı adına tescil edildiğini, tamamen onun tasarrufunda olduğunu, davacının taşınmazın edinilmesinde hiçbir katkısı bulunmadığını ileri sürerek, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kısmen kabulüne, davalının 18.601,00 TL’yi dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle davacıya ödemesine, fazlaya dair istemin reddine, davacının değer artış payına ilişkin isteminin saklı tutulmasına karar verilmiştir. Hüküm, süresi içerisinde davacı vekili ve davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
1.Dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına ve mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verildiğine, takdirde bir isabetsizlik bulunmadığına göre, davacı vekilinin ve davalı vekilinin aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
2.Davacı vekilinin ve davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarına gelince; Maddi olayları ileri sürmek taraflara, hukuki nitelendirme yapmak ve uygulanacak kanun maddelerini belirlemek hakime aittir (6100 sayılı HMK mad. 33). İddianın ileri sürülüş şekline göre dava, katılma alacağı isteğine ilişkindir.
Tasfiyeye konu taşınmazın, bedelinin tamamının ya da bir kısmının kredi ile karşılanması durumunda, kredi veren kuruluşa yapılan geri ödemelerin isabet ettiği dönemden, miktarından ve taksit sayısından hareketle mal rejiminin tasfiyesi sonucunda eşlerin alacak miktarları belirlenir. 4721 sayılı TMK’nun 202/1.maddesi gereğince edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu dönemde yapılan ödemelerde, eşler lehine değer artış payı ve/veya artık değere katılma alacak hakları doğabilecektir. Kredi borcu ödemelerinin bir kısmının mal rejiminin devamı süresince, bir kısmının da daha sonraki tarihlerde yapılmasında, mal rejiminin geçerli olduğu dönemin sonrasına sarkan ödemeler, dava konusu taşınmazın borcu kabul edilerek tasfiye gerçekleştirilir.
Yukarıda açıklandığı gibi iki döneme yayılan kredi borcu ödeme tablosu mevcut olduğunda; öncelikle, mal rejiminin sona erdiği tarihte henüz vadesi gelmediği için ödenmemiş kredi borç miktarının, toplam kredi borcuna oranı bulunur. Sonra bulunan bu kredi borç oranının, taşınmazın toplam satın alım bedeli karşısındaki oranına dönüşümü gerçekleştirilir. Tespit edilen bu oranın, taşınmazın tasfiye tarihindeki(karara en yakın) sürüm(rayiç) değeri ile çarpılmasıyla borç miktarı belirlenir. Bu ilke ve esaslara göre saptanan taşınmazın borç miktarı, tasfiye tarihindeki sürüm değerinden düşüldükten sonra kalan miktar, artık değere katılma alacağı hesaplamasında göz önünde bulundurulur.
Buna göre; öncelikle, tasfiyeye konu taşınmazın satın alma bedeli, bunun kredi ile ve varsa kredi dışında eşlerin kendi imkanları ile karşıladıkları miktarlar ve oranları ile tasfiye(karara en yakın) tarihindeki sürüm(rayiç) değeri ayrı ayrı belirlenmelidir.
Açıklamalar doğrultusunda hesaplama yapılabilmesi için, iddia ve savunma çerçevesinde, taşınmazın satın alınmasına ilişkin akit tablosuyla birlikte tapu kaydı, kredi sözleşmesi ve kredi borcu ödeme tablosu dahil finans kuruluşu kayıtları, ihtiyaç duyulması halinde eşlerin malın alınmasında katkı olarak kullandıklarını ileri sürdükleri malvarlıklarına ilişkin sair belgeler bulundukları yerlerden getirtilerek uyuşmazlığın çözümünde göz önünde bulundurulmalıdır.
Uyuşmazlığın çözümünde kullanılabilecek belirleme ve hesaplamaların yapılabilmesi için gerek görülürse konusunun uzmanı bilirkişi veya bilirkişilerden oluşan kuruldan da yardım alınmalıdır.
