BAŞIBOŞ KÖPEĞİN ANİDEN YOLA ÇIKMASI NEDENİYLE MEYDANA GELEN KAZADA KÖPEĞİN YÜZDE YÜZE KUSURLU OLMASI NEDENİYLE SİGORTA ŞİRKETİNİN SORUMLULUĞUNUN BULUNMADIĞI

T.C
YARGITAY

17. Hukuk Dairesi

2016/3908 E. , 2019/2076 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda verilen hükmün duruşmalı olarak temyizen tetkiki davalı vekilince istenmiş olmakla duruşma için tayin edilen 26.2.2019 Salı günü taraflardan gelen olmadı.Temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, 19/05/2014 tarihinde dava dışı …’ın sevk ve idaresindeki aracın, aniden yola fırlayan başıboş köpeğe çarpmamak için direksiyonu kırması ve ardından direksiyon hakimiyetini kaybetmesi ile takla atması neticesinde trafik kazası meydana geldiğini, araçta yolcu olarak bulunan (müvekkilinin çocuğu) …’ın vefat ettiğini, kazada dava dışı …’ın kusurlu olup olmadığı anlaşılmamakta ise de, araçta yolcu olarak bulunan …’a kusur isnadında bulunulamayacağını, aracın davalı …. bünyesinde … ile sigortalı bulunduğunu belirterek şimdilik 3.000,00 TL’nin tahsiline karar verilmesini talep etmiş, yargılama sırasında talebini yükseltmiştir.

Mahkemece, davanın kabulü ile; 41.027,12 TL alacağın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalı taraftan alınarak; davacı tarafa verilmesine, karar verilmiş; hüküm davalı vekilince temyiz edilmiştir.

Dava, trafik kazasından kaynaklanan ölüm nedeniyle maddi(destekten yoksun kalma) tazminat istemine ilişkindir.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 91/1.maddesinde, “işletenlerin, bu Kanunun 85/1 maddesine göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere mali sorumluluk sigortası yaptırmaları zorunludur”, aynı Yasanın 85/1 maddesinde, “bir motorlu aracın işletilmesi bir kimsenin ölümüne veya yararlanmasına yahut bir şeyin zarara uğramasına sebep olursa, araç işletenin bu zarardan sorumlu olacağı” ve 85/son maddesinde ise, “ işleten ve araç işleticisi teşebbüsün sahibi, aracın sürücüsünün veya aracın kullanılmasına katılan yardımcı kişilerin kusurundan kendi kusuru gibi sorumludur.” hükümlerine yer verilmiş, Karayolları Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarının A-1.maddesinde de, “sigortacı bu poliçede tanımlanan motorlu aracın işletilmesi sırasında bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına sebebiyet vermesinden dolayı 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’na göre işletene düşen hukuki sorumluluğu, zorunlu sigorta limitlerine kadar temin eder” düzenlemesi yer almıştır.

Yukarıda açıklanan madde hükümlerinden, zorunlu mali sorumluluk sigortasının; motorlu bir aracın karayolunda işletilmesi sırasında bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına neden olması halinde, o aracı işletenin, zarara uğrayan 3. kişilere karşı olan sorumluluğunu belli limitler dahilinde karşılamayı amaçlayan ve yasaca yapılması zorunlu kılınan bir zarar sigortası türü olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre, davalı … şirketi kazaya karışan sigortalı aracın trafik sigortacısı (…) sıfatıyla, bu aracın “sebebiyet verdiği” trafik kazası sonucunda oluşan zarardan, kendisine sigortalı araç sürücüsünün (kusurlu olması durumunda) kusuru oranında sorumlu olacaktır.

Somut olayda, dosya kapsamında alınan ATK raporunda, sigortalı araç sürücüsünün kusuru olmadığı ve kazanın meydana gelmesinde başıboş köpeğin aniden yola çıkmasının %100 oranında etken olduğu kabul edilmiş olmakla, sigortalı araç sürücüsünün kazada kusursuz olması karşısında, oluşan zarardan mahkemece davalının sorumlu tutulması yönünde karar tesisi yerinde görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle hükmün BOZULMASINA, duruşmada vekille temsil olunmayan davalı yararına vekalet ücreti takdirine yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine 26/02/2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

KÖY MERASINA TECAVÜZ SUÇUNUN MAĞDURU KÖY TÜZEL KİŞİLİĞİ OLUP SUÇTAN ZARAR GÖREN HAZİNENİNDE DAVAYA KATILMA HAKKI BULUNMAKTADIR

T.C
YARGITAY
Ceza Genel Kurulu

2015/994 E. , 2016/215 K.

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :Asliye Ceza
Günü : 17.01.2013
Sayısı : 20-11

Köy merasına tecavüz suçundan sanığın beraatına ilişkin, Kelkit Asliye Ceza Mahkemesince verilen 17.01.2013 gün ve 20-11 sayılı hükmün katılan vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 8. Ceza Dairesince 16.12.2013 gün ve 17125-29191 sayı ile;
köy merasına tecavüz suçunun mağduru köy tüzel kişiliği olup suçtan doğrudan zarar görme olasılığı bulunmayan hazinenin, bu suçtan açılan davaya katılma hakkı bulunmadığı gibi, katılma kararı verilmiş olması da temyiz hakkı vermeyeceğinden, Maliye Hazinesi vekilinin temyiz isteminin 5320 sayılı Kanunun 8/1. maddesi uyarınca uygulanması gereken CMUK’nun 317. maddesi gereğince reddine” karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 20.01.2014 gün ve 92763 sayı ile;

“Kamu davasına katılma 5271 sayılı CMK’nun 237 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. CMK’nun 237/1. maddesine göre; ‘Mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel kişiler ile malen sorumlu olanlar, ilk derece mahkemesindeki kovuşturma evresinin her aşamasında hüküm verilinceye kadar şikâyetçi olduklarını bildirerek kamu davasına katılabilirler.’

Tüm dosya kapsamından dava konusu yerin köy merası olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlamda dava konusu yer Maliye Hazinesi’ne ait ancak kullanım hakkı köylüye ait bir yerdir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 14.01.2014 tarih ve 222-6 sayılı kararı da nazara alındığında, köy merasına tecavüz suçlarında Maliye Hazinesi’nin suçtan doğrudan zarar gören olarak davaya katılabileceği ve yasa yollarına müracaat hakkının var olduğu kabul edilmelidir.

Şu halde, davaya katılma ve hükme yönelik yasa yollarına müracaat hakkı bulunan Maliye Hazinesi vekilinin sanık aleyhine yapmış olduğu temyiz itirazları gözetilerek temyiz davasının kapsamı belirlenmeli ve buna göre bir karar verilmelidir” görüşüyle itiraz kanun yoluna müracaat ederek, Özel Daire ret kararının kaldırılmasına ve dosyanın, hükmün esasının incelenebilmesi amacıyla Yargıtay 8. Ceza Dairesine gönderilmesine karar verilmesi isteminde bulunmuştur.

CMK’nun 308/1. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 8. Ceza Dairesince 30.09.2015 gün ve 1976-21880 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI

Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözülmesi gereken uyuşmazlık; köy merasına tecavüz suçundan açılan kamu davasına Maliye Hazinesinin katılıp hükmü temyize hak ve yetkisi bulunup bulunmadığının belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya kapsamından;

Kelkit Cumhuriyet Başsavcılığının 02.02.2010 tarih ve 49-16 sayılı iddianamesiyle, sanık …’ın…. ilçesi … Köyü 16 nolu mera parselindeki 9844 metrekarelik alana ağaç dikmek ve traktörle sürmek suretiyle tecavüzde bulunduğu iddiasıyla 5237 sayılı TCK’nun 154/2. maddesinin delaletiyle aynı maddenin 1. fıkrası gereğince cezalandırılması talebiyle kamu davası açıldığı,

Kovuşturma aşamasında Hazine vekilinin suçtan zarar gördüklerinden bahisle davaya katılma isteminde bulunduğu, yerel mahkemece söz konusu talep kabul edilerek suçtan zarar görmesi ihtimaline binaen Maliye Hazinesinin müdahil olarak davaya kabulüne karar verildiği,

Suça konu … Köyü 16 nolu parselin, Hazine adına kayıtlı ve köy tüzel kişiliği yararına tahsisli mera olduğunun belirtildiği,

Sanığın aşamalarda, babasından kalan yeri kullandığını,…. Kaymakamlığının men kararı ile derhal tecavüzü sona erdirdiğini, suç işleme kastının olmadığı gibi tecavüzü de kendisinin gerçekleştirmediğini savunduğu,

Anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlık konusunda sağlıklı bir hukuki çözüme ulaşılması bakımından, meranın hukuki statüsü ile Hazine ve köy tüzel kişiliğinin meralar üzerinde sahip oldukları hakların niteliği üzerinde durulması gerekmektedir.

Mera, 4342 sayılı Mera Kanununun, “Tanımlar” başlıklı 3. maddesinde; “Hayvanların otlatılması ve otundan yararlanılması için tahsis edilen veya kadimden beri bu amaçla kullanılan yeri ifade eder” şeklinde tanımlanmıştır.

Aynı kanunun “Mera, Yaylak ve Kışlakların Hukuki Durumu” kenar başlıklı 4. maddesinde ise meraların kullanma hakkının bir veya birden çok köy veya belediyeye ait olduğu, bu yerlerin Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunduğu, özel mülkiyete geçirilemeyeceği, amacı dışında kullanılamayacağı, meralarda zamanaşımının uygulanmayacağı sınırlarının daraltılamayacağı, ancak kullanım hakkının kiralanabileceği hüküm altına alınmıştır.

3402 sayılı Kadastro Kanunun 16-B maddesinde meraların kamunun yararlanmasına tahsis edilmiş veya kamunun kadimden beri yararlandığı orta malı taşınmazlardan olup, tescile tâbi olmadıkları ve özel mülkiyete konu teşkil etmeyecekleri,

4721 sayılı Türk Medeni Kanunun 715. maddesinde de yararı kamuya ait malların Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu, bu malların kazanılması, bakımı, korunması, işletilmesi ve kullanılmasının özel kanun hükümlerine tâbi olduğu belirtilmiştir.

Anılan kanuni düzenlemeler uyarınca meralar kamu malı olup en genel tanımıyla kamu malları, Devletin özel mülkiyetindeki malları, kamunun yararlanmasına tahsis edilen hizmet malları ile kamunun ortak kullanımına ve yararlanmasına açık olan orta malları ve sahipsiz malları ifade eder (Sadık Kırbaş, Devlet Malları, Birlik Yayınevi, Ankara,s.4). Yararlanma, tahsis şekli, mahiyet gibi ölçütler çerçevesinde kamu malları sahipsiz malları, hizmet malları, orta malı, vakıf malları, eski eserler gibi çeşitli sınıflandırmalara tâbi tutulmaktadır. Bu ayrım içerisinde meralar kamu orta malları kapsamında yer almaktadır. Orta mallarının bir kısmından yapılan tahsise göre toplumun belirli bir kesimi yararlanırken -meralar buna örnektir- bir kısmından ise yol ve meydanlar gibi mahiyetleri itibariyle herkes yararlanmaktadır.

Öğretide, Devletin kamu malları üzerinde sahip olduğu hakkın hukuki mahiyeti konusunda iki farklı görüş ileri sürülmüştür:

1) Birinci görüşe göre; Devlet kamu malları üzerinde mülkiyet değil, bir zabıta ve koruma hakkına sahiptir. Buna göre, kamu malları özel mülkiyete ve ferdi tasarrufa elverişli değildir. Çünkü mülkiyet hakkı bir şeyden mutlak şekilde faydalanmak ve tasarruf etmek yetkisini vermektedir. Devletin ise kamu malları üzerinde serbestçe tasarruf ve mutlak kullanma yetkisi olmadığından kamu malları üzerindeki yetkisi bir mülkiyet hakkı olarak tavsif edilemeyecektir. Devlet kamu malları üzerinde sadece kamu hukukundan kaynaklanan bir zabıta ve koruma hakkına sahiptir.

2) İkinci görüşe göre de; Devlet kamu malları üzerinde bir nevi idare hukuku mülkiyetine sahiptir. Ancak bu mallar umumun istifadesine bırakıldığından veya belli bir kamu hizmetine tahsis edildiğinden bu mülkiyet hakkı çok sınırlı ve idare hukuku kaidelerine bağlı bir haktır. (Halil Cin, Mehmet Handan Surlu, Türk Hukukunda Mera Yaylak ve Kışlaklar ve Mera Kanunu Şerhi, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2000, s.13 vd)

Belirtilen görüşler doğrultusunda Devletin meralar üzerinde sahip olduğu hakkın hukuki niteliğinin takdir ve tayininden önce mevzuatta Devlete ve onu temsilen Hazineye meralarla ilgili tanınan hak ve yükümlülüklerin neler olduğunun da gözden geçirilmesinde yarar bulunmaktadır.

Anayasanın 45. maddesinde; “Devlet, tarım arazileri ile çayır ve mer’aların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak maksadıyla, tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerinin ve diğer girdilerinin sağlanmasını kolaylaştırır” denilmektedir. Bu madde ile Devletin meraları koruma görevinin olduğu vurgulanmıştır. Nitekim madde gerekçesinde bu husus daha açık biçimde; “Madde, Devlete, tarım arazilerinin ve çayırlarla meraların amaç dışı kullanılmasını önleme görevini yüklemektedir” şeklinde ifade edilmiştir.

4342 sayılı Mera Kanununun 4. maddesinde; amaç dışı kullanılmak suretiyle vasıfları bozulan mera, yaylak ve kışlakları tekrar eski konumuna getirmek amacıyla yapılan veya yapılacak olan masrafların, sebebiyet verenlerden tahsil edileceği, yapılan masraflar karşılığı tahsil edilen tutarların genel bütçeye, yapılacak olan masraflar karşılığı tahsil edilen tutarların ise il müdürlüklerince hazırlanan ıslah projelerine uygun olarak o yerin ıslah çalışmalarında kullanılmak üzere köy sandığında veya belediye bütçesinde açılacak hesaba gelir kaydedileceği,

5 ve 6. maddelerinde; meraların tespit, tahdit ve tahsislerinin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığınca yapılacağı, Devletin hüküm ve tasarrufunda veya Hazinenin mülkiyetinde bulunan arazilerin mera olarak tahsis edilebileceği,

12. maddesinde; vali yardımcısı başkanlığında çeşitli kamu görevlileri ve ziraat odası temsilcisinden oluşan mera komisyonlarınca meraların ihtiyaçtan fazla çıkan kısmının çevre köy veya belediyelerde hayvancılık yapan özel gerçek ve tüzel kişilere kiralanabileceği 30. maddesinde; otlatma amacıyla kiraya verilen meralardan alınacak ücretlerin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Merkez Saymanlık Müdürlüğü hesabına yatırılacağı, yatırılan bu tutarların bütçeye gelir kaydedileceği,

14. maddesinde; tahsis amacı değiştirilmedikçe mera, yaylak ve kışlaklardan bu kanunda gösterilenden başka şekilde yararlanılamayacağı, ancak, bu kanuna veya daha önceki kanunlara göre mera olarak tahsis edilmiş olan veya kadimden beri bu amaçla kullanılan arazilerin belirli şartlarda ilgili müdürlüğün talebi, komisyonun ve defterdarlığın uygun görüşü üzerine, valilikçe tahsis amacı değiştirilebileceği bu takdirde söz konusu yerlerin tescillerinin Hazine adına yapılacağı,

16. maddesinde; mera komisyonlarının tespit ve tahdit çalışmaları sırasında köy ve belediyelere tahsisli veya kadimden beri bu amaçla kullanılan mera, yaylak ve kışlaklar üzerinde zilyedlik yoluyla hasım gösterilmeksizin yapılmış bulunan tescillerin iptalini sağlamak üzere, durumu Hazineye ihbar etmekle yükümlü oldukları,

19. maddesinde; muhtarlar ve belediye başkanlarının mera, yaylak ve kışlakların ve sınır işaretlerinin korunmasından ve ayrıca tahsis amacına göre en iyi şekilde kullanılmasının sağlanmasından sorumlu oldukları, bu amaçla ilgili köy ve belediyelerde “Mera Yönetim Birlikleri” kurulacağı, muhtarlar ve belediye başkanları, mera, yaylak ve kışlaklara tecavüz olduğu takdirde durumu derhal Bakanlık, il veya ilçe müdürlüğüne, il ve ilçe müdürlükleri de valilik veya kaymakamlığa bildirmekle yükümlü oldukları, bu makamlarca 3091 sayılı Taşınmaz Mal Zilyedliğine Yapılan Tecavüzlerin Önlenmesi Hakkında Kanun veya 2886 sayılı Devlet İhale Kanununun 75. maddesi uyarınca gerekli işlemlerin yapılacağı,

442 sayılı Köy Kanununun 2. maddesinde; meraların köyü oluşturan unsurlardan biri olduğu, 8. maddesinde meraların da dâhil bulunduğu köy orta mallarının Devlet malı gibi korunacağı, bu türlü mallara el uzatanların Devlet malına el uzatanlar gibi cezalandırılacağı,

12. maddesinde; meralardan ihtiyaçtan fazlasının kiralanabileceği bu takdirde kira bedelinin köy parası olarak köy tüzel kişiliğine ait olacağı,

3091 sayılı Taşınmaz Mal Zilyedliğine Yapılan Tecavüzlerin Önlenmesi Hakkında Kanunun 3. maddesinde; köye ait taşınmaz mallara yapılan tecavüz veya müdahalelerde köy halkından herhangi birinin de yetkili makama başvuruda bulunabileceği, anılan kanunun uygulama şekli ve esaslarına dair yönetmeliğin 46. maddesinde ise köy tüzel kişiliğine ait mer’a, harman yeri, yol ve sulak gibi taşınmaz mallara yapılan ilk tecavüz ve müdahaleler 3091 sayılı Kanuna göre önlenmekle birlikte, tecavüz veya müdahalede bulunanlar hakkında 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 154. maddesi uyarınca cezai işlem yapılmak üzere durumun valilik ve kaymakamlıkça Cumhuriyet Savcılığına bildirileceği, düzenlenmiştir.

Görüldüğü üzere meralar üzerinde Devletin ve köy tüzel kişiliğinin müşterek hak ve yükümlülükleri bulunmaktadır. Köyler meraların kullanma hakkının sahibi, Devlet ise bu mülkün sahibidir. Ancak Devletin sahip olduğu mülkiyet hakkı, özel mülkiyetten farklı, çıplak veya kuru mülkiyet diyebileceğimiz sınırlı bir idari mülkiyettir. Bu hususa işaret eden Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 21.03.2001 gün ve 231-271 sayılı kararında; “Meraların kuru mülkiyeti Hazineye ait olması itibariyle bu yerin amaç dışı kullanımından dolayı mülkiyet sahibinin zarar görmeyeceği düşünülemez” denilmiş, 05.05.2010 gün ve 234-248 sayılı kararında da, meraların sahibinin Devlet olduğu, Devlet tüzel kişiliğini ilgilendiren davalarda temsil yetkisinin ise Maliye Hazinesine ait bulunduğu kabul edilmiştir. Kanun koyucu meraları hem bireylere ve topluluklarına, hem Devlete ve hem de diğer kamu tüzel kişilerine karşı korumak ve özel mülkiyetin sakıncalarını gidermek amacıyla önlem olarak Devletin hakkını mülkiyet olarak tavsif etmemiş, hüküm ve tasarrufu altında bulunduğunu belirtmekle iktifa etmiştir. (Lütfi Duran, Kamusal Malların Ölçütü, Amme İdaresi Dergisi, 1986, Sayı 3. s.49) Meranın sahibi olduğundan özel hukukta meranın aynına ilişkin bir dava Hazine taraf olmadan görülemeyecektir. Hazinenin meralarla ilgili aidiyet, tapu iptal, el atmanın önlenmesi, kâl, sökme, ecri misil ve tazminat davası açma hakkı olduğu gibi, meraya tecavüz eden veya amaç dışı kullanan köyün kendisi ise Hazine mülkiyet sahibi olarak köy tüzelkişiliğe karşı da dava açabilecektir.

Bu şekilde meraların hukuki durumu, Hazine ve köy tüzel kişiliğinin meralar üzerinde sahip olduğu hakkın hukuki niteliği ortaya konulduktan sonra, köy merasına tecavüz suçu üzerinde de durulması gerekmektedir.

Köy merasına tecavüz suçu, hakkı olmayan yere tecavüz suçunun bir türü olarak 765 sayılı Kanunun 513. maddesi ile buna benzer biçimde 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 154. maddesinde düzenlenmiş olup maddenin 2. fıkrası; “Köy tüzel kişiliğine ait olduğunu veya öteden beri köylünün ortak yararlanmasına terk edilmiş bulunduğunu bilerek mera, harman yeri, yol ve sulak gibi taşınmaz malları kısmen veya tamamen zapt eden, bunlar üzerinde tasarrufta bulunan veya sürüp eken kimse hakkında birinci fıkrada yazılı cezalar uygulanır” hükmünü taşımaktadır.

Suçun maddi unsurunu oluşturan seçimlik hareketler; merayı kısmen veya tamamen zapt etme veya üzerinde tasarrufta bulunma ya da sürüp ekmektir. Zapt etme; taşınmazdan başkalarının kısmen veya tamamen yararlanmasını engellemek, taşınmazı fiilen el altında tutmaktır. Tasarruf etmek ise, taşınmazın devamlı bir biçimde kullanılması olup kısa süreli tasarruflar, kanunun aradığı anlamda tasarruf değildir. Öte yandan sürüp ekmek de, taşınmaz üzerinde tasarruf etme şekillerinden biridir.

Suçla korunan hukuki yarar meraların mülkiyet ve ortak kullanım hakkının korunmasıdır. Bu suçla meraya vâki tecavüz eylemlerinin herhangi bir şikâyet ve başvuru şartına bağlı olmaksızın etkin bir biçimde yaptırım altına alınması ve bu suretle meraların korunması amaçlanmıştır. Böylelikle Devlet, Anayasının 45. maddesinde belirtilen meraların amaç dışı kullanılması ve tahribinin önlenmesi yükümlüğünü de yerine getirmiş bulunmaktadır.

Suçun mağduru meradan yararlanma hakkı olan herkestir. Meranın kullanma hakkı sahibi köy tüzel kişiliği ve meranın sahibi Hazine de suçtan zarar görendir.

Suçun maddi konusu tahsisli veya kadim köy meraları olduğundan belediye sınırları içerisindeki meralar bu suçun konusunu oluşturmamaktadır. Tahsis idari bir işlem olup Devlete ait olan bir arazinin kulanım hakkının hayvanların otlatılması ve otundan yararlanılması için müştereken bir veya birkaç köy ya da belediyeye bırakılmasını ifade eder. Kadim mera ise, başlangıcı bilinmeyen bir zamandan beri mera olarak kullanılan yerlerdir.

Uyuşmazlığın sağlıklı bir çözüme kavuşturulabilmesi için “mağdur, suçtan zarar gören ve malen sorumlu” kavramları ile “kamu davasına katılma” kurumu üzerinde de durulması gerekmektedir.

5271 sayılı CMK’nun 237 maddesinin 1. fıkrasında; “Mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel kişiler ile malen sorumlu olanlar…şikayetçi olduklarını bildirerek kamu davasına katılabilirler” hükmü ile kamu davasına katılma hak ve yetkisi bulunanlar üç grup halinde belirtilmiştir. Anılan düzenleme, 1412 sayılı CMUK’nun 365. maddesindeki, “suçtan zarar görenler, soruşturmanın her aşamasında kamu davasına müdahale yolu ile katılabilirler” hükmü ile benzerlik arzetmekte olup, yeni hükme, önceki kanunda yer almayan malen sorumlu ve dar anlamda suçtan zarar göreni ifade eden mağdur eklenmiş, bu şekilde madde, öğreti ve uygulamadaki görüşlere uygun olarak, katılma hak ve yetkisi bulunduğu kabul edilenleri kapsayacak şekilde düzenlenmiştir.

Gerek 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununda, gerekse 1412 sayılı Ceza Muhakemesi Usulü Kanununda kamu davasına katılma konusunda suç bakımından bir sınırlama getirilmemiş, ilke olarak şartların varlığı halinde tüm suçlar yönünden kamu davasına katılma kabul edilmiştir. Öğreti ve uygulamada kamu davasına katılma yetkisi bulunan kişinin “suçtan zarar görmesi” şartı aranmış, ancak kanunda “suçtan zarar gören” ve “mağdur” kavramlarının tanımı yapılmadığı gibi, zararın maddi ya da manevi olduğu hususu bir ayrıma tâbi tutulmamış ve sınırlandırılmamıştır.

Malen sorumlu; işlenmiş olan suçun hükme bağlanması ve bunun kesinleşmesinden sonra, maddî ve malî sorumluluk taşıyarak hükmün sonuçlarından etkilenecek veya bunlara katlanacak kişidir.

Mağdur; Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlüğünde, “haksızlığa uğramış kişi” olarak tanımlanmaktadır. Ceza hukukunda ise mağdur kavramı, suçun konusunun ait olduğu kişi ya da kişilerdir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun hazırlanmasında esas alınan suç teorisinde suçun maddi unsurları arasında yer alan mağdur, ancak gerçek bir kişi olabilecek, tüzel kişilerin suçtan zarar görmeleri mümkün ise de bunlar mağdur olamayacaklardır. Suçtan zarar gören ile mağdur kavramları da aynı şeyi ifade etmemektedir. Mağdur suçun işlenmesiyle her zaman zarar görmekte ise de, suçtan zarar gören kişi her zaman suçun mağduru olmayabilecektir. Bazı suçlarda mağdur belirli bir kişi olmayıp; toplumu oluşturan herkes (geniş anlamda mağdur) olabilecektir. (Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-A. Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 9. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara, 2015, s.289; İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 11. Baskı, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2015, s. 214-217; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 8. Baskı, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2015, s.106-107; Osman Yaşar-Hasan Tahsin Gökcan–Mustafa Artuç, Türk Ceza Kanunu, Ankara, 2010, 6. cilt, s.7702-7703)

Kamu davasına katılmak için aranan “suçtan zarar görme” kavramı kanunda açıkça tanımlanmamış, gerek Ceza Genel Kurulu, gerekse Özel Dairelerin yerleşmiş kararlarında bu kavram “suçtan doğrudan zarar görmüş bulunma hali” olarak anlaşılıp uygulanmıştır.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Köy merasına tecavüz suçunda korunan hukuki yarar meraların mülkiyet ve ortak kullanım hakkı olup, suçun mağduru meradan yararlanma hakkı olan herkestir. Merayı kullanma hakkına sahip köy tüzel kişiliği ile meranın sahibi olan Hazinenin suçtan zarar gören konumunda oldukları göz önüne alındığında, meraların sahibi olup üzerinde sınırlı da olsa tasarruf, denetleme ve koruma yetkisi bulunan Hazinenin, meraya tecavüz suçlarında doğrudan zarar gördüğü ve buna bağlı olarak davaya katılma ve hükmü temyiz etme hak ve yetkisinin bulunduğu kabul edilmelidir. Bu nedenle yerel mahkemece Hazinenin davaya katılmasına karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır.

Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 15.03.2016 gün ve 981-129; 14.01.2014 gün ve 222-6; 18.02.2014 gün ve 130-71 sayılı kararları da bu doğrultudadır.

Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Dairenin ret kararının kaldırılmasına, dosyanın temyiz incelemesinin yapılması amacıyla Yargıtay 8. Ceza Dairesine gönderilmesine karar verilmelidir.

SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 8. Ceza Dairesinin 16.12.2013 gün ve 17125-29191 sayılı ret kararının KALDIRILMASINA,
3- Dosyanın, temyiz incelemesi yapılabilmesi amacıyla Yargıtay 8. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 26.04.2016 tarihinde yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.

KOOPERATİF ORTAKLIĞINA DAYALI TAPU İPTALİ VE TESCİL İSTEMİ-DAVA KONUSU TAŞINMAZIN YARGILAMANIN DEVAMI SIRASINDA ÜÇÜNCÜ KİŞİYE DEVREDİLMESİ

T.C
YARGITAY
23. Hukuk Dairesi
2015/994 E. , 2016/3564 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
ASIL VE BİR. DAVALARDA
ASIL DAVADA
BİR. DAVADA

Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasının bozma ilamına uyularak yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı asıl ve birleşen davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde asıl ve birleşen davada davacı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

– K A R A R –

Davacı vekili, müvekkilinin davalı Kooperatifin ortağı olduğunu, kooperatif ortaklığından ihracına ilişkin kararın…ve …, ve …. sayılı kararı ile iptal edildiğini, kur’a ile A blok B girişi 3. kat 7 no’lu dairenin isabet ettiğini, ancak kooperatifin müvekkilini ihraç etme yollarına başvurarak tapuda temlikten kaçındığını önce sürerek, A blok B girişi 3. kat 7 no’lu dairenin tescilini talep ve dava etmiştir.

Davacı vekili birleşen dosyada, müvekkilinin davalı kooperatifin ortağı olduğunu, müvekkiline isabet ede….Hukuk Mahkemesi’ne dava açıldığını, taşınmazın tapuda kayıtlı bulunan kişi aleyhine tapu iptali açılması yönünde kendilerine süre verildiğini ileri sürerek, davalı adına mevcut tapu kaydının iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı Kooperatif vekili, eksik harcın ikmal edilmesini, davacının kooperatif ile ilişkisinin 1982 yılından itibaren kesilmiş bulunduğunu, aidatların ödenmediğini, zamanaşımı nedeniyle davanın reddi gerektiğini, davaya konu edilen dairenin dava dışı kooperatif ortağı …’a ait bulunduğunu, ancak zararını kooperatiften talep edebileceğini, üyelikten ihraç kararının henüz kesinleşmediğini, bekletici mesele sayılması gerektiğini savunarak, davanın reddini istemiştir.

Davalı … vekili, davanın reddini istemiştir.

