MAL REJİMİNİN TASFİYESİ- KATKI PAYI ALACAĞI- MUVAZAALI SATIŞ-BEDELİ ÖDENEREK SATIN ALINAN TAŞINMAZIN TAŞINMAZIN OLARAK BAĞIŞ KABUL EDİLEMEYECEĞİ

T.C
YARGITAY
8. Hukuk Dairesi
ESAS: 2016/19808
KARAR:2019/148

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi
Katılma Alacağı

Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kabulüne birleşen davanın reddine karar verilmiş olup hükmün davalı-birleşen davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.

..K. A R A R

Davacı-birleşen davada davalı … vekili, dava dilekçesinde belirtilen …’de 114 ada 30 parseldeki 6 nolu bağımsız bölüm ile …’de 1106 ada 1 parseldeki 7 nolu bağımsız bölümün edinilmiş mal olduğunu, söz konusu taşınmazların boşanma dava tarihinden önce son 1-2 ay içinde davacıdan mal kaçırma amacıyla satıldığını açıklayarak mal rejiminin tasfiyesi ile fazlaya ilişkin haklar saklı olmak üzere …’deki taşınmaz için 30.000 TL ve …’deki taşınmaz için 112.500 TL olmak üzere toplam 142.500 TL’nin davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiş, 03.05.2016 tarihli dilekçesi ile talebini toplamda 336.450 TL’ye yükseltmiş, birleşen davanın reddini savunmuştur.

Davalı-birleşen davada davacı … vekili, davanın reddini savunmuş, birleşen dava dilekçesinde belirtilen …’de 336 ada 2 parseldeki 6 nolu bağımsız bölümün 2002 yılından önce evlilik birliği içinde müvekkili tarafından alındığını, fakat Satiye adına tescil edildiğini ve Satiye tarafından muvazaalı olarak satıldığını açıklayarak, mal rejiminin tasfiyesi ile taşınmazın yarı oranındaki hissesinin birleşen davacı adına tesciline yahut birleşen davacının payına düşen bedelin iadesine karar verilmesini istemiş, dava değerini 10.000 TL olarak göstererek bu değer üzerinden peşin harç yatırmış, 19.11.2015 tarihli dilekçe ile talebini toplamda 165.000 TL’ye yükseltmiştir.

Mahkemece davacının davasının kabulüne 336.450 TL katılım alacağından 142.500 TL’sinin davalıdan tahsiline, 193.950 TL’sinin ise karar tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline, birleşen davanın reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davalı-birleşen davada davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1. a) Davalı-birleşen davada davacı vekilinin tasfiyeye konu …’de 114 ada 30 parseldeki 6 nolu bağımsız bölüme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde;

Maddi olayları ileri sürmek taraflara, hukuki nitelendirme yapmak ve uygulanacak kanun maddelerini belirlemek hakime aittir (6100 Sayılı HMK mad.33). İddianın ileri sürülüş şekline göre dava, artık değere katılma alacağı isteğine ilişkindir.

Eşler, 24.01.1973 tarihinde evlenmiş, 05.10.2012 tarihinde açılan boşanma davasının kabulüne ilişkin hükmün, kesinleşmesiyle boşanmışlardır. Mal rejimi boşanma davasının açıldığı tarih itibarıyla sona ermiştir (TMK mad.225/son). Sözleşmeyle başka mal rejiminin seçildiği ileri sürülmediğinden evlilik tarihinden 4721 Sayılı TMK’nin yürürlüğe girdiği 01.01.2002 tarihine kadar mal ayrılığı (743 Sayılı TKM mad.170), bu tarihten mal rejiminin sona erdiği tarihe kadar ise, edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir (4722 Sayılı Yasa mad.10, TMK mad.202/1). Tasfiyeye konu 114 ada 30 parseldeki 6 nolu bağımsız bölüm, eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu 11.03.2009 tarihinde satın alınarak davalı eş adına tescil edilmiş, boşanma dava tarihinden önce 31.08.2012 tarihinde 3.kişiye satılarak devredilmiştir. Mal rejiminin tasfiyesinde eşlerin bağlı bulunduğu rejime ilişkin hükümler uygulanır (TMK mad.179).

Mahkemece, taşınmazın devrinin muvazaalı olduğu, hükme esas alınan bilirkişi raporundan hareketle devir tarihindeki değeri olan 72.900 TL’nin edinilmiş mallara eklenmesi gerektiği gerekçesiyle yazılı şekilde karar verilmişse de, gerekçe dosya kapsamına uygun düşmemektedir. Şöyle ki, tasfiyeye konu taşınmaz davalı eş adına kayıtlı iken boşanma dava tarihinden önce 31.08.2012 tarihinde 3.kişiye satılarak devredilmiş olup, davalı eş borçları nedeniye taşınmazı sattığını savunmuş ve 30.12.2014 tarihli yargılama oturumunda banka yazıları ve dekontları ile icra müdürlüğü yazıları olmak üzere muhtelif sayıda borç ödeme belgelerini dosyaya ibraz etmiştir. Ne var ki, Mahkemece söz konusu savunma üzerinde yeterince durulmamış, bu yönde yeterli inceleme ve araştırma yapılmamıştır. Mahkemece söz konusu savunmaya yönelik belgelerin getirtilerek dosya arasına konulması, hüküm kurulurken göz önünde bulundurulması, savunma üzerinde durulup tartışılıp değerlendirilmesi ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.

b) Davalı-birleşen davada davacı vekilinin tasfiyeye konu …’deki 1106 ada 1 parseldeki 7 nolu bağımsız bölüme yönelik temyiz itirazlarına gelince;

Mahkemece taşınmazın boşanma dava tarihi itibariyle davalının malvarlığında olup en son belirlenen sürüm değerinin tasfiye hesabında yer alacağı, bu değerin 600.000 TL olduğu gerekçesiyle yazılı şekilde karar verilmişse de, gerekçe dosya kapsamına uygun düşmemektedir. Şöyle ki, davacı vekili dava dilekçesinde, anılan taşınmazın davalı eş tarafından satıldığını, satışından elde edilen gelirin yarısının yasal olarak davacıya ait olduğunu iddia etmiş, davalı vekili ise cevap dilekçesinde, tasfiyeye konu taşınmazın birikmiş borçlardan kaynaklanan icra takiplerini sonlandırmak üzere davalı eş tarafından satıldığını savunmuştur. 2012/85 esas sayılı aile konutu şerhi konulması davasında mahkemece celp edilen 03.02.2012 tarihli tapu kaydı, dosya arasındaki 07.11.2014 tarihli değer raporu ekinde yer almakta olup, tasfiyeye konu taşınmaz davalı eş adına kayıtlı gözükmektedir. Taraflarca tasfiyeye konu taşınmazın satıldığı ileri sürülmesine rağmen mahkemece son maliki gösterir tapu kaydı ilgili Tapu Müdürlüğünden celp edilmemiştir. Mahkemece ilgili Tapu Müdürlüğünden son maliki gösterir tapu kaydı ile varsa tedavüle esas kayıtlar getirtilerek dosya arasına konulması ve hüküm kurulurken göz önünde bulundurulması gerekirken eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamıştır.

c) Davalı-birleşen davada davacı vekilinin tasfiyeye konu …’deki 336 ada 2 parseldeki 6 nolu bağımsız bölüme yönelik temyiz itirazlarına gelince;

Mahkemece, her ne kadar birleşen davada davacı tarafından taşınmazın devrinin muvazaalı olduğu, mal kaçırma kastıyla yapıldığı, birleşen davada davalının geliri olmadığı, bu taşınmazın kendi çalışması karşılığında alındığı, birleşen davada davalı üzerine kaydedildiği iddia edilmiş ise de, … 5.Asliye Hukuk Mahkemesinin 2014/495 E. sayılı dava dosyası ile bu konuda açılan muvazaa nedenine dayalı tapu iptal ve tescil davasının muvazaa ispat edilemediğinden reddine karar verildiği, devirde muvazaa bulunmadığı kanaatine varıldığı, taşınmazın 14.09.1999 tarihinde satın alındığı, birleşen davacının iddiasına göre taşınmazın kendisi tarafından birleşen davalı üzerine kayıtlandığı, bu iddiaya göre taşınmazın birleşen davalıya hibe edildiğinin kabul edilmesi gerektiği, bu durumda da birleşen davalının kişisel malı olduğu ve tasfiyeye girmeyeceği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş olup, bu gerekçe kısmen dosya kapsamı ile örtüşmemektedir.

Şöyle ki; 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 285. maddesine göre bağış (hibe), bağışlayanın sağlararası sonuç doğurmak üzere, mal varlığından bağışlanana karşılıksız olarak kazandırma yapması olarak tanımlanmıştır. Öğretide ise, bağışlayanın bir karşılık (ivaz) almaksızın, bağışlananın mal varlığında bir artış sağlamak, zenginleştirmek amacıyla mal varlığından belirli değerleri ona vermesi olarak tarif edilmiştir (Aydoğdu, Murat/Kahveci, Nalan: Türk Borçlar Hukuku Özel Borç İlişkileri, … 2013, s. 344, Yavuz, Cevdet: Türk Borçlar Hukuku Özel Hükümler, 6. B., … 2002, s. 222). Her somut olayın özelliklerine göre, bağış iradesi açıkça ortaya konulabileceği gibi gizli (örtülü) şekilde de yapılabilir. Bu nedenledir ki, bir kısım kazandırmalar, bağışa benzese de kazandırmanın salt bağışlama amacıyla yapılmaması nedeniyle bağışlama olarak nitelendirilemez. Ahlaki bir ödevin yerine getirilmesi de bağışlama sayılmaz (TBK mad.285/3).

Evlilik birliğinin ömür boyu süreceği inancının hakim olduğu düşünceyle, ortak yaşamı ve geleceği güvence altına almak amacıyla, beraberlikten doğan dayanışmayla ve karşılıklı güvene dayanarak, örf ve adete uygun olarak eşlerin birlikte yatırım yapmaları bağış olarak değerlendirilemez. Eşler arasında dayanışma, güven ve sadakat esastır. Gelecekte aile üyelerinin yararlanacakları beklentisiyle birlikte malvarlığı edinme çabaları, eşlerden birinin sebepsiz zenginleşmesiyle sonuçlanmamalıdır.

Bu açıklamalar nedeniyle, devredene ağır yükümlülük getiren kazandırmanın bağış olarak değerlendirilmesi için, bağış amacını taşıyan davranış ve iradenin duraksamaya yer vermeyecek şekilde olması gerekir.

Bağışlamanın yukarıda açıklanan öğeleri gözetildiğinde, bir eşin diğer eşe ait bir malvarlığına yaptığı her katkının ya da kazandırmanın bağışlama olmayacağı kabul edilmektedir (Gümüş, M. Alper: 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’na göre Borçlar Hukuku Özel Hükümler, C. 1, 3. B., … 2013, s. 205; Zeytin, Zafer:Edinilmiş Mallara Katılma Rejimi ve Tasfiyesi, 2.B., … 2008, s. 144).

Somut olayda; birleşen davacı vekili dava dilekçesinde, birleşen davalının ev hanımı olup geliri bulunmadığını, tasfiyeye konu taşınmazın birleşen davacı tarafından satın alındığını, fakat tapuda birleşen davalı adına kaydettirildiğini iddia etmiştir. Dairemizin uygulamalarına göre, duraksamaya yer vermeyecek şekilde bağış iradesini ortaya koyacak beyan ve davranış yoksa, salt davacı tarafından bedeli ödenerek taşınmazın davalı adına tescil edilmesi işlemi tek başına bağış olarak kabul edilmesi için yeterli değildir. Bu itibarla eldeki davada davacının ve davalının beyanlarının bağış iradesini gösterir nitelik taşımadığı anlaşılmaktadır.
Maddi olayları ileri sürmek taraflara, hukuki nitelendirme yapmak ve uygulanacak kanun maddelerini belirlemek hakime aittir (6100 Sayılı HMK mad. 33). İddianın ileri sürülüş şekli ve taşınmazın 14/09/1999 edinme tarihine göre dava, katkı payı alacağı isteğine ilişkindir.

01.01.2002 tarihinden önce 743 Sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin (TKM) yürürlükte olduğu dönemde, eşler arasında yasal mal ayrılığı rejimi geçerliydi (TKM mad.170). TKM’de, mal rejiminin tasfiyesine ilişkin düzenleme mevcut olmadığından, eşlerin bu dönemde edindikleri mal varlığının tasfiyesine ilişkin uyuşmazlık, aynı kanunun 5.maddesi yollamasıyla Borçlar Kanunu’nun genel hükümleri göz önünde bulundurularak “katkı payı alacağı” hesaplama yöntemi kurallarına göre çözüme kavuşturulacaktır. Zira Borçlar Kanunu, Medeni Kanunun tamamlayıcısı olarak kabul edilmiştir (eBK mad.544, TBK mad.646).

Mal ayrılığı rejiminde; eşler kendi malları üzerinde tasarruf yetkisine ve intifa hakkına sahiptir ve mallarının idaresi kendisine aittir (TKM mad.186/1). Her birinin malları, geliri ve kendi kazançları yine kendilerine ait kişisel mallarıdır (TKM mad.189). Kadın veya kocanın, diğerinin mal rejiminin devamı sırasında edindiği mal varlığına katkısı nedeniyle katkı payı alacağı isteyebilmesi için, mutlaka para ya da para ile ölçülebilen maddi veya hizmet değeriyle katkıda bulunması gerekir. Bu katkı, ziynet, miras veya bağış yoluyla elde edilen başka mal varlıklarının kullanılması ile toplu olarak yapılabileceği gibi, çalışan eşin gelirleriyle de yapılması mümkündür. Çalışarak, düzenli ve sürekli gelire (maaş, gündelik, kar payı vb.) sahip eşin, aksi kanıtlanmadıkça diğer eşin sahip olduğu mal varlığına yapabileceği tasarruf oranında katkıda bulunduğunun kabulü gerekir. Yargıtayın ve Dairemizin devamlılık gösteren uygulamaları da bu yöndedir.

Mal ayrılığı rejiminin geçerli olduğu dönemde edinilen tasfiyeye konu mala, eşlerin, hem başka mal varlıkları (ziynet, miras, bağış vb.) kullanılarak, hem de çalışma karşılığı elde ettikleri düzenli gelirleriyle katkıda bulunduklarının ileri sürüldüğü durumlarda; öncelikle, tasfiyeye konu malın edinildiği tarih itibarıyla başka mal varlıklarından elde edilen toplu para ile yapılan katkının, dava konusu malın bedelinin tamamı karşısındaki oranı saptanmalıdır. Bundan sonra da, kalan miktara her bir eşin çalışmaları ile elde ettikleri düzenli gelirleriyle katkıda bulunduklarının kabulü ile oranları ayrı ayrı belirlenmelidir.

Buna göre, öncelikle toplu katkının satın alma tarihindeki parasal değeri ile tasfiyesi istenen malın hem edinme bedeli hem de dava tarihindeki sürüm (rayiç) değerleri ayrı ayrı tespit edilmelidir.

Dava konusu mal varlığına, başka mal varlıklarından elde edilen toplu para ile yapılan katkının dışında kalan bölümüne eşlerin çalışmaları karşılığı elde edilen düzenli gelirlerle yapılan katkı oranının belirlenmesi bakımından ise; öncelikle evlenme tarihinden, malın edinildiği tarihe kadar, eşlerin çalışma sürelerine ve gelirlerine ilişkin belgeler bulundukları yerlerden eksiksiz olarak getirtilmelidir. Çalışma sabit olmasına rağmen, çalışılan bir kısım döneme ilişkin belgelere ulaşılamaması durumunda, ilgili meslek kuruluşlarından ve/veya bilirkişilerden o döneme ilişkin yaklaşık gelir durumu sorulup belirlenerek, malın edinildiği tarihe kadar ki eşlerin tüm gelirleri ayrı ayrı saptanmalıdır. Sonra, her bir eşin alışkanlıkları, ekonomik ve sosyal statüleri gözetilerek, kişisel harcamaları ile ayrıca kocanın 743 Sayılı TKM’nin 152. maddesi gereğince evi geçindirme yükümlülüğü nedeniyle yapabileceği harcama kendi gelirlerinden düşülerek ayrı ayrı yapabilecekleri tasarruf miktarları tespit edilmeli, daha sonra her bir eşin tespit edilen tasarruf miktarının birlikte gerçekleştirdikleri toplam tasarruf miktarı içindeki oranı belirlenmelidir. Bulunan bu oranlar, eşlerin çalışmaları karşılığı elde ettikleri düzenli gelirleriyle tasfiye konusu mal varlığına yaptıkları katkı oranını göstermektedir.

Yukarıda açıklanan yöntemlerden yararlanılarak ayrı ayrı tespit edilen toplu para ve düzenli gelirlerle yapılan katkı oranları, birleştirilmek suretiyle değerlendirilerek, tasfiyeye konu mal varlığının dava tarihindeki sürüm (rayiç) değeri ile çarpılarak her bir eşin katkı payı alacağı miktarı bulunur.

Açıklanan değer tespiti, belirleme ve hesaplamaların yapılabilmesi için gerek görülmesi durumunda konusunun uzmanı bilirkişi veya bilirkişilerden de yardım alınmalıdır. Tasfiyeye konu birden fazla malın bulunması durumunda, her biri için aynı yöntem uygulanır.

Tasfiyeye konu taşınmaz hakkında … 5.Asliye Hukuk Mahkemesinin 2014/495 esas sayılı dava dosyası ile muvazaa nedeniyle tapu iptal tescil davası görülmekte ise de, anılan taşınmazın boşanma dava tarihinden önce satıldığı taraflarca ve bir kısım tanıklarca da beyan edilmektedir. Zira anılan taşınmaza ilişkin tapu kaydından taşınmazın 14.09.1999 tarihinde davacı-birleşen davada davalı kadın adına satın alındığı, boşanma dava tarihinden 11 gün önce 24.09.2012 tarihinde 3. kişiye satıldığı anlaşılmaktadır. Satış bedelinin 11 günlük süre içerisinde harcanması hayatın olağan akışına uygun olmadığı gibi birleşen davalı tarafça da bu durumun aksi kanıtlanamadığından mahkemece anılan taşınmazın mal rejiminin sona erdiği tarihte mevcut olduğu kabul edilerek tasfiyede göz önünde bulundurulması, iddia ve savunma çerçevesinde yukarıda belirtilen Daire ilke ve uygulamalarına göre tarafların katkı oranları belirlendikten sonra talep miktarı da gözetilerek hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçelerle davanın reddine karar verilmesi de doğru olmamıştır.

SONUÇ: Davalı-birleşen davada davacı vekilinin temyiz itirazlarının yukarıda (1-a), (1-b) ve (1-c) nolu bentte yazılı nedenlerle kabulüyle hükmün 6100 Sayılı HMK’nin Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 Sayılı HUMK’un 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’un 440/I maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine, 09.01.2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

TAPU KAYDINDA İSİM DÜZELTİM DAVASI- KİMLİK BİLGİLERİ DÜZELTİLİRKEN, TAŞINMAZ MALİKİNİN DEĞİŞMEMESİ VE MÜLKİYET AKTARIMINA NEDEN OLUNMAMASI GEREKİR

T.C
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi
ESAS:2017/1129
KARAR:2018/9900

“İçtihat Metni”
….

Taraflar arasında görülen tapu kaydında düzeltim davası sonunda, yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi ….’un raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

-KARAR-

Dava, tapu kaydında düzeltim isteğine ilişkindir.

Davacı, mirasbırakan annesi … …. ait 1011 parsel sayılı taşınmaza ait tapu kaydında malik isminin “ ….. olarak yazıldığını ileri sürerek, anılan kaydın nüfus kayıtlarına uygun şekilde….. olarak düzeltilmesini istemiştir.

Davalı, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, iddianın ispatlanamadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

Toplanan deliller ve dosya içeriğinden eski 1011 parsel (yeni 206 ada 61 parsel ) sayılı, tarla vasıflı 4.747,82 m2 büyüklüğündeki taşınmazın tamamının “ ….l” adına kayıtlı olduğu, taşınmazın kadastro tutanağının edinme sebebi olarak “ senetsizden, tapu kaydı bulunmayan bu gayrımenkul … kızı …. ‘nın satın almak suretiyle tahminen 50 seneyi mütecaviz bir zamandan beri nizasız ve fasılasız malik sıfatıyla zilyedinde iken 1945 yılında kızı ……. kayıtsız ve şartsız bağışladığı ve vergi kaydında bu yere ait olduğu ve … …..da halen nizasız ve fasılasız malik sıfatıyla zilyedinde ve tasarrufunda olduğu” hususunun belirtildiği anlaşılmaktadır.

Bilindiği üzere tapu kaydında düzeltim davalarında taşınmazların, kadastro tespiti ya da tapuya tescili sırasında mülkiyet hakkı sahibinin adı, soyadı, baba adı gibi kimlik bilgilerinin kayda eksik ya da hatalı işlenmesi, kayıt düzeltme taleplerinin kaynağını oluşturur. Bu tür işlerde kimlik bilgileri düzeltilirken, taşınmaz malikinin değişmemesi, diğer bir anlatımla mülkiyet aktarımına neden olunmaması gerekir.

Hemen belirtmek gerekir ki, Bakanlar Kurulunun 27.07.2013 tarih ve 2013/5150 sayılı kararı ile kabul edilerek 17.08.2013 tarih ve 28738 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren yeni Tapu Sicili Tüzüğünün 75. maddesinde ‘’ (1) Kadastro çalışmalarından kaynaklanan malikin veya hak sahibinin adı, soyadı ve baba adına ilişkin tapu kütüğündeki yazım hataları ilgilisinin başvurusu üzerine;

a) Senetsizden tespitlerde; nüfus kayıt örneği ve taşınmazın bulunduğu belediye veya muhtarlıktan alınacak fotoğraflı ilmühaber,

b) Kayda dayalı tespitlerde; dayanağı kayıt ve belgeler, incelenmek ve gerektiğinde tanık ve varsa tespit bilirkişileri dinlemek ve zeminde inceleme yapmak suretiyle istemin gerçek hak sahibinden geldiği belirlenirse, istem yevmiye defterine kaydedilerek düzeltilir.

(2) Zeminde inceleme, kadastro müdürlüğü teknik personeli ile birlikte yapılır ve inceleme neticesinde teknik rapor düzenlenir. Zeminde incelemede, komşu parsel malikleri, muhtar ve diğer ilgililer dinlenir; vergi kaydı ve diğer her türlü bilgi ve belgeden yararlanılır.

(3) Tapu sicilindeki bilgilerin güncellenmesi ve eksikliklerin giderilmesinde de yukarıdaki fıkralar uygulanır.

(4) Bu madde hükümleri uyarınca kayıt düzeltmeleri için müdürlüklere başvuru yapılması zorunludur. ‘’ düzenlemesine yer verilmiştir.

Yukarıda anılan Tüzüğün 75/4. maddesinde düzenlendiği üzere tapu kaydında düzeltim istemli bir dava açmadan evvel müdürlüklere başvuru yapılması zorunlu tutulmuş ise de, bu zorunluluğun müdürlüğün verdiği kararlara karşı itiraz yollarının tüketilmesi aşamasını kapsamadığı ortadadır.

O halde eldeki davada, davacıların tapu müdürlüğüne başvuru zorunluluğunu yerine getirdiği anlaşılmakla işin esasına girilerek bir karar verilmesi gerektiği kuşkusuzdur.

Öte yandan, taşınmazların, kadastro tespiti ya da tapuya tescili sırasında mülkiyet hakkı sahibinin adı, soyadı, baba adı gibi kimlik bilgilerinin kayda eksik ya da hatalı işlenmesi, kayıt düzeltme taleplerinin kaynağını oluşturur. Bu tür işlerde kimlik bilgileri düzeltilirken, taşınmaz malikinin değişmemesi, diğer bir anlatımla mülkiyet aktarımına neden olunmaması gerekir.

Bu tür işler, 6100 sayılı HMK’nin 382/9-ç maddesi gereğince çekişmesiz yargı usulüne göre sulh hukuk mahkemesinde ve taşınmazın aynına ilişkin bulunduğundan, aynı Kanunun 12. maddesi uyarınca taşınmazın bulunduğu yer mahkemesinde görülür ve işin niteliği itibarıyla maktu harç alınır.

Tapuda kayıt düzeltilmesi ve tespit taleplerini, tapu maliki ile mirasçıları isteyebilir.

Bunun yanı sıra, 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe giren Türk Medeni Kanununun 702. maddesinin son fıkrası gereğince ortaklardan her birinin topluluğa giren hakların korunmasını sağlayabileceği ve bu korumadan bütün ortakların yararlanabileceği öngörüldüğünden elbirliği mülkiyetinde, ortaklardan her hangi biri de tek başına tapuda murisin kimlik bilgilerinin düzeltmesini isteyebilir. Ayrıca bu işlerin, bir başka dava nedeniyle verilen yetkiye dayanılarak açılması da mümkündür. Böyle bir yetki verildiğinde yetkiye dayanarak talep eden kişinin takip yetkisi vardır.

HMK’nin geçici birinci maddesi gereğince “Bu Kanunun yargı yolu ve göreve ilişkin hükümleri, Kanunun yürürlüğe girmesinden önceki tarihte açılmış olan davalarda uygulanmayacağından” kanunun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonra yapılan taleplerin tapu müdürlüğüne ilgili sıfatıyla yöneltilerek yapılması gerekir.

Bu tür işlerde mahkemece sağlıklı bir inceleme yapılmalı ve kayıt maliki ile ismi düzeltilecek kişinin aynı kişi olduğu kuşkuya yer vermeyecek şekilde saptanmalıdır. Bu saptama yapılırken de aşağıda açıklanan yöntem izlenmelidir:
1-Kimlik bilgilerinde düzeltme yapılması veya tespiti istenen talep konusu taşınmazların tapu kayıtları (ilk tesis ve tedavülleriyle) ve kadastro tutanakları (tespit ve tescile esas alınan tüm dayanak belgeleriyle) ayrıca taşınmazlar kadastrodan sonra edinilmişse buna ilişkin tüm belgeler ile birlikte getirtilmelidir.

2-Nüfus müdürlüğünden, talep konusu taşınmazların tapu kayıtlarında malik olarak görünen kişi ile aynı kimlik bilgilerine sahip bir başka kişi veya kişilerin nüfus kayıtlarında bulunup bulunmadığı araştırılmalı, mevcut ise bu kişi veya kişiler duruşmaya çağrılarak telep konusu taşınmazlarda mülkiyet hakkı iddiaları bulunup bulunmadığı kendilerinden sorulmalı, kaydı düzeltilecek kişilerin nüfus kayıtları, tapu kayıtları ve dayanakları ile bağlantı kurulacak şekilde incelenmelidir.

3-Taşınmazın bulunduğu yerleşim yerinde zabıta aracılığı ile kayıt maliki ile aynı ismi taşıyan başka kişi veya kişilerin bulunup bulunmadığı da araştırılmalıdır.

4-İstem konusunda tanıklar dinlenmelidir.

5-Tüm bu araştırmalar sonucu hâlâ kesin bir kanaat oluşmamış ise mahallinde keşif yapılarak; tanıklar ve varsa tespit bilirkişileri taşınmaz başında dinlenmelidir.

Açıklanan bu hususlar çerçevesinde yapılacak inceleme ve araştırma sonucu, tapu ve nüfus bilgileri arasında bağlantı ve tutarlılık sağlandığında talebin kabulü yoluna gidilmelidir.

Talebin niteliği gereğince, yargılama harcı ve vekâlet ücreti maktu olarak belirlenmelidir.

Tapu müdürlüğü ilgili sıfatıyla yasal hasım olduğundan yargılama giderlerinden ve yargılama giderlerinden olan vekalet ücretinden sorumlu tutulmamalıdır.

Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; mahkemece yapılan araştırma ve incelemenin hükme yeterli ve elverişli olduğunu söyleyebilme olanağı bulunmamaktadır.

Hâl böyle olunca, yukarıdaki ilkeler doğrultusunda araştırma ve inceleme yapılması, tapulama tutanağında belirtilen 784 tahrir sıra nolu vergi kaydının ilgili merciinden istenmesi, yörede …. adında kişiler bulunup bulunmadığının zabıtaca, ayrıca kayıt maliki gözüken “ ….. kızı …… adında kayıtlı kişilerin olup olmadığının nüfus müdürlüğünden de araştırılması, gerektiğinde yerinde keşif yapılarak çekişmeli taşınmazın kim ya da kimler tarafından kullanıldığının saptanması, mahalli bilirkişiler belirlenerek keşif yerinde dinlenilmesi, böylelikle taşınmazın maliki ile davacının mirasbırakanının aynı kişi olup olmadığının duraksamaya yer bırakmayacak şekilde saptanması ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yetinilerek yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru değildir.

SONUÇ:Davacının yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün açıklanan nedenden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 07.05.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi

TAHSİS EDİLEN YAYLANIN KİRALANARAK YAYLADAN YARARLANMA HAKKI- ELATMANIN ÖNLENMESİ-YIKIM

T.C
YARGITAY
8. Hukuk Dairesi
ESAS:2018/1814
KARAR:2018/13333 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
DAVA TÜRÜ : Elatmanın Önlenmesi-Yıkım

Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş olup, hükmün duruşma yapılması suretiyle Yargıtay’ca incelenmesi bir kısım davalılar vekili ve asli müdahil vekili tarafından istenilmiştir. Dosya incelenerek işin duruşmaya tabi olduğu anlaşılmış ve duruşma için 29.05.2018 Salı günü tayin edilerek taraflara çağrı kağıdı gönderilmişti. Duruşma günü temyiz eden … vekili Avukat … geldi. … vekili Avukat …geldi. … Bölge Müdürlüğü vekili Avukat … geldi, karşı taraftan … ve … bizzat geldiler. … bizzat ve vekili Avukat …geldiler. Duruşmaya başlanarak temyiz isteğinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan ve hazır bulunanların sözlü açıklaması dinlendikten sonra duruşmaya son verilerek; dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR

Davacılar, … yaylası olarak maruf yaylanın … Komisyonunun 22.11.1958 günlü ve 60 numaralı kararı ile … köylerinden 12 aile ile birlikte 63 aileye intifa edilmek üzere dava dışı … köyü adına tahsis edildiğini, tahsis kararına göre … yaylasından … Köyünden 7, … Köyünden 3, … Köyünden 5 ve … Köyünden 1 ailenin istifade edeceğini, tahsis kararında adı geçen …’ın davacılardan …’ın babası, …’ın davacı …’ın dedesi, …’ın ise davacı …’a kira sözleşmesi ile kanuni intifa hakkını kullanmak üzere kiralayan şahıs olduğunu, davalıların … yaylasından yararlanma haklarının olmadığını, buna rağmen ev ve yapılar inşa etmek suretiyle çekişme konusu taşınmaza elattıklarını ileri sürerek, davalıların haksız elatmalarının önlenmesine ve yapıların yıkılmasına karar verilmesini istemişlerdir.

Davalılar, aralarında daha önceden sonuçlanan davalar sonucu kesin hüküm oluştuğunu, kendilerinin de yayladan yararlanma haklarının bulunduğunu belirterek, davanın reddini savunmuşlardır.

Davaya müdahil olarak katılan …Müdürlüğü, taşınmazın Camii Şerifi, …Vakfı ve … vakfına ait olduğunu ileri sürerek çekişmeli taşınmazın adlarına tescilini talep etmiştir.
Dava, yararlanma hakkına dayalı yaylaya elatmanın önlenmesi ve yıkım isteklerine ilişkindir.

Mahkemece, davacıların dava konusu yayladan yararlanma hakkının bulunduğu gerekçesiyle davanın kabulü ile davalıların elatmalarının önlenmesine ve davalılar tarafından yapılan yapıların yıkılmasına dair verilen karar Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 10.11.2009 günlü 2009/8786-12562 sayılı kararı ile “… somut uyuşmazlıkta davacılar, iddialarını … 47 numaralı Toprak Komisyonunun 22.11.1958 tarihli ve 60 sayılı kararına dayandırmıştır. Gerçekten, adı geçen kararda … yaylasının … köyünden 63 büyükbaş 520 küçükbaş hayvan varlığı olan 7 aileye, … köyünden 26 büyükbaş 80 küçükbaş hayvan varlığı olan 3 aile, Tekke köyünden 35 büyükbaş 150 küçükbaş hayvan varlığı olan 5 aile ile … köyünden 12 büyükbaş hayvan varlığı olan 1 aileye intifa hakkının verildiği anlaşılmaktadır. Görülüyor ki, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile tahsise yetkili makam olan toprak tevzi komisyonu çekişme konusu … yaylasının intifa hakkını sadece davacılar ile bağlantısı kurulan ve komisyon kararına ek listede adı geçen kişilere değil yine ekli listede isminden söz edilen Çağlayan, Sinanlı, Tekke ve … köyünden başkaca kişilere de bırakmıştır.

Diğer taraftan davacılar … Asliye Hukuk Mahkemesinin 2000/48, aynı yer Asliye Hukuk Mahkemesinin 2003/11 ve 2001/15 esasında kayıtlı açtıkları davaların lehlerine güçlü delil olduğunu ileri sürmüşlerse de, anılan dava dosyalarının incelenmesinden; mahkeme kararları ile davacıların lehine olan intifa hakları üzerinde … Köyü Tüzel Kişiliğinin çıkardığı muarazanın giderilmesine karar verildiği anlaşılmaktadır. Bu ilamlar davacılara sadece diğer intifa hakkı sahipleri gibi … yaylasından müştereken yararlanmaları hakkını sağlar.

Davacılara ilamların sağladığı hak bir mülkiyet hakkı olmadığından ve çekişmeli … yaylasında … Komisyonunun 22.11.1958 gün ve 60 sayılı kararında adları geçen davacılar dışındaki kişilerinde intifa hakları bulunduğundan bu yerde mandıra, suluk, sundurma ve süreklilik göstermeyen sığınacak bina, ağıllar ile sosyal tesislerin yer alması olağandır. Bu gibi yapılar yaylaktan yararlanmanın gerektirdiği bir sonuçtur. Dolayısıyla …yaylasından müştereken yararlanma hakkı bulunan davacılar yaylada bulunması olağan yapıların kaldırılmasını isteyemez. Yapılan bu açıklamalara göre mahkemece davanın reddi gerekirken daha önceki ilamlarla davacılara tanınan intifa hakkı mülkiyet hakkı gibi değerlendirilerek istemin hüküm altına alınması doğru görülmediğinden hükmün bozulması gerekmiştir. ” gerekçesiyle bozulmuştur.

Bu defa davacılar tarafından karar düzeltme isteği sonucunda Yargıtay 1.Hukuk Dairesi’nin 23.02.2011 günlü 2011/1608-1958 sayılı kararı ile ” Ne var ki, çekişmeli Yayla’dan yararlanma hakkı tanıyan Toprak Komisyonu Kararının eldeki davanın davalılarını kapsayıp kapsamadığı yönünden yerel mahkemece hükme yeterli bir soruşturma yapılmış değildir.

Hal böyle olunca, davalıların 22.11.1958 tarih, 60 Sayılı Karar kapsamında yer alıp almadıklarının, diğer bir deyişle çekişmeli Yayla’dan yararlanma hakları bulunup bulunmadığının kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açıklığa kavuşturulması ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik soruşturma ile yetinilmek suretiyle hüküm kurulması isabetsizdir. Açıklanan hususlar, karar düzeltme isteği üzerine yeniden yapılan incelemede saptandığından; davacıların karar düzeltme isteğinin HUMK.’nun 440. maddesi uyarınca kabulüne, 14. Hukuk Dairesinin 10.11.2009 tarih 8786-12562 sayılı ilamının ortadan kaldırılmasına …” gerekçesiyle bozulmuştur.

Mahkemece, bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda davalıların çekişme konusu yaylada kullanma hakkı tanınan ailelerden olmadıkları gerekçesiyle davalı …’ ye yönelik davanın feragat nedeniyle reddine, diğer davalılar bakımından davanın kabulü ile elatmalarının önlenmesine ve davalılar tarafından yapılan yapıların yıkılmasına, asli müdahil …Müdürlüğü’nün davasının reddine dair verilen karar, bir kısım davalılar vekili ve müdahil vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1- Dosya içeriğine, toplanan delillere, hükmün dayandığı yasal ve hukuksal gerekçeye ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre müdahil …Müdürlüğü’nün temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.

2- Bir kısım davalılar vekilinin temyiz itirazına gelince;

Dosya içeriği ve toplanan delillerden, … 47 numaralı Toprak Komisyonunun 22.11.1958 tarih, 60 sayılı kararından; çekişme konusu … Yaylası’nda … Köyü’nden 63 büyükbaş 520 küçükbaş hayvan varlığı olan 7 aileye, … Köyü’nden 26 büyükbaş 80 küçükbaş hayvan varlığı olan 3 aileye, Tekke Köyü’nden 35 büyükbaş 150 küçükbaş hayvan varlığı olan 5 aileye ve … Köyü’nden 12 büyükbaş hayvan varlığı olan 1 aileye intifa hakkı tanındığı, davacılardan …’ın kira sözleşmesi ile kanuni intifa hakkını kullanmak üzere kiralayan olduğu, dosya içeriğine alınan dava dosyalarının ;

a) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1953/112 E sayılı dosyası ile davacının … Köyü muhtarı … davalıların … v.d. olan elatmanın önlenmesi istekli davada mahkemece 25.05.1956 günlü 1956/65K sayılı ilamı ile davanın reddine dair verilen karar Yargıtay 1.Hukuk Dairesi’nin 24.11.1956 gün ve 1956/7546-5930 sayılı ilamı ile 1234 tarihli hücceti şeriye ve 1268 tarihli mektubun da nazara alınarak inceleme yapılması gerekçesiyle bozulduğu, bozma ilamınca 1957/98 E numarasını alan dosyada 1971/16 K sayılı ilamla 1234 ve 1236 tarihli hüccetler ve 1268 tarihli mektup içeriğine göre elatmanın önlenmesi davasının kabulüne karar verilerek kararın Yargıtay 1.Hukuk Dairesi’nin 02.03.1972 günlü 1972/1095-1124 sayılı ilamı ile bir kısım davalıların süresi geçtiğinden temyiz dilekçelerinin reddine, diğer davalıların temyiz itirzlarının reddiyle hükmün onanmasına karar verildiği, karar düzeltme isteğinin anılan Daire’nin 20.10.1972 günlü 1972/8081-6863 sayılı kararla reddine karar verildiği,

b) Yukarıda anılan mahkeme ilamına karşı davalılar … v.d.’nın 25.04.1973 tarihinde yargılamanın yenilenmesini talep ederek aşamalarda dosya numarasının1978/35E olduğu, Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 23.05.1985 tarihli merci tayini kararı sonucunda dosyanın … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1985/77E numarasını alarak anılan mahkemece 1989/27K sayılı kararı ile şeri ilamda adı geçen yerin Köknarderesi olmadığı gerekçesiyle yargılamanın yenilenmesi koşulları oluşmadığından davanın reddine karar verilerek, kararın Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 14.11.1989 günlü 1989/4819-9607 sayılı kararı ile onandığı,

c) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1976/18 D.iş sayılı dosyası ile davacılar … v.d. ‘nın aleyhine tedbir istenilen … Köyü Tüzelkişiliği’ne karşı açacakları elatmanın önlenmesi davasının sonuçlanıncaya kadar evlerin yıkılmasının engellenmesi amacıyla tedbir istenilmesi üzerine, mahkemece 09.06.1976 günlü karar ile isteğin kabulüne karar verildiği,

ç) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1977/6 D.iş sayılı dosyası ile davacılar … v.d. ‘nın … Köyü Tüzelkişiliği aleyhine tedbir istenildiği mahkemenin 10.06.1977 tarihli kararı ile tedbir isteğinin hüküm altına alındığı,

d) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1976/55E ve 1982/K sayılı dosyasında davacıların … v.d. davalının … Köyü Tüzelkişiliği olan yaylaya elatmanın önlenmesi istekli davada mahkemece davanın idari yargıda açılması gereken davalardan olduğu gerekçesiyle davanın görev yönünden reddine dair verilen karar Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 29.11.1982 günlü 1982/4692-6753 sayılı ilamı ile davanın asliye hukuk mahkemelerinde görülmesi gerektiği gerekçesiyle bozularak dava dosyası 1983/9E numarasını aldığı ve görevli olarak … Asliye Hukuk Mahkemesi’ne gönderildiği, bu defa …Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1985/75E ve 1989/88K sayılı dosyası ile davanın mahkemece 19.04.1989 günlü karar ile reddine karar verildiği, kararın Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 1989/4817-9606 sayılı ilamı ile onanmasına karar verilerek, karar düzeltme isteğinin 16.03.1990 günlü 1990/339-2701 sayılı ilamı ile reddine karar verildiği, davacılar … … v.d. tarafından yargılamanın yenilenmesi talep edilse de talebin mahkemece 27.04.2001 günlü 2000/19E ve 2001/27K sayılı ilamı ile reddine karar verildiği,

e) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1996/58E ve 1999/24K sayılı dosyasında davacılar … v.d. davalı … Köyü Tüzelkişiliği arasında yaylaya elatmanın önlenmesi istekli davada mahkemece davanın kesin hüküm nedeniyle reddine karar verildiği, kararın Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 02.11.1999 gün ve 1999/5763-7448 sayılı ilamı ile onanmasına karar verildikten sonra karar düzeltme isteği üzerine tahsis kararının hukuki geçerliliğini koruduğu ve … oğlu … mirasçısı olduğunu kanıtlayan …’ın davasının kabul edilmesi gerektiği diğer davacılar … ve …’in babaları sağ olduğundan bunların tahsis listesinde gösterilen aile reislerine nisbeten mirasçılıkları henüz doğmadığından karar düzeltme istekleri yerinde görülmediği yönünde 12.07.2000 günlü 2000/1344-4815 sayılı ilamı ile karar düzeltme isteğini adı geçen davacı yönünden kabul ettiği, davanın 2000/48E ve 2002/34K sayılı ilam ile davacı … bakımından davanın kabulüne karar verilerek Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 10.12.2002 günlü 2002/7763-8336 sayılı ilamı ile onanmasına karar verilerek, karar düzeltme isteğinin anılan Dairece 18.04.2003 günlü 2003/2482-3256 sayılı ilamla reddine karar verildiği,

f) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1996/59E ve 1999/25K sayılı dosyasında davacılar … Köyü Tüzelkişiği ve … davalı … Köyü Tüzelkişiliği arasında köknarderesi yaylasına davalıların elatmasının önlenmesi isteği ile açılan davanın mahkemece … Köyü Tüzelkişiliği bakımından kesin hüküm bulunduğu gerekçesiyle reddine, davacı … bakımından husumet nedeni ile reddine karar verildiği, kararın Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 02.11.1999 günlü 1999/5761-7447 sayılı ilamı ile onanmasına karar verildiği, karar düzeltme isteğinin anılan Dairece 12.07.2000 günlü 2000/1343-4814 sayılı kararla reddine karar verildiği,

g) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2001/15E ve 2002/35K sayılı dosyası ile davacılar … v.d.’nın davalı … Köyü Tüzelkişiliği aleyhine Alçakbel yaylasına elatmanın önlenmesi isteği ile açılan davada mahkemece davacı …’ın davasının kabulüne davacı …’ın davasının reddine dair verilen karar Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 10.12.2002 günlü 2002/7764-8338K sayılı ilamı ile kullanım hakkının kiralanmasının mümkün olduğu bu suretle davacı …’ın davasının dinlenme olanağı bulunduğu gerekçesiyle bozularak mahkemece 2003/11E ve 2003/22K sayılı ilamı ile davanın diğer davacı … bakımından da kabulüne karar verilmiş, karar Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 13.01.2004 günlü 2003/7877E ve 2004/114K sayılı ilamı ile onanmasına karar verilerek, karar düzeltme isteğinin de 12.10.2004 günü reddine karar verildiği,

ğ) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2001/3-4 D.iş sayılı dosyasında tedbir isteyen …’ın aleyhine tedbir istenilen … Köyü Tüzelkişiliği’ne karşı çekişmeli taşınmazın kullanım hakkına ilişkin dava süresince bina yapılmasının engellenmesi amacıyla tedbir talep ettiği, mahkemece 05.06.2001 tarihinde talebin kabulüne karar verildiği

h) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2002/7-8 D.iş sayılı dosyasında tedbir isteyen …’ın aleyhine tedbir istenilen …’e karşı çekişmeli taşınmaza inşa edilen evin yapımının durdurulması amacıyla açılan davanın mahkemenin 2000/48E sayılı dosyasının kesinleşmesine kadar 04.07.2002 tarihinde tedbire karar verildiği,

ı) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2003/27E sayılı dosyası ile davacılar … v.d. davalı … Köyü Tüzelkişiliği’ne karşı yapıların yıkılması istekli davada mahkemece 2004/16K sayılı ilam ile elatmanın önlenmesi kararının köy tüzelkişiliği aleyhine verildiği, yapıların gerçek kişilere ait olduğu gerekçesiyle davacılar … ve …’in davasının husumet yokluğundan reddine davacı … bakımından süresinde yenilenmediği gerekçesiyle davanın açılmamış sayılmasına dair verilen karar Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 10.05.2005 günlü 2005/1228-4486 sayılı ilamı ile onanarak taraflarca karar düzeltme yoluna başvurulmadığından 29.06.2005 tarihinde kesinleştiği,

i) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2004/6-8 D.iş sayılı dosyası ile davacılar … v.d.’nın dava konusu yaylaya mütecaviz kimselerin isim ve evlerinin tespitinin istenildiği anlaşılmaktadır.

Hemen belirtilmelidir ki, bozma kararına uyulmuş olmakla kazanılmış hak (usûli müktesep hak) kuralı uyarınca bozma kararında gösterilen şekilde inceleme yapılarak belirtilen hukuki esaslar gereğince karar verilmesi zorunludur. Bu hususun kamu düzeniyle ilgili olduğu tartışmasızdır.

Ne var ki; mahkemece bozma kararına uyulmasına rağmen, bozma gerekleri tam olarak yerine getirilmemiştir.

Şöyle ki, bozma kararı uyarınca Toprak Tevzi Komisyonunun 22.11.1958 günlü ve 60 numaralı kararına ekli listede adı geçen ailelerin davalıları kapsayıp kapsamadığı tespit edilmiş değildir.

Hal böyle olunca, davalılar vekilinin sunduğu ve sunacağı veraset ilamları ile 60 numaralı komisyon kararı uyarınca davalıların yaylada intifa hakkı sahibi ailelerden veya mirasçılardan olup olmadığının kesin olarak tespit edilmesi gerektiği halde bu yönde denetime elverişli bilirkişi raporu alınması gerekirken, noksan soruşturma ile yetinilerek sonuca gidilmesi doğru değildir.

3- Bilindiği gibi elatma haksız eylem olup, elatmanın önlenmesi davaları da fiilen elatan kişi ya da kişiler aleyhine açılır.

Somut olayda ise; mahkemece hükme yeterli bir araştırma yapıldığını söyleyebilme olanağı yoktur.

Şöyle ki; davalıların elatmalarının önlenmesine ve yıkıma karar verildiği halde hangi davalının nereyi kullandığı ve hangi yapıların davalılar tarafından kullanıldığı tespit edilmiş değildir.