Somut uyuşmazlık incelendiğinde; taraflar 18.12.1998 tarihinde evlenmiş, 11.08.2008 tarihinde açılan boşanma davasının kabulüne ilişkin hükmün 08.02.2012 tarihinde kesinleşmesiyle boşanmıştır. Tasfiyeye konu edilen 3 nolu mesken eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu 17.06.2005 tarihinde satış yolu ile davalı adına tapuda tescil edilmiştir. Dava dışı araç ise 23.03.2005 tarihinde davacı adına tescil edilmiş olup, 27.06.2005 tarihinde üçüncü şahsa devredilmiştir.
Mahkemece, davacının meskenin yapımında bedeli kullanılmak üzere satılan araç kişisel mal kabul edilmiş ve buna yönelik değer artış payına ilişkin hakkın saklı tutulmasına, katılma alacağı yönünden meskenin tasfiye tarihi itibariyle sürüm değeri 125.000,00 TL ile evlilik birliği içinde 25 adet taksit ödendiği kabul edilerek yapılan oranlamaya istinaden alacağa hükmedilmiş ise de gerekçe, dosya kapsamı ile örtüşmediği gibi yapılan hesaplama yöntemi de Dairenin yerleşik uygulamasına uygun düşmemektedir.
Dosya kapsamından, mesken satın alınırken davalı adına ……..sından 33.750,00 TL konut kredisi kullanıldığı, 84 ay vadeli kredinin 37 taksitinin evlilik birliği içine isabet ettiği ve mesken alındıktan sonra içinin yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Mahkemenin, evlilik birliği içinde 25 taksit ödendiğine dair kabulü hatalı olduğu gibi evin kredi ile alınıp daha sonra yaptırıldığı hususları da gözetilmeden evin bitmiş halinin sürüm değeri üzerinden hesaplama yapılması ve bulunan katılma alacağına dava tarihinden itibaren faiz işletilmesi yerinde olmamıştır.
Ayrıca davacı tarafın 24.04.2015 havale tarihli dilekçesinde “aracın edinilmiş mal statüsünde olduğu kabulümüzdedir” şeklinde kendilerini de bağlayıcı beyanlarına karşın, meskenin içi yaptırılırken satılarak bedeli kullanılan davacıya ait aracın kişisel mal olarak kabulü ve buna istinaden davacının değer artış payı hakkının saklı tutulması da dosya kapsamına uygun düşmemiştir.
Mahkemece yapılacak iş, teknik bilirkişi raporunda meskenin natamam halinin tasfiye tarihi itibariyle sürüm değeri olarak belirlenen 100.000,00 TL üzerinden yukarıda açıklanan ilke ve esaslara göre, çekilen kredinin 37 adet taksitinin evlilik birliği içine isabet ettiğine dikkat edilerek gerekli oranlamalar yapılıp, artık değer ve davacının katılma alacağı hesaplanmalıdır.
Bununla birlikte meskenin içi evlilik birliği içinde yaptırıldığına, aksi ispat edilemediğinden bunun edinilmiş mallardan karşılandığının kabulü gerekeceğine ve meskenin bitmiş halinin sürüm değeri 125.000,00 TL olarak belirlendiğine göre meskenin alındığı ve sonraki iki halinin değerleri arasında bakiye 25.000,00 TL artık değer üzerinde de davacının katılma alacağı bulunmaktadır. Mahkemece, hesaplamalar yapılıp, talep de gözetilerek, sonucuna göre davacının katılma alacağı isteği hakkında bir karar verilmeli, davacı lehine hükmedilecek katılma alacağına, TMK’nin 239/son maddesi, Yargıtay’ın ve Dairemizin kökleşmiş uygulamaları gözetilerek, tasfiye tarihi olan karar tarihinden itibaren faiz yürütülmelidir.
Açıklanan yönler gözetilmeksizin yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup hükmün bu sebeplerle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda (2) nolu bentte gösterilen nedenlerle davacı vekili ve davalı vekilinin yazılı temyiz itirazları yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün 6100 sayılı HMK’nin Geçici 3. maddesi yollaması ile HUMK’un 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, her iki taraf vekillerinin diğer temyiz itirazlarının yukarıda (1). bentte gösterilen nedenle reddine, peşin harcın istek halinde temyiz edenlere ayrı ayrı iadesine, 18.12.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Exit mobile version