Dairemizin 07.02.2012 tarihli ilamında “ Dava, kooperatif ortaklığına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Dava konusu taşınmaz yargılamanın devamı sırasında üçüncü kişiye devredilmiş, taşınmazı iktisap eden üçüncü kişi de başkasına devretmiştir. Davacı vekili, mahkemece verilen süreye rağmen davaya, dava konusu taşınmazı iktisap eden kişiye karşı devam etmediği gibi, tapu malikine karşı bir dava da açmamıştır. Tapu malikinin taraf olmadığı bir davada tapunun iptali ve tescile karar verilemez. Mahkemece, davacıya yeniden süre verilerek davaya tapu iptali davası olarak devam etmek istemesi halinde, tapu maliki hakkında da dava açması için süre verilmesi, tapu malikine karşı dava açılması halinde her iki davanın birleştirilerek, davacı lehine tapu iptali koşullarının oluşup oluşmadığının belirlenerek bir karar verilmesi, davacının davasını daire karşılığı tazminat davası olarak sürdürmek istemesi halinde; tazminata karar karar verilmesi gerekir.
Yargıtayın yerleşik uygulamalarına göre tazminatın hesaplanma ilkesi aşağıdaki şekilde formüle edilmiştir.
a-Önce ortaklara tahsis edilen konutun dava değeri itibariyle rayiç değeri hesaplanmalıdır.

b-Davalı kooperatife normal ödentilerini gerçekleştiren bir ortağın ödemelerinin ödeme yaptıkları tarihler itibariyle toplam ödemeleri dava tarihine kadar ( toptan eşya fiyat endeksi ” TEFE” artış ortalama rakamları esas alınarak) taşınarak güncel değeri bulunmalıdır.

c-Bundan sonra yukarıda (a) maddesinde bulunan değerden (b) maddesinde bulunan değer çıkarılarak kooperatife normal ödeme yapan bir ortağın bu ödemelerine karşı ne miktarda yararlanma elde ettikleri ortaya çıkarılmalıdır.

d- Bunu takiben davacı eksik ödeme yapan ortağın ödentileri (b) maddesindeki ilkelere göre dava tarihine taşınarak eksik ödeme miktarı güncelleştirilmelidir.

e- Bu hesaplamalardan sonra normal ödentilerini gerçekleştiren bir ortağın yukarıda (b) maddesinde bulunan ödemelerinin güncel değerinin karşılığı yine yukarıda (c) maddesinde bulunan bir yararlanmayı sağladığına göre davacının (d) maddesinde eksik ödemelerinin güncel değerinin ne miktarda yararlanması gerektiği orantı kurallarına göre belirlenmelidir. Yani sonuç olarak (d) maddesinde bulunan miktar (c ) maddesinde bulunan değerle çarpıldıktan sonra bulunan rakamın (b) maddesinde bulunan miktara bölünmesi sonucu bulunacak miktarın (d ) maddesinde bulunan davacı ödemelerinin güncel değerinin ilave edilmesi sonucu bulunacak miktar davacı ortağın davalı kooperatiften talep etmesi mümkün olan zarar tutarıdır.

Bu hususlar dikkate alınarak yapılacak inceleme sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, tapu malikinin taraf olmadığı bir davada tapu iptali ve tescil kararı verilmesi doğru değildir. “ gerekçesiyle bozulmasına karar verilmiştir.

Mahkemece, iddia, savunma, bozma ilamı ve bilirkişi raporuna göre, dava konusu taşınmazın yargılamanın devamı sırasında üçüncü kişiye devredildiği, taşınmazı iktisap eden üçüncü kişinin de davalı …’a devrettiği, kooperatif adına kayıtlı bir taşınmaz ve kooperatif hissesi bulunmadığından davalının pasif husumet ehliyetinin kalmadığı, davaya taşınmazı iktisap eden kişiye karşı devam edilmesi veya davanın kooperatife karşı daire karşılığı tazminat davası olarak sürdürülmesi gerektiği, ancak davacının bu yöndeki tercih hakkını kullanmadığı gerekçesiyle, asıl davada davalı kooperatif yönünden davanın pasif husumet nedeniyle reddine, birleşen davada açılan tapu iptali ve tescil davasında, …’ın taşınmazı ferdileşmeye geçirildikten sonra … 01.09.2009 tarihinde satın aldığı, davacı ile davalı kooperatif arasındaki hukuki ilişkide üçüncü kişi konumunda olduğu, aralarında hukuki ilişkiyi bildiği ve kötü niyetli olduğunun iddia ve ispat edilemediği, tapuda bedelini ödeyerek satış şeklinde işlemin gerçekleştirildiği, davacının davalı kooperatife aidat borcunun bulunduğu, bu borç ödenmeden de tescil istenemeyeceği, davacının yapması gerekenin bozma ilamında işaret edildiği üzere davasını daire karşılığı tazminat davası olarak sürdürmek yönünde olmasının gerektiği, tapu iptali ve tescil davasının yasal şartlarının oluşmadığı gerekçesiyle birleşen davanın reddine karar verilmiştir.
Kararı, asıl ve birleşen davadava davacı vekili, temyiz etmiştir.

1) Davacı yanca açılan … sayılı birleşen dosyasında taşınmazın devredildiği … aleyhine tapu iptal ve tescil isteminde bulunulmuştur. Ne var ki temyiz incelemesine konu kararda, birleşen dava hakkında olumlu ve olumsuz herhangi bir hüküm tesis edilmemiştir.

Bu itibarla, birleşen dava hakkında bir hüküm tesis edilmesi için, hükmün bozulması gerekmiştir.
2) Bozma nedenine göre, asıl ve birleşen davada davacı vekilinin temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine gerek görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, hükmün BOZULMASINA, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, asıl ve birleşen davda davacı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 13.06.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

TRAFİK KAZASI NEDENİYLE YARALANAN KÜÇÜĞÜN ANNE BABASININ DUYDUĞU ELEM VE IZDIRAP NEDENİYLE MANEVİ TAZMİNAT

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi

2015/994 E. , 2017/8503 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davacılar vekili, davalı … vekili ve davalı … tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacılar vekili, müvekkili . …’nin, 30/01/2011 tarihinde dava dışı …’ın sevk ve idaresindeki motosiklette yolcu konumunda iken, davalı … idaresindeki resmi araçla çarpışmaları sonucu müvekkilinin yaralandığını, bir takım ameliyatlar geçirdiğini, ayağının sakat kaldığını, müvekkillerinden … ve …’in kazada yaralanan ve kalıcı olarak sakatlanan …’nin anne ve babası olduğunu belirterek … için 100.000,00 TL, … ve … için 25.000,00’er TL olmak üzere 150.000,00 TL manevi tazminatın davalılardan …Bakanlığı ve …’tan müteselsilen alınmasına, 10.000,00 TL maddi tazminatın fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak koşulu ile tüm davalılardan ortaklaşa ve zincirleme alınmasına karar verilmesini talep etmiş, yargılama sırasında maddi tazminat talebini 88.459,58 TL’ye yükseltmiştir.

Davalılar vekilleri, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece,davacılardan … ve …’in manevi tazminat davasının reddine, davacı …‘nin manevi tazminat davasının kısmen kabulü ile,20.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihi olan 30/01/2011 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan …Bakanlığı ve …’dan alınarak davacıya ödenmesine, davacılardan …’nin davalılar … Bakanlığı, …, aleyhine açmış oldukları maddi tazminat davasının kabulü ile, 88.459,58 TL maddi tazminatın davalılardan …Bakanlığı ve … yönünden olay tarihi olan 30/01/2011 tarihinden, davalılar … … A.Ş ve … … A.Ş’den ise dava tarihi olan 07/05/2012 itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte ve davalı … şirketlerinin sorumluluğunun … limitleri ile sınırlı olmak üzere her dört davalıdan müteselsilen alınarak davacıya ödenmesine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili, davalı … vekili ve davalı … tarafından temyiz edilmiştir.

1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere göre davalı … vekili ile davalı …’ın tüm, davacılar vekilinin aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan ve yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.

2-Dava trafik kazası nedeniyle talep edilen maddi ve manevi tazminata ilişkindir.

Somut olayda davacıların oğlu olan ve kaza tarihinde 17 yaşında bulunan … kazada yaralanmış, sağ dizinde hareket kısıtlılığı oluşmuş ve %14,3 oranında malul kalmış olup dosya içeriğinden halen aksayarak yürüdüğü anlaşılmaktadır.

Mağdur küçüğün yukarıda açıklanan şekilde yaralanarak sakat kalması ve olayın oluş şekli itibariyle anne ve baba olan davacıların olayda üzülüp acı ve elem duyması kaçınılmazdır. O halde, davacı anne ve babanın manevi zararların kısmen de olsa giderilmesi amacıyla tarafların sosyal ve ekonomik durumları ile birlikte olayın meydana geliş şekli, yaralanmanın şekli ve derecesi de göz önünde tutularak davacı anne ve baba için olay tarihindeki paranın alım gücüne uygun düşecek şekilde hak ve nesafet kuralları çerçevesinde uygun miktarda manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken anne ve babanın manevi tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi isabetli değildir.

3-Bozma neden ve şekline göre davacılar vekili ile davalı … vekilinin vekalet ücretine yönelik temyiz nedenlerinin incelenmesine bu aşamada gerek görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davalı … vekilinin ve davalı …’ın tüm, davacılar vekilinin sair temyiz itirazlarının REDDİNE, (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA,(3) nolu bentte açıklanan nedenlerle,davalı … ve davacılar vekilinin vekalet ücretine yönelik bulunan temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, aşağıda dökümü yazılı 7.037,87 TL kalan onama harcının temyiz eden davalı …’dan alınmasına, 492 sayılı Harçlar Yasasının 13/J maddesi uyarınca davalı …’ndan harç alınmamasına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine 3.10.2017 gününde oybirliğiyle karar verildi.

REŞİT OLMAYAN KÜÇÜĞÜN SEBEBİYET VERDİĞİ ÖLÜMLÜ TRAFİK KAZASI

T.C.

YARGITAY

17. HUKUK DAİRESİ

Esas: 2015/19195, Karar: 2018/11539

ÖZET : Dava reşit olmayan küçüğün sebebiyet verdiği ölümlü trafik kazası(haksız fiili) nedeniyle ölenin yakınlarının maddi ve manevi tazminat taleplerine ilişkindir. Reşit olmayan küçüğün haksız eylemi nedeniyle açılan davanın Aile Mahkemesinde görülebilmesi için davanın 4721 Sayılı TMK’nun 369.maddesine dayalı olarak açılması gerekmektedir. Dosyada ise; dava dilekçesinde davalı diğer davalının kanuni temsilcisi sıfatıyla hasım gösterilmiş olup, davanın 4721 Sayılı TMK’nun 369. maddesine dayalı olarak açıldığı açıkça belirtilmemiştir.

Somut olayda taraflar arasındaki uyuşmazlık aile hukukundan kaynaklanmadığından, yargılama Aile Mahkemesi’nin görevine girmemektedir. Mahkemece davaya asliye hukuk mahkemesinde bakılmak üzere görevsizlik kararı verilmesi gerekirken, işin esasıyla ilgili hüküm tesisi hatalı olup, kararın bozulması gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki, ölümlü trafik kazası nedeniyle maddi ve manevi tazminat davası üzerine yapılan yargılama sonunda, kararda yazılı nedenlerle, davalı aleyhine açılan davanın husumet yönünden reddine, davacılar tarafından açılan maddi tazminat davalarının kabulüne, davacılar tarafından açılan maddi tazminat davalarının reddine, davacılar tarafından açılan manevi tazminat davalarının kısmen kabulüne ilişkin verilen hüküm, tarafından süresi içinde davacılar ve davalılar vekilleri tarafından temyiz edilmekle dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR : Davacılar vekili dava dilekçesinde 16.05.2010 tarihinde davalının davalı babası adına kayıtlı olan ve kendisinin sevk ve idaresindeki araç ile seyir halindeyken hakimiyetini kaybederek,ehliyetsiz ve tecrübesizliğin neden olduğu korku ve panik sonucunda geçirdiği trafik kazası neticesinde araç içerisinde bulunan…’ün vefat ettiğini, davalı hakkında Çocuk Mahkemesinde ceza davası açıldığını, davalının Borçlar Kanununun 41 vd. maddeleri, diğer davalının ise işleten sıfatıyla sorumluluğunun bulunduğunu, kazada vefat eden

… davacıların çocukları, diğer davalıların ise kardeşleri olduğunu,…’ün ölümüyle desteğinden yoksun kaldıklarını, davacıların oğulları ve kardeşlerinin ölümü nedeniyle zor günler geçirdiklerini, psikolojik tedavi gördüklerini, hayatla bağlarının koptuğunu beyanla;fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla davacıların her biri için 1.000,00’er TL maddi,25.000,00’er TL manevi tazminat olmak üzere toplam 104.000,00TL tazminatın olay tarihinden işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan müteselsilen ve müştereken tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalılar Metin duruşmadaki beyanlarında açılan davayı kabul etmediğini, … olaydan dolayı pişman olduğunu, hala olayın üzüntüsü içinde olduğunu beyan etmişlerdir.

Davanın açıldığı 2.Asliye Hukuk Mahkemesi haksız fiile sebep olan reşit olmayıp velayet altında olduğundan, davanın velayeti birlikte kullanan anne ve babaya yöneltilmesi, bu düzenlemeler TMK’nun Aile hukukunu düzenleyen 2.kitabında yer aldığından bu davalara bakma görevi aile mahkemesine ait olduğundan görevsizlik kararı vermiş, dosya 2.Aile Mahkemesine tevzi edilmiştir.

2.Aile Mahkemesince; iddia, savunma, yapılan yargılama ve toplanan delillere göre;davalı aleyhine açılan davanın husumet yönünden reddine, davacılar tarafından açılan maddi tazminat davalarının kabulü ile; davacıların her biri için 1.000,00’er TL toplamı 2.000,00TL maddi tazminatın 16.05.2010 tarihinden işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müteselsilen ve müştereken tahsiline, davacılar tarafından açılan maddi tazminat davalarının reddine, davacılar tarafından açılan manevi tazminat davalarının kısmen kabulüyle 20.000,00’er TL den toplam 40.000,00TL manevi tazminatın 16.05.2010 tarihinden işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müteselsilen ve müştereken tahsiline,davacılar tarafından açılan manevi tazminat davalarının kısmen kabulü ile;10.000,00’er TL’ndan topam 20.000,00TL manevi tazminatın 16.05.2010 tarihinden işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müteselsilen ve müştereken tahsiline, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiş hüküm,davacılar ve davalılar vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.

Dava reşit olmayan küçüğün sebebiyet verdiği ölümlü trafik kazası(haksız fiili) nedeniyle ölenin yakınlarının maddi ve manevi tazminat taleplerine ilişkindir.

1-)4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “Sorumluluk” başlığını taşıyan 369. maddesinde;“Ev başkanı, ev halkından olan küçüğün, kısıtlının, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı bulunan kişinin verdiği zarardan, alışılmış şekilde durum ve koşulların gerektirdiği dikkatle onu gözetim altında bulundurduğunu veya bu dikkat ve özeni gösterseydi dahi zararın meydana gelmesini engelleyemeyeceğini ispat etmedikçe sorumludur.” hükmü yer almaktadır.

Konuya ilişkin Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2008/4-153 Esas,2008/139 Karar sayılı kararında;”…Ev başkanı, ev halkından akıl hastalığı veya akıl zayıflığı bulunanların kendilerini ya da başkalarını tehlikeye veya zarara düşürmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür. Buna göre ev başkanı ev halkından olan küçüğün, kısıtlının, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı bulunan kişinin verdiği zarardan, alışılmış şekilde durum ve koşulların gerektirdiği dikkatle onu gözetim altında bulundurduğunu veya bu dikkat ve özeni gösterseydi dahi zararın meydana gelmesini engelleyemeyeceğini ispat etmedikçe sorumludur.

Maddenin açık ifadesinden de anlaşıldığı gibi, üçüncü kişilere verdikleri zararla ev başkanını sorumluluk altına sokanlar;küçük, kısıtlı ve akıl hastalığı veya akıl zayıflığı olan kimselerdir. Eş söyleyişle, ev başkanının MK.369/1’den doğan bu sorumluluğu, her şeyden önce şahıs itibariyle sınırlı olup, sadece küçük ve kısıtlıların haksız davranışları ile başkalarına verdikleri zararlardan sorumludur.Ev başkanlığı kurumuyla güdülen asıl amaç, gözetime muhtaç aile üyelerine karşı zarara uğramış olan üçüncü kişileri de korumaktır. Yani ev başkanlığı yalnız yetkiler veren bir kurum olmayıp, aynı zamanda görev ve sorumluluklar da yükleyen bir kurumdur.

Tüm bu açıklamalar göstermektedir ki, ev başkanının sorumluluğu yasal dayanağını Türk Medeni Kanunu’nun Aile Hukukunu düzenleyen ikinci kitabında yer alan 369.maddeden almakta; aynı zamanda hukuksal nitelikçe de aile hukuku hükümleriyle sıkı sıkıya bağlantılı bulunmaktadır.

Aile mahkemelerinin kuruluşu, görevi ve yargılama usulleri; 4787 Sayılı “Aile Mahkemesi’nin Kuruluş Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanun” ile düzenlenmiş ve Kanunun 1.maddesinde “Amaç ve Kapsam” başlığı altında;“Bu Kanunun amacı, aile mahkemelerinin kuruluş, görev ve yargılama usullerini düzenlemektir.

Bu Kanun, aile hukukundan doğan dava ve işleri görmek üzere kurulan aile mahkemelerine dair hükümleri kapsar.” hükmüne; yine 4.maddesinde de “Aile Mahkemelerinin Görevleri” başlığı altında; “Aile mahkemeleri, aşağıdaki dava ve işleri görürler:

1.22/11/2001 tarihli ve 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun (Ek ibare: 14/04/2004-5133 S.K. 2.mad.) Üçüncü Kısım hariç olmak üzere İkinci Kitabı ile 03/12/2001 tarihli ve 4722 Sayılı Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanuna göre aile hukukundan doğan dava ve işler, 2.20/05/1982 tarihli ve 2675 Sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanuna göre aile hukukuna ilişkin yabancı mahkeme kararlarının tanıma ve tenfizi,

3.Kanunlarla verilen diğer görevler.” düzenlemesine yer verilmiştir.

Maddede hariç tutulan Üçüncü kısım ise Kanunun 396 ilâ 494 maddelerini içermektedir.

Diğer taraftan, 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun hükümleri arasında 4721 Sayılı Kanun’un 369.maddesine dayalı davaların Aile Mahkemelerinde görülmesini ve yukarıda açıklanan yasal hükümlerin uygulanmasını engelleyen ayrık bir düzenleme de bulunmamaktadır. Hal böyle olunca; 4721 Sayılı Kanun’un 369.maddesi, Kanunun ikinci kitabının ikinci kısmında yer almakla, bu maddeye dayalı aile hukukundan doğan uyuşmazlıkların çözümü de “Aile Mahkemeleri”nin görev alanına girmektedir…” denilmektedir.

Yukarıda anılan karar uyarınca;reşit olmayan küçüğün haksız eylemi nedeniyle açılan davanın Aile Mahkemesinde görülebilmesi için davanın 4721 Sayılı TMK’nun 369.maddesine dayalı olarak açılması gerekmektedir.

Eldeki dosyada ise; dava dilekçesinde davalı diğer davalının kanuni temsilcisi sıfatıyla hasım gösterilmiş olup, davanın 4721 Sayılı TMK’nun 369. maddesine dayalı olarak açıldığı dilekçede açıkça belirtilmemiştir. Dairemizin 16.10.2017 tarih ve 2015/3364 Esas, 2017/9080 Karar sayılı ilamında da davalı küçüğe velayeten anne babasına husumet yöneltildiğinin belirtilmiş olması karşısında, davada asliye hukuk mahkemesinin mahkemenin görevli olduğu hükme bağlanmıştır.

Görev konusu kamu düzeni ile doğrudan bağlantılı olup, taraflar.3.1995 gün ve 1994/14 – 855 E, 1995/242 K. sayılı ilamı; Prof. Dr. …, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 2001 Baskı, Cilt 5, sayfa 4786-4791 vd.) Verilen bilgiler ışığında; somut olayda taraflar arasındaki uyuşmazlık aile hukukundan kaynaklanmadığından, yargılama Aile Mahkemesi’nin görevine girmemektedir.Mahkemece davaya asliye hukuk mahkemesinde bakılmak üzere görevsizlik kararı verilmesi gerekirken, işin esasıyla ilgili yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.

2-)Bozma nedenine göre, davacılar ve davalılar vekillerinin temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle hükmün BOZULMASINA,(2) bentte açıklanan nedenle davacılar ve davalılar vekillerinin temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan temyiz harcının davacılar ve davalılara geri verilmesine, 29.11.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

HUKUKİ İLİŞKİYE DAYANAN ALACAĞIN TAHSİLİ AMACIYLA TEHDİT- NİTELİKLİ YAĞMAYA TEŞEBBÜS

T.C
YARGITAY
6. Ceza Dairesi

2021/1153 E. , 2021/14900 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Ağır Ceza Mahkemesi
SUÇ : Hukuki ilişkiye dayanan alacağın tahsili amacıyla tehdit
HÜKÜM : Mahkumiyet

Mahalli mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle dosya incelenerek, gereği düşünüldü:
Diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.

Ancak;

Müşteki annenin olaydan hemen sonra alınan hazırlık ifadesine göre; uyuşturucu madde bağımlısı olan sanığın olaydan önce de zaman zaman ailesinden uyuşturucu madde almak için para istediği, hatta evdeki eşyaları ailesinden habersiz olarak sattığı, olay günü saat 16:30 sıralarında misafirlikten eve gelen müştekinin, sanık olan oğlunun evde para aradığını gördüğü, sanığın annesinden 25 TL istediği, ancak oğlunun para ile uyuşturucu almasından endişelenen annenin sanığa parayı vermediği, yaklaşık 45 dakika sanığın annesinden para istediği, evde başka kimsenin olmadığı ve oğluna para vermediği için oğlunun kendisine kötü bir şey yapacağından korkan annenin dışarıya çıktığı, cadde üzerinde yürüdüğü sırada müştekinin yanına gelen sanığın müştekiyi kolundan tutarak yolun karşısına geçirdiği, tekrardan ondan para istediği, müştekinin vermek istememesi üzerine bu sefer sanığın belinden ekmek bıçağını çıkarıp müştekiye hitaben “ben parayı zorla almasını bilirim” dediğinin anlaşılması karşısında, sanığın eyleminin 5237 sayılı TCK’nın 149/1-a, 150/2, 35/2. maddeleri uyarınca “nitelikli yağmaya teşebbüs” suçuna uyduğu gözetilmeyerek, suç vasfında hata yapılarak TCK’nın 150/1. maddesinin yollamasıyla aynı Kanun’un 106/2-a maddesinde tanımlanan “hukuki ilişkiye dayanan alacağın tahsili amacıyla tehdit” suçundan hüküm kurulması suretiyle eksik ceza tayini,

Bozmayı gerektirmiş, sanık … müdafiinin temyiz itirazı bu bakımdan yerinde görülmüş olduğundan, hükmün açıklanan nedenle tebliğnameye aykırı olarak BOZULMASINA, 5320 sayılı Kanun’un 8/1. maddesi aracılığı ile 1412 sayılı CMUK’un 326/son maddesi uyarınca sonuç ceza miktarı bakımından sanığın kazanılmış hakkının korunmasına, 05.10.2021 gününde oy birliğiyle karar verildi.

DAVALI TARAFIN CEVAP DİLEKÇESİNİ ISLAH ETMESİ – ISLAH İLE YENİ DELİL BİLDİRME- ISLAH HANGİ AŞAMADA YAPILABİLİR

T.C.
YARGITAY
11.HUKUK DAİRESİ

Esas No :2015/11858
Karar No :2016/9302
Tarihi :5.12.2016

Taraflar arasında görülen davada …. 1. Asliye Ticaret Mahkemesi’nce verilen 21/07/2015 tarih ve 2014/288-2015/630 sayılı kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Davacı vekili; müvekkilinin banyo aksesuarları üzerine tasarımları olduğunu, müvekkiline ait tescilsiz tasarımların davalı şirket tarafından … Fuar ve Kongre Merkezinde düzenlenen fuarda sergilendiğinin ve satışının yapıldığının …. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2013/323 D.İş. sayılı dosyası ile tespit edildiğini, davalı şirketin üretip satışını yaptığı ürünlerin müvekkiline ait ürünler ile iltibas yaratacak derecede aynı ve benzer olduğunu, bu durumun haksız rekabet teşkil ettiğini ileri sürerek haksız rekabetin tespitini, men’i ve sonuçların ortadan kaldırılmasını, ürünlerin toplanmasını, el konulmasını, imhasını, haksız tecavüzün önlenmesini ve giderilmesini ve şimdilik 10.000,00 TL maddi tazminat ile 5.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili; davacının da müvekkili gibi dava konusu ürünleri…’den ithalat ettiğini, bu ürünlere ait tasarımların yurtdışında yapıldığını ve Türkiye’ye özgü tasarımlar olmadığını, ithal olunan ürünlerin hiç birisinin tasarımının davacıya ait olmadığını, bu ürünlerin harcı alem ürünler olduğunu, ayrıca yenilik ve ayırt edicilik vasfının bulunmadığını savunarak davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, iddia, savunma bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamına göre; dava konusu ürünlerin tasarımı açısından davacının haklı olduğunu gösterilebilecek teknik resim, onaylı üretim resmi, kalıp resmi, kalıp ve benzeri aşamalara ait deliller sunulmadığı, ayrıca davacının dava konusu tescilsiz tasarımları uzun yıllar önce piyasaya sunarak tanınmış hale getirdiğini ve bu tasarımlara sağladığını iddia ettiği emek ve piyasanın varlığının da ispatlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir

1- Dava, haksız rekabetin tespiti, men’i ile maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Davacı vekili, 20.07.2015 tarihli dilekçesi ile yeni delil sunmak için ıslah talebinde bulunmuştur. Mahkemece, yeni delil sunmanın ıslaha konu olamayacağından bahisle ıslah talebi reddedilerek, ispatlanamayan davanın reddine karar verilmiştir. Oysa, 6100 sayılı HMK’nın 176. ve 177/1. maddelerinde, davanın her iki tarafının da, yargılama usulüyle ilgili bir işlemini bir defaya mahsus olmak üzere kısmen veya tamamen ıslah edebileceği ve ıslahın tahkikata tabi olan davalarda tahkikatın bitimine kadar yapılabileceği belirtilmiştir. Taraflarca delil listesinin sunulması işlemi de yargılama usulüyle ilgili bir işlem olup, ıslah ile değiştirilmesi mümkündür.

Diğer bir söyleyişle ıslah, iyi niyetli tarafın, davayı açtıktan veya kendisine karşı bir dava açıldıktan sonra öğrendiği olgularla ilgili yanlışlıkları düzeltmesine, eksiklikleri tamamlamasına, bu çerçevede yeni deliller sunabilmesine olanak sağlayan bir kurumdur. (YİBK, 04.02.1948 gün ve E:1944/10, K:1948/3) Bu durumda, mahkemece, ıslah talebi kabul edilerek sunulan deliller değerlendirildikten sonra sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik incelemeye dayalı karar verilmesi doğru olmamış, kararın bozulması gerekmiştir.

2- Bozma sebep ve şekline göre, davacı vekilinin sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine gerek görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile kararın davacı yararına BOZULMASINA, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine gerek bulunmadığına, ödediği temyiz peşin harcın isteği halinde temyiz edene iadesine, 05.12.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İŞ KAZASI VEYA MESLEK HASTALIĞINDAN DOĞAN TAZMİNAT-CİSMANİ ZARAR-İSKONTO-SERMAYELEŞTİRMEYE GİDİLME

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 1995/9-679
K. 1995/898
T. 1.11.1995
• TAZMİNAT ( İş Kazası ve Meslek Hastalığından Doğan – Hesaplanma Yöntemi )
• İŞ KAZASI VEYA MESLEK HASTALIĞINDAN DOĞAN TAZMİNAT ( Hesaplanma Yöntemi )
• CİSMANİ ZARAR ( Hüküm Tarihindeki Duruma Göre Hesaplanması )
• İSKONTO ( İş Kazası ve Meslek Hastalığından Doğan Tazminatda )
• FAİZ ( İş Kazası ve Meslek Hastalığından Doğan Tazminatda )
• SERMAYELEŞTİRMEYE GİDİLME ( İş Kazası ve Meslek Hastalığından Doğan Tazminatda )
818/m.46/2
506/m.26

ÖZET : İşçinin, iş kazası veya meslek hastalığı sonucu ölüm yada meslekte kazanma gücünü kısmen veya tamamen kaybetmesi nedeniyle açılan tazminat davalarında, cismani zararın hüküm tarihindeki duruma göre hesaplanması kabul edildiğinden, o tarihe en yakın verilerin gözönüne alınarak rapor tarihine kadar gerçekleşen zararın somut olarak hesaplanması gerekir. Bu zararın, olay tarihi itibariyle iskontoya tabi tutulup tutulmayacağı sorusuna gelince:

İskonto; vadesi gelmemiş bir borcun vadesinden önce ödenmiş olması halinde, alınan paranın vadeye kadar değerlendirme olanağı verdiğinden, borcun haksız iktisaba imkan vermeyecek oranda indirilmesidir. Rapor tanzim tarihine kadar hesaplanan beden gücü kaybı zararı, tazmin sorumluları tarafından davacıya henüz ödenmediğinden, vadesinden önce ödenmiş bir borç değildir. Dolayısıyla, iskontoya tabi tutulamaz. Rapor tanziminden sonraki zararda bilinen son gelir gözönüne alınıp, her yıl % 10 oranında artırılmalı ve iskonto edilmek suretiyle hesaplanmalıdır.

Ancak mahkemece belirlenecek tazminat miktarına olay tarihinden itibaren faiz yürütülmesi yerinde ise de, bu tür davalarda tazminat miktarının hesaplanmasında yönteme ilişkin, olay tarihi itibariyle sermayeleştirmeye gidilmek suretiyle hüküm kurulması da doğru değildir.

DAVA : Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; ( Kartal Birinci İş Mahkemesi )’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 21.12.1993 gün ve 1988/332-1993/411 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili ile davalılardan SSK vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Dokuzuncu Hukuk Dairesi’nin 4.10.1994 gün ve 1994/5640-13570 sayılı ilamı ile; ( …1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, tarafların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.

2- İşçinin, iş kazası veya meslek hastalığı sonucu ölüm ya da meslekte kazanma gücünü kısmen veya tamamen kaybetmesi nedeniyle açılan tazminat davalarında hakim, kural olarak, zarar ve tazminat hesabına ilişkin tüm verileri belirlemek zorundadır. Bu nedenle, ölen veya cismani zarara uğrayan işçinin net geliri, yaşam ve çalışma süresi, sakatlık derecesi, karşılık kusur oranı, davacıların sosyal durumları, destek süresi ve payları, eşin evlenme olasılığı ve Sosyal Sigortalar Kurumu’nca yapılan yardımların miktari gibi hususlar tam ve eksiksiz olarak belirlendikten sonra, dosya hesap için bilirkişiye verilmelidir.

Bu tür davalarda, olay tarihi ile hüküm tarihi arasındaki sürede zararın somut olarak gerçekleşmiş olması, hüküm tarihinden sonraki geleceğe yönelik devre zararının ise varsayımlara dayanması, tazminat hesabının bu iki dönem için ayrı ayrı yapılmasını zorunlu kılmaktadır.

Şöyle ki;

a ) Olay tarihi ile hüküm ( veya hüküm tarihine mümkün olan en yakın bir tarihte alınacak rapor ) tarihi arasındaki dönem zararı somut olarak gerçekleşmiş bulunduğundan iskonto söz konusu olamaz. Zira, vadesi geldiği halde ödenmemiş bir alacağın iskontoya tabi tutulması, iskonto kavramı ile bağdaşmaz.

Belirtmek gerekir ki, olay tarihi ile hüküm ( veya rapor ) tarihi arasındaki bu devrede, Sosyal Sigortalar Kurumu’nca ödenmiş olan gelirlerin miktarı da tespit edilerek tazminattan düşüldükten sonra kalan miktar, işlemiş tazminatı oluşturacaktır. Ödenen sosyal sigorta gelirleri ile zarar tamamen karşılanmış ise, söz konusu dönem için tazminat ödenmesi gerekmez. Şayet, bu devrede yapılan sigorta yardımları daha fazla ise, kalan miktar, çifte ödemeyi önlemek için ikinci dönemin tazminat hesabından düşülmek gerekir.