Hal böyle olunca, aralarında harita mühendisi, inşaat mühendisi ve … mühendisinin de bulunduğu alanında uzman üç kişilik bilirkişi heyeti oluşturulmak suretiyle mahallinde yeniden keşif yapılması, elatılan yerin tespit edilmesi hangi davalının hangi evi kullandığının saptanması, her bir nokta krokiye yansıtılarak işaretlenmesi, toplanacak olan delillerin toplanan diğer delillerle birlikte değerlendirilerek hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken, eksik araştırma ve inceleme ile yetinilerek yazılı olduğu üzere karar verilmesi isabetsizdir.

4- Kabule göre de, çekişme konusu taşınmazda kadastro çalışması ve mera komisyonu çalışması yapılıp yapılmadığı ve bu hususta tutanak tanzim edilip edilmediğinin saptanmamış olması da doğru değildir.

SONUÇ: Bir kısım davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile temyiz olunan kararın (2), (3) ve (4) numaralı bentlerde açıklanan nedenlerle 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollaması ile HUMK’nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, müdahil Müdürlüğü’nün temyiz itirazlarının (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle REDDİNE, Yargıtay duruşmasının yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi hükümleri uyarınca 1.630,00 TL Avukatlık Ücreti’nin davacılardan alınarak Yargıtay duruşmasında avukat marifetiyle temsil olunan davalılara verilmesine, taraflarca HUMK’nun 440/I maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine 29.05.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

ADİL YARGILANMA HAKKI

        I. GİRİŞ

İnsanlar toplu halde yaşarlar. Toplu halde yaşamanın bir takım kuralları vardır. Bunlar görgü kuralları, nezaket kuralları, ahlak kuralları gibi kurallardır. Bu kurallara uymayan insanlara zorla uygulanacak bir müeyyide (yaptırım) bulunmamaktadır. Ancak bu insanlar toplumda ayıplanır, horlanır ve dışlanır.

Toplu halde yaşamak için görgü ve ahlak kuralları yeterli olmamış, insanlığın varolduğu günden itibaren hukuk kurallarına gerek duyulmuştur.

İnsanlar arasında biribirine zarar verme, kavga, anlaşmazlık, uyuşmazlık hiç eksik olmamıştır. Bu tür olayların önlenmesi, toplum içinde yaşamanın bir takım kurallara bağlanması, kurallara uymayanlara yaptırım uygulanması ve ceza verilmesine gereksinim duyulmuştur.

Hukuk kurallarını koyacak, bu kurallara aykırı davrananlara ceza verecek ve hak ihlallerini ortadan kaldıracak, verilen kararları yerine getirecek bir varlığın oluşması gerekli görülmüştür.  Bu varlık devlet, uygulanan güç ise iktidarda olanlar tarafından uygulanan devlet gücüdür.

Bilindiği üzere devlet, millet tarafından oluşturulan ve tüzel kişiliği olan siyasal bir örgüttür.

Zamanla millet tarafından oluşturulan devlet, halkı ezmeye başlamış ve devlet  yetkisini elinde bulunduranlar tarafından devlet gücü sınırsız olarak, acımasızca ve çok kötü kullanılmıştır.

Devlet gücünün sınırsız kullanımı, halkın ezilmesine ve ortaya başkaca sorunların çıkmasına neden olmuştur. Bu  durum devlet yetkilerinin kurallara bağlanması ve sınırlandırılması gerektiği gerçeğini ortaya koymuştur.

Buna çare olarak devlet gücünün yasama, yürütme, ve yargı olarak bölünmesi, bu güçlerin dengeli olması ve birbirini denetlemesi öngörülmüştür.

Güçler arasında yapılan görev dağılımı ile; toplumda uygulanacak kuralları koyma yetkisi yasama organına, yürürlüğe konulan kurallar doğrultusunda ülkeyi yönetme yetkisi yürütme organına, yargılama yetkisi  ise yargı organına verilmiştir.

Zaman içinde devlet anlayışı ve uygulamaları değişmiştir. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra insan hakları önem kazanmış, uluslararası kuruluşlar insan haklarının gelişmesine öncülük etmiştir . Hazırlanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletlerin bu konudaki çalışmaları gibi. Bu gelişmeler ile insanın devlet için değil, devletin insan için varolduğu anlayışı yerleşmiştir. Bir başka anlatımla polis devleti anlayışı yerini hukuk devleti anlayışına terk etmiştir.

Anayasamızın 2. maddesinde devletin insan haklarına saygılı olduğu vurgulanarak niteliğinin “ Hukuk Devleti” olduğu belirtilmiştir.

Hukuk Devleti: insan haklarına saygı gösteren, eylem, işlem ve faaliyetlerinde hukuk kurallarına uyan, eylem ve işlemleri yargı tarafından denetlenen ve hukukun üstünlüğünü benimseyen devlettir.

Hukuk Devletinin temel organlarından birisi de bağımsız yargıdır. Yönetim biçimi ne olursa olsun (monarşi, meşrutiyet, cumhuriyet) en ilkel devletlerden itibaren bir yargı organına her zaman gerek duyulmuştur.

Demokratik hukuk devleti olmanın olmazsa olmaz koşulu, yargı bağımsızlığıdır.

Yargı devletin bir organıdır. Ancak yargı yetkisi devlet adına değil Türk Milleti adına mahkemelerce kullanılır.  Bu kural Anayasa’nın 9. maddesinde “ Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanır. ” ifadesi ile açıkça belirtilmiştir. Bu kuralın doğal bir sonucu olarak devlet, davacı veya davalı sıfatıyla  taraf olarak mahkemelerde yer almaktadır.

Hukuk devletinde yargısal faaliyetler bir takım biçimsel kurallara bağlanmıştır. Başta Anayasa olmak üzere  hukuk, ceza ve idari usul kanunlarında yargılama usulüne ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemeler ile adil ve doğru karara, hızlı ve en az masrafla varılabilmesi amaçlanmıştır.

Yargılama faaliyetinin başlayabilmesi ve sürdürülebilmesi için usulüne uygun biçimde dava açılmış olması gerekmektedir.

Ceza davası iddianame ile Cumhuriyet Savcısı tarafından açılır (CMK 175/1).  Suçtan zarar gören ve yakınları davaya katılabilirler (CMK 237/1) .

Hukuk davası ise, bir hakkı ihlal edilen, saldırıya uğrayan kişinin devletten hukuki korunma isteminde bulunmasıdır.

Burada hak ve hukuk sözcüklerinin açıklanması gerekli görülmüştür.

Hak: Hukuk düzeninin kişilere tanıdığı menfaat ve ondan yararlanma yetkisidir.

Hukuk: Hak sözcüğünün çoğulu olup, haklar demektir. Bir ülkede uygulanan ve yaptırımla desteklenen kurallar bütününe hukuk denilmektedir.

İnsanlar doğuştan dokunulmaz,  vazgeçilmez ve başkasına devredilmez bir takım haklara sahiptir. ( Kişi dokunulmazlığı, eğitim hakkı, sosyal güvenlik hakkı, özel hayatın gizliliği ve korunması hakkı, dava hakkı .. gibi )

İnsan hakları evrenseldir. Bu haklardan yararlanabilmek için insan olarak doğmak yeterlidir. Bu hakların kullanılmasında kişinin rengi, dili, cinsiyeti, siyasi düşüncesi, din ve mezhebi ayırıcı faktör olmamalıdır.

Temel insan haklarından birisi de adil yargılanma hakkıdır. Bu hak 1948 yılından itibaren uluslar arası bildirgelerde ve sözleşmelerde yer almıştır. 1948 yılından sonra yürürlüğe konulan pek çok ülkenin anayasalarında da adil yargılanma hakkı temel insan hakları arasında sayılmıştır.

Uluslararası sözleşmelerinde etkisiyle, tüm dünyada standart bir yargılama usulüne ulaşılması hedeflenmektedir.

        II. ADİL YARGILANMA HAKKI

Günümüzde insanca yaşayabilmenin, insan olabilmenin temel koşulu insan hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınmasıdır. İnsan olabilmek ve insanca yaşayabilmek ancak bu koşul  ile anlam kazanır.

Yargılama faaliyeti yürütülürken bir takım kurallara uyulması zorunludur. Bu kurallar, doğru ve isabetli bir yargıya varabilmek için, yargılananlarla ilgili temel insan haklarının korunmasına yöneliktir.

Temel insan hakkı olan adil yargılanma hakkı, korunmalı ve hakkın özüne hiçbir biçimde dokunulmamalıdır.

  1. Adil Yargılanma Hakkının Tarihi Gelişimi 
    1. Ülkemizde yürürlüğe konulan 1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında adil yargılanma hakkına yer verilmemiştir.
    1.  Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin  10, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek 7 nolu Protokolünün 2/1, Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 14/5 maddesinde adil yargılanma hakkı ile ilgili düzenlemeler yapılmıştır.
    1. Yürürlükte bulunan 1982 Anayasası’nın 36/1 maddesi 03.10.2001 tarih ve 4709 sayılı Kananla değiştirilerek “..adil yargılanma hakkı..” Anayasamızda yer almıştır.

Anayasa’da adil yargılanma hakkının tanımı yapılmadığı gibi unsurları da belirtilmemiştir.

Anayasa’nın 90/5 maddesinde “ usulüne göre yürürlüğe konulmuş antlaşmalar  kanun hükmündedir. ” denilmektedir. Bu nedenle taraf olduğumuz bildiri ve sözleşmeler ile 1982 Anayasası, ceza, hukuk ve idari usul kanunlarındaki hükümler doğrultusunda adil yargılanma hakkının açıklanması gerekli görülmektedir.

  1. Adil Yargılanma Hakkı ile İlgili Hükümler 
    1. 1982 Anayasası Madde 36/1 – 03.10.2001 tarih ve 4709 sayılı Kanunla değişik-  “  Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.
  1. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi  6. maddesinde adil yargılanma  hakkı;    
  2. Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir. Hüküm açık oturumda verilir; ancak, demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde, veya davanın açık oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir.
    2. Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz sayılır.
    3. Her sanık en azından aşağıdaki haklara sahiptir:
    a) Kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek;
    b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak;
    c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir savunmacının yardımından yararlanmak ve eğer savunmacı tutmak için mali olanaklardan yoksun bulunuyor ve adaletin selameti gerektiriyorsa, mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilmek;
    d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında çağırılmasının ve dinlenmesinin sağlanmasını istemek;
    e) Duruşmada kullanılan dili anlama dışı veya konuşma dışı takdirde bir tercümanın yardımından para ödemeksizin yararlanmak.olarak açıklanmıştır.
  3. İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Sözleşmeye Ek 7 Numaralı Protokolün 2/1 maddesi;

Cezai konularda iki dereceli yargılanma hakkı

  1. Bir mahkeme tarafından cezai bir suçtan mahkum edilen her kişi, mahkumiyet yada ceza hükmünü daha yüksek bir mahkemeye yeniden inceleme hakkını haiz olacaktır. Bu hakkın kullanılması, kullanılabilme gerekçeleri de dahil olmak üzere, yasayla düzenlenir.
  2. Bu hakkın kullanılması, yasada düzenlenmiş haliyle önem derecesi düşük suçlar bakımından yada ilgilinin birinci derece mahkemesi olarak en yüksek mahkemede yargılandığı veya beraatini mütakip bunun temyiz edilmesi üzerine verilen mahkumiyet hallerinde istisnaya tabi tutulabilir.
  3. Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesinde adil yargılanma hakkı ile ilgili olarak  madde 14/5’te ;  “ Bir suçtan ötürü mahkum olan bir kimse, mahkumiyetinin ve aldığı cezanın daha yüksek bir yargı yeri tarafından hukuka göre incelenmesini isteme hakkına sahiptir.” denilmektedir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 04.11.1950 tarihinde Roma’da imzalanmış, 03.09.1953 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni  10.03.1954 gün ve 6366 sayılı Kanunla onaylamış, 11.01.1987 tarih 87/11439 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla bireysel başvuru hakkını, 12.12.1989 tarih ve 89/14866 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla Uluslararası Adalet Divanı’nın yargı yetkisini kabul etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletlerin kurucu üyesidir. Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi ile Ek 7 Nolu Protokol imzalanmış, ancak Meclis onayından geçmemiştir.Avrupa Birliği ile entegre olmak isteyen ülkemiz, insan hakları ile ilgili sözleşmeleri meclisten geçirecektir. Ölüm cezasının kaldırılması bunun en canlı örneğidir. Ek 6 Nolu Protokol ölüm cezasının kaldırılması ile ilgili olup, ülkemiz protokolü sonradan imzalamak zorunda kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti çağdaş gelişmelerin dışında kalamaz. Bu nedenle bu sözleşmelerin birlikte değerlendirilmesi zorunludur.

        III. ADİL YARGILANMA HAKKI İLE İLGİLİ İLKELER

        1.Mahkemeye başvurma hakkı (Mahkemeye erişim)

        Hakkı ihlal edilen herkes mahkemeye başvurabilmeli ve bununla ilgili engeller kaldırılmalıdır.

Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca herkes yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak hakkını arayabilir ve kendisini savunabilir. Hiçbir mahkeme görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.

Adil yargılanma hakkının söz konusu olabilmesi için usulüne uygun açılmış bir davanın olması gerekir.  Kural olarak her davada iki taraf vardır. Adil yargılanma taraflar için bir hak, adil yargılama ise devlet için bir görevdir.

Dava açmak çok pahalı olmamalıdır. Dava açma giderlerinin yüksek olması, hak arama özgürlüğüne olumsuz etki yapar ve hakkın özünü zedeler. Yoksul olan kişilere dava açabilmeleri için adli yardım olanağı sağlanarak, bu konuda yapılacak giderler devletçe karşılanmalıdır.

Adil yargılanma hakkı, medeni hukuka, ceza hukukuna  ve  idare hukukuna ilişkin davalardaki yargılanmaları kapsar.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 01.11.1198 tarihinde göreve başlamıştır. Daha önce bu görevi Avrupa İnsan Hakları Komisyonu yerine getirmekteydi.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurabilmek için iç hukuk yollarının tüketilmesi zorunludur.  Ancak mahkemece makul süreye  uyulmaması halinde, iç hukuk yolları tüketilmeden de yapılan başvurular kabul edilmektedir.

        2.Yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız mahkemede yargılanma hakkı  (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 6/1 )

        Yargılama yapacak mahkemenin yasayla kurulmuş olması gerekmektedir. Anayasamızın 142. maddesi gereği mahkemelerin kuruluşu,  yetki ve görevleri kanunla düzenlenir.

Bu mahkemelerde görev yapan hakimlerin bağımsız olması gerekir. Hakim yargılama yaparken her türlü tehdit, baskı, etki ve teşviğe kapalı olmalı; hukuk ve vicdani kanaat ile kanuna göre karar vermelidir.

Hakimlerin bağımsızlığı ve teminatı Anayasamızın, 138, 139 ve 140. maddelerinde düzenlenmiştir. Hakim bağımsızlığı ve teminatı bu anlamda hakimler için bir ayrıcalık olmayıp, yargılananlar için adil yargılanma hakkının bir güvencesidir.

Hakim bağımsızlığı ve teminatı birbirini tamamlayan kavramlardır. Teminatlı olmayan bir hakimin, bağımsız olması düşünülemez. Hakim, yasama ve yürütme organına karşı bağımsız olmalı ve korunmalıdır.

Hakim tarafsızlığı ise, hakimin bütün taraflara karşı aynı mesafede durması ve taraflardan etkilenmemesidir.

Hakim taraflara karşı önyargısız olmalı, taraflardan birine sempati veya antipati duymamalı ve taraflarla yakınlığı bulunmamalıdır. Kanun koyucu bu nedenle yargılama usulüne ilişkin kanunlarda, hakimin davaya bakmasını yasaklayan veya hakimin reddedilmesine olanak veren hükümlere yer vermiştir ( HUMK. 28 ve müt. maddeler, CMK. 22 ve müt. maddeler ).

-Hakim suçtan kendisi zarar görmüşse,

-Sanık ve mağdurla, usul-füru hısımlığı varsa,

-Aynı davada tanık ve bilirkişilik yapmışsa davaya bakamaz.

Ayrıca hakimin tarafsızlığından şüphe duyulması halinde, taraflardan her biri hakimi reddedebilir.

Hakim merhametli değil, insaflı olmalıdır. Acıyarak karar veren hakim için yanılgı kaçınılmazdır. Bu nedenle hakim  ölçülü, dengeli olmalıdır.

  1. Hakkaniyete uygun yargılanma hakkı ( silahların eşitliği ilkesi , Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi madde 6/1 )

        Hakim yargılama yaparken, taraflar arasında ayrım yapmamalı, taraflara karşı eşit davranmalıdır. Bu kurala silahların eşitliği ilkesi denilmektedir.

(1)     Tarafların anladığı dilde davanın niteliği ve sebebi ile ilgili bilgiler eksiksiz verilmelidir.

(2)     Ceza davalarında savcı ve sanık eşit konumda ve eşit haklara sahip olmadırlar.

(3)     Sanığa savunmasını hazırlaması için olanak tanınmalı ve yeterli süre verilmelidir.

(4)     Tanık dinlenmesinde, tarafların eşitliği ilkesine önem verilmelidir.

(5)     Bilgi ve belgelere ulaşmada, taraflar arasında ayrım yapılmamalıdır.

(6)     Ceza davalarında, sanık kendi ve yakınları aleyhine beyanda bulunmaya zorlanmamalı ve ona susma hakkı tanınmalıdır.

(7)     Susma ve kendini suçlamama hakkı, sanığın kendisini suçlayıcı belgeleri vermeye zorlanmamasını da kapsar.

(8)     Ceza davalarında deliller sanığın huzurunda mahkemeye sunulmalıdır.

(9)     Hukuka aykırı olarak elde edilen deliller, sanık aleyhine kullanılmamalıdır.

–          Özel hayatın gizliliği ihlal edilerek elde edilen deliller hukuka aykırıdır.,

–          İnsanlık ve onur kırıcı işkence ile elde edilen deliller hukuka aykırıdır.

–          Ajan provokatör ve gizli ajan kullanılarak elde edilen deliller hukuka aykırıdır.

–          Duruşmada açıklanmayan ve yazılı olarak sunulan tanık beyanları delil olarak kabul edilemez.

Anayasamızın 38/6. ve CMK.nun 206/2. ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddeleri uyarınca hukuka aykırı yollarla elde edilen deliller delil olarak kabul edilemez.

(10) Kararların gerekçeli olması gerekir. Gerekçe içeren kararlar, yargı kararlarına güven duyulmasını sağlar. Ayrıca  Anayasa’nın 141/3 maddesi gereğince  de kararların gerekçeli olması zorunludur.

  1. Aleniyet ilkesi ( Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi madde 6/1,  CMK. 182 )

Hukuk ve ceza davalarına ilişkin yargılamanın kural olarak aleni (açık)  yapılması, adil yargılanma hakkının bir gereğidir.

Anayasamızın 141/1 maddesi gereğince duruşmalar kural olarak açık yapılır. Ancak genel ahlak ve kamu güvenliğinin zorunlu olarak gerektirdiği hallerde duruşma gizli (kapalı) yapılabilir. Bu halde dahi duruşma gizli yapılsa bile hükmün alenen tefhimi (açıklanması) gerekir.

  1. Makul sürede yargılanma hakkı ( Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi madde 6/1 )

        Gerek ceza ve gerekse hukuk davalarının makul sürede sonuçlandırılması adil yargılanma hakkının bir gereğidir. Makul; sözlük anlamıyla akıllıca, aklın kabul ettiği, kabul edilebilir anlamına gelmektedir.

Anayasamızın 141. maddesinde davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması öngörülmüştür.   Her davanın durumu farklı olduğu için, her davada makul süreyi olayın özelliklerine göre değerlendirmek gerekir.

Geciken adalet bizatihi adaletsizliktir.

Ülkemizde davalar kısa sürede bitirilememektedir. Davaların uzamasına neden olan çeşitli etkenler vardır.

(1). Mahkemelerden kaynaklanan nedenler

a.Davaların sayısının çok fazla olması, hakimlerin gereğinden fazla davaya bakması,

  1. Bazı hakimlerin duruşmalara hazırlıksız çıkmaları,
  2. Bazı hakimlerin eğitimlerinin yetersiz olması,

        (2).Taraflardan kaynaklanan nedenler

a.Tarafların delilleri zamanda vermemeleri,

      b.Davayı kaybedeceğini anlayan tarafın, davayı uzatmak için usul            kanunlarında verilen hakları suistimal etmeleri,

c.Davaların avukatla takibi zorunlu olmadığından dava açılmasında ve yürütülmesinde görülen aksaklıklar,

        (3).Mahkeme dışı etkenler

              a.Resmi bilirkişi kurumlarının çok geç inceleme yapması ve cevap vermesi,

 b.Tanıkların ifade vermekten kaçınmaları,

 c.Bilirkişilerin zamanında rapor düzenlememesi,

d.Güvenlik güçlerinin ihzar müzekkerelerini zamanında yerine getirememeleri,

e.Tebligatların zamanında yapılmaması ve tebligat usulsüzlükleri,

f.Resmi makam ve merciler tarafından, yargı mercilerince sorulan sorulara zamanında yanıt verilmemesi,

g.Yargı birliği olmadığından, davaların yargı yeri, görev ve yetki uyuşmazlıkları nedeniyle çözümlenememesi.

Açıklanan nedenlerle davalar uzamaktadır. Usul kanunlarının değiştirilmesi davaların görülmesini ne yazık ki istenen ölçüde hızlandıramamıştır. Bunu bir eğitim meselesi olarak görüyoruz. Gerek yargılayanların gerekse yargılananların eğitimi ve kültür seviyesi davaların süresini etkilemektedir.

  1.     Masumiyet karinesi ( Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi madde 6/2, Anayasa madde 38/3 )

        Kendisine suç isnat edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz sayılır.

Anayasamızın 38/3 maddesinde; “ suçluluğu sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz ” hükmüne yer verilmiştir. Kendisinin suç işlediği zannedilen kişi şüpheli, hakkında dava açılan kişi sanık, hükmen mahkum edilen kişi ise mahkum olarak adlandırılır.

Yargılanan kişi suç isnadı altında olan kişidir. Bu kişiye mahkum denilemez. Eski deyimle “ beraatı zimmet ” asıldır.

Suçluluğu sabit olmayan kişi, masumiyet karinesinden yararlanır. Suçluya (mahkuma) uygulanan yasal hükümler, yargılanan kişiye uygulanamaz.

–          Hazırlık soruşturmaları gizlidir. Bu suretle şüphelinin korunması amaçlanmıştır.

–          Yeni Ceza Muhakemesi Kanunu’nda   yargılanan sanığın duruşmada resminin çekilmesi, sesinin videoya alınması yasaklanmıştır. Sanığın teşhir edilmesi “suçsuzluk karinesi” ile bağdaştırılamaz.

  1. 7. Sanığın diğer hakları ( Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi madde 6/3 )

(1)        Ceza davalarında sanığın duruşmada bulunması hem hakkı hem de yükümlülüğüdür. Sanığın duruşmada savunması alınmadan karar verilemez.

(2)        Hukuk davalarında  -velayet, vesayet, boşanma gibi davalar ayrık olmak üzere-  tarafların duruşmada hazır bulunmaları zorunlu değildir.

(3)        Sanığa suçlamanın niteliği, suçlamanın nedenleri anladığı dilde bildirilmelidir.

(4)        Sanığa savunma hakkı tanınmalıdır. Savunma hakkı temel insan hakkı ve adil yargılanma hakkının en önemli öğelerinden biridir.

a.Savunmanın hazırlanabilmesi için sanığa yeterli zaman ve olanak tanınmalıdır.

        b.Sanığa avukat tutma olanağı sağlanmalıdır.

c.Sanığın avukat tutmaya gücü yoksa kendisine adli yardım yoluyla  devletçe avukat atanmalıdır.

 d.Sanığın avukatıyla yargılamanın her aşamasında görüşmesi sağlanmalıdır.

(5)        Sanık duruşmada kullanılan dili anlamadığı taktirde kendisine ücretsiz        tercüman sağlanmalıdır.

(6)        Tutuklanan sanığın yakınları haberdar edilmelidir.

(7)        Tutuklanan kişi en kısa sürede hakimin huzuruna çıkarılmalıdır.

(8)        Tutuklanan kişi üst mahkemeye itiraz edebilmelidir.

(9)        Ceza davalarında deliller sanığın huzurunda ve aleni olarak sunulmalıdır.

(10)     Sanığa temyiz hakkı tanınmalıdır.

8.İki dereceli yargılanma hakkı ( İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’ye Ek 7 Nolu Protokol madde 2/1 )       

Ceza mahkemesinde yargılanan ve mahkum edilen kişi daha yüksek bir mahkemede bu kararın incelenmesini isteyebilmelidir.

Yargının doğru, olaya uygun ve isabetli karar vermesi gerekir. Ne yazık ki yargıda adli hata da kaçınılmazdır. Adli hata bütün dünyada vardır. Amaç adli hatanın asgariye indirilmesi olmalıdır.

İki kademeli ve daha üst yargı organları tarafından kararın bir kez daha incelenmesi adli hatayı ortadan kaldırmayı, hiç olmazsa asgariye indirmeyi amaçlamaktadır.

Üst dereceli mahkemede yeniden davanın görülmesi veya incelenmesi yargılananlar için bir güvencedir.

Adli yargı ülkemizde yerel mahkemeler ve Yargıtay olmak üzere iki kademeli iken, 01.06.2005 tarihinde Bölge Adliye Mahkemeleri Kanunu’nun  yürürlüğe girmesi ile üç kademe olmuştur.

Bölge adliye mahkemeleri istinaf yoluyla davaları görecek ve çözecektir. Yargıtay ise temyiz suretiyle hukuk denetimi yapacaktır.

9.Haksız yargılananlara tazminat hakkı

        Haksız olarak suçlanan şahıslar ile ilgili açılan davalar sonucunda bu davaların bir kısmının beraatle sonuçlanması mümkündür. Bu durum yargının bir gerçeğidir.

Tanık ve bilirkişi gibi güvenilmez delillere dayanarak açılan davaların, beraatla sonuçlanması doğaldır. Yargılama sürecinde tutuklanan ve sonra beraat eden sanıklara tazminat ödenmesi adil yargılanma hakkının bir gereğidir.

                                      

                                                                                        Osman ARSLAN

                                                                                   Yargıtay Birinci Başkanı

SUÇ EŞYASININ SATIN ALINMASI VEYA KABUL EDİLMESİ- BERAAT

T.C.
GAZİANTEP
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
8.CEZA DAİRESİ
TÜRK MİLLETİ ADINA
İSTİNAF KARARI
Esas No : 2018/1863
Karar No : 2018/2456

İNCELENEN KARARIN;
MAHKEMESİ : Şanlıurfa 5. Asliye Ceza Mahkemesi
TARİHİ : 20/10/2017
NUMARASI : 2014/246 (E) ve 2017/670 (K)

KATILAN : ALİ RABİ Ü.
SANIKLAR :1-MEHMET B.
:2-KÜBRA İ.
MÜDAFİİ : Av. Selim HARTAVİ, Şanlıurfa Barosundan
SUÇ : Suç Eşyasının Satın Alınması veya Kabul Edilmesi
SUÇ TARİHİ : 16/07/2012
HÜKÜMLER : Mahkumiyet, Beraat
İSTİNAF BAŞVURUSUNDA
BULUNAN : Sanık Kübra İ.Müdafii ile sanık Mehmet Bereket

Yerel Mahkemece verilen hükümlere karşı sanık Kübra İ.müdafiisi ile sanık Mehmet B.tarafından istinaf yoluna başvurulmakla, başvurunun süresi ve kararın niteliği ile suç tarihine göre dosya görüşüldü:
İstinaf başvurusunun reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.
Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;

1-Sanık Kübra İ.hakkında Suç Eşyasının Satın Alınması veya Kabul Edilmesi suçundan kurulan hükme yönelik yapılan istinaf talebinin incelemesinde;

Dosya ve duruşma tutanakları içeriğine, toplanıp karar yerinde incelenerek tartışılan hukuken geçerli ve elverişli kanıtlara, gerekçeye ve Mahkeme Hakiminin takdirine göre; verilen beraat kararında usul ve yasaya aykırılık bulunmadığı anlaşıldığından, sanık müdafiisinin diğer istinaf itirazları yerinde görülmemiştir.
Ancak;
Sanığın vekaletnameli bir müdafiinin hukuki yardımından yararlandığı, yapılan yargılama sonucunda beraatına karar verildiği, avukatlık asgari ücret tarifesi genel hükümlerinin 14/4 maddesine göre beraat eden ve kendisini vekil ile temsil ettiren sanık yararına hazine aleyhine maktu avukatlık ücretine hükmedilir amir hükmüne rağmen sanık lehine ücreti vekalete hükmedilmemesi yasaya aykırı,
Sanık müdafisinin istinaf itirazları bu itibarla yerinde görülmüş ancak; bu husus yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden CMK’nın 303/1-h ve 280/1-a maddelerinin verdiği yetkiye dayanılarak,
Hüküm fıkrasanın 9. bendinden sonra gelmek üzere;
”Sanık Kübra İ.kendisini vekil ile temsil ettirdiğinden, karar tarihinde yürürlükte bulunan avukatlık asgari ücret tarifesine göre belirlenen 1.980 TL maktu vekalet ücretinin hazineden alınarak sanığa verilmesine” eklenmek suretiyle DÜZELTİLEREK İSTİNAF TALEBİNİN ESASTAN REDDİNE,

2-Sanık Mehmet B.hakkında Suç Eşyasının Satın Alınması veya Kabul Edilmesi suçundan kurulan hükme yönelik yapılan istinaf talebinin incelemesinde;

Dosya ve duruşma tutanakları içeriğine, toplanıp karar yerinde incelenerek tartışılan hukuken geçerli ve elverişli kanıtlara, gerekçeye ve Mahkeme Hakiminin takdirine göre; suçun sanık tarafından işlendiğini kabulde ve nitelendirmede usul ve yasaya aykırılık bulunmadığı anlaşıldığından, istinaf başvurusunda bulunan sanığın ileri sürdüğü diğer nedenler yerinde görülmemiş;
Ancak;
Sanık hakkında atılı suçtan ceza belirlenirken hapis cezası asgari hadden takdir edildiği halde, gün adli para cezasının yetersiz gerekçe ile hükümde çelişkiye neden olacak şekilde temel ceza miktarı olan 5 gün yerine 30 gün adli para cezasına hükmedilmesi yasaya aykırı, sanığın istinaf talebi bu nedenle yerinde görülmüş; ancak bu husus yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden CMK’nın 303/1-f ve 280/1-b maddelerinin verdiği yetkiye dayanılarak;
Hükmün 7. fıkrasının a, b ve c bendlerinin;
“7-)a-Sanık Mehmet B.’in üzerine atılı suç eşyasının satın alınması veya kabul edilmesi suçunu işlediği anlaşılmakla, TCK’nın 61. maddesi gereğince, suçun işleniş biçimi ile suç konusunun önem ve değeri dikkate alınarak eylemine uyan TCK’nın 165 maddesi gereğince taktiren 6 AY HAPİS ve 5 GÜN ADLİ PARA CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA,
b-Sanığın yargılama sürecindeki olumlu tutum ve davranışları ile tayin edilen cezanın geleceği üzerindeki etkisi dikkate alınarak TCK’nın 62. maddesi gereğince takdiren 1/6 oranında indirim yapılarak 5 AY HAPİS ve 4 GÜN ADLİ PARA CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA,
Sanık hakkında başkaca artırım veya indirim yapılmasına yer olmadığına,
c-Tayin edilen gün para cezasının, sanığın ekonomik durumu dikkate alınarak TCK’nın 52. maddesi gereğince günlüğü takdiren 20 TL üzerinden paraya çevrilerek sanığın 80 TL ADLİ PARA CEZASI ile CEZALANDIRILMALARINA,” şeklinde değiştirilerek, sair yönleri usul ve yasaya uygun bulunan hüküm nedeniyle DÜZELTİLEREK İSTİNAF TALEBİNİN ESASTAN REDDİNE,
Dosyanın hükmü veren ilk derece mahkemesine gönderilmesine,
Dair,
a) Sanık Kübra İ. hakkında verilen beraat kararı itibariyle 5271 sayılı CMK’nın 286/2-g-son maddesi gereğince kararın temyizi kabil olmadığından kesin olmak üzere,
b) Sanık Mehmet B.hakkında verilen ceza miktarı itibariyle 5271 sayılı CMK’nın 286/2-a-son maddesi gereğince kararın temyizi kabil olmadığından kesin olmak üzere, 18/12/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İlmettin DİRİL Bilge OLCAR Aylin DİŞBUDAK Şükrü GÖGEBAKAN
Başkan 32234 Üye 39949 Üye 107596 Katip 46816
(E-İmzalı) (E-İmzalı) (E-İmzalı) (E-İmzalı)

İNANÇ SÖZLEŞMESİNE DAYALI TAPU İPTALİ VE TESCİLİ- İNANILANIN TAŞINMAZI ÜÇÜNCÜ KİŞİYE SATMASI

T.C

YARGITAY

1. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2006/3653

KARAR: 2006/5292

Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptal-tescil isteğine ilişkindir.

Mahkemece, sözleşme uyarınca alınan borç para miktarının belirtilen ödeme tarihinden yasal faizi ile birlikte davalı Mehmet’e ödenmek suretiyle çekişmeli taşınmazın tapusunun iptali ile temlik alan Nazife adına tesciline karar verilmiştir.

Dosya içeriğinden, toplanan delillerden dava konusu 1 parsel sayılı taşınmazdaki 3 nolu dubleks dükkânın davacı Serkan ile davalı Mehmet arasında düzenlenen “sözleşme” başlıklı tarihsiz belge uyarınca davalı Mehmet’e 12.12.2000 tarihinde satış suretiyle temlik edildiği, bilahare anılan yerin 21.03.2002 tarihli akitle dava dışı taşınmazlarla birlikte vekili Nihat aracılığıyla Yüksel’e satış yoluyla intikal ettirildiği görülmektedir.

Öte yandan davacının Borçlar Kanunu’nun 162. maddesi uyarınca eldeki davadaki hakkını Nazife’ye temlik ettiği de anlaşılmaktadır.

Davacı, söz konusu ilişki içerisinde temlik ettiği taşınmaza ilişkin isteğini inanç sözleşmesine dayandırmıştır.

Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırın bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.

Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı,aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.

Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.

Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı) gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.

Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan TMK’nın 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel Kurulu’nun 23.05.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.

Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir (Borçlar Kanunu m. 81). Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanunu’nun 19 ve 20. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.

İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkânsız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde herhangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.

İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.

Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.

Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.

Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.

Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanunu’nun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasası’nın 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

İçtihadı Bileştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.

Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.

İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi ve en geç sözleşme konusu işlem tarihinde düzenlenmiş olması gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme Kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılmaz.

Somut olaya gelince; taraflar arasındaki “sözleşme” başlıklı belgenin yukarıda açıklanan 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararında belirtilen anlamda inanç sözleşmesi niteliğini taşıdığı sonucuna varılmaktadır.

Yine yukarıda ifade edildiği üzere, inanç sözleşmesi ile taşınmazı temellük eden kişinin taşınmazı 3. kişiye temlikine bir engel yoktur. Nitekim davalı Mehmet, taşınmazı Yüksel’e satış suretiyle devretmiştir. Bu temlikin taraflar arasında mevcut olan sözleşmeyi hükümsüz kılmaya yönelik olduğu iddiası da kanıtlanmış değildir.

Bütün bu olgular karşısında mahkemece yapılacak işin; davacı Serkan’ın davalı Mehmet’ten aldığı borcun sözleşmede belirlenen ödeme tarihinden itibaren dava tarihine kadar ulaştığı faizli bakiyesi ile o tarih itibariyle temlik konusu taşınmazın değerinin belirlenmesi, borcun taşınmazın değerinden mahsubu ile bakiyesinin inanç sözleşmesinin tarafı olan davalı Mehmet’ten tahsili ile temlik alan davacı Nazife’ye ödenmesinden ibaret olacağı kuşkusuzdur.

Hal böyle olunca, yukarıda açıklanan hususlar gözetilmek suretiyle gerekli araştırmanın yapılması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir.

SONUÇ:Davalıların temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK’nın 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine 08.05.2006 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

İNANÇ SÖZLEŞMESİNE DAYALI TAPU İPTALİ VE TESCİL TALEBİNDE DAVACININ BULUNABİLMESİ İÇİN DAVACIYA ALDIĞI BORÇ PARA MİKTARINI MAHKEME VEZNESİNE DEPO ETMESİ İÇİN ÖNEL VERİLMESİ GEREĞİ

T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2007/989
K. 2007/1712
T. 21.2.2007

4721/m.873,949
743/m.788,863
5.2.1947 Tarih 20/6 Sayılı İBK

ÖZET : Davacının karşılıklı edimler içeren inanç sözleşmesine dayanarak taşınmazın tapu kaydının iptalini adına tescilini isteyebilmesi için Borçlar Yasasının 81. maddesi uyarınca öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur.

Hal böyle olunca, davacıya aldığı borç para miktarını mahkeme veznesine depo etmesi için önel verilmesi yatırdığı taktirde bu paranın davalıya ödenmesi koşuluyla tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasında görülen davada;

Davacı, davalıdan aldığı borcun teminatı olarak çekişme konusu taşınmazını tapuda davalı adına temlik ettiğini, borcunu davalının kızına ödediği halde taşınmazın kendisine iade edilmediğini ileri sürerek tapu iptali ve tescili isteğinde bulunmuştur.

Davalı, davacıya verdiği borcun teminatı olarak dava konusu taşınmazın tapuda adına temlik edildiğini, davacının borcunu ödemediğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, ödemenin kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Karar, davacı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi Şükran Dağlı İlgün’ün raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, düşünüldü:

KARAR : Davacı, davalıdan 4000,00 YTL.borç aldığını, bu bedele karşılık çekişme konusu taşınmazdaki 1/2 payını davalıya teminat olarak devrettiğini borcunu davalının kızı olan dava dışı Hayriye Ç’a ödediğini, davalı ile aralarında düzenledikleri 8.9.2001 tarihli belgede taşınmazın borcun teminatı olarak verildiğinin açıkça gösterildiğini, ancak, taşınmazın kendisine iade edilmediğini ileri sürerek tapu iptali ve tescili isteğinde bulunmuştur.

Davalı, 8.9.2001 tarihli belgeye istinaden davacıya 4000,00 YTL borç verdiğini, borç ödendiğinde iade edilmek üzere dava konusu taşınmazdaki 1/2 payın teminat olarak adına tapuda temlik edildiğini, ancak borcun ödenmediğini, davacı tarafından, yetkili temsilcisi olmayan dava dışı kızı Hayriye’ye yapıldığı iddia edilen ödemenin kendisini bağlamayacağını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, taşınmazdaki 1/2 payın davacının, davalıdan aldığı 4000,00 YTL borca karşılık olarak teminat amacıyla davalı adına tapuda tescil edildiği, bu hususun tarafların kabulünde olduğu ancak, davacı tarafından, borcun davalının yetkili temsilcisi olduğu iddia edilen dava dışı Hayriye Ç’a ödendiği belirtildiği, Hayriye Ç’ın davalı adına borcu tahsil etme yetkisinin bulunmadığı, davacının davalıya olan borcunun devam ettiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

İddianın açıklanan içerik ve niteliğine göre; davada inanç sözleşmesi hukuksal nedenine dayanıldığı açıktır. Bu tür bir iddianın 5.2.1947 tarih 20/6 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca ancak yazılı delille kanıtlanabileceği kuşkusuzdur.

Bilindiği üzere; inançlı sözleşmeler inananın ( itimat edenin ) bir hakkını belirli bir süre veya amaçla inanılana ( mutemede ) geçirmeyi, inanılanın da inananın emir ve teminatlarına göre kullanıp amaç gerçekleşince veya süre dolunca hakkı tekrar inanana devretmeyi yüklendiği sözleşmeler olarak tanımlanabilir. İnançlı sözleşmelerdeki amaç gizlenmek, teminat, alacaklıdan mal kaçırmak, kanunların elverişsiz hükümlerinden kaçınmak, bir alacağın tahsili, malın idaresi, gibi nedenler olabilmektedir.

Uygulamada kredi sağlayan kurum ve kuruluşların istenilen miktarda ve süratte kredi vermemesi ihtiyaç sahiplerini bu kurum ve kuruluşların dışında kredi teminine zorlamakta, öte yandan verilen kredi teminat altına alacak kefalet ve ipotek, rehin gibi şahsi ve ayni teminatlar kredi veren kişi veya kişilerce yeterli görülmediğinden bu tür özel kişilerden alınan borç karşılığında taşınmazların teminat maksadıyla devredilmesi yoluna başvurulmaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki, bilimsel alanda karma inançlı işlem olarak nitelendirilen teminat maksadıyla devirler öteki inançlı işlemler gibi mülkiyeti inanılana nakleden geçerli işlemler olup, bu işlemle inanılan bir malikin hak ve yetkilerini kazanır ise de inanç sözleşmesinde kararlaştırılan yükümlülüklerini özellikle inançlı işlem sona erdikten başka bir anlatımla borç ödendikten sonra inanç konusunun, inanana iade etme borcunu yerine getirmesi gerekir. İnanılan en başta gelen bu yükümlülüğünü yerine getirmediği takdirde inanan, inanç sözleşmesinden doğan borcunu tamamen ödemek suretiyle inanç konusunun kendisine iade edilmesini her zaman isteyebilir.

İnananın inanç sözleşmesinden kaynaklanan bu kişisel hakkını ancak akdine karşı ileri sürebilmekte, inanç konusunun üçüncü kişilere devredilmesi halinde kural olarak onlardan isteyebileceği bir hakkı bulunmamaktadır.

Ancak, inanılan ile üçüncü kişi, inananın inanç borcunu tekrar alma hakkını ortadan kaldırmak amacıyla el ve düşünce birliği içerisinde muvazaalı bir işlem ( sözleşme ) yapmaları halinde inananın söz konusu sözleşmenin muvazaa nedeniyle geçersiz olduğundan bahisle üçüncü kişi aleyhine dava açabileceği de kuşkusuzdur. İnançlı işlem inanç sözleşmesine dayandığından sözleşmelere ilişkin zaman aşımı hükümlerinin inançlı işlemlere de uygulanacağı bu sürenin inançlı işlemin türüne göre kıyasen tatbik edilerek vekalet ve rehin hükümlerine göre belirleneceği gerek uygulamada gerekse doktrinde baskın görüş olarak benimsenmektedir. Ne var ki, zamanaşımı süresinin başlaması için inanç ilişkisi sona ermeli veya alacak muaccel hale gelmelidir. Bu itibarla inanç sözleşmesi sona ermediği inanç konusu inanılanda, alınan para inananda kaldığı sürece zamanaşımı süresinin başlamasına olanak yoktur. Açıklanan kuralın doğal sonucu olarak taraflar borcun ödenmesi için bir süre kararlaştırmış ve borç bu süre içerisinde ödenmemiş olsa dahi inanç ilişkisi devam ettiğinden inanç konusunun iadesi için dava açılabilir. İnanılan, kararlaştırılan süresinin geçtiğinden bahisle inanç konusunu iade etme yükümlülüğünün sona erdiğini ileri sürerek iade borcunu yerine getirmemezlik yapamaz. Keza kararlaştırılan süre içerisinde borcun ödenmemesi halinde inanç konusunun inanılana geçeceği, inananın dava açamayacağı yönünde inananın müzayakasından yararlanılarak sözleşmeye konulan böyle bir koşul MK.nun 873 ( eski MK. 788 ) ve 949 ( eski 863 ) maddelerinin buyurucu hükümlerine aykırı düşeceğinden geçersiz olup, sözleşme serbestisi kuralına dayanılamaz. Aksinin kabulü halinde borç veren borç alanın darda kalmasından yararlanarak daima inanç sözleşmelerine böyle bir hüküm koymak suretiyle söz konusu madde hükümlerinden kurtulma ve borç verdiği kişinin malını ve hakkını çok az bir bedel ile eline geçirme onu istismar etme olanağını elde etmiş olur ki bu husus sözleşme hukukunun genel prensiplerine, ahlaka, kanun koyucunun amacına ters bir sonuç doğurur ve tefeciliği teşvik eder. Nitekim, böyle sözleşmelerin batıl olduğu BK.nun 19 ve 20. maddelerinde hükme bağlanmıştır.

Somut olaya gelince; çekişme konusu 130 ada 7 parsel sayılı taşınmazdaki 2.kat 7 nolu büronun kat irtifakına ayrılan 8/160 arsa payın 1/2 payının dava dışı şirket adına kayıtlı iken, davacının şirkete yaptığı işin karşılığı olarak mülkiyetinin davacıya devredilmesi gerekirken, davacının isteği üzerine dava dışı şirket tarafından 12.9.2001 tarihli resmi akitle 200.000.000 TL.bedelle satış suretiyle davalıya devredildiği kayden sabittir.

Tarafların 8.9.2001 tarihinde haricen düzenledikleri belgeye göre de, davalı tarafından davacıya ödenen 4.000.000.000 TL. ( 4000,00 YTL ) borca karşılık teminat olarak dükkan tapusunun davalıya verileceği, para geri ödendiğinde dükkanın geri verileceğinin kararlaştırıldığı anlaşılmaktadır.

Toplanan deliller ve belirlenen bu olgular birlikte değerlendirildiğinde, anılan belgenin ( 8.9.2001 tarihli belge ) iddiayı kanıtlar nitelikte yazılı belge olduğunda kuşku yoktur. Ancak, davacının karşılıklı edimler içeren inanç sözleşmesine dayanarak taşınmazın tapu kaydının iptalini adına tescilini isteyebilmesi için Borçlar Yasasının 81. maddesi uyarınca öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur.

Hal böyle olunca, davacıya aldığı borç para miktarını mahkeme veznesine depo etmesi için önel verilmesi yatırdığı taktirde bu paranın davalıya ödenmesi koşuluyla tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesi gerekirken, değinilen bu yön üzerinde durulmaksızın yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir.

SONUÇ : Davacının temyiz itirazı yerindedir, kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 21.02.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İNANÇ SÖZLEŞMESİYLE DEVREDİLEN TAŞINMAZIN DEVRALANCA MUVAZAAYLA ÜÇÜNCÜ KİŞİYE DEVREDİLMESİ- TAPU İPTALİ VE TESCİLİ

T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2000/12988
K. 2000/13223
T. 30.10.2000

ÖZET : Eldeki davada, her ne kadar davacının, taşınmazlarını aldığı borç karşılığında davalılardan ikisine teminat maksadı ile devretmek zorunda kaldığı, bu iki davalının da öteki davalılara muvazaalı temliklerde bulundukları sabitse de, davacının karşılıklı edimleri içeren inanç sözleşmesine dayanarak inanç konusu taşınmazlarının tapu kayıtlarının iptalini ve adına tescilini isteyebilmesi için öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur. Buna göre; mahkemece aldığı borç para miktarını mahkeme veznesine depo etmesi için davacıya önel verilmeli, yatırdığı taktirde bu paranın verdikleri borç oranında davalılara ödenmesi koşuluyla, tapu kayıtlarının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmelidir.

DAVA : Davacı tarafından, davalı aleyhine açılan davada, mahkemece verilen karar süresinde temyiz edilmekle, dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili dava dilekçesinde müvekkilinin davalılardan Seyfettin’den aldığı 39.000.000 lira borç karşılığında 253, 259 ve 261, Hüseyin’den aldığı 32.000.000 lira borca karşılık 249,257,263 parsel sayılı taşınmazlarını teminat amacıyla devrettiğini, Seyfettin ile yapılan 1.1.1986 tarihli sözleşmede 15.8.1986 tarihinde Hüseyin’le yapılan 5.1.1986 tarihli sözleşmede ise 30.8.1986 tarihinde borcunu ödemesi halinde adı geçen davalılann taşınmazlarını iade edeceklerini taahhüt ettiklerini, borcunu zamanında ödeyemediğini bunun üzerine davalı Seyfettin’in aldığı taşınmazları kardeşleri olan davalı Selahattin ve Mehmet’e Hüseyin’inde davalı Mehmet’e devrettiğini, davalılara paralarını iade edeceğini bildirip taşınmazlarını kendisine devretmelerini istemesine rağmen davalıların buna yanaşmadıklarını ileri sürerek tapu kayıtlarının iptali ile müvekkili adına tesçilini istemiştir.

Bir kısım davalılar vekiti ise davacının borcunu kararlaştırılan süre içerisinde ödemediğini, çekişmeli taşınrnazların davalılar Seyfettin veHüseyin’in adına kayıtlı iken bir kısmını bu davalıların öteki davalılara devrettiklerini, satın alan davalıların iyi niyetli olduklarını MK.nun 638. maddesinde öngörülen on yıllık zaman aşımı süresinin geçtiğini davacının dayandığı sözleşmeler Noterlik Kanununun 60 ve 89, MK.nun 634 maddelerine uygun şekilde düzenlenmediğinden mülkiyetin davacıya devrine esas teşkil edemiyeceklerini esasen davacının borcunuda halen ödemediğini belirtip davanın reddini savunmuştur. Mahkemece taşınmazların alınan borç karşılığı temlik edildiği, tapuda satış şeklinde düzenlenen resmi sözteşmelerin muvazaalı olduğu daha sonra bir kısım taşınmazları devralan davalılarında iyi niyetli bulunmadıkları gerekçe gösterilerek tapu kayıtlarının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmiştir.

Toplanan delillere, taraflar arasında düzenlenen 1.1.1986 ve 5.1.1986 tarihli sözleşmelere tarafların iddia ve savunmalarına göre dava konusu taşınmazların ilk temliklerinin alınan borcun teminatı olarak yapıldığı sabittir. Esasen yanlar arasında bu hususta bir uyuşmazlık bulunmadığı gibi mahkemenin kabulüde bu yöndedir. Borcun teminatı olarak yapılan bu tür temliklerin inançlı işlem şeklinde nitelendirilmesi gerektiği gerek bilimsel alanda gerekse yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ortaklaşa kabul edilmektedir. İnançlı sözleşmeler inananın ( itimat edenin) bir hakkını belirli bir süre veya amaçla inanılana ( mutemede) geçirmeyi, inanılanın da inananın emir ve talimatlarına göre kullanıp amaç gerçekleşince veya süre dolunca hakkı tekrar inanana devretmeyi yüklendiği sözleşmeler olarak tanımlanabilir. İnançlı sözleşmelerdeki amaç gizlenmek, teminat, alacaklıdan mal kaçırmak, kanunların elverişsiz hükümlerinden kaçınmak, bir atacağın tahsili, malın idaresi, gibi nedenler olabilmektedir.

Uygulamada kredi sağlayan kurum ve kuruluşların istenilen miktarda ve süratte kredi vermemesi ihtiyaç sahiplerini bu kurum ve kuruluşların dışında kredi teminine zorlamakta, öte yandan verilen krediyi teminat altına alacak kefalet ve ipotek, rehin gibi şahsi ve ayni teminatlar kredi veren kişi veya kişilerce yeterli görülmediğinden bu tür özel kişilerden alınan borç karşılığında taşınmazların teminat maksadıyle devredilmesi yoluna başvurulmaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki, bilimsel alanda karma inançlı işlem olarak nitelendirilen teminat maksadıyla devirler öteki inançlı işlemler gibi mülkiyeti inanılana nakleden geçerli işlemler olup bu işlemle inanılan bir malikin hak ve yetkilerini kazanır ise de inanç sözleşmesinde kararlaştırılan yükümlülüklerini özellikle inançlı işlem sona erdikten başka bir anlatımla borç ödendikten sonra inanç konusunun, inanana iade etme borcunu yerine getirmesi gerekir. İnanılan en başta gelen bu yükümlülüğünü yerine getirmediği takdirde inanan, inanç sözleşmesinden doğan borcunu tamamen ödemek suretiyle inanç konusunun kendisine iade edilmesini her zaman isteyebilir.

İnananın inanç sözleşmesinden kaynaklanan bu kişisel hakkını ancak akidine karşı ileri sürebilmekte, inanç konusunun üçüncü kişilere devredilmesi halinde kural olarak onlardan isteyebileceği bir hakkı bulunmamaktadır. Ancak inanılan ile üçüncü kişi, inananın inanç borcunu tekrar alma hakkını ortadan kaldırmak amacıyla el ve düşünce birliği içerisinde muvazaalı bir işlem ( sözleşme) yapmaları halinde inananın söz konusu sözleşmenin muvazaa nedeniyle geçersiz olduğundan bahisle üçüncü kişi aleyhine dava açabileceği de kuşkusuzdur.

İnançlı işlem inanç sözleşmesine dayandığından sözleşmelere ilişkin zaman aşımı hükümlerinin inançlı işlemlere de uygulanacağı bu sürenin inançlı işlemin türüne göre kıyasen tatbik edilerek vekalet ve rehin hükümlerine göre belirleneceği gerek uygulamada gerekse doktirinde baskın görüş olarak benimsenmektedir. Nevarki zaman aşımı süresinin başlaması için inanç ilişkisi sona ermeli veya alacak muaccel hale gelmelidir. Bu itibarla inanç sözleşmesi sona ermediği inanç konusu inanılan da, alınan para inanan da kaldığı sürece zaman aşımı süresinin başlamasına olanak yoktur. Açıklanan kuralın doğal sonucu olarak taraflar borcun ödenmesi için bir süre kararlaştırmış ve, borç bu süre içerisinde ödenmemiş olsa dahi inanç ilişkisi devam ettiğinden inanç konusunun iadesi için dava açılabilir. İnanılan, kararlaştırılan sürenin geçtiğinden bahisle inanç konusunu iade etme yükümlülüğünün sona erdiğini ileri sürerek iade borcunu yerine getirmemezlik yapamaz. Keza kararlaştınlan süre içerisinde borcun ödenmemesi halinde inanç konusunun inanılana geçeceği, inananın dava açamıyacağı yönünde inananın müzayakasından yararlanılarak sözleşmeye konulan böyle bir koşul MK.nun 788 ve 863 maddelerinin buyurucu hükümlerine aykırı düşeceğinden geçersiz olup, sözleşme serbestisi kuralına dayanılamaz. Aksinin kabulü halinde borç veren borç alanın darda kalmasından yararlanarak daima inanç sözleşmelerine böyle bir hüküm koymak suretiyle söz konusu madde hükümlerinden kurtulma ve borç verdiği kişinin malını veya hakkını çok az bir bedel ile eline geçirme onu istismar etme olanağını elde etmiş olurki bu husus sözleşme hukukunun genel prensiplerine, ahlaka, kanun koyucunun amacına ters bir sonuç doğurur ve tefedliği teşvik eder. Nitekim böyle sözleşmelerin batıl olduğu BK.nun 19 ve 20. maddelerinde hükme bağlanmıştır. Somut olayda davacının dava konusu taşınmazlarını aldığı borç para karşılığı davalılardan Seyfettin ve Hüseyin teminat maksadı ile devretmek zorunda kaldığı, davalı Seyfettin’in kardeşleri olan davalı Hüseyin’in paydaş bulunan öteki davalılara muvazalı temliklerde bulundukları, 1.1.1986,15.9.1986 tarihli inanç sözleşmeleri toplanan tüm deliller ve belirlenen olgularla sabittir. Bu durumda mahkemece iptal ve tescile karar verilmesi doğrudur.

Ancak, davacının karşılıklı edimleri içeren inanç sözleşmesine dayanarak inanç konusu taşınmazların tapu kayıtlarının iptalini ve adına tescilini isteyebilmesi için Borçlar Kanununun 81. maddesi uyarınca öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur.

Hal böyle olunca, davacıya aldığı borç para miktarının mahkeme veznesine depo etmesi için önel verilmesi, yatırdığı takdirde bu paraların verdikleri borç oranında davalılardan Seyfettin ve Hüseyin ödenmesi koşuluyla tapu kayıtlarının iptal ve davacı üzerine tesciline karar verilmesi gerekirken, Borçlar Kanununun 81. rnaddesinin göz ardı edilmesi suretiyle yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir. Davalıların temyiz itirazlan değinilen nedenle yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan sebebe hasren sonuçta oybirliği, gerekçede oyçokluğu ile ( BOZULMASINA), alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 30.10.2000 tarihinde karar verildi.

KARŞI OY YAZIS1

İnanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın inanılan tarafından inanana geri verme ( iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek, rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikteri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunca bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.

Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana ( alacaklıya) geçmiştir.

Taşınmazda inanarak satanın ( borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan MK.nun 788. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel Kurulunun 23.5.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. ( Borçlar Kanunu mad. 81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredile hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler.

Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akid hükümleri de Borçlar Kanunu 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etrnediği sürece geçerli sayılır.

İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için, dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi ; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir.

Eldeki davada, geçerli bir inanç sözleşmesi bulunduğu, anılan sözleşmenin 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı Içtihatları Birleştirme Kararında öngörülen ispat koşulunu içerdiği tartışmasızdır.

Ayrıca, sözleşmeyle borç için ödeme zamanı belirlendiği, vadede borcun ödenmediği de sabittir. O halde alacağını tahsil edemeyen alacaklının, yukarda değinildiği üzere, teminat için temlik edilen şeyi “ifa” uğruna “edim” olarak alıkoyma hakkının doğduğu kabul edilmelidir. Kuşkusuz, şeyin değerinin alacaktan fazla olması halinde, artan miktar veya değer yönünden iade borcu doğacağı muhakkaktır.

Taraflar arasında düzenlenen inanç sözleşmesinde belirlenen sürede uygulama yeri olan Borçlar Kanunun 81. maddesi hükmünün, sözleşmeyle öngörülen zamandan 10 yılı aşkın bir süre geçtikten ve çekişmeli taşınmazlar birçokkez el değiştirdikten sonra uygulanırlığını kâbul etmek olanaksızdır.

Açıklanan nedenlerle, yerel mahkeme kararının bozulması gerektiği düşüncesiyle Sayın Çoğunluğun bozma gerekçesine katılmıyoruz.

TEMİNAT OLARAK VERİLEN İPOTEKLİ TAŞINMAZLARA BORCUN ESAS TEMİNATLA KARŞILANMAMASI DURUMUNDA BAŞVURULABİLMESİ

T.C.

YARGITAY

HUKUK GENEL KURULU

E. 1980/11-2292

K. 1983/1006

T. 26.10.1983

ÖZET : Banka kredisi için teminat olarak verilen ipotekli taşınmazlara borcun esas teminatla karşılanmaması durumunda başvurulabilir. İpoteğin fekki davasında, ipotek akit tablosunda,teminata karşılık olan azami miktar gösterilmişse, ipotek alacaklısı bankanın sağladığı alacakların, hesabın kesildiği tarihe göre tespiti gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki “ipotek fekki” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir Asliye 2. Ticaret Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 26.12.1977 gün ve 1975/86 Esas, 1977/355 Karar sayılı kararın incelenmesi davalı vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 3.3.1978 gün ve 1978/1134-1430 sayılı ilamı:

( … Dava konusu; ipoteğe ait akit tablosunda ipoteğin davalı bankaya borçlarına karşılık olmak üzere munzam teminat olduğu yazılıdır. Bankalar Kanunun 50. maddesi hükmüne göre, müşteri ile banka arasında mevcut kredi sözleşmelerinin munzam teminatını teşkil eden taşınmazlar, borcun esas teminatla karşılanmaması halinde müracaat edilmesi gereken teminatlardır. İpotek akit tablosunda teminatın karşılık teşkil ettiği azami miktarı gösterilmiş olduğuna göre, MK.nun 766 ve 790.maddeleri gereğince ipotek alacaklısının temin ettiği alacakların hesabın kesildiği tarihe göre saptanması ve bu yolda işlem yapılarak hüküm tesisi icap ederken, munzam teminat fonksiyonu ve anılan hükümler gözetilmiyerek yazılı olduğu şekilde hüküm tesisi isabetsizdir… ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalının temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen sebeplerden dolayı BOZULMASINA, 26.10.1983 gününde oybirliğiyle karar verildi.

KONKORDATÖ İLAN EDEN FİRMAYA KARŞI İHTİYATİ HACİZ KARARI VERİLEBİLİR

T.C.

İSTANBUL

BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ

14. HUKUK DAİRESİ

DOSYA NO: 2019/150

KARAR NO    : 2019/129

KARAR TARİHİ: 31/01/2019

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A

İ S T İ N A F K A R A R I

İNCELENEN KARARIN

MAHKEMESİ: İSTANBUL 15. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ

TARİHİ           : 24/09/2018

NUMARASI    : 2018/1070- 2018/1070 E.K

TALEP KONUSU: İhtiyati Haciz

Taraflar arasındaki ihtiyati hacze itirazın incelenmesi hakkında kararda yazılı nedenlerden dolayı itirazın reddine yönelik olarak verilen karara karşı süresi içinde itiraz eden borçlu vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulması üzerine dosya içindeki tüm belgeler okunup, incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

TALEP

İhtiyati haciz isteyen vekili, müvekkilinin borçlular tarafından keşide edilen 19.09.2018 tarihli 100.000 TL bedelli çekin süresi içinde bankaya ibrazında sunulduğunu ve fakat karşılığının bulunmadığını ileri sürerek 100.000,00 TL alacağın tahsili için borçlular hakkında ihtiyati haciz isteminde bulunmuş, ilk derece mahkemesince talep kabul edilmiştir.Borçlu-itiraz eden … Madencilik Ltd. Şti. vekili, müvekkilinin konkordato talebinin kabul edildiğini, buna göre, konkordato sürecinde olan müvekkili hakkında takip yapılamayacağını, ihtiyati hacze hükmedilemeyeceğini belirterek ihtiyati haciz kararının kaldırılmasını istemiştir.

İLK DERECE MAHKEMESİ KARAR ÖZETİ

İlk derece mahkemesince yapılan duruşma sonucunda, konkordato için geçici mühlet verilmesinin ihtiyati hacze engel teşkil etmediği gerekçesiyle itirazın reddine karar verilmiştir.

Bu karara karşı ihtiyati hacze itiraz eden borçlu … Ltd. Şti. vekili tarafından istinaf başvurusunda bulunulmuştur.

İSTİNAF SEBEPLERİ

İtiraz eden vekilinin istinaf dilekçesinde özetle; ihtiyati haciz talebinde bulunan şirketin konkordato sürecinde olan borçluya takip yapamayacağını, alacakları için ihtiyati haciz isteminde bulunamayacağının izahtan vareste olduğunu, çek ibraz edildiğinde muaccel hale gelen bir kıymetli evrak ise de konkordato sürecindeki müvekkili açısından çekin askıda kaldığını, muaccel hale gelemediğini, dolayısıyla yasa gereği muaccel hale gelememiş bir çek alacağında temerrütten bahsetmenin ve mevcut olmayan temerrüde dayanarak ihtiyati haciz talebinde bulunmanın mümkün olmadığını, müvekkili hakkında ihtiyati haciz kararı verilse dahi bu kararın uygulanabilirliği bulunmadığını, söz konusu kararın icra edilebilirliği bulunmadığından hukuki yararın olmadığı sonucunu doğurduğunu belirterek, ilk derece mahkemesinin kararının kaldırılmasına, itirazın kabulü ile ihtiyati haczin kaldırılmasına karar verilmesini istemiştir.

GEREKÇE

Talep, ihtiyati haciz kararına itiraza ilişkindir. İhtiyati haciz talep edebilme koşulları İİK’nın 257. maddesinde gösterilmiş olup, bunlar, alacağın muaccel olması ve alacakla ilgili rehnin bulunmamasıdır. Sözü edilen maddede bunun dışında her hangi bir koşul öngörülmemiştir. Somut olayda; itiraz eden borçlu şirketin keşide ettiği talebe konu çekin süresi içinde alacaklı hamil tarafından bankaya ibraz edildiği ve karşılığının bulunmadığından ödeme yapılmadığı ihtilafsızdır. Ankara 1.Asliye Ticaret Mahkemesinin 2018/581 Esas sayılı dosyasında itiraz eden borçlu şirket tarafından 07.08.2018 tarihinde konkordato istemli davanın açıldığı ve talebin kabul edildiği görülmüştür.  İİK’nın 294/1. maddesinde; “Mühlet içinde borçlu aleyhine 21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanuna göre yapılan takipler de dahil olmak üzere hiçbir takip yapılamaz ve evvelce başlamış takipler durur, ihtiyatî tedbir ve ihtiyatî haciz kararları uygulanmaz, bir takip muamelesi ile kesilebilen zamanaşımı ve hak düşüren müddetler işlemez.” şeklinde hüküm yer almaktadır O halde, yukarıdaki yasa hükmü ve asıl borçlu şirket hakkında konkordato geçici veya kesin mühletinin verilmesi, ihtiyati haciz kararı verilmesine engel değildir. Yasa hükmü, ihtiyati haciz kararının verilmesini değil, uygulanmasını engellemektedir. Bu nedenle, ilk derece mahkemesince itiraz eden borçlu şirketin ihtiyati hacze vaki itirazının reddine karar verilmiş olmasında isabetsizlik görülmemiştir .Açıklanan bu gerekçelerle HMK’nın 353/1.b.1. maddesi uyarınca dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda, istinaf başvurusunun esastan reddine dair aşağıdaki karar verilmiştir.

KARAR: Gerekçesi yukarıda açıklanan nedenlerle;

1-İtiraz eden borçlu vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine,

2-İtiraz eden tarafından yatırılan istinaf başvuru harçlarının Hazineye irad kaydına,

3-İtiraz eden tarafından istinaf kanun yoluna başvuru için yapılan masrafların kendi üzerinde bırakılmasına,

4-Gerekçeli kararın ilk derece mahkemesince taraf vekillerine tebliğine,

5-Dosyanın kararı veren ilk derece mahkemesine gönderilmesine dair;

HMK’nın 353/1.b.1.maddesi uyarınca dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda, oybirliğiyle ve kesin olarak karar verildi.31/01/2019

KANUN YOLU: HMK’nın 362/1.f ve İİK’nın 265/son maddeleri uyarınca karar kesindir.

MOTOSİKLET KAZASI- HATALI TEDAVİ HEKİMİN SORUMLULUĞU- YETERSİZ ADLİ TIP RAPORUNA GÖRE HÜKÜM KURULAMAYACAĞI

T.C.
Yargıtay
13. Hukuk Dairesi

Esas No:2014/26571
Karar No:2015/33584
K. Tarihi:18.11.2015

Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.

KARAR

Davacı, 27.07.2009 tarihinde geçirdiği motosiklet kazası sonucunda sağ el bileğinde meydana gelen travma sonucunda, tedavi için davalı doktora başvurduğunu,sağ el bileğindeki transvaniküler perilunar kırıklı çıkık tanısı üzerine,davalı doktor tarafından 4.08.2009 tarihinde ameliyatının gerçekleştirildiğini, birkaç gün sonra bileğinde kanamanın meydana geldiğini, davalı tarafından pansuman yapıldığını, kanamanın devam etmesi üzerine ameliyatta takılan tellerden ikisini davalının çekip çıkardığını, 7-8 hafta geçmesine rağmen el bileğindeki ağrı, şişlik ve kanamanın devam ettiğini, 16.10.2009 tarihinde dava dışı hastanede yeniden ameliyat olduğunu,davalının hatalı ameliyatı sonucunda sağ bileğinde araz kaldığını, bilek haraketlerini tam yapamadığı gibi, bileğine yük veremez hale geldiğini, günlük ve iş hayatını olumsuz etkilediğini,davalının gerekli dikkat ve ihtimamı göstermeyerek, kusurlu davrandığını ileri sürerek, 5334,99 TL tedavi gideri, 4665,01 TL maddi tazminat ve 20.000 TL manevi tazminatın 4.08.2009 tarihinden itibaren faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, 3. Adli Tıp İhtisas Kurulu tarafından düzenlenen raporda,kırık ve çıkığın toplam K teli ile tespit edilmesi ameliyat tekniğine uygun bir girişim olduğu ,gelişen lunatum avasküler nekrozun ve naviküler kırık hattında oluşan kaynamamanın komlikasyon olduğu ,yapılan ameliyatla illiyetinin olmadığı bu cihetle hekime kusur atfedilemeyeceğinin açıklanmış olması nedeniyle davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, davacının motosiklet kazası zonucunda sağ el bileğinde meydana gelen travma sonucunda davalı doktora başvurduğu,doktorun kusuru nedeniyle ameliyat sırasında ve sonrasında uygulanan yanlış tedaviler sonucunda,kırık hattında kaynama oluşmaması sonucunda sağ el bileğinin sakat kaldığının saptanması nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir..Uyuşmazlık ameliyatı gerçekleştiren davalı doktorun,davacının sağ el bileğinde meydana gelen arazın oluşmasında hukuka aykırı bir eyleminin, giderek kusurunun bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.

Davadaki ileri sürülüşe ve kabule göre dava temelini vekillik sözleşmesi oluşturmaktadır. Eş deyişle dava, davalı doktorun vekillik sözleşmesinden kaynaklanan özen borcuna aykırılık olgusuna dayanmaktadır. ( BK.386, 390 md )

Vekil, iş görürken yöneldiği sonucun elde edilmemesinden değil de bu sonuca ulaşmak için yaptığı uğraşların özenle görülmemesinden sorumludur. Vekilin sorumluluğu, genel olarak işçinin sorumluluğuna ilişkin kurallara bağlıdır.( BK.390/11) vekil, işçi gibi özenle davranmak zorunda olup, hafif kusurundan bile sorumludur. ( BK.321/1 ) o nedenle doktorun meslek alanı içinde olan bütün kusurları ( hafifte olsa ) sorumluluğun unsuru olarak kabul edilmelidir. Doktor, hastanın zarar görmemesi için yalnız mesleki değil, genel hayat tecrübelerine göre herkese yüklenebilecek dikkat ve özeni göstermek zorundadır. Doktor tıbbi calışmalarda bulunurken bazı mesleki şartları yerine getirmek hastanın durumuna deger vermek, tip biliminin kurallarını gözetip uygulamak tedaviyi her türlü ihtiyat tedbirlerini alarak yapmak zorundadır. Doktor ufak bır tereddüt gosteren durumlarda bu tereddüdu ortadan kaldıracak arastırmalar yapmak ve orada koruyucu tedbirler almakla yükümlüdür. Çeşitli tedavi yöntemleri arasında seçim yaparken hastanın özelliklerini gözönünde tutmalı onu gereksiz risk altına sokmamalı en emin yolu tercih etmelidir. Gerçekte de mesleki bir iş gören; doktor olan vekilden, ona güvenen müvekkil titiz bir ihtimam ve dikkat göstermesini beklemekte haklıdır. Titiz, özen göstermeyen bir vekil, BK. 394/1 uyarınca vekaleti gereği gibi ifa etmemiş sayılmalıdır.

Somut olayda, davacı ,sağ el bileğindeki travma nedeniyle davalı doktora baş vurduğu, davalı doktor tarafından ameliyatın gerçekleştirildiği,ameliyat sonrasında davacının sağ el bileğinde gelişen lunatum avasküler nekrozun ve naviküler kırık hattında oluşan kaynamamanın saptandığı anlaşılmaktadır. Davamızda ameliyat sırasında ve sonrasında arızanın meydana gelmesinde davalı doktorun kusurlu olup olmadığının saptanması gerekir.

Mahkemece, Adli Tıp 3. İhtisas Kurulundan alınan 23.12.2014 günlü raporda, ……kırık ve çıkığın toplam 4 K teli ile tespit edilmesinin ameliyat tekniğine uygun bir girişim olduğu ,gelişen kaynamamanın komlikasyon olduğu,yapılan ameliyatla illiyetinin bulunmadığı ,,hekime atfı kabil kusur tespit edilemediği mütalaa edilmiştir.Davacı,davalı doktorun yeni yöntem yerine tel montajıyla yapılan eski tedavi yöntemini seçerek hatalı tedavi yaptığını ve tellerin montajı sırasında damarları deldiğini,başka bir anlatımla Herbert vidası kullanılmayarak K teli kullanılmış olmasının ,ameliyat sonrası oluşan kanamanın bası yolu ile durdurulmuş olmasının gelişen kaynamama şeklindeki komlikasyonun oluşumuna katkısı olup olmadığı ,,iddiası ile eldeki davayı açmıştır.Davacının delil olarak dayandığı E.. Hastanesinin 17.10.2009 tarihili epikriz raporunda belirtilen ameliyat sırasında pseudoanevrizma ve radial arterin yanalanmış bölgesinin diseke edilmiş,anevrizma ve yaralı arter segmentinin eskize edilerek ucuca onarım yapılmış olduğu nazara alınarak davalı doktorun hatalı ve eksik uygulaması olup olmadığı hükme esas alınan Adli tıp raporunda bu hususlar üzerinde hiç durulmamıştır.Bu haliyle rapor inandırıcı ve tatminkar olmaktan uzaktır. Öyle olunca hükme esas alınan Adli Tıp 3.ihtisas kurulu raporuna itibar edilip, hüküm kurulmaz. O halde mahkemece yapılacak iş; üniversitelerin ilgili anabilim dallarından ve özellikle ortopedi uzmanlarından seçilecek konusunda uzman bilirkişilerden oluşmuş bir kurul aracılığı ile dosyadaki hastahane de tutulmuş dosya ve kayıtlar taraf savunmaları tüm deliller birlikte değerlendirilerek, yapılması gerekenle yapılan müdahale ve tedavinin ne olduğu, tıbbın gerek ve kurallarına göre olayda doktor hatası olup olmadığını gösteren nedenlerini açıklayıcı, taraf, mahkeme ve Yargıtay denetimine elverişli rapor alınmak ve böylece hasıl olacak sonuca uygun karar vermektir. Eksik inceleme ve mevcut delileri değerlendirmede yanılgıya düşülerek yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır. bozma nedenidir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenle temyiz olunan kararın davacı yararına BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, 18.11.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

KREDİ KARTI HESAP ÖZETİNİN KAT EDİLMESİ NEDENİYLE İHTİYAT HACİZ KARARI VERİLEBİLİR

T.C.
Yargıtay
19. Hukuk Dairesi
ESAS:2017/3709
KARAR:2018/6745
TARİH: 20.12.2018
Taraflar arasındaki ihtiyati haciz davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen kararının süresi içinde ihtiyati haciz talep eden vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.
– K A R A R –
Alacaklı vekili, kredi kartı üyelik sözleşmesi kapsamında tahsis edilen kredi kartı borcunun ödenmemesi üzerine, gönderilen hesap katı ihtarından sonuç alınamadığını ileri sürererek borçlunun taşınır ve taşınmazları ile 3. kişilerdeki hak ve alacaklarının ihtiyaten haczini talep etmiştir.
Mahkemece hesap katı ihtarının borçluya tebliğ edilmediği ve sözleşmede de adres bulunmadığı gerekçesiyle talebin reddine karar verilmiştir. Bu karar alacaklı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiştir.
Dosya kapsamından anlaşıldığına göre kredi kartı borcunun ödenmemesi nedeniyle hesap kat edilmiştir. Hesabın kat edilmesi ile alacak muaccel olduğundan İİK m. 257’de öngörülen ihtiyati haciz şartları oluşmuştur. Bu durumda ihtiyati haciz talebinin kabulüne karar verilmesi gerekirken reddi doğru olmamıştır.
SONUÇ: Belirtilen gerekçeye binaen kararın BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde temyiz eden ihtiyati haciz talep edene iadesine, 20/12/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

OTOYOLDA SEYİR HALİNDE İKEN YOLA ÇIKAN SAHİPSİZ KÖPEĞİN ARACA VERDİĞİ ZARAR- İDARENİN HİZMET KUSURU

T.C

DANIŞTAY
15. DAİRE BAŞKANLIĞI

ESAS:2014/332

KARAR:2017/67

TARİH:10.01.2017 tarih.

Karayolları Trafik Kanunu

Temyiz Eden (Davalı) : /ANKARA
Vekili : -Aynı yerde

Karşı Taraf (Davacılar) : 1- M…Ltd. Şti.
2- A…..Ltd Şti.
Vekili : Av.

İstemin Özeti : Davacılardan, A..Gıda. Ltd. Şti. yetkilisi tarafından kullanılmakta olan 01 AF 217 plakalı aracın 10.02.2008 tarihinde, Hendek Akyazı istikametinde seyir halinde iken, yola çıkan bir köpeğe çarpması sonucu araçta oluşan 7.166,82.-TL hasar bedeli ile araçtan yararlanılamayan günler için uğranıldığı öne sürülen 2.833,18.-TL maddi kaybın, davalı idarenin hizmet kusuru nedeniyle oluştuğu ileri sürülerek avans faiziyle birlikte tazmini istemiyle açılan dava sonucunda, Sakarya 1. İdare Mahkemesi’nce; davanın kısmen kabulü ile 7.166,82-TL hasar bedeli ile aracın kullanılamayan günlere ait 960,00-TL olmak üzere toplam 8.126,82.-TL maddi tazminatın, davalı idareye yapılan başvuru tarihi olan 30.04.2008 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalı idareden alınarak davacılara verilmesi, fazlaya ilişkin 1.873,18.-TL maddi tazminat isteminin reddi yolunda verilen kararın, hukuka uygun olmadığı ileri sürülerek kabule ilişkin kısmının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.
Savunmaların Özeti : Savunma verilmemiştir.

Düşüncesi : Temyiz isteminin reddi gerektiği düşünülmektedir.

TÜRK MİLLETİ ADINA

Karar veren Danıştay Onbeşinci Dairesi’nce, tetkik hakiminin açıklamaları dinlenip, dosyadaki belgeler incelenerek gereği görüşüldü:

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun “Kararın Bozulması” başlıklı 49. maddesinin 2. fıkrasında; temyiz incelemesi sonucu

Danıştayın;

a) Görev ve yetki dışında bir işe bakılmış olması,

b) Hukuka aykırı karar verilmesi,

c) Usul hükümlerinin uygulanmasında kararı etkileyebilecek nitelikte hata veya eksikliklerin bulunması sebeplerinden dolayı incelenen kararı bozacağı kuralına yer verilmiştir.

Dosyadaki belgeler ile temyiz dilekçesindeki iddiaların incelenmesinden, temyiz istemine konu kararın hukuka ve usule uygun olduğu, kararın bozulmasını gerektirecek yasal bir sebebin bulunmadığı sonucuna varılmıştır.

SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; temyiz isteminin reddine, Sakarya 1. İdare Mahkemesi’nin 09/07/2010 tarih ve E:2009/812, K:2010/513 sayılı kararının, kabule ilişkin kısmının ONANMASINA, dosyanın Mahkemesine gönderilmesine, 2577 sayılı Kanunun 18.06.2014 gün ve 6545 sayılı Kanunla eklenen Geçici 8. maddesinin 1. fıkrası ve 54. maddesinin 1. fıkrası uyarınca bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren onbeş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 10/01/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

EL ATMANIN ÖNLENMESİ- TAŞINMAZDA BOŞ YERLER VAR İSE DAVACI PAYDAŞ BAKIMINDAN İNTİFADAN MEN OLGUSU GERÇEKLEŞMEYECEĞİNDEN DAVANIN REDDİ GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi
ESAS:2014/16357
KARAR: 2016/4690 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

Taraflar arasında birleştirilerek görülen elatmanın önlenmesi ve ecrimisil davaları sonunda, yerel mahkemece elatmanın önlenmesi isteğinin reddine, ecrimisil isteği ve birleşen davanın kısmen kabulüne ilişkin olarak verilen karar taraf vekillerince yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi …’ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

-KARAR-

Asıl dava paydaşlar arasında elatmanın önlenmesi ve ecrimisil, birleşen dava ecrimisil isteğine ilişkindir.

Mahkemece elatmanın önlenmesi isteğinin reddine, ecrimisil isteğinin kısmen kabulüne ilişkin olarak verilen karar Dairece ”…taraflar arasındaki çekişmenin T.M.K.’nun 688. ve takip eden maddelerinde öngörülen paylı mülkiyet hükümleri gözetilmek suretiyle çözüme kavuşturulacağı sabittir.Bilindiği üzere; paylı mülkiyette taşınmazdan yararlanamayan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan payına vaki elatmanın önlenmesini her zaman isteyebilir. Ancak, o paydaşın payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı veya kullanabileceği bir kısım yer varsa açacağı elatmanın önlenmesi davasının dinlenme olanağı yoktur. Payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın kesin neticeye kavuşabilmesi için taksim veya şuyunun satış yoluyla giderilmesi için dava açması gerektiği kuşkusuzdur. Hemen belirtilmelidir ki, paylı mülkiyet üzere olan taşınmazda paydaşların taşınmazın kullanımı konusunda harici bir taksim yapmışlar ise buna itibar edilmesi, yok eğer harici taksim bulunmuyor ise uzun zaman ayrı ayrı yerleri kullanarak fiili bir durum yaratmışlarsa ahde vefa ilkesi gereğince paydaşların ortaklığın giderilmesine kadar bu olgulara riayet etmeleri gerekir. Bunun dışında, ne bir harici taksim, ne de bir fiili durum yaratılmamışsa, bu durumda davacı tarafın taşınmazda kullanabileceği bir yerin olup olmaması önem ifade eder. Şayet, tüm paydaşların kullanımlarını sağlayacak şekilde taşınmazda boş yerler var ise, o halde davacı bakımından intifadan men olgusu gerçekleşmeyeceğinden davanın reddi, yok eğer taşınmazın tamamı diğer paydaşlarca tasarruf ediliyor ve davacıya kullanabileceği bir yer bırakılmamış ise onun yönünden intifadan men olgusu gerçekleşeceğinden davacının payı oranında elatmanın önlenmesine karar verilmesi gerekeceği tartışmasızdır.Hal böyle olunca, yukarıda açıklandığı şekilde araştırma ve inceleme yapılarak hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere karar verilmesinin doğru olmadığı..” gerekçesiyle bozulmuş, mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucunda elatmanın önlenmesi isteğinin reddine, ecrimisil isteğinin kısmen kabulüne birleşen davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Hükmüne uyulan bozma uyarınca yapılan inceleme sonucunda çekişmeli taşınmazdaki bir bölümün davalı tarafından kullanıldığı, davacının isteğinin münhasıran buraya yönelik olduğu, tüm paydaşları bağlayan fiili kullanma biçiminin olmadığı, ihtarname tarihine kadar davalının muvafakata dayalı olarak taşınmazı kullandığı, davacının kullanabileceği bir bölümünün olmadığı saptanmıştır.

Hâl böyle olunca, davacının payı oranında elatma isteğinin kabulüne, asıl davada 20.12.2010 ila 18.01.2011 tarihleri arasındaki dönem için saptanacak ecrimisile, birleştirilen davada 18.01.2011 ila 23.01.2012 tarihleri arasındaki dönem için saptanacak ecrimisile hükmedilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirmeyle bir dönem mükerrer olacak şekilde ecrimisile hükmedilmesi doğru değildir.

SONUÇ: Taraf vekillerinin bu yönlere değinen temyiz itirazı yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 18.04.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

BORÇLUYA SATILAN ARACIN BORCUN ÖDENMEMESİ NEDENİYLE GERİ ALINMASI- TAKİBE İLİŞKİN TEBLİGATIN ULAŞTIĞI TARİHTE ARAÇ SATIŞI- TASARRUFUN İPTALİ

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi
ESAS:2017/3943
KARAR:2018/5620

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tasarrufun iptali davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

– K A R A R –

Davacı alacaklı vekili, borçlu davalı … hakkında takip başlatıldığını, borçlunun alacağı karşılayacak mal varlığı bulunmadığı, alacaklılardan mal kaçırma amacı ile dava konusu … plakalı aracı davalı …’ya devrettiğinden, bu tasarrufun iptaline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı … vekili, müvekkilinin araba alım satımı ile uğraştığını, borçlu ile akrabalığı olmadığını ve borçlunun ekonomik durumunu bilebilecek şahıslardan olmadığından haksız açılan davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Davalı …, davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, tasarrufun iptalinin istenmesi için üçüncü şahıs ile borçlunun birlikte hareket etmesi ve alacaklıyı zarara uğratma iradesinin olması gerektiği, davacı taraf böyle bir iddiada bulunsa da, üzerinde herhangi bir haciz bulunmayan, mülkiyeti muhafaza kaydı ile Mustafa tarafından borçluya satılan aracın yeniden borcunun ödenmemesi nedeni ile iade edildiği ve satış yapıldığı, her ne kadar takibe ilişkin tebligatın borçluya ulaştığı gün araç satılmış ise de; üçüncü kişinin borçlunun durumunu bildiği kanıtlanmadığından bahisle davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, İİK.’nın 277 ve devamı maddelerine dayanılarak açılmış tasarrufun iptali istemine ilişkindir.

İcra ve İflas Kanunu’nun 277 ve izleyen maddelerinde düzenlenen tasarrufun iptali davalarında amaç, borçlunun haciz yada iflasından önce yaptığı ve aslında geçerli olan bazı tasarrufların geçersiz ya da “iyiniyet kurallarına aykırılık” nedeniyle alacaklıya karşı sonuçsuz kalmasını ve dolayısıyla o mal üzerinden cebri icraya devamla alacağın tahsilini sağlamaktır.

Davacı, iptal davası sabit olduğu takdirde, tasarruf konusu mal üzerinde cebri icra yolu ile hakkını almak yetkisini elde eder ve tasarruf konusu taşınmaz mal ise, davalı üçüncü şahıs üzerindeki kaydın düzeltilmesine gerek olmadan o taşınmazın haciz ve satışını isteyebilir (İİK.md.283/1). Bu yasal nedenle iptal davası, alacaklıya alacağını tahsil olanağını sağlayan, nisbi nitelikte yasadan doğan bir dava olup; tasarrufa konu malların aynı ile ilgili değildir.

Borçlunun aciz ya da iflasından önce yaptığı iptale tabi tasarrufları, üç grup altında ve İİK.nun 278, 279 ve 280. maddelerinde düzenlenmiştir. Ancak, bu maddelerde iptal edilebilecek bütün tasarruflar, sınırlı olarak sayılmış değildir. Kanun, iptale tabi bazı tasarruflar için genel bir tanımlama yaparak hangi tasarrufların iptale tabi olduğu hususunun tayinini hakimin takdirine bırakmıştır (İİK.md.281). Bu yasal nedenle de, davacı tarafından İİK.nun 278, 279 ve 280.maddelerden birine dayanılmış olsa dahi, mahkeme bununla bağlı olmayıp, diğer maddelerden birine göre iptal kararı verebilir (Y.H.G.K.25.11.1987 Tarih,… Esas ve 1987/872 Karar sayılı ilamı). Genelde denilebilir ki, borçlunun iptal edilebilecek tasarrufları, alacaklılarından mal kaçırılmasına yönelik olarak yapılan ivazsız veya aciz halinde yapılan tasarruflar ile alacaklılarına zarar verme kastıyla yapılan tasarruflardır.

İİK’nun 279/2 maddesine göre ise ” Para ve mutad ödeme vasıtalarından gayri bir suretle yapılan ödemelerin” acizden itibaren bir yıl içinde yapılmaları halinde iptali gerektiği belirtilmiştir.

Somut olayda, aciz hali sabit olan borçlu Ercan, dava konusu aracı 11.06.2013 tarihinde davalı …’dan mülkiyeti muhafaza kaydı ile satın almış, son taksit tarihi 10.02.2013 tarihinden önce borcunu ödeyemediği için borcuna mahsuben davalı üçüncü kişi Mustafa’ya borcun doğumundan sonra 28.01.2014 tarihinde satmıştır.

Bu halde davanın İİK’nun 279/2.maddesi gereğince davalılar arasındaki 28.01.2014 tarihli borca mahsuben yapılan satış mutad ödeme aracı olarak kabul edilmeyeceğinden davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken hatalı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine 29.05.2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

İŞ ARKADAŞINA KULLANDIRILAN KREDİ NEDENİYLE SENETLE BORÇLANMA- MAAŞ HACZİNE MUVAFAKAT-BORÇLUNUN DURUMUNU VE AMACINI BİLEBİLECEK KİŞİLERDEN OLMASI

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi
ESAS:2016/3588
KARAR:2018/7601 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki takibin taliki veya iptali davasının yapılan yargılaması sonucunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü;

-K A R A R-

Davacı vekili, davalılardan …’ın davacı banka borçlusu olduğunu, aleyhine … İcra Müdürlüğü’nün 2012/1160, 2012/9382, 2012/9568 ve 2012/10616 sayılı dosyalarıyla icra takibi başlatıldığını, davalı … davacı bankadan maaş aldığından kendisine maaş karşılığı kredi kullandırıldığını ve kredinin taksitlerinin maaş hesabından otomatik ödeme talimatı ile tahsil edildiğini, ancak maaşının 1/4’ünün icra dairesine kesildiğini, kalan tutardan da Temmuz 2012’ye kadar 1.000,00 TL, Temmuz 2012 dahil sonraki aylar 2.750,00 TL olacak şekilde … İcra Müdürlüğü’nün 2012/374 sayılı takip dosyasına ödeme yapılmak üzere … tarafından muvafakat verilmesi üzerine davacı bankaya olan kredi taksitlerinin ödenmediğini, icra dosyasının 30/06/2011 vade tarihli 80.000,00 TL bedelli senede dayandığını, alacaklısı …’ın …’ın iş arkadaşı olduğunu, kesilen 2.750,00 TL’den Nisan 2012’den Nisan 2013’e kadar 600,00 TL, Mayıs 2013’ten Ağustos 2014’e kadar 1.000,00 TL’sinin … tarafından …’ın annesi olan …’nün hesabına aktarıldığını ve buradan da …’a ait (fatura, kira ödemesi vs) işlemlerin yapıldığının izlendiğini, yapılan icra takibinin İİK 280 maddesine göre muvazaalı olması nedeniyle alacaklılarını zarar uğratma amacı taşıyan ve muvazaalı olan takibin iptalini talep ve dava etmiştir.

Davalılardan … vekili, …’ın iş arkadaşı olduğunu, müvekkilinin …’dan borç aldığını, borcunu ödeyememesi üzerine …’ın icra takibi başlattığını, müvekkilinin de borcu kabul ederek maaş kesintisi hususunda muvafakat verdiğini, bu aşamada …’ın müvekkilinin annesinden müvekkilinin borcuna ilişkin para aldığını, müvekkili bu durumdan haberdar olduktan sonra annesinin bu duruma karıştırılmamasını talep ettiğini, …’ın iadenin icra dosyasına yapılan ödemelerle orantılı bir şekilde yapacağını belirttiğini, müvekkilinin diğer davalı …’a olan borcunun gerçek borç olduğunu ve devam ettiğini, müvekkilinin Kocaeli Büyükşehir Belediyesinde mühendis olarak çalıştığını, kıdemine göre borcunu karşılamaya müsait olduğunu, bu nedenlerle davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı …, davalı … 20.000,00 TL ile bankadan kredi çekerek kendisine verdiğini ilerde ödenmemesi halinde zor durumda kalacağını davalıya belirtmesi üzerine davalının kendisine 80.000,00 TL’lik senet verdiğini, ilk iki ay ödemelerin yapıldığını ancak devam eden aylara ilişkin kendisine ödeme yapamayacağının davalı … tarafından söylendiğini kendisi ile birlikte İcra Dairesine giderek senedi takibe koyduklarını, Vakıfbank hesabına bloke konulmuş olması nedeniyle yapılacak ödemeye muvafakat vermesiyle kendisini mağdur etmediğini, senede itiraz edilmediğinden hukuken geçerli olduğunu savunmuştur.

Mahkemece, iddia, savunma, yapılan yargılama, toplanan delillere göre; davanın reddine dair karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava İİK’nun 277 ve devamı maddeleri gereğince açılmış tasarrufun iptali istemine ilişkindir.

Mahkemece davanın yazılı gerekçeyle reddine karar verilmiş ise de varılan sonuç dosya kapsamı ve mevcut delil durumuna uygun düşmemektedir.

İİK.nun 280.maddesinde malvarlığı borçlarına yetmeyen bir borçlunun alacaklılarına zarar vermek kastıyla yaptığı tüm işlemler, borçlunun içinde bulunduğu mali durumu ve zarar verme kastının işlemin diğer tarafınca bilindiği veya bilinmesini gerektiren açık emarelerin bulunduğu hallerde tasarrufun iptal edileceği hususu düzenlendiğinden yapılan işlemde mal kaçırma kastı irdelenmelidir.

Somut olayda; davacı banka tarafından davalı borçlu … hakkında Kocaeli 6. İcra Müdürlüğünün … Esas sayılı dosyasından kredi sözleşmesine istinaden 31.01.2012 tarihinde, 2012/9382 sayılı dosyasından 22.07.2010 tarihli Tüketici Kredi Sözleşmesine istinaden 14.08.2012 tarihinde, … Esas sayılı dosyasından 25.11.2010 tarihli Bireysel Kredi Sözleşmesine istinaden 17.08.2012 tarihinde ve 2012/10616 Esas sayılı dosyasından 25.11.2010 tarihli Bireysel Kredi Sözleşmesine istinaden 04.10.2012 tarihinde icra takibi başlatılmış ve takipler kesinleşmiştir. Bahsi geçen dosyalardan davalı borçlu hakkında maaş haczi bir kısmından başlamakla birlikte bir kısmında sıraya alındığı belirtilmiştir.

Davalı borçlu … hakkında 16.01.2012 tarihinde diğer davalı … tarafından 15.03.2011 tanzim, 30.06.2011 vade tarihli, 80.000,00 TL bedelli senet ile ilgili kambiyo senedine mahsus haciz yoluyla takip başlatılmış ve takip 17.01.2012 tarihinde kesinleşmiştir. Bahsi geçen icra takip dosyasında, borçlu … tarafından verilmiş 19.01.2012 tarihli, maaşından Temmuz 2012’ye kadar 1.000,00 TL, Temmuz 2012 dahil sonraki aylarda 2.750,00 TL olacak şekilde kesinti yapılmasına muvafakat ettiğine dair yazıya göre çalıştığı Belediyeye maaş haczi müzekkeresi gönderilmiş, Belediye ilgili birimi tarafından verilen cevabi yazıda ilk maaştan itibaren talep gibi işlem yapılacağı bildirilmiştir.