Gerçekleşmiş bulunan ( işlemiş ) tazminata, olay tarihi ile hüküm tarihi arasındaki ortalama tarihten itibaren yasal faiz yürütülmelidir. Zira, bu döneme ilişkin zararın tamamı olay tarihinde gerçekleşmiş değildir.

b ) Hüküm ( veya rapor ) tarihinden sonraki döneme ilişkin zararın saptanması varsayımlara dayanmakla birlikte mümkün oldukça gerçeğe en yakın bir hesap yöntemi uygulanmalıdır. Bu nedenle, hüküm tarihinden sonraki gelecek yıllar için zarar ve tazminatın hesabı, uygulamada olduğu gibi yıllık ortalama gelir esas alınarak değil, ölenin veya zarar görenin, hüküm ( veya rapor ) tarihindeki net geliri esas alınıp, bu tarihten itibaren ileriye yönelik her yıl için ayrı ayrı ( yıllık taksitler halinde ) % 10 oranında artırılmak suretiyle yapılmalıdır. Bu şekilde belirlenen yıllık zararlar, yine hüküm ( veya rapor ) tarihi itibariyle ayrı ayrı iskontoya tabi tutularak peşin sermaye değerleri bulunmalıdır.

Çalışılmayan pasif ( yaşlılık ) dönemine ilişkin zarar da, yine aynı yöntemle yıllara göre hesaplanıp, hüküm tarihindeki peşin değeri bulunmalıdır.

Böylece, ikinci dönem için hesaplanan toplam tazminat tutarlarından, hüküm tarihinde yürürlükte bulunan katsayı ile bağlanan sigorta gelirlerinin, bu tarihten sonra ödenecek bölümünün peşin değeri Kurum’dan sorulup tesbit edildikten ve birinci dönemden artan gelir varsa eklendikten sonra, düşülmesi gerekir.

Bu dönem için belirlenen tazminata, hüküm tarihinden başlamak üzere yasal faiz yürütülmelidir.

Kuşkusuz, düzenlenen hesap raporunun açık, anlaşılır ve denetime elverişli olması da zorunludur.

Mahkemece açıklanan bu ilkeler dikkate alınmadan düzenlenen bilirkişi raporuna göre hüküm tesisi isabetsizdir… ) gerekçesiyle bozularak, dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Temyiz eden : Davalılardan SSK. vekili.

KARAR : Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Davada, haksız fiil sonucu % 21 oranında beden gücünün kaybedilmiş olması nedeniyle uğranılan maddi ve manevi zararın tahsili istenmiştir.

Mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık, öncelikle zararın hesaplanmasında rapor tanzim tarihine kadar bilinen verilere göre hesaplanan zararın olay tarihine göre sermayeleştirilip, sermayeleştirilmeyeceği, başka bir anlatımla iskontoya tabi tutulup tutulmayacağı ve belirlenecek zarar miktarına hangi tarihten itibaren faiz uygulanması gerektiği noktalarında toplanmaktadır.

Beden tamlığına karşı işlenen haksız fiillerde zararın gerçek miktar ve şumulü zamanla daha iyi anlaşılabileceğinden, mümkün olduğu kadar geç bir tarihin esas alınması gereği meydandadır. Borçlar Kanununun 46/2. maddesinde, cismani zararın hangi tarih esas alınarak hesaplanacağı hakkında yeterli açıklık bulunmakta, cismani zararın hüküm tarihindeki durumuna göre hesaplanması kabul edilmektedir ( Tekinay, Destekten Mahrum Kalma Tazminatı, S. 201-202 ). Bu itibarla, hüküm tarihine en yakın verilerin nazara alınarak rapor tanzim tarihine kadar gerçekleşen zararın somut olarak hesaplanması gerekir. Bu husus “gerçek belli iken varsayıma gidilemez” ilkesinin de gereğidir.

Rapor tanzim tarihine kadar somut olarak hesaplanan zararın, olay tarihi itibariyle iskontoya tabi tutulup tutulamayacağı sorusuna gelince;

Bilindiği gibi iskonto, vadesi gelmemiş bir borcun vadesinden önce ödenmiş olması halinde, alınan paranın vadeye kadar değerlendirme olanağı bulunduğundan borcun haksız iktisaba imkan vermeyecek oranda indirilmesidir. Rapor tanzim tarihine kadar hesaplanan beden gücü kaybı zararı, tazmin sorumluları tarafından davacıya henüz ödenmemiş bulunduğundan vadesinden önce ödenmiş bir borçtan sözedilemez. Dolayısıyla rapor tanzim tarihine kadar somut olarak saptanan beden gücü kaybı zararı iskontoya tabi tutulamaz. Aksinin kabulü, vadesi gelmiş ve henüz ödenmemiş bir borcun iskontoya tabi tutulması olur ki, iskonto kavramı ile bağdaşmaz. Nitekim, Federal Mahkeme de, haksız fiilden zarar gören kişinin ölmeyip devamlı olarak sakat kalması halinde, iratların hüküm tarihi itibariyle sermayeye çevrilmesi ve haksız fiil tarihi ile hüküm tarihi arasında geçecek süre içinde zararın somut olarak hesap edilmesi görüşündedir. İlmi içtihatlar da bu doğrultudadır ( BGE 77 II 308 jdt 952 I 304, Tekinay Borçlar Hukuku Genel Hükümleri, C: 1, 1995, S. 822 ). Federal Mahkeme, ölümler halinde, iradların sermayeye çevrilmesinde ölüm tarihinin esas alınması gerektiği şeklinde içtihadını değiştirmiş ise de, ( BGE 84 II 300 jdt 1959 I 444-,445 ) bu değişiklik, haksız fiil sonucu ölen kişinin bu fiil olmaması halinde de hüküm tarihine kadar sağ kalmaması ihtimali bulunduğu, gerek ortalama yaşama hadlerine, gerekse ekonomik faaliyet sürelerine ait istatistikler ölüm tarihindeki yaşlara göre düzenlendiği için iratların sermayeye çevrilmesinde bu tarihin esas tutulması gerektiği görüşünden kaynaklanmakta ve doktrinde eleştirilmektedir ( Tekinay, Destekten Mahrum Kalma Tazminatı, S. 226-227 ). Haksız fiil sonucu ölen kişinin haksız fiil olmaması halinde rapor tanzim tarihine kadar her zaman sağ kalmaması olasılığının bulunması ve istatistiklerin ölüm tarihine göre düzenlenmiş olması, bilinen veriler nazara alınarak rapor tanzim tarihine kadar destek kaybı zararının somut olarak belirlenmesine, rapor tanzim tarihinden sonraki zararın da gelirler % 10 oranında artırılıp iskonto edilmek suretiyle varsayıma dayalı olarak hesaplanmasına engel değildir. Örneğin, 70 yaşında ölen bir desteğin PMF tablosuna göre bakiye ömrü 9 yıl olup rapor ölüm tarihinden 3 sene sonra düzenlenmişse, 3 senelik destek zararının bilinen verilere göre somut olarak, 6, yıllık destek zararının da varsayıma dayalı olarak hesaplanması, istatistiklerin aktif ve pasif dönemlerinde aynı şekilde değerlendirilmesi mümkündür.

Ülkemizde zarar hesapları, hakimler tarafından yapılamadığından bu hesapların işin niteliği gereği bilirkişi aracılığı ile yapılmasında ülke gerçekleri bakımından zaruret bulunmaktadır. Hüküm tarihinin önceden bilinememesi nedeniyle bilirkişinin hüküm tarihi itibariyle iratları sermayeleştirilmesi de mümkün değildir. Yurt sathında uygulamada birlik sağlamak için, gerek ölümler nedeniyle destek kaybı zararı, gerekse beden gücü kaybı zararının hesaplanmasında rapor tanzim tarihine kadar gerçekleşen zararın bilinen veriler nazara alınarak ve iskontoya tabi tutulmadan somut olarak, rapor tanzim tarihinden sonraki zarar da bilinen son gelir nazara alınıp her yıl % 10 oranında artırılmak ve iskonto edilmek suretiyle hesaplanmalıdır. Bundan ötürü Federal Mahkeme’nin içtihat değiştirmesine rağmen, ölümler nedeniyle destek kaybı zararının hesabında da meslekte edinme gücünü kaybetmede olduğu gibi bu ilkenin uygulanması Hukuk Genel Kurulu’nun 16.3.1988 tarih 611/249; aynı tarih, 95/269; 13.6.1990 tarih, 215/356 ve 1.5.1991 tarih, 9114/238;15.5.1991 tarih,102-267 sayılı kararlarında benimsenmiştir.

Yukarıda açıklanan, yönteme uygun biçimde belirlenecek tazminat miktarına da olayın haksız fiilden kaynaklandığı gözetilerek, olay tarihinden itibaren faiz uygulaması icabeder. Mahkemenin bu kabule uygun bulunan faiz başlangıcı ile ilgili direnmesi doğrudur.

Ancak; mahkemece her ne kadar belirlenecek tazminat miktarına olay tarihinden itibaren faiz yürütülmesi yerinde ise de, bu tür davalarda tazminat miktarının hesaplanmasında izlenmesi gereken yönteme ilişkin olarak

HUKUK GENEL KURULU
kararlarına uygun bulunan Özel Daire bozma kararına aykırı biçimde, örneğin, olay tarihi itibariyle sermayeleştirmeye gidilmek suretiyle hüküm kurulmuştur.

Direnme kararı yalnızca davalı SSK. tarafından temyiz edilmiştir. O itibarla, yeniden yapılacak hesaplama ile tesbit edilecek tazminat miktarında davacı bakımından usulî kazanılmış hakkın değerlendirilmesi gerektiği de kuşkusuzdur.

Bu durumda, açıklanan gerekçelerle Hukuk Genel Kurulu’nun ilke niteliğindeki devamlı uygulamasına uygun bulunan Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi doğru değildir. O halde, usul ve yasaya aykırı bulunan direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalı Sosyal Sigortalar Kurumu vekilinin, hükmün belirlenecek tazminat miktarına uygulanacak faizin başlangıç tarihinin olay tarihi olması gerektiği hakkındaki kısmına yönelik temyiz itirazlarının reddine, ancak hükmün tazminat hesaplama yöntemine ilişkin kısmına yönelik temyiz itirazlarının kabulü ile kararın yalnızca bu kısmının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda açıklanan nedenlerle ( BOZULMASINA ), 25.10.1995 gününde yapılan ilk görüşmede yeterli çoğunluk sağlanamadığından,1.11.1995 günü yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY YAZISI

Davacı işçinin; 15.9.1987 tarihinde elindeki ameliyat malzemeleri ile merdiven çıkarken, merdivenden düşüp cam malzemelerin elini kesmesiyle meslekte kazanma gücü kaybına uğradığı, olayın kaçınılmazlık sonucu oluşan bir işkazası kabul edildiği, işçinin yerinde çalışmasını da sürdürdüğü ve eski ücretini almaya devam ettiği, Sosyal Sigortalar Kurumu’nun da 100.437.414.TL. peşin değerli gelir bağladığı, davacının açtığı iki dava ile 405.563.768.TL. maddi ve ayrıca manevi tazminat istediği, mahkemenin birleştirerek gördüğü davalar sonunda, davanın kabul edildiği, tarafların temyizi ile kararın Yüksek Dokuzuncu Hukuk Dairesi’nce bozulduğu, yerel mahkemenin kararında direndiği, hükmü davalı Sosyal Sigortalar Kurumu vekilinin temyiz ettiği anlaşılmaktadır. Davanın yasal dayanağı, İş Kanunu m. 73, Borçlar Kanunu m. 332 ve 46’dır. Bu tür davalarda cismani ve iktisaden mahrum kalınan zararın hesabı önem kazanmaktadır.

İş kazasında yaralanma gibi sigorta olaylarında, Anayasa ve 506 sayılı Kanunun iş Kazaları ve Meslek Hastalıkları sigortası hükümleri gereğince, Sosyal Sigortalar Kurumu’nun mecburi gelir bağlaması karşısında, cismani zarara uğrayanlar, Sigorta tahsisleriyle karşılanmayan zararlarının giderimini istemiş olmaktadırlar. Bu zararlar, olayın özelliği icabı olay tarihinde hemen meydana gelen ani zarar türünden değildir. Zira, işçi işkazasında yaralanmasaydı, yaşama yaşı sonuna kadar ve bu devrede de çalışma yaşı süresince aktif dönemde ve emekliliğinde pasif dönemde, her ay ücret veya yaşlılık aylığı olarak,kazanç sağlayacaktı. Sosyal Sigortalar Kurumu da esasen her ay ödenen bir gelir bağlamaktadır. Hiçbir zaman işkazası tarihinde toptan gerçekleşen bir gelir ve işçinin bundan mahrumiyeti gibi bir durum, asla mevcut değildir. Öte yandan, işçinin, ölünceye kadar kazancının ne olacağı konusu, önemli ölçüde belirsizlrk gösterdiğinden farazi hesap yöntemleriyle saptanabilmektedir. Diyelim ki, işçinin yoksun kaldığı irad taksitleri de kesinkes belli değildir. Dolayıs zararları varsayımla tahmin edilebilecektir.

Hesaplamada uygulanacak yöntem konusunda, aslında, olay tarihine göre tüm zararın hesabı uygun olur. Bu hesaplamada, rapor tarihine kadar bilinen hesap dönemleri, özellikle işçinin ücreti, hesap tarihine kadar toplu sözleşme veya asgari ücrette gerçekleşen değişikliklerden yararlanılır. Gerçek bilgilerden uzaklaşma zorunluluğu doğduğu andan itibaren de kazançlar varsayımla belirlenir ve bunlar olay tarihine göre iskonto edilerek olay tarihindeki peşin sermaye değeri bulunur. Böylece, olay tarihinde peşin sermaye değeri tutarında bir zararın gerçekleştiği belirlenmiş farzolunur. Bu yöntemle saptanacak tazminata da, olay tarihinden ötesinde hiçbir ödeme yapılmadığından borçlunun temerrüdü gerçekleşmiş sayılarak, olay tarihinden itibaren faiz yürütülür.

Ne var ki; Yüksek Hukuk Genel Kurulu, hesap yöntemi bakımından, bu sistemi benimsememiştir. Rapor tarihine kadar olan dönemin bilinen dönem olduğu ve bu dönem için varsayıma dayanan hesaba gerek olmadığı, belli dönemlere göre, her yıl için hesap yapılıp, bu zarar henüz ödemediği ve vadesi geldiğinden iskontoya tabi tutulmadan aynen alınması gerektiği, rapor tarihinden sonraki dönemde ise bilinen son gelir, her yıl için % 10 arttırılıp, rapor tarihine göre % 10 iskontoya tabi tutulmak suretiyle hesaplanması icap ettiğini kabul etmiştir. Ve hesaplama yöntemi olarak bu sistemi yeğlemiştir.

Böyle olunca, olay tarihi ile rapor tarihi arasındaki dönemde gerçekleşecek irad taksitleri aynen alınacak ve iskontoya tabi tutulmayacaktır. Rapor tarihinden yaşama yaşı sonuna kadarki döneme ilişkin irad taskitleri ise, son bilinen irad, % 10 arttırım ve % 10 iskontoya tabi tutularak rapor tarihindeki peşin sermaye değeri hesaplanmak suretiyle, rapor tarihinde doğmuş farzolunacaktır.

Yüksek Hukuk Genel Kurulu; bu hesap yöntemini kabul etmesine rağmen, hesaplanacak tazminatın faizinin, olay tarihinden başlayarak yürütüleceğini de kabul etmiştir.

Hesap yöntemi olarak yukarıda sözü edilen metod ve ilkeler, bir kere kabul edildikten sonra, hesap yöntemine kaçınılmaz bir şekilde bağlı olan faiz başlangıcı konusunda, temerrüdün gerçekleşmediği, alacağın henüz doğmadığı bir tarih olan, olay tarihinin esas alınması, hem kararının birinci bölümüyle çelişkili ve hem de yasaya aykırıdır.

Zira, bilinen dönem zararları tedricen, zaman içerisinde ay be ay, irad taksitlerinden mahrum kalınacak şekilde gerçekleştiği için, faizin de her bir irad taksidinin gerçekleştiği tarihler itibariyle, ya da düşüncelerle olay tarihi ve rapor tarihi arasındaki ortalama bir tarihten itibaren yürütülmesi gerekir. Aksine işlem, henüz doğmamiş bir alacak için, temerrüdün gerçekleştiğinin kabulü ve böyle bir alacağa faiz yürütülmesi anlamına gelir ki, hukuken savunulamaz. Örneğin, olay 1984’de olmuş, rapor 1985’te düzenlenmiş ise 1994’te gerçekleşecek bir zarara 10 sene öncesinden faiz yürütülmüş olur ki, bunun haksız iktisaba ve suüstimale yol açacağı ortadadır. Fiilen, hukuken ve lojikman savunulamaz. Nitekim, sayın çoğunluğun kararında bu kabul için, hiçbir inandırıcı gerekçe de gösterilebilmiş değildir. Rapor tarihinden sonraki dönemde de, peşin sermaye değeri, rapor tarihine göre bulunduğu ve böylece o zararlar rapor tarihinde doğmuş farzolunduğu halde, tazminatın bu kesimi için de, olay tarihinden başlayarak faize hükmedilmesi yukarıda birinci dönem için arzedilen mahzurları aynen içermektedir. Bu dönem çoğu zaman daha uzundur ve bu kesime isabet eden tazminat daha yüksektir. Örneğin, olay 1984’te olsa, rapor 1995’te düzenlense, o tarihte gerçekleştiği farzolunan bu kesime, olay tarihi 1984’ten itibaren faiz yürütülürse,10 sene sonra doğacak bir alacağa 10 sene öncesinden başlayarak faiz yürütülmüş olmaktadır. Daha alacağın doğmadığı dönemler için faiz yürütülüp, temerrüd kabul edilmiş bulunmaktadır ki, büyük çapta nedensiz zenginleşmeye yol açılacağı lojik olmayan bir sonuca varılacağı ortadadır. Bu kesim için dahi, neden olay tarihinden geçerli olarak faize hükmolunacağının lojik ve hukuki gerekçelerini, sayın çoğunluğun kararından öğrenmek mümkün olmamıştır.

Öte yandan, işkazası olayı geniş anlamda bir haksız eylem olmakla beraber aslında akte aykırı davranıştan ( BK. 332 ), işkazası 73’ü ihlalden kaynaklanmaktadır. Bu özel niteliği itibariyle, bu hükümlerin uygulama önceliği vardır. Onların suskun olduğu yerlerde haksız eyleme ilişkin kurallar uygulanabilir. Nitekim,1993 tarih ve 3/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da zamanaşımı ve başlangıç konusunda akite ilişkin hükümler uygulanmış, sorun BK. m.125 ve 128’e göre çözülmüştür. Zamanaşımı temerrüd tarihinden başlatılmıştır. Temerrüd için ise öncelikle alacağın doğması lazımdır. İrad taksitlerinden kayıplar şeklinde gerçekleşen alacak, bilinen dönemde her kaybın gerçekleştiği tarihte, bilinmeyen hesap dönemi içinde, ilerideki yılların irad taksitlerinin iskontolama işlemiyle peşin sermaye değerinin hesaplanıp bulunduğu rapor tarihinde gerçekleştiği için ve bu tarihlerden sonra temerrüdden söz edilebileceğinden rapor ve hesaplama tarihinden itibaren faiz başlatılabilir. Çünkü, iskontolama ile bilinmeyen dönem denen kesimdeki zarar iskontolama = hesap = rapor tarihinde doğmuş farzolunmaktadır.

Alacağın henüz doğmadığı dönemler için faize hükmedilemez. Açıklandığı gibi bu tür olaylarda alacağın tümü hep birlikte topluca doğmuş. Bu alacak zararın gerçekleşme biçimine bağlı olarak işçi her ay ücret aldığından ay be ay doğar. Aylık ücretle geçinen işçinin bütün çalışma dönemindeki kazancını peşin sermaye değeri olarak toptan işkazası tarihinde aldığını düşünmek faraziyelerin en gerçek dışı ve sakıncalı olanıdır. Öte yandan bu zarar hesabında, hiçbir zaman işçinin olay tarihindeki kazancı sabitleştirilmemekte, hesap döneminin sonuna kadar geleceğin getirilerinin tahminine çalışılmaktadır. İleride gerçekleşecek ve olay tarihinde tümü asla gerçekleşmemiş alacaklar için olay tarihinden başlayarak faiz yürütmek tipik bir nedensiz zenginleşmedir. Tamamen hukuka aykırıdır.

Diyelim ki, 1984’te olan bir işkazasında 1995’te hesap raporu alınsa 1984-1995 bilinen dönemde zarar toplama 500.000.000.TL. ve 1995’ten 2025 yılına kadarki bilinmeyen dönemde 1.500.000.000.TL. olarak hesaplansa, gerçek alacak toplamı 2.000.000.000.TL. olduğu, halde, bu alacaklara olay tarihinden itibaren 6.600.000.000.TL. faiz ödenmesine karar verilmiş olacaktır ki, gülünç ve korkunç bir sonuca ulaşıldığı ortadadır.

Sayın çoğunluğun kararına açıklanan nedenlerle karşıyım.

Teoman OZANOĞLU
10. Hukuk Dairesi Başkanı

KARŞI OY YAZISI

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun maddi zarar hesabı ile ilgili bozma gerekçesi Dokuzuncu Hukuk Dairesi’nin istikrar kazanan son görüşlerine ve Hukuk Genel Kurulu’nun 1988-1991 yıllarında verdiği kararlara uygundur. Bu nedenle, maddi tazminat hesabı ile ilgili bozmaya katılıyoruz. Ancak belirtmek gerekir ki, bilinmeyen dönemle ilgili zararın peşin sermaye değeri hesaplanırken karara esas rapor tarihindeki son gelir nazara alınarak her yıl için gelirlerin % 10 olarak arttırılıp rapor tarihi itibariyle iskontoya tabi tutulması Hukuk Genel Ku kararında açıklanmış ise de, bu açıklama tatbikatta yine bazı bilirkişilerin yıllar ortalaması gelirini almalarına mani olmayacağı endişesini taşıdığımızdan, Genel Kurul görüşmelerinde de benimsendiği gibi, bilinmeyen dönem zararının sermayeleştirilmesinde 1/Kn formülünün uygulanması gerektiğinin açıkça karara derç edilmesi gerektiği görüşündeyiz.

Hukuk Genel Kurulu’nun faiz başlangıcı ile ilgili olarak verdiği karar ise, hesap yöntemi ile ilgili o kabul ettiği prensipleri red eder derecede çelişkili, adaletsiz ve taraflardan birisi lehine haksız zenginleşme doğurur niteliktedir.

Dairemizin bozma kararı maddi tazminat hesap yöntemi ve faiz başlangıcı yönlerinden birbirinden ayrılmaz bir bütün iken Hukuk Genel Kurulu , Dairemiz kararının birbirini tamamlayan bu iki bölümünü birbirinden farklı mütalaa edip sonuca varmakla bir insanın başı ile vücudunu birbirinden ayırarak, başsız vücudu veya vücutsuz başı insan gibi kabul etmek durumunda kalmıştır.

Faiz başlangıcı ile ilgili Dairemizin son görüşü, Hukuk Genel Kurulu’nun 15.5.1991 gün, 1991/9-102 esas ve 1991/267 karar sayılı kararında açıklanan hesaplama yöntemi ile ilgili ilkelerin ( bu karar HGK.’ca bugün de aynen kabul edilmiştir ) aynen benimsenmesi sonucu oluşmuştur. Açıklanan Hukuk Genel Kurulu ‘nun 15.5.1991 tarihli kararına konu Dokuzuncu Hukuk Dairesi’nin 16.10.1990 gün ve 212-2622 sayılı kararında faiz başlangıcının olay tarihi olarak kabul edilmesi bu kararda benimsenen hesap yöntemine göre doğrudur. Zira, o kararda olay ( ölüm veya maluliyet ) tarihindeki gelirler hesaplamada baz alınmış, maddi zararın sermayeleştirilmesi ve iskontolanması olay tarihine göre yapılmıştır. Bu kararımız kendi içinde tamamen tutarlıdır.

Ancak, yukarıda da anılan 15.5.1991 tarihli HGK. kararında açıklanan hesap şekli Dairemizin 19.10.1990 tarihli kararında benimsenen hesap yönteminden tamamen farklıdır. Dairemiz de, HGK.’nun bu kararını gözönünde bulundurarak 1990 yılındaki kararımızda tamamen farklı bu hesaplama yöntemini benimsemiş ve bu yeni hesap yöntemi ile tamamen tutarlı, doktrinde aktüel hesapları ile ilgilenen üniversite öğretim üyelerince ve maluliyet sonucu doğan zararlarda İsviçre Federal Mahkemesi’nce benimsenen faiz başlangıç tarihlerini kabul etmiştir.

Bu yeni maddi zarar hesabı yönteminde olay ( ölüm ve maluliyet ) tarihindeki veriler nazara alınarak ve tüm zarar dönemi için olay tarihindeki ücret esas alınıp % 10 arttırım ve olay tarihine göre iskontoya tabi tutulup olay tarihi itibariyle maddi,zararın peşin değeri hesaplanmamakta, bu nedenledir ki olay tarihinden itibaren faiz uygulanmamaktadır.

Benimsenen yeni yöntemde, karara esas rapor tarihine kadar olan birinci dönem bilinen ( gerçekleşen ) zarar dönemi, rapor tarihinden sonraki ikinci dönem ise bilinmeyen ( muhtemel ) zarar dönemi olarak ikiye ayrılmaktadır.

İkiye ayrılan bu dönemlerle ilgili etraflı açıklamaya girmeden önce, ölüm ve maluliyetten doğan zararların diğer zararlardan ayırıcı vasıflarını belirtmek gerekir. Örneğin, eşya zararlarında zarar, zarara yol açan olayın vukuu ile derhal meydana gelmektedir. Oysa ki ölüm ve cismani zararların vasfı müstakbel olmaları, başka bir anlatımla zarara yol açan olayın vukuu ile derhal değil, ileride zaman içinde gerçekleşecek olmalarıdır. Bu nedenle, bu gibi olaylarda tazminat talep eden davacılar, muayyen müddetle ay ve sene gibi belirli zaman dilimleri içinde maruz kalacakları periyodik zarar miktarlarının, yani yoksun kalacağı bir iradın tazminini talep etmektedir. İrat, pek kısa olmayan bir süre devam etmek üzere eşit zaman aralıkları ile tekerrür eden edalardan oluşan bir alacaktır. Zarar gören kişinin maruz kaldığı ve mahkemece tesbit edilecek zarar bir irat kaybından ibaret olduğu için en uygun çözüm, irat şeklindeki tazminata hükmolunmasıdır. Hakime, BK.nun 43. maddesi bu yetkiyi tanıdığı halde, tatbikatta mahkemeler sözkonusu iradın peşin değerinin tahsiline karar vermektedirler. Burada esas olan, tazminatın her iki halinde de alacaklıya sağlanan maddi menfaatin değişmemesi ve aynı olmasıdır.

Yukarıda açıklanan olay ( maluliyet veya ölüm ) tarihinden karara esas rapor tarihine kadar olan dönemin zarar ve iradının taksitlerden oluşan kısmı, taksitlerin vadeleri geçmiş bulunduğunda, vadeleri geçmiş alacaklar da bir iskonto ve peşin değer söz konusu olamayacağından, bu dönem zararı peşin sermaye değeri hesabının dışında bırakılmış, bu döneme ilişkin zarar bilinen acretlerle müşahhas olarak tayin ve tesbit olunarak aynen hüküm altına alınması ( peşin değer hesabına dahil edilmeksizin ve iskontoya tabi tutulmaksızın ) HGK.’nca benimsenmiştir. Kabul edilen bu hesap yöntemi sonucu, zararın irat kaybından ibaret olması, zarara yol açan olay tarihinde değil, zaman içerisinde ve her taksit için onun vade tarihinde gerçekleşmesi nedeniyle bu döneme ait taksitlerden herbirine vadesi tarihinden itibaren gecikme faizi uygulanması gerekir. Ancak, her vade tarihinden itibaren ayrı ayrı faiz uygulaması, tatbikatta güçlük yaratacağından, Dairemiz matematiksel olarak fazla fark yaratmayan ve İsviçre Federal Mahkemesi’nce maluliyet hallerinde kabul edilen ortalama tarihten faiz uygulanması görüşünü benimsemiş olup, bu görüşümüz zararın mahiyetinin ve hesaplama yönteminin bir sonucudur.

HGK.’nca bu döneme ait taksitlerin tutarına olay tarihinden itibaren gecikme faizi uygulanması görüşünün benimsenmesi kanuna ve hukuki esaslara tamamen aykırılık teşkil etmektedir.

Karara esas rapor tarihinden sonraki bakiye yaşam süresine ait ikinci dönem ( bilinmeyen devre ) zararı, müstakbel gelir hakkında yapılan tahminlere müsteniden hesap ve tayin olunmaktadır. Bu döneme ilişkin irat gelir taksitlerinin henüz vadesi gelmediğinden ve peşin değer iratlarda henüz vadesi gelmemiş olan taksitler için sözkonusu olduğundan, davacıların bu dönem zararlarının peşin sermaye değeri hesaplanmaktadır. HGK. bu peşin sermayenin belirlenmesinde karara esas rapor tarihindeki verileri ( ücret ve gelirleri ) esas alıp bu tarihten itibaren artırıma tabi tutup rapor tarihi itibariyle iskontolaştırarak bu devre zararının peşi sermaye değerinin belirlenmesi gerektiği ilkesini benimsediğine ve bu döneme ilişkin zararların da olay tarihinde değil, rapor tarihinden sonra zaman içerisinde gerçekleşmesine göre, bu döneme ilişkin faiz başlangıcının hüküm veya karara esas olan rapor tarihi olarak kabul edilmesi yansıtılamaz en tabii bir sonuçtur. Bu nedenledir ki, Dairemiz bu dönem için faiz başlangıç tarihini hüküm tarihi olarak kabul etmiştir. HGK.’nda ve tatbikatta hükme esas rapor tarihi ile karar tarihi arasında uzun bir zaman geçebileceği, bunun da davacı aleyhine sonuç doğuracağı endişesi açıklandığından, bizler bu dönem için faiz başlangıç tarihinin hükme esas hesap rapor tarihi olarak kabul edilmesi gerektiği sonucuna ulaşmış bulunuyoruz.

Olay tarihindeki veriler nazara alınmadığı ve iskonto olay tarihine götürülmediği ve zararın peşin değeri olay tarihi itibariyle sermayeleştirilmediği halde HGK.’nun bu dönem zararının faiz başlangıcını da olay tarihi olarak kabul etmesinin hiçbir izah tarzı ve hukuki dayanağı yoktur. Bu sebeple benimsenemez.

Tüm yukarıda açıkladığımız nedenlerle HGK.’nun faiz başlangıcı ile ilgili kararına katılamıyoruz.