Dosya arasında yer alan … Büyükşehir Belediyesi Teftiş Kurulu dosyası incelendiğinde ise, davalı …’ın yürütülen soruşturmada 12.04.2013 tarihli ifadesinde, …’ın … tarafından mağdur edildiği, girdiği sıkıntılardan dolayı yardıma ihtiyacı olduğu için kendisinden yardım istediği, kendisinin de Kadir’e yardımcı olduğu, …’ın … tarafından mağdur edilmesi ve Gökmen’in Tarık’a ödemesi gereken paraları ödememesi üzerine … ile beraber bir senet imzaladıkları ve Kadir’i icraya verdiği, Kadir’e vermek üzere çektiği kredi meblağını geri alabilmesi için … ile bu şekilde bir çözüm buldukları, bu sayede …’ın maaşından kesilerek kendisine paranın ödendiği şeklinde beyanda bulunmuştur. Bu durumda mahkemece, davalı 3.kişinin borçlunun durumunu ve amacını bilebilecek kişilerden olması nedeniyle İİK’nun 280/1 maddesi gereğince tasarrufun iptale tabi olması nedeniyle eldeki davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle reddine dair hüküm tesisi isabetli görülmemiştir.

SONUÇ:Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine 10/09/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

MÜTEAHHİTİN TAŞINMAZI KENDİ ÜZERİNE ALMADAN KREDİ TEMİNATI OLARAK BANKAYA İPOTEK ETTİRMESİ- BANKANIN İPOTEĞİ TEMLİK EDEREK MAL KAÇIRMAYA YARDIM ETMESİ- TASARRUFUN İPTALİ

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi
ESAS:2016/1891
KARAR:2018/8410

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tasarrufun iptali davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın davalı Finansbank yönünden reddine, diğer davalılar yönünden kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili, davalı … Vekili ve katılma yoluyla davalı … tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili; davalı …, İsmail ve babaları… birlikte müteahhitlik yaptığını, davalının davacıya olan borcunu ödemekten kaçındıklarından dolayı çeşitli muvazaalı işlemler yaptığını, davalıların … parselde bulunan 11 ve 12 nolu bağımsız bölümleri teşkil eden taşınmazları tapuda sözleşme gereği kendi üzerlerine almadan mal sahibi üzerinden yakınlarına sattığını ve alacaklılarından mal kaçırdıklarını, davalılardan…Şubesi tarafından davalıların müşterek borçları nedeni ile … parselde bulunan 11 ve 12 nolu bağımsız bölümlerine açılan kredi teminatı olarak ipotek şerhi verildiğini, davalı bankanın alacağın teminatı olan ipoteğin …’a temlikinin yasalara aykırı ve mal kaçırmaya yardım etmek olduğunu belirterek dava konusu … ve 12 numaralı bağımsız bölümlerin tapu kaydındaki ipoteğin temliki işleminin iptaline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı … vekili;davacının davasını dava ön şartlarını yerine getirmeksizin ikame ettiğini, davada hak
düşürücü süreye riayet edilmediğini, müvekkilinin davacıya hiç bir borcu olmadığını, ipotek ve temlik işlemlerinin tamamen usul ve yasaya uygun olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Davalı Finansbank AŞ vekili; davalı bankanın tasarrufun iptali davasında davalı olabilecek kişilerden olmadığını, davanın husumet yönünden de reddi gerektiğini, davalı bankanın kredi riski altındayken muvazaalı işlem yaparak kredi alacağını riske atmasının hayatın olağan akışına aykırı bir iddia olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Davalı …; davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, iddia, savunma, toplanan delillere göre;Davalı Finansbank AŞ aleyhine açılan davanın sübut bulmadığından reddine, diğer davalılar aleyhine açılan davanın kabulü ile dava konusu … bağımsız bölüm nolu taşınmazların tapu kaydındaki ipoteğin temlikine ilişkin 15/12/2010 tarihli temlik sözleşmesinin iptaline, karar verilmiş; hüküm, davacı vekili, davalı … vekili ve katılma yoluyla davalı … tarafından temyiz edilmiştir.
1-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davacı vekilinin tüm davalı … vekili ve davalı …’ın sair temyiz itirazlarının reddine, karar vermek gerekmiştir.

2-Dava, İİK 277 ve devamı maddelerine dayanılarak açılmış tasarrufun iptali istemine ilişkindir.
İİK’nun 277 ve izleyen maddelerinde düzenlenen tasarrufun iptali davalarında amaç, borçlunun haciz yada iflasından önce yaptığı ve aslında geçerli olan bazı tasarrufların geçersiz ya da “iyiniyet kurallarına aykırılık” nedeniyle alacaklıya karşı sonuçsuz kalmasını ve dolayısıyla o mal üzerinden cebri icraya devamla alacağın tahsilini sağlamaktır. Davacı, iptal davası sabit olduğu takdirde, tasarruf konusu mal üzerinde cebri icra yolu ile hakkını almak yetkisini elde eder ve tasarruf konusu taşınmaz mal ise, davalı üçüncü şahıs üzerindeki kaydın düzeltilmesine gerek olmadan o taşınmazın haciz ve satışını isteyebilir (İİK.md.283/1).
Somut uyuşmazlıkta; davacı taraf, ipotek alacağının temliki işleminin alacaklıyı (davacıyı) zarara uğratmak amacıyla muvazaalı yapıldığını ileri sürerek bu işlemin iptaline karar verilmesini talep etmektedir.
Mahkemece yapılan yargılama sonucu davalı Finansbank AŞ aleyhine açılan davanın sübut bulmadığından reddine, diğer davalılar aleyhine açılan davanın kabulü ile dava konusu … nolu bağımsız bölüm nolu taşınmazların tapu kaydındaki ipoteğin temlikine ilişkin 15/12/2010 tarihli temlik sözleşmesinin iptaline, karar verilmiş ise de,İİK’nun 277. ve devamı maddelerine göre açılan tasarrufun iptali davalarında amaç “borçlu tarafından” yapılan tasarrufların iptaline hükmedilmesini sağlamaktır. Yani yapılan işlemde borçlu, işlemin tarafı olmalıdır. Somut olayda davalı Finansbank A.Ş. ile davalı … arasındaki ipotek alacağının devri işleminde davalı borçlu … işlemin tarafı olmamakla birlikte, davalı …’in davalı … adına hareketle Finansbank’a olan borcu ödeyip ipotek alacağının devrini sağladığı da ispat edilememiştir. Kaldı ki, davalı …’in davalı-borçlu İshak adına hareketle söz konusu tasarrufları gerçekleştirdiği kabul edilse dahi, bu işlemde davacının alacağına kavuşmasını engellediğinden söz etme olanağı da yoktur. Zira davalı … her halde davalı bankaya ipotekle temin edilmiş şekilde borçludur.
Davacının iptalini istediği tasarruf yapılmamış olsa dahi davalı bankanın ipotek hakkını temlik etmeksizin davalı … hakkında ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla takip yapıp alacağını -tıpkı ipoteği temlik alan … gibi- tahsil etme olanağı vardır. Bu halde de dava konusu tasarrufun davacıyı zarara uğratma kastıyla yapıldığından söz edilemez. Nitekim bu durum mahkemenin de kabulündedir.

Dolayısıyla davacının, (davalı banka ile dava dışı ilişki dışında ticari ilişkileri ve bankacılık uygulamalarına göre ipoteği temlik almasının sebeplerini izah eden) davalı …’ın, geçerli bir neden yok iken ilgisi bulunmayan banka borcunu ödeyip ipoteği temlik almasından yola çıkarak, yapılan tasarrufta işlemlerin tarafı olmayan davalı … ile ipotek temlik sözleşmesinin tarafları olan davalı banka ve davalı …’ın tasarrufunun iptalini isteyemeyeceği, iptal koşullarının yukarıda belirtilen nedenlerle oluşmadığı anlaşıldığından, davanın reddi gerekirken kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.

3-Kabule göre de; … Müdürlüğünün 2013/2595 ve 2013/2593 sayılı takip dosyalarındaki alacak ve ferileriyle sınırlı olarak iptaline karar verilmesi gerekirken dava konusu 15/12/2010 tarihli temlik sözleşmesinin iptaline karar verilmesi de doğru değildir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin tüm,davalı … vekili ve davalı …’ın sair temyiz itirazlarının reddine, (2) ve (3) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalı … vekili ve davalı …’ın temyiz itirazının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, ve aşağıda dökümü yazılı 8,20 TL kalan onama harcının temyiz eden davacıdan alınmasına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalı … ve …’a geri verilmesine, 01.10.2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

HİLELİ İFLAS- TİCARİ DEFTERLERİN AÇILIŞ VE KAPANIŞ ONAYLARININ NOTERDEN SORULMASI- ÜÇLÜ BİLİRKİŞİ KURULUNDAN RAPOR ALINMASI GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY
8. Ceza Dairesi
ESAS: 2018/3564
KARAR:2018/11286

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Ağır Ceza Mahkemesi
SUÇ : Hileli iflas
HÜKÜM : Beraat

Gereği görüşülüp düşünüldü:

Sanığın yetkilisi olduğu …Madencilik Nakliyat ve Dış Ticaret Sanayii ve Ticaret Limited Şirketi’nin iflasına karar verildikten sonra iflas müdürlüğü tarafından iflas tarihinden önceki 3 yıla ait defter ve belgelerin ibrazı ve haczi kabil menkul malların teslim etmesi için yapılan muhtıra içerikli tebligata rağmen defter ve belgeleri ibraz etmeyen sanığın, bu şekilde tacir olmanın gerekli kıldığı dikkat ve özeni göstermeyerek 2004 sayılı İİK’nun 310/7. maddesi gereğince taksirli iflas suçunu işlediği iddia edilen somut olayda;

Türk Ticaret Kanununun 66 ve devamı maddelerine göre tacirler bir kısım defterleri tutmak zorunda olup, 5237 sayılı TCK’nın 161/1-b maddesindeki düzenlemeye göre ilgili defter ve belgelerin tevsik edileceği borçlunun mal varlığını kaçırmaya yönelik tasarruflarda bulunması halinde önem arz edeceği, borçlunun mallarını kaçırmaya yönelik gerçekleştirilmiş olan hileli bir tasarruf olmaksızın ilgili ticari defter, kayıt ve belgelerin istenildiği halde verilmemesinin hileli iflas suçunu gerçekleştirmek için başlı başına yeterli olmayacağı, sanığın ticari defter, kayıt veya belgeleri gizlemesi veya yok etmesi eyleminin, hileli tasarrufların ortaya çıkmasını önlemek için yapılmış olması gerekmesi karşısında; öncelikle sanıkdan özellikle şirkete ait ticari defter ve belgelerin tutulup tutulmadığı, tutuldu ise muhasebeci, şirket merkezi v.s. nerede olduğunun sorulması, savunma içeriğine göre defter ve belgelerin temininin sağlanmasına, ayrıca ticari defterlerin açılış ve kapanış onaylarının noter tarafından yapılması gerekmekte olup, şirketin merkezinde bulunan noterlerden şirkete ait ticari defterlerin açılış ve kapanış onaylarının yapılıp yapılmadığının, dolayısıyla şirketin en başından itibaren ticari defterlere sahip olup olmadığının ve sanığın savunmasının içeriğinin doğru olup olmadığının tespiti açısından sanığın şirketin kuruluş ve işleyişindeki durumları ilgili ticaret sicil memurluğu ve vergi dairesinden usulünce araştırılıp, tüm delil ve belgeler üzerinde Ticaret, İcra ve İflas Hukuku Öğretim üyesi ile Mali Müşavirden oluşan bilirkişi kurulu aracılığıyla inceleme yaptırılarak TCK.nun 161, 162. maddelerinde sayılan eylem ve işlemlerin bulunup bulunmadığı, alacaklıları zarara uğratma amacına yönelik eylem olup olmadığı duraksamaya yer vermeyecek şekilde saptanması, sonucuna göre sanığın hukuki durumunun tayini gerekirken yazılı şekilde beraatına hükmedilmesi,

Yasaya aykırı, katılan vekilinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebepten dolayı 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi uyarınca uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK.nun 321. maddesi gereğince BOZULMASINA, 18.10.2018 gününde oybirliği ile karar verildi.

MİRASIN REDDİ – VEKALETNAMEDE ÖZEL YETKİ BULUNMASI GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY
14. Hukuk Dairesi
ESAS:2016/2769
KARAR:2018/7782

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı tarafından, davalı aleyhine 08.01.2014 gününde verilen dilekçe ile mirasın hükmen reddi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 03.07.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:

K A R A R

Davacı, 27.02.2010 tarihinde vefat eden muris …’nın terekesinin borca batık olduğunun tespiti ile mirasın hükmen reddine karar verilmesini istemiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesinde, üç ay içinde dava açılmadığından mirasın zımnen kabul edilmiş sayılacağının, davacının davalı kurumu zarara uğratma kastının bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, TMK’nin 605/2. maddesi uyarınca mirasın hükmen reddine karar verilmiştir.
Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.

Dava, TMK’nin 605/2. maddesi gereğince açılan mirasın hükmen reddi istemine ilişkindir. Ölüm tarihinde miras bırakanın ödemeden aczi açıkça belli veya resmen tespit edilmiş ise, miras reddedilmiş sayılır (TMK m. 605/2). Mirasçılar Türk Medeni Kanununun 610. maddesinde yazılı aykırılık da bulunmadıkça yani zımnen mirası kabul etmiş duruma düşmüş olmadıkça her zaman murisin ödemeden aczinin tespitini isteyebilir. Türk Medeni Kanunu’nun 606. maddesinde belirtilen süre bu davada uygulanmaz. Dava alacaklılara husumet yöneltilerek görülür. Bu davada yetkili mahkeme ise alacaklıların davanın açıldığı zamandaki ikametgahı mahkemesidir. Ayrıca Türk Medeni Kanununun Velayet Vesayet ve Miras Hükümlerinin Uygulanmasına İlişkin Tüzüğün 39/2. fıkrası gereğince mirasın reddi yetkisini içeren özel vekaletname sunulması da zorunludur.

Mahkemece davanın kabulüne karar verilmesinde bir isabetsizlik yoktur. Ancak; davanın niteliği gereği davalı-alacaklıların, murisin terekesinin borca batık olduğunu bilmediği, bilmesinin mümkün olmadığı, yapılan yargılama sonrasında terekenin borca batık olup olmadığına karar verildiği göz önünde bulundurularak yargılama gideri ve harçtan davalının değil davacının sorumlu tutulması gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş ise de bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nın 438/7 maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle hüküm sonucunun 4. bendinin çıkartılarak yerine “davanın niteliği gereği yargılama giderinin davacı üzerinde bırakılmasına” yazılmak suretiyle düzeltilmesine, hükmün DÜZELTİLMİŞ ve değiştirilmiş bu şekli ile ONANMASINA, davalı kurum harçtan muaf olduğundan harç alınmasına yer olmadığına, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 14.11.2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

TASARRUFUN İPTALİ- TAŞINMAZ BEDELİNİN ÇEKLE ÖDENMESİ

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi
ESAS:2016/4705
KARAR:2018/11070

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tasarrufun iptali davasının yapılan yargılaması sonucunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davalılar …, … ve … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü;

-K A R A R-

Davacı vekili, müvekkilinin senet sebebiyle davalı borçlu …’tan alacaklı olduğunu, senedin vadesinde ödenmemesi üzerine alınan ihtiyati haciz kararı ile hacze gidildiğini, başlatılan … takibinin sonuçsuz kaldığını, borçlunun adına kayıtlı taşınmazları muvazaalı olarak diğer davalılar adına tescil ettirdiğini ve alacaklılarını zarara uğratma gayesi ile kötü niyetli olarak hareket ettiğini belirterek … ili, … ilçesi, … mah. 162 parsel, 166 parsel, 830 parseldeki davalı borçlu hissesinin diğer davalılara muvazaalı olarak yapılan satış işleminin iptaline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalılar …,… ve … vekili, aciz belgesi yokluğu nedeniyle dava şartı yokluğundan davanın reddini talep ettiklerini, müvekillerinin iyiniyetli 3. kişiler olduğunu, satışın gerçek olduğunu, davalılardan …’ün gayrimenkul bedelini banka aracılığı ile diğer iki davalı … ve İlhan’ın ise diğer davalı borçlu …’a çek vermek sureti ile satış bedelini ödediklerini belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece, iddia, savunma, yapılan yargılama, toplanan delillere göre; davanın kabulü ile … ili … ilçesi … Mahallesinde bulunan 162 parsel numaralı taşınmazın 1/90 hissesini borçlu … tarafından …’e satışına ilişkin temliki tasarrufun, … ili … ilçesi … Mahallesinde bulunan 166 parsel numaralı taşınmazın 4/523 hissesini borçlu … tarafından …’e satışına ilişkin temliki tasarrufun, … ili … ilçesi … Mahallesinde bulunan 830 parsel numaralı taşınmazın 408/33095 hissesini borçlu … tarafından …’e satışına ilişkin temliki tasarrufun hepsinin … 2. … Müdürlüğünün 2014/1698 sayılı takip dosyasındaki alacak ve ferileri ile sınırlı olarak İİK’nun 278 ve devamı maddeleri gereğince iptaline, davacı alacaklıya taşınmaz üzerinde cebri … yetkisi tanınmasına, dair karar verilmiş; hüküm, davalılar …, … ve … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
1-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davalı …’e yapılan satış açısından; satışın 01.07.2014 tarihinde yapılmış olması, dava dışı … … tarafından satıştan önce davalı borçlu …’a bedelin ödendiği iddia edilmişse de … … tarafından banka havalesinin davalı borçlu adına 30.04.2014 tarihinde herhangi bir açıklama kaydı düşülmeden yapılmış olmasına, ödemenin tapu devrinden dolayı yapıldığının anlaşılamamış olmasına göre; davalılar vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

2-Dava, İİK.’nun 277. vd. maddelerine dayalı tasarrufun iptali istemine ilişkindir. Davalı … ve …’e yapılan tapu devirleri 07.01.2014 tarihinde olup tapu bedelinin çekle ödendiği iddia edilmiştir.

…bankasına ait dava dışı … tarafından 10.10.2014 tarihinde keşide edilen 12.250,00 TL bedelli çek ciro yoluyla davalı …’e teslim edilmiş ve bu kişiden sonra davalı borçlu … tarafından ciro edilmiştir.

… Sakarya Şubesine ait… tarafından 20.11.2014 tarihinde keşide edilen 13.000,00 TL bedelli çek ciro yoluyla davalı …’e teslim edilmiş ve bu kişiden sonra yapılan cirolar tespit edilemediğinden mahkemece …’la yazışma yapılmış, gelen cevapta ibraz eden ve bedeli çeken kişi ile ilgili bilgilerin … Bankasından sorulması gerektiği belirtilmiş, … Bankasına yazılan yazıya verilen cevapta ise çekin önlü arkalı fotokopisi gönderildiğinde bilgi verilebileceği belirtilmiştir.

Çekte vade olmamakla birlikte ticari hayatta çeklerinde bono gibi vadeli kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Davalı 3. kişiler … ve …’in çeki ciro yoluyla aldığının anlaşılmasına göre borçluya teslim ettikleri ve tapu bedelini bu şekilde ödediklerine yönelik iddiaları hakkında yeterli araştırma yapılmamıştır. Bu durumda mahkemece çeklerin kim tarafından bankaya ibraz edildiği ve çek bedellerinin kime ödendiği kesin olarak tespit edildikten sonra, dava konusu tasarrufun İİK’nun 278, 279, 280 maddeler gereğince iptale tabi olup olmadığı değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik incelemeye dayalı hüküm tesisi isabetli görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalılar …, … ve … vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalılar …, … ve … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA ve peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalılar …, … ve …’e geri verilmesine, 21/11/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

TAZMİNAT DAVALARINDA CEZA ZAMANAŞIMININ UYGULANMASI

TAZMİNAT DAVALARINDA CEZA ZAMANAŞIMININ UYGULANMASI

ANLATIM DÜZENİ :
I. İLGİLİ YASA HÜKÜMLERİ
II. CEZA ZAMANAŞIMININ UYGULANMA KOŞULLARI
III.CEZA MAHKEMESİ KARARLARININ HUKUK MAHKEMESİNE ETKİSİ
IV.HUKUK HAKİMİNİN CEZA MAHKEMESİ KARŞISINDA DURUMU
V.CEZA DAVASI ZAMANAŞIMI SÜRELERİ
VI.KUSURA DAYANMAYAN SORUMLULUKTA CEZA ZAMANAŞIMININ UYGULANMASI
VII.CEZA ZAMANAŞIMININ BAŞLANGICI VE KESİLMESİ

KONUYA GENEL BAKIŞ

Haksız eylemlerle ilgili tazminat davalarında uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanmasının yasal dayanağı, Borçlar Kanunu 60/2. maddesi olup, bu uygulama, bazı ayrık durumlar dışında, çoğunlukla (suç sayılır) haksız eylemi işleyenler hakkındadır. Eylemi işleyenler, genellikle varlıksız ve ödeme gücü zayıf kişiler olduklarından, eylemden zarar görenlere, uzamış (ceza) zamanaşımı fazla bir yarar sağlamamaktadır.
Malca sorumlu (adam kullanan) özel ve tüzel kişilere uzamış (ceza) zamanaşımının uygulandığı iki yer vardır :
Bunlardan birincisi, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu hükümleridir. Yasanın çeşitli maddelerine göre “işleten, sürücü ve yardımcılarının kusurundan kendi kusuru gibi sorumlu” olduğundan, işleten, girişimci, araç sahibi ve işleten sayılanlar ile sigortacı ayrım gözetilmeksizin uzamış zamanaşımı süresi içerisinde dava edilebilmektedirler.
Uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanabildiği ikinci yer TCK. 465. maddesi olup, bu maddeye göre “Bir kimsenin veya bir şirketin hizmetinde bulunanlar tarafından görev ve hizmet sırasında işlenen TCK. 455-459. maddelerindeki suçlardan dolayı hükmedilecek tazminattan o kimse ve şirket malca sorumlu olur.” Yasanın bu hükmüne göre, suç sayılır eylemi işleyen “çalışanlar” ile malca sorumlu ” çalıştıranlar” hakkında aynı zamanaşımı (uzamış ceza zamanaşımı) süresinin uygulanması gerekir ise de, Yargıtay’ın (şimdilik) süregelen tutumu yüzünden TCK. 465. maddesine dayanılarak malca sorumlu olanlardan (ceza veya hukuk mahkemesinde) tazminat istemi, ceza davasının devamı süresine bağlı tutulmakta; ceza davası sonuçlandıktan sonra, (eylemi işleyenler hakkında ceza zamanaşımı etkinliğini korumakla birlikte), malca sorumlular hakkında artık bu süreden yararlanılamayacağı biçiminde bir uygulamada direnilmektedir. Böylece çalışan için ayrı, çalıştıran için ayrı zamanaşımı süreleri benimsenerek, yerleşik kararlardaki “ceza zamanaşımından yararlanılması için eylemin suç niteliği yeterli olup, ayrıca ceza kovuşturması yapılıp yapılmadığına ve ceza davası açılıp açılmadığına bakılmayacağı” biçimindeki görüşlere ters, çelişkili bir uygulama sürdürülmektedir.
Uzamış ceza zamanaşımının uygulanabileceği bir başka yer, son eğilimlere göre, organların suç sayılır eylemlerinden dolayı zarar görenlerin tüzel kişilere karşı açacakları tazminat davalarıdır.

Aşağıdaki bölümlerde uzamış (ceza) zamanaşımının yasal dayanakları, uygulanma koşulları, ceza mahkemesinin hukuk davalarına etkileri, hukuk hakiminin ceza mahkemeleri karşısında bağımsızlığının sınırları, ceza davası zamanaşımı süreleri, bu sürelerin başlangıcı ve kesilmesi, malca sorumlular hakkında uzamış (ceza) zamanaşımının hangi koşullarda uygulanabileceği, tüzel kişilerin organlarının ceza sorumlulukları gibi konular ayrıntılarıyla ve Yargıtay kararlarından örneklerle açıklanacak, incelenecektir.
Bu uzun yazı, uygulamada karşılaşılan zorlukları ve bilgi eksiklerini gidermek amacıyla hazırlanmış, ayrıntılara girilmiş, hemen her sorunun karşılığı verilmeye çalışılmıştır. Eğer, bir çok ülkede olduğu gibi, bizde de eskimiş yasa hükümleri çağın gereklerine uygun biçimde değiştirilmiş olsaydı, özellikle haksız eylemlerle ilgili zamanaşımı süreleri artırılsaydı, bu uzun yazıya ve bu yazı içindeki ayrıntıları anlamaya, kavramaya ve bunun için zaman harcamaya hiç gerek kalmayacaktı.

BİRİNCİ BÖLÜM
İLGİLİ YASA HÜKÜMLERİ

1- Borçlar Yasası 60/2. maddesi :
Haksız eylemden doğan tazminat davalarına ilişkin zamanaşımı süresi, Borçlar Yasası’nın 60. maddesi 1. fıkrasında “zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği günden başlayarak bir yıl ve zararı doğuran eylemin işlendiği günden başlayarak on yıl” olarak açıklandıktan sonra,2.fıkrada “Tazminat davası, ceza yasaları uyarınca daha uzun süreli zamanaşımına bağlı cezayı gerektiren bir eylemden doğmuşsa, kişisel davaya o zamanaşımı uygulanır.” hükmü yer almıştır.
Buna göre, haksız eylemin ceza yasaları gereğince suç niteliği varsa ve ceza yasaları bu eylem için daha uzun bir zamanaşımı süresi öngörmüşse ve bu süreler Borçlar Yasası m.60/1’deki sürelerden daha uzun ise, tazminat davasına ceza yasasındaki veya özel yasalardaki daha uzun olan zamanaşımı süreleri uygulanacaktır.
Borçlar Yasası m.60/2.’de genel olarak “ceza yasaları” denilmesine göre, zararlandırıcı eylemlere uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanmasında, yalnızca Türk Ceza Kanunu hükümleri değil, başka özel yasalardaki suç niteliği taşıyan eylemlere uygulanacak hükümler de gözönünde bulundurulacaktır
Borçlar Yasası m.60/2 ‘deki hükmün anlam ve amacı, öğretide ve yargısal inançlarda, ceza sorumluluğunun hukuk sorumluluğundan daha ağır olduğu, haksız eylemi işleyenin daha ağır sorumluluğu sürerken daha hafif olan sorumluluğunun sona ermesinin doğru olmayacağı, haksız eylem Devletçe izlendiği sürece zarar gören kişilerin tazminat davalarının zamanaşımına uğramasının anlamsız olacağı; ceza davasına katılma yoluyla kişisel hak isteme olanağı bulunmasına göre, bu hakkın hukuk mahkemesinde açılacak tazminat davasında da korunması gerektiği biçiminde açıklanmış; Yargıtay 7.12.1955 gün 17/26 sayılı İçtihadı Birleştirme kararında: ” Ceza davası devam ettiği sürece zarar görenin ceza mahkemesinden tazminat isteyebileceği ve haksız eylemin Devlet tarafından izlenmesi mümkün oldukça tazminat davasını kabul etmemenin anlamsız olacağı” görüşü yer almıştır.[1]
Yargıtay’ın yerleşik kararlarında belirtildiği ve öğretide de benimsendiği üzere, tazminat davalarına daha uzun süreli ceza davasına ilişkin zamanaşımının uygulanması için, eylemi işleyen hakkında ceza kovuşturması yapılmış ya da hükümlülük kararı verilmiş bulunması gerekli olmayıp, yalnızca haksız eylemin suç niteliği taşıması yeterli görülmüştür.[2]
Eğer ortada ceza kararı yoksa, hukuk hakimi, haksız eylemin (aynı zamanda) suç olup olmadığını inceleyecek ve koşulları varsa Borçlar Yasası m.60/2. uyarınca uzamış (ceza) zamanaşımı sürelerini uygulayacaktır.[3]
Uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanma koşulları aşağıda ilgili bölümünde ayrıntılı olarak incelenecek ve açıklanacaktır.
2- 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu 109/2. maddesi :
2918 sayılı KTK.nun 109. maddesi 1. fıkrasında “Motorlu araç kazalarından doğan maddi zararların giderilmesine ilişkin istemler, zarar görenin, zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği günden başlayarak iki yıl ve herhalde kaza gününden başlayarak on yıl içinde zamanaşımına uğrar.” denildikten sonra, 2.fıkrasında “Dava, cezayı gerektiren bir eylemden doğar ve ceza kanunu bu eylem için daha uzun bir zamanaşımı süresini öngörmüş bulunursa, bu süre maddi tazminat istemleri için de geçerlidir.” hükmü yer almıştır.
Borçlar Yasası’nın 60/2. maddesine koşut ve onunla uyumlu KTK.109/2. maddesinin B.K. 60/2. maddesinden ayrı ve daha geniş bir uygulama alanı bulunduğu unutulmamalıdır. Şöyle ki :
a) Borçlar Yasası 60/2.maddesi (TCK.465. maddesindeki ayrık hüküm dışında) yalnızca haksız eylemi işleyenler hakkında uygulanır. [4]
b) Buna karşılık KTK.109/2. maddesi, yalnızca eylemi işleyenlere (sürücü ve yardımcılarına) değil, yasanın m.85/son hükmü gereği aracın işletilmesinden çıkar ve yarar sağlayan işleten, araç maliki, girişimci, onarımcı, aracı, satıcı v.b. ile yasanın 88. maddesi ile Sigorta Genel Şartları 17/2.maddesi nedeniyle sigortacıya da uygulanır. Kısaca 2918 sayılı KTK.m.109/2’deki uzamış (ceza) zamanaşımı motorlu araçlarla ilgili tüm sorumlular için geçerlidir.
3- Türk Ceza Kanunu 465. maddesi :
Borçlar Kanunu 55. maddesine oranla özel bir hüküm içeren TCK.465. maddesine göre “Bir kimsenin veya bir şirketin hizmetinde bulunanlar tarafından vazife ve hizmet sırasında işlenen 455. ve 459. maddelerde yazılı cürümlerden dolayı hükmedilecek tazminattan o kimse veya şirket malca sorumludur.”
Yasanın bu hükmü pek az bilinmekte, malca sorumlulara karşı açılacak tazminat davalarında, zarar görenlerin, B.K.m.60/1’deki bir yıllık süreden daha uzun bir süreden yararlanabilecekleri hususu gözden kaçırılmaktadır. Öte yandan 465. madde için söz konusu olanın bir uzamış (ceza) zamanaşımı mı, yoksa ceza davası süresince kullanılabilen bir hak mı, bir fırsat mı olduğu tartışılmakta ve henüz açıklığa kavuşmamış bulunmaktadır.
İleriki bölümlerde TCK. 465. maddesi enine boyuna incelenecek; özellikleri, uygulanma koşulları ve buna ilişkin görüşler, tartışmalar ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
4- Türk Ceza Kanunu 102. maddesi :
Borçlar Yasası m.60/2’deki “ceza yasaları uyarınca daha uzun süreli zamanaşımı” için kısaca “ceza zamanaşımı” denilmekte ise de, bu deyiş yanlıştır. Doğrusu “ceza davası zamanaşımı” olacaktır. Çünkü T.C.K.nun 102.maddesinde sözkonusu olan “ceza davası zamanaşımı”dır. Yasanın 112. maddesindeki “ceza zamanaşımı” ise cezaları ortadan kaldıran sürelerdir. Yargıtay 3.6.1942 gün ve 1941/36 E. 1942/15 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği üzere, 102. maddede çeşitli suçlara ilişkin “kamu davası açma süreleri” ve 112. maddede cezaları ortadan kaldıran süreler (hükmedilen cezaların zamanaşımına uğrama süreleri) gösterilmiştir.
T.C.K. 102. maddesinin ilk dört bendinde cürümlere ve son iki bendinde kabahatlere ilişkin cezalar bölümlendirilmiş ve kamu davasını ortadan kaldıran süreler sıra ile 20,15,10,5 yıl ve 2 yıl ile 6 ay olarak belirlenmiştir. Bu süreler, eyleme kişileştirme sonucu verilen ceza miktarına göre değil, eylemin uyduğu maddede öngörülen cezanın yukarı haddine göre belirlenecektir. Yukarda anılan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında “dava zamanaşımı, mahkemece belirtilen ve hükmolunan ceza miktarına göre değil, T.C.K. m. 102’nin her bendinde sıralandığı üzere cürümlerin ve kabahat eylemlerinin gerektirdiği cezalara göre hesaplanmalıdır.” denilerek cezaların üst sınırı (tavan) üzerinden hesaplanacağı vurgulanmıştır. [5]
Daha açık bir anlatımla, ceza davası zamanaşımı, mahkemece ağırlatıcı veya hafifletici nedenler dikkate alınarak hükmedilen (kişisel) ceza süresine göre değil, m.102’de ayrı ayrı gösterilen üst (tavan) süreler üzerinden hesaplanacaktır.
Ceza davası zamanaşımının başlangıcı ise, T.C.K. 103. maddesine göre suçun işlendiği gün olacaktır.[6]
Belirtelim ki, B.K. m. 60/2.’deki zamanaşımı bir hukuk kurumu olup, yalnızca süre açısından ceza kanunu ile ilgilendirilmiştir. Bunun dışında zamanaşımını durduran ve kesen nedenler yönünden T.C.K. m.102 ve 105/107 değil, B.K. m.132/137 uygulanacaktır.[7]

İKİNCİ BÖLÜM

CEZA ZAMANAŞIMININ UYGULANMA KOŞULLARI
Öğretide ve Yargıtay kararlarında benimsendiği üzere, tazminat davalarına daha uzun süreli ceza davasına ilişkin zamanaşımının uygulanması için, haksız eylemin yalnızca suç niteliği taşıması yeterli görülmüş; ayrıca eylemi işleyen hakkında ceza kovuşturması yapılmış ve mahkumiyet kararı verilmiş olması koşulu aranmamıştır. [8]
Eğer suçun işlendiğine veya işlenmediğine ilişkin ceza mahkemesinin kesin bir kararı varsa, hukuk hakimi bu karara uyacak; böyle bir karar yoksa veya kanıt yetersizliği nedeniyle ya da suç kastı bulunmadığı gerekçesi ile aklama (beraat) kararı verilmişse, hukuk hakimi, haksız eylemin suç niteliğini doğrudan araştıracaktır.[9]
Borçlar Yasası 53. maddesine göre : “Hakim kusur bulunup bulunmadığına veya haksız eylemi işleyenin ayırtım gücüne sahip olup olmadığına karar vermek için, ceza hukukunun sorumluluk kurallarıyla bağlı olmadığı gibi, ceza mahkemesince verilen aklama (beraat) kararıyla da bağlı değildir. Bundan başka, ceza mahkemesinin kararı, kusurun değerlendirilmesi ve zarar tutarının saptanması konularında da hukuk hakimini bağlamaz.”
Görüldüğü gibi, yasa hükmü ile hukuk hakimi, ceza mahkemesi kararları karşısında bağımsız kılınmış; ceza mahkemesince haksız eylemin suç niteliği saptanmamışsa, hukuk hakimine bunu kendiliğinden ve özgürce araştırma ve sonucuna göre karar verme yetkisi tanınmıştır.[10]
Hukuk hakiminin bu yetkisi ile ceza mahkemesi kararlarının tazminat davalarına etkisi ve buna göre uzamış ceza zamanaşımından yararlanma olanakları daha sonra incelenmek üzere, aşağıda Borçlar Yasası m.60/2. hükmüne göre ve Yargıtay kararlarından örneklerle ceza zamanaşımının uygulanma koşulları sırasıyla ele alınmıştır. Buna göre :
1- Uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanabilmesi için, haksız eylemin aynı zamanda suç niteliğinde olması gerekir.
B.K. m.60/2’de “cezayı gerektiren bir eylem” koşulu yer almıştır. Ceza zamanaşımının uygulanması için eylemin suç olması gerekmektedir. Suç niteliğinin araştırılmasında yalnız Türk Ceza Kanunu hükümleri değil, özel yasalarda yer alan ceza hükümleri de gözönünde bulundurulacaktır. Bu konuda ortaya çıkan sorun, eylemin suç olduğunun ceza hakiminin kararıyla mı saptanacağı, yoksa hukuk hakiminin de (ceza mahkemesi kararı bulunsa bile) ayrıca eylemin suç unsurunu araştırma ve değerlendirme yetkisi olup olmadığı, eylemin suç niteliğini araştırmada nasıl bir yol izleneceği ve ceza zamanaşımını uygulama koşullarının nasıl belirleneceğidir. B.K. 60/2. maddesinin yazılış biçimine göre bir kararla (ceza mahkemesi kararıyla) eylemin suç olduğunun saptanmış bulunmasına gerek yoktur. Eylem, objektif (nesnel) olarak cezayı gerektiriyorsa ceza zamanaşımı uygulanacaktır. Eylemi işleyen hakkında ceza verilmiş olması ya da ceza soruşturmasına başlanmış bulunması önemli değildir.[11]
2- Ceza zamanaşımı daha uzun süreli olmalıdır.
Ceza davası zamanaşımı süresi, B.K. 60/1. maddesindeki bir ve on yıllık süreden daha kısa ise, ceza zamanaşımından söz etmenin bir anlamı ve yararı olmayacaktır. Ceza zamanaşımı süresi bir yıllık süreden fazla on yıllık süreden az ise ceza zamanaşımı yalnız bir yıllık süreyi etkileyecek ve onu uzatacaktır. Örneğin ceza zamanaşımı süresi 5 yıl ise m.60/1’deki bir yıllık süre 5 yıl olarak kabul edilecek, ancak on yıllık süre aynı kalacaktır. Buna karşılık ceza zamanaşımı süresi on yıldan fazla, örneğin 15 yıl ise, her iki süre de 15 yıl olarak dikkate alınacaktır. Yargıtay 4. HD. 26.3.1990 gün 6349-2546 sayılı kararında denildiği gibi “Borçlar Yasası 60. maddesinin 2. fıkrasının uygulanabilmesi için tazminata konu eylemin suç teşkil etmesi yanında Ceza Yasası gereğince daha uzun bir zamanaşımına tabi bir cezayı gerektirmesi zorunludur.”[12]
3- Ceza davası zamanaşımının uygulanması için haksız eylemin yalnızca suç niteliğinde olması yeterli olup, eylemi işleyen hakkında ceza davası açılmış olması veya mahkumiyet kararı verilmiş bulunması gerekli değildir.
Zarar görenin, B.K. 60/2. maddesindeki uzamış (ceza) zamanaşımından yararlanabilmesi için, haksız eylemin suç niteliğini taşımasının yeterli olacağı, ayrıca eylemi işleyen hakkında ceza kovuşturması yapılmış veya mahkumiyet kararı verilmiş olup olmaması koşulunun aranmayacağı öğretide ve yargısal inançlarda benimsenmiş, yerleşmiştir. Bu son derece doğaldır. Çünkü madde metninde, ceza mahkemesi kararı ve hükümlülükten söz edilmeyip “ceza yasaları uyarınca daha uzun süreli zamanaşımına bağlı cezayı gerektiren eylem” tanımı yapılmıştır. Mahkemenin ve davanın türü ne olursa olsun, görevli hakim, hükme esas alınacak yasa maddesini araştırmak ve uygulamakla yükümlüdür; bunun için ceza veya özel hukuk ayrımı yapılamaz (HMUK.m.76). Bu nedenle hukuk hakimi, incelemekte olduğu tazminat davasında eylemde suç niteliği görmüşse, kuşkusuz ceza yasasının ilgili hükmünü uygulayacak ve zamanaşımı savunması karşısında, eğer koşulları varsa, ceza kovuşturması yapılmış veya yapılmamış, ceza mahkemesinde dava açılmış veya açılmamış, hüküm verilmiş veya verilmemiş olmasına bakmayarak uzamış (ceza) zamanaşımını dikkate alacaktır.

Yargıtay’ın çeşitli kararlarında belirtildiği üzere:
Tazminat davalarına daha uzun süreli ceza davasına ilişkin zamanaşımının uygulanması için, eylemi işleyen hakkında ceza davasının açılmış veya mahkumiyet kararı verilmiş bulunması gerekli değildir; yalnızca cezalandırılabilir bir eylemin suç niteliğini taşıması yeterlidir. (Y.HGK. 18.11.1981 gün ve E. 1979/4-231, K.1981/744 ,52 yılı kararı, YKD.1982/6-766)
“Suç sayılan bir haksız eylemi işleyen kişiye karşı açılan tazminat davasına uygulanacak zamanaşımı Borçlar Yasasının 60. maddesinin 2. fıkrasında açıklandığı üzere ceza zamanaşımıdır. Bu nitelikteki eylemlere o maddenin 1. fıkrasında yazılı bir yıllık zamanaşımı uygulanmaz. Bu ana kuralın uygulanması için haksız eylemden sonra ceza davasının açılmış olup olmaması araştırılmaz. Yasanın bu kuralı salttır. Aynı zamanda, işlenmiş olan bu haksız eylemden ötürü Cumhuriyet Savcılığınca açılması gerekli ceza davasına katılınmadığı bildirilerek karar verilmiş olması da bu sonucu değiştirmez. Çünkü, cezayı gerektiren haksız eylemden dolayı kamu davası için hiçbir işlem yapılmaması dahi aynı sonucu doğurur.” (Y.4.HD. 6.1.1976 gün ve E.75/4858, K. 76/74 sayılı kararı,YKD.1977/2-190)
“B.K. nun 60/2. maddesinde öngörülen uzamış ceza zamanaşımının uygulanabilmesi için, eylemi işleyen hakkında ceza davası açılmış olması şart olmayıp, sadece haksız eylemin ceza hukuku bakımından suç olması yeterlidir.” (4.HD.20.9.1979 gün ve 4725-9975 sayılı kararı ,YKD.1980/8-1082) [13]
“Tazminat davasının ceza kanunları gereğince süresi daha uzun zamanaşımına tabi cezayı gerektiren bir eylemden doğmuş olması halinde o zamanaşımının mutlak surette uygulanması gerekir. Ceza zamanaşımının uygulanabilmesi için, haksız eylemin sadece suç niteliğinde bulunması yeterlidir.” (4.HD. 25.1.1990 gün 89/6101-90/285 sayılı kararı, YKD.1990/4-535)
4- Şikayete bağlı suçlarda belli süre içinde şikayette bulunulması veya hiç bulunulmaması şart değildir.
Takibi şikayete bağlı suçlarda (T.C.K. m.99 ve 108), şikayet süresinin geçirilmiş olması nedeniyle ceza davasının açılamaması, bu suça ait ceza zamanaşımının tazminat davasına uygulanmasına engel değildir. Çünkü şikayet, ceza kovuşturmasının bir şartıdır ve bir cezalandırılabilme şartı değildir. Kovuşturma şartı eksik olsa dahi yine suç vardır, ancak bir kovuşturma konusu olamayacaktır.[14]
Hiç şikayette bulunulmasa bile, eğer haksız eylem aynı zamanda suç niteliği taşıyorsa, açılan maddi ve manevi tazminat davasında hukuk hakimi, Borçlar Kanunu m.53 hükmü uyarınca, eylemin suç niteliğini araştıracak; koşulları varsa uzamış (ceza) zamanaşımını gözönünde bulunduracaktır.
Öte yandan C. Savcılığına verilen dilekçede, şikayetten vazgeçildiğinin bildirilmiş olması, kişisel haktan vazgeçildiği sonucunu doğurmaz. Yargıtay’ın bir kararında açıklandığı üzere:” Tutuklu bulunan sanıkların tahliyelerini kolaylaştırmak amacıyla “sanıklar hakkında şikayetçi olunmadığının” bildirilmesi, kişisel haktan vazgeçildiği anlamına gelmez. Davacı “müdahil” olarak davaya katılmayı sürdürdüğüne ve “kişisel haklarını saklı tuttuğunu” bildirdiğine göre hukuk mahkemesinde açılan tazminat davasının reddi doğru değildir. Öte yandan şikayetten vazgeçme bildirimiyle ceza davası düşmediğine göre olayda TCK. nun 111. maddesinin uygulanma olanağı yoktur. Bu nedenle işin esası incelenip istek doğrultusunda karar verilmesi gerekir.”[15]
5- C. Savcılığının takipsizlik kararı da ceza zamanaşımının uygulanmasına engel değildir.
İşlenmiş olan bir haksız eylemden ötürü Cumhuriyet Savcılığınca hiçbir işlem yapılmamış olması veya takipsizlik kararı verilmesi, suç niteliğinin araştırılmasına ve koşullar oluşmuşsa ceza zamanaşımının uygulanmasına engel değildir. Çünkü “Savcılıkça verilen takipsizlik kararı, nitelikçe suçun işlenmediği değil, işlenmiş olan suça göre açılacak davaya katılınmadığı ilkesine dayandığından, zamanaşımından davanın reddi ve uzamış (ceza) zamanaşımının gözardı edilmesi doğru değildir. [16]
Şunu da ekleyelim ki, C. Savcılığınca verilen takipsizlik kararları, teknik anlamda bir hüküm olmadığından, hukuk hakimini bağlamaz. Bu nedenle, açılan tazminat davasında eylemin suç olup olmadığını ve uzamış ceza zamanaşımının uygulanıp uygulanmayacağını hukuk hakimi değerlendirecektir.[17]
6- Ceza ehliyeti olmayanlar hakkında da uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanır.
Ehliyetsizlik nedeniyle kamu davasının düşmüş olması, ceza ehliyeti olmayan hakkında uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanmasına engel değildir.
Yargıtay’ın bir kararının konusunu oluşturan olayda, haksız eylemi işleyen davalı küçüğün her ne kadar ceza ehliyeti yoksa da, işlemiş olduğu eylemin suç teşkil etmesi nedeniyle hakkında daha uzun olan ceza zamanaşımının uygulanması gerekeceği, hakkında B.K. 54. maddesi hükmü gözetilerek karar verileceği sonucuna varılmıştır.[18]
Bir başka Yargıtay kararında açıklandığı üzere “Orman yangınına sebebiyet vermek suçundan haklarında kamu davası açılan küçüklerin ayırtım gücü bulunmadığı anlaşılarak ceza uygulanamayacağı kararı verilmiş olmakla birlikte, haklarında TCK. m.54/1. uyarınca aynı yasanın 53. maddesi uygulanacağı sonucuna varılmış; daha sonra hukuk mahkemesinde açılan tazminat davasında, davalıların yangının çıkması ile ilgileri bulunmadığı gerekçesi ile davanın reddedilmesi üzerine, karar şu gerekçelerle bozulmuştur:Sanıklar ayırtım gücünden yoksun olsalar bile, suç işlediklerine ilişkin yeterli kanıt varsa kamu davası açılması zorunludur.Kamu davasına bakan ceza hakimi, toplayacağı delillere göre, sanıkların kendilerine yüklenen eylemi işledikleri sonucuna varmış, ancak ayırtım gücünden yoksun olduklarını gözetip TCK. nun 54. maddesi 1. fıkrası uyarınca ceza uygulamasına gerek bulunmadığına karar vermiştir. O halde davalıların üzerlerine atılı eylemi işlediklerine ilişkin kesinleşmiş mahkeme kararı vardır. Bu karar Borçlar Kanununun 53. maddesi hükmüne göre hukuk hakimini de bağlar.[19]

7- Mirasçılara karşı açılan davada da uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanır.
Eylemi işleyen hakkında kamu davasının açılmış olması veya mahkumiyet kararı verilmiş bulunması gerekli olmadığı gibi, sanığın mahkumiyet kararından sonra ölmüş olması durumu da ceza davası zamanaşımının uygulanmasına engel değildir. Çünkü mirasçılar ölenin külli halefidirler.
“Borçlar Yasasının m. 60/2. hükmü, tazminat davasının ceza kanunları gereğince süresi daha uzun zamanaşımına tabi cezayı gerektiren bir eylemden doğmuş olması halinde o zamanaşımının mutlak surette uygulanmasını öngörmektedir. Davaya konu olan olayda zararı doğuran eylem cezayı gerektirmekte ise uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanacaktır. Ancak, haksız eylemi işleyenin ölmüş bulunması karşısında üzerinde durulacak yön, daha uzun olan ceza zamanaşımının onun mirasçıları hakkında uygulanıp uygulanmayacağıdır. Yargıtay’ın çok sayıda, yerleşik kararlarında belirtildiği üzere, ceza zamanaşımının uygulanabilmesi için haksız eylemin sadece suç niteliğinde bulunması yeterlidir. Eylemi işleyen hakkında kamu davasının açılmış olması veya mahkumiyet kararı verilmiş bulunması gerekli olmadığı gibi, sanığın mahkumiyet kararından sonra ölmüş olması hali de buna engel değildir. Çünkü mirasçılar ölenin külli halefidirler. Medeni Hukuk bakımından miras bırakandan daha iyi bir hukuki duruma malik değildirler.[20]
Haksız eylemi işleyenin daha başlangıçta ölmüş olması ve C. Savcılığınca “ölüm nedeniyle takipsizlik kararı” verilmesi ya da kovuşturma yapılıp dava açıldıktan sonra, ölüm nedeniyle kamu davasının düşmesi durumlarında da, hukuk mahkemesinde mirasçılara karşı açılan tazminat davasında, suç niteliğindeki haksız eylemden zarar görenler uzamış (ceza) zamanaşımından yararlanabileceklerdir.