Emin Aydın ÖZKUL
9. Hukuk Dairesi Başkanı

Osman Güven ÇANKAYA
9. Hukuk Dairesi Üyesi

yarx

TAZMİNAT HESAPLARINDA BAKİYE ÖMRÜN BELİRLENMESİNDE TRH 2010 TABLOSUNUN ESAS ALINMASININ GÜNCELLENEN ÜLKE GERÇEKLERİNE DAHA UYGUN OLACAĞI

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi
ESAS: 2020/2598
KARAR: 2021/34

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 40.
Hukuk Dairesi

Taraflar arasındaki sigorta tahkim davasının yapılan yargılaması sonunda; Sigorta Tahkim komisyonu İtiraz Hakem heyetince verilen kararın davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, davalıya trafik sigortalı araç sürücüsünün kusurlu hareketi ile gerçekleşen kazada müvekkilinin desteğinin öldüğünü açıklayıp fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydı ile 5.500,00 TL’nin tahsilini talep etmiş, ıslah dilekçesi ile talebini 196.408,00 TL’ye yükseltmiştir.

Dvalı vekili, talebin reddini savunmuştur.

Sigorta Tahkim Komisyonu Uyuşmazlık Hakemince, iddia, savunma ve toplanan kanıtlara göre; taleple bağlı kalınarak 5.500,00 TL’nin tahsiline karar verilmiş, anılan karara karşı itiraz edilmesi üzerine İtiraz Hakem Heyetince başvuru sahibi vekilinin itirazının kabulü ile Hakem Heyetince verilen kararın kaldırılmasına, başvurunun kısmen kabulü ile 147.666,00 TL’nin tahsiline karar verilmiş; karar, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1-Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu’nun 19.06.2020 tarih, 2019/4-2019/1 sayılı kararı ile 5684 Sayılı Sigortacılık Kanunu’nun 30. maddesi ile kurulan Sigorta Tahkim Komisyonu İtiraz Hakem Heyetinin Bölge Adliye Mahkemelerinin faaliyete başladığı 20.07.2016 tarihinden sonra itiraz üzerine verilen kararlarının temyiz kanun yoluna
tabi olduğu kararlaştırıldığından, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 40.Hukuk Dairesi’nin 12.12.2019 tarih, 2019/516-685 sayılı kararının kaldırılarak davalı vekilinin Sigorta Tahkim Komisyonu İtiraz Hakem Heyeti kararına yönelik temyiz isteminin incelenmesi gerekmiştir.

2-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davalı vekilinin vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

3-Dava, trafik kazasından kaynaklanan destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir.

Davacı vekili, müvekkilinin desteğinin meydana gelen kazada öldüğünü açıklayıp destekten yoksun kalma tazminatı talebinde bulunmuş, tazminatın belirlenmesi amacı ile bilirkişiden rapor alınmış, alınan raporda davacının ve desteğin kaza tarihinden sonraki muhtemel yaşam süresi belirlenmesinde 1931 tarihli PMF yaşam tablosu dikkate alınarak hesaplama yapılmış, hakem heyetince bu rapor hükme esas alınmıştır.

Gerçek zarar miktarı; hak sahiplerinin ve desteğin olay tarihindeki bakiye ömrü esas alınarak aktif ve pasif dönemde elde edeceği kazançlar toplamından oluşmaktadır.

Desteğin veya hak sahiplerinin bakiye ömürleri daha önceki yıllarda Fransa’dan alınan 1931 tarihli “PMF” cetvelleri ile saptanmakta ise de; Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Aktüerya Bilimleri Bölümü, BNB Danışmanlık, Marmara Üniversitesi ve Başkent Üniversitesi’nin çalışmalarıyla “TRH 2010” adı verilen “Ulusal Mortalite Tablosu” hazırlanmış olup, Sosyal Güvenlik Kurumu’nca da ilk peşin sermaye değerlerinin hesabında anılan tabloların uygulanmasına geçilmiştir. Gerçek zarar hesabı özü itibariyle varsayımlara dayalı bir hesap olup, gerçeğe en yakın verilerin kullanılması esastır. Bu durumda diğer kurumlar ile Yargıtay Daireleri arasında tazminat hesabında birliğin sağlanması açısından ve yine bu tablonun ülkemize özgü ve güncel verileri içermesi de göz önüne alındığında, Dairemizce de tazminat hesaplarında bakiye ömrün belirlenmesinde TRH 2010 tablosunun esas alınmasının güncellenen ülke gerçeklerine daha uygun olacağına karar verilmiştir.

Buna göre temyiz edenin sıfatına göre, davacı tarafından kararın temyiz edilmediği de dikkate alınarak, kazanılmış haklar gözetilerek (tazminata esas alınan gelir, esas alınan asgari ücret yılı, işlemiş/işleyecek dönem tarihleri gibi) davacının ve desteğin muhtemel bakiye yaşam süresinin TRH 2010 Yaşam Tablosu’na göre belirlenmesi suretiyle tazminat miktarının hesaplanması için bilirkişiden ek rapor alınarak oluşacak sonuca göre karar verilmek üzere kararın bozulmasına karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ:Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 40. Hukuk Dairesi’nin 12.12.2019 tarih, 2019/516-685 sayılı kararının KALDIRILMASINA, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının REDDİNE, (3) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile İtiraz Hakem Heyeti kararının BOZULMASINA, dosyanın saklama kararı veren İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine 14/01/2021 gününde oybirliğiyle karar verildi.

ZAMANAŞIMI SÜRESİNİN DOLMASINDAN SONRA ALACAKLIYA YÖNELTİLEN BORÇ İKRARI ZAMANAŞIMI DEFİNDEN ZIMNİ (ÖRTÜLÜ) FERAGAT ANLAMINA GELİR

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS: 2013/2202
KARAR: 2015/2362

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :İş Mahkemesi

Taraflar arasındaki “işçilik alacakları” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Zonguldak 1. İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 19.04.2012 gün ve 2011/808 E. 2012/248 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 22. Hukuk Dairesi’nin 12.02.2013 gün ve 2012/12739 E. 2013/2602 K. sayılı ilamı ile;

“…Davacı vekili, davacının iş sözleşmesinin emeklilik sebebi ile sona erdiğini, fazlaya dair talep ve dava hakları saklı kalmak ve 818 sayılı Borçlar Kanunu 84. maddeye göre hesaplama yapılması kaydıyla 7.090,58 TL ücret alacağı ile süresinde ödenmemesi sebebiyle tahakkuk tarihi ile dava tarihi arasında geçen süre için alacağın temerrüt tarihinden dava tarihine kadar faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekili davacı tarafından Zonguldak 3. İcra Müdürlüğünün 2011/3751 esasına kayıtlı icra takibi başlatıldığını, kanuni süresi içerisinde takibe konu alacağın 7.089,58 TL’lik kısmını zamanaşımı sebebiyle itiraz edildiği, itiraz edilen kısım yönüyle takibin durdurulduğu, temerrüde düşürüldükleri 10.12.2010 ihtirazi kayıt tarihinden geriye doğru beş yıl öncesinde doğan ve takip konusu edilen alacakların 818 sayılı Kanun’un 84. maddesi uygulanmak suretiyle faiziyle birlikte talep edilmesinin mevzuata aykırı olduğundan bahisle davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece davalı … Başkanlığının 27.12.2010 tarihli belge ile dava konusu edilen zamanaşımı süresi dolmuş 2005 yılı maaş alacaklarını ikrar ettiği, davalının ikrar etmiş olduğu ücret alacağına daha sonradan zamanaşımı def’ini ileri sürmesi çelişkili davranış niteliğinde olup aynı zamanda hakkın kötüye kullanılması niteliğinde değerlendirilerek asıl ve birleşen davanın kabulüne karar verilmiştir.

Karar davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Taraflar arasında, işçilik alacaklarının zamanaşımına uğrayıp uğramadığı konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır.

4857 sayılı İş Kanunu’ndan daha önce yürürlükte bulunan 1475 sayılı Kanun’da ücret alacaklarıyla ilgili olarak özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediği halde, 4857 sayılı Kanun’un 32/8. maddesinde, işçi ücretinin beş yıllık özel bir zamanaşımı süresine tabi olduğu açıkça belirtilmiştir. Ancak bu Kanundan önce tazminat niteliğinde olmayan, ücret niteliği ağır basan işçilik alacaklar, dava tarihi itibariyle yürürlükte bulanan mülga 818 sayılı Kanun’un 126/1 maddesi uyarınca beş yıllık zamanaşımına tabidir.

Mahkemece davacının dava konusu ettiği ücret alacaklarının davalı … tarafından davacı vekilinin 10.12.2010 tarihli yazılı talebi üzerine düzenlenen 27.12.2010 tarihli belgede zamanaşımı süresi dolan dava konusu 2005 yılına ait ücret alacaklarını miktar olarak gösterildiği, borcun ikrar edildiği kabul edilen belge mali hizmetler müdür vekili tarafından düzenlenmiştir.

Davacı … işyerindeki çalışmaları karşılığı ücret alacaklarını talep etmiş olup 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 37. maddesi gereğince belediye tüzel kişiliğinin temsilcisi belediye başkanıdır. Yine aynı Kanun’un 38. maddesinde belediye başkanlarının görevleri sayılmış; buna göre belediyeyi davacı veya davalı olarak da yargı yerlerinde temsil etmek veya vekil tayin etmek belediye başkanının görevleri arasında sayılmıştır. Mahkemece borç ikrarı kabul edilen belediye mali hizmetler müdür vekili tarafından düzenlenen 27.12.2010 tarihli belge davalı belediyeyi temsile yetkili kişi tarafından düzenlenmediğinden davalı … yönünden zamanaşımını kesen borç ikrarı niteliği taşımaz. Mahkemece zamanaşımı davalı belediyenin def’i dikkate alınarak gerekirse hesap bilirkişisinden ek rapor alınmalı, alınacak rapor dosyadaki diğer delillerle birlikte yeniden değerlendirmeye tabi tutularak sonucuna göre karar verilmelidir.

Mahkemece eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.

Davacı vekili asıl ve birleştirilen dava dilekçesinde özetle; davacının iş sözleşmesinin emeklilik sebebi ile sona erdiğini, ödenmeyen 7.090,58 TL ücret alacağının faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı … Başkanlığı vekili cevap dilekçesinde özetle; alacağın 7.089,58 TL’lik kısmının zamanaşımına uğradığını belirterek davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Yerel Mahkemece, davalı … Başkanlığının 27.12.2010 tarihli belge ile dava konusu edilen zamanaşımı süresi dolmuş 2005 yılı maaş alacaklarını ikrar ettiği, davalının ikrar etmiş olduğu ücret alacağına daha sonra zamanaşımı def’ini ileri sürmesinin çelişkili davranış niteliğinde olup aynı zamanda hakkın kötüye kullanılması olduğu gerekçesiyle asıl ve birleşen davanın kabulüne dair verilen karar, davalı vekilinin temyizi üzerine Özel Daire tarafından yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuş; mahkemece önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiştir.

Direnme hükmü davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu önüne getirilen uyuşmazlık; davacının talebi üzerine davalı Belediyenin Mali Hizmetler Müdür V.Y sıfatıyla düzenlenen 27.12.2010 tarihli belgenin davalı … Başkanlığı yönünden zamanaşımından feragat içeren borç ikrarı niteliğinde olup olmadığı, varılacak sonuca göre işçilik alacaklarının zamanaşımına uğrayıp uğramadığı noktasında toplanmaktadır.

Bu konuda, öncelikle mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)’nun zamanaşımını düzenleyen hükümlerinin incelenmesinde yarar bulunmaktadır.

Bilindiği üzere zamanaşımı en basit anlatımla yasanın öngördüğü belli bir sürenin geçmesiyle, bir hakkın kazanılmasına veya bir borçtan kurtulunmasına olanak veren bir hukuki müessesedir. Borçtan kurtulma olanağı tanıyan yönüyle zamanaşımı, maddi hukuka ilişkin bir müessese değildir; borçluya borçtan kurtulmasını sağlayacak savunma vasıtalarını sunarsa da, gerçekte bizatihi kendisi borcu ortadan kaldırmaz; sadece, alacağın istenebilmesi hakkını zaman itibariyle sınırlar. Borç varlığını sürdürdüğü halde, borçlu zamanaşımı müessesesine dayanarak, artık o borcun kendisinden istenilemeyeceğini savunabilir; yargılama usulüne ilişkin kurallar borçluya böyle bir def’ide (zamanaşımı def’inde) bulunma olanağı tanır. Zamanaşımına uğrayan borç, eksik bir borçtur. Zamanaşımı müessesesinin bu yapısının (borcu değil, sadece onun alacaklı tarafından talep edilmesi olanağını ortadan kaldırmasının ve yine sadece borçlu tarafından ileri sürülebilecek bir olgu olmasının) doğal sonucu olarak, borçlu tarafından yasal süre içerisinde böyle bir def’ide bulunulmadığı takdirde, hakim tarafından kendiliğinden gözetilemez.

4857 sayılı İş Kanunundan önce yürürlükte bulunan 1475 sayılı İş Kanununda ücret alacaklarıyla ilgili olarak özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediği halde, 4857 sayılı İş Kanununun 32/8 maddesinde, işçi ücretinin beş yıllık özel bir zamanaşımı süresine tabi olduğu açıkça belirtilmiştir. Ancak 1475 sayılı Kanunun yürürlükte olduğu dönemde de tazminat niteliğinde olmayan, ücret niteliği ağır basan işçilik alacaklarının, Borçlar Kanununun 126/1 maddesi uyarınca beş yıllık zamanaşımına tabi olacağı tartışmasız olarak öğreti ve uygulama tarafından kabul edilmiştir.

Bu durumda somut olay kapsamında Borçlar Kanununun zamanaşımını kesen ve zamanaşımından feragati düzenleyen hükümlerine değinmekte de fayda bulunmakta olup anılan Kanunun 133. maddesinde, zamanaşımını kesen nedenler gösterilmiştir. Borçlunun borcunu ikrar etmesi (alacağı tanıması), bu nedenlerden biridir. Borcun tanınması, tek yanlı bir irade bildirimi olup; borçlunun, kendi borcunun devam etmekte olduğunu kabul anlamındadır. Borç ikrarının sonuç doğurabilmesi için, eylem yeteneğine ve malları üzerinde tasarruf yetkisine sahip olan borçlunun veya yetkili kıldığı vekilinin, bu iradeyi alacaklıya yöneltmiş bulunması ve ayrıca zamanaşımı süresinin dolmamış olması gerekir. Gerçekte de borç ikrarı ancak işlemekte olan zamanaşımını keser, farklı anlatımla zamanaşımı süresinin tamamlanmasından sonraki borç ikrarının kesme yönünden bir sonuç doğurmayacağından kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır.

Borçlar Kanununun 139. maddesi ise zamanaşımından feragati düzenlenmiştir. Anılan maddeye göre, borçlunun zamanaşımı defini ileri sürme hakkından önceden feragati geçersizdir. Önceden feragatten amaç, sözleşme yapılmadan önce veya yapılırken vaki feragattir. Oysa daha sonra vazgeçmenin geçersiz sayılacağına ilişkin yasada herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. O nedenle borç zamanaşımına uğradıktan sonra borçlu zamanaşımı defini ileri sürmekten feragat edebilir. Zira, burada doğmuş bir defi hakkından feragat söz konusudur ve hukuken geçerlidir. Bu feragat; borçlunun, ileride dava açılması halinde zamanaşımı definde bulunmayacağını karşılıklı olarak yapılan feragat anlaşmasıyla veya tek yanlı iradesini açıkça bildirmesiyle veyahut bu anlama gelecek iradeye delalet edecek bir işlem yapmasıyla mümkün olabileceği gibi, açılmış bir davada zamanaşımı definde bulunmamasıyla veya defiyi geri almasıyla da mümkündür.

Zamanaşımı süresinin dolmasından sonra alacaklıya yöneltilen borç ikrarının, zamanaşımı definden zımni (örtülü) feragat anlamına geldiği, öğretideki baskın görüşlerle ve yargı inançlarıyla da doğrulanmaktadır ( Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 19/11/1963 T. 5924-6419 sayılı kararında da aynı hususlar vurgulanmıştır.

Dahası, zamanaşımı süresinin dolmasından sonra alacaklıya karşı bir borç ikrarında bulunan borçlunun, bu borç ikrarına dayanılarak açılan davada zamanaşımı defini ileri sürmesi, çelişkili davranış yasağını oluşturur. Bu durum Medeni Kanunun 2 nci maddesine aykırı olup hukuken korunamaz (HGK’nun 23.02.2000 gün ve 2000/15-71 E, 2000/116 K ).

Somut olayda; davacı vekili tarafından 10.10.2010 tarihli dilekçe ile işçilik alacaklarının ödenmesi ve miktarını belirten bir belge verilmesi istemi üzerine “Mali Hizmetler Müdür V.Y” tarafından 2005- 2010 yılları arası maaş ve ikramiye alacaklarının 27.957,85 TL olduğunu gösteren bir belge verilmiş, davacı vekili bu belge ile ilamsız takip başlatmış olup davalı … vekili 24.06.2005-23.11.2005 arasındaki 7089,58 TL yönünden zamanaşımı nedeniyle kısmi itirazda bulunmuştur. Davacı, ilamsız icra takibine konu edilen ve itiraza uğrayan kısım yönünden görülmekte olan alacak davasını açmıştır.

Bu durumda anılan belgenin davalı … Başkanlığını bağlayan borç ikrarı niteliğinde olup olmadığı yönünden 5393 sayılı Belediyeler Kanunu’nun ilgili hükümleri de değerlendirilmelidir.

5393 sayılı Belediyeler Kanunu’nun: “ Belediye Başkanı ” başlıklı 37.maddesinde:

“Belediye başkanı, belediye idaresinin başı ve belediye tüzel kişiliğinin temsilcisidir. Belediye başkanı, ilgili kanunda gösterilen esas ve usûllere göre seçilir.

Belediye başkanı, görevinin devamı süresince siyasî partilerin yönetim ve denetim organlarında görev alamaz; profesyonel spor kulüplerinin başkanlığını yapamaz ve yönetiminde bulunamaz.” hükmü yer almaktadır.

“Belediye Başkanının Görev Ve Yetkileri” başlıklı 38.maddesinin (a) ve ( c) bentleri uyarınca;

“Belediye başkanının görev ve yetkileri şunlardır:

a) Belediye teşkilâtının en üst amiri olarak belediye teşkilâtını sevk ve idare etmek, belediyenin hak ve menfaatlerini korumak.

c) Belediyeyi Devlet dairelerinde ve törenlerde, davacı veya davalı olarak da yargı yerlerinde temsil etmek veya vekil tayin etmek.”

Ayrıca Kanunun “ Yetki Devri ” başlıklı 42.maddesinde:

“Belediye başkanı, görev ve yetkilerinden bir kısmını uygun gördüğü takdirde, yöneticilik sıfatı bulunan belediye görevlilerine devredebilir.”denilmektedir.

Açıklanan bu yasal düzenlemeler ortaya koymaktadır ki, belediye tüzel kişiliğini temsil ile yetkili kişi “Belediye Başkanı” dır. Görev ile yetkilerinden bir kısmını uygun gördüğü takdirde ancak “yöneticilik sıfatı bulunan” belediye görevlilerine devredebilir.

O halde mahkemece, 27.12.2010 tarihli belgenin yetkili kişilerce düzenlenip düzenlenmediği, dolayısı ile davalı … Başkanlığı yönünden borç ikrarını havi bağlayıcı bir belge olup olmadığı araştırılmak sureti ile oluşan sonuca göre bir karar vermek gerekirken yazılı şekilde eksik inceleme ile önceki kararda direnilmesi doğru değildir.

Bu nedenle direnme kararı belirtilen değişik gerekçeyle bozulmalıdır.

S O N U Ç : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda belirtilen değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 04.11.2015 gününde yapılan ikinci görüşmede oybirliği ile karar verildi.

TRAFİK KAZASI- PLAKASI YANLIŞ YAZILAN ZMMS POLİÇESİ – ZAMANAŞIMI İTİRAZI –

T.C.
GAZİANTEP
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
17. HUKUK DAİRESİ

ESAS NO : 2019/1793
KARAR NO : 2021/436

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
B Ö L G E A D L İ Y E M A H K E M E S İ K A R A R I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : ŞANLIURFA 4. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 21/03/2019
NUMARASI : 2013/70 Esas- 2019/355 Karar
DAVACILAR : 1-F.A
VEKİLİ : Av. SELİM HARTAVİ
Cumhuriyet Cd. 24 C, Şair Nabi Mahallesi, 63040 63040 Haliliye/Şanlıurfa
DAVALI :1 -HAMİT K
DAVALI : 2 -M….. SİGORTA ANONİM ŞİRKETİ –
DAVALI : 3 -ŞANLIURFA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANLIĞI
DAVANIN KONUSU : Sigorta (Trafik Sigortası Kaynaklı)
KARAR TARİHİ : 22/03/2021
GEREKÇELİ KARARIN YAZILDIĞI TARİH : 25/03/2021

Şanlıurfa 4. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 21/03/2019 tarih ve 2013/70 esas ve 2019/355 karar sayılı kararı aleyhine davacı vekili, davalılar M…. Sigorta Anonim Şirketi vekili ve Şanlıurfa Belediye Başkanlığı vekili tarafından ayrı ayrı istinaf başvurusunda bulunulduğundan dosyanın yapılan incelemesi sonunda;

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ;

Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; Şanlıurfa Büyükşehir Belediye Başkanlığı adına kayıtlı bulunan 63 DS 914 plakalı römorklu traktörün 08/10/2005 tarihinde sürücü Hamit K.’nın sevk ve idaresindeyken, Onikiler Mahallesi Altut Sokak üzerinde sokakta oynamakta olan çocuklardan müteveffa Aslı A. nın koşarak sokağın karşısına geçmek istediği esnada traktörle römork arasındaki çeki demirine çarparak yaralandığını ve akabinde vefat ettiğini, 18/04/2006 tarihli ATK raporu ile Hamit K’nın tedbirsizliği sebebiyle kusurlu olduğu, müdrik yaşta bulunmayan müteveffa yaya Aslı A’nın davranış faktörlerinin sonuç üzerinde müessir olduğu kanaatiyle asli kusurlu olduğunun tespit edildiğini, fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak davacı anne için 1.000,00 TL, cenaze ve defin giderleri için 200,00 TL olmak üzere 1.200,00 TL maddi tazminatın, yargılama aşamasında bildirilecek manevi tazminatın davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalı Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi vekili cevap dilekçesinde özetle; zamanaşımı ve görev itirazında bulunarak davanın usulden reddi gerektiğini, müvekkili belediyenin dava konusu olayda kusuru, haksız fiili veya tedbirsizliği olmadığını, küçük yaştaki çocuğun tedbirsiz ve dikkatsiz bir şekilde sokağa bırakılması nedeniyle anne ve babanın tam kusurlu olduğunu beyanla davanın reddini istemiştir.

Davalı M. Genel Sigorta A.Ş. vekili cevap dilekçesinde özetle; 63 DS 914 plakalı aracın kaza tarihini kapsayan bir poliçesine rastlanmadığını, bildirilen poliçe numarasının bu araçla bir alakası olmadığını beyanla esasa ilişkin cevap hakkını saklı tutarak davanın husumet yokluğu nedeniyle usulden reddini talep etmiştir.

Mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulü ile, 18.904,19 TL destekten yoksun kalma tazminatı ve 30 TL cenaze ve defin gideri olmak üzere toplam 18.934,19 TL tazminatın 08/10/2005 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan alınarak davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiştir.

İstinaf kanun yoluna başvuran davacı vekili istinaf dilekçesinde özetle; işleten ve sigortacının sorumluluğunun kusur sorumluluğu olmayıp sebep sorumluluğunun ikinci türü olan tehlike sorumluluğundan kaynaklandığını, bu nedenle desteğin kusurunun destek tazminatından indirilmesinin hakkaniyete aykırı olduğunu, alınan kusur raporunun hüküm kurmaya elverişli olmadığını, destek süre ve paylarının Yargıtay uygulamalarına aykırı olarak hesaplandığını, destekten yoksun kalma tazminatı hesabında yetiştirme gideri indirimi yapılamayacağını, yargılama giderinin eksik hesaplandığını, toplamda 4.159,00 TL gider avansı yatırıldığı halde mahkemece yargılama giderinin eksik hesaplanarak 2.865,50 TL yargılama gideri yapıldığından bahisle hüküm kurulmasının doğru olmadığını beyanla kararın kaldırılmasını istemiştir.

İstinaf kanun yoluna başvuran davalı M. Sigorta şirketi vekili dilekçesinde özetle; davanın husumet yokluğundan reddinin gerektiğini, dava konusu kaza yapan aracın müvekkili şirket nezdinde geçerli bir poliçesi bulunmadığını taraflarına tebliğ olunan dava dilekçesinde kazaya ilişkin herhangi bir belge bulunmadığını, dava dilekçesinde kaza tarihinin, poliçe vade başlangıç tarihi olduğunu, kaza anı itibari ile 63 DS 914 plaka numaralı aracın müvekkili şirket nezdinde geçerli bir poliçesi olmaması sebebiyle haksız ve mesnetsiz açılan davanın müvekkili şirket açısından reddi gerektiğini, Tramer Poliçe uygulamasından da açıkça anlaşılacağı üzere kaza tarihinde poliçe bilgileri sorgulandığında dahi herhangi bir kayda rastlanılmadığını, ayrıca yine plaka sorgulamasında kaza tarihini kapsayan bir ZMMS’ye rastlanmadığını beyanla kararın kaldırılmasını istemiştir.

İstinaf kanun yoluna başvuran davalı Belediye Başkanlığı vekili dilekçesinde özetle; öncelikle davanın süresi içerisinde açılmadığını, ikame edilen tazminat ve alacak kalemlerinin zamanaşımına uğradığını, müvekkilinin hizmet kusurundan kaynaklanan görevlerinde davaların görülme yerinin adli yargı olmayıp idari yargı olduğunu beyanla kararın bu yönlerden kaldırılmasını istemiştir.

Dava, trafik kazasından kaynaklanan ölüm nedeniyle destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir.
HMK’nın 355. maddesi uyarınca istinaf itirazları ve kamu düzenine ilişkin hususlarla sınırlı olarak yapılan inceleme sonunda;

1-Davalı Şanlıurfa Belediye başkanlığınca somut olayda zamanaşımının dolduğu zamanaşımı itirazları dikkate alınmadan hüküm tesis edildiğini belirterek istinaf itirazında bulunulmuştur.

2918 sayılı KTK’nın 109/I. maddesinde “Motorlu araç kazalarından doğan maddi zararların tazminine ilişkin talepler, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak 2 yıl ve her halde, kaza gününden başlayarak 10 yıl içinde zamanaşımına uğrar” hükmüne, yine aynı kanunun 109/II. maddesinde ise, “dava, cezayı gerektiren bir fiilden doğar ve Ceza Kanunu bu fiil için daha uzun bir zamanaşımı süresi öngörmüş ise, bu süre maddi tazminat talepleri için de geçerlidir” hükmüne yer verilmiştir.

Yargılama konusu haksız eylemin suç niteliği taşıdığı anlaşıldığından somut uyuşmazlıkta 2918 sayılı KTK’nın 109/2 maddesinde düzenlenen uzamış ceza zamanaşımı süresinin uygulanması gerektiği açıktır. Eylem için(TCK 85/1) kaza tarihinde yürürlükte bulunan 5237 sayılı TCK’nın 66 maddesinde öngörülen ceza zamanaşımı süresinin 15 yıl olduğu dikkate alındığında zamanaşımı süresinin dava tarihi itibariyle dolmadığı anlaşıldığından davalı tarafın zamanaşımın dolduğuna dair istinaf itirazlarına itibar edilmemiştir.

2-Davalı tarafça davanın hizmet kusuruna dayalı olarak açıldığı bu itibarla adli yargının görevli olmadığı belirtilerek istinaf itirazında bulunulmuş ise de, somut uyuşmazlıkta davaya konu traktörün davalı belediye adına kayıtlı olduğu ve davanın belediye başkanlığı aleyhine işleten sıfatı nedeni ile açıldığı anlaşıldığından davalı tarafın istinaf itirazı yerinde görülmemiştir. (Yargıtay 17. H.D.nin 2016/13301 E. 2017/8860 K.)

3-Davalı sigorta şirketince dava konusu aracın müvekkil sigorta şirketi nezdinde geçerli bir poliçesinin bulunmadığını, dosyadaki poliçenin başlangıç tarihinin kaza tarihi olup tanzim saatinin kaza tarihinden sonra olduğunu bu itibarla davanın husumet yokluğu nedeni ile reddinin gerektiğini belirterek istinaf itirazında bulunmuştur.

Dosya içerisinde davaya konu araca ilişkin ruhsat bilgilerine göre 63 DS 914 plakalı traktörün Şanlıurfa Belediye Başkanlığı adına kayıtlı olduğu, Şase No: 1542 Motor no: 7152 olduğu, dosya içerisinde bulunan Şanlıurfa Belediye Başkanlığı ile davalı sigorta şirketi arasında düzenlenen 63 DS 014 plakalı 7152 Motor nolu, 1542 şasi nolu traktöre ilişkin sigorta poliçesinde poliçe vadesi başlama tarihinin 08/10/2005 tarih saat; 12;00, bitiş tarihinin 08/10/2006 tarih saat 12;00 olarak belirtildiği, dava konusu kazanın ise 08/10/2005 tarihinde saat 15;00 civarında olması nedeni ile poliçe vadesi içerisinde olduğu anlaşılmıştır.

Her nekadar poliçede araç plakası farklı olarak belirtilmiş ise de, motor ve şasi numaralarının aynı olması ve bu hususta davalı tarafça açık bir istinaf itirazı bulunmaması nedeni ile plakada farklılık dikkate alınmamıştır.

Davalı sigorta şirketince sigorta poliçesinin tanzim tarihinin kaza tarihinden sonra olduğu belirtilmiş ise de, davalı sigorta şirketi basiretli tacirdir. Diğer davalı ile aralarında düzenlenen poliçede teminatın başlangıç saati 12;00 olarak belirtilmiştir. Kazanın da evrak kapsamına göre 12;00 den sonra olduğu sabittir.

Her ne kadar 6102 Sayılı Yasa uyarınca sigorta hukukunda kural olarak sigorta sözleşmesinin akdedilmiş olması sigortacının sorumluluğunun başlamış olmasını gerektirmeyeceği ve TTK’nun 1410, 1421, 1430 ve 1431. Maddeleri uyarınca sigorta sözleşmesi uyarınca sigortacının sorumluluğunun başlaması için düzenlemelere yer verilmekle birlikte, davalı sigorta şirketi ile işleten davalı arasında kaza tarih ve saatini kapsar nitelikte sorumluluk gerektiren sigorta poliçesi düzenlenmiştir. Sigorta poliçesinin sonradan iptal edildiğine ilişkin bir iddiada bulunmamaktadır.TTK hükümlerine göre poliçenin geçersizliğinin 3. kişilere karşı ileri sürülemeyeceği hususları dikkate alındığında davalı sigorta şirketinin istinaf itirazı yerinde görülmemiştir. (Yargıtay 17. Hukuk Dairesinin 2019/5617 E. 2020/3230 K.)

3-Davacı vekilince: hükme esas alınan ek raporda 2018 yılı asgari ücret miktarı esas alınarak hesaplama yapıldığını mahkemece söz konusu rapor uyarınca 21/03/2019 tarihinde hüküm kurulduğunu, duruşma tarihi itibari ile 2019 yılı asgari ücret miktarı esas alınarak hesaplama yaptırılması gerektiği belirtilerek istinaf itirazında bulunmuştur.