8- Kamu davasından vazgeçmenin hukuk mahkemesine etkisi :
Suçtan zarar gören “ kişisel haklarını saklı tutarak” ceza davasından vazgeçmiş ve bu yüzden kamu davası düşmüş ise, bu durum hukuk mahkemesinde açacağı tazminat davasını etkilemez ve uzamış (ceza) zamanaşımından yararlanmayı engellemez. Bu konuyu yukarda şikayete bağlı suçlar yönünden inceledik. Burada kamu davası yönünden daha geniş biçimde ele almak istiyoruz. Yargıtay’ın çok sayıda kararlarından seçtiğimiz birkaç örnek aşağıda özetlenmiştir.Bu kararlara göre
“Davacının ceza dosyasındaki vazgeçmesi sadece sanığın cezalandırılmasını önlemeye yönelik olup, vazgeçme ile ceza davası düşmüş olsa dahi TCK. 111.maddesinin amacı itibariyle bu vazgeçme, tazminat istemi yönünden hukuki sonuç doğurmaz. Bir başka anlatışla, davacının isteyebileceği tazminat bakımından davalıyı ibra ettiği sonucuna varılamaz. Bu sebeple davanın esasına girilip hasıl olacak sonucuna göre bir karar vermek gerekir.” (Y.11.HD.20.12.1993 gün 2305-8526 sayılı kararı)
“Türk Ceza Kanununun 111. maddesine göre, kamu davasının düşmesi, cürümden zarar gören şahsın davadan vazgeçmiş olmasından ileri gelmiş ve vazgeçtiği sırada davacı “kişisel hakkını ayrıca saklı tutmamış ise” artık hukuk mahkemesinde dahi dava açamaz. Görülüyor ki, zarar görenin hukuk davası dışında vazgeçmesinin hukuki sonuç doğurabilmesi için hem “vazgeçme kamu davası açıldıktan sonra hakim önünde gerçekleşmeli” ve hem bu vazgeçmeyle kamu davası düşmelidir.” (HGK. 7.12.1988 gün ve E. 4/78, K. 992 sayılı kararı)
“Öte yandan, ceza davasındaki vazgeçmenin hukuk mahkemesinde açılan tazminat davalarına etkisi, 2918 sayılı KTK.nun 111. maddesi nedeniyle azaltılmıştır. Anılan maddeye göre “Karayolları Trafik Yasasından kaynaklanan hukuki sorumlulukları ortadan kaldıran ya da daraltan anlaşmalar geçersizdir.” Buna göre “ibraname başlıklı belge ve ceza davasında şikayetten vazgeçilmiş olması davacının tazminat istemini ortadan kaldırmaz.” 2918 sayılı KTK.nun 111. maddesinin yanı sıra”, TCK. 111. maddesine göre de ceza mahkemesindeki vazgeçmenin hukuk mahkemesindeki tazminat davasını etkilemesi, ancak iki şartın birlikte gerçekleşmesi ile mümkündür. Bunlardan ilki vazgeçme nedeniyle ceza davasının düşmüş olması, ikincisi de kişisel hakların saklı tutulması ya da tutulmamasıdır. Dava konusu somut olayda ceza davası vazgeçme ile düşer nitelikte bulunmadığına göre, ikinci şartın gerçekleşmesini (kişisel hakların saklı tutulup tutulmadığını ) aramaya gerek kalmamıştır.” (4.HD. 26.04.1999 gün 1970-3687 sayılı kararı)[21]
“Özellikle davacının ceza kovuşturması sırasında davalı hakkındaki şikayetinden vazgeçmesi kişisel hakkından feragat niteliğinde bulunmadığından davalının temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.” (19.HD. 13.4.1993 gün E. 92/18731, K. 93/2776 sayılı kararı)
“TCK. m.111 hükmüne göre kamu davasının düşmesi suçtan zarar gören kişinin davadan vazgeçmiş olmasından ileri gelmiş ve vazgeçtiği sırada davacı “kişisel haklarını” ayrıca saklı tutmamış ise, artık hukuk mahkemesinde dava açamaz.” (4.HD.20.6.1988 gün 4627-5626 sayılı kararı)
Buna karşılık , kişisel haklar saklı tutularak vazgeçilmişse, bu yüzden kamu davasının düşmesi, hukuk mahkemesinde açılacak tazminat davasında uzamış (ceza) zamanaşımından yararlanmayı engellemeyecektir.[22]

9- Cezaların ertelenmesi veya özel af, uzamış (ceza) zamanaşımını etkilemez.
Genel af yasaları dışında, en son yürürlüğe giren 21 Aralık 2000 gün ve 4616 sayılı yasanın uygulanmasında olduğu gibi cezaların ertelenmesi veya özel af, hukuk mahkemesinde açılan maddi ve manevi tazminat davalarında uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanmasına engel değildir.

10- Ceza davasının sona ermesi, ceza zamanaşımının uygulanmasına engel değildir.
Çoğu kez, ceza zamanaşımından yararlanma ile ceza zamanaşımını “kesme” amacıyla kamu davasına katılıp “kişisel hak istenmesi” karıştırılmaktadır. Oysa yukardan beri gördük ki, zarar görenin hukuk mahkemesinde açacağı tazminat davasında uzamış (ceza) zamanaşımından yararlanabilmesi için tek koşul “haksız eylemin suç niteliğini taşıması” olup, haksız eylemi işleyen hakkında hiç ceza kovuşturması yapılmamış, kamu davası açılmamış ve mahkumiyet kararı verilmemiş olması uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanmasına engel değildir.
Şu halde, ceza davasının sona ermiş bulunması da uzamış (ceza) zamanaşımından yararlanmayı engellemeyecektir.
Yargıtay 4. HD. 11.3.1985 gün 1153-2000 sayılı kararında belirtildiği gibi: “Eylem suç niteliğinde olup davalı tedbirsizlik ve dikkatsizlikle yangına sebebiyetten ceza mahkemesinde hüküm giymiştir. Bu durumda, Borçlar Kanunu’nun 60/2. ve TCK. 102/4 maddeleri uyarınca olayda uygulanması gereken zamanaşımı beş yıllık ceza zamanaşımıdır. Bir yıllık sürenin geçtiğinden söz edilerek davanın reddedilmiş olmasında isabet bulunmamaktadır.”[23]
Borçlar Yasası 60/2. maddesi kesin bir kural içermektedir. Suç sayılan haksız eylem hakkında hiçbir işlem yapılmaması, herhangi bir nedenle C. Savcılığınca takipsizlik kararı verilmesi, kamu davası açılmaması, açılan davanın gene herhangi bir nedenle sonuçlandırılmaması, mahkumiyet kararı verilmemesi, bütün bunlar uzamış (ceza) zamanaşımından yararlanmayı engellemediğine göre, kamu davasının karara bağlanması da ceza davasına katılmamış ve kişisel hak istememiş olan zarar göreni etkilemez. Yeter ki TCK. 102. maddesindeki ceza davası zamanaşımı süreleri geçirilmemiş olsun.

11- Af yasalarının ceza zamanaşımına etkisi :
Af yasalarını incelerken ikili bir ayrım yapmak gerekir: Genel Af, haksız eylemin cezalandırılabilme (suç olma) özelliğini kaybettirir; artık daha uzun ceza zamanaşımının uygulanması olanağı ortadan kalkar, hukuk zamanaşımının uygulanması gerekir.[24] Buna karşılık özel bir af ile sadece cezada bir indirime gidilmesi halinde, daha uzun ceza zamanaşımı uygulanmaya devam eder, zira bu halde fiil cezalandırılabilme (suç olma) özelliğini yitirmemektedir. Hukuk zamanaşımının uygulanmasının gerekli olduğu hallerde, ceza davası açılmış ve devam etmekte ise, af nedeniyle ceza davasının düşme kararının kesinleştiği günden başlayarak, henüz ceza davası açılmamış ise, af yasasının yürürlüğe girdiği tarihten başlayarak hukuk zamanaşımı süresi işlemeye başlar. [25]
Bu konuda Yargıtay HGK.18.11.1981 gün 1979/4-231 E. 1981/744 K. sayılı kararında şöyle bir ayrım yapılmıştır:
Af yasası kamu davası açılmadan önce çıkmış ise, BK. m.60/1’deki bir yıllık hukuk zamanaşımı süresi, Af Yasasının yürürlüğe girdiği tarihten itibaren;
Eğer Af Yasası kamu davasının açılmasından sonra çıkmış ise, bu takdirde de af nedeniyle ceza davasının düşmesine ilişkin kararın kesinleşmesi gününden itibaren işlemeye başlayacaktır.
Burada, suçtan zarar görenin kamu davasına katılmış olup olmadığının bir etkisi yoktur. Her iki halde de bir yıllık hukuk zamanaşımının uygulanması gerekir.[26]
Yineleyelim ki, eğer genel af değil de, özel af sözkonusu ise (TCK.98) ceza tümüyle kaldırılmış olsa bile, hukuk zamanaşımının değil uzamış zamanaşımının uygulanması gerekir.[27]

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
CEZA MAHKEMESİ KARARLARININ
HUKUK MAHKEMESİNE ETKİSİ

I- GENEL OLARAK :
Haksız eylemler çoğu kez ceza yasaları yönünden de bir “suç” oluşturur. Aynı eylem hakkında hem ceza davası ve hem hukuk davası açılmışsa, ayrı ayrı verilen kararlar birbirlerini ne ölçüde etkileyecektir.
Bilindiği gibi, Ceza hukuku suç oluşturan eylemin cezalandırılmasında kamu yararı arar. Özel hukuk ise haksız eylemin kişilere verdiği maddi ve manevi zararlarla uğraşır. Ceza hukukunda eylemin “kast” ve “taksir” öğeleri araştırılır. Tazminat davalarında ise “kusur” ve “sorumluluk” aranır. Bu nedenlerle, her iki hukuk düzeni birbirlerinden farklı hükümler içerirler ve farklı amaçlar güderler. Bununla birlikte çoğu yerde kesişirler ve birbirlerini etkilerler.[28]
Ceza mahkemesi kararlarının hukuk mahkemesine etkisi, B.K. m.53’te düzenlenmiş olup, bu maddede ceza-hukuk ilişkisinin tümü değil, yalnızca haksız eylemden doğan tazminat davaları yer almış bulunmaktadır.
Aşağıda, ceza mahkemesinin hukuk davalarına etkileri şu yönlerden incelenecektir :
1. Kesin hüküm yönünden,
2. Kesin kanıt olma yönünden,
3. Zamanaşımı yönünden,
4. Bekletici sorun olup olmayacağı yönünden,
5. Ceza mahkemesindeki bilirkişi raporunun hukuk davasına etkisi yönünden.

II- KESİN HÜKÜM YÖNÜNDEN :
Hukuk ve ceza davalarının konuları, tarafları ve amaçları farklı olduğundan, ceza mahkemesi kararları, hukuk davaları için (kural olarak) kesin hüküm oluşturmaz. Ancak (uygulamada pek başvurulmayan) bazı durumlarda, ceza mahkemesi kararı, hukuk mahkemesinde açılan davada “kesin hüküm” olabilir. Şöyle ki:
1- Ceza mahkemesinde tazminat istenmişse :
a) Ceza mahkemesi, zarar görenin tazminat istemini hüküm altına almışsa, hukuk mahkemesinde aynı konuda yeniden dava açılamayacağından, ceza mahkemesi kararı kesin hüküm niteliği kazanır.
b) Eğer, ceza mahkemesinde yalnızca manevi tazminat istenmişse, verilecek karar yalnızca bu yönden kesin hüküm olur; hukuk mahkemesinde ayrıca maddi tazminat davası açılabilir.
c) Suçtan zarar gören, ceza mahkemesinde tazminat isterken fazlaya ilişkin hakkını saklı tutmuşsa, saklı tuttuğu bölüm için hukuk mahkemesinde dava açılabilir.
d) Ancak manevi tazminat bölünemeyeceğinden, ceza mahkemesinde bir miktar manevi tazminata hükmedilmişse bu kesin hüküm halini alır; artık hukuk mahkemesinde ayrıca manevi tazminat istenemez.
e) Ceza mahkemesi tazminat istemini reddederse, bu ret kararı, aynı tazminat için aynı taraflar arasında açılan hukuk davasında kesin hüküm olarak ileri sürülebilir. (HMUK. m. 237)
f) Ceza mahkemesi, tazminat hakkında bir karar vermeyerek bu konuda hukuk mahkemesine başvurulabileceğine karar verirse (CMUK.m. 358/II), suçtan zarar gören hukuk mahkemesinde tazminat davası açabilecektir.
g) Ceza mahkemesi, tazminat istemi hakkında olumlu veya olumsuz hiç bir karar vermemişse, bu durumda kesin hükümden söz edilemez ve suçtan zarar gören hukuk mahkemesinde tazminat davası açabilir.
2- Sahtecilik davası hakkındaki ceza mahkemesi kararının kesin hüküm oluşturması durumu:
Ceza mahkemesi bir senedin sahte olduğunu saptayarak, suç işleyenler hakkında mahkumiyet kararı verirse, bu karar hukuk mahkemesinde kesin hüküm oluşturur. Buna karşılık, sahtecilik davası aklama ile sonuçlanırsa, bu karar hukuk mahkemesinde kesin hüküm olmaz; senet borçlusu hukuk mahkemesinde sahtecilik davası açabilir.
3- Yaş düzeltme hakkındaki ceza mahkemesi kararı (CMUK.m.255/IV), hukuk mahkemesinde kesin hüküm oluşturur ve hukuk mahkemesinde aynı kişinin yaşının düzeltilmesi için yeni bir dava açılamaz. Çünkü yaş düzeltme davaları ancak bir kez açılabilir. (Nüfus K.m. 46/3) [29]

III- KESİN KANIT OLMA YÖNÜNDEN :
B.K. 53. maddesine göre hukuk hakimi, ceza mahkemesinin kusura ve zarar tutarına ilişkin kararlarıyla bağlı değil ise de, yukarda sınırlı olarak sayılan kesin hüküm durumlarına uymak ve ceza davasının bazı kararlarını ”kesin kanıt” olarak dikkate almak zorundadır. Ayrıca, ceza davasında toplanan kanıtlar, özellikle eylemin hukuka aykırılığını ve nedensellik bağını saptayan maddi olgular hukuk hakimini bağlayacaktır.
Ceza hakimi, CMUK. hükümlerinden aldığı yetkilerle kanıtları özgürce toplama ve doğrudan araştırma olanağından yararlanır. Oysa hukuk hakimi, tarafların istem ve savunmalarının dışına kolay kolay

çıkamaz; istenmeyen ve ileri sürülmeyen bir hususu asla kendiliğinden dikkate alamaz ve onun araştırmasına girişemez. (HMUK. m.74 ve 75)
Hukuk hakiminin bu hareket kısıtlılığına karşılık, ceza hakiminin kanıt toplamadaki geniş olanakları, tazminat davalarında kusur ve sorumluluk derecelerinin doğru saptanmasına, kuşkusuz, katkı sağlayacaktır.
Ceza mahkemesi kararlarının Hukuk mahkemesinde “kesin kanıt” olacağı durumlar şunlardır :
1. Kesin mahkumiyet kararları,
2. Suçun sanık tarafından işlenmediğine ilişkin kesin aklama kararları,
3. Eylemin hukuka aykırılığını ve nedensellik bağını saptayan maddi olgular.
Bunlar aşağıda “Hukuk hakiminin ceza mahkemesi karşısında durumu” ve “Hukuk hakimini bağlayan kararlar” bölümünde inceleneceğinden burada belirtmekle yetiniyoruz.

IV- ZAMANAŞIMI YÖNÜNDEN:
Yukarda, tazminat davalarında uzamış (ceza) zamanaşımından yararlanma koşullarını sıralarken, eylemi işleyen hakkında ceza kovuşturması yapılmış ve mahkumiyet kararı verilmiş olmasının gerekmediğini; yalnızca cezalandırılabilir bir suç işlenmiş olmasının, başka bir deyişle, haksız eylemin aynı zamanda suç niteliği taşımasının yeterli olacağını açıklamıştık.
Eğer eylem hakkında ceza kovuşturması yapılmış, ceza davası açılmış ve bir karar verilmişse, ceza mahkemesinin kararı, hukuk mahkemesinde açılan tazminat davasını ne ölçüde etkileyecektir. Hukuk hakimi bu karara uyacak mıdır.
Genel bir anlatımla şunları söyleyebiliriz :
Eğer ceza mahkemesince, suçun işlendiği veya işlenmediği kesinlikle saptanmış ve buna göre mahkumiyet veya aklama kararı verilmişse, hukuk hakimi buna uyacaktır.
Buna karşılık kanıt yetersizliği nedeniyle aklama kararı verilmişse ya da çeşitli nedenlerle kamu davası düşürülmüşse, hukuk hakimi, ceza mahkemesinin bu kararları ile bağlı kalmayacak, sorumluluğu gerektiren eylemin işlenip işlenmediğini, suç niteliği taşıyıp taşımadığını özgürce araştıracaktır. Hukuk hakiminin bu yetkisi Borçlar Yasası m.53 hükmünden güç almakta olup, aşağıda incelenecektir.
Tazminat davalarına uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanma koşullarını incelerken, ceza mahkemesi kararlarının etkilerini en sona bırakmıştık. Bu bölümde hangi kararların ceza zamanaşımından yararlanmayı olanaklı kılacağını, hangi kararların bu hakkı ortadan kaldıracağını gözden geçireceğiz.
Ceza mahkemesinin yargılama sonucu vereceği kararlar :
a) Mahkumiyet kararı,
b) Beraat (aklama),
c) Başka kararlar (ölüm, ehliyetsizlik, af, erteleme, vazgeçme v.b. nedenleriyle kamu davasının düşmesi gibi kararlar) olmak üzere üç bölüme ayrılabilir.
Ceza mahkemesi kararlarının tazminat davalarına ve dolayısıyla uzamış (ceza) zamanaşımına etkileri yönünden de şöyle bir ayrım yapabiliriz:
1- Uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanmasını gerektiren kararlar :
a) Kesin mahkumiyet kararları ,
b) Kanıt yetersizliği nedeniyle ceza mahkemesince aklama kararı verilmiş olup da, hukuk mahkemesinde suç niteliğinin saptanması durumu,
c) Suç kastı bulunmadığı gerekçesiyle verilen aklama kararı,
d) Ölüm nedeniyle kamu davasının düşmesi .(Bu durumda uzamış ceza zamanaşımı mirasçılara uygulanacaktır.)
e) Ceza erteleme kararları ve özel af uygulaması.(Bu durumda eylemin suç niteliği ortadan kalkmamaktadır.)
f) Kişisel hak saklı tutularak kamu davasından vazgeçilmesi;
g) Ehliyetsizlik nedeniyle kamu davasının düşmesi.
Bu durumlarda tazminat davalarına uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanacaktır.
2- Uzamış (ceza) zamanaşımından yararlanma hakkını ortadan kaldıran kararlar :
a) Ceza mahkemesinin, suçun işlenmediğini kesin saptayan ve maddi olgulara dayanan aklama (beraat) kararı.
b) Afla ceza davasının düşmesi. (Bu durumda hukuk zamanaşımının nasıl işleyeceği yukarda “Af Yasalarının ceza zamanaşımına etkisi” bölümünde ayrıntılı olarak incelenmiştir.)
Bu iki durumda da uzamış (ceza) zamanaşımından yararlanılamayacaktır.

V. BEKLETİCİ SORUN YÖNÜNDEN :
Haksız eylem nedeniyle açılan tazminat davalarında, ceza davasının sonucunun beklenip beklenmeyeceği tartışmalıdır.
Kimi görüşler, hukuk mahkemesinin, ceza davasının sonuçlanmasını “bekletici sorun” yapmak zorunda olmadığı yönündedir. Mademki iki mahkemenin konuları ve amaçları farklıdır, o halde beklemek gereksizdir, denilmektedir. Kimine göre de, hukuk mahkemesindeki yargılama (ceza davasına oranla) daha

ileri bir aşamada ise, hukuk mahkemesi, ceza davasının sonucunu beklemeden davayı sürdürmelidir. Örneğin, hukuk mahkemesi senetle ilgili sahtelik davasında bilirkişi incelemesi yaptırmış ise, ceza davasının sonuçlanmasını beklememelidir.
Ancak çoğunluk görüşleri ceza davasının sonuçlanmasının beklenmesi gerektiği yönündedir. Bu görüştekiler şu iki ana nedeni ileri sürmektedirler :
Birincisi, B.K. m.53 gereğince hukuk hakimi, ceza mahkemesinin mahkumiyet kararıyla veya suçun işlenmediğine ilişkin kesin aklama kararıyla bağlıdır. Öte yandan, gene B.K. m.53’e göre, olayın ne yolda meydana geldiğine ilişkin ceza hakiminin saptamaları da hukuk hakimini bağlar. Tüm bu nedenlerle ceza davasının sonucu beklenmeli ve çıkacak sonuca göre karar verilmelidir.
İkincisi, ceza ve hukuk mahkemelerinin verecekleri kararlar arasında, aynı olay için, ayrı ayrı sonuçlar doğmasını önlemek, sonuç ve görüş birliğini sağlamak için “bekletici sorun”un kabulünde zorunluk vardır.[30]
Bu iki ana nedene şunu da ekleyebiliriz : Hukuk mahkemesi, ceza davasının sonuçlanmasını “bekletici sorun” yapmayıp, bir karar verir ve bu karar kesinleşirse, daha sonra verilen ceza mahkemesi kararının farklı olması durumunda, taraflardan biri, Usulün 445/1. maddesi hükmüne dayanarak hukuk mahkemesinde yargılamanın iadesi yoluna başvurabilir.[31]
Tüm bu görüşlere karşı, B.K. 53. maddesinin anlam ve amacına uygun olacağına inandığımız ortalama bir yol öneriyoruz. Şöyle ki :
1) Hukuk hakimi, ceza mahkemesinin mahkumiyet kararıyla ve eylemin hukuka aykırılığı ile nedensellik bağını saptayan maddi olgularla bağlı olduğuna göre, ceza davasındaki sorgulamaların tamamlanması, kanıtların toplanması ve bilirkişi raporlarının verilmesi aşamasına kadar beklenmeli; bu aşamada durum aydınlığa kavuşmuş olacağından, artık ceza davasının sonuçlanması ve hükmün kesinleşmesi beklenmemelidir.
2) Öte yandan, hukuk mahkemesinde tazminat davası açılmış ve ileri bir aşamaya gelinmiş olup da, ceza kovuşturması uzamış ve henüz ceza davası açılmamışsa veya türlü nedenlerle açılması gecikecek ise, artık beklemek söz konusu olmamak gerekir. Çünkü, yukardaki bölümlerde ceza zamanaşımının uygulanma koşullarını incelerken, Yargıtay kararlarından verdiğimiz örneklerle, haksız eylemin aynı zamanda cezalandırılabilir bir suç niteliğinde sayılması için ceza davası açılmış olmasının ve mahkumiyet kararı verilmiş bulunmasının şart olmadığını açıklamıştık. Ayrıca, aşağıda hukuk hakiminin “eylemin suç niteliğini doğrudan araştırma işlevi” ayrı bir bölümde incelenecek ve değerlendirilecektir.

VI- CEZA MAHKEMESİNDEKİ BİLİRKİŞİ RAPORUNUN HUKUK DAVASINA ETKİSİ YÖNÜNDEN :
Taraflar, ceza dosyası içerisindeki bilirkişi raporuna karşı herhangi bir itirazda bulunmayarak o raporun içeriğini aynen kabul ederlerse, o zaman hukuk hakimi, HMUK. 74 ve 75. maddeleri hükümleri çerçevesinde, tarafların talep etmediği bir hususu, kendi kendine yeniden inceleme konusu yapamaz.
Buna karşılık taraflar ceza mahkemesinde alınan kusur raporuna itiraz etmişlerse, hukuk hakimi, yeniden bilirkişi incelemesi istemlerini reddederek, ceza dosyasındaki bilirkişi raporunu “kesin delil” kabul edemez. Çünkü bu kabul şekli, hem B.K. 53. maddesine ve hem de HMUK. 283,284 ve 286. maddelerinde yer alan ilkelere aykırı bir uygulama şeklidir. Yargıtay HGK. 10.1.1975 gün E. 1971/T-406, K.1975/1 sayılı kararında açıkça belirtildiği üzere, ceza mahkemesinde alınan bilirkişi raporu hukuk hakimini bağlamayacağı gibi (B.K. m.53), böyle bir rapora taraflardan birinin itirazı üzerine de, hukuk hakimi, yeni bir bilirkişi incelemesi yaptırmak zorundadır. Çünkü, ceza davasında yaptırılan bilirkişi incelemesi ile hukuk hakiminin yaptıracağı bilirkişi incelemesi, her iki dava türünün amaç ve ilkeleri bakımından birbirlerinden çok farklı bulunmaktadır.
Hukuk hakimini, kendisinin yaptırmadığı ve fakat başka bir amaçla ve başka bir görüş açısından yaptırılan inceleme sonunda elde edilen “kusur” ve derecesiyle bağlı saymak, hem yukarda değinilen yasa hükümlerine aykırı ve hem de tarafların haklarını ihlal edici bir görüşün ifadesidir. Aksi halde HMUK. 240. maddesinde yer alan (…hakim delilleri serbestçe takdir eder) hükmü ve bilirkişi incelemesi ile aynı kanunun 283. maddesinde yer alan (Hakim raporda eksik ve anlaşılmaz gördüğü yönleri tamamlatmak ve açıklatmak için bilirkişiye yeni sorular yöneltebilir. İki taraf dahi eksik ve anlaşılmaz yönler hakkında bilirkişiden açıklama alınmasını raporun kendilerine tebliği tarihinden başlayarak bir hafta içinde yargıçtan yazılı olarak isteyebilirler) ve onu izleyen 284. maddede yer alan (Gerçeğin ortaya çıkması için gerek görürse hakim önceki ve yeniden seçeceği bilirkişiler aracılığıyla yeniden inceleme yaptırabilir.) biçimindeki hükümlerine taban tabana zıt bir uygulama ortaya çıkmış olur. [32]
Bu nedenlerle, ceza mahkemesindeki bilirkişi raporuyla bağlı kalmaksızın, hukuk hakimi, tarafların istemlerini ve varsa yeni kanıtları da dikkate alarak (kesin bir sonuç alınıncaya kadar) bir veya birkaç kez bilirkişi incelemesi yaptıracaktır.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
HUKUK HAKİMİNİN CEZA MAHKEMESİ
KARŞISINDA DURUMU
I- GENEL OLARAK:
Borçlar Yasasının 53. maddesi, hukuk hakimine, ceza hukukunun sorumluluğa ilişkin kuralları ya da ceza mahkemesinin mahkumiyet veya beraat kararları karşısında geniş bir bağımsızlık tanımıştır. Madde metni şöyledir :
“Hakim, kusur bulunup bulunmadığına veya haksız eylemi işleyenin ayırtım gücüne sahip olup olmadığına karar vermek için, ceza hukukunun sorumluluk kurallarıyla bağlı olmadığı gibi, ceza mahkemesince verilen aklama (beraat) kararıyla da bağlı değildir. Bundan başka, ceza mahkemesinin kararı, kusurun değerlendirilmesi ve zarar tutarının saptanması konularında da hukuk hakimini bağlamaz.”
Yasanın bu hükmüne göre , hukuk hakimi:
a) Ceza mahkemesinin sorumluluk kurallarıyla bağlı değildir. Bu nedenle:
aa) Kusuru ve derecesini (gerekli buluyorsa) ceza mahkemesinden ayrı ve bağımsız olarak yeniden değerlendirebilecektir.
bb) Haksız eylemi işleyenin ayırtım gücüne sahip olup olmadığını, ceza davasından ayrı ve Medeni Yasa hükümlerine göre yeniden araştıracak ve değerlendirecektir.
b) Eylemin hukuka aykırı olup olmadığını, ceza mahkemesince verilen aklama (beraat) kararı ile bağlı olmaksızın yeniden araştırıp saptayacaktır.
c) Eylem ile zarar arasındaki nedensellik bağını, ceza hukuku kuralları dışında, özel hukuk ilkelerine göre yeniden belirleyecektir.
d) Davalının, haksız eylemi işleyen kişi olup olmadığı ve eylemin suç niteliği taşımadığı (ceza mahkemesince kesinlikle saptanmamışsa) hukuk hakimi yeni topladığı kanıtlarla birlikte değerlendirecek ve suç niteliği varsa bunu ortaya çıkaracaktır.
e) Ve nihayet zararı ve tutarını doğrudan belirleyecektir.
Ancak, hukuk hakimine B.K. 53. maddesi ile tanınan bu yetkiler sınırsız değildir. Bu nedenle, ceza mahkemesi kararları :
1.Hukuk Hakimini bağlayan kararlar,
2.Hukuk Hakimini bağlamayan kararlar olarak ikiye ayrılmaktadır.
Aşağıda bu ayrıma göre açıklamalar yapılacak ve Yargıtay kararlarından örnekler verilecektir.

II- HUKUK HAKİMİNİ BAĞLAYAN KARARLAR :
Her ne kadar, Borçlar Yasasının 53. maddesi metninde, ceza mahkemesince verilen kararların hukuk hakimini bağlayacağına ilişkin açık bir hüküm yoksa da, bu maddenin genel yorumundan ve özellikle son cümlesinin karşı anlamından, ceza mahkemesince verilen mahkumiyet kararındaki, eylemin hukuka aykırılığını ve nedensellik bağını saptayan maddi olay konusundaki kabulünün hukuk hakimini de bağlayacağı hem bilimsel, hem de kökleşmiş içtihatlarla benimsenmiş bulunmaktadır. Esasen HMUK. nun kesin kanıta ilişkin 295. maddesinin 1.fıkrasının hükmü de Borçlar Yasasının 53. maddesi hükmünün bu biçimde yorumlanmasını gerektirmektedir.[33]
Ceza mahkemesinin, uyuşmazlık konusu bir olayın tespitine, başka bir deyişle, olayın varlığı ve bu olayın sanık tarafından işlendiğine ilişkin maddi nedensellik ilgisini tespit eden kesinleşmiş hükmü, hukuk mahkemesi yönünden de kesin hüküm demektir. Bunun nedeni, ceza yargılamasında ispat araçları bakımından, ceza hakiminin hukuktakinden çok daha elverişli bir durumda oluşudur. Bu nedenle, ceza mahkemesinin maddi nedensellik ilgisini tespit eden kesinleşmiş hükmünün, hukuk hakimini bağlamasına, B.K. 53. maddesi de engel değildir.[34]
Ceza mahkemesinde, haksız eylemin öğelerinden eylem, nedensellik bağı ve hukuka aykırılık yönleri saptanmış ve bunlar kesinleşmişse, bu üç öğe bakımından ceza mahkemesinin mahkumiyet ya da beraat kararı hukuk hakimini bağlayacaktır.[35]
Sonuç olarak ceza hakimi, suçun işlendiğini veya işlenmediğini kesinlikle saptamışsa, bu hukuk hakimini bağlayacaktır.[36]
Şunu da ekleyelim ki, ceza mahkemesinde saptanan maddi olgularla ve buna bağlı kesin mahkumiyet kararı ile bağlı olan hukuk hakimi, B.K. nun 53. maddesi hükmünce kusurun derecesini belirleme yönünden Ceza Hukukunun sorumluluğa ilişkin hükümleri ile bağlı değildir. Çünkü hukuka aykırılık haksız eylemin objektif, kusur ise sübjektif unsurunu oluşturur. Bu nedenle, hukuk hakimi ceza mahkemesinde belirlenen kusur oranı ile bağlı olmaksızın, gerekli görüyorsa yeniden kusur incelemesi yaptırır. Şu kadar ki, ceza mahkemesinin mahkumiyet kararına rağmen davalının kusursuz olduğu sonucuna varamaz.
Bunun gibi, ceza mahkemesinde suç sabit görülmüşse ya da bunun tersi hukuka aykırılık bulunmadığı saptanarak aklama kararı verilmişse, hukuk hakimi bu kararları yok sayarak davanın kabulüne veya reddine karar veremez. Bunu, Yargıtay kararlarından birbirinin tersi iki örnekle açıklayalım:
Birinci örnek : Davalının, ceza mahkemesinde, davacının kişilik haklarına saldırıda bulunduğu saptanarak hükümlülüğüne karar verilmiş olması durumunda, hukuk davası yönünden de, davacının kişilik değerlerine saldırıda bulunulduğu kabul edilmeli ve uygun miktarda manevi tazminata hükmedilmelidir.[37]
İlkinin tersi ikinci örnek : Ceza Mahkemesinin hukuka aykırılık bulunmadığı hususundaki kararı hukuk hakimini de bağlayıcı bir güç ve nitelik taşır. Ceza hakiminin, olayda TCK. nun 486.maddesindeki savunma hakkının aşılmadığı yolundaki kararı kesinleştikten sonra, hukuk hakiminin aynı olayı BK.49. maddesinin uygulanmasına olanak veren ağır kusurlu bir hareket olarak kabul etmesi doğru değildir.[38]
Ceza mahkemesinin hukuk hakimini bağlayan kararları, aşağıda birkaç bölümde ve Yargıtay kararlarından seçtiğimiz örneklerle daha bir açıklığa kavuşturulmaya çalışılmıştır.

1-Mahkumiyet kararları ile bağlılık :
Ceza mahkemesinin mahkumiyet kararı ve o kararın dayanağı maddi vakıalar hukuk hakimini bağlar. Davalının ceza mahkemesinin kararıyla kesinleşen eylemlerinin vaki olmadığı, hukuk mahkemesinde tartışma konusu yapılamaz. Sadece bu eylemlerin ne oranda kusuru gerektirdiği incelenebilir. (10.HD.1.12.1981,5692/6273, Yasa HD. 1982/2-267,no:74)
Hukuk hakimi, ceza hakimini mahkumiyet kararına götüren olaylarla bağlıdır. O halde hukuk hakimi, artık olayların başka şekilde gerçekleştiğini benimseyemez ve zararın var olmadığını kabul edemez. (4. HD. 5.10.1987, 4123-7124, YKD.1987/12-1770)
B.K. nun 53. maddesi uyarınca ceza mahkemesinin sabit saydığı olaylar üzerine verdiği ve kesinleşen mahkumiyet kararı hukuk hakimini bağlar. (4. HD.4.2.1992, 90/12957-92/959, YKD.1992/5-693)
Davalının eylemi suç niteliğinde olup, ceza mahkemesinde görevi kötüye kullanma suçu nedeniyle hüküm giymiştir. Bu durumda Borçlar Kanununun 60/2 ve Türk Ceza Kanununun 102/4. maddeleri uyarınca olayda uygulanması gereken zamanaşımı beş yıllık zamanaşımıdır. (4.HD.04.04.1996, 2547-2787, Yasa H.D. 1996/10-1685, no:630)
Kamu davasında mahkum olan davalının davacının kişilik haklarına saldırdığı ortadaki bilgi ve belgelerden anlaşıldığına göre sorumluluğu yönünde hüküm kurulmalıdır. (HGK.29.11.2000, E. 4-1732, K. 1741, Yasa H.D. 2001/11-1387, no: 639)
Hukuk hakimi, ceza mahkemesinin belli bir olguyu saptayan mahkumiyet kararı ile bağlıdır. Bu nedenle, trafik kazasından kaynaklanan bir tazminat davasında, hukuk hakimi her ne kadar ceza dosyasındaki kusur oranı ile bağlı değil ise de, kesinleşen mahkumiyet kararı karşısında, davalının kusursuz olduğu kabul edilemez. (4.HD.5.2.2001, 2000/12024-2001/1003, YKD.2001/8-1334)
Ceza mahkemesince verilen hükümlülük kararındaki fiilin hukuka aykırılığı ve illiyet bağını belirleyen maddi olaylar konusundaki kabulü hukuk hakimini de bağlar. (4.HD. 19.3.2001, 2000/12073-2001/2587, YKD.2001/10-1509)
Yargılama sırasında sarfedilen sözlerin hakaret olduğu savıyla açılan ceza davası sonuçlanıp sanık mahkum olduktan sonra açılan manevi tazminat davasının, sözlerin savunma sınırında kaldığı gerekçesiyle reddi usule ve yasaya aykırıdır. (4. HD. 6.12.1988, 7505-10477, Yasa HD. 1989/2-263, no:137)
Bir ceza mahkemesinin, uyuşmazlık konusu bir olayın varlığı ve bu eylemin sanık tarafından işlendiğine ilişkin maddi sebebiyet ilgisini tespit eden kesinleşmiş hükmü, hukuk hakimini bağlar. (HGK. 16.9.1981, E. 1979/1-131, K. 1981/587, YKD. 1982/1-13) [39]

2- Suçun işlenmediğine ilişkin kesin aklama (beraat) kararı ile bağlılık :
Sanığın eylemi işlemediğinin anlaşıldığını belirleyen veya bir takım olayların belli bir biçimde gerçekleştiğini tespit eden beraat kararları hukuk yargıcını bağlar. Çünkü bu yoldaki karar hukuk yargıcı için kesin kanıt niteliğindedir. ( 4.HD. 28.11.1980, 11180-13789, Yasa H.D.1981/1-81, no:15)
Ceza hakiminin mahkumiyet kararı ile maddi vakıayı tespit eden beraat kararı hukuk hakimini bağlar. (B.K.53) Bu hükmün amacı, adalete güveni sağlamak ve çelişik hükümlerin çıkmasını önlemek ve kesin hükmün toplum vicdanındaki haklılığının sarsılmasına engel olmaktır.(2.HD. 30.6.1986,6295-6584, YKD.1987/3-384)
Mahkumiyet veya beraate ilişkin olmasında ayrım yapılmaksızın ceza mahkemesince verilen ve kesinleşen kararda saptanan olaylar hukuk hakimini bağlar. (4.HD. 26.4.1976,75/7635-76/4285, YKD. 1977/10-1376)
Davalı, dava konusu yazı nedeniyle yayın yoluyla hakaretten yargılandığı ceza mahkemesinde beraat ettiğine göre, davacı hakkındaki haber-yorumun, eleştiri mahiyetinde olduğunun kabulü ile hukuka aykırılık olgusunun yokluğu sonucuna varılmalıdır. (4. HD. 05.10.2000, 5218-8310, Yasa H.D. 2000/10-1352, no: 607)

3- Eylemin hukuka aykırılığını ve nedensellik bağını saptayan maddi olgularla bağlılık:
B.K. nun 53. maddesi metninde ceza mahkemesince verilen kararların hukuk hakimini bağlayacağına dair açık bir hüküm yoksa da, bu maddenin genel yorumundan ve özellikle son cümlesinin karşı anlamından ceza mahkemesince verilen mahkumiyet kararındaki fiilin hukuka aykırılığını ve illiyet bağını saptayan maddi olay (vakıa) konusundaki kabulün hukuk hakimini de bağlaması anlamı çıkmaktadır. 11. HD. 26.11.1984,5785-5810, YKD. 1985/3-379
Kural olarak hukuk hakimi, ceza hakiminin kusur tespitine ilişkin kararı ile bağlı değil ise de, ceza hakiminin tespit ettiği maddi olgularla ve özellikle “fiilin hukuka aykırılığı” yolundaki kabulü ile bağlıdır. (4. HD. 13.3.1980, 1279-3256, YKD.1982/1-29)
Ceza mahkemesinin kesinleşmiş kararında sabit saydığı olaylar hukuk hakimini bağlar. Hukuk Mahkemesi bunun hilafına bir inceleme sonucunu kabul edemez. B.K. 53. maddesi hükmü buna engeldir. (HGK.22.9.1965, E.172, K. 319 (YKD.1965/10-4055)
Bir olayın ne yolda meydana geldiği konusundaki ceza mahkemesi kararı, hukuk hakimini bağlar.(4.HD. 24.12.1965, 1964/10321 E. 7791 K. (Yargıtay 4. Hukuk Dairesi İçtihatları, 1966, İBD.eki, sf.69)
Kural olarak hukuk hakimi, ceza hakiminin beraat kararı ile bağlı değildir. Ancak, ceza ilamının maddi olayları saptayan kısmı hukuk hakimini bağlar. (HGK. 11.12.1985, 9-199 E. 1054 K., YKD.1987/6-821)
Ceza mahkemesi kararı, fiili olaylar (vakıalar) yönünden hukuk hakimini bağlar. (15.HD.20.5.1987,1532-2279, YKD. 1987/12-1803)
Ceza mahkemesince saptanan maddi olgular – kusur oranı hariç- hukuk hakimini bağlar.(10.HD.2.4.1990,89/9157-90/3084, Yasa H.D.1991/1-98, no:58)
Hukuk Mahkemeleri, ceza mahkemelerince verilen beraat kararları ile bağlı değil ise de, beraat kararıyla saptanıp kesinleşen maddi olguların hukuk mahkemelerini de bağlayacağı uygulamada ve öğretide kabul edilmektedir. (10.HD.31.5.1990, 4575-5223, YKD. 1990/11-1645)
Hukuk hakimi, ceza mahkemesinde alınan kusur raporu ile bağlı değilse de, ceza mahkemesinin kabul ettiği ve kesinleşen olgularla bağlıdır. (21.HD.10.6.1997, 2846-3939, Yargı Dünyası, 1998/4-110)
B.K. nun 53. maddesine göre hukuk hakimi, ceza mahkemesinin saptadığı maddi olgularla bağlıdır. (19. HD. 6.2.1998, 7211-536, Yargı Dünyası, 1998/7-72)
Hukuk mahkemesi, ceza mahkemesinin beraat kararı ile bağlı değil ise de, ceza mahkemesinin kesinleşen kararı maddi olgular yönünden hukuk mahkemesini bağlar. (4. HD. 11.11.1999, 9415-9746, Yasa H.D. 2000/10-1348, no:605)
Hukuk hakimi, ceza mahkemesince belirlenen kusur oranıyla bağlı değil ise de, saptanan ve kesinleşen maddi olgular hukuk hakimini de bağlar. (19.HD.2.3.2001, 2000/9165-2001/1679, YKD. 2002/7-1074)

III- HUKUK HAKİMİNİN CEZA MAHKEMESİ KARARLARI KARŞISINDA BAĞIMSIZLIĞI :
Borçlar Yasası’nın 53. maddesinde hukuk hakimine geniş bir bağımsızlık tanınmıştır. Ceza hakiminin, suçun işlendiğine ilişkin mahkumiyet veya işlenmediğine ilişkin kesin aklama (beraat) kararları ile bu kararlardaki eylemin hukuka aykırılığını ve nedensellik bağını saptayan maddi olgular dışında, hukuk hakimi, ceza mahkemesi kararlarıyla bağlı değildir. Yasa hükmüne göre bu bağımsızlık ilkesi başlıca şu hususları kapsamaktadır :
1- Delil yetersizliğine dayanan aklama (beraat) kararı hukuk hakimini bağlamaz.
Ceza mahkemesinde, suçun sanık tarafından işlenmediğinin saptanması nedeniyle verilen beraat kararının Hukuk Mahkemesine etkisi düşünülürse de, kesin delil bulunmaması nedeniyle beraat kararı verilmesi halinde bu nitelikteki kararın Hukuk Hakimini bağlayacağı söylenemez. (HGK. 30.1.1976, 1974/4-475 E. 1976/159 K., YKD.1976/9-1266)
Ceza mahkemesinden verilen beraat kararı maddi vakıanın tespitine ilişkin değildir. Davalı-sanık yargılandığı ceza davasında suçun unsurlarının oluşmadığı gerekçesiyle beraat ettirilmiştir. Ceza Mahkemesinin bu nitelikteki beraat kararı Hukuk Mahkemesini bağlamaz. (11.HD.22.4.1999, 1998/8330-1999/398, Yargı Dünyası, 1999/10-81)
Hukuk hakimi, ceza mahkemesinin beraat kararı ile bağlı değildir. Üstelik beraat kararı suçun öğelerinin eksikliği yüzünden verilmiştir. O nedenle kusura dayalı sorumluluğun öğelerinin gerçekleşip gerçekleşmediği araştırılarak oluşacak sonuç doğrultusunda hüküm kurulmalıdır. (4.HD. 25.10.1990, 1989/12558-1992/7848, Yasa H.D.1990/8-1152, no:689)
Hukuk hakimi ceza mahkemesinin kararıyla bağlı olmadığı gibi (B.K. m.53) olayla ilgili ceza mahkemesinin beraat kararı, kapsam bakımından hukuk hakimini bağlayıcı nitelikte değildir. Cezadaki kusur kavramı (yalnız kasta dayalı) ile hukuktaki kusur kavramı (kast-ihmal) aynı nitelikte değildir. (4.HD.5.7.1983,6025-6782)
Hukuk hakimi ceza mahkemesinin beraat kararı ile bağlı olmadığı gibi, ceza mahkemesinin kusurun takdirine ilişkin kararı da hukuk hakimini bağlamaz. Ancak, ceza mahkemesi kararlarıyla bağlı olmamak, ceza dosyasındaki delilleri takdir etmesine ve ceza mahkemesi ile aynı sonuca varmasına engel değildir. (4.HD.9.11.1978,11083-12660, Yasa Hukuk D. 1979/1-126)
Görevliler hakkında açılan ceza davalarının beraatle sonuçlandırılması, B.K. nun 53. maddesi gereğince hukuk hakimini bağlamaz. Çünkü hukuk hakimi, kusur olup olmadığı hakkında ceza hukukunun sorumluluğa ilişkin hükümleriyle bağlı değildir. (15. HD. 2.2.1995, 404-479, YKD. 1995/11-1788)
2- Kusurun kast çeşidini esas alan ceza mahkemesi beraat kararı hukuk hakimini bağlamaz.
Bilindiği gibi kusur, kast ve ihmal olarak iki çeşittir. Hukuki sorumlulukta hem nicelik ve hem nitelik bakımından kusurun ihmal türü önemlidir. Zararlı sonucu istememekle birlikte bunun gerçekleşmemesi için gerekli dikkat ve özenin gösterilmemesi durumunda ihmalin var olduğu kabul edilir; dikkatsizlik ve özensizliğin varlığı, diğer unsurların bulunması koşuluyla, hukuki sorumluluk için yeterlidir. Bu nedenle, özellikle maddi olgu saptanmadan, kanıt yetersizliği nedeniyle verilen ve kusurun kast çeşidini esas alan ceza mahkemesi beraat kararı hukuk hakimini bağlamayacaktır. (B.K. m.53) (4.HD.31.3.1988, 59-3302,YKD. 1988/11-1504)
Haksız eylem sorumluluğu kusura dayalı sorumluluk olup, bu kusur, kasdi ya da ihmali eylem sonucu meydana gelir. Davalılar, ceza yasasında düzenlenmiş kasdi suçlardan olan zimmet ve görevi ihmal suçlarından mahkumiyetlerine yeter delil bulunmadığından beraat etmiş olmakla, hukuk mahkemesince olayda ihmal oluşturacak eylemler üzerinde durulmalıdır. Ceza mahkemesi davalıların kendi suçlarından beraat kararı verirken, belli bir maddi olguyu (eylemin davalılar tarafından işlenmediğini) saptamamıştır. Yeterli kanıt bulunmadığından beraat kararı verilmiş olmakla ceza mahkemesi kararı hukuk hakimini bağlamaz. (4. HD.28.3.1983, 1066-3329, YKD.1983/7-983)
Kamu davası sonunda davalının beraat etmiş olması hukuk hakimini bağlamaz. Çünkü ceza dosyası içeriğinden davalının eylemi işlemekte kastı bulunmadığından beraatine karar verildiği anlaşılmaktadır. (4. HD. 26.3.1987, 1655-2257, Yasa 19888/2-232, no:114)

3- Eylemin hukuka aykırılığını belirlemede bağımsızlık :
Ceza mahkemesince, eylemin hukuka aykırı olmadığı gerekçesiyle verilen beraat kararı hukuk hakimini bağlamaz. “Ceza hakiminin beraat kararı vermesi durumunda, hukuk hakiminin, eylemin hukuka aykırı olup olmadığını belirlemede de bağımsızlığı vardır. Ceza mahkemesinin topladığı deliller doğrudan doğruya mahkeme tarafından takdir edilerek, davalının hareketinin haksız eylem mahiyetinde olup olmadığının ve kusurlu bulunup bulunmadığının tayini gerekir.” (3. HD. 3.3.1959, 1455-1262) [40]

4- Ceza mahkemesinin nedensellik bağının bulunmadığına ilişkin kararı hukuk hakimini bağlamaz.
Ceza mahkemesinin nedensellik bağını saptayan kararı, hukuk hakimini bağlar ise de, nedensellik bağının bulunmadığına ilişkin kararı hukuk hakimini bağlamaz. Ceza hukukunda benimsenen nedensellik bağı ile özel hukuktaki “uygun nedensellik bağı” kavramları aynı nitelikte değildir. Ceza hukukunda oldukça dar tutulurken, hukuki sorumlulukta kolaylaştırma ve olasılığı önemli ölçüde artırma kavramlarıyla genişletilmiştir. Bu nedenledir ki, hukuk hakimi, ceza hakiminin nedensellik bağı bulunmadığına ilişkin kabulü ile bağlı değildir.[41]
Haksız eylemler, en önemli borç kaynaklarından biri olup, haksız eylemin unsurlarını : a) Eylem b) Hukuka aykırılık, c) Zarar, d)Kusur, e) Uygun nedensellik bağı oluşturur. Haksız eylem bir şeyi yapma biçiminde olabileceği gibi, yapmama biçiminde bir davranış da olabilir.
Eylem, nitelikçe olayların akışına ve genel yaşam deneylerine göre bir zarar oluşturmaya elverişli ise, o eylem ile zarar arasında “ u y g u n n e d e n s e l l i k b a ğ ı “ bulunduğundan söz edilir. Başka bir anlatımla, zararlı sonuç, oluş biçimine göre eyleme uygun ise, onun uygun sonucu olarak görülebiliyorsa, uygun nedensellik bağı var demektir.
Haksız eylemi işleyen kimse, uygun nedensellik bağı çerçevesine giren bütün zararlardan sorumludur.
Eylem ile zararlı sonuç arasında böyle bir bağın var olup olmadığı herşeyden önce mantık kurallarına göre belirlenir. Ancak mantık kuralları çerçevesinde nedensellik bağının kesin ve belirgin göründüğü her olayda eylemciyi o eylemin bütün sonuçlarından sorumlu tutmak her zaman adalet duygusuna uygun düşmeyebilir. O nedenle, sorumluluğun var olduğunu kabul edebilmek için, öğretide ve Türk ve İsviçre uygulamasında da kabul edildiği üzere, eylemin nitelikçe olayların doğal ve alışılmış akışına, yaşam denemelerine ve nesnel (objektif) olasılığa göre, oluşmuş zarar türünden bir zararı doğurmaya elverişli bulunması gerekir ki, buna “uygun nedensellik” denir. Eğer ortaya çıkan sonuç, yaşamın doğal akışına ve yaşam denemelerine göre beklenilmeyecek bir nitelikte ise, eylem ile sonuç arasında mantıksal açıdan bir nedensellik bulunsa bile, eylemi işleyen bu olağandışı, benzersiz ve nedensiz sonuçtan sorumlu tutulamaz. Bu gibi durumlarda, zararın gerçekte başka bir biçimde oluştuğu kanıtlanırsa nedensellik bağı kesilmiş olur. Ceza mahkemesinin olayda uygun nedensellik bağı bulunmadığına ilişkin kararı hukuk hakimini bağlamaz.[42]

5- Ayırtım gücünün saptanması yönünden bağımsızlık :
Önce hemen belirtelim ki, ceza yeterliği olmayanlar hakkında uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanır. Örneğin, yaşının küçüklüğü nedeniyle cezalandırılamayan kişinin işlemiş olduğu eylemin suç oluşturması durumunda, hukuk mahkemesinde açılan tazminat davasında uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanır.[43]
Hukuk hakimi, haksız eylemi işleyenin ayırtım gücüne sahip olup olmadığını belirlemede Ceza Hukuku kurallarıyla bağlı değildir. Ceza yasaları, bir çok suçlar için yalnızca “kast” arar; savsamayı (ihmali) kural olarak kusur saymaz. Oysa Medeni Hukukta durum farklıdır. Öte yandan Ceza Hukuku esaslarına göre küçükler belli bir yaşa gelmedikçe ayırtım gücünden yoksun sayılır. Medeni Hukukta ise ayırtım gücünün belirlenmesinde yaşın önemi yoktur. Öyleyse hukuk hakiminin, kusuru ve ayırtım gücünü saptarken Ceza Hukuku ölçüleriyle hareket etmesi beklenemez. Böyle olunca, ceza mahkemesi bir kimseyi kusursuz ya da ayırtım gücünden yoksun sayarak beraat kararı verirse, bu karar hukuk hakimini bağlamayacaktır.[44] Bu husus Borçlar Yasası 53. maddesi 1. fıkrasında çok açık biçimde belirtilmiş ve “Hakim, kusur bulunup bulunmadığına veya haksız eylemi işleyenin ayırtım gücüne sahip olup olmadığına karar vermek için, ceza hukukunun sorumluluk kurallarıyla bağlı değildir.” denilmiştir.
Borçlar Yasası 41. maddesine göre, hukuka aykırı ve kusurlu bir eylemle bir zarar verilirse, giderim borcu doğmuş olur. Şu var ki, kusur için eylemi yapanda, ayırtım (temyiz) gücü aranır ki buna, kusur yeteneği denir. Tersi durumda, haksız eylem sorumluluğundan söz edilemez. Bununla birlikte eylemi yapana zararın yükletilmesi, hakkaniyet düşüncesiyle uygun görülmüş ve B.K. m. 54/1 ile bu sorumluluk düzenlenerek kusura dayanmayan bir sorumluluk durumu öngörülmüştür. Böylece, ayırtım gücünden yoksun olanların eylemlerinden doğan zarar giderimi borcunun kaynağı, hakkaniyet olmuştur. Demek ki, burada, hakkaniyet düşüncesine dayanan bir sorumluluk söz konusudur. Oysa BK. m. 54/2 ile bir başka durum, kusur sorumluluğu olarak düzenlenmiştir.
Eylemi yapanın ayırtım gücünden yoksun olup olmadığı, M.K. m.13’e göre belirlenmek gerekir. Yaşının küçüklüğü veya akıl hastalığı ya da akıl zayıflığı veya sarhoşluk ve bunlara benzer nedenlerden biriyle akla uygun davranma gücünden yoksun olmayan kişi sezgin (mümeyyiz) sayılmıştır. Buna karşılık küçükler, akıl hastalığı ya da akıl zayıflığı olanlar, alkolikler ayırtım gücünden yoksundurlar. İşte Borçlar Yasası 54/1. maddesi anlamında sorumluluk için zararlandırıcı davranışın, ayırtım gücünden yoksun olanlar tarafından yapılması gerekir. [45]

IV- HUKUK HAKİMİNİN KUSUR ORANLARINI BELİRLEMEDE BAĞIMSIZLIĞI :
Borçlar Yasası 53. maddesinde haksız eylemin “kusur” öğesi konusunda hukuk hakimine tanınan yetkiler iki bölüm olup, birincisi “kusur bulunup bulunmadığına”, öteki “kusurun derecesini ve zararın tutarını belirlemeye” ilişkindir.
Maddenin ilk cümlesine göre :”Hakim, kusur bulunup bulunmadığına karar vermek için, ceza hukukunun sorumluluk kurallarıyla bağlı değildir.”
Madde metninden çıkan anlama göre, bağlı olunmayacak olan yalnızca “ceza hukukunun sorumluluk kuralları”dır. Yoksa, yukardaki bölümlerde incelendiği üzere, suçun işlendiğine ilişkin hükümlülük kararları, ceza mahkemesinde toplanan kanıtlar, hukuka aykırılık durumları, nedensellik bağı ve maddi olgular hukuk hakimini bağlayacaktır. Öyleyse hukuk hakiminin “kusur bulunup bulunmadığına” karar vermedeki bağımsızlığı, sınırsız bir bağımsızlık değildir. Eğer ceza mahkemesinde hükümlülük kararı verilmiş ve haksız eylemi işleyen belli bir oranda kusurlu bulunmuşsa, hukuk hakimi artık bunu büsbütün yok sayamayacak; yeniden kusur oranı belirlerken, ceza mahkemesinde toplanan kanıtları ve maddi olguları gözönünde bulunduracaktır.
Maddenin ilk cümlesine göre “kusurun varlığını” araştırmada yetkileri sınırlı olan hukuk hakimi, maddenin ikinci cümlesine göre “kusurun derecesini ve zarar tutarını belirlemede” tam bağımsız kılınmıştır. Maddenin ikinci cümlesinde “Ceza mahkemesinin kararı, kusurun değerlendirilmesi ve zarar tutarının saptanması konularında hukuk hakimini bağlamaz.” denilmiştir. Görüldüğü gibi, hukuk hakiminin kusurun varlığını ya da yokluğunu belirlemede yetkileri sınırlı ve ceza mahkemesinin saptamalarıyla bağlı; buna karşılık kusurun derecesini ve zararın kapsamını değerlendirme yönünden yetkileri sınırsız ve kararlarında bağımsızdır. Hukuk hakiminin bu yöne ilişkin yetkileri, yazımızın konusu olan uzamış ceza zamanaşımının uygulanması sorunları ile doğrudan bağlantılı olmadığından ve ayrı bir incelemeyi gerektirdiğinden burada yer vermiyoruz.

IV- HUKUK HAKİMİNİN EYLEMİN SUÇ NİTELİĞİNİ ARAŞTIRMA İŞLEVİ:
Yukarda ceza zamanaşımına ilişkin koşulları incelerken gördük ki, eylemi işleyen hakkında ceza kovuşturması yapılmamış olsa bile, Borçlar Yasası m.60/2’deki ceza zamanaşımı uygulanabilecektir. Bunun için, haksız eylemin yalnızca “suç niteliği taşıması” yeterli görülmektedir. Buna göre:
1) Eğer ortada ceza kararı yoksa, hukuk hakimi, haksız eylemin (aynı zamanda) suç niteliği bulunup bulunmadığını araştıracak ve ceza yasaları yönünden cezalandırılabilir nitelikte bir suç öğesi saptamışsa, uzamış (ceza) zamanaşımı sürelerini göz önünde bulunduracaktır.
2) Bunun gibi, ceza davası açılmış olup da, kanıt yetersizliğinden aklama kararı verilmişse, ceza hakiminin eylemi suç saymamış olmasına karşın, hukuk hakimi yargılama sırasında toplanan kanıtlara göre haksız eylemin (aynı zamanda) ceza yasaları yönünden bir suç oluşturduğunu saptarsa, uzamış (ceza) zamanaşımını gözönünde bulundurması gerekecektir.
3) Takibi şikayete bağlı suçlarda da, haksız eylemden zarar görenin ceza mahkemesine başvurmadan doğrudan hukuk davası açması durumunda da , hukuk hakimi, eylemin suç niteliğini belirleyebilecek; koşulları varsa ve davalı zamanaşımını ileri sürmüşse, ceza zamanaşımı sürelerini dikkate alarak hüküm verecektir. Bir Yargıtay kararında denildiği gibi:” Tazminat davasına neden olan haksız eylemi işleyen hakkında ceza kovuşturması yapılmamış ise, BK.nun 60. maddesine göre zamanaşımı sorununu inceleyen hukuk hakiminin, haksız eylemin gerçekten cezayı gerektirir nitelikte olup olmadığını, gerektiriyorsa eylemin ceza hukuku bakımından daha uzun zamanaşımına tabi kılınıp kılınmadığını araştırması ve eylem daha uzun zamanaşımına tabi kılınmışsa bu (uzamış) ceza zamanaşımı süresini uygulaması gerekir. “ (Yarg.4,HD.20.09.1979, 4725-9975, YKD. 1980/8-1084)
Hukuk hakiminin, ceza mahkemesinden bağımsız olarak, eylemin suç niteliğini saptama işlevi yasal bir zorunluktur. HMUK.76. maddesine göre “Hakim, kendiliğinden Türk Yasaları gereğince karar verir.” Bu konuda “ceza kanunu-özel kanunlar” ayrımı yapılamaz. Genel olarak yasalar neyi gerektiriyorsa, onu yerine getirmek gerekir.
Burada şu soru akla geliyor : Ceza mahkemesinde kanıt yetersizliğinden aklama kararı verilmiş olup da, hukuk mahkemesindeki yeni kanıtlarla eylemin suç niteliği saptanmışsa, (ceza zamanaşımının uygulanmasının yanı sıra), eylemi işleyen kişi hakkında suç duyurusunda bulunulacak mıdır, yeniden ceza davası açılacak mıdır? Bizce bu bir görev ve yasal zorunluktur.
Yasalarımız, ceza hukuku ile medeni hukuk arasındaki ilişkiyi ve ceza mahkemesi kararları ile hukuk mahkemesi kararlarının birbirlerine etkilerini genel bir kural ile düzenlemiş değildir. Yer yer bazı yasa hükümlerinde bu etkiler yer almış olup, bunlardan en başta geleni Borçlar Yasası 53. maddesidir; bu bölümde incelediğimiz “hukuk hakiminin eylemin suç niteliğini doğrudan araştırma” yetkisi bu maddeden güç almaktadır.
Borçlar Yasasının 53. maddesine benzer bir hüküm HMUK.315. maddesinde yer almaktadır. Buna göre, bir senedin sahte olmadığına ilişkin ceza mahkemesinde aklama kararı verilmiş olsa, hukuk mahkemesinde sahteliğinin saptanması durumunda senet iptal edilebilir.
Burada Borçlar Yasası 54. maddesinden de söz etmeliyiz. Bilindiği gibi TCK. 46. ve 54. maddelerine göre ehliyetsizlik veya yaş küçüklüğü nedeniyle ceza verilemeyen kişiler, Borçlar Yasası 54. maddesine göre haksız eylemlerinden dolayı, hakkaniyet gerektiriyorsa, tazminat ödemekle yükümlü olurlar. Bu kişilerin ehliyetsiz ve küçük yaşta olmaları, eylemlerinin suç niteliğini ortadan kaldırmayacağından, bunlara karşı açılan davalarda uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanır.

BEŞİNCİ BÖLÜM
CEZA DAVASI ZAMANAŞIMI SÜRELERİ

Haksız eylemin (aynı zamanda) ceza yasaları uyarınca suç oluşturması durumunda Borçlar Yasası m. 60/2’ye göre daha uzun süreli (ceza) zamanaşımının uygulanacağını; hukuk mahkemesinde açılan tazminat davalarında uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanabilmesi için, eylemi işleyen hakkında ceza kovuşturması yapılmış veya hükümlülük kararı verilmiş bulunması gerekli olmayıp, haksız eylemin yalnızca suç niteliğini taşımasının yeterli olacağını başlangıçta ve ilerleyen bölümlerde ayrıntılı olarak açıkladık; öğretiden alıntılar yaptık ve Yargıtay kararlarından örnekler verdik.
Gene yazımızın başlangıç bölümünde yasa hükümlerine değinirken, uzamış (ceza) zamanaşımından anlaşılması gerekenin Türk Ceza Kanunu 102. maddesinde yer alan ceza davası zamanaşımı süreleri, daha açık bir deyişle kamu davası açma süreleri olduğunu ve bunun 112. maddedeki cezaları ortadan kaldıran süreler ile karıştırılmaması gerektiğini açıklamıştık.
Aşağıda, süreler ve hesaplanması ile ilgili ayrıntılara girilecektir.
1. Türk Ceza Kanunu 102. maddesine göre “ceza davası zamanaşımı” süreleri :
Önce kısaca belirtelim ki, 102. maddenin ilk dört bendinde cürümlere ve son iki bendinde kabahatlere ilişkin cezalar bölümlendirilmiş ve kamu davasını ortadan kaldıran süreler ile 20,15,10,5 yıl ve 2yıl ile 6 ay olarak belirlenmiştir. Bu süreler, eyleme kişileştirme sonucu verilen ceza miktarına göre değil, eylemin uyduğu maddede öngörülen cezanın yukarı haddine göre belirlenecektir. Yargıtay 3.6.1942 gün 1941/36 E. 1942/15 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere, ceza davası zamanaşımı “mahkemece belirtilen ve hükmolunan ceza miktarına göre değil, T.C.K. m.102’nin her bendinde sıralandığı üzere cürümlerin ve kabahat eylemlerinin gerektirdiği cezalara göre hesaplanmalıdır.”
Daha açık bir anlatımla, ceza davası zamanaşımı, mahkemece ağırlatıcı veya hafifletici nedenler dikkate alınarak hükmedilen (kişisel) ceza sürelerine göre değil, m.102’de ayrı ayrı gösterilen üst (TAVAN) süreler üzerinden hesaplanacaktır.
T.C.K. 102. maddesindeki ceza davası zamanaşımı (tavan) süreleri (özetle) şöyledir :
1. fıkra : Ölüm ve yaşam boyu hapiste 20 yıl
2. fıkra : Yirmi yıldan yukarı hapiste 15 yıl
3. fıkra : Beş ile yirmi yıl arası hapiste 10 yıl
4. fıkra : Beş yıldan fazla olmayan hapiste 5 yıl
5. fıkra : Bir aydan fazla hapiste 2 yıl
6. fıkra : Kabahatlerde 6 ay
Tazminat davalarında ceza zamanaşımı uygulaması, ülkemizde daha çok trafik kazalarında söz konusu olduğundan, sürelerin daha iyi anlaşılması için şöyle bir örnek verebiliriz : Eğer kazada bir kişi ölmüş veya bir kişi yaralanmışsa, sanık hakkında T.C.K. m. 455/1. veya 459. maddelerine göre cezanın üst sınırı 5 yıl olduğundan m.102/4. uyarınca zamanaşımı (5) yıl olacaktır. Eğer, haksız eylem sonucu birkaç kişinin ölümüne veya bir kişinin ölümü ile bir veya birkaç kişinin yaralanmasına neden olunmuş ise, bu kez T.C.K. 455/2. maddesine göre cezanın üst sınırı (10) yıl olduğundan ceza zamanaşımı da m.102/3’e göre (10) yıl olacaktır.
2. T.C.K. 104. maddesine göre yarı artırımlı ek süreler:
a) TCK. nun 104. maddesinde zamanaşımını kesen nedenler açıklandıktan sonra, kesilme gününden yeniden işlemeye başlayan zamanaşımının, 102. maddedeki sürelerin yarısının eklenmesiyle ulaşacak süreyi aşmayacağı hükmü yer almıştır. Örneğin, TCK. 102/4. maddesindeki 5 yıllık sürenin yarısının eklenmesiyle 7,5 yıl ve 102/3. maddesindeki 10 yılın yarısının eklenmesiyle 15 yıl olacak; kesilmeden sonra zamanaşımı yeniden işlemeye başladığında bu 7,5 ve 15 yıllık süreler aşılamayacaktır.

b) 104. maddede zamanaşımını kesen nedenler şöyle açıklanmıştır : “Kamu davasının zamanaşımı, mahkumiyet hükmü, yakalama, tutuklama, celp ve ihzar müzekkereleri, adli makamlar huzurunda sanığın sorguya çekilmesi, sanık hakkında son tahkikatın açılmasına ilişkin olan karar veya C. Savcısı tarafından mahkemeye yazılan iddianame ile kesilir.” denilmiştir.
Bu gibi durumlarda, zamanaşımı, kesilme gününden başlayarak yeniden işlemeye başlar. Eğer zamanaşımını kesen işlemler birden fazla ise, zamanaşımı bunların en sonuncusundan başlayarak yeniden işlemeye başlar. Ancak bu nedenler, zamanaşımı süresini, 102. maddede ayrı ayrı belirtilen sürelerin yarısının eklenmesiyle bulunacak süreden fazla uzatamaz.
c) 104. madde hükmüne göre, 102. maddedeki sürelerin yarı oranında artırılması durumunda, sanıklar hakkında artan ceza davası zamanaşımı sürelerinden hukuk mahkemesinde açılan tazminat davalarında da yararlanılması gerekir. Çünkü bu süreler içerisinde “haksız eylemin Devlet tarafından kovuşturulması olanağı” bulunmaktadır. 7.12.1955 gün 17/26 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında benimsendiği üzere “Ceza davası devam ettiği sürece zarar gören, ceza mahkemesinden tazminat isteyebileceğine göre, haksız eylemin Devlet tarafından izlenmesi olanağı bulunduğu sürece, hukuk mahkemesindeki davada da uzamış ve yarı oranında artırılmış ceza zamanaşımından yararlanılması doğru ve yerinde bir uygulama olacaktır.
Ancak ne var ki, öğretide ve yargısal inançlarda bu ayrıntı sezilememiş ve bir genelleme yapılarak “haksız eylemlerde ceza zamanaşımı uygulansa dahi, bu zamanaşımının kesilmesi, durması ve yeniden işlemeye başlaması Borçlar Yasası hükümlerine bağlı olacaktır.” denilmiştir. Buna karşılık Yargıtay 15. Hukuk Dairesi bir kararında TCK. m.104’deki artırımlı sürelerin hukuk davasına uygulanacağı görüşünü benimsemiştir. Sözkonusu karara göre: “Davalılara yüklenen ve mahkumiyetle sonuçlanan suçlara ilişkin TCK. 102/4. maddesinde öngörülen 5 yıllık zamanaşımı süresi davalıların ihzarı, sorguları ve tutuklanmaları vd. işlemler gözönünde alındığında, aynı yasanın 104/2. madde hükmü gereğince, yukarda sözü edilen zamanaşımı süresinin yarısının ilavesi ile 7,5 yıla ulaşacağından, işbu davada BK. 60/2. maddesinde yollama yapılan c e z a z a m a n a ş ı m ı süresinin olayda gerçekleşmemiş olmasına göre, davalıların temyiz itirazlarının reddine” karar verilmiştir. “ (Yarg. 15.HD. 14.2.1989 gün 261-585 sayılı kararı, Yasa H.D., 1989/8-1163, no:491)
3. TCK. 102. maddesindeki zamanaşımı sürelerinin hesabına esas TCK. 455-456. maddelerindeki ceza süreleri :
Ceza davası zamanaşımı uygulamada yoğunlukla kusura dayalı suçlarda söz konusu olduğundan, TCK. 102. maddesindeki zamanaşımı sürelerinin hesabına esas, TCK. 455-456. maddelerinin kısaltılmış ve sadeleştirilmiş birer özeti aşağıda verilmiştir :
m.455- Tedbirsizlik ve dikkatsizlik, meslek ve sanatta acemilik veya kurallara, emirlere, yönetmelik ve yönergelere aykırı davranışlar ile bir kimsenin ölümüne neden olan kişi iki yıldan beş yıla kadarhapse … mahkum olur.
Eğer eylem birkaç kişinin ölümü sonucunu doğurmuş veya bir kişinin ölümü ile birlikte bir veya birkaç kişinin de yaralanmasına neden olmuş ve bu yaralanmalar 456ncı maddenin ikinci fıkrasında açıklanan derecede bulunmuş ise dört yıldan on yıla kadar hapse… mahkum edilir.
m.456- Her kim öldürme kastı olmaksızın bir kimseye bedence acı verir veya beden, akıl ve ruh sağlığını bozarsa altı aydan bir yıla kadar hapsolunur.
Eylem : a) Havastan (duyum organlarından) veya azadan (el, ayak, kol, bacak, parmak vb. beden organlarından) birinin sürekli (zaafına)güçsüzlüğüne, b) Söz söylemekte sürekli zorluğa; c) Yüzde kalıcı ize (sabit esere), d) Yirmi gün veya daha fazla akıl veya beden hastalıklarından birine ve bu süre kadar iş ve güçten kalınmasına, e) Bu süre kadar yaşamsal tehlikeye, f) Gebe kadının zamanından önce çocuk doğurmasına neden olmuşsa ceza iki yıldan beş yıla kadar hapistir.
Eylem, kesin ve olası biçimde iyileşemeyecek derecede : a) Akıl veya beden hastalıklarından birine, b) Duyu organlarından veya el ve ayaklardan birinin yitimine, c) Söz söylemek yeteneğinin yok olmasına, d) Çocuk yapma yeteneğinin kaybına, e) Organlardan birinin işlevsiz kalmasına, f) Yüzün (çehrenin) kalıcı biçimde değişikliğine, g) Gebe kadının çocuğunu düşürmesine neden olmuşsa ceza beş yıldan on yıla kadar ağır hapistir.
Eğer eylem, hiçbir hastalığa neden olmamışsa veya iş ve güçten kalma sonucunu doğurmamışsa ve bu durumlar on günden fazla uzamamışsa, kovuşturma zarar görenin şikayetine bağlı olmak koşulu ile eylemi işleyen hakkında iki aydan altı aya kadar hapis veya … hükmolunur.
Bu eylem, 457 nci maddede yazılı araçlarla işlenirse, kovuşturma şikayete bağlı değildir.

ALTINCI BÖLÜM
KUSURA DAYANMAYAN SORUMLULUKTA CEZA ZAMANAŞIMININ UYGULANMASI

I- GENEL OLARAK :
Ceza davası zamanaşımı, kural olarak, ceza yasalarına göre suç niteliğindeki haksız eylemi işleyenlere uygulanır. Bunların dışında “malca sorumlu” olanlara ceza zamanaşımının uygulanması son derece sınırlı tutulmuştur.
Kusura dayanmayan “malca” sorumlulukta uzamış (ceza) zamanaşımı şu üç durumda uygulama yeri bulur :
a) 2918 sayılı Karayolları Trafik Yasasına göre işleten, araç maliki, girişimci, motorlu araçlarla ilgili meslek sahipleri, sigortacı v.b. haklarında, sürücünün kusur oranıyla sınırlı olarak uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanır.
b) T.C.K. 465. maddesine göre “Bir kimsenin veya bir şirketin hizmetinde bulunanlar tarafından görev ve hizmet sırasında işlenen 455 ve 459uncu maddelerde yazılı suçlardan dolayı hükmedilecek tazminattan o kimse ve şirket malca sorumlu” olduklarından, haklarında (belli koşullarla sınırlı olarak) uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanabilir.
c) Suç sayılan haksız eylemi işleyenin ölümü halinde, kamu davası açılmamış ve mahkumiyet kararı verilmemiş olsa bile, mirasçıları ölenin külli halefi olduklarından, Yargıtay’ın yerleşik kararlarına göre, mirasçılara karşı açılan tazminat davalarında uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanır. Bu konu, yukarda “ceza zamanaşımının uygulanma koşulları”nın ilgili bölümünde incelendiğinden ayrıntıya girmiyoruz.
Aşağıda, 2918 sayılı KTK. hükümlerine ve T.C.K. 465. maddesine göre “malca sorumlular” hakkında uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanma koşulları geniş biçimde ele alınacaktır.

II- KARAYOLLARI TRAFİK YASASINA GÖRE
UZAMIŞ (CEZA) ZAMANAŞIMININ UYGULANMASI
1- Yasa hükümleri :
2918 sayılı KTK.nun 109. maddesi 1. fıkrasında “Motorlu araç kazalarından doğan maddi zararların tazminine ilişkin istekler, zarar görenin, zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yıl ve herhalde, kaza gününden başlayarak on yıl içinde zamanaşımına uğrar.” denildikten sonra, 2. fıkrasında “ Dava, cezayı gerektiren bir fiilden doğar ve ceza kanunu bu fiil için daha uzun bir zamanaşımı süresi öngörmüş bulunursa, bu süre, maddi tazminat istekleri için de geçerlidir.” denilmiştir.
KTK.nun 109. maddesinin 2. fıkrası, Borçlar Yasası m.60/2’ye koşut bir hüküm içermektedir. B.K. m.60/2’ye göre : “Tazminat davası, ceza kanunları uyarınca daha uzun süreli zamanaşımına bağlı cezayı gerektiren bir eylemden doğmuş olursa, kişisel davaya da o zamanaşımı uygulanır.”
KTK. m. 109/2 ile B.K. 60/2’nin yollamasıyla TCK. 455-459 maddelerindeki kusura dayalı suç sayılır eylemlere uygulanan, aynı yasanın 102. maddesi 3. ve 4. bentlerindeki zamanaşımı sürelerine ulaşmaktayız.
2- Zamanaşımı süreleri :
Yukarda açıklanan yasa hükümlerine göre bir trafik kazası sonucu :
a) Bir kişi ölmüşse (TCK.m.455/1) veya bir kişi yaralanmışsa (TCK. m.456/2) ceza davası zamanaşımı süresi TCK. m. 102/4’e göre beş yıl’dır.
b) Eğer trafik kazası birkaç kişinin veya bir kişinin ölümü ile bir veya birkaç kişinin yaralanması ile sonuçlanmışsa (TCK. m.455/2) ceza zamanaşımı süresi TCK.m.102/3’e göre on yıl olacaktır.
c) Maddi hasarla sonuçlanan kazalarda zamanaşımı süresi KTK.m.109/1’e göre iki yıl ise de, maddi hasarın yanı sıra ölüm veya yaralanma varsa, bu durumda zarar gören kişi sayısına göre beş veya on yıl olan ceza zamanaşımı süreleri, maddi hasar isteğine ilişkin tazminat alacaklarına da uygulanır.
Trafik kazalarında ceza zamanaşımı sürelerine ilişkin Yargıtay kararlarından üç örnek aşağıda özetlenmiştir.
Örnek : 1.Trafik kazası nedeniyle uğranılan zararın giderimi davasında, 2918 sayılı KTK.nun 109/2. İle B.K. 60/2. ve TCK.nun 455/1, 102/4. maddeleri uyarınca, davaya konu olay “beş yıllık” zamanaşımına bağlıdır.(Yarg. 4. HD. 21.3.1996,1695-2128, YKD. 1996/6-956)
Örnek : 2. Bir kişinin öldüğü ve bir kişinin de yirmibeş gün iş ve güçten kalacak derecede yaralandığı trafik kazası nedeniyle açılan davada, Türk Ceza Kanununun 455/2. maddesi uygulanacağından ceza miktarına göre TCK. 102. maddesi 3. bendi gereği ceza davası zamanaşımı “on yıl”dır. (Yarg. 4. HD. 8.4.1999, 1163-3022 , YKD. 1999/9-1208)
Örnek : 3. Araç hasarından dolayı açılan tazminat davasında, dava dışı bir kişinin de yaralandığı gözetilerek KTK. 109/1. maddesindeki iki yıllık zamanaşımı değil, m.109/2’deki düzenleme gereği TCK. 459/2 ve 102/4. uyarınca beş yıllık zamanaşımı uygulanır.(Yarg. HGK. 10.10.2001, E. 2001/19-652, K. 2001/705, Yargı Dünyası 2002/1-20)[46]
3- Ceza zamanaşımının uygulanacağı tazminat sorumluları :
Trafik kazaları nedeniyle açılan davalarda, yasanın 109/2. maddesinde öngörülen ceza zamanaşımı sürelerinin uygulanacağı kişiler, yalnızca eylemi işleyen sürücü ve yardımcıları değil, motorlu taşıtlarla ilgili tüm gerçek ve tüzel kişilerdir. Yasanın 85/son maddesine göre, işleten ve araç işleticisi girişimci, araç sürücüsünün veya aracın kullanılmasına katılan yardımcı kişilerin kusurlarından kendi kusuru gibi sorumludur.
İşleten kavramı, 85. maddeye 17.10.1996 gün 4199 sayılı yasa ile yapılan eklemelerle genişletilmiş, araç sahibi ve işletenin yanı sıra “motorlu aracın bir teşebbüsün unvanı veya işletme adı altında veya bu teşebbüs tarafından kesilen biletle işletilmesi halinde, motorlu aracın işleteni ile bağlı olduğu teşebbüsün sahibi” işleten sayılmıştır.
2918 sayılı KTK’nun son şekline göre, uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanacağı tazminat sorumlularını şöyle sıralayabiliriz :
a) İşleten, araç sahibi,girişimci : (m.85/Son)
Yasanın 85. maddesine göre, motorlu aracın bir teşebbüsün unvanı veya işletme adı altında veya bu teşebbüs tarafından kesilen biletle işletilmesi durumunda, motorlu aracın işleteni ve bağlı olduğu teşebbüsün sahibi, araç sürücüsünün veya aracın kullanılmasına katılan yardımcı kişilerin kusurundan kendi kusuru gibi sorumludur. Bu nedenle bunlar hakkında uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanacaktır.
b) Motorlu araçlarla ilgili mesleki faaliyette bulunan teşebbüsün sahibi : (m.104)
Gözetim, onarım, bakım, alım-satım, araçta değişiklik yapılması amacı ile ve benzeri bir amaçla kendilerine bırakılan bir motorlu aracın sebep olduğu zararlardan dolayı i ş l e t e n gibi sorumlu tutulurlar.
c) Yarış düzenleyicileri : (m.105)
Yarış düzenleyicileri, yarışa katılanların veya onlara eşlik edenlerin araçları ile gösteride kullanılan diğer araçların sebep olacakları zararlardan dolayı motorlu araç işleteninin sorumluluğuna ilişkin hükümler uyarınca sorumludurlar.
d) Devlet ve kamu kurumları : (m.106)
Kamu kurum ve kuruluşlarına ait motorlu araçların sebep oldukları zararlardan dolayı, haklarında işletenin hukuki sorumluluğuna ilişkin hükümler uygulanacağından, bunlar hakkında dahi uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanır.
e) Motorlu aracı çalan veya gasbeden kişiler : (m.107)
Bir motorlu aracı çalan veya gasbeden kişiler işleten gibi sorumlu tutulurlar. Bu nedenle bunlar hakkında da uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanır.
f) Sigorta Şirketleri (Zorunlu Trafik Sigortası) : (m.88 ve Genel Şartlar m.17/2.)
İşletenlerin yanı sıra, yasanın 88. maddesinde dayanışmalı sorumlular arasında sigortacıya da yer verildiğinden, onlar hakkında da ceza zamanaşımı uygulanacaktır. Ayrıca Trafik Sigortası Genel Şartlar m. 17/2’de “Dava, cezayı gerektiren bir eylemden doğar ve ceza kanunu bu eylem için daha uzun bir zamanaşımı süresi öngörmüş bulunursa, bu süre tazminat istemleri için de geçerlidir.” hükmü yer almıştır.
g) İsteğe bağlı sorumluluk sigortası yapan sigortacı : (m.100)
Yasanın 100. maddesine göre “isteğe bağlı sorumluluk sigortası” yapan sigortacı hakkında da uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanır.
h) Garanti Fonu : (m.108)
Yasanın 98. maddesi 3. fıkrasına göre “Zarara sebep olan aracın bilinememesi veya geçerli bir zorunlu mali sorumluluk sigortasının bulunamaması veya sigortacının iflas etmesi veya çalınan aracın işleteninin sorumlu tutulamaması hallerinde” maddi zararlar ile tedavi giderleri Karayolları Trafik Garanti Sigortası Hesabı’ndan ödenir. 108. maddeye göre Garanti Fonu hakkında işletenin sorumluluğuna ilişkin kurallar uygulanır. Buna göre, başvuruların süresi, koşulları varsa, uzamış (ceza) zamanaşımı süresi kadardır.
4- Ceza zamanaşımının uygulanacağı tazminat türleri :
a) Ölümlü kazalarda, maddi destek tazminatları ve cenaze giderleri için açılan davalarda ;
b) Yaralanmalı kazalarda, sürekli veya geçici işgöremezlik zararları için açılan davalarda;
c) Tedavi ve tüm iyileşme giderleri isteklerinde;
d) Ölüm veya yaralanma ile birlikte araç hasarının da söz konusu olduğu durumlarda hasar bedeli için açılan davalarda;
e) Manevi tazminat isteklerinde de ceza zamanaşımı uygulanacaktır.
Manevi tazminatlar için zaman zaman yanılgıya düşüldüğünden, bu konunun altını çiziyoruz ve uyarıyoruz : Manevi tazminat istekleri için de ceza zamanaşımı uygulanır.
Bununla ilgili Yargıtay karar örnekleri :
Motorlu araç kazalarından doğan zararların tazminine ilişkin olarak, dava, cezayı gerektiren bir fiilden doğar ve Ceza Kanunu bu fiil için, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununda belirtilenden daha uzun bir zamanaşımı süresi öngörmüş bulunursa, sözü edilen kanun uyarınca, bu süre maddi tazminat istekleri için de geçerlidir. Ayrıca, Yargıtay’ın uygulamaları, bu hükmün trafik kazalarında uğranılan manevi zararlar hakkında da geçerli sayıldığı yolundadır. (Yarg. 4. HD. 7.3.1996, 1033-1461, YKD. 1996/5-715)
Yaralanma nedeniyle manevi tazminat ve tedavi giderlerine ilişkin talepler 2918 sayılı yasanın 109/2 ve B.K. nun 60/2. maddeleri ile uzamış zamanaşımına tabi olup, fiil cezayı gerektirdiğinden, Ceza Kanunu’nun bu fiil için öngördüğü 5 yıllık zamanaşımına tabidir. ( Yarg.4. HD. 18.2.2001, 2000/10296-2001/1183, YKD. 2001/10-1504)
5- Araçtaki bakımsızlık ve teknik arıza durumunda zamanaşımı :
Fren ve lastik patlaması, rot çıkması, direksiyon kilitlenmesi v.b. gibi durumlar “teknik arıza” olarak nitelenmekte; buna bağlı kazalarda “sürücü kusuru” olmadığından KTK. 109/2. maddesindeki uzamış (ceza) zamanaşımı değil, 1. fıkradaki iki yıllık zamanaşımı uygulanmaktadır.
Oysa, teknik arıza olarak adlandırılan çoğu bozukluklar, beklenmeyen ve önceden tahmin edilemeyen durumlar değil, araçtaki bakımsızlıktan kaynaklanan işleten kusurlarıdır.
İşletenler, çok kere, düzenli (periyodik) bakım yaptırmamakta, frenleri kontrol ettirmemekte, aşırı yükle aracı yıpratmakta, hurdalaşmış bir durumda karayoluna çıkarmaktadırlar. Oysa KTK.29.maddesine göre “Araçların yapım ve kullanma bakımından karayolu yapısına ve trafik güvenliğine uyması zorunludur. 30.maddeye göre,araçların teknik şartlara uygun durumda bulundurulması zorunludur. Karayolları Trafik Yönetmeliği hükümlerine ve özellikle 38. maddeye uygun olmayan araçların karayoluna çıkarılmaları işletenler yönünden ağır kusur sayılmalıdır.
Trafik Yasası ve Yönetmelikteki araç bakımına ve teknik koşullara uymama durumları, TCK. 455-459. maddelerindeki “kurallara, emirlere, yönetmelik ve yönergelere aykırı davranışlar ile bir kimsenin ölümüne ve yaralanmasına neden olmak” hükümleriyle ilişkilendirildiğinde işletenlerin ceza hukuku yönünden sorumlulukları olabileceğinin ve bu nedenle (sürücü kusurunun olmadığı) bu gibi durumlarda işletenler hakkında uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanıp uygulanamayacağının tartışılması gerektiği düşüncesindeyiz.