TBK’nun 53/3. maddesi gereği, ölüm neticesi olarak diğer kimseler müteveffanın yardımından mahrum kaldıkları takdirde, onların bu zararını da tazmin etmek lazım gelir. Bu düzenleme ışığında, mahkemece destek tazminatının niteliği ve varsayımsal hesap içermesi gözönüne alınarak zarar hesaplanmalı ve buna göre de hüküm tarihine en yakın tarihteki asgari ücret destek hesabında nazara alınmalıdır. (Yargıtay 17. Hukuk Dairesinin 2019/1119 E.2020/8025 K.) Mahkemece hüküm tarihine en yakın tarihteki asgari ücretin tespiti ile destek tazminatının hesaplanması yönünden bilirkişiden ek rapor alınıp sonucuna göre değerlendirme yapılması gerekir. Bu itibarla davacı vekilinin istinaf itirazı yerinde görülmüştür.

4-Davacı tarafça kusur raporlarının hüküm tesisi için elverişli olmadığı belirtilerek istinaf itirazında bulunulmuştur. Dosya kapsamına göre, mahkemece aldırılan 31/01/2014 tarihli bilirkişi raporunda davalı sürücünün % 20 kusurlu olduğu, müteveffa çocuğunun ebeveyn ailesi olan davacıların % 80 oranında kusurlu olduğunun belirtildiği, kaza ile ilgili olarak Şanlıurfa 4. Asliye Ceza Mahkemesinin 2010/27 Esas sayılı dosyasında Sürücü Sanık Hamit K hakkında taksirle ölüme sebebiyet vermek suçundan yargılama yapıldığı ve ATK Trafik ihtisas dairesince düzenlenen 18/04/2006 tarihli raporda Sanık Hamit K’nın tali derecede kusurlu olduğu, olaya müdrik yaşta bulunmayan müteveffa yaya Aslı A’nın davranış faktörleri sonuç üzerinde müessir olduğunun belirtildiği, yine ceza yargılamasında karayolları fen heyetinden (emelki) aldırılan 15/01/2007 tarihli raporda Sanık Hamit K ‘nın dikkatsiz ve tedbirsiz davranıp önleyemediği olayda 2. Derecede kusurlu olduğu ve müteveffa Aslı A’nın 1. Derecede kusurlu olduğunun belirtildiği, bu itibarla kusurlar arasında bir çelişki bulunmadığı olayın oluş şekli nazara alındığında bilirkişi heyetince kusur değerlendirmelerinin yerinde olduğu kanaatiyle davacı tarafın kusura ilişkin istinaf itirazı yerinde görülmemiştir.

5-Davacı vekilince işleten ve sigortacının sorumluluğunun kusur sorumluluğu olmayıp sebep sorumluluğunun ikinci türü olan tehlike sorumluluğundan kaynaklandığını, bu nedenle desteğin kusurunun destek tazminatından indirilmesinin hakkaniyete aykırı olduğunu belirterek istinaf itirazında bulunulmuştur.

HGK’nun 15.6.2011 gün ve 2011/17-142 Esas-411 Karar, HGK’nun 22.2.2012 gün ve 2011/17-787 Esas- 2012/92 Karar, HGK’nun 16.1.2013 gün ve 2012/17-1491 Esas- 2013/74 Karar sayılı ilamlarında ifade edilen, desteğin kusurunun 3. kişi konumundaki davacılara yansıtılamayacağına ilişkin Yargıtay uygulaması, tek taraflı kazalarda desteğin sürücüsü (işleten sürücü) olduğu aracın sigortacısına karşı açılan davalar yönünden kabul edilmiştir.

Bu nedenle davacı desteği yaya Aslı A’nın karşıdan karşıya geçerken sürücü Hamit K’nın sevk ve idaresindeki traktör ile römork arasındaki çeki demirine çarpması neticesinde meydana gelen kazada davacının murisi Aslı A ‘nın kazadaki kusurunun (yaşının küçüklüğü nedeni ile velisi davacının) davalı yanın sorumlu olduğu tazminat miktarında dikkate alınmayacak, tazminat miktarının hesabında destek kusuru düşülecektir. Bu nedenle davacı tarafın istinaf itirazı yerinde görülmemiştir.

6-Davacı vekilince yargılama giderlerinin eksik hesaplandığı belirtilerek istinaf itirazında bulunulmuştur. Uyap kayıtlarında yapılan incelemede davacı vekili Av Selim HARTAVİ tarafından yatırılan miktarların bir kısmının, “Müdahil davalı” taraf rolü ile kayıt altına alındığı bu itibarla yargılama gideri hesabında maddi hata yapılmış olduğu anlaşılmıştır. Mahkemece dosyada davacı tarafça yapılan tüm giderler dikkate alınmak suretiyle hüküm tesisi gerekir.

Bu itibarla; davacı vekilinin sair istinaf itirazları bu aşamada incelenmeksizin, davalılar vekillerinin istinaf isteminin HMK 353-1-b-1 maddesi gereğince esastan reddine, davacı vekilinin istinaf isteminin kabulü ile HMK 353-1-a-6 maddesi gereğince ilk derece mahkemesi kararın kaldırılarak yukarıda anılan eksikliklerin giderilmesine müteakip varılacak sonuca göre hüküm tesisi için dosyanın ilk derece mahkemesine gönderilmesine ilişkin aşağıdaki şekilde hüküm tesis edilmiştir.

KARAR: Yukarıda açıklanan nedenlerle;
A-Davalılar M… Sigorta Anonim Şirketi vekili ile Şanlıurfa Belediye Başkanlığı vekilinin istinaf başvurusunun HMK’nın 353/1-b,1 maddesi uyarınca ESASTAN REDDİNE,
1-Alınması gereken 1.293,39 TL istinaf karar harcından davalı Şanlıurfa Belediye Başkanlığı tarafından peşin yatırılan 294,40 TL’ nin mahsubu ile bakiye 998,99 . TL’nin. Şanlıurfa Belediye Başkanlığından alınarak Hazineye gelir kaydına,
2-Alınması gereken 1.293,39 TL istinaf karar harcından davalı M… Sigorta Anonim Şirketi tarafından peşin yatırılan 323,34 TL’nin mahsubu ile bakiye 970,05 TL’nin M… Sigorta Anonim Şirketinden alınarak Hazineye gelir kaydına,
3-Davalılar tarafından yapılan istinaf yargılama giderlerinin davalı taraf üzerinde bırakılmasına,
B- Davacı vekilinin istinaf başvurusunun ESASTAN KABULÜ İLE;
Şanlıurfa 4. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 21/03/2019 tarih ve 2013/70 esas ve 2019/355 Karar sayılı kararının HMK’nın 353/1-a,6 maddeleri uyarınca KALDIRILMASINA,
Dosyanın davanın yeniden görülmesi için MAHALLİNE İADESİNE
1-Davacıdan tahsil edilen istinaf karar harcının istek halinde iadesine,
2-İstinaf yargılama giderinin ilk derece mahkemesince yapılacak yargılama neticesinde verilecek kararla birlikte değerlendirilmesine,
3-Duruşma açılmadığından istinaf vekalet ücreti takdirine yer olmadığına,
4-Davalı Şanlıurfa Belediye Başkanlığı tarafından tehiri icra talebi kapsamında 26/06/2019 tarihinde Şanlıurfa 4. Asliye Hukuk Mahkemesine nakit olarak yatırılan 56.990,24 TL’ nin yatırana İADESİNE,
Dosya üzerinde yapılan inceleme sonucu, HMK’nın 353/1-a maddesi gereğince KESİN olarak oybirliğiyle karar verildi.
Başkan Üye Üye Katip
41133 42602 120723 122041

G.D.

ARAÇ İÇERİSİNDE KAVGA – TRAFİK KAZASI – BAKICI GİDERLERİ- HATIR TAŞIMASI

T.C

YARGITAY

17.Hukuk Dairesi

ESAS: 2018/176

KARAR:2020/6870

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda verilen hükmün temyizen tetkiki davacı vekili ile dahili davalı vekili tarafından talep edilmiş, davacı vekilince de duruşma istenmiş olmakla duruşma için tayin edilen 04.11.2020 Çarşamba günü davacı … ve vekili Av. … geldi. Davalılar tarafından gelen olmadı. Temyiz dilekçelerinin süresi içinde verildiği anlaşıldıktan ve hazır bulunan davacı ve vekili dinlendikten sonra vaktin darlığından dolayı işin incelenerek karara bağlanması başka güne bırakılmış olup dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, 31/01/2006 tarihinde davalıların işleteni, sürücüsü ve trafik sigortacısı oldukları aracın karıştığı kaza sonucu araçta bulunan davacının ağır şekilde yaralandığını, yüzünde daimi izler ve vücudunda kalıcı hasarlar kaldığını, efor kaybına uğradığını, kazadan önce edebiyat öğretmenliği yapan davacının tedavi görmesi nedeniyle bir süre çalışamadığını, tedavisi bitip çalışmaya başladığında ise geri hizmete alındığını ve kazancının düştüğünü, tedavisi için hastane ve tedavi masrafı ödediğini, taburcu olduktan sonra da tedavi için ulaşım masrafları yaptığını, kendisine bir süre özel bakıcı tutulduğunu belirterek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 30.000,00 TL maddi ve 40.000,00 TL manevi tazminat olmak üzere toplam 70.000,00 TL tazminatın (davalılardan sigorta şirketinin sorumluluğu poliçe ile sınırlı ve sadece maddi tazminat yönünden olmak kaydıyla) 31/01/2006 tarihinden itibaren işleyecek avans faiziyle birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davacı vekili; 27.10.2015 tarihli dilekçe ile 18.000,00 TL talep ettiği sürekli işgöremezlik zarar talebini 181.863,33 TL olarak ve 100,00 TL talep ettiği tedavi amaçlı yol ve bakım gideri talebini 3.055,00 TL olarak ıslah etmiştir.

Davalı Ergo İsviçre Sigorta A.Ş. vekili, hatır taşıması mevcut ise tazminattan indirim yapılması gerektiğini ve davalı şirketin temerrüde düşmediği gibi davanın açılmasına da sebebiyet vermediğini belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı … Turizm Emlak Oto İnş. Gıda San. Tic. Ltd. Şti. vekili; davanın zamanaşımına uğradığını, davalının işleten konumunda olmadığını ve alkollü olduğunu bildiği halde davalı …’ın aracına binen davacının bu davayı açamayacağını belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı … vekili; davacının uzun yıllardır bipo kişilik bozukluğu nedeniyle tedavi gördüğünü, davacının ilaçlarını almaması ve alkolün etkisiyle davalının aracı sevk ve idare ettiği sırada el kol hareketleriyle davalıya saldırması sonucu kazanın meydana geldiğini, davacının hatır için taşındığını ve emniyet kemerini takmadan yolculuğa devam ettiğini, geri hizmete alınma nedeninin kaza olmadığını belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Dahili davalı SGK vekili, davacının talebinin zamanaşımına uğradığını, davacının davalı Kuruma başvurması ve yasal koşulları taşıması durumunda SUT hükümleri gereğince işlem yapılacağını ve davalı … şirketlerinin sorumluğunun sona ermediğini belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece, davacının maddi ve manevi tazminat taleplerine ilişkin davasının kısmen kabulü ile davacının geçici olarak çalışamadığı dönemdeki ek ders ücreti kaybı nedeniyle zararı olarak 842,00 TL, sürekli kısmi işgöremezlik zararı olarak 118.211,20 TL, tedavi amaçlı yol ve bakım gideri zararı olarak 1.985,75 TL olmak üzere toplam 121.038,95 TL maddi tazminatın olay tarihi olan 31/01/2006 tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte davalılar … ve … Turizm Emlak Oto İnş. Gıda

San. Tic. Ltd. Şti.’nden müştereken ve müteselsilen alınarak davacıya ödenmesine, fazlaya ilişkin maddi tazminat talebinin reddine; davalı Ergo İsviçre Sigorta A.Ş.’nin sorumlu olduğu poliçe limiti dahilinde yargılama sırasında davacıya ödeme yapması nedeniyle davalı Ergo İsviçre Sigorta A.Ş.’ne karşı açılan maddi tazminat davasının konusuz kaldığı anlaşıldığından davalı Ergo İsviçre Sigorta A.Ş.’ne karşı maddi tazminat talebi bakımından karar verilmesine yer olmadığına; davacının trafik kazasından kaynaklı belgeli tedavi masrafları zararı olarak toplam 2.965,50 TL maddi tazminatın ödeme tarihinden (2.665,50 TL bakımından 02/02/2006 tarihinden, 135,00 TL bakımından 17/02/2006 tarihinden, 90,00 TL bakımından 15/02/2006 tarihinden, 15,00 TL bakımından 22/02/2006 tarihinden, 60,00 TL bakımından 13/02/2006 tarihinden) itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte dahili davalı … Başkanlığı’ndan alınarak davacıya ödenmesine; davacının manevi tazminat talepli davasının kısmen kabulü ile 16.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihi olan 31/01/2006 tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte davalılar … ve … Turizm Emlak Oto İnş. Gıda San. Tic. Ltd. Şti.’nden müştereken ve müteselsilen alınarak davacıya ödenmesine, fazlaya dair manevi tazminat talebinin reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili ve dahili davalı … Başkanlığı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde ve özellikle, yargılama sırasında alınan bilirkişi raporundaki hesaplamanın hükme esas alınmasında ve manevi tazminatın takdirinde B.K.nun 47.maddesindeki özel haller dikkate alınarak hak ve nasafet kuralları çerçevesinde karar verilmesinde bir usulsüzlük bulunmamasına göre dahili davalı SGK vekilinin tüm ve davacı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

2-Dava, cismani zarar nedeni ile maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.

Mahkemece, davacı tarafça yapılan yargılama giderlerinin davanın kabul oranına göre davacı tarafa verilmesi yerine hazineye irat kaydına hükmedilmesi doğru olmayıp bozma nedeni ise de, bu yanılgıların giderilmesi yargılamanın tekrarını gerektirir nitelikte görülmediğinden, kararın 6100 sayılı HMK’nın geçici 3/II. maddesi delaletiyle 1086 sayılı HUMK’nın 438/7. maddesi uyarınca düzeltilerek onanması gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle dahili davalı SGK Başkanlığı vekilinin tüm ve davacı vekilinin sair temyiz itirazlarının REDDİNE, (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hüküm fıkrasının 4 numaralı bendinde yer alan “hazineye irat kaydına” ibaresinin hüküm fıkrasından çıkartılmasına, yerine “davacıya verilmesine” ibaresinin yazılmasına, hükmün bu şekli ile DÜZELTİLEREK ONANMASINA, 2.540,00 TL vekalet ücretinin davalılardan alınarak duruşmada vekille temsil olunan davacıya verilmesine, 492 Sayılı Harçlar Yasasının 13/J maddesi uyarınca dahili davalı … Başkanlığından harç alınmamasına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine, 11/11/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

DAVACININ KENDİSİ GİBİ MİRASÇI KONUMUNDA OLAN DAVALILARA HUSUMET YÖNELTMEK SURETİYLE MİRAS PAYI ORANINDA TAPU İPTAL VE TESCİL İSTEMLİ DAVA AÇMASI MÜMKÜNDÜR

T.C.
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2018/4995
KARAR NO : 2021/57

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A

Y A R G I T A Y İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : HİLVAN ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 12/07/2018
NUMARASI : 2016/153-2018/100
DAVACI : EMİNE Z.
DAHİLİ DAVACI : AZİZE Z.
DAVALILAR : M. Z.V.D.
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasında görülen davada;

Davacı vasisi, kısıtlı Emine’nin bakıma muhtaç ve temyiz kudretinden yoksun olduğunu, kısıtlıya ait 13 parça taşınmazın vekil tayin ettiği gelini Perihan Z. tarafından Emine’nin oğulları olan davalılar Muzaffer ve Ramazan’a satış yoluyla temlik edildiğini, davalıların el ve işbirliği içinde hareket ettiklerini ileri sürüp tapu kayıtlarının iptali ile kısıtlı Emine Z. adına tescilini istemiş, aşamada Emine’nin ölümü üzerine istemini miras payına hasretmiştir.

Davalılar, vekâletin taşınmaz satışları için verildiğini, vekâletname ve satış tarihlerinde Emine’nin ehliyetli olduğunu, satış bedeli olarak 75.000-TL ödediklerini, ayrıca dahili davacı Azize’ye de 146 gr altın verdiklerini bildirip davanın reddini savunmuşlardır.

Mahkemece, davanın reddine dair verilen karar Dairece; “…davacının kendisi gibi mirasçı konumunda olan davalılara husumet yöneltmek suretiyle miras payı oranında tapu iptal ve tescil istemli dava açması mümkündür. Hâl böyle olunca, işin esası incelenerek bir karar verilmesi gerekirken, davalının da mirasçı konumunda olduğu gözetilmeksizin yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru değildir. ” gerekçesi ile bozulmuş, bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucunda satış bedelinin ödendiği savunmasının kanıtlanamadığı, dava konusu 406 parselin ise dava tarihinde dava dışı 3. kişi adına kayıtlı olduğu gerekçesi ile davanın kısmen kabulü ile kısmen reddine karar verilmiştir.

Karar, davalılar vekili tarafından süresinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla; duruşma günü olarak saptanan 12.01.2021 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden davalılar vekili Avukat gelmedi, temyiz edilen davacı vekili Avukat Kazım Aslan geldi, davetiye tebliğine rağmen mirasçılar Ahmet Z v.d. gelmedi, yokluklarında duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekilin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi Hande Bozoklu tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:

-KARAR-

Hükmüne uyulan bozma kararında, gösterildiği şekilde işlem yapılarak yazılı şekilde karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur. Davalılar vekilinin yerinde görülmeyen diğer temyiz itirazlarının reddine.

Ancak, hemen belirtilmelidir ki, harç kamu düzeni ile ilgili olup temyiz edenin sıfatına bakılmaksızın re’sen gözetilmesi gereken hususlardandır.

Somut olayda; davacı vasisi, dava konusu taşınmazların kısıtlı adına tescili istemi ile eldeki davayı açmış, aşamada kısıtlının ölümü üzerine talebini miras payına hasretmiş olup mahkemece 12 parça taşınmaz yönünden davacı Azize’nin miras payı (1/8) oranında tapu iptal ve tescile karar verilmiş olmasına rağmen, 12 parça taşınmazın tamamının değeri (523.516,82-TL) üzerinden fazla harca hükmedilmesi doğru değildir.

Ne var ki, bu hususun düzeltilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden; hükmün 4. fıkrası hükümden tamamen çıkarılarak yerine 4. fıkra olarak “Dosyada adli yardım isteği kabul edilerek harç alınmadığından 4.470,17-TL nispi karar-ilam harcının davalılardan tahsili ile hazineye gelir kaydına,” cümlesinin yazılmasına, davalıların bu yöne ilişkin yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile 6100 sayılı HMK’nın geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’un 438/7. maddesi uyarınca hükmün bu şekliyle DÜZELTİLEREK ONANMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 12.01.2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Başkan V.
M. ÖZCAN
Üye
R. ÜLGER
Üye
T. T. GENÇ
Üye
İ. AYSAL
Üye
F. DEMİR

Okundu. 17.02.2021
A.A.

KARAR DÜZELTME YOLU KAPALI OLDUĞU HALDE İLAMDA AÇIK OLDUĞUNUN BELİRTİLMESİ İTİRAZ HAKKI TANIMAYACAĞI- FAZLA DÜZENLEME ORTAKLIK PAYI KESİNTİSİ NEDENİYLE TAZMİNAT

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS: 2019/309
KARAR: 2019/880

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki “fazla kesilen düzenleme ortaklık payı (DOP) nedeniyle tazminat” davasından dolayı, bozma kararı üzerine direnme yoluyla Kayseri 3. Asliye Hukuk Mahkemesinden verilen 13.06.2016 tarihli ve 2016/118 E., 2016/191 K. sayılı kararın bozulmasını kapsayan ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulundan çıkan 06.11.2018 tarihli ve 2017/5-2019 E., 2018/1589 K. sayılı kararın, karar düzeltme yoluyla incelenmesi davalı … vekili tarafından verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla Hukuk Genel Kurulunca dilekçe, düzeltilmesi istenen karar ve dosyadaki ilgili bütün belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 18. maddesinin uygulanması sonucu fazla kesilen DOP nedeniyle tazminat istemine ilişkindir.

Yerel mahkemece görevsizlik nedeniyle davanın usulden reddine dair verilen direnme kararının davacılar vekilince temyizi üzerine Hukuk Genel Kurulunca oy çokluğu ile bozma kararı verilmiş, verilen bu karara karşı davalı … vekilince karar düzeltme isteminde bulunulmuştur.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında işin esasına geçilmeden önce Özel Dairenin, davaya bakma görevinin adli yargıda olduğuna işaret eder nitelikteki bozma kararı üzerine yapılan yargılama sonucunda Yerel Mahkemece idari yargı yerinin görevli olduğu gerekçesiyle direnme kararı verildiği, verilen direnme kararının davacılar vekilinin temyizi üzerine Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarafından, dava konusu 620 ada 18 parsel sayılı taşınmazda 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 18. maddesi uyarınca … tarafından yapılan imar uygulaması sırasında %40 (DOP)’dan daha fazla oranda düzenleme ortaklık payı kesintisi yapıldığı, idarenin bu işlemi sonucu davacıların dava konusu hisse üzerindeki mülkiyetinin sona erdiği, idarenin söz konusu eyleminden kaynaklanan tazminat davalarında adli yargının görevli olduğu ve karar düzeltme yolunun açık olduğu belirtilerek oy çokluğu ile bozulduğu, bozma kararına karşı davalı … vekili tarafından karar düzeltme talebinde bulunulduğu anlaşılmakla, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK)’nun 440/III-3 maddesindeki düzenleme ve dilekçenin kapsamı dikkate alınarak, bu talebe karşı karar düzeltme yoluna başvurulup başvurulamayacağı, Hukuk Genel Kurulu kararında karar düzeltme yolunun açık olduğuna yönelik ibarenin maddi hatadan kaynaklanıp kaynaklanmadığı hususları ön sorun olarak tartışılıp değerlendirilmiştir.

Burada Yargıtayca verilen hangi kararların kesin olduğunun açıklanmasında fayda bulunmaktadır. Şöyle ki,

6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK)’nun 440/III. maddesi gereğince:

3-Usule ilişkin nihai kararlar hakkındaki Yargıtay Kararları için karar düzeltme istenemez;
a)Görevsizlik kararlarının temyizi üzerine verilen Yargıtay Kararlarına karşı karar düzeltme yoluna gidilemez (m.440/III-3).

b)Yetkisizlik kararlarının temyizi üzerine verilen Yargıtay Kararlarına karşı karar düzeltme yoluna gidilemez (m.440/III-3).
c)Hâkimin reddi hakkındaki merci kararlarının temyizi üzerine verilen Yargıtay Kararlarına karşı karar düzeltme yoluna gidilemez (m.440/III-3).

d)Davanın açılmamış sayılması kararlarının (m.193/IV; m.194; m.409/V) temyizi üzerine verilen Yargıtay kararlarına karşı karar düzeltme yoluna gidilemez (m.440/III-3).

e)Karşılık davanın açılmamış sayılması kararının temyizi üzerine verilen Yargıtay Kararlarına karşı karar düzeltme yoluna gidilemez (m.440/III-3).

f)Başka mahkemelerde açılmış olan davaların birleştirilmesi kararının temyizi üzerine verilen Yargıtay kararına karşı karar düzeltme yoluna gidilemez (m.440/III-3).

g)Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin yargı yeri belirlemesine (merci tayinine) ilişkin kararlarına karşı karar düzeltme yoluna gidilemez (m.440/III-3).

Yukarıda yer alan HUMK’nın 440/III-3. maddesinde karar düzeltilmesi yoluna gidilemeyecek Yargıtay kararları açıklanırken işin niteliği itibariyle “merci belirtilmesi kararları” bir tarafa bırakılırsa hep mahalli mahkeme kararı esas tutularak hangi Yargıtay kararları hakkında karar düzeltme yoluna başvurulamayacağı gösterilmiştir.
Başka bir anlatımla Kanunun getirdiği düzenleme yönünden göreve ilişkin karar düzeltme yasağının işleyebilmesi için Yerel Mahkemece görevle ilgili bir karar verilmeli ve bu karar hakkında temyiz incelemesi ile Yargıtay Özel Dairesince de bir karar alınmalıdır.

“Görevle ilgili olarak karar düzeltme isteğine getirilen istisna mahalli mahkemenin görevsizlik kararı vermiş olması hâli içindir. Ancak, mahalli mahkeme esas hakkında karar (hüküm) vermiş ve Yargıtay (temyiz incelemesi sonucunda bu kararı görev yönünden bozmuş ise Yargıtayın bu bozma kararına karşı (m.440.III/1 deki iki istisnadan hiç biri söz konusu değilse) karar düzeltme yoluna başvurulabilir.”

Yukarıda değinilen yasal düzenlemeler dikkate alındığında 1086 sayılı HUMK’nın 440/III-3. maddesi uyarınca görevsizlik kararlarının temyizi üzerine verilen Yargıtay kararlarına karşı karar düzeltme yolu kapalıdır. Her ne kadar Hukuk Genel Kurulu kararında karar düzeltme yolunun açık olduğu belirtilmiş ise de bu hususun maddi hatadan kaynaklandığı kabul edilmelidir.

Kanunda karar düzeltme yolu kapalı olduğu öngörülen kararlara karşı maddi yanılgı ile bu hakkın verilmesi suretiyle bir taraf lehine oluşan haksız kazanım, bu kez karar düzeltme yolunun kapalı olması nedeniyle karşı taraf lehine oluşan kazanılmış hakkın ihlaline yol açabilecektir. Hemen belirtmek gerekir ki bu durum, hukuk devleti olmayı sağlayan ve belli bir kişiyi hedef almadan, aynı durumda olan herkese uygulanması gereken kurallar koymayı zorunlu kılan “kanunların genelliği” ve Anayasa’nın 10. maddesinde düzenlenen “eşitlik” ilkelerine de aykırılık oluşturacaktır.

Açıklanan nedenle Hukuk Genel Kurulunca verilen bozma kararına karşı karar düzeltme yolunun kapalı olması nedeniyle davalı … vekilinin karar düzeltme istemine ilişkin dilekçesinin reddine karar vermek gerekmiştir.

S O N U Ç: Davalı … vekili tarafından verilen karar düzeltme istemine ilişkin dilekçesinin Hukuk Genel Kurulunca verilen kararın kesin olması nedeniyle REDDİNE, 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 442/3. ve 4421 sayılı Kanun’un 4/b-1 maddeleri gereğince takdiren 370,00TL para cezasının karar düzeltme isteyenden alınarak Hazineye gelir kaydedilmesine, karar düzeltme harcı peşin alındığından harç alınmasına yer olmadığına, 17.09.2019 tarihinde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.

HUKUKİ YARAR YOKLUĞU NEDENİYLE RED KARARINDAN SONRA 6098 SAYILI TÜRK BORÇLAR KANUNU 158 HÜKMÜNDEKİ EK SÜREDEN FAYDALANABİLİR

T.C
YARGITAY
22. Hukuk Dairesi
ESAS: 2016/27790
KARAR: 2020/825 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ:İş Mahkemesi

DAVA TÜRÜ: ALACAK

Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle, temyiz talebinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı İsteminin Özeti:

Davacılar vekili, davacıların murisinin davalı Belediye bünyesinde vefat tarihi olan 26.01.2009 tarihine kadar çalıştığını çalıştığını, murisleri …sendikasına üye olmasına rağmen, sendikanın taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden yararlandırılmadığını ileri sürerek, toplu iş sözleşmesinden kaynaklanan bir kısım alacaklarının hüküm altına alınmasını talep etmiştir.

Davalı Cevabının Özeti:
Davalı vekili, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece, toplanan deliller ve bilirkişi raporu doğrultusunda davanın kabulüne karar verilmiştir.

Temyiz Başvurusu:
Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir.

Gerekçe:
1-Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.2. Taraflar arasındaki uyuşmazlık, daha önce açılan davanın belirsiz alacak davası olarak açılamayacağı gerekçesi ile usulden reddi üzerine 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 158. maddesinde öngörülen sürede yeniden dava açılması halinde zamanaşımının ilk dava tarihine göre belirlenip belirlenemeyeceği noktasında toplanmaktadır.

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 154. maddesinde zamanaşımını kesen sebepler belirlenmiş olup, anılan maddenin 2. fıkrasında alacaklının, dava veya def’i yoluyla mahkemeye veya hakeme başvurmuş olması halinde zamanaşımı süresinin kesileceği düzenlenmiştir.Kanunun 158. maddesinde ise “Dava veya def’i; mahkemenin yetkili veya görevli olmaması ya da düzeltilebilecek bir yanlışlık yapılması yahut vaktinden önce açılmış olması nedeniyle reddedilmiş olup da o arada zamanaşımı veya hak düşürücü süre dolmuşsa, alacaklı altmış günlük ek süre içinde haklarını kullanabilir. ” hükmü yer almaktadır.

Hukuki yarar 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 114/1-h maddesi gereğince dava şartıdır. Diğer taraftan ayrıntıları Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2016/482-2018/1047 esas-karar sayılı ilâmında da belirtildiği üzere, hukuki yarar tamamlanamayacak ve düzeltilemeyecek nitelikte bir dava şartıdır. Dairemizin yerleşik uygulaması da bu yöndedir.

Bu noktada, belirsiz alacak davası olarak açılan davada, davanın belirsiz alacak davası olarak açılamayacağı gerekçesi ile usulden reddinin, 6098 sayılı Kanun’un 158. maddesinde düzenlenen “düzeltilebilir bir yanlışlık” olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği üzerinde durulmalıdır. Kanun maddesinde yetkisizlik veya görevsizlik sebebi ile verilen ret kararları ayrıca düzenlenmiş olup “düzeltilebilir bir yanlışlık” kavramı, yalnızca yetkisizlik ve görevsizlik sebebi ile verilen ret kararları anlamında yorumlanamaz. Düzeltilebilmesi mümkün bir hata sebebi ile dava usulden reddedildiğinde, davacıya ek süre hakkı tanınması, hakkın doğası ve adil yargılanma hakkının doğal gereğidir. 6098 sayılı Kanunun 158. maddesindeki hüküm, bazı usul hataları sebebi ile davanın reddi halinde doğabilecek adaletsizliğin önüne geçmek amacı ile düzenlenmiştir. Hukuki yarar yokluğu sebebi ile dava şartının eksik olması, yeni açılacak bir dava ile düzeltilebilir. Hukuki yarar yokluğu sebebi ile reddedilen davadan sonra aynı taleplerle açılacak davada, önceki dava maddi anlamda kesin hüküm teşkil etmez. Görev ve yetki de hukuki yarar gibi dava şartı olup, görev ve yetki bakımından dava şartı eksikliği sebebi ile verilen ret kararından sonra altmış günlük ek süre tanınmasına imkan veren Kanunun, aynı kapsamda sayılan hukuki yarar yokluğu sebebi ile ret halini “düzeltilemez bir yanlışlık” olarak kabul ettiğini söylemek adil yargılanma hakkı ve hak arama özgürlüğü ile bağdaşmaz.

Davayı belirsiz alacak davası olarak açmakta hukuki yararı bulunmadığı halde, belirsiz alacak davası olarak açılan davanın hukuki yarar yokluğu sebebi ile usulden reddedilmesi durumunda, bu hatanın “ düzeltilebilir bir yanlışlık ” olduğunun kabulü ile sonradan aynı taleplerle açılan davada davacının 6098 sayılı Kanunun 158. maddesinde düzenlenen ek süreden faydalanması gerektiği kabul edilmelidir. Böylece Kanunda öngörülen altmış günlük süre içinde dava açıldığı takdirde, zamanaşımı yönünden ilk dava tarihinin dikkate alınması mümkün olabilecektir.

4857 sayılı İş Kanunu’nun 32/8 maddesinde işçi ücretinin beş yıllık özel bir zamanaşımı süresine tabi olduğu açıkça belirtilmiştir. Toplu iş sözleşmesinden kaynaklanan alacaklar da ücret alacağı mahiyetinde oldukları için beş yıllık zamanaşımı süresine tabidir.Açıklanan ilke ve esaslara göre somut olay değerlendirilecek olursa; davacı kıdem tazminatı farkı, fark ücret, fark ikramiye, fark sosyal hak alacaklarının tahsili talebi ile … 3. İş Mahkemesinin 2015/434 esasına kayıtlı belirsiz alacak davasını açmış olup, mahkemece davanın kabulüne dair kararın Dairemizce bozulması üzerine, bozmaya uyularak davanın hukuki yarar yokluğu sebebiyle usulden reddine karar verilmiştir. Ret kararı ise, Dairemizin 2015/24447 E., 2015/29315 K. sayılı, 20.10.2015 tarihli kararı ile onanarak kesinleşmiştir. Davacı vekili, onama kararının 23.11.2015 tarihinde tebliğ edildiğini, onama kararının tebliğ tarihi dikkate alındığında, davanın altmış günlük ek süre içinde açıldığını ileri sürmüş ise de, iş mahkemelerinde karar düzeltme yolu kapalıdır. Mahkemece verilen karar, Yargıtay’ın onama kararı ile kesinleşir. Kanundaki istisnai düzenlemeler dışında, onama kararının taraflara tebliğ zorunluluğu da bulunmamaktadır.

Hal böyle olunca altmış günlük sürenin başladığı tarihin, onama kararının tebliğ tarihi değil, onama tarihi olarak kabulü gerekir. Belirsiz alacak davasının usulden reddine dair mahkeme kararının, Dairemizin 20.10.2015 tarihli kararı ile onandığı, eldeki davanın ise 21.01.2016 tarihinde açıldığı dikkate alındığında altmış günlük sürenin geçtiği anlaşılmaktadır. Bu halde davacının 6098 sayılı Kanunun 158. maddesindeki ek süreden yararlanabilmesi mümkün değildir. Dava konusu fark ücret alacakları, fark ikramiye alacakları ve sosyal hak alacakları yönünden beş yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu kabul edilmelidir. Mahkemece, davalının zamanaşımı savunmasına değer verilerek, bu alacakların zamanaşımı sebebiyle reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olup, kararın bu sebeple bozulması gerekmiştir.

Sonuç: Temyiz olunan hükmün yukarıda açıklanan sebeplerden BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 21.01.2020 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

İHTİYARİ DAVA ARKADAŞLARI ARASINDA, DAVACILAR YARARINA AYRI AYRI VEKALET ÜCRETİNE HÜKMEDİLMESİ

TÜRK MİLLETİ ADINA
T.C.
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2019/5419
KARAR NO : 2020/8297

Y A R G I T A Y İ L A M I

MAHKEMESİ : Şanlıurfa 1. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 27/06/2019
NUMARASI : 2019/53-2019/571
DAVACILAR : 1-R. A.
2-E. C.
DAVALI : Güvence Hesabı

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, davacıların babası Muhittin A’in sürücüsü olduğu aracın karıştığı tek taraflı trafik kazasında araçta yolcu olarak bulunan müvekkillerinin annesi Yaze A’in vefat ettiğini, diğer müvekkilleri Esma ve Ayşe’nin ağır yaralandığını, kazada vefat eden Muhittin’in asli kusurlu olduğunu, davacıların Yaze A’in desteğinden yoksun kaldıklarını, Esma ve Ayşe’nin ağır yaralanarak iş ve güçten yoksun kaldıklarını belirterek, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla her bir davacı için 1.000,00’er TL olmak üzere 7.000,00 TL destekten yoksun kalma tazminatı ile davacı Esma için 500,00 TL, Ayşe için 500,00 TL olmak üzere tedavi gideri ile işgöremezlik tazminatı olmak üzere toplam 8.000,00 TL’nin ihbar tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsilini istemiş, Yakup için 323,33 TL, Hamza için 10.142,42 TL, Ayşe için 19.313,73 TL, Helin için 24.116,30 TL, olmak üzere toplam 58.698,35 TL destekten yoksun kalma tazminatı ve Esma için 57.276,36 TL, Ayşe için 150,000,00 TL olarak talepleri ıslah etmiştir.

Davalı vekili, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.

Mahkemece, Dairemizin ilgili bozma ilamına uyulmasına karar verilerek toplanan deliller ve benimsenen bilirkişi raporuna göre;Davacı Esma A yönünden açılan destekten yoksun kalma tazminatı talebinin kabulü ile 1.000,00 TL tazminatın 22/04/2019 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya ödenmesine, Davacı Yakup A. yönünden açılan destekten yoksun kalma tazminatı talebinin kabulü ile 323,33 TL tazminatın 22/04/2019 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya ödenmesine, Davacı Hamza A. yönünden açılan destekten yoksun kalma tazminatı talebinin kabulü ile 10.142,42 TL tazminatın 22/04/2019 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya ödenmesine,Davacı Ayşe A. yönünden açılan destekten yoksun kalma tazminatı talebinin kabulü ile 19.313,73 TL tazminatın 22/04/2019 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya ödenmesine, davacı Helin A. yönünden açılan destekten yoksun kalma tazminatı talebinin kabulü ile 24.116,30 TL tazminatın 22/04/2019 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya ödenmesine, davacı Ayşe A. yönünden açılan iş göremezlik tazminatı talebinin kabulü ile 150.000,00 TL tazminatın 22/04/2019 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya ödenmesine,
Davacı Esma A. yönünden açılan iş göremezlik tazminatı talebinin kabulü ile 57.276,36 TL tazminatın 22/04/2019 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya ödenmesine,Davacılar Mehmet A. ve Rıdvan A. yönünden açılan destekden yoksun kalma tazminatı talebinin reddine, karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
1-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre davacılar vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.
2-Dava, trafik kazasından kaynaklanan maddi tazminat istemine ilişkindir.
Davacılar ihtiyari dava arkadaşları olduğundan, davacılar yararına ayrı ayrı vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken, tüm tazminat toplamı üzerinden tek vekalet ücreti takdir edilmiş olması doğru olmayıp bozma sebebi ise de; bu yanılgının giderilmesi yargılamanın tekrarını gerektirir nitelikte görülmediğinden, hükmün 6100 sayılı HMK’nun geçici 3/II. maddesi delaletiyle 1086 sayılı HUMK’nun 438/7. maddesi uyarınca düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davacılar vekilinin sair temyiz itirazlarının REDDİNE; (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün J bendinde yer alan “takdir olunan 21.680,32 TL vekalet ücretinin davalıdan alınıp davacılara verilmesine” ibaresinin çıkarılarak yerine “davacı Esma için 6.760,39 TL, davacı Yakup için 323,33 TL, davacı Hamza için 2.725,00 TL, davacı Helin için 3.893,95 TL, davacı Ayşe için 16.108,21 TL olmak üzere toplam 28.811,49 TL vekalet ücretinin davalıdan alınarak adı geçen davacılara verilmesine”ibaresinin yazılmasına ve hükmün bu şekilde DÜZELTİLEREK ONANMASINA; peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine, 10/12/2020 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Başkan Üye Üye Üye Üye
A.Ş.Sertkaya R.Eğri K.Özerdoğan M.Cebeci Ö.F.Aydıner

Karşılaştırıldı.
AG. S.A.

TERÖR ÖRGÜTÜ MENSUPLARINCA KONULAN BOMBANIN PATLAMASI SONUCU VERİLEN ZARAR

T.C.
DANIŞTAY
10. DAİRE
E. 2010/749
K. 2010/5192
T. 4.6.2010

MANEVİ TAZMİNAT ( Yasadışı Terör Örgütü Mensuplarınca Konulan Bombanın Patlaması Sonucu Çocuğun Ölümü Nedeniyle – Olayın Meydana Gelmesinde İdarenin Kusuru Saptandığı Takdirde Uyuşmazlığın 2577 S. Yasanın 13. Md. Uyarınca Çözümlenmesi Gerektiği )

HİZMET KUSURU ( Yasadışı Terör Örgütü Mensuplarınca Konulan Bombanın Patlaması Sonucu Çocuğun Ölümü Nedeniyle Manevi Tazminat – Olayın Meydana Gelmesinde İdarenin Kusuru Saptandığı Takdirde Uyuşmazlığın 2577 S. Yasanın 13. Md. Uyarınca Çözümlenmesi Gerektiği )

TERÖR ÖRGÜTÜ MENSUPLARINCA KONULAN BOMBANIN PATLAMASI SONUCU VERİLEN ZARAR ( Manevi Tazminat – Meydana Gelen Olayda Öncelikle İdarenin Hizmet Kusurunun Bulunup Bulunmadığının Araştırılması Gerektiği )

MADDİ TAZMİNAT ( Yasadışı Terör Örgütü Mensuplarınca Konulan Bombanın Patlaması Sonucu Çocuğun Ölümü Nedeniyle – İdarenin Herhangi Bir Kusuru Bulunmadığının Tespit Edilmesi Halinde Yalnızca “Maddi” Zararlarının Tazmini İstenebileceğinden Manevi Tazminat İsteminin Reddi Gerektiği )

2577/m.5, 13
5233/m.6, Geç.1

ÖZET : Dava; davacıların müşterek çocuğunun, Diyarbakır İli, Merkez İlçesi, Koşuyolu Caddesi üzerine yasadışı terör örgütü mensuplarınca konulan bombanın patlaması sonucu hayatını kaybettiğinden bahisle, olay nedeniyle duyulan elem ve ıstırap karşılığı manevi tazminatın ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılmıştır. Yapılacak araştırma sonucu, olayın meydana gelmesinde idarenin kusuru saptandığı takdirde, uyuşmazlığın 2577 sayılı Yasanın 13. maddesi uyarınca çözümlenmesi; idarenin herhangi bir kusuru bulunmadığının tespit edilmesi halinde ise, 5233 sayılı Yasa kapsamında yalnızca “maddi” zararlarının tazmini olanaklı olduğundan, manevi tazminat istemiyle açılan davanın reddine karar verilmesi zorunlu bulunmaktadır.

İdare Mahkemesince; meydana gelen olayda öncelikle idarenin hizmet kusurunun bulunup bulunmadığının araştırılması gerekirken; belirtilen yönde herhangi bir irdeleme yapılmaksızın, olay sosyal risk ilkesi kapsamında değerlendirilmek suretiyle verilen kararda yasal isabet bulunmamaktadır.

İstemin Özeti : Diyarbakır 2. İdare Mahkemesinin 27.10.2009 tarih ve E:2009/200, K:2009/2037 sayılı kararının, kabule ilişkin kısmının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.

Savunmanın Özeti : Savunma verilmemiştir.

Danıştay Tetkik Hakimi : Nihan Didem Çakmak

Düşüncesi: Mahkemece dava konusu olayda, davalı idarenin hizmet kusuru bulunup bulunmadığının araştırılması; hizmet kusurunun tespiti halinde, uyuşmazlığın 2577 sayılı Yasanın 13. madde uyarınca çözümlenmesi gerekmekte olup; aktarılan yönde araştırma yapılmaksızın, olayın terör eylemi olduğu nitelendirilmek suretiyle 5233 sayılı Yasaya göre verilen kararın bozulması gerektiği düşünülmektedir.

Danıştay Savcısı: Dr. Asım Özcan

Düşüncesi: İdare ve vergi mahkemelerince verilen kararların temyizen incelenerek bozulabilmesi için, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin birinci fıkrasında belirtilen nedenlerin bulunması gerekmektedir.

Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar, söz konusu maddede yazılı nedenlerden hiçbirisine uymadığından, istemin reddi ile temyiz edilen mahkeme kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir.

TÜRK MİLLETİ ADINA

Hüküm veren Danıştay Onuncu Dairesince, dosyanın tekemmül ettiği görülmekle yürütmenin durdurulması istemi hakkında karar verilmeyerek işin gereği görüşüldü:

KARAR : Dava; davacıların müşterek çocuğu olan …in 12.9.2006 tarihinde, Diyarbakır İli, Merkez İlçesi, Koşuyolu Caddesi üzerine yasadışı terör örgütü mensuplarınca konulan bombanın patlaması sonucu hayatını kaybettiğinden bahisle, olay nedeniyle duyulan elem ve ıstırap karşılığı 70.000 TL manevi tazminatın ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılmıştır.

Diyarbakır 2. İdare Mahkemesince; idarenin, terör eylemi sonucu meydana gelen zararı, sosyal risk ilkesi uyarınca tazmini gerektiği; buna göre, manevi tazminat isteminin kısmen kabulü ile takdiren 40.000 TL tazminatın davacılara ödenmesi, fazlaya ilişkin istemin reddine karar verilmiştir.

Davalı idarece, anılan kararın, kabule ilişkin kısmının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.

İdare, kural olarak yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararlar tazminle yükümlü olup; idari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar, idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir.

Bununla birlikte; bilimsel ve yargısal içtihatlarla geliştirilen sosyal risk ilkesi ile toplumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanan, idarenin faaliyet alanında meydana gelmekle birlikte, yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmayan, toplumsal nitelikli riskin gerçekleşmesi sonucu oluşan, salt toplumun bireyi olunması nedeniyle uğranılan özel ve olağan dışı zararların da topluma pay edilerek giderilmesi amaçlanmıştır.

Belirtilen niteliğine göre, sosyal risk ilkesinin uygulanabilmesi için olayın tüm toplumla ilgilendirilmesi ve zararın toplumsal nitelikli bir riskin gerçekleşmesi sonucu meydana gelmesi yanında; olay ve zararın, yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmaması, başka bir deyişte zarar ile idari eylem arasında bir nedensellik bağının da kurulamaması gerekmektedir.

27.7.2004 tarih ve 25535 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun, terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle maddi zarara uğrayan kişilerin, bu zararlarının karşılanmasına ilişkin esas ve usulleri belirlemek amacıyla kabul edilmiş olup; bu amaç, anılan Yasanın genel gerekçesinde “Devletin anayasal düzenini yıkmayı amaçlayan terör eylemlerine hedef olan kişiler kendi kusur ve fiilleri sonucu değil, toplumun bir bireyi olarak zarar görmektedirler. …

Ortaya çıkan bu zararın paylaştırılması, toplumun diğer kesimleri ile zarara uğramış kişiler arasında fedakarlığın denkleştirilmesi, hakkaniyet ve sosyal hukuk devleti ilkelerinin bir gereğidir. İdarenin önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemediği bu zararların, nedensellik bağı ve kusur koşulu aranmadan karşılanmasını kabul eden objektif sorumluluk anlayışına dayalı sosyal risk adı verilen bu ilke, bilimsel ve yargısal içtihatlarla da kabul edilmiştir. … Bu çerçevede yapılan çalışmalar sonunda, … terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar gören kişilerin maddi zararlarının yargı yoluna gitmelerine gerek kalmadan, idarece en kısa süre içinde ve sulh yoluyla karşılanması amacıyla bu Tasarı hazırlanmıştır.” şeklinde ifade edilmiştir.

Anılan Yasanın 6. maddesinde, Yasanın yürürlüğünden sonra meydana gelen olaylar nedeniyle yapılacak başvurulara yönelik süreler belirlenmiş ve zarar görenin veya mirasçılarının, zarar konusu olayın öğrenilmesinden itibaren altmış gün içinde, her halde olayın meydana gelmesinden itibaren bir yıl içinde zararın gerçekleştiği veya zarar konusu olayın meydana geldiği il valiliğine başvurması gerektiği; ilgili valilik dışında diğer kamu kurum ve kuruluşlarına yapılan başvuruların, dilekçenin verildiği idarece ilgili valiliğe gönderileceği hükme bağlanmıştır. Yasanın geçici 1. maddesinde ise, 19.7.1987-27.7.2004 tarihleri arasında meydana gelen olaylar nedeniyle zarara uğrayanların, Yasanın yürürlüğe girmesinden itibaren bir yıl içinde ilgili mercilere başvurması halinde, bu zararlarının tazmini olanağı getirilmiş ve söz konusu bir yıllık başvuru süresi 30.5.2008 tarihine kadar uzatılmıştır.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 13. maddesinde ise, idari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gerektiği, bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde, bu sürenin bittiği tarihten itibaren, dava süresi içinde dava açılabileceği hükme bağlanmıştır.

Görüldüğü üzere; 5233 sayılı Yasa, yargısal ve bilimsel içtihatlarla kabul edilen “sosyal risk” ilkesinin yasalaşmış halidir. Bu nedenle, adı geçen Yasanın uygulama alanı yalnızca “sosyal risk ilkesi” uyarınca tazmini mümkün olan uyuşmazlıklarla sınırlı bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle; zarar ile idari eylem arasında nedensellik bağının kurulabildiği hallerde sosyal risk ilkesinin uygulanmasına olanak bulunmadığından; idare hukuku kuralları çerçevesinde öncelikle hizmet kusurunun bulunup bulunmadığının araştırılması, hizmet kusuru yoksa kusursuz sorumluluk ilkesine göre zararın tazmin edilip edilemeyeceğinin belirlenmesi; dolayısıyla idari eylemlerden doğan zararın, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri uyarınca tazmini gereken davalarda, 2577 sayılı Yasanın 13. maddesinin uygulanması gerekmektedir.

Dosyanın incelenmesinden; davacıların, müşterek çocukları olan …’in 12.9.2006 tarihinde, Diyarbakır İli, Merkez İlçesi, Koşuyolu Caddesi üzerinde bulunan Yunus Emre İlköğretim Okulu İle Koşuyolu Parkı arasında kalan kaldırım üzerine yasadışı terör örgütü mensuplarınca konulan bombanın patlaması sonucu hayatını kaybettiğinden bahisle, olay nedeniyle uğradıkları maddi ve manevi zararın 5233 sayılı Yasa uyarınca tazmini istemiyle Diyarbakır Valiliğine başvurdukları; komisyonca, başvurularının kısmen kabul edilerek 18.000 TL maddi tazminatın ödenmesine karar verildiği; davacılar tarafından, sulhname teklifinin kabul edilmeyip uyuşmazlık tutanağı düzenlenmesi üzerine, komisyonca tesis edilen işlemin iptali ile 30.000 TL maddi, 70.000 TL manevi tazminatın ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılan davada, Diyarbakır 2. İdare Mahkemesinin 23.11.2007 tarih ve E:2007/1108, K:2007/1618 sayılı kararıyla, 5233 sayılı Yasada manevi tazminat öngörülmediğinden, maddi tazminat için ayrı, manevi tazminat için ayrı dava açılması gerektiği gerekçesiyle 2577 sayılı Yasanın 5. maddesi uyarınca dilekçenin reddedildiği; bu karar üzerine davacıların, maddi tazminat istemiyle adı geçen Mahkemenin E.2008/877 sayılı esasına kayıtlı davayı, manevi tazminat istemine yönelik olarak ise E:2008/856 sayılı esasına kayıtlı davayı açtıkları; manevi tazminat istemi hakkında açılan davada Mahkemece, 2577 sayılı Yasanın 13. maddesi uyarınca dilekçenin İçişleri Bakanlığına tevdiine karar verildiği; bu suretle dilekçe kendisine intikal eden İçişleri Bakanlığınca başvurunun reddedilmesi üzerine davacılar tarafından bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.

Dava konusu olayın, 5233 sayılı Yasanın yürürlüğünden sonra meydana geldiği dikkate alındığında, öncelikle meydana gelen zararın 5233 sayılı Yasa kapsamında mı, yoksa 2577 sayılı Yasanın 13. maddesi uyarınca mı tazmini gerektiğinin saptanması gerekmektedir.

Bu bağlamda; patlamanın meydana gelmesinde, dolayısıyla davacılar yakınının yaşamını yitirmesinde idarenin hizmet kusuru bulunup bulunmadığının irdelenmesi gerekmektedir.

Buna göre; yapılacak araştırma sonucu, olayın meydana gelmesinde idarenin kusuru saptandığı takdirde, uyuşmazlığın 2577 sayılı Yasanın 13. maddesi uyarınca çözümlenmesi; idarenin herhangi bir kusuru bulunmadığının tespit edilmesi halinde ise, 5233 sayılı Yasa kapsamında yalnızca “maddi”

zararlarının tazmini olanaklı olduğundan, manevi tazminat istemiyle açılan davanın reddine karar verilmesi zorunlu bulunmaktadır.

Bu nedenle, İdare Mahkemesince; meydana gelen olayda öncelikle idarenin hizmet kusurunun bulunup bulunmadığının araştırılması gerekirken; belirtilen yönde herhangi bir irdeleme yapılmaksızın, olay sosyal risk ilkesi kapsamında değerlendirilmek suretiyle verilen kararda yasal isabet bulunmamaktadır.

SONUÇ : Açıklanan nedenlerle, davalı idarenin temyiz isteminin kabulü ile 2577 sayılı Yasanın 49. maddesi uyarınca Diyarbakır 2. İdare Mahkemesinin 27.10.2009 tarih ve E:2009/200, K:2009/2037 sayılı kararının BOZULMASINA, yeniden bir karar verilmek üzere dava dosyasının anılan Mahkemeye gönderilmesine, 04.06.2010 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

TARAF EHLİYETİ – ÖLMÜŞ KİŞİYE KARŞI DAVA AÇILAMAYACAĞI KURALI

T.C.
GAZİANTEP
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
17. HUKUK DAİRESİ

ESAS NO : 2019/1056
KARAR NO : 2021/81

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
B Ö L G E A D L İ Y E M A H K E M E S İ K A R A R I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : ŞANLIURFA 2. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 29/03/2018
NUMARASI : 2015/1157 Esas- 2018/306 Karar
DAVACI : …..SİGORTA A.Ş –
DAVALILAR : 1-M.H
2-A.A.
VEKİLİ : Av. SELİM HARTAVİ
Cumhuriyet Cd. 24 C, Şair Nabi Mahallesi, 63040 Şanlıurfa Merkez, 63040 Haliliye/Şanlıurfa
DAVANIN KONUSU : Tazminat (Sigorta Ödemesine Dayanan Rücuen)
KARAR TARİHİ : 22/01/2021

Şanlıurfa 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 29/03/2018 tarih ve 2015/1157 esas ve 2018/306 karar sayılı kararı aleyhine davalılar vekili istinaf başvurusunda bulunduğundan dosyanın yapılan incelemesi sonunda;

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:

Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; 61 K 13353 plaka sayılı aracın müvekkili şirket nezdinde 10/01/2014-10/01/2015 tarihleri arasında 265721015324/6 numaralı Genişletilmiş Kasko Sigorta Poliçesi ile Y….. Adamlar Atık Yönetimi ve Taşımalcılık A.Ş. Adına sigortalı olduğunu, sigortalı aracın 21/12/2014 tarihinde davalı Mehmet M’in işleteni, davalı Ali A’nın sürücüsü olduğu aracın sebebiyet verdiği maddi hasarlı trafik kazasına karıştığını ve sigortalı araçta oluşan hasar nedeniyle toplam 49.500,00 TL hasar tazminat bedelinin 06/05/2015 tarihinde müvekkili şirket tarafından yukarıda belirtilen poliçeye istinaden ödendiğini, böylelikle müvekkilinin Türk Ticaret Kanununun 1472. Maddesi uyarınca sigortalının haklarına halef olduğunu, sigortalının da iş bu kazaya ilişkin olmak üzere tüm dava ve talep haklarını müvekkili şirkete devir ve teslim ettiğini, meydana gelen kazada sürücü Ali A.nın asli kusurlu olarak trafik kazasına ve sigortalı araç üzerinde hasar meydana gelmesine neden olduğunu, hakkında cezai işlem uygulandığının tespit edildiğini, kazada zarar gören araç için müvekkili şirkete yapılan müracaata istinaden hasar dosyası açılarak 5684 sayılı kanun’un 22. maddesi uyarınca bağımsız ve uzman eksper tarafından hasarın niteliğinin ve miktarının tespiti için ekspertiz incelemesi yaptırıldığını, ekspertiz raporu ile tespit edilen sigortalı aracın sigorta tazminat bedeli olan 49.500,00 TL’nin müvekkili şirket tarafından sigortalı hesabına ödendiğini, beyan ederek tüm bu nedenlerle ödenen 49.500,00 TL’nin aracın trafik sigorta poliçesinden tahsil edilen 26.800,00 TL mahsup edilmesi sonucu davalıların % 75’lik kusuru oranında bakiye kalan 10.325,00 TL’nin 06/05/2015 ödeme tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle harç, yargılama giderleri ve vekalet ücreti ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline ve ayrıca müvekkili şirketin borcunun kamu teminatı altında bulunması sebebiyle teminatsız olarak ihtiyati karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı tarafa dava dilekçesi tebliğ edilmiş, davalı taraf davaya karşı herhangi bir cevap vermemiştir.

İlk derece mahkemesince yapılan yargılama sonunda davanın kabulüne, 10.325,00 TL tazminatın ödeme tarihi olan 06/05/2015 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müştereken müteselsilen alınarak davacıya ödenmesine karar verilmiştir.

İstinaf kanun yoluna başvuran davalılar vekili dilekçesinde özetle; yargılama aşamasında Ali A.’nın vefat ettiğini, mahkemece ölü kişi aleyhine hüküm kurulduğunu, müteveffanın mirasçılarının davaya dahil edilmesi gerektiğini, ATK’dan rapor alınmadan ve kusur raporları arasındaki çelişki giderilmeden hüküm kurulduğunu, davacının gerçek zararının tespit edilmesi için dosyanın hasar bilirkişisine gönderilmeden hesap bilirkişi raporu hükme esas alınarak hüküm kurulmasının usul ve yasaya aykırı olduğunu belirterek yerel mahkeme kararının kaldırılmasını talep etmiştir.

Dava, trafik kazası nedeniyle tazminat talebine ilişkindir.

HMK’nın 355. maddesi uyarınca istinaf itirazları ve kamu düzenine ilişkin hususlarla sınırlı olarak yapılan inceleme sonunda;

Bir davada taraf ehliyeti dava şartlarından (HMK m. 114/1-d) olup taraf ehliyeti ise medenî haklardan yararlanma ehliyetine sahip olmakla mümkündür (HMK m. 50). Medeni haklardan yararlanma, yani hak ehliyeti tam ve sağ doğum koşuluyla ana rahmine düşme anında başlayıp, kişinin ölümüne kadar devam eder (TMK m. 28). Bu nedenle Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda taraflardan birinin ölümü hâlinde, mirasçılar mirası kabul veya reddetmemişse, bu hususta kanunla belirlenen süreler geçinceye kadar davanın erteleneceği; bununla beraber hâkimin, gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde, talep üzerine davayı takip için kayyım atanmasına karar verebileceği öngörülmüştür (HMK m. 55; HUMK m. 41). Ne var ki, Kanunda ölü kişiye karşı dava açılması halinde nasıl davranılacağı gösterilmemiştir.

Kural olarak ölü kişi adına ve ölü kişiye karşı dava açılması olanağı bulunmamaktadır. Ölü kişi adına da karar verilemez. Davalılardan Ali A.’nın 20/11/2017 tarihinde vefat ettiği anlaşılmakla, mahkemece yasal mirasçılarının tespit edilerek davaya dahil edilmeden ve taraf teşkili sağlanmadan hüküm verilmesi isabetsizdir.

Bu itibarla HMK’nın 353/1-a,6 maddesi uyarınca davalılar vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına karar verilmesi gerektiği sonuç ve kanaatine varılmıştır.

KARAR: Yukarıda açıklanan nedenlerle;
1-Davalılar vekilinin istinaf başvurusunun esastan kabulü ile Şanlıurfa 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 29/03/2018 tarih ve 2015/1157 esas ve 2018/306 karar sayılı kararının HMK’nın 353/1-a,6 maddeleri uyarınca KALDIRILMASINA,
2-Dosyanın davanın yeniden görülmesi için MAHALLİNE İADESİNE,
3-Davalılardan tahsil edilen istinaf karar harcının istek halinde iadesine,
4-İstinaf yargılama giderlerinin ilk derece mahkemesince yeniden verilecek kararda değerlendirilmesine,
5-Duruşma açılmadığından istinaf vekalet ücreti takdirine yer olmadığına,
Dosya üzerinde yapılan inceleme sonucu, HMK’nın 353/1-a maddesi uyarınca KESİN olarak oybirliğiyle karar verildi. 22/01/2021

Başkan Üye Üye Katip
41133 33276 42602 231793
☪e~imzalıdır. ☪e~imzalıdır. ☪e~imzalıdır. ☪e~imzalıdır.
F.Y.

KUSUR ORANLARININ BELİRLENMESİ TEKNİK DEĞİL HUKUKİ BİR KONU OLDUĞU

TC.
YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2018/6414
KARAR: 2020/4591

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Ticaret Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili; davalıya zorunlu mali sorumluluk sigortalı araç sürücüsünün kusurlu hareketi ile gerçekleşen kazada müvekkilinin yaralandığını ve malul kaldığını açıklayıp 48.140,00 TL’nin tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, bozma ilamı, toplanan deliller ve benimsenen bilirkişi raporuna göre meydana gelen kazada davacının tam kusurlu olduğu, davalıya atfedilecek kusur bulunmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, trafik kazasından kaynaklanan cismani zarara dayalı maddi tazminat istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davalıya sigortalı araç sürücüsünün meydana gelen kazada tam kusurlu olduğunu açıklayıp maddi tazminat talebinde bulunmuştur.

Mahkemece kusur konusunda alınan raporda; davacının, kavşağa geldiği sırada trafiğin sıkışık olduğu ve arkasından gelen aracın (davalıya sigortalı) kendisinin sol ayağına çarptığını beyan etse de; davacı motosiklet sürücüsünün oğlunu da motosikletin önüne alarak seyrettiği meskun mahal, orta refüjle bölünmüş, aydınlatmanın bulunduğu yolda alacakaranlık vakitte, görgü tespit tutanağında kaza yeri olarak işaretlenen yere ve davalıya sigortalı aracın hasarlı kısımlarına göre davacının beyanının kazanın oluşumuna uygun düşmediği görüşüne varılarak, davacının seyir halinde olduğu sağ şeritten sol şeride yönelmeden evvel sol yakın gerisinden sol şeridi takiben doğru seyretmekte olan davalıya sigortalı aracı hızı ve konumuyla kendi yönetimindeki motosikletin arasındaki mesafeyi iyice kontrol etmeden geçmenin yasak olduğu yaya geçidinde şerit ihlali yaparak çarpması ile gerçekleşen kazada davacının %100 kusurlu olduğu, davalının sürücüsünün sol şerit üzerinde düz seyrederken sağ arka kapı kısmında çarpıldığı kazada kusursuz olduğu belirtilmiş, mahkemece rapor esas alınarak karar verilmiştir.