III- TÜRK CEZA KANUNU 465. MADDESİNE GÖRE
MALCA SORUMLULARA CEZA ZAMANAŞIMININ UYGULANMASI

1- Yasa hükmü ve özellikleri :
Borçlar Yasası 55. maddesine oranla özel bir hüküm içeren TCK.465. maddesine göre :”Bir kimsenin veya bir şirketin hizmetinde bulunanlar tarafından vazife ve hizmet sırasında işlenen 455. ve 459. maddelerinde yazılı cürümlerden dolayı hükmedilecek tazminattan o kimse veya şirket malca sorumludur.”
Bu madde, kaynak İtalyan eski Ceza Kanunu’nda bulunmayıp, çalıştıranın sorumluluğuna açıklık kazandırmak amacıyla kanuna eklenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Türk Ceza Kanunu, Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu’ndan üç ay önce yürürlüğe girmiş ise de, Borçlar Kanunu’nun 55. maddesine oranla TCK. 465. maddesi özel bir hüküm olma niteliğini korumuştur. Maddenin özellikleri şöyle sıralanabilir :
a) TCK. 465. maddesi, bütün haksız eylemlere değil, yalnızca TCK. 455.ve 459. maddelerinde yazılı suçları oluşturan haksız eylemlere özgüdür.
b) Malca sorumlu olan bütün adam kullananlara uygulanmayıp, yalnızca “gerçek kişiler” ile “şirketler” için geçerlidir.
c) Bu özel hükümde Borçlar Yasası m.55’deki “sorumluluktan kurtulma” hükmü yer almadığına göre, T.C.K. m.465’deki koşullar gerçekleştiğinde, malca sorumlu gerçek kişi veya şirket, B.K. m.55/2’deki “kurtuluş kanıtı”ndan yararlanamayacaktır. Başka bir deyişle, TCK. m.465 anlamında adam çalıştıran gerçek kişi veya şirket, çalıştırdığı kişileri seçmekte, onları denetlemekte ve gerekli önlemleri almakta özen gösterdiğini ya da göstermiş olsa bile ve suçun işlenmesinin önüne geçemeyeceğini kanıtlasa dahi tazminatla yükümlü olacaktır.
2- TCK. 465. maddesine ilişkin öğretideki görüşler :
Suçtan doğan ceza ilişkisinin iki temel ve zorunlu tarafları Devlet ve suç işleyen kişi olup, aynı ilişki çerçevesinde yer alan hukuk ilişkisi iki grup kişiyi de karşı karşıya getirmektedir. Bunlardan biri malca sorumlu kişi ve diğeri suçtan zarar gören kişidir.
Malca sorumlu kişinin ceza ilişkisindeki durumunun, Borçlar Hukuku alanından farklı olup olmadığı tartışılabilir. Ceza Yasasının 465. maddesi “Bir kimsenin veya şirketin hizmetinde bulunanlar tarafından vazife ve hizmet sırasında işlenen 455. ve 459. maddelerde yazılı cürümlerden dolayı hükmedilecek tazminattan o kimse veya şirket malca sorumludur.” demektedir. Böylece 465. madde Borçlar Yasasının 55. maddesindeki hükmü tekrarlamakta ise de 55. maddede yer alan kurtuluş kanıtından söz etmemektedir. Bu durum karşısında, haksız eylemin TCK.455.ve 459. maddelerinde yazılı suçlardan birini oluşturması durumunda, malca sorumlu olan kimsenin kurtuluş kanıtından yararlanabilip yararlanamayacağı sorunu ortaya çıkar. Denebilir ki, TCK. 465. maddesi, BK.55’e oranla özel bir hüküm içermektedir. Çünkü :
a) Bütün haksız eylemlere değil, yalnızca 455. ve 459. maddelerde yazılı taksirle adam öldürme ve taksirle müessir fiil suçları şeklindeki haksız fiillere özgüdür.
b) Malca sorumlu olan bütün kişilere ilişkin olmayıp, yalnızca gerçek kişiler ile şirketlere özgüdür ve sonuç olarak dernekler ve vakıflar maddenin kapsamı dışında kalmaktadır.
c) Bu özel hükümde BK.55’deki sorumluluktan kurtulma hükmü tekrarlanmadığına göre, TCK. 465’deki şartlar gerçekleştikçe, malca sorumlu olan gerçek kişi veya şirket B.K.55/2’deki kurtuluş kanıtından yararlanamayacak; şu halde hizmetinde çalıştırdığı kişiyi seçmekte, gereken bilgileri vermekte ve gerekli denetimi yapmakta özen gösterdiğini ya da göstermiş olsa idi bile suçun işlenmesinin önüne geçemeyeceğini kanıtlasa da, tazminatla yükümlü olacaktır.
d) Ancak bunun için malca sorumlu ile suçtan zarar gören kimse arasında ceza ilişkisinin kurulması, yani tazminatın ceza mahkemesinde ve bir ceza davası dolayısıyla istenmiş olması ve bu istemin TCK. 465’e dayandırılması gerekir.
Bu yorumlara karşı bazı görüşler ileri sürülmektedir. Denilmektedir ki, TCK. 1 Temmuz 1926’da, Borçlar Kanunu ise 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girmiştir, B.K. sonraki kanundur ve madde 55. hükmü ceza yasası yönünden de geçerlidir; bu nedenle TCK. 465’deki malca sorumlu olanlar kurtuluş kanıtından yararlanabilirler.
Ancak, BK. daha yeni olsa da, TCK.ya oranla genel kanun olma niteliğini koruyacağından ve TCK. m.465 özel bir hüküm olduğundan, sorun üzerinde tartışma yine de açık bulunmaktadır.[47]
3- T.C.K. 465. maddesine göre ceza zamanaşımının uygulanma koşulları :
Yasanın açıklanış biçimine göre, TCK. 455-459. maddelerindeki suçları işleyenlere uygulanacak ceza zamanaşımı, onları çalıştıran gerçek kişi ve şirketlere de uygulanacak; suçtan zarar görenlerin malca sorumlulardan tazminat istekleri, TCK. 102. maddesindeki süreler içerisinde ileri sürülebilecek veya dava edilebilecektir. Ancak ne var ki, 465. madde hükmünden ve bu çerçevede ceza zamanaşımından yararlanma koşulları, Yargıtay’a egemen olan görüşler nedeniyle, son derece dar ve sınırlı tutulmuştur.
a) Yargıtay’ın baskın kararlarına göre, TCK. 465. maddesindeki sorumluluğa uygulanacak uzamış (ceza) zamanaşımından yararlanma koşulları şöyledir:
aa) Suçtan zarar gören ile malca sorumlular arasında ceza ilişkisi kurulmalı, başka bir deyişle tazminat isteği ceza davası ile bağlantılı olmalıdır.
bb) Zarar gören, ceza davası sonuçlanıncaya kadar CMUK. ilgili hükümleri uyarınca kamu davasına katılma yolu ile malca sorumlu olanlardan zararın ödetilmesini istemelidir.
cc) Veya ceza davasına katılmak yerine, ceza davası sonuçlanıncaya kadar geçecek süre içinde, hukuk mahkemesinde (malca sorumlu olanlara karşı) tazminat davası açmalıdır.
dd) Ceza davası sonuçlandıktan sonra, malca sorumlu olanlara artık uzamış zamanaşımı uygulanamayacak; B.K. m. 60/1’deki bir yıllık süre de geçmiş ise dava hakkı zamanaşımına uğrayacaktır.[48]
Yargıtay’ın yukardaki görüşleri nedeniyle, 2918. sayılı KTK. dan önceki 6085 sayılı yasa döneminde (araç maliki ve işletenler hakkında uzamış ceza zamanaşımının uygulanamaması yüzünden) suçtan zarar görenler pek çok hak kaybına uğramışlar, ekonomik yönden zayıf sürücülerle karşı karşıya bırakılmışlardır. Bizce, 6085 sayılı yasanın yerini alan 2918 sayılı KTK.nun 109/2. ve 85/son. maddeleri, TCK. 465. maddesine koşut, onunla uyumlu ve ondan esinlenmiş hükümler içermektedir. Burada yasakoyucunun amacı ve toplumun beklentileri (güçlüye karşı güçsüzü koruma istemleri) gözönünde bulundurularak, motorlu araç sahipleri ve işletenler ile diğer adam kullanan gerçek ve tüzel kişiler arasında eşitlik ve denge kurulmalı; bunun için de TCK. 465. maddesi geniş yorumlanarak B.K. 60/2.maddesindeki ceza zamanaşımı kavramına uygun biçimde, TCK. 102. maddesindeki ceza zamanaşımı süreleri (ceza davası ile ilişkilendirilmeksizin ve eylemin suç niteliği taşıması yeterli görülerek) koşulsuz ve sınırsız uygulanmalıdır.
TCK. 465. maddesinin uygulanmasıyla ilgili kimi Yargıtay kararlarında, ceza davası sonuçlandıktan sonra, BK. m. 60/1’deki bir yıllık sürenin işlemeye başlayacağı görüşü yer almış ise de, son kararlarda bundan da vazgeçildiği görülmektedir.[49]
b) Yargıtay’ın yukarda açıklanan ve TCK. 465. maddesinden yararlanmayı “ceza davasının devamı süresi” ile sınırlı tutan kararlarına karşı çıkan “Karşıoy” yazılarındaki görüşler, bizce (bir çok ülkede zamanaşımı sürelerinin alabildiğine artırıldığı günümüzde)[50] çağdaş teknolojinin yarattığı ürkütücü boyutlardaki tehlikelere ve toplumun beklentilerine yanıt verecek niteliktedir. Bu görüşlere göre :
aa)“TCK. 465. maddesi özel bir hüküm olup, ceza yasasının 455. ve 459. maddeleri ile sınırlıdır,yalnızca gerçek kişilere ve şirketlere özgüdür, kurtuluş kanıtı tanınmamıştır.
bb)Ceza davası sonuçlandıktan sonra kişisel hak istenemeyeceği görüşü, haksız eylemin aynı zamanda bir suç niteliğinde olması ve her nasılsa ceza davası açılmamış bulunması durumunda da çalıştıranlar hakkında uzamış (ceza) zamanaşımı sürelerinin uygulanacağı görüşü ile çelişmektedir.
cc) Bu nedenlerle, TCK. 465. maddesinde yer alan “malca sorumlu gerçek kişi ve şirketler” hakkında uzamış (ceza) zamanaşımı, ceza davasına bağlı kalınmaksızın, s u ç n i t e l i ğ i saptanarak, eylemi işleyen kişiye nasıl uygulanıyorsa, çalıştıranlara da aynı biçimde uygulanmalıdır. Çünkü fail için ayrı, çalıştıran için ayrı zamanaşımı düşünülemez.”[51]
Gerçekten, B.K. 60/2.maddesinin uygulanmasına ve TCK.102.maddesindeki sürelere ilişkin Yargıtay’ın yerleşik kararları gözden geçirildiğinde, tazminat davalarına uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanabilmesi için “Ceza davası açılmış ve mahkumiyet kararı verilmiş olması koşulu aranmayıp, yalnızca haksız eylemin s u ç n i t e l i ğ i taşıması yeterli görülmüştür.[52]
TCK. 465. maddesinin uygulanmasında 102. maddedeki dava açma ( ceza davası zamanaşımı) süreleri gözönünde bulundurulmak gerekeceğine göre, bu sürelerin haksız eylemi işleyen çalışanlara ayrı, çalıştırılanlara ayrı uygulanması Yargıtay kararları arasında çelişki oluşturmaktadır.
Öte yandan karşıoy yazılarında belirtildiği gibi :
“Tam ve eksik teselsülü düzenleyen B.K.50 ve 51. maddeleri, birlikte zarara neden olanların aralarındaki sorumluluk durumları ile rücu gibi genel nitelikle hukuksal sorunlarla ilgili olup, özel bir hüküm olan TCK.465. maddesi ile bağlantısı yoktur. Özel nitelikli hükümlerin, genel hükümlerden önce uygulanacağı bilinen bir olgudur.
Tüm bu durumlar birlikte değerlendirildiğinde, TCK. 465. maddesindeki özel düzenleme nedeniyle aynı yasanın 455 ve 459. maddelerinde yazılı cürümlerden dolayı hükmedilecek tazminattan ötürü fail ile birlikte çalıştıranlar da malca sorumlu kabul edilmiş olduklarından, uzamış zamanaşımının çalıştıran ve çalıştırılanlara aynı biçimde uygulanması yasa yapıcının amacına uygun düşecektir.” [53]
c) Hak aramada temel sorun “zaman” unsuru olmasına karşın, öğretide bu tür konulara yeterince eğilinmediği ve önemsenmediği kanısındayız. Buna karşılık uygulamadan gelen ve gereksinmeleri iyi bilen yazarlar, çözüm arayışlarına güç katmaktadırlar.Bunlardan birinin TCK. 465. maddesine ilişkin görüşleri şöyledir:
TCK. 455 ve 459’da yazılı suçlardan dolayı zarar görenin, bu yasa hükümleriyle sınırlı olarak malca sorumlu hakkında BK. m.60/2’deki uzamış zamanaşımından yararlanabilmesine ilişkin çözüm benimsenmeli; TCK. m.102’de yer alan kamu davasının yıllanma sürelerinin başlangıcı gününden işleyen uzamış ceza zamanaşımı içinde, zarar gören, çalışma yardımcısı (haksız eylemi işleyen çalıştırılan) hakkındaki ceza davasına katılmasa ya da ceza mahkemesince karar verilmiş olsa bile, hukuk mahkemesinde tazminat davası açabilmeli ve böylece sorun uzamış ceza zamanaşımına göre çözüme bağlanmalıdır.[54]
d) Gene, uygulamadaki zorlukları yakından gözlemleyen ve toplumun beklentilerini iyi bilen Yargıtay’ın iki Sayın Üyesinin, Hukuk Genel Kurulu’nun 27.6.2001 gün, 4-472 E. 547 K. sayılı kararına koydukları “Karşıoy” açıklamalarındaki görüşlerini, son derece önemli, açık ve anlaşılır bulduğumuz için aynen aşağıya aktarıyoruz[55] :
“Zamanaşımı alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edebilme niteliğinden yoksun kalmaktır. Hakkın özü ve esası devam etmekle birlikte talep hakkı ortadan kalkmaktadır.
Zamanaşımı gerçekleşmiş olsa dahi, borçlunun serbest iradesi ile borcunu eda etmesi hallerinde bu geçerli bir ödeme niteliğindedir. Haksız fiillerle ilgili zamanaşımı süreleri BK.nun 60. maddesinde düzenlenmiştir.
Anılan maddenin ilk fıkrasına göre zarar ve failin öğrenme tarihinden itibaren bir yıl içinde ve her halükarda on yıl içinde dava açılması gerekir. Aynı maddenin ikinci fıkrasına göre ise haksız fiil aynı zamanda suç niteliğinde ve ceza kanunlarında dava açma süresi daha uzun ise tazminat davasında o zamanaşımı uygulanacaktır.
Bu kısa açıklamadan sonra somut olayın irdelenmesine gelince; uzamış zamanaşımı çalıştıranlar için de uygulanır mı? Uygulanmaz mı? Uygulanıyorsa , hangi hallerde uygulanır. Uzamış (Ceza) zamanaşımı ilke olarak fail hakkında uygulanır. Özel hüküm olmadıkça çalıştıranlar hakkında uygulanmaz. Örneğin Trafik Yasasının 109. maddesine göre aracın işleteni durumunda olan ve aynı zamanda çalıştıran niteliğini taşıyan hakkında uzamış zamanaşımı uygulanır, bu doğrultuda TCK.nun 465. maddesinde özel bir düzenleme yapılmıştır, bu madde uyarınca bir kimsenin veya şirketin hizmetinde bulunanlar tarafından vazife ve hizmet sırasında işlenen TCK. 455 ve 459. maddelerinde yazılı cürümlerden dolayı hükmedilecek tazminatlardan o kimse veya şirket malen sorumlu olup sorumluluk hukuku ile ilgili bir düzenlemenin ceza yasasında yer almış olmasının özel bir anlam ve amacının olması icap eder. Bu maddede çalıştıranların sorumluluğu sınırlı tutulmuştur. Sadece TCK.nun 455. ve 459. maddelerinde yazılı cürümlerden ötürü zarar görenlerin fail ile birlikte çalıştıranlar hakkında tazminat isteme haklarının mevcut olduğu kabul edilmiştir.
Bu özel hüküm nedeniyle, zarar görenlerin mağdur olmamaları için uzamış zamanaşımının hem çalışanlar ve hem de çalıştıranlar için uygulanması gerekir. Bu düzenleme ceza yasası içinde yer aldığına göre, fail için ayrı, çalıştıran için ayrı zamanaşımı süreleri düşünülemez. Sayın çoğunluğun görüşüne göre, zarar gören şayet ceza davasında müdahil olmuş ise bu takdirde ceza davasının kararlanmasına kadar tazminat isteminde bulunabilir. Ceza davasının bitiminden sonra artık kişisel hak isteminde bulunamaz. Ancak haksız fiil aynı zamanda bir suç niteliğinde olmasına rağmen her nasılsa ceza davası açılmamış olması hallerinde çalışanlar hakkında uzamış zamanaşımı sürelerinin uygulanacağı kabul edilmektedir. Bu bir çelişki değil midir? Tam ve eksik teselsülü düzenleyen BK.nun 50. ve 51. maddeleri; birlikte zarar ika edenlerin aralarındaki sorumluluk durumları ile rücu gibi genel nitelikli hukuksal sorunlarla ilgili olup özel bir hüküm olan TCK. 465. maddesi ile bağlantısı yoktur. Özel nitelikli hükümlerin, genel hükümlerden önce uygulanacağı bilinen bir olgudur.
Sanık hakkında açılan ceza davasında zarar görenin müdahale hakkı bulunduğu gibi, burada kişisel hak isteminde de bulunabilir. Ancak ceza mahkemelerinde müdahale yolu ile maddi tazminata ilişkin talepler için genellikle hukuk mahkemesine başvurmakta muhtariyetine biçiminde karar verilmektedir. Bu gibi durumlarda ceza mahkemesi kesinleştikten sonra ancak hukuk mahkemesine başvurulabilir. O halde ceza davası sonuçlanmış olmasına rağmen açıklanan nedenlerden ötürü kişisel hakların sağlanması zımnında hukuk mahkemesinde dava açma olanağı vardır. Uygulama bu doğrultuda olduğuna göre, uzamış zamanaşımın çalıştıranlara da uygulanacağı sonucuna varılmaktadır.
Tüm bu durumlar birlikte değerlendirildiğinde TCK. 465. maddesindeki özel düzenleme nedeniyle aynı Yasanın 455 ve 459. maddesinde yazılı cürümlerden dolayı hükmedilecek tazminattan ötürü fail ile birlikte çalıştıranlar da malen sorumlu oldukları kabul edilmiş olduğundan uzamış zamanaşımı da yine aynı şekilde çalıştıranlara da uygulanması yasa yapıcının amacına uygun düşmektedir.”

IV- TÜZEL KİŞİLERİN ORGANLARININ HAKSIZ EYLEMLERİNE
CEZA ZAMANAŞIMININ UYGULANMASI
1- Yasa hükmü :
Eski Medeni Kanunun 48. ve Yeni Medeni Kanunun 50. maddesi 1.fıkrasına göre : “Tüzel kişinin iradesi organları aracılığıyla açıklanır.” maddenin 3. fıkrasına göre de “Organlar, kusurlarından dolayı ayrıca kişisel olarak sorumludurlar.” [56]
2- Tüzel kişi ve organ kavramı :
Tüzel kişilerde organ, tüzel kişinin işlevlerini, yasaya ve tüzel kişinin ana sözleşmesine veya tüzüğüne göre, bağımsız olarak yerine getirmek üzere seçilen veya kendisine bu işlevleri bağımsız olarak yerine getirme yetkisi, dışardan belli olacak biçimde, verilen kişi ya da kişilerdir.[57]
Tüzel kişiler, yalnızca yürütme organları aracılığı ile değil, organları tarafından seçilen ve görev verilen “yardımcı kişiler” aracılığı ile de işlerini görürler.[58] Hizmet sözleşmesiyle dahi çalışsa tüzel kişinin organını oluşturan kişiler, özel sorumluluk hükmüne bağlı olup, haklarında B.K. 55.maddesi değil MK. 48. (YMK.50) maddesi uygulanır.[59]
Tüzel kişinin işlerini gören kişinin “yardımcı kişi” mi, yoksa “organ” mı olduğunun saptanması, haksız eylemler yönünden önemlidir. Çünkü tüzel kişi, organlarının işlem ve eylemlerinden M.K. (eski 48 ve yeni 50.) maddesi uyarınca sorumu olurken, yardımcı kişilerin eylemlerine (duruma göre) B.K. 55 veya 100. maddesi uygulanır.
Özel hukuk hükümlerine göre yönetilen kamu tüzel kişileri de, üçüncü kişilere karşı, özel hukuk tüzel kişisi gibi “organ” durumunda olan görevlilerinin haksız eylemlerinden dolayı M.K. 48.(50.) maddesi uyarınca ve yardımcı kişi niteliğindeki görevlilerin eylemlerinden dolayı da B.K. 55. veya 100. maddeleri uyarınca sorumlu olurlar.[60]
3- Tüzel kişi ve kusur :
Tüzel kişilerde kusur, eylemi işleyen organlarda aranır. Organın eylemi, tüzel kişinin eylemi sayılır. Çünkü organ,tüzel kişinin yaşam içinde varoluşunu ve eylemli olarak hukuk alanına katılmasını sağlayan kişi veya kişilerdir. Tüzel kişi, organın görevi sırasında işlediği haksız eylemlerden sorumlu tutulmuştur.
Tüzel kişiler, organlarının bütün eylemlerinden, özellikle zararlandırıcı eylemlerinden sorumludurlar. Bu sorumluluktan sıyrılmak için kurtuluş kanıtından yararlanamazlar. Her ne kadar yasa bu yönü açıkça belirtmiyorsa da, organın, kendi görev ve yetkilerini kullanırken bu yönde davrandığı varsayılır. Tüzel kişilerin sorumluluğu şu düşünceye dayanır: Organın eylemi (sözlük anlamında ehliyeti bulunmayan) tüzel kişinin eylemi demektir. Öyleyse tüzel kişi, organlarının eylemleri genel ilkelere göre B.K. m.41 ve sonraki maddeleri anlamında haksız bir eylem veya suç oluşturması ve özellikle zararlandırıcı sonuç doğurması durumunda, organlarının eylemlerinden dolayı sorumlu olur.[61]
Yasanın (48/50) 3.fıkrasına göre “Organlar, kusurlarından dolayı ayrıca kişisel olarak sorumludurlar.”
4- Tüzel kişinin organlarına BK. m. 60/2’deki uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanması :
Yargıtay’ın yıllardan beri süregelen görüşleri, tüzel kişiye ve organlarına uzamış (ceza) zamanaşımının uygulanmayacağı yönünde idi.[62] Ancak son dönemde bu görüşler değişmiştir. Örneğin, Yargıtay 11.Hukuk Dairesi’nin 25.2.2000 gün 417-3789 sayılı ve 17.11.2000 gün 8885-9015 sayılı kararlarında : “Tüzel kişilerin organlarının işledikleri haksız fiil aynı zamanda suç oluşturuyorsa ceza zamanaşımı süresi tüzel kişiye karşı açılan tazminat davasında da uygulanır.” denilmiştir.[63]
Öğretide de kimi görüşler bu yöndedir. Buna göre “Tüzel kişilerin organlarının işledikleri haksız eylem, aynı zamanda suç oluşturuyorsa, ceza zamanaşımı süresi tüzel kişiye karşı açılan tazminat davasında da uygulama alanı bulur. Çünkü organların eylemi, tüzel kişileri doğrudan doğruya tazmin yükümlüsü yapar.”[64]
İsviçre Federal Mahkemesinin 8.4.1986 tarihli bir kararında, tüzel kişi organının işlediği suç oluşturan haksız eylem nedeniyle tüzel kişiye karşı açılacak tazminat davalarının da daha uzun süreli ceza zamanaşımı süresine tabi olacağı, zira tüzel kişinin bir parçası olan organın eyleminin doğrudan tüzel kişinin eylemi sayılacağı İsviçre MK. m.54 ve 55’deki gibi başkası için bir eylemin varlığından söz edilemeyeceği ve bu sonucun İsviçre hukukundaki organ kavramına uygun düşeceği açıkça vurgulanmıştır.[65]

YEDİNCİ BÖLÜM
CEZA ZAMANAŞIMININ BAŞLAMASI, KESİLMESİ VE SONA ERMESİ

I- GENEL OLARAK :
Öğretide ve Yargıtay kararlarında benimsenen görüşler, B.K. 60/2’deki uzamış (ceza) davası zamanaşımının süresi ve başlangıç noktası bakımından Ceza Kanunu hükümlerine; işlemesi, kesilmesi ve durması bakımlarından ise Borçlar Kanunu hükümlerine bağlı olacağı yönündedir. B.K. 60/2’nin amacını ve ortaya çıkış nedenlerini temel alan yorumlara göre, eğer zamanaşımının kesilme ve durma nedenleri bakımından Ceza Kanunu hükümlerine bağlı olunursa, haksız eylemden zarar görenlere, ceza davası zamanaşımının bir kesilme nedeni olan ceza davasını açmak ve onu izlemek külfetini yüklemiş oluruz. Oysa, ceza zamanaşımının uygulanması için eylemin suç niteliği taşıması yeterli olup, ayrıca ceza kovuşturması yapılmış olması gerekmez. Bu nedenle, açılmış olan ceza davası, hukuk davası zamanaşımını kesmez. Buna karşılık, ceza davasına yöntemince katılma ve kişisel hak (tazminat) isteme, hukuk davası zamanaşımını keser.[66]
Yargıtay’ın çeşitli kararlarında açıklandığı üzere :”Borçlar Yasasının 60. maddesinin 2. fıkrası uyarınca cezayı gerektiren haksız eylemlere ceza zamanaşımının uygulanması gerekir ise de, yasanın bu hükmü yalnız s ü r e konusuna ilişkin olup, zamanaşımını kesen nedenleri kapsamaz. Zamanaşımını kesme konusunda yine Borçlar Yasasının 133,134,135. maddelerinin uygulanması gerekir.[67]
BK. 60/2’deki zamanaşımının “süre” yönünden ceza yasası hükümlerine bağlı olmasına karşın bir “hukuk kurumu” olduğuna ve zamanaşımını kesen nedenler yönünden ceza yasası hükümlerinin değil, B.K. m.132-137 hükümlerinin uygulanacağı görüşüne katılmakla birlikte, TCK. 104. maddesinin ayrık tutulacağı; her ne kadar 104. madde metninde zamanaşımının işlemesi ve kesilmesinden sözedilmiş ise de, maddenin “süre” açısından değerlendirilmesi gerekeceği kanısındayız. Çünkü, 104. maddeye göre, zamanaşımı süreleri, “sanığın aranması, yakalanması, tutuklanması, sorguya çekilmesi, son tahkikatın açılması” gibi işlemlerin uzaması durumunda, 102. maddedeki sürelerin yarısının eklenmesiyle artırılabilecek; böylece Devletin suçlu hakkında ceza davası açma ve bu davayı sürdürme hakkı, örneğin 5 yıl iken 7,5 yıl, 10 yıl iken 15 yıl olabilecektir. Bu süre artırımlarını, zamanaşımının işlemesi ve kesilmesi kavramlarıyla karıştırmak ve hukuk mahkemesinde bu süreleri dikkate almamak yanlış olur. Çünkü Yargıtay’ın 7.12.1955 gün 17/26 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararındaki : “Ceza davası devam ettiği sürece, zarar gören, ceza mahkemesinden tazminat isteyebileceğine göre, haksız eylemin Devlet tarafından izlenmesi olanağı bulundukça, hukuk mahkemesindeki tazminat davasını kabul etmemenin anlamsız olacağı” görüşü karşısında, TCK. 104. maddesine göre yapılacak yarı artırımlı sürelerden zarar görenin yararlandırılması doğru ve yerinde bir uygulama olacaktır.[68]

II- CEZA ZAMANAŞIMININ BAŞLANGICI :
Öğretide ve Yargıtay kararlarında B.K. 60/2’deki ceza zamanaşımının başlangıcı konusunda şöyle denilmektedir : Ceza zamanaşımının başlangıcı TCK. m.103 gereğince saptanmalı ve “eylemin işlendiği gün” olmalıdır. B.K. m.60/1’deki “zararı ve sorumluyu öğrenme” günü başlangıç alınamaz. Çünkü ceza davası zamanaşımı, suç sayılır eylemin işlendiği günden işlemeye başlar. Öte yandan, suç tarihi değil de, zararı ve sorumluyu “öğrenme” günü başlangıç alınırsa, ceza davası zamanaşımı dolduktan sonra, hukuk davasında bu süreden yararlanılamaması gibi ters bir durum ortaya çıkar ve bu durum BK. m. 60/2’nin amacına aykırı düşer. Bu nedenlerle, ceza zamanaşımını TCK. m.103 uyarınca “olay gününden” veya “eylemin tamamlandığı günden” başlatmak bir zorunluktur.[69]
TCK. 103.madde metni şöyledir : “Zamanaşımının başlangıcı, tamamıyla işlenmiş suç ve kabahatler hakkında, eylem gününden ve teşebbüs olunan veya tamamlanamayan suçlar hakkında son eylemin işlendiği tarihten, süregelen ve zincirleme suçlar hakkında dahi süregelmenin ve zincirleme eylemlerin bittiği günden başlar.”[70]