BK.53.(TBK.74) maddesinde haksız eylemin “kusur” öğesi konusunda hukuk hakimine tanınan yetkiler iki bölüm olup, birincisi “kusur bulunup bulunmadığına”, öteki “kusurun derecesini ve zararın tutarını belirlemeye” ilişkindir. Maddenin ilk cümlesine göre “kusurun varlığını” araştırmada yetkileri sınırlı olan hukuk hakimi, maddenin ikinci cümlesine göre “kusurun derecesini ve zarar tutarını belirlemede” tam bağımsız kılınmıştır.

HMK 266 madde (HUMK 275 md.) hükmüne göre kusur oranlarının belirlenmesi teknik değil hukuki bir konudur. Elde edilen teknik bulgulara göre hakim bu oranı belirlemede ihlal edilen kuralları gözönüne almalıdır.

Haksız fiilden dolayı sorumlu olabilmek için kusurun bulunması şarttır.

Davalıya sigortalı aracın sürücüsü kollukta alınan ifadesinde; önü sıra gitmekte olan motosikletin(davacının) araçları sollayarak geçtiğini gördüğünü, motosikletin arkasında ayrıca bir çocuk olduğunu, kavşağa geldikleri sırada sol şeritten giderken yolun sağında bir halk otobüsünün yolcu almış ve hareket haline geçmiş olduğunu, kendisinin de otobüse yaklaşmadan önce motosikletliyi(davacıyı) geçtiğini, bu sırada tahminince motosiklet sürücüsünün otobüsün hareket etmesi ile otobüse çarpmamak için sola kırmış olacak ki kendisinin kullandığı aracın arka tekerine çarpmasını dikiz aynasından gördüğünü beyan etmiştir.

Davalının bu beyanları dikkate alındığında kazanın ani ve birden gelişen bir olay neticesinde gerçekleşmediği, davalıya sigortalı aracın sürücüsünün trafik akışı içerisindeki olayları gözlemleyebilme ve görebilme imkanı olduğu, trafiğin sıkıştığını ve davacının trafik akışı içindeki seyrini görme imkanı olduğu, ani ve birden gelişen bir olay olmaması karşısında davalının da kazanın gerçekleşmemesi için alabileceği önlemler olduğu anlaşılmaktadır.

Buna göre davalının da meskun mahal içinde ön ilerisinde görüş alanı içinde sağ şerit üzerinde sıkışan trafik sebebi ile daha dikkatli ve tedbirli davranması, gerektiğinde trafik sıkışıklığının düzelmesi için daha yavaşlaması, ön ilerisinde sıkışan trafik içindeki davacı motosikletliyi geçmek yerine yolun daha genişlediği uygun zamanı beklemesi, trafik emniyeti açısından kontrollü takiple seyretmesi gerekirken gerekli tedbirleri almayarak seyrine devam etmesi nedeni ile meydana gelen kazada kusurlu olduğu kanaati hasıl olmuştur.

Buna göre mahkemece kusur konusunda rapor aldırılmasına gerek bulunmayıp dosya kapsamında bulunan delillere göre, davalıya sigortalı araç sürücüsünün de kusurlu olduğu kabul edilerek davalının kusurunun derecesi mahkemece belirlenerek hasıl olacak sonuca göre işin esasına girilerek karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine 09/07/2020 gününde oybirliğiyle karar verildi.

HACİZ İHBARNAMESİNE İTİRAZ- BORÇLUNUN HACİZ İHBARNAMESİNİN ÜÇÜNCÜ KİŞİYE TEBLİĞİ TARİHİ İTİBARİYLE ÜÇÜNCÜ KİŞİ NEZDİNDE MADDİ ANLAMDA İSTENEBİLİR BİR ALACAĞIN BULUNMASI GEREKTİĞİ

T.C

YARGITAY
12.HUKUK DAİRESİ
Esas: 2017/ 8109
Karar: 2017 / 14735
Karar Tarihi: 28.11.2017

(2004 S. K. m. 68, 89)

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkikinin davalılar tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

Alacaklı tarafından, üçüncü kişi konumunda bulunan davalının, İİK`nun 89/1. maddesi uyarınca gönderilen haciz ihbarnamesine karşı süresinde yapmış olduğu itirazın gerçeğe aykırı olduğu ileri sürülerek İİK`nun 89/4. maddesi gereğince tazminat talep edildiği, mahkemece, borçlunun imalat bedeli nedeni ile davalılardan alacaklı olduğu gerekçesi ile davanın kabulü ile talep edilen 72.350,00 TL tazminatın davalılardan alınarak davacıya verilmesine karar verildiği görülmektedir.

İİK`nun 89/4. maddesinde; “Üçüncü şahıs, haciz ihbarnamesine müddeti içinde itiraz ederse, alacaklı, üçüncü şahsın verdiği cevabın aksini icra mahkemesinde ispat ederek üçüncü şahsın 338. maddesinin 1. fıkrası hükmüne göre cezalandırılmasını ve ayrıca tazminata mahkum edilmesini isteyebilir. İcra mahkemesi tazminat hakkındaki davayı genel hükümlere göre halleder” düzenlemesi yer almaktadır. Kanun hükmünde yer alan tazminatın konusu, haciz ihbarnamesine karşı üçüncü kişinin gerçeğe aykırı beyanda bulunması sebebiyle takip alacaklısının uğradığı zarardır. Bu davada üçüncü kişinin gerçeğe aykırı beyanda bulunduğunu davacı takip alacaklısı ispat etmelidir. Üçüncü kişinin beyanının aksi, İİK`nun 68. maddesinde sayılan belgelere bağlı olmaksızın her türlü delille ispat edilebilir. Anılan maddenin açık hükmü gereğince; icra mahkemesince, genel hükümlere göre yargılama yapılarak sonuca gidilmelidir.

Somut olayda, davalı üçüncü kişilerce 89/1. haciz ihbarnamesine süresinde yapılan 13.03.2009 tarihli itirazlarında; borçlu ile aralarında düzenlenen kat karşılığı inşaat sözleşmesi gereği borçlunun müteahhit sıfatı ile başladığı inşaatı bitirmekte temerrüde düştüğünü, borçlu ile aralarında düzenlenen ek sözleşme ile verilen süreye rağmen borçlunun sözleşmeden doğan edimini yerine getirmemesi nedeni ile borçlu aleyhine … 3. Asliye Hukuk Mahkemesi`nin 2008/181 E. sayılı dosyasında sözleşmelerin geriye etkili feshi için dava açıldığını ve bu davanın halen devam ettiğini, borçlunun sözleşmeden doğan edimlerini yerine getirmemesi nedeni ile kendilerinden hak ve alacağı olmadığı yönünde itiraz ettikleri anlaşılmıştır.

Borçlu ve davalılar arasında düzenlenen … 6. Noterliği`nin 06.05.2004 ve 17179 yevmiye nolu düzenleme şeklinde taşınmaz mal satış vaadi ve kat karşılığı inşaat sözleşmesi nedeniyle müteahhit borçluya ek süre vermek üzere düzenlenen 18.07.2016 tarihli 30776 yevmiye sayılı ek sözleşme ile; “müteahhit inşaatı sürede teslim edemeyeceğinden kendisine 15.06.2007 tarihine kadar ek süre verildiği, bu sözleşmede esas sözleşmenin şartlarının geçerli olduğu, verilen bu süreye rağmen mücbir sebep dışında inşaat bitirilip teslim edilmezse müteahhidin bugüne kadar yaptığı işlerden ve bu gayrimenkulden hiçbir hak ve alacak talep etmeyeceği”nin hükme bağlandığı anlaşılmıştır.

Davalılar tarafından borçlu aleyhine sözleşmelerin feshi için açılan … 3. Asliye Hukuk Mahkemesi`nin 2008/181 E. sayılı dosyasında verilen 29.11.2012 tarih 2009/562 sayılı karar ile taraflar arasındaki taşınmaz Satış Vaadi ve Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmesi ile 18.07.2006 tarih ve 30676 yevmiye nolu düzenleme şeklindeki ek sözleşmenin geriye etkili olarak feshine karar verildiği, bu kararın 02.05.2013 tarihinde kesinleştiği görülmektedir.

Mahkemenin alacaklının yararına İİK`nun 89/4. maddesine dayalı olarak tazminata hükmedilebilmesi için;haciz ihbarnamesine yapılan itirazın haksızlığının alacaklı tarafından ispatlanması gerekir. Borçlunun haciz ihbarnamesinin üçüncü kişiye tebliği tarihi itibariyle üçüncü kişi nezdinde maddi anlamda istenebilir bir alacağın bulunması gerekir. Üçüncü kişinin sorumluluğu haciz ihbarnamesinin kendisine ulaştığı tarihteki mevcut fiili durum ile sınırlıdır.

İİK`nun 89/1. maddesi gereğince tebliğ edilen haciz ihbarına yapılan itiraz tarihi itibariyle borçlunun üçüncü kişiler nezdinde doğmuş bir alacağı yoktur. İtiraz tarihi itibariyle kat karşılığı inşaat sözleşmesinin ve ek sözleşmenin geriye etkili feshi için açılan sözleşmenin feshi davası henüz derdesttir. İtiraz tarihi itibariyle üçüncü kişilerin itirazı haksız değildir.

Mahkemece yapılan tespitte 89/1. haciz ihbarnamesine itiraz tarihi itibariyle borçlunun üçüncü kişiler nezdinde doğmuş bir alacağının bulunduğu belirlenemediğinden davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile davanın kabulü yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.

Sonuç: Davalıların temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK`nun 366 ve HUMK`nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 28.11.2017 gününde oybirliği ile karar verildi. (¤¤)

SAHTE BANKA TEMİNAT MEKTUBU BANKANIN SORUMLULUĞUNU OLUŞTURMAYACAĞI

T.C

YARGITAY

11.HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2013/7193

KARAR: 2014/13687

MAHKEMESİ :TİCARET MAHKEMESİ

Taraflar arasında görülen davada … 13. Asliye Ticaret Mahkemesi’nce bozmaya uyularak verilen 24/12/2012 tarih ve 2009/180-2012/381 sayılı kararın duruşmalı olarak incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş olup, duruşma için belirlenen 03.09.2014 günü başkaca gelen olmadığı yoklama ile anlaşılıp hazır bulunan davacı vekili Av. … dinlenildikten sonra duruşmalı işlerin yoğunluğu ve süre darlığından ötürü işin incelenerek karara bağlanması ileriye bırakıldı. Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlenildikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Davacı vekili, müvekkili şirketin …. ile başlattığı ticari ilişkide yapılan ürün alımları karşılığı doğan 483.960.387.000 TL’sı ana para alacağı nedeniyle, borçlu şirket tarafından tarafına tevdii olunan banka teminat mektubunun paraya çevrilmesini davalı banka … Şubesi’nden talep ettiğini, ancak anılan banka şubesince teminat mektubu ve teyit yazısının kendileri tarafından düzenlenmediği gerekçesiyle teminat mektubunun nakde çevrilmesinden imtina edildiğini, müvekkilince yapılan suç duyurusu üzerine … Kriminal Polis Laboratuarı tarafından yapılan incelemede teminat mektubu ve teyit mektubu üzerinde yer alan kaşelerin … Şubesi’ne ait olduğunun belirlenip,diğer sanıklar yanında banka görevlileri hakkında da ceza davası açıldığını ileri sürerek, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 483.960,39 YTL’nın işleyecek faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, sahte teminat mektubu nedeniyle bankanın sorumlu tutulamayacağını, davacı tarafın bir zarara uğramış ise bunun sorumlusunun olayın tamamen dışında bulunan banka değil, sahte imza ve mühürler ile sahte teminat mektubunu düzenleyen dava dışı … şirketi ile mektubun geçerliliğini araştırmayan şirket olduğunu, kaldı ki, ilgili şubenin prosedür gereği bu tutardaki bir mektubu düzenlemeye yetkisi bulunmadığı ve bu miktardaki bir mektubun ancak genel müdürlükten verilebileceği de nazara alındığında davacının zararın oluşmasında ağır kusurlu olduğunu, davanın zamanaşımına uğradığını belirterek, davanın reddini istemiştir.

Mahkemece davanın reddine dair verilen kararın davacı vekilince temyizi üzerine karar Dairemizin 2007/5632 E,2008/14112 K sayılı ilamıyla bozulmuş mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucunda gerek teminat mektubu ve gerek teyit mektubunun üzerinde yer alan imzaların davalı banka görevlilerine ait olmadığı, ancak bu teminat mektubu ve teyit yazısında bulunan mühür ve kaşelerin bankanın orijinal mühür ve kaşesine benzediği tartışmasız ise de, günümüz teknolojisi ve bilgisayarlarıyla orijinal gibi mühür ve kaşelerin yapılmasının mümkün olduğu ve salt mühür ve kaşenin orijinal mühür ve kaşeye benzemesinin bankanın sorumluluğunu doğurmayacağı, davacının kendisine teminat mektubuyla verilen teyit yazısından kuşkulanması veya her halükarda teminat mektubunun gerçek olup, olmadığını araştırması gerektiği, bankadan bu yolda araştırma yapsaydı aynı seri numaralı teminat mektubunun daha önce kullanılmış olduğundan sahteliği kolaylıkla anlayabileceği, tüm kusurun davacıda olduğu,bu hususun ceza dosyası kapsamıyla da belirlendiği gerekçeleriyle, davanın reddine karar verilmiştir.

Karar, davacı vekilince temyiz edilmiştir.

Dosyadaki yazılara, mahkemece uyulan bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına ve delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davacı vekilinin bütün temyiz itirazları yerinde değildir.

SONUÇ :Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı, davacı vekilinin bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun bulunan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı bakiye 0,90 TL temyiz ilam harcının temyiz edenden alınmasına, 12.09.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

ELATMANIN ÖNLENMESİ-ECRİMİSİL-TAPU İPTALİ VE TESCİL

T.C
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2019/2240
KARAR: 2019/5701

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : ELATMANIN ÖNLENMESİ-ECRİMİSİL-TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil, elatmanın önlenmesi, ecrimisil davası sonunda, yerel mahkemece asıl davanın kabulüne, birleştirilen davanın reddine ilişkin olarak verilen karar asıl davanın davalısı ile birleştirilen davanın davacısı tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi …’ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

-KARAR-

Asıl dava, bağımsız bölüme yönelik elatmanın önlenmesi ve ecrimisil; birleştirilen dava ise, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.

Davacı …, asıl davada; davalı …’ün oğlu … adına kayıtlı dava konusu … ada … sayılı parseldeki 2 no’lu bağımsız bölümü 01.08.2008 tarihinde satın aldığını, davalının haklı ve geçerli bir nedene dayanmaksızın dairede oturmaya devam ettiğini, yaptığı icra takiplerini de itiraz üzerine durdurduğunu ileri sürerek, davalının çekişmeli bağımsız bölüme el atmasının önlenmesi ile fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 01.08.2008 tarihinden başlamak üzere şimdilik 5.000,00 TL ecrimisilin davalıdan tahsilini istemiş, 05.11.2013 tarihli ıslah dilekçesi ile ecrimisil isteğini 16.678,33 TL’ye arttırmış, birleşen davaya yönelik; davanın reddini savunmuştur.

Birleştirilen davada davacı …, babası …’in isteği üzerine davalı …’ün kredi temini için yardımcı olduğunu, maliki olduğu 2 no’lu bağımsız bölümü davalıya satış yoluyla devrettiğini, davalının satış nedeniyle kullanılan krediyi dava dışı babası …’e verdiğini, kredi ödemelerini de başlangıçta babasının yaptığını, ner var ki kredi kapatılmasına rağmen davalının çekişmeli taşınmazı iade etmediğini ileri sürerek, 2 no’lu bağımsız bölümün tapu kaydının iptali ile adına tescilini istemiştir.

Davalı …, asıl davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, asıl davanın kabulü ile davalı …’in … ada … sayılı parseldeki 2 no’lu bağımsız bölüme el atmasının önlenmesine ve 7.289,44 TL ecrimisilin davalıdan tahsiline, fazlaya ilişkin ecrimisil isteğinin reddine; birleştirilen davanın ise … ve …’in inanç sözleşmesi gereği kendilerine düşen edimi yerine getirmedikleri, kredi borcunu ödemedikleri, bu nedenle mülkiyetin …’a geçtiği gerekçesiyle reddine karar verilmiştir.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden; dava konusu … ada … sayılı parseldeki 2 no’lu bağımsız bölümün tamamı … adına kayıtlı iken, …’in bağımsız bölümün tamamını 11.07.2008 tarih ve … yevmiye no’lu işlemle …’a 2.000,00 TL üzerinden satış göstererek temlik ettiği, 11.07.2008 tarih ve … yevmiye no’lu işlemle de anılan bağımsız bölüm üzerine Vakıflar Bankası lehine 228.000,00 TL’lik ipotek tesis edildiği, ipoteğe dayanak kredi incelendiğinde; …’ın 11.07.2008 tarihinde Vakıflar Bankası’ndan 57.000,00 TL’lik konut kredisi kullandığı anlaşılmıştır.

21.01.2014 tarihli 4. celsede dinlenen asıl davanın davacısı …’ın; “… davalı bana birgün kendisinin paraya ihtiyacı olduğunu …’da oğlu adına kayıtlı bir dairenin bulunduğunu söyledi. Bana burayı sana verelim. bankadan kredi kullan bana ver. parayı ödeyemezsem taşınmaz senin dedi. Ben Vakıf Bank Kırıkkale şubesinden 60.000 TL kredi kullandım. çektiğim krediyi bankanın içerisinde davalıya verdim. Kredinin ilk üc taksitini davalı ödedi. kalan taksitlerinin davalı tarafça ödenmeyen taksitlerini ben ödedim. 20/09/2010 tarihinde kredi ödemesi bitti … ‘’ şeklinde beyanda bulunduğu, yine devam eden celselerde … ile vekilinin inançlı işlemi kabul ettiği tespit edilmiştir.

Bilindiği üzere, bu tür iddialar 05.02.1947 tarih ve 20/6 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı uyarınca yazılı delil ya da yemin delili ile kanıtlanır.

Öte yandan, Hukuk Muhakemeleri Kanunun (HMK) 188/1 maddesinde “Tarafların veya vekillerinin mahkeme önünde ikrar ettikleri vakıalar, çekişmeli olmaktan çıkar ve ispatı gerekmez” düzenlemesine yer verilmiştir.

Somut olayda, taşınmazı temlik alan … yukarıda yer verilen beyanı ile maddi vakayı kabul etmiş, bir başka deyişle kendisine temlikin bedelsiz olarak … yararına kredi kullanılması amacıyla yapıldığını ifade etmiştir. Bu beyan HMK’nin 188. maddesi uyarınca ikrar niteliğindedir. Böyle bir durumda yazılı delile ve yemin deliline gerek olmaksızın birleştirilen davanın davacısı … ile asıl davanın davacısı-birleştirilen davanın davalısı … arasında inançlı işlem bulunduğu hususu tartışmasız hale gelmiştir.

Kaldı ki, … ve … arasında inanç sözleşmesi bulunduğu mahkemenin gerekçesinde de kabul edilmiş, … tarafından gerekçe temyize konu da yapılmamıştır.

Bu aşamada çözümlenecek sorun inançlı temlik nedeniyle … tarafından çekilen ve …’e verilen kredinin kim ya da kimler tarafından, hangi miktarda ödenerek kapatıldığı hususudur.
6098 sayılı TBK’nun 97. maddesinde; “Karşılıklı borç yükleyen bir sözleşmenin ifası isteminde bulunan tarafın, sözleşmenin koşullarına ve özelliklerine göre daha sonra ifa etme hakkı olmadıkça, kendi borcunu ifa etmiş ya da ifasını önermiş olması gerekir.” hükmüne yer verilmiştir.

Davacı …, birleştirilen davayı açarak kendi edimini yerine getirmek istediğini karşı tarafa bildirmiştir. Dava açmadan önce varsa borcunu yerine getirmemiş olması tek başına inançlı işleme dayalı bir davanın ret sebebini teşkil etmez.

O halde yapılacak iş, … ( veya … ) ile … arasında dava konusu taşınmazın inançlı işlem ile devri nedeniyle oluşan alacak-verecek miktarının saptanması, bu kapsamda ilgili bankadan … tarafından temin edilen kredinin kim veya kimler tarafından ödendiği hususları üzerinde durulması, buna ilişkin kayıtların getirtilmesi, varsa kredinin … tarafından yatırılan miktarının tespiti ile bu bedeli mahkeme veznesine depo etmesi için …’e süre verilmesi, yatırdığı takdirde tapu iptal ve tescil isteğinin kabul edilmesi, aksi halde birleştirilen davanın reddine karar verilmesi gerekirken değinilen hususlar gözardı edilerek yazılı olduğu üzere karar verilmesi doğru değildir.

Asıl davanın davalısı ile birleştirilen davanın davacısının yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre asıl davanın incelenmesine şimdilik yer olmadığına, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 06.11.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

SEZERYAN DOĞUM KARARININ GEÇ ALINMASI-HEKİM HATASI

T.C.
YARGITAY
13. HUKUK DAİRESİ
Esas : 2016/26439
Karar : 2020/1797
Tarih : 11.02.2020

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacılar avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.

KARAR: Davacılar, …’in 08/12/2006 tarihinde davalıya ait hastanede, davalı Dr. …’ın gözetiminde gerçekleşen doğumla bir kız bebek dünyaya getirdiğini, hamileliği sırasında tüm kontrollerini düzenli olarak yaptırdığını, doğum için hastaneye yatırıldığı gün doğumun sorunlu olabileceği, sezeryan yapılması gerektiğinin bildirildiğini, ancak sezeryan kararı doktor tarafından geç alındığından bebeğin uzun süre oksijensiz kalarak beyin hücrelerinin hasar gördüğünü, doğumdan sonra bebeğin küveze konulmasının gerektiğini, bu sebeple …’a nakledildiğini, daha sonra küçüğün tedavisine üniversitesi hastanelerinde devam edildiğini, burada yapılan tetkiklerde bebeğin doğum sırasında oksijensiz kalmasının beyninde yarattığı hasarın MR ile tespit edildiğini, küçüğün sakat kalmasında doğumu gerçekleştiren doktor ve hastanenin kusurlu olduğunu, hastaneye yaklaşık saat 21.00’da yattığını, ancak doğumun sabaha karşı 06:00 da gerçekleştiğini, operasyonu yürüten doktorun sezeryan kararını daha erken vermiş olsaydı, hamilelik sürecinde gayet sağlıklı gelişmiş olan bebeğin sağlıklı dünyaya geleceğini, doğumdan sonra bebeğin hastanede iyi bakılmadığını, bu nedenle başka bir hastaneye nakil edildiğini ileri sürerek manevi tazminatana ilişkin hakları ile maddi tazminattan fazlaya ait talep hakları saklı kalmak kaydıyla şimdilik 3.000,00-TL tedavi ve bakım giderleri, 4.000,00-TL daimi iş göremezlik tazminatı olmak üzere toplam 7.000,00-TL maddi tazminatın olay tarihinden itibaren işletilecek yasal faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsilini istemiştir.

Davalılar, davanın reddini dilemişlerdir.

Mahkemece, davanın reddinekarar verilmiş; hüküm, davacılar tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, teşhis ve tedavi hizmetini üstlenen doktor ve özel hastanenin sorumluluğuna ilişkin olup, bir davada dayanılan olguları hukuksal açıdan nitelendirmek ve uygulanacak yasa hükümlerini arayıp bulmak hâkimin doğrudan görevidir. (1086 sayılı HUMK. 76.md., 6100 sayılı HMK. 33.md.) Dava, davalı özel hastaneve doktorun vekillik sözleşmesinden kaynaklanan özen borcuna aykırılık olgusuna dayanmaktadır (dava tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı BK. 386, 390. md.) vekil, iş görürken yöneldiği sonucun elde edilmemesinden değil de bu sonuca ulaşmak için yaptığı uğraşların özenle görülmemesinden sorumludur. Vekilin sorumluluğu, genel olarak işçinin sorumluluğuna ilişkin kurallara bağlıdır. (BK.390/11) vekil, işçi gibi özenle davranmak zorunda olup, hafif kusurundan bile sorumludur. (BK.321/1) o nedenle doktorun meslek alanı içinde olan bütün kusurları (hafifte olsa) sorumluluğun unsuru olarak kabul edilmelidir. Doktor, hastanın zarar görmemesi için yalnız mesleki değil, genel hayat tecrübelerine göre herkese yüklenebilecek dikkat ve özeni göstermek zorundadır. Doktor tıbbi çalışmalarda bulunurken bazı mesleki şartları yerine getirmek hastanın durumuna değer vermek, tıp biliminin kurallarını gözetip uygulamak tedaviyi her türlü ihtiyat tedbirlerini alarak yapmak zorundadır. Doktor ufak bir tereddüt gösteren durumlarda bu tereddüdü ortadan kaldıracak araştırmalar yapmak ve orada koruyucu tedbirler almakla yükümlüdür. Çeşitli tedavi yöntemleri arasında seçim yaparken hastanın özelliklerini göz önünde tutmalı onu gereksiz risk altına sokmamalı en emin yolu tercih etmelidir. Gerçekte de mesleki bir iş gören; doktor olan vekilden, ona güvenen müvekkil titiz bir ihtimam ve dikkat göstermesini beklemekte haklıdır. Titiz, özen göstermeyen bir vekil, BK. 394/1 uyarınca vekâleti gereği gibi ifa etmemiş sayılmalıdır.

Somut uyuşmazlıkta, Adli Tıp Kurumu 2. İhtisas Kurulu’ndan alınan raporda, mevcut tıbbı belgele göre ilk normal doğum kararının doğru olduğu, ilerlemeyen travay nedeniyle sezaryen kararının doğru olduğu, ilgili hekime ve hastaneye kusur atfedilemeyeceği bildirilmiştir. Davacıların itirazı üzerine alınan heyet raporunda da; bebekte gelişen serebral palsi klinik tablosu ile ilgili olarak doğum hekiminin suçlanamayacağı mütalaa edilmiştir. Mahkemece, raporlar hükme esas alınmak suretiyle davanın reddine karar verilmiş ise de; davacılar itirazlarında davalı doktorun doğum esnasında pratisyen doktor olarak davalı hastanede çalıştığını, kadın doğum uzmanın doğum sırasında yer almadığını bildirmişlerdir.

Hal böyle olunca, mahkemece davacının iddiaları üzerinde durularak, davalı doktorun uzmanlığına ilişkin bilgi ve belgelerin ilgili yerlerden celbi ile, doktorun doğumun gerçekleştiği tarih itibariyle tıbbın gerek ve kurallarına göre bu doğuma müdahale ve doğumu gerçekleştirmeye özellikle de sezeryanla bebeğin doğurtulmasına ehil olup olmadığı, olayda doktor ve hastaneye kusur izafe edilip edilmeyeceği araştırılarak, gerektiğinde denetimine elverişli yeniden veya ek rapor alınmak suretiyle hasıl olacak sonuca uygun bir karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz olunan hükmün davacı yararına BOZULMASINA, peşin alınan 29,20 TL harcın istek halinde davacılara iadesine, HUMK’nun 440/I maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 11/02/2020 gününde oybirliğiyle karar verildi.

TECİL EDİLEN MAHKUMİYET NEDENİYLE MEMURİYETE SON VERİLİP VERİLMEYECEĞİ-ERTELEME

T.C.
DANIŞTAY
1.DAİRE

ESAS:2009/221
KARAR: 2009/535
TARİH:25.3.2009

ÖZET : 657 sayılı Kanunun 48. maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde belirtilen hapis cezaları ve sayılan suçlarla ilgili olarak 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun 6. maddesi ile 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 95. maddesinin yürürlükte bulunduğu dönemde verilmiş mahkumiyetin teciline ilişkin kararlar karşısında; tecil süresi sonunda mahkumiyet esasen vaki olmamış sayılacağından, 765 sayılı Kanunun 95. maddesi uyarınca deneme süresinin beklenmesi gerektiğinden, halen görevde bulunan personelin, 657 sayılı Kanunun 48. maddesinin A bendinin 5 inci alt bendi ile 98 inci maddesinin b bendi hükmü uygulanmak suretiyle görevine son verilemeyecektir.

DAVA : 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun “Hapis cezasının ertelenmesi” ve “Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma” başlıklı 51 inci ve 53 üncü maddeleri, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun “Hükmün açıklanmasının geri bırakılması” başlıklı 231 inci maddesi, lehe olan kanun hükümlerinin uygulanmasına dair 5237 sayılı Kanunun 7 nci maddesi, 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 98 inci ve 101 inci maddeleri ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendi hükümleri dikkate alınarak, 765 sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlükte bulunduğu dönemde işlenen 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde sayılan suçlardan dolayı verilen, ancak tecil edilen mahkumiyet nedeniyle memuriyete son verilip verilmeyeceği hususunda düşülen duraksamanın giderilmesi istemine ilişkin Başbakanlığın 6.2.2009 gün ve Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğünün 215/509 sayılı yazısına ekli Bayındırlık ve İskan Bakanlığının 14.10.2008 gün ve 205/4078 sayılı yazısında aynen;

“Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü, Mersin … Bölge Tapu Sicil Müdürlüğü emrinde ve 657 sayılı Yasa’nın 4/B maddesi kapsamında “Sözleşmeli büro personeli” olarak istihdam edilen … hakkında, Mersin 2. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 10.6.2004 tarihli ve E: 2004/271, K: 2004/582 sayılı mahkumiyet ( Tecilli )kararı ilişik ( Ek-1 )de, Bu konuda Mersin Valiliği İl Emniyet Müdürlüğünden alınan 15.2.2008 tarihli ve 015915 sayılı yazı ( Ek-2 )de, bu konuda İdaremiz Personel Dairesi Başkanlığınca Hukuk Müşavirliği birimine yazılan görüş verilmesi istemli 28.2.2008 tarihli ve 7540 sayılı yazı ( Ek-3 )de sunulmaktadır.

Bu personel hakkında; 765 sayılı ( Mülga )Türk Ceza Kanunu’nun 95 inci maddesindeki tecil ile 5237 sayılı Yeni Türk Ceza Kanunu’nun 51 inci maddesindeki erteleme hükümlerinden hangisinin uygulanması gerektiği konusunda ve yapılacak uygulamaya esas alınacak görüşlerinin bildirilmesi istemiyle Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’ne yazılan 8.5.2005 tarihli ve 2155 sayılı yazımız ( Ek-4 )de, bu yerden cevaben alınan 8.7.2008 tarihli ve 40057 sayılı yazı ile ( Ek-5 )de yer almaktadır.

Sözleşmeli personel çalıştırılmasına ilişkin olarak 28.6.1978 tarih ve 16330 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 6.6.1978 tarih ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının 9.2.1979 tarihinde değiştirilen 12. maddesi hükmüne göre, sözleşmeli olarak çalıştırılacakların, ilgili kurumun saptayacağı özel koşulların yanı sıra 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun değişik 48 inci maddesinin ( A )fıkrasının 4,5,6 ve 7 inci bentlerinde belirtilen koşulları taşımaları da gerekmektedir.

Konuyla ilgili olarak Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’nden cevaben alınan söz konusu yazının sonuç kısmında,

“Bu itibarla;

1- 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 48/A maddesinin beşinci fıkrasında “afta uğramış olsalar bile” şeklinde başlayan ve tek tek sayılan suçlardan dolayı verilen ve tecil edilmiş mahkumiyetlerin Devlet memurluğuna atanmaya veya Devlet memuru görevini sürdürmeye engel teşkil edeceği,

2- Hakkında anılan suçlardan dolayı tecil edilmiş mahkumiyeti bulunan kişilerin deneme süresini iyi halli geçirmesi üzerine adli sicil kayıtları silinse bile, bu bilgiler arşiv kaydına alınacağından ve Adli Sicil Yönetmeliğinin 12 inci maddesi gereğince ilgili kurum ve kuruluşlar, Devlet memuru olarak istihdam edileceklerin arşiv bilgilerine ulaşabileceğinden, yapılacak müracaatlarda kişinin göreve alınıp alınmama veya kişinin göreve devam edip etmemesi hususunun değerlendirilmesinin muhatap idareye ait bir keyfiyet olduğu,

Lüzum görüldüğü takdirde 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun 23/e maddesi gereğince Danıştay Başkanlığından mütalaa talep edilebileceğinin düşünüldüğü” ifade edilmiştir.

Ancak; Adalet Bakanlığı yazısı sonuç kısmının birinci bendinde böyle bir durumdaki ( Elektrik hırsızlığı suçundan tecil edilmiş mahkumiyeti bulunma )personelin tecil edilmiş mahkumiyeti yönünden Devlet memuru ( Sözleşmeli personel olması gerekiyor. )görevini sürdüremeyeceği ifade edilmiş iken, yazının ikinci bendinde bu personelin göreve devam edip etmemesi hususunun muhatap idareye ait olduğu belirtilmekte her iki bendinde aslında birbiriyle çeliştiği kanaati hasıl olmuştur. Diğer taraftan; Adalet Bakanlığı yazısındaki sonuç kısmı birinci bendin, yazının beşinci sayfasında yer alan açıklamalarla da bizatihi çeliştiği düşünülmektedir.

Ayrıca; mahkumiyet ( Erteleme )kararının verildiği tarih itibariyle mer’i olan 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu hükümlerinin, özellikle 95. madde yönünden ilgilisi için müktesep hak teşkil edip etmeyeceği yönünden herhangi bir değerlendirme yapılmadığı da görülmektedir. Halbuki Anayasanın 38 inci maddesinin “Kimse işlediği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.”

Suç ve ceza zamanaşımı ile ceza mahkumiyetinin sonuçları konusunda da yukarıdaki fıkra uygulanır.” hükmü karşısında böyle bir değerlendirmenin yapılmasında mutlak zaruret bulunduğu akla gelmektedir.

Diğer taraftan; aynı sebeplerle, 8.2.2008 tarihinde 5728 sayılı Yasa ile 657 sayılı Yasanın 48/A-5 maddesinde yapılan değişiklikle; tecilin, bu madde metninde sayılan bütün suçlara şamil hale geldiği hususu ile tecil müessesesini bütün yönleriyle açıklayan Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun 15.11.1990 tarihli ve 1990/2-2 E-K sayılı kararında yer alan tespit ve değerlendirmelerin adı geçen personel hakkında mutlaka göz önünde bulundurulması gerektiği de düşünülmektedir. Kaldı ki; adı geçen personel geçici işçi statüsünde çalışmakta iken 21.4.2007 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 5620 sayılı Kanun’un 2 inci maddesine göre sözleşmeli personel statüsü ne geçirilmiş olup, bu statüde çalışmakta iken belirlenen bir tecilli mahkumiyet kararına binaen, görevine son vermek değil, olsa olsa bu mahkumiyet hali ile de çalışmaya devam edebileceği önceki statüsü ne iade edilmesi gerektiği de tarafımızca değerlendirilmektedir.

Belirtilen tüm bu sebeplerle, konunun bir kez de Danıştay Başkanlığınca incelenerek uygulamaya ve yapılacak işleme esas olacak nihai görüşünün alınması amacıyla, yazımız ve eklerinin 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 23/e maddesi gereğince Danıştay Başkanlığına havalesini arz ederim.” denilmektedir.

Dairemizce yapılan çağrı üzerine gelen Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdür Yardımcısı … , Devlet Personel Başkanlığı Daire Başkanı … , Uzman .. ” Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü Daire Başkanı … , Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü Tetkik Hakimi … , Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Hukuk Müşaviri … ile Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Hukuk Müşaviri … ‘ın açıklamaları dinlendikten sonra konu incelenerek,

Gereği Görüşülüp Düşünüldü :

KARAR : 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun “Hapis cezasının ertelenmesi” ve “Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma” başlıklı 51 inci ve 53 üncü maddeleri, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun “Hükmün açıklanmasının geri bırakılması” başlıklı 231 inci maddesi, lehe olan kanun hükümlerinin uygulanmasına dair 5237 sayılı Kanunun 7 nci maddesi, 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 98 inci ve 101 inci maddeleri ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendi hükümleri dikkate alınarak, 765 sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlükte bulunduğu dönemde işlenen, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde sayılan suçlardan dolayı verilen, ancak tecil edilen mahkumiyet nedeniyle memuriyete son verilip verilmeyeceği hususunda düşülen duraksamanın giderilmesi istenilmektedir.

Konu, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde ve Türk Ceza Kanununda yapılan değişiklikler dikkate alınarak üç aşamada ele alınmıştır:

Birinci aşama, 657 sayılı Kanunun 18.1.1991 tarihine kadar yürürlükte kalan 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bent hükmü ile o tarihte yürürlükte bulunan 765 sayılı Türk Ceza Kanununun tecile ilişkin 95 inci maddesi hükmünün uygulanmasına ilişkindir. 657 sayılı Kanunun, 29.11.1984 tarih ve 243 sayılı KHK ile değişik 48 A-5 maddesi;

“Taksirli suçlar hariç olmak üzere ağır hapis veya 6 aydan fazla hapis veyahut afta uğramış olsalar bile Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyeti kıncı suçtan veya istimal ve istihlak kaçakçılığı hariç kaçakçılık, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından dolayı hükümlü bulunmamak” hükmünü içermektedir.

Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 25.1.1991 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 15.11.1990 tarih ve E: 1990/2, K: 1990/2 sayılı kararında; yukarıda açıklanan hüküm, 765 sayılı Ceza Kanununun tecille ilgili hükümleri açısından ayrıntıları ile tartışılmış ve tecilde suç ayrımı yapılmayacağı, tecilin mahkumiyete bağlı ehliyetsizlikleri de kapsamına aldığı ve tecil edilmiş mahkumiyete bağlı ehliyetsizliğin, deneme süresi içinde uygulanmasının mümkün olmadığı, koşullara uygun olarak geçirilen deneme süresi sonunda mahkumiyetin esasen vaki olmamış sayılacağı, bu nedenle, tecil edilmiş mahkumiyetler esas alınarak Devlet memurlarının görevlerine son verilemeyeceği sonucuna varılmıştır.

İkinci aşama, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinde 3697 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle ortaya çıkan hukuki durumla ilgilidir. 657 sayılı Kanunun, 18.1.1991 tarihinde yürürlüğe giren 3697 sayılı Kanunla değişik 48-A-5 maddesi;

“Taksirli suçlar ve aşağıda sayılan suçlar dışında tecil edilmiş hükümler hariç olmak üzere, ağır hapis veya 6 aydan fazla hapis veyahut affa uğramış olsalar bile Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla, zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolaylı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyeti kırıcı suçtan veya istimal ve istihlak kaçakçılığı hariç kaçakçılık, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından dolayı hükümlü bulunmamak” hükmünü taşımaktadır.

Yapılan değişiklikle, 657 sayılı Kanunun 48-A-5 maddesine “aşağıda yazılı suçlar dışında tecil edilmiş hükümler hariç” ibaresi eklenerek anılan hükümde tek tek sayılan suçlarla ilgili olarak verilen tecil kararlarının memuriyete engel olduğu hususu düzenlenmiştir. Bir başka değişle bu değişiklik, yukarıda açıklanan Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun E: 1990/2, K:1990/2 sayılı Kararının, 48-A-5 maddesinde tek tek sayılan suçlar açısından uygulanmayacağını ve bu suçlar nedeniyle tecil edilmiş mahkumiyetlerin, Devlet memurluğuna son verilmesini gerekli kıldığını hükme bağlamıştır.

Nitekim, 657 sayılı Kanunun 48-A-5 maddesindeki değişiklikle ilgili olarak Danıştay Birinci Dairesinin 9.10.1991 tarih ve E: 1991/130, K: 1991/301 sayılı kararında; ” Sonuç olarak 18.1.1991 tarihinden önce işlenen suçlar nedeniyle verilen tecil edilmiş mahkumiyetlerin Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulu kararı karşısında, cezanın süresi veya şekli, suçun nev-i ayrımı yapılmadan Devlet memurunun görevine son verilmesini gerektirmeyeceği, bu şekilde görevine son verilenlerin de görevlerine dönebileceği, 3697 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 18.1.1991 tarihinden sonra işlenen suçlarda ise, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin ( A )bendinin 5 inci fıkrasında sayılan suçlar dışındaki bir suç nedeniyle 6 aydan fazla hapis veya ağır hapis cezası alıp, bu cezaları tecil edilmiş olanların görevlerine dönebilecekleri” yolunda görüş bildirilmiştir.

Uygulama bu yönde devam ederken Türk Ceza Hukukunda geniş kapsamlı değişiklikler yapılmış, 26.9.2004 tarih ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, 4.12.2004 tarih ve 5271 sayılı Ceza Mahkemesi Kanunu ile 13.12.2004 tarih ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun yürürlüğe konulmuştur.

Üçüncü aşama, Türk Ceza Hukukunda yapılan yeni düzenlemeler karşısında, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde değişiklik yapılması sonucu oluşan yeni hukuki durumun değerlendirilmesine ilişkindir.

657 sayılı Kanunun 23.1.2008 tarih ve 5728 sayılı Kanunla değişik 48-A-5 maddesi; “Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, milli savunmaya karşı suçlar, Devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk, zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından dolayı mahkum olmamak” şeklindedir.

Bu değişiklik sonucunda; ” tecil edilmiş hükümler hariç” ifadesiyle tecil müessesesine yapılan gönderme kaldırılmış, yeni Türk Ceza Kanununun “Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma” başlıklı 53 üncü maddesine atıf yapılmış, ceza süresi koşulu yönünden ağır hapis cezası kaldırılarak yerine bir yıl veya üstü hapis cezası getirilmiş, suç türü yönünden de yeni Türk Ceza Kanunundaki sınıflandırmaya uygun belirleme yapılarak suçlar sayılmıştır.

5237 sayılı yeni Ceza Kanununun “Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma” başlıklı 53 üncü maddesi;

” ( 1 )Kişi, kasten işlemiş olduğu suçtan dolayı hapis cezasına mahkumiyetin kanuni sonucu olarak;

a )Sürekli, süreli veya geçici bir kamu görevinin üstlenilmesinden; bu kapsamda, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliğinden veya Devlet, il, belediye, köy veya bunların denetim ve gözetimi altında bulunan kurum ve kuruluşlarca verilen, atamaya veya seçime tabi bütün memuriyet ve hizmetlerde istihdam edilmekten,

b )Seçme ve seçilme ehliyetinden ve diğer siyasi hakları kullanmaktan,

c )Velayet hakkından; vesayet veya kayyımlığa ait bir hizmette bulunmaktan,

d )Vakıf, dernek, sendika, şirket, kooperatif ve siyasi parti tüzel kişiliklerinin yöneticisi veya denetçisi olmaktan,

e )Bir kamu kurumunun veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşunun iznine tabi bir meslek veya sanatı, kendi sorumluluğu altında serbest meslek erbabı veya tacir olarak icra etmekten,

Yoksun bırakılır.

( 2 )Kişi işlemiş bulunduğu suç dolayısıyla mahkum olduğu hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar bu hakları kullanamaz.

( 3 )Mahkum olduğu hapis cezası ertelenen veya koşullu salıverilen hükümlünün kendi altsoyu üzerindeki velayet, vesayet ve kayyımlık yetkileri açısından yukarıdaki fıkralar hükümleri uygulanmaz. Mahkum olduğu hapis cezası ertelenen hükümlü hakkında birinci fıkranın ( e )bendinde söz konusu edilen hak yoksunluğunun uygulanmamasına karar verilebilir. ( 4 )Kısa süreli hapis cezası ertelenmiş veya fiili işlediği sırada onsekiz yaşını doldurmamış olan kişiler hakkında birinci fıkra hükmü uygulanmaz.

( 5 )Birinci fıkrada sayılan hak ve yetkilerden birinin kötüye kullanılması suretiyle işlenen suçlar dolayısıyla hapis cezasına mahkumiyet halinde, ayrıca, cezanın infazından sonra işlemek üzere, hükmolunan cezanın yarısından bir katına kadar bu hak ve yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına karar verilir. Bu hak ve yetkilerden birinin kötüye kullanılması suretiyle işlenen suçlar dolayısıyla sadece adli para cezasına mahkumiyet halinde, hükümde belirtilen gün sayısının yarısından bir katına kadar bu hak ve yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına karar verilir. Hükmün kesinleşmesiyle icraya konan yasaklama ile ilgili süre, adli para cezasının tamamen infazından itibaren işlemeye başlar.

( 6 )… “

Bu maddeye göre özetle;

Kasten işlenmiş olan suçtan dolayı hapis cezasına mahkumiyetin kanuni sonucu olarak kişi, birinci fıkrada sayılan hakları kullanmaktan yoksun bırakılacak,

– Mahkum olduğu hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar, kişinin hak ve yetki yoksunluğu sürecek,

– Hapis cezası ertelense bile üçüncü fıkrada sayılan istisnalar hariç, yine bu hak ve yetkileri kullanmaktan yoksun bırakılacak,

– Beşinci fıkradaki koşullar oluştuğunda, cezanın infazından sonra işleyecek süre içinde de hak ve yetki yoksunluğu devam edecek,

– İnfaz tamamlandığında veya infazdan sonra verilen ek süre bittiğinde, kişinin hak ve yetki yoksunluğu ortadan kalkacaktır.

Ancak, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde geçen ”Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile” ifadesi; bu alt bentde süre ( bir yıl veya daha fazla süreli )yönünden belirlenen hapis cezasına veya tür ( casusluk, zimmet, hırsızlık gibi )itibariyle sayılan suçlardan dolayı mahkûmiyet halinde, cezanın infaz süresi veya ek süre tamamlanarak hak ve yetki yoksunluğu kalksa bile, mahkumiyet kararı kalkmadığı için Devlet memurluğuna atama hakkını kazandırmamakta, nitelik kaybı nedeniyle memuriyete son verilmesini gerektirmektedir. Mahkumiyetin ertelenmiş olması da bu durumu değiştirmemektedir. Sonuç olarak, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci altbendi hükmü, bu hükümde belirlenen süreli hapis cezası veya nevi sayılan suçlardan mahkumiyet halinde, Devlet memurluğuna atanma ve memuriyeti sürdürme hak ve yetkisini süresiz olarak ortadan kaldırmaktadır.

5237 sayılı Türk Ceza Kanununun “Hapis cezasının ertelenmesi” başlıklı 51 inci maddesi ise;

” ( 1 )İşlediği suçtan dolayı iki yıl veya daha az süreyle hapis cezasına mahkum edilen kişinin cezası ertelenebilir. Bu sürenin üst sınırı, fiili işlediği sırada onsekiz yaşını doldurmamış veya altmışbeş yaşını bitirmiş olan kişiler bakımından üç yıldır. Ancak, erteleme kararının verilebilmesi için kişinin;

a )Daha önce kasıtlı bir suçtan dolayı üç aydan fazla hapis cezasına mahkum edilmemiş olması,

b )Suçu işledikten sonra yargılama sürecinde gösterdiği pişmanlık dolayısıyla tekrar suç işlemeyeceği konusunda mahkemede bir kanaatin oluşması,

Gerekir.

( 2 )Cezanın ertelenmesi, mağdurun veya kamunun uğradığı zararın aynen iade, suçtan önceki hale getirme veya tazmin suretiyle tamamen giderilmesi koşuluna bağlı tutulabilir. Bu durumda, koşul gerçekleşinceye kadar cezanın infaz kurumunda çektirilmesine devam edilir. Koşulun yerine getirilmesi halinde, hakim kararıyla hükümlü infaz kurumundan derhal salıverilir.

( 3 )Cezası ertelenen hükümlü hakkında, bir yıldan az, üç yıldan fazla olmamak üzere, bir denetim süresi belirlenir. Bu sürenin alt sınırı, mahkum olunan ceza süresinden az olamaz.

( 4 )…

( 5 )…

( 6 )…

( 7 )Hükümlünün denetim süresi içinde kasıtlı bir suç işlemesi veya kendisine yüklenen yükümlülüklere, hakimin uyarısına rağmen, uymamakta ısrar etmesi halinde; ertelenen cezanın kısmen veya tamamen infaz kurumunda çektirilmesine karar verilir.

( 8 )Denetim süresi yükümlülüklere uygun veya iyi halli olarak geçirildiği takdirde, ceza infaz edilmiş sayılır. ” hükmünü içermektedir.

765 sayılı eski Türk Ceza Kanununun “tecil” ile ilgili 95/II maddesinde;

“Cürüm ile mahkum olan kimse hüküm tarihinden itibaren beş sene içinde işlediği diğer bir cürümden dolayı evvelce verilen ceza cinsinden bir cezaya yahut hapis veya ağır hapis cezasına mahkum olmazsa, cezası tecil edilmiş olan mahkumiyeti esasen vaki olmamış sayılır. Aksi takdirde her iki ceza ayrı ayrı tenfiz olunur.” hükmü yer almaktadır.

5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 51 inci maddesi ( erteleme )ile 765 sayılı Ceza Kanununun 95/II maddesi ( tecil )hükümleri karşılaştırıldığında, doğurduğu sonuç açısından bu iki müessese arasındaki en önemli fark; ertelemede, belirlenen denetim süresinin yükümlülüklere uygun veya iyi halli olarak geçirilmesi durumunda “cezanın infaz edilmiş sayılması”, tecilde ise hüküm tarihinden itibaren beş yıl içinde evvelce verilen ceza cinsinden veya hapis cezasını gerektiren yeni bir suç işlenmediği takdirde tecil edilen “mahkumiyetin esasen vaki olmamış sayılması” dır. Ayrıca, ertelemede denetim süresi içinde, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinin üçüncü fıkrası hükmü uyarınca, hak ve yetki yoksunluğu sürmekte; tecilde ise deneme süresi içerisinde mahkumiyete bağlı ehliyetsizlikler, askıya alınmaktadır.

Bu nedenle, hukuki menfaat yönünden tecil, ertelemeye kıyasla kişinin lehinedir.

Tecilin bu özelliği nedeniyle, Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun yukarıda değinilen 15.11.1990 tarih ve E: 1990/2, K: 1990/2 sayılı kararında, deneme süresi sonunda mahkumiyetin esasen vaki olmamış sayılacağı hükmünden hareketle tecil edilmiş mahkumiyetler esas alınarak Devlet memurlarının görevlerine son verilemeyeceği kabul edilmiştir.

Daha önce açıklandığı üzere ertelemede, denetim süresince hak yoksunluğu askıya alınmamakta ve denetim süresi sonunda da ceza infaz edilmiş olmasına rağmen, mahkumiyet ortadan kalkmamaktadır. Ancak, bu hukuki boşluk, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 231 inci maddesinde düzenlenen “hükmün açıklanmasının geri bırakılması” müessesi ile doldurulmuştur.

5271 sayılı Ceza Mahkemesi Kanununun “Hükmün açıklanması ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması” başlıklı 231 inci maddesinin konumuzla ilgili görülen hükümleri aşağıya çıkarılmıştır:

Madde 231- ( 5 )”Sanığa yüklenen suçtan dolayı yapılan yargılama sonunda hükmolunan ceza, iki yıl veya daha az süreli hapis veya adli para cezası ise; mahkemece, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilir. Uzlaşmaya ilişkin hükümler saklıdır. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması, kurulan hükmün sanık hakkında bir hukuki sonuç doğurmamasını ifade eder”

Madde 231- ( 10 )”Denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlenmediği ve denetimli serbestlik tedbirine ilişkin yükümlülüklere uygun davranıldığı takdirde, açıklanması geri bırakılan hüküm ortadan kaldırılarak, davanın düşmesi kararı verilir.”

Buna göre, hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı, yüklenen suçtan dolayı kurulan hükmün, sanık hakkında bir hukuki sonuç doğurmamasını ifade etmekte, denetim süresinin koşulları uygun olarak geçirilmesi durumunda da açıklanması geri bırakılan hüküm ortadan kalkmakta ve ceza davası düşmektedir. Bir başka anlatımla, kişinin sanıklık durumu devam etmekte ve hakkındaki mahkumiyet kararı hiç açıklanmaksızın denetim süresi sonunda ceza davası ortadan kalkmaktadır.

Hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin hükümler ile 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanununun 95 inci maddesinde düzenlenen tecil hükümleri karşılaştırıldığında; beş yıllık denetim süresi sonunda, birinde kişi hakkındaki ceza davası düşmekte, diğerinde ise mahkumiyet esasen vaki olmamış sayılmakta ve denetim süresince hak yoksunluğu uygulanmamaktadır. Bu bakımdan doğurdukları hukuki sonuç itibariyle her iki müessese arasında benzerlik vardır.

Öte yandan, T.C. Anayasasının 38 inci maddesinin; “Kimse, işlediği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.” şeklindeki birinci fıkra hükmüyle aynı maddenin ikinci fıkrasındaki “Suç ve ceza zaman aşımı ile ceza mahkumiyetinin sonuçları konusunda da yukarıdaki fıkra uygulanır.” hükmünün de konunun değerlendirilmesinde dikkate alınması gerekmektedir.

Somut olayda, Mersin … Tapu Sicil Müdürlüğünde geçici işçi olarak çalışan kişinin, daha sonra 657 sayılı Kanunun 4/B maddesine göre sözleşmeli personel statüsüne geçirildiği, işçi statüsünde çalıştığı dönemde elektrik hırsızlığı suçundan Mersin 2 nci Asliye Ceza Mahkemesinde hakkında açılan dava sonucunda, Mahkemenin 10.4.2004 tarih ve E: 2004/271, K: 2004/582 sayılı kararıyla tecilli mahkumiyet kararı verildiği, sözleşmeli personel çalıştırılmasına ilişkin esasları düzenleyen 6.6.1978 tarih ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının 12 inci maddesi hükmü uyarınca sözleşmeli personel statüsünde çalışanların da 657 sayılı Kanunun 48/A-5 bendinde belirtilen koşulları taşıması gerektiği anlaşılmaktadır.

Buradaki duraksama, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde sayılan hapis cezaları ve suçlar açısından 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun 6 ncı maddesi ile 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 95 inci maddesinin yürürlükte bulunduğu dönemde verilen “tecil” kararlarının nasıl uygulanacağına ilişkindir.

657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde yer alan “Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile” ifadesi ile “Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakııma” başlıklı 53 üncü maddeye ve 53. maddenin üçüncü fıkrası ile de 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun “Hapis cezasının ertelenmesi” başlıklı 51 inci maddesine gönderme yapılmıştır. Bu gönderme, 765 sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlükte bulunduğu dönemde verilmiş tecil kararlarının, etki ve sonuç bakımından halen görevde bulunan Devlet memurlarına uygulanmasına engel teşkil etmemektedir. Bir başka ifadeyle, ortada 5237 sayılı Ceza Kanununun 51 inci maddesine göre verilmiş bir erteleme kararı değil, 647 ve 765 sayılı Kanunlara göre verilmiş tecil kararı bulunmaktadır.

SONUÇ : Bu bağlamda Anayasanın yukarıda açıklanan hükmü ve Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 25.1.1991 tarih ve 20766 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 15.11.1990 tarihli, E: 1990/2 ve 1990/2 sayılı kararı da dikkate alınarak 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde belirtilen hapis cezaları ve sayılan suçlarla ilgili olarak 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun 6 ıncı maddesi ile 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 95 inci maddesinin yürürlükte bulunduğu dönemde verilmiş mahkumiyetin teciline ilişkin kararlar karşısında; tecil süresi sonunda mahkumiyet esasen vaki olmamış sayılacağından, 765 sayılı Kanunun 95 inci maddesi uyarınca deneme süresinin beklenmesi gerektiğinden, halen görevde bulunan personelin, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendi ile 98 inci maddesinin b bendi hükmü uygulanmak suretiyle görevine son verilemeyeceği sonucuna varılarak dosyanın Danıştay Başkanlığına sunulmasına, 25.03.2009 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

HAKSIZ EYLEM FAİLİ İHTARA GEREK OLMAKSIZIN ZARARIN DOĞDUĞU ANDA TEMERRÜDE DÜŞMÜŞ SAYILIR- ZARAR GÖREN, GEREK KISMİ DAVAYA GEREKSE SONRADAN AÇTIĞI EK DAVAYA VEYA ISLAHA KONU ETTİĞİ KISIM İÇİN HAKSIZ FİİL TARİHİNDEN İTİBAREN TEMERRÜT FAİZİ İSTEME HAKKINA SAHİPTİR.

T.C
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ

ESAS:2020/136
KARAR:2020/1901

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

Taraflar arasında görülen tazminat davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın kısmen kabulüne yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz, davacı vekili tarafından katılma yoluyla temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçelerinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı; 17/04/2008 olay günü çalışmakta iken, davalı şirketin bakım ve sorumluluğunda bulunan elektrik direğindeki akıma kapılarak ağır şekilde yaralandığını, olayla ilgili soruşturma başlatıldığını, vücut fonksiyonlarını % 51 oranında kaybettiğini, olay nedeniyle elem, ızdırap ve üzüntü yaşadığını ileri sürerek; fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla, şimdilik 2.000,00 TL maddi, 20.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiş; 28/04/2011 havale tarihli dilekçesi ile maddi tazminat talebini 111.144,92 TL’ye yükseltilmiştir.

Davalı; davalı şirkete husumet yöneltilemeyeceğini; 17/04/2008 olay tarihinde, olayın meydana geldiği binanın üst kat dış cephesinin davacı tarafından boyanması sırasında, davacının elinde bulunan 2 metre uzunluğundaki demir boru ekli fırçanın orta gerilime temas etmesi sonucu, davacının elektrik akımına kapıldığını, olaya konu OG hattının Elektrik Kuvvetli Akım Tesisleri Yönetmeliği’nde belirtilen güvenlik mesafesine uygun tesis edildiğini, enerji nakil hatlarının bakım ve onarımlarının periyodik olarak yapıldığını, bu nedenle meydana gelen olayda davalı şirketin herhangi bir ihmal veya kusurunun bulunmadığını; davacı boyacı olup işçi olarak istihdam edildiğini, işveren olarak boyama işini yaptıran şahsın gerekli tedbirleri almakla yükümlü olduğunu ,olayın meydana gelmesinde işverenin ve dikkatsiz çalışan davacının kusurlu olduğunu, yapı ruhsatı olmayan ve yapı kullanma izni bulunmayan binalara hizmet götüren ilgili belediyenin de ayrıca kusurlu olduğunu savunarak; davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, bozmaya uyularak yapılan yargılama neticesinde ve alınan ATK raporu ile; 03/12/2018 tarihli aktüerya raporu doğrultusunda; davacının olay günü çalışmakta iken , elektrik direklerinden sarkan tellerdeki akıma kapılarak ağır şekilde yaralandığı, % 5,1 oranında meslekte kazanma gücünü kaybetmiş sayılacağı, gerçekleşen olayda davacının da % 25 oranında kusurlu olduğu gerekçesiyle, davanın kısmen kabulüne, 2.000,00 TL maddi tazminatın 17/04/2008 olay tarihinden itibaren, 27.687,27 TL maddi tazminatın ise ıslah tarihi olan 28/04/2011 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte; 20.000,00 TL manevi tazminatın ise 17/04/2008 olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz, davacı vekili tarafından katılma yoluyla temyiz edilmiştir.

Dava; elektrik çarpması nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.
1-) Dosyadaki yazılara, mahkemece uyulan bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına ve bozma kapsamı dışında kalarak kesinleşmiş yönlere ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesinin artık mümkün olmamasına göre, davalı vekilinin tüm, davacı vekilinin sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.

edilmiştir. Yine dosya içerisinde bulunan … Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Baştabipliği’nin 08/06/2010 tarihli raporunda ise sürekli maluliyet oranı % 41 olarak belirlenmiştir. Mahkemece hükme esas alınan ATK raporu ile diğer bahse konu raporlar arasında önemli oranda farklılık mevcut olup, ATK 3. İhtisas Kurulu’nun 23/08/2017 tarihli raporu, davacının maluliyet durumunu belirlemek açısından hüküm kurmaya elverişli değildir.

Hal böyle olunca, mahkemece; yukarıda açıklanan maddi ve hukuki olgular çerçevesinde, 2659 sayılı Adli Tıp Kurumu Kanunu’nun 15/a maddesinde verilen görev gereği, Adli Tıp Kurumu Genel Kurulu’ndan, olay tarihinde yürürlükte bulunan Sosyal Sigortalar Sağlık İşlemleri Tüzüğü dikkate alınarak, geçici iş göremezlik süresi ve maluliyet oranının belirlenmesi gereği, raporlar arasındaki çelişkiyi giderecek şekilde, ayrıntılı, gerekçeli, taraf ve Yargıtay denetimine elverişli rapor alınarak, hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken; eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.

3-) Kabule göre de;
Haksız eylem faili, ihtar ve ihbara gerek olmaksızın, zararın doğduğu anda, başka bir anlatımla haksız eylem tarihinden itibaren zararın tamamı için temerrüde düşmüş sayılır. Dolayısıyla, zarar gören, gerek kısmi davaya gerekse sonradan açtığı ek davaya veya ıslaha konu ettiği kısma ilişkin olarak haksız fiil tarihinden itibaren temerrüt faizi isteme hakkına sahiptir.

Somut olayda; uyuşmazlık, haksız eylemden kaynaklanmaktadır. Davacı, dava dilekçesinde hükmedilecek tazminata haksız eylem tarihinden itibaren faiz yürütülmesi isteminde bulunmuştur. Mahkemece, ıslaha konu edilen kısma ilişkin hükmedilecek tazminata da haksız fiil tarihinden itibaren yasal faiz işletilmesi gerekirken, ıslah tarihinden itibaren yasal faize hükmedilmiş olması doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda birinci bentte açıklanan nedenlerle davalı vekilinin tüm, davacı vekilinin sair temyiz itirazlarının REDDİNE, ikinci ve üçüncü bentte açıklanan nedenlerle hükmün HUMK’nın 428. maddesi gereğince davacı yararına BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 6100 sayılı HMK’nın geçici madde 3 atfıyla 1086 sayılı HUMK’nın 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren 15 günlük süre içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 02/03/2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

Exit mobile version