III- CEZA ZAMANAŞIMININ KESİLMESİ :
Yukarda da belirttiğimiz gibi, BK. m.60/2’deki zamanaşımı tamamen hukuka ait bir kurum olup, zamanaşımını durduran ve kesen nedenler yönünden BK. 132-137 hükümleri uygulanır. Buna göre, zamanaşımını kesen nedenler şöyle sıralanabilir :
1. Hukuk mahkemesinde dava açılması :
Tazminat davasında istenen miktarla sınırlı olarak zamanaşımı kesilir; böylece kesilmiş olan zamanaşımı, her iki tarafın yargılamayla ilgili her işleminden ve hakimin her kararından sonra yeniden işlemeye başlar. (BK. m. 136/1)
Kısmi davanın tespite ilişkin bölümü için zamanaşımının kesilmeyeceği, ilerde tespite ilişkin bölüm için ek dava açıldığı ya da (yeni uygulamada) ıslah yoluna başvurulduğu sırada, zamanaşımı süresi dolmuş ise, davalının zamanaşımı savunması yapabileceği ve bunun sonucu tespite ilişkin bölüm hakkında ret kararı verileceği görüşlerinin, HMUK. 87/son maddesinin Anayasa Mahkemesi tarafından iptalinden sonra “ıslah uygulaması” yönünden değiştirilmesi gerekeceği kanısındayız. Çünkü, bize göre, süregelen davada “ıslah” yoluyla dava değerinin artırılması yeni bir dava, yeni bir istek değildir; BK. m.42 çerçevesinde zararın ve kapsamının belli olmasından sonra bir “harç tamamlama” işlemidir. Bu nedenle, başlangıçtaki davanın bir usul işlemi olan ıslah (ya da harç tamamlama) işlemi sırasında, zamanaşımı definde bulunulamaması ve zamanaşımının ilk dava dilekçesi ile (zararın tümü için) kesildiğinin kabulü gerekir.[71]
2. Ceza mahkemesinde tazminat istenmesi :
Uygulamada pek başvurulmamakla birlikte, kimi zaman ceza davasına katılınıp maddi ve manevi tazminat istenebilmektedir. Böyle bir yola başvurulduğunda da “istek tutarı” ile sınırlı olarak zamanaşımı kesilecektir. Genellikle Ceza mahkemeleri tazminat konusunda bir karar vermemekte ve zarar görenin hukuk mahkemesine başvurabileceğini belirtmekle yetinmektedirler.
Ceza davasının mahkumiyetle sonuçlanması veya kanıt yetersizliğinden aklama kararı verilmesi durumunda, zarar gören, hukuk mahkemesinde açacağı tazminat davasında, uzamış (ceza) zamanaşımından yararlanabilecektir.
3. Ceza davasının zamanaşımı nedeniyle ortadan kaldırılması durumu :
Ceza davasının, zamanaşımı nedeniyle ortadan kaldırılması durumunda, hukuk mahkemesinde açılacak tazminat davasının bağlı olacağı zamanaşımı süresi, iki ayrı duruma göre, şöyle olacaktır :
a) Eğer zarar gören, ceza davasına katılmamış veya katılıp da kişisel hak (tazminat) istememiş ise, süresi dolmuş olan ceza davası zamanaşımından yararlanması artık olanaksızdır. Böyle bir durumda, olay doğrudan haksız eylem ise B.K. m.60/1’deki bir yıllık süre, trafik kazası ise KTK. m. 109/1’deki iki yıllık süre sözkonusu olacak ve bu süreler “zararı ve tazminat sorumlularını öğrenme” gününden işlemeye başlayacaktır. Veya işlemeye başlamış olup da süreler dolmuş ise, zarar gören (davacı), davalının zamanaşımı savunmasıyla hak kaybına uğrayacaktır.
b) Eğer zarar gören, kişisel hak istemiyle ceza davasına katılmış ve bu dava zamanaşımı nedeniyle ortadan kaldırılmış ise, ceza hakiminin buna ilişkin kararı ile kesilen zamanaşımı yeniden işlemeye başlayacağından, (örneğin beş yıllık veya on yıllık) ceza zamanaşımı süreleri içerisinde hukuk mahkemesinde tazminat davası açılabilecektir. [72]
4. Zincirleme sorumlulukta zamanaşımının kesilmesi :
a) Kavramlar ve yasa hükümleri :
Birden çok kimseler birlikte ve ortaklaşa kusurlarıyla bir zarara neden olurlarsa, zarar görene karşı sorumlulukları, tek hukuksal nedene dayanır ve tam zincirleme sorumlu olurlar. (BK. m.50) Zarar gören, zararının tümünü zincirleme sorumluların yalnız birinden isteyebileceği gibi, hepsine karşı açacağı tek dava ile de isteyebilir. (BK.m.142)[73]
Birden çok kimseler, ortaklaşa kusurlarıyla değil de, değişik nedenlerle, aynı yasa veya değişik yasa hükümlerine göre sorumlu olurlarsa, buna da eksik zincirleme sorumluluk adı verilir. (BK. m.51) Burada da zarar gören, BK. 142. maddesi hükmünden yararlanarak, zincirleme borçluların birinden veya hepsinden zararın tamamını isteyebilir. Ancak, yasanın 141. maddesine göre, eksik zincirleme sorumlulukta (m.51), tam zincirleme sorumluluktan farklı olarak (m.50), zarar gören, zincirleme ödetme isteğinden yararlanmakta özgür kılınmış olup, onun bu hakkı kullanmaması durumunda, yargıcın bunu doğrudan gözönüne alarak zincirleme sorumluluk kurallarını uygulama olanak ve yetkisi bulunmamaktadır. (HMUK.m.74)
Tam zincirleme sorumlulukta, birden çok kişilerin ortak “kusurlu” eylemleri söz konusudur. Örneğin,iki aracın çarpışması olayında sürücülerin sorumlulukları aynı nedenlere ve aynı hukuksal temellere dayanır. (m.50)[74]
Eksik zincirleme sorumlulukta ise, adam kullananın sorumluluğu ile çalıştırdığı kişinin haksız eyleminden dolayı sorumluluğu, farklı nedenlere ve ayrı hukuksal temellere dayanır. (m.51)
Adam kullananın “eksik zincirleme” sorumluluğunun ayrığı, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu olup, işleten ve diğerleri için “tam zincirleme sorumluluk” kuralı benimsenmiştir.[75] Yasanın 85/son maddesine göre “işleten, sürücü ve yardımcılarının kusurundan kendi kusuru gibi sorumlu” olup, 88. madde nedeniyle dayanışmalı sorumlular arasında sigortacı da yer almış, yasanın çeşitli maddelerinde motorlu araçlarla ilişkilendirilenlerin tümü “işleten” sayılmış; zamanaşımı ile ilgili 109. maddenin 3. fıkrasında “Zamanaşımı tazminat yükümlüsüne karşı kesilirse, sigortacıya karşı da kesilmiş olacağı gibi, sigortacı bakımından kesilen zamanaşımı, tazminat yükümlüsü bakımından da kesilmiş sayılır.” denilmiştir.[76]
b) Zincirleme kazalar :
Zincirleme sorumlular ile zincirleme kazalar karıştırılmamalıdır. Çünkü, zincirleme kazalarda, her kaza, kendi içinde değerlendirilir. Buna göre, bir önceki kaza, bir sonraki kaza ile ilişkilendirilmekle birlikte, her iki kazayı yapanların sorumlulukları “ortaklaşa ve zincirleme” değildir.[77]
c) Tam zincirleme sorumlulukta zamanaşımının kesilmesi :
Tam zincirleme borçlulardan birine karşı kesilen zamanaşımı, diğerleri bakımından da kesilmiş olur. (BK. m.134/I) [78]
d) Eksik zincirleme sorumlulukta zamanaşımının kesilmesi :
Adam kullanan hakkında B.K. m.134 uygulanmaz. Çünkü, zincirleme borçlulardan biri hakkında kesilen zamanaşımının diğerleri hakkında da kesileceğine ilişkin hüküm, BK.50. maddesinin düzenlediği tam zincirleme sorumluluk için sözkonusu olup, eksik zincirleme sorumlulukta (m.51) uygulanmaz. Başka bir deyişle, haksız eylemi işleyen hakkında kesilen zamanaşımı, onu çalıştıran (adam kullanan) kişiyi etkilemez.[79]
e) Trafik kazalarıyla ilgili davalarda, zamanaşımı, tüm sorumlular hakkında kesilir :
Genel olarak BK.55’deki adam kullananlardan farklı olarak, 2918 sayılı KTK.nun 85/son, 88. ve çeşitli maddeleri ile zamanaşımı hakkındaki 109. maddenin 3.fıkrasına göre, işletenler ile sigortacının sürücü ile birlikte “tam zincirleme sorumlu” sayıldıklarını, bunlardan biri hakkında kesilen zamanaşımının tümü hakkında da kesilmiş olacağını yukarda belirtmiştik.
f) TCK. 465. maddesi yönünden zamanaşımının kesilmesi :
Bu konuda Yargıtay’ın henüz değişmeyen görüşleri, zarar görenin uzamış ceza zamanaşımından yararlanabilmesi için, ceza davası sürerken katılma yoluyla tazminat istemesi veya ceza davası sonuçlanıncaya kadar geçecek süre içerisinde hukuk mahkemesinde ayrı bir dava açması gerektiği biçimindedir. Ceza davası sonuçlanmış ise, bu görüşe göre, artık zarar gören uzamış zamanaşımından yararlanamayacaktır.
Bizim de katıldığımız karşıoylara göre, zarar görenin uzamış ceza zamanaşımından yararlanabilmesi için haksız eylemin suç niteliği taşıması yeterli olup, ayrıca ceza kovuşturması yapılması ve hükümlülük kararı verilmiş bulunması gerekmez. Öte yandan TCK. 465. maddesindeki özel düzenleme nedeniyle, eylemi işleyen (çalışan) ile birlikte onu çalıştıran dayanışmalı sorumludur. Eylemi işleyen için ayrı, çalıştıran için ayrı zamanaşımı süreleri 465. maddenin anlam ve amacına aykırıdır. Bu nedenlerle, eylemi işleyen hakkındaki zamanaşımı süresi, bu sürenin işleyişi ve kesilmesi aynen çalıştıran için de geçerli olmak gerekir.
SONUÇ
Birçok ülkede çağın gereksinimleri düşünülerek alabildiğine artırılan haksız eylemlerde zamanaşımı süresinin bizde hâlâ bir yıl oluşu; bu yetmezmiş gibi yargının çok ağır işlemesi nedeniyle, bir yılda davaların bitirilmesi şöyle dursun, doğru dürüst bir ilerleme bile sağlanamaması karşısında, uzamış(ceza) zamanaşımı, haksız eylemden zarar görenlere bir cankurtaran simidi olmaktadır. Ancak ne var ki, Borçlar Yasası 60/2. maddesi, daha çok ekonomik durumu ve ödeme gücü zayıf (haksız eylemi işleyen) kişilere uygulanabilmekte; malca sorumlu varlıklılar (adam kullananlar) yönünden koşullar son derece sınırlı tutulmaktadır.
Uzamış (ceza) zamanaşımının malca sorumlulara uygulandığı iki alandan biri 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu, öteki Türk Ceza Kanunu 465. maddesidir.
Trafik Yasasına göre, işletenler ve sigortacı, sürücü ve yardımcıları gibi sorumlu sayıldıklarından, tümü hakkında uzamış ceza zamanaşımı sınırsız ve hemen hemen koşulsuz uygulanabilmektedir.
Buna karşılık TCK. 465. maddesindeki malca sorumlulara ceza zamanaşımının uygulanması, Yargıtay’ın katı ve kısıtlayıcı görüşleri yüzünden ceza davası süresi ile sınırlandırılmaktadır. Oysa, yukarda değindiğimiz gibi, çağın gereklerine uyulmalı, bir çok ülkede otuz yıla kadar artırılan zamanaşımı sürelerine bakılarak yorumlar yumuşatılmalı, uygulama alanları genişletilmeli, dahası bir çok konuda yasa boşluklarından yararlanılıp sürelerin artırılması yönünde çözümler üretilmelidir,diyoruz.
Elbette kesin çözüm, bir çok hükümleri eskimiş ve çağın gerisinde kalmış Borçlar Yasasının yeniden düzenlenmesidir. Özellikle haksız eylemlerde zamanaşımı süresi (en azından ve hiç olmazsa) on yıla çıkarıldığında, bu uzun yazıya gerek kalmayacak; ayrıntıları öğrenmek ve anlamaya çalışmak sıkıntısından kurtulunmuş olunacaktır.
DİPNOTLAR
________________________________________
[1] Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları Hukuk Bölümü, Cilt :IV, sf.654 – Ö. Faruk Karacabey, Haksız Fiillerde Zamanaşımı, Yargıtay Dergisi, 1979, sayı :1,sf.87 – Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, Tekinay Borçlar Hukuku,1993,sf.722 – F.Eren, Borçlar Hukuku,1998, C.I.,sf.827 – K.Tunçomağ, Borçlar H.,1972,sf.321 – Yargıtay HGK. 18.11.1981 gün 1979/4-231 E. 744 K. sayılı kararı, YKD.1982/ 6-763 – 4.H.D. 21.5.1992, 3538-6776, YKD.1992/7-1036
[2] Yarg.HGK.18.11.1981 günlü kararı dışında 4. HD. 6.1.1976 gün 75/4858-76/74 sayılı (YKD.1977/2-191), 25.1.1990 gün 89/6101-90/285 sayılı (YKD.1990/4-535), 20.9.1979 gün 4725-9975 sayılı (YKD.1980/8-1082), 8.7.1986 gün 4736-5453 sayılı (YKD.1986/11-1621) kararları.
[3] YKD. 1982/6-763’de yayınlanış biçimine göre, HGK. 18.11.1981 gün 79/4-231 E. 744 K. sayılı kararının özet başlığı 3. bendi-HGK.30.1.1976 gün 74/4-475 E. 76/159 K. ,YKD. 1976/9-1266, 4.HD. 11.10.2001 gün 5007-9346 sayılı kararı, Yargı Dünyası, 2002/2-46.
[4] TCK. 465. maddesindeki “malca sorumlu” kişilere ve şirketlere uygulanacak ceza zamanaşımı konusu aşağıda ilgili bölümlerde ayrıntılı olarak incelenecektir.
[5] Ö.Faruk Karacabey, Haksız Fiillerde Zamanaşımı, Yargıtay Dergisi, 1979, sayı:1, sf.87 – Erhan Günay, Dava ve Ceza Zamanaşımı, 1998, sf. 26-30 – Yargıtay İçt. Bir. Kararları, Yargıtay Yayını, Ceza Bölümü, C.II,sf.194-210
[6] Yarg.4.HD.1.11.2001 gün 5890-10660 sayılı ve 8.2.2001 gün 10138-1232 sayılı kararlarında, ceza davası zamanaşımının başlangıç tarihinin T.C.K. 103.maddesi uyarınca olayın gerçekleştiği tarih olacağı açıklanmıştır. (YKD. 2002/2-191 ve Yargı Dünyası 2001/9-66)
[7] Karacabey,a.g.m.,sf. 87 –Karahasan a.g.e.,sf.471
[8] Y.HGK. 18.11.1981 gün1979/4-231 E. 1981/744 K. sayılı (YKD.1982/6-763), 4.HD. 6.1.1976 gün 75/4858-76/74 sayılı (YKD.1977/2-190), 4.HD.20.9.1979 gün 4725-9975 sayılı (YKD.1980/8-1082), 4.HD. 8.7.1986 gün 4736-5453 sayılı (YKD.1986/11-1621), 4.HD. 25.1.1990 gün 89/6101-90/285 sayılı (YKD.1990/4-535) kararlarına göre :”Ceza zamanaşımının uygulanabilmesi için haksız eylemin sadece suç niteliğinde bulunması yeterlidir. Eylemi işleyen hakkında kamu davasının açılmış olması veya mahkumiyet kararı verilmiş bulunması gerekli olmadığı gibi, sanığın mahkumiyet kararından sonra ölmüş olması hali de buna engel değildir.”
[9] Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop,a.g.e.,sf.722-724; Y.HGK. 18.11.1981 gün 1979/4-231 E. 1981/744 K. göre: “Hukuk hakimi, ceza tertibine ilişkin olarak ceza hakimince verilen ve suçun işlendiğini ya da işlenmediğini kesinlikle tesbit eden bir hüküm varsa, bununla bağlıdır. (B.K. m.53) Ancak, ceza hakimi eylemin suç olup olmadığı üzerinde durmaksızın delil yetersizliği nedeniyle beraat kararı vermiş olursa, hukuk hakimi bununla bağlı olmayarak haksız eylemin suç niteliğini taşıyıp taşımadığını araştırır.” (YKD.1982/6-763)
[10] Y.4. H.D. 20.9.1979 gün E. 1979/4725,K. 1979/9975 sayılı kararından: “…tazminat davasına neden olan haksız eylemin faili hakkında ceza kovuşturması yapılmamış ise, B.K.nun 60. maddesine göre zamanaşımı meselesini inceleyen hukuk hakiminin, haksız eylemin gerçekten cezayı gerektirir nitelikte olup olmadığını, cezayı gerektiriyorsa, eylemin ceza hukuku bakımından daha uzun zamanaşımına tabi kılınıp kılınmadığını araştırması ve eylem daha uzun zamanaşımına tabi kılınmışsa bu uzamış ceza zamanaşımı süresini uygulaması gerekir.” (YKD.1980/8-1084) – Y.4.HD. 11.5.1973 gün E. 1972/7158, K. 5969 sayılı kararından :” …Haksız eylemin suç niteliğini taşıdığı takdirde hukuk hakiminin ceza hakimi kadar sınırsız yetkiye sahip olduğu Hukuk Genel Kurulunun 25.11.1964 gün ve 1021/677 sayılı kararında belirtildiği gibi, dairemizin yerleşmiş uygulaması da bu yoldadır.”(İst.Bar.Der. 1973, sayı :7-8,sf.832) – HGK.18.11.1981 gün 1979/4-231 E. 1981/744 sayılı kararının YKD. 1982/6’daki yayınlanmış biçimine göre sayfa:766, ilk paragraf, son cümle :”Bunun gibi ortada böyle bir hükmün bulunmaması halinde de hukuk hakimi, cezai sorumluluğu gerektiren bir eylemin işlenmiş olup olmadığını serbestçe inceleyip takdir eder ve olaya uygulanacak zamanaşımını belirler.” – Y.4.HD. 11.10.2001 gün 5007/9346 sayılı kararından: “Davalı her ne kadar ceza yargılamasında beraat etmişse de, B.K. nun 53. maddesindeki düzenleme itibariyle, kanıt yetersizliğine dayanan beraat kararı hukuk hakimini bağlamaz. Mevcut deliller ile birlikte serbestçe değerlendirmek suretiyle farklı sonuca ulaşabilir. (Yargı Dünyası, 2002/2-46)- 4. HD. 6.1.1976, 75/4858-76/74 (YKD.1977/2-190) Cezayı gerektiren haksız eylemden dolayı kamu davasının hiç açılmamış olması veya C. Savcılığınca takipsizlik kararı verilmesi; 4.HD. 20.9.1979,4725-9975 ( YKD.1980/8-1082) Takibi şikayete bağlı suçlarda şikayet süresinin geçirilmiş olması nedeniyle ceza davası açılamaması; 11.HD.2.4.1997,98/8330-99/3098 (Yargı Dünyası,1999/10-82)-4.HD. 25.10.1990,89/12558-7848 (Yasa 1990/12-689) Suçun öğelerinin eksikliği yüzünden beraat kararı verilmiş olması; 4.HD.19.10.1998,4220-7898 (YKD.1999/2-173) Suç kastı bulunmadığı gerekçesiyle verilen beraat kararı verilmesi; 4.HD. 17.11.1988, 6907-9827 (Uygur,sf.976) Ceza ehliyeti bulunmaması nedeniyle beraat kararı verilmesi durumunda hukuk hakiminin inceleme ve değerlendirme yetkisi çerçevesinde uzamış (ceza) zamanaşımı uygulanacaktır.
[11] Ö. Faruk Karacabey, Yargıtay Dergisi,1979,sayı:1’deki inceleme yazısı.sf.88 ve dip not 27’deki kaynaklar :
Belgesay, Kanunlarımızdaki Müddetler,1946,sf.31-K. Tahir Gürsoy, Haksız Fiilden Doğan Talep Hakkı ve Bu Hakkın Diğer Talep Haklarıyla Yarışması, A.Ü.H.F. Der. C.XXXI, 1974, sayı :1-4, sf.163 –A. Kılıçoğlu, Haksız Fiillerden Sorumlulukta Ceza Hukuku ile Medeni Hukuk İlişkisi, A.Ü.H.F. Der.C.XXIX, 1973,sayı:3-4, sf.211 – F.Arık, Ceza Zamanaşımının Haksız Fiil Zamanaşımına Tesiri, SBF.Der.,1950, sayı:1-4, sf.303- Von Tuhr, Borçlar Hukuku, C.I-2, sf.414-H. Becker, Borçlar Kanunu, Adalet Bak. Yayını,1967, sf.359- H. Tandoğan, Türk Mesuliyet Hukuku,1961, sf.362- HGK.16.6.1976 , 75/4 – 797 E. 76/2228 K. – 4. HD.6.1.1976,75/4858 E. 76/74 K. – 2.2.1976, 75/2276 E. 76/1067 K.
[12] Erhan Günay.a.g.e.,sf.96
[13] Aynı konuda 4. HD. 21.5.1980,4356-6805 “Ceza zamanaşımının uygulanması için ceza davasının açılmış olması şart değildir.” (T.Uygur,a.g.e.,sf.977) – 4.HD. 8.7.1986,4736-5453 “Ceza davası zamanaşımının uygulanması için haksız eylemin sadece suç niteliğinde olması yeterlidir. Bu zamanaşımının uygulanabilmesi için eylemi işleyen hakkında ceza davasının açılmış olması veya mahkumiyet kararı verilmiş bulunması gerekli olmadığı gibi, sanığın mahkumiyet kararından sonra ölmüş olması hali de buna engel değildir. (YKD. 1986/11-1621)-HGK.22.2.1984, E. 4-633, K.126 “Haksız eylemin davalı tarafından işlenip işlenmediği üzerinde durulmak ve işlendiğinin anlaşılması halinde cezayı gerektiren bir eylem olup olmadığını incelemek gerekir. Şayet eylem davalı tarafından işlenmiş ve cezayı da gerektirmiş ise bu takdirde davada B.K. nun 60. maddesinin 2. fıkrası hükmünce daha uzun olan ceza yasasının öngörmüş bulunduğu zamanaşımının uygulanması gerektiğinin düşünülmesi gerekir. (Uygur,a.g.e.,sf.977) – 4.HD. 11.11.1999,7534-9756 “Davalının davacı hakkında başka kişilerle de ilişkisi olduğunu ileri sürmesi, madde tayini suretiyle hakaret nitelikli olup, haksız eylem aynı zamanda suç oluşturduğundan Borçlar Kanunu’nun 60/2. maddesi gereğince olayda ceza zamanaşımının uygulanması gerekir. Türk Ceza Kanununda hakaret eylemi beş yıllık zamanaşımına tabi olup, dava konusu olaya zamanaşımının uygulanması için ceza davasının açılmış olması şart değildir. (Yasa H.D. 2000/9-1230,no:543)
[14] F.N. Feyzioğlu, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 1976, C.I.,sf.715-H.Tandoğan, Türk Mesuliyet Hukuku, 1961, sf.346-HGK.18.11.1981, E. 1979/4-231 K. 1981/744 (YKD. 1982/6-766) – HGK.3.6.1953, E. 4/71, K.77.-4.HD. 20.9.1979, 475-9975 (YKD. 1980/8-1082)- 4.HD. 23.6.1983, 5841-6468, E.Günay, a.g.e., sf.102
[15] 4.HD. 29.5.1997 gün 2257-5785 sayılı kararı.(Yasa HD. 1977/6-758, no:302)- TCK. 111. maddesine göre:Kamu davasının düşmesi, suçtan zarar gören kişinin davadan vazgeçmiş olmasından ileri gelmiş ve vazgeçtiği sırada davacı kişisel haklarını ayrıca saklı tutmamış ise, artık hukuk mahkemesinde dava açamaz ve tazminat isteyemez.”
[16] 4. HD. 6.1.1976 gün E. 1975/4858, K. 1976/74 (YKD.1977/2-190)
[17] Karacabey,a.g.m., sf.84-F.Erem, Ceza Usulü Hukuku,1964, sf. 446-448
[18] 4.HD.17.11.1988 gün 6907-9827 sayılı kararı, T.Uygur, Borçlar ,Kanunu,1990, Cilt:I.,sf.976
[19] 4.HD.19.2.1987 gün 352-1016 sayılı kararı.(Karahasan,a.g.e., sf.1003)
[20] 4. HD. 25.1.1990, E. 1989/6101, K.1990/285 (YKD.1990/4-535)- Ayrıca 4. HD.nin 25.12.1981 gün 11922-13786 sayılı (Karahasan, a.g.e. sf.474), 8.7.1986 gün 4736-5453 sayılı (YKD.1986/11-1621), 24.12.1985 gün 8979-10275 sayılı kararlar. (Yasa HD. 1986/11-1528,no:629)
[21] Yasa H.D. 2000/7-966, no:406
[22] Karar örnekleri O.Kadri Keskin, a.g.e., sf.504-511’den alınmıştır. – T.C.K. 111. maddesi için 18. no.lu dip nota bakınız.
[23] T.Uygur.a.g.e., sf.981
[24] Yar.7.12.1955 gün 17/26 sayılı İçt.Bir. Kararı : “Haksız eylemlerin Af Kanunuyla cezai niteliklerini yitirmeleri durumunda, bu eylemlerden doğan ödence davalarında B.K. 60 md.sinde belirlenen hukuk zamanaşımının uygulanması gerekir.”
[25] Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop,a.g.e. sf.724
[26] YKD.1981/6-767; M.R. Karahasan, a.g.e., sf.494-496
[27] Y.4.HD. 11.12.1978,12356/13942 ve 3.3.1976,5652/2246 sayılı kararları-Karacabey, a.g.e, sf.90
[28] İsmail Doğanay, Hukuk Hakimi Ceza Mahkemesinin Hangi Nevi Kararları ile Bağlıdır.,Yargıtay Dergisi, 1975, sayı :2, sayfa : 21-31
[29] Prof. Dr. B.Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. Baskı, 2001, Cilt:V, sf.5103-5109
[30] Yargıtay 4. HD. 19.4.1965, 4159-2061, M.R.Karahasan, Tazminat Davaları, 1973, sf.1002-1003
[31] Prof.Dr. B.Kuru, a.g.e., 6. baskı, C.V,2001, sf.5151, Dip not: 111
[32] ( İ. Doğanay, adıgeçen makale, Yargıtay Dergisi, 1975, sayı : 2, sayfa : 31-35)
[33] 4.HD. 19.3.2001 gün 2000/12073 E. 2001/2587 sayılı kararı (YKD.2001/10-1509) – 11. HD.26.11.1984 gün 5785-5810 sayılı kararı (YKD.1985/3-379)- HGK.16.5.1973 gün E. 1970/4-577, K. 427 sayılı kararı (İKİD.1973/2305) – HGK.11.10.1989 gün E. 11/373 K,472 sayılı kararı (Uygur,a.g.e, sf.852) –HGK.11.12.1985 gün E.9/199-1054 (YKD.1987/6-821) – 4..HD. 4.2.1992, 12957/959 (YKD.1992/5-693), 5.10.1987, 4123/7124 (YKD.1987/12-1770), 5.10.1982, 72112/8488 (Uygur,849), 264.1976,7635/4285 (YKD.1977/10-1377)- 11.HD. 26.11.1984, 5785/5810- 13.HD. 31.5.1990,7987/3953 (YKD.1991/4-585)- 2. HD.29.9.1998,7363/9606 (YKD.1989/4-481)
[34] HGK.16.9.1981 gün E. 979/1-131, K. 1981/587 (YKD.1982/1-13)
[35] 4. HD. 27.10.1981 gün 9167-11779 sayılı kararı (Yasa HD. 1981/12-1644,no:439)
[36] T.Uygur,a.g.e.,sf.849-852- Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, a.g.e,sf.711-716 – Karahasan,a.g.e, sf.438 v.d. – K. Oğuzman/T. Öz., Borçlar Hukuku, 2000, sf.530-533- S. Olgaç, Borçlar Hukuku, 1976, C.I.,sf.899-916-V. Tuhr, Borçlar Hukuku, sf.412-K. Tunçomağ, Borçlar Hukuku, C.I.,sf.530.
[37] 4. HD. 12.4.2001 gün 2000/12669-2001/3722 sayılı kararı (YKD.2002/5-705)
[38] 4.HD. 8.7.1982 gün 5856-7022 sayılı kararı (Yasa, 1982/10-1378,no:456)
[39] Başka kararlar için bakınız : HGK. 22.9.1965, 172-319 (İKİD. 1965/10 – 4054) ; HGK. 23.1.1985, 83/10-372 E. 85/21 K. (YKD.1985/9-1286)-4.HD.13.3.1980,1279-3256 (YKD.1982/1-29), 27.10.1981,9167-11779 (Yasa,1971/12-1644, no:439), 12.12.1989, 6461-9571 (Yasa, 1990/8-1155, no:478), 11.11.1999, 9415-9746 (Yasa, 2000/10-1348, no:605) – 11.HD.26.11.1984, 5785-5810 (YKD.1985/3-379)- 15. HD. 20.5.1987, 1532-2279, YKD. 1987/12-1808
[40] 13.HD. 13.1.1986 gün 7196-7158 sayılı kararına göre :”Ceza mahkemesinin beraat kararı, senedin sahtelik sebebiyle hukuk mahkemesince iptaline karar verilmesine engel değildir. Sahtelik hususunda ceza mahkemesinin beraatine dair kararı hukuk mahkemesini bağlamaz. Bu nedenle mahkemenin sahtelik hususunda gerekli soruşturmayı yapması ve delilleri değerlendirmesi gerekir. (YKD. 1987/1-76) – HGK. 19.9.2001 gün E. 2001/13-550, K. 2001/596 sayılı kararına göre de “Ceza mahkemesinin beraat kararı hukuk hakimini bağlamaz. Bu nedenle davalının sahtelik savunmasının her yönüyle incelenmesi ve bilirkişi incelemesi yaptırılması gerekir.” (Yargı Dünyası, 2001/12-10)
[41] M.R. Karahasan, Tazminat Davaları ve Yargılama Usulü, 1996, sf.441-443
[42] Turgut Uygur, Borçlar Kanunu, 1990, Cilt:I, sf.302. Yargıtay HGK. 28.11.2001 gün 2001/11-1103 E. 2001/1084 K. sayılı kararına göre :” Ceza mahkemesi nedensellik bağı yönünden araştırma yapmadan delil yetersizliğinden beraat kararı vermişse, hukuk hakimi nedensellik bağı bulunup bulunmadığını araştırmalıdır. Kararın içeriğine göre :”Somut olayda, Ceza Mahkemesinde sanıkların et pişirmek için ızgara yaktıkları ateşle yangın arasında illiyet bağı yönünden araştırma yapılmadan delil yetersizliğinden beraat kararı verilmesine karşı yerel mahkeme, ceza davasında olayla yangın arasında illiyet bağı yokluğundan dolayı beraat kararı verildiğinden söz ederek davayı reddetmiştir. Açıklanan bu durum karşısında, olayla yangın arasında illiyet bağı bulunup bulunmadığı yönünden hukuk hakimi tarafından araştırma yapılmalıdır. (Yargı Dünyası, 2002/2- sayı :74, sf.22-24)
[43] T.Uygur, a.g.e., sf. 976’da 4. H.D. 17.11.1988 gün 6907-9827 sayılı kararı.
[44] S.S. Tekinay, Borçlar Hukuku, 1979, sf.546
[45] M.R. Karahasan, Sorumluluk Hukuku, 1995, sf.481-482
[46] Bu konuda 4. HD.nin 18.02.2001 gün 2000/10296-2001/1183 sayılı kararına Sn. Bilal Kartal’ın karşıoy yazısında şöyle denilmiştir :” Davalının davacıya karşı işlediği haksız eylem tektir. O da, davacı aracına çarparak davacının yaralanmasına ve araç hasarına neden olmasıdır. Davalının bu eylemindeki zamanaşımını, yaralanma için ayrı, araç hasarı için ayrı düşünmek olanaksızdır. Çünkü, ceza hukuku bakımından da, trafik kazası sonucunda meydana gelen ölüm veya yaralanma olayından dolayı, olayın özelliğine göre sanık, TCK.nun 455 ve 459 maddelerine göre cezalandırılmakta ve ayrıca aynı yasanın 565. maddesi uygulanmamaktadır. Bu madde, olayın özelliğine göre 455 veya 459 maddesinde eritilmekte ve böylece sonuca gidilmektedir. Ayrıca davacı, davalının eylemi sonucu, birden fazla kalemleri içeren zararlara uğramıştır. Bu zararlar davalının tek eylemi ile meydana gelmiştir. Her kalem talep için ayrı zamanaşımının öngörülmüş olması hukuki kargaşalığa neden olacaktır. (YKD.2001/10-1504) – Yargıtay 11. Hukuk Dairesi de 15.11.2001 gün 5934 –9015 sayılı kararında aynı görüşü benimsemiştir. Karara göre, sigorta şirketinin açtığı araç hasarına ilişkin rücu davasında, maddi hasarın yanı sıra yaralanma da mevcut olduğundan, iki yıllık zamanaşımının değil, KTK.109/2’deki ceza zamanaşımının uygulanacağı sonucuna varılmış; “2918 sayılı KTK.nun 109/2. maddesi hükmü gereğince, dava cezayı gerektiren bir fiilden doğar ve ceza kanunu bu fiil için daha uzun bir zamanaşımı süresi öngörmüş bulunursa, bu süre daha uzun bir zamanaşımı süresi öngörmüş bulunursa, bu süre maddi tazminat talepleri (araç hasarları) için de geçerlidir.” denilmiştir. ( Ankara 10. Asliye Hukuk Mah. 2000/598 esas no.lu dosyasından alınmıştır.)
[47] Dönmezer/ Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, 12. bası, Genel Kısım, C. II, sf.399, Dip not :39- Sayman/Elbir, T. Borçlar Hukuku I/1, 422-425- A. Polat Gözübüyük, Türk Ceza Kanunu Açıklaması, C.IV, 3. bası, sf.426
[48] 4. HD. 2.6.1986, 3749/4461 – 4. H.D.12.5.1986, 3201/4010-4. HD. 21.11.1974, 8361/16061 (T. Uygur, Borçlar H. C.I, sf.985/986- 4. HD. 8.3.1982, 1693/2349 (Arşiv) – 4. HD. 31.5.1999, 2079/5098 (Kartal 2. A.H. 96/440 dosyası) – 4. HD. 03.10.2000, 7360/8220 (YASA 2000/10-1239. no: 555) – 4. HD. 23.10.2000, 5922/9039 (YKD. 2001/3-333) – Ve nihayet HGK. 27.6.2001, 4-472 E. 547 K. (YKD. 2001/11-1649)
[49] 4. HD. 31.1.2000, 99/10753 E. 2000/610 K. (YKD. 2000/8-1196)- 4.HD. 11.4.2000, 538/3351 (Üsküdar 5. A.H. 98/306)- 4. HD. 23.10.2000, 5922/9039 (YKD. 2001/3-333) Bu son kararın yayınlanan özet başlığında ceza davası sonuçlandıktan sonra açılan tazminat davasının bir yıllık zamanaşımı süresine tabi olduğu açıklanmış ise de, karar dikkatle okunduğunda içeriğinin farklı olduğu görülecektir. Sayfa : 334, 2/a, paragraf :3’te “Ceza hukuku açısından suçun faili olmayan kişilere ceza zamanaşımı uygulanamayacağı, malca sorumlular için B.K. m.60/1’deki bir yıllık sürenin geçerli olduğu, bu sürenin TCK. m.465 gereğince ceza davası sonuçlanana kadar uzayabileceği, ceza davası karara bağlandıktan sonra, bir yıllık süre içinde tazminat davası açılabileceğine ilişkin hukukumuzda bir düzenleme ve yasa maddesi bulunmadığı” görüşleri yer almış ve yerel mahkeme kararı bu nedenlerle bozulmuştur. – Sn. Bilal Kartal bu karara katılmamış ve karşıoy yazısında şu görüşleri savunmuştur : TCK. 465. maddesi yalnızca suçu işleyenin değil, çalıştıranın da hukuki sorumluluğunu düzenleyen, B.K. 55. maddesine koşut, ancak ondan farklı özel bir hükümdür. B.K. 55. md.si varken TCK. 455-459. maddeleri ile sınırlı olarak çalıştıranın hukuki sorumluluğunu düzenleyen böyle bir maddenin TCK.nda yer almasının anlam ve amacı gözönünde bulundurulmalıdır. Bu özel durumun varlığı nedeniyle, çalıştıranın da çalışanla aynı zamanaşımı süresine, yani ceza zamanaşımına tabi olması gerekmektedir.
[50] Fransa’da 1983 yılında haksız eylemlerde zamanaşımı süresi (30) yıla, Almanya’da ve Avusturya’da 1991 yılında (3) ve (30) yıla çıkarılmıştır.
[51] Yargıtay HGK. 27.6.2001 gün 4-472 E.547 K. sayılı kararında Sn. üyeler Yüksel Acun ve Mustafa Kıcalıoğu’nun karşıoy yazıları (YKD. 2001/11, sf. 1654-1656) – Yarg. 4.HD. 23.10.2000 gün 5922-9039 sayılı kararda Sn. Bilal Kartal’ın karşıoy yazısı. (YKD.2001/3-333)
[52] Bakınız yukarda: Ceza zamanaşımının uygulanma koşulları başlıklı II. bölüm
[53] Yargıtay 4. Hukuk Dairesi üyeleri Sn. Yüksel Acun ve Sn. Mustafa Kıcalıoğlu’nun Yarg. HGK. 27.6.2001 gün 4/472 E. 547 K. sayılı kararındaki karşıoy yazılarının sonuç bölümü. (YKK.2001/11-1656)
[54] M. Raşit Karahasan, Tazminat Davaları ve Yargılama Usulü, 1996,sf.479
[55] Sayın üyeler Mustafa Kıcalıoğlu ve Yüksel Acun’un karşıoy yazıları (YKD. 2001/11-1654/1655)
[56] Öte yandan Türk Ticaret Yasasında da, özel hukuk tüzel kişisi olan şirketlerin sorumluluğunu düzenleyen hükümlere yer verilmiştir. TTK. m.321/V’e göre : “Temsile ve yönetime yetkili olanların görevlerini yaptıkları sırada işledikleri haksız fiillerden anonim şirket sorumlu olur.” Bu hüküm, kooperatif şirketlere (Koop. K. m. 59/III) ve sermayesi paylara bölünmüş komandit şirketlere de (TTK.m.481) uygulanır. TTK. m. 542/II’de yer alan “görevlerini yapmaları dolayısıyla müdürlerin işlemiş oldukları haksız fiilden şirket sorumlu olur.” yolundaki hükümle limited şirketin haksız eylem yeteneği kabul edilmiştir. Kollektif şirkette, TTK. m. 177/II’ye göre, “Bir ortağın şirkete ait görevleri yapması dolayısıyla işlediği fiillerden şirket de doğrudan doğruya sorumludur.” Bunun gibi “Bir tasfiye memurunun görevini yaptığı sırada işlediği haksız fiillerden şirket” sorumlu tutulmuştur. (TTK.m.219/IV) Yukarda anılan madde, komandit şirketlere de uygulanır. (TTK.m.256) (M.R. Karahasan, Sorumluluk Hukuku, 1995, sf.551 vd.)
Ekleyelim ki, TTK. m. 138’e göre :”Her şirket türüne özgü hükümler saklı kalmak koşuluyla Medeni Kanunun 45,47,48,49 uncu maddeleri, her şirket türünün niteliğine uygun olduğu oranda, ticaret şirketleri hakkında da uygulanır.”
[57] Özsunay,Tüzel Kişiler, 1982, sf. 169- T. Uygur, Borçlar Kanunu, C.I., sf. 304
[58] Özsunay,a.g.e.,sf.75 – Uygur, age. Sf. 304
[59] Oğuzman/Öz, Borçlar H. 2000, sf.575
[60] Uygur, age.sf.304- Y.4.HD.22.1.1975, 11399-903
[61] A. Von Tuhr, Borçlar H., Yargıtay Yayınları, sf. 397-398
[62] Yargıtay 4. HD.15.1.1979, 1978/12904 E. 1979/146 K. sayılı kararında :”…Kural olarak uzamış (ceza) zamanaşımı, haksız eylemi işleyen kişilere karşı açılan davalarda uygulanabilir. Buna karşılık Medeni Hukuk yönünden sorumlu olan üçüncü kişiler hakkında B.K. 60/2. maddesi hükmünün uygulanabilme olanağı yoktur.” denilmiştir. (YKD. 1979/4-498/499) – Ayrıca 4. H.D. 24.9.1990, 11300-6723 (YKD. 1990/II-1621), 12.5.1986, 3201-4010 sayılı, 5.3.1984, 1671-2104 sayılı kararlar (Uygur. C.I., sf.985-987) – 4. HD. 7.3.1979, 11151-2990 (YKD. 1979/8-1134) . (Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, sf. 725, Dip not :9)
[63] İstanbul 7. Asliye Ticaret Mah. 1996/989-1998/2037 dosyası
[64] Prof. Dr. Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 6. Bası, 1998, sf.829
[65] Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, sf. 725 ve Dip not : 9a
[66] Ahmet M. Kılıçoğlu, Haksız Fiillerden Sorumlulukta Ceza Hukuku ile Medeni Hukuk İlişkisi, A.Ü.H.F. Dergisi, 1973, C. XXIX, sayı :3-4, sf. 215-217
[67] 4. HD. 25.1.1968, 11315-968 sayılı, 10.6.1971, 3582-5712 sayılı kararları. (M.R. Karahasan, Tazminat Davaları ve Yargılama Usulü, 1996, sf. 488)
[68] Yukarda IV. Bölümde ceza davası zamanaşımı sürelerini incelerken TCK. 104. maddesine bir kez daha değinmiştik.
[69] A. Kılıçoğlu, agm. sf. 216- Karacabey, agm. 2. Bölüm, sf. 86- Oğuzman/ Öz,age., 2000 baskı, sf. 526-Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, age, sf. 725-Yarg.4. HD. 1.11.2001 gün 5890-10660 sayılı kararı (YKD. 2002/2-191)
[70] Yarg. 9.CD. 7.2.2002 gün 119-261 sayılı kararı :” TCK. nun 383. maddesinde belirtilen suçta umumi tehlike yaratan tahribat ve musibat halinin oluştuğu an suç tarihi olup, zamanaşımı süresinin bu tarihten başlaması gerekir.” (YKD.2002/7-1118) Yarg. 4. HD. 6.7.1988, 2801-6928 “Ceza zamanaşımı başlangıcı “tamamen icra olunmuş cürüm ve kabahatler için” fiilin vukuu günüdür – 4. HD. 14.9.1987, 2641-6505 “Ceza zamanaşımı eylem gününden işlemeye başlar.” – 4.HD. 15.10.1985, 6799-8233 “Ceza zamanaşımı olay gününden işlemeye başlar. Ne var ki, BK. 130 hükmünce zamanaşımının başladığı gün hesaba katılmaz.” (Karahasan, age., sf. 1069-1078)
[71] Bu konuda ayrıntılı görüş ve açıklamalar için bkz :Çelik Ahmet Çelik, Tazminat Davalarında Dava Değerinin Artırılması – Islah ve Uygulama Sorunları, Baro Dergisi, 2002, sayı :3
[72] Karahasan,a.g.e., sf. 492-493
[73] Yarg. HGK. 24.6.1983, 1981/9-533 E. 1983/724 K. (YKD.1984/6-839) ve HGK. 15.05.1996, 1996/21-104 E. 1996/341 K. (Yasa, 1996/7-1110, no: 413) – 4.HD. 30.09.1997,4351-8967 (Yasa, 1998/2-207, no:68) – M. Yaşar Aygün, Haksız Eylemlerde Tam Zincirleme Sorumluluk ile Eksik Zincirleme Sorumluluk, Yargıtay Dergisi. C. IV., Ekim 1978 ve C.V, Ocak 1979)
[74] Yarg. 4. HD. 4.11.1986, 6633-7528 (Yasa, 1987/6- 878, no:344) – Yarg. 11. HD. 01.10.1992, 91/2392-92/9394 (YKD. 1992/12-1877)- Yarg. 4. HD. 30.09.1997, 4351-8967 (Yasa, 1998/2-207, no: 68) – Yarg.11. HD.27.04.1989, 88/5361 –89/2636 (Yasa, 1990/6-874, no:338)- Yarg. 9.HD. 26.05.1988,6120-5838 (Arşiv)
[75] Yarg. 4. HD. 3.4.2001 gün 12549-3270 sayılı kararı : “2918 sayılı Kanun uyarınca, motorlu aracın neden olduğu zararlarda işleten sorumludur. Bu hüküm BK.55. maddesine göre daha özel bir nitelik taşır.” (YKD.2002/1-27)
[76] Yarg. 19.HD. 2.4.1993, 92/8679 – 93/2410 (YKD.1993/11-1702)
[77] Yarg. 19.HD. 19.3.1993, 92/7821-93/2193 (YKD. 1993/9-1382) – Yarg. 4. HD. 29.5.2001gün 1994-5661 sayılı kararında :”Kazanın üç aracın çarpışması sonucu meydana geldiği anlaşıldığı takdirde, Mahkemece eylemin aynı anda mı, yoksa iki aşamalı mı oluştuğu araştırılmalı; olay aynı anda meydana gelmişse zincirleme sorumluluğa; iki aşamalı meydana gelmişse her olayın oluş biçimine ve buna bağlı olarak her davalının kusur durumuna ve meydana gelen zararın kapsamına göre ayrı ayrı sorumluluğa karar verilmelidir. (YKD. 2001/12-1827)
[78] Yarg.3.HD. 06.10.1998,8352-10335 (Yasa,2000/8-1100, no:473)
[79] Yarg. 4. HD. 16.3.1981, 251-3247 (Yasa, 1981/6-791, no:174)- Yarg. HGK.27.6.2001 gün 4-472 E. 547 K. sayılı kararında denildiği gibi “Tam teselsül ile eksik teselsülün sonuçları farklıdır. Nitekim,aralarında tam teselsül bulunanlardan biri hakkında zamanaşımının kesilmesi, diğeri hakkında da zamanaşımının kesilmesi sonucunu doğurduğu halde, eksik teselsül durumunda bu kesilme diğerini etkilememektedir. (BK. 134) (YKD. 2001/11-649)
Yarg. HGK. 23.2.2000 gün 4-103 E. 124 K. sayılı kararında da şu fark vurgulanmıştır :”Tam teselsülde, zararı tazmin eden müteselsil borçlu, diğer borçlulara karşı, alacaklının sahip olduğu zamanaşımı süresinden yararlandığı halde, eksik teselsülde rücu hakkını kullanan kişinin zamanaşımı süresi haksız fiillerdeki genel hükümlere tabidir.” (YKD.2000/8-1179)

ZARAR HESABINDA YÖNTEM VE UYGULAMA SORUNLARINA İLİŞKİN DEĞERLENDİRMELER

ZARAR HESABINDA YÖNTEM VE UYGULAMA SORUNLARINA İLİŞKİN DEĞERLENDİRMELER[*]

Dr.Serdar ÖZGÜLDÜR*

GİRİŞ:
Bugün Türk hukuk sisteminde “tazminat” olgusu, adli, idari ve askeri idari yargı kollarında uygulama alanı bulan, ancak beraberinde karmaşık ve hâlâ çözüme kavuşturulamamış birtakım sorunları içeren bir özgün uzmanlık konusu olarak karşımızda bulunmaktadır.
1 Başlı başına “tazminat” nitelemesi, gerçekte çok geniş ve pek çok alt sorunu çağrıştıran bir kavram olduğundan; “ tazminatın hesaplanması” ana başlığı içerisinde apayrı bir alt konu olan “ zarar hesabı” bu bilimsel toplantıda mercek altına alınacaktır.
2 Dört yıl önce yine Galatasaray Üniversitesi ile İstanbul Barosunca düzenlenen bilimsel toplantıda konuya daha geniş bir bakış açısıyla yaklaşan ve bu çerçevede mensubu olduğum Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin (AYİM) tazminat uygulamasını ana hatlarıyla göstermeye çalıştığım bir tebliğ sunmuştum. [1] Bu gün de, gerek o günden bu yana AYİM. uygulamasında vaki kimi değişiklikleri ve uygulamaya karşı yöneltilebilecek eleştirileri, gerek genel olarak “ zarar hesabı” na ilişkin kimi düşünce, eleştiri ve önerileri sunmak arzusundayım.
4
I. ZARAR HESABINA GİDİŞTE İLK SORUN :
TAZMİNİ GEREKEN MADDİ ZARARIN MAHİYETİ

Bilindiği üzere, hukukta telâfisi imkansız bir zarardan söz edilemez. Ölümün bile maddi ve manevi tazminatla tazmin edildiği varsayılır. [2] Genel olarak “tazmin borcu” kavramıyla, hukuki, sorumluluğu saptanan hukuk sujesine yargı organınca yüklenen ödev ifade edilmektedir.[3]
5
“Tazmin borcu” nun unsurlarından biri olan “maddi zarar” ise kişinin mal varlığında isteği dışında meydana getirilen ve para ile değerlendirilebilen bir zarar olarak tanımlanabilir.” [4] Bugün uygulamada ve yargı kararlarında maddi zararın niteliğine ilişkin genel kabul şu şekilde formüle edilebilir:
6
“Maddi zarar, mal varlığındaki eksilmedir. Bu eksilme patrimuanın zarar verici eylemin işlenmesi ile içine düştüğü durumla, şayet bu eylem olmasaydı mal varlığının hal ve gelecekte bulunacak olduğu durum arasındaki farktan ibarettir….” [5]
7
Şu halde, maddi tazminatın ve “zarar hesabı”nın çıkış noktası da söz konusu “fark” olacaktır. Ne var ki bu çıkış noktası ve kabulün öğretide tam anlamıyla genel kabul gördüğü söylenemez.
8
Bu konuda yapılan ilk itiraz, zarar giderim alanının, herkesin uğradığı zararın giderilmesi gereği açısında “eşitlik adaleti” ne uygun olarak giderilmesi gerektiği, kişilik hakkının koruması altında bulunan bir değer iki kişide aynı şekilde ihlal edilmiş ise, birinin zararının diğerinden az olduğunun söylenemeyeceği, cismani zarar açısından insan uzuvlarının birbirinden farklı değerlendirilemeyeceği, ölüm zararının da “tam bütünlük zararı” olarak kabul edilerek, bunda da kural olarak “eşitlik ilkesi”nin uygulanması gerektiği, her iki halde de tazmini gereken maddi zararın, aynı mahiyette olmak şartıyla, herkes için eşit şekilde olması gerektiği görüşüdür.[6]
9 Konuya daha geniş perspektif getiren diğer bir yazara göre ise gerçekte tazmin ettirilen şey, rant kaybı değil; can bedeli – organ bedeli ya da kan bedelidir. Bu nedenle, tazminat olgusuna bakış bu açıdan olmalı, öncelikle “ insana” değer vermelidir. Tazminat olarak ödettirilen şey, onu yitiren insanın yiten ve yerine konulamayan beden parçasının “ederi” dir. Kişinin elde etmekte olduğu “gelir”, bu “ederi” saptarken kullanılan hesap unsurlarından sadece biridir. Cana zarar veren, iflasına yol açsa dahi, bunun bedelini “malından ağırca” ödemelidir. Ödenecek tazminatın parasal tatminden öte, ceza niteliğinin de bulunduğu asla unutulmamalıdır. [7]
10
Tazminat hukukunda yetkin bir yazar da paralel görüşleri dile getirilmektedir: İnsan zararı, insandan insana değişmeyen, konumsal değil, mutlak eşitliğin egemen olduğu zarardır. Yaşama ve vücut bütünlüğünü koruma hakları, kişilerin konumlarına göre farklılık göstermez. Bu hakların karşılığı olan zarar ve tazminatlar da farklılık göstermemelidir. İnsan zararları standarda bağlanmalı, bu standartlar zarar türlerine göre ve fakat insandan insana değişmeyen eşitlikte global değerleri içermelidir.[8]
11
Şimdilik “temenni” ve “öneri” niteliğinden öteye gidemediği anlaşılan bu “model”lerin, gelecekte ciddi şekilde ele alınıp irdelenmesi, gerekiyorsa uygulama imkanlarının araştırılması gerektiğini değerlendiriyoruz.
12

II. ZARAR HESABININ YAPILMASINDA İLK ADIM:
BİLİRKİŞİ – HAKİM İKİLEMİ

Maddi tazminatın somutlaştırılması aşamasının uygulamada bir “bilirkişi raporu” ile sağlandığı izahtan varestedir. Dört yıl önce sunduğumuz bildiride “ Bilirkişi sorunu ve Bilirkişinin Tazminatın Belirlenmesindeki Rolü ve Fonksiyonu” [9] başlığı altında konuya ilişkin bazı saptamalara işaret edilmişti. Sorunun önemi bakımından bazı yeni değerlendirmelere yer verilmesinde yarar görülmektedir.
13
Önce satırbaşlarıyla “bilirkişi” sorununa işaret eden yazarların görüşlerine göz atalım:
14
– “….. Bugün aktüerya bir ilim haline gelmiştir. Bunu uygulayarak bir sonuca varmak tabii bütün hakimlerden istenemez…. Bu bakımdan hesapların yapılmasında bilirkişiye başvurmak zorunlu olacaktır. Ne var ki, bunları değerlendirmek önemlidir, bunlara alet olmamak önemlidir. Bunun için de konu hakkında hakimlerin asgari düzeyde de olsa bir bilgisi ve yetişme kapasitesi olmak lazım gelir…. Bilirkişileri her hadisede aşağı yukarı yaklaşık sonuçlara varacak bir düzene sevk etmek lazım gelir. O takdirde de mümkün olduğu kadar gerçeğe ulaşmak mümkün olur…”[10]
15
– “….. Tazminat davalarında sağlıklı bir yargılama yapılması için bilirkişi ağırlıklı yöntemin terk edilmesi çağdaş bir yargı için zorunludur…. Bilirkişi, ancak yargıcın olguların belirlenmesinde ve hukuki nitelendirmede kullanacağı özel ve teknik bilgi ve kuralı açıklayacaktır. Çok özel durumda, bir olgunun belirlenmesi ve hesap işlemine ilişkin görevi de yerine getirebilir. Bu dahi yargıcın bilgi ve becerisinin yetmediği durumlar geçerlidir… Tazminatı somut olarak belirleyecek matematik işlem yargıç tarafından yapılabilmelidir…. Zarar ve tazminatın belirlenmesine ilişkin somut olguları kural olarak yargıç belirlemek zorundadır. Zarara esas gelirin belirlenmesi, yaşam süresi, destek süresi, destek oranları, çalışma süresi, çalışma gücü kaybı, evlenme olasılığı oranları gibi..[11]…”
16
– “….. Hesapları bizzat yapabilecek durumda olan hakimlerin dahi bilirkişiye başvurmaları ve bu konudaki bilgi ve yeteneklerini, bilirkişileri yönlendirme ve onların raporlarını değerlendirip düzeltme alanlarında kullanmaları çok daha isabetlidir….” [12]
17
– “ ….. Zararın belirlenmesi ve buna bağlı olarak tazminatın takdiri yetkisi, Borçlar Kanununun 43 ncü maddesi ile yalnızca yargıca tanınan bir hak ve sorumluluk. Ama yargımızda bu kurala pek uyulduğu söylenemez. Uygulamada ‘zarar’ ve ‘zararın netleştirilmesi’ işi bilirkişiye yaptırıldığı gibi, ‘ evlenme şansı’, ‘ hakkaniyet indirimi’, ‘kaçınılmazlık indirimi’ gibi indirimler de bilirkişiye yaptırılarak, sonuçta hükmedilecek tazminat miktarının dahi bu raporlarda tespit ettirilip, bulunan sonuçlar ‘karara geçirilerek’ yargılama sonuçlandırılmaktadır….”[13]
18
– “….. Borçlar Yasası ile yargıca tanınan yetki ve sorumluluğun bir sonucu olarak, davul onun boynunda, tokmak bilirkişinin elinde gibi bir olguyu ortadan kaldırmak üzere, maddi tazminat hesaplamasının ana kriter ve verileri hakim tarafından saptanarak, bilirkişiye bu şekilde talimat verilmelidir….” [14]
19
– “….. Tazminatın değerlendirilmesi AB üye ülkelerinde yargıç tarafından yapılmaktadır….”[15]
20
Yukarıda özetlenen görüşlerden de açıkça anlaşılacağı üzere, maddi zararın hesaplanmasında kimin gerçek yetki sahibi olduğu sorunu, henüz adli ve idari yargı yönünden açıklığa ve netliğe kavuşturulamamış, bir uygulama birliği sağlanamamıştır. Bunun doğal sonucu olarak ta, az sonra belirtileceği üzere, bilirkişiler arasında da yöntem birliği konusunda bir uzlaşma gerçekleşmemiş ve yetersiz kalan içtihatlarla da sorun çözüme kavuşturulamamış; yöntem çokluğu ve hesap farklılıkları “adalet” duygusunu zedeler bir hal almıştır.
21
Askeri İdari yargı açısından ise bu konuda herhangi bir sorun ve bilirkişi – hakim ikileminin mevcut olmadığı, 25 yıllık uygulamada AYİM.’nin tazminat hesaplamasındaki tüm ilke ve kriterleri belirlemek suretiyle, bilirkişilerden salt “ hesap bilirkişisi” olarak yararlanma yoluna gidilmek suretiyle, öğretide önerilen ideal bir yöntemin oluşturulmuş olduğu görülmektedir.[16]
22

AYİM.’nin yeni bir kararında da bu hususa işaret edilmektedir:
23
“….. Taraflara tebliğ edilen bilirkişi raporuna davalı idarece ibraz edilmemiş; davacı vekilince ise bilirkişinin tarihlerde hata yaptığı, asgari ücretten hesap yapmasının doğru olmadığı, torna kalfası olan müvekkilinin bu hesapla zarara uğratıldığı, yıllık artış oranlarının düşük olduğu yönlerinde itirazda bulunulmuştur. Öncelikle ortaya konulması gereken husus, Mahkememizce re’sen seçilen bilirkişinin hesap bilirkişisi olduğudur. Bilirkişi, Mahkememizce tespit edilen kıstaslara ve kendisine verilen talimatlara göre raporunu tanzim etmektedir…. Askerlik öncesi sigortalı olarak bir çalışması bulunmayan davacının, sağlık kurulu raporunun tarihi terhis tarihi kabul edildiğinden, bu tarihten iki ay sonra asgari ücretli olarak işe gireceği kabul edildiğinden, talimat bilirkişiye bu yönde verilmiştir. Zira, Mahkememizce, askerlik öncesi çalışmanın bilirkişi raporunda baz olarak alınabilmesi için resmi belgelere dayanması gerektiği kabul edilmiştir. Bu nedenle, davacının tornacı kalfasının alabileceği ücretin sorulması yönündeki itirazı yerinde görülmemiştir… Yine yıllık artış oranları Mahkememizce tespit edilen kıstaslardandır. Bu nedenle, Mahkememizce tespit edilen kıstaslara, yerleşik içtihatlara ve ilmi verilere uygun olduğu anlaşılan bilirkişi ek raporu doğrultusunda işlem yapılmıştır….”[17]
24

III. HESAP YÖNTEMLERİNDE ÇOKLUK VE UYGULAMADA BİRLİĞİN SAĞLANMASI SORUNU
Türk Hukuk sistemi içinde, zararlandırıcı olayın sonuçlarının giderimi, “zararlandırıcı olay meydana gelmeseydi hak sahibi ne durumda bulunacak idiyse o durumun gerçekleşmesini sağlamak” olarak özetlenen “fark teorisi” ile açıklanmaktadır. Bunun getirdiği temel sonuç da “zararın hesaplanması”dır.[18]
25
Bu saptamanın getirdiği sonuç, söz konusu zarar hesaplamasının nasıl ve neye göre yapılacağı, hangi unsur ve kriterlerin dikkate alınacağı sorunudur.
26
Bu sorun, bir AYİM. kararında da çarpıcı şekilde dile getirilmiştir:
27
“ ….Hiç kuşkusuz, tazminat hukukunda asıl olan kişilerin uğradığı zararların gerçek boyutlarıyla saptanması ve bulunan zarar miktarının tarafların durumlarını da gözeterek, hakkaniyet, nasafet ve halin gereklerine göre tazminidir. Zararın hesap edilmesi için kullanılan yöntemle güdülen amaç, zararın gerçek boyutuyla saptanmasıdır. Bu bağlamda, yöntem, uğranılan zararın gerçekte ne miktarda oluştuğunu bulmaya elverişli olmalıdır. Zararın hesaplanmasında zaafiyet doğuran usul ve yöntemlere başvurulmamalıdır. Gerçi, tazminat hukukuna ilişkin kurallarda zararın saptanmasında takip edilecek usul ve yöntemler düzenlenmemiştir. Zararın hesaplanmasında güdülecek yolun uygulamaya bırakıldığı görülmektedir….[19]
28
İşte mevzuatta öngörülmeyen, yargı içtihatlarıyla da tam anlamıyla bir çerçevesi çizilemeyen ve bu nedenle de uygulamada bir “çokluk” ve “karmaşa”ya neden olan “hesap yöntemi” sorunu, bu bilimsel toplantıyla bir kez daha masaya yatırılmaktadır. Geçmişte de salt bu sorunun tartışıldığı sempozyumlar [20] düzenlendiği bilinen bir vakıadır.
29
Sorun, niçin önem taşımaktadır? Bu soruya iki yazarın tespitleriyle cevap vermek yerinde olacaktır.
30
Üç yazarca müştereken kaleme alınan bir bildiride; 02.06.1989 tarihinde geçirdiği iş kazası neticesinde % 7 çalışma gücünü kaybeden, 14.07.1966 doğumlu ve kaza tarihinde brüt aylığı 225.000.-TL. ve olayda %20 kusurlu olan bir işçinin açtığı dava sonunda, mahkemece 07.05.1991 tarihli bilirkişi raporuna müsteniden 19.06.1991 tarihinde 122.544.482. liranın, kaza tarihinden itibaren % 30 faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verildiği, oysa ilmi verilere uygun olarak saptanan gerçek zararın sadece 17.994.911.-TL. olduğu örnek hesap yapılarak ortaya konulmaktadır. [21]
31

Diğer bir yazar da bu konuda bizzat yaşadığı bir örnek olayı ortaya koymaktadır: “…. İzlediğim bir davada, bilirkişi tarafından 70.000.000.-TL. zarar hesaplanmıştı. İki tarafın itirazı üzerine dosyanın verildiği bir diğer bilirkişi ise 24.000.000.-TL. zarar hesabı yaptı. Yargıç da hükmünü bu son rapora göre kurdu. Temyizim üzerine Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, bilirkişi hesabının yapılma biçimini ve içeriğini belirleyerek mahkeme kararını bozdu. Bozma uyarınca yaptırılan bilirkişi incelemesinde ise bu kez 462.000.000.-TL. zarar hesabı yapıldı. Hesaplar arası fark korkunçtu; 20 kat kadar bir farklılık….”[22]
32
Aynı yazar, yeni yayınlanan eserinin sonuna, farklı yöntemlerle yapılan bilirkişi hesaplamalarını örnek olarak ortaya koymuş ve böylelikle uygulayıcı ve ilgililere çıkan farklı sonuçları matematiksel olarak göstermiştir.
33
Sürekli iş göremezlik tazminatı ve destekten yoksunluk tazminatı şeklinde iki ayrı durum için yapılan bu hesaplamaların özet ve sonuçlarına yer vermeyi, konunun önemi bakımından gerekli görüyoruz:
34
Sürekli İş Göremezlik Tazminatı Yönünden :
(Tüm hesaplamalar aynı kişinin, hesap unsurları değiştirilmeden tazminat alacağı varsayılarak yapılmıştır)
35
Hesap Unsurları :
Kaza Tarihi : 01.09.1995
36
Davacının Yaşı : 28
37
Zarar Süresi : 32 yıl (28 – 60 yaş arası aktif dönemi)
38
Sürekli iş göremezlik oranı : % 43
40
Davalının Kusuru : % 80
41

Kazanç Unsuru : Asgari ücretlerin brüt oranları
42
Sonuçlar :

(1) 1 / Kn Formülüyle Rantın Peşin Değerinin Bulunması Yöntemiyle saptanan maddi tazminat: 11.375.000.000.-TL.
43
(2) Basit Faiz Esaslı İskonto Yöntemiyle (Her yıl için ayrı ayrı % 10 kazanç arttırımı ve % 10 işlemini gerçekleştiren hesaplama yöntemi) saptanan maddi tazminat: 21.009.660.108.-TL.
44
(3) Ortalama Gelir Esaslı Yöntemle Her Yılın Artışlı Gelirinin Ayrı Ayrı İskonto Edilmesi suretiyle saptanan maddi tazminat : 18.494.774.580.-TL.
45
(4) Sabit Rant Formülü (% 10 Arttırım Değerli) Yöntemiyle saptanan maddi tazminat : 17.792.010.000.-TL.
46
(5) Sabit Rant Formülü (% 5 Arttırım Değerli) Yöntemiyle saptanan maddi tazminat : 12.562.960.000.-TL. [23]
47
Görüldüğü üzere, yöntemler arasındaki fark on milyar liraya ulaşmaktadır.
48
Destekten Yoksunluk Tazminatı Yönünden :

(Tüm hesaplamalar, desteğin ve destekten yoksun kalanların durumlarında değişiklik yapılmadan ve hesap unsurları değiştirilmeden yapılmıştır.)
49
Hesap Unsurları :

Kaza Tarihi : 01.09.1995
50

Ölenin Destek Süresi : Yaşı 34, Aktif Dönem 26 yıl.
51

Eşin Zarar Süresi : Yaşı 29, Aktif Dönem Zararı 26 yıl.
52

7 Yaşındaki Oğlunun
53
Zarar Süresi : 11 yıl (18 yaşına kadar)
54
9 yaşındaki Kızının
55
Zarar Süresi : 13 yıl (22 yaşına kadar)
56
Paylaşım Oranları : Ölenin yıllık kazançlarının % 70 tutarı üzerinden ilk 11 yıl Eş : 2/4, Çoçuklar :1/4’er , sonraki yıllar Eş : 2/3.
57
Davalının Kusuru : % 80
58
Kazanç Unsuru : Asgari ücretlerin brüt tutarları.
59
Sonuçlar :
(1) I / Kn Formülüyle Rantın Peşin Değerinin Bulunması Yöntemiyle saptanan maddi tazminat:
60
Eş : 6.793.114.000.-TL.
61
Oğul : 1.327.155.000.-TL.
62
Kız : 1.641.651.000.-TL.
63
(2) Basit Faiz Esaslı İskonto Yöntemiyle (Her yıl için ayrı ayrı % 10 kazanç arttırımı ve % 10 iskonto işlemini gerçekleştiren hesaplama yöntemi) saptanan maddi tazminat:
64
Eş : 10.731.268.000.-TL.
65
Oğul : 1.390.867.000.-TL.
66
Kız : 1.773.279.000.-TL.
67
(3) Ortalama Gelir Esaslı Yöntemle Her Yılın Artışlı Gelirinin Ayrı Ayrı İskonto Edilmesi suretiyle saptanan maddi tazminat:
68
Eş : 10.063.432.000.-TL.
69
Oğul : 1.327.155.000.-TL.
70
Kız : 1.729.410.000.-TL.
71
(4) Sabit Rant Formülü ( % 10 Arttırım Değerli ) Yöntemiyle saptanan maddi tazminat:
72
Eş : 9.152.716.870.-TL.
73
Oğul : 1.263.963.565.-TL.
74
Kız : 1.592.795.025.-TL.
75
(5) Sabit Rant Formülü (% 5 Arttırım Değerli) Yöntemiyle saptanan maddi tazminat:
76
Eş : 7.113.736.000.-TL.
77
Oğul : 1.284.762.000.-TL.
78
Kız : 1.595.785.000.-TL.[24]
79
Görüldüğü üzere, destekten yoksun kalma tazminatının hesaplanmasında da, hesap yöntemleri arasında dört milyara ulaşan (eş yönünden) bir farklılık bulunmaktadır.
80
Peki, hesap yöntemleri arasındaki bu “ uçurum”a neden olan nedir? Bu sorunun cevabı, hesaplama yöntemlerine esas alınan “zarar hesabı unsurları”nın değişken kabullere dayalı olmasından kaynaklanmaktadır.
81
Zarar hesabı, birtakım varsayımlara dayalı ve belli unsurlardan yola çıkılarak yapılmaktadır. Bu meyanda söz konusu unsurları “Dönem esası” (Gerçekleşen dönem – Gelecek dönem), “Olay tarihi” , “Gelir / ücret” (Bu gelirin yıllık miktarı, hesap tarihine kadar gösterdiği artışlar), “Beklenen ömür süresi”, “Farazi emekli ikramiyesi /kıdem tazminatı” , “Yaşlılık dönemi baz gelir miktarı”, “Desteklik süreleri”, “ Destek payları (oranları)”, “Evlenme şansı indirimi”, “Kullanılacak iskonto yöntemi”, “Faizlendirme”, “İş göremezlik oranları ve saptanması” , “Efor kaybı”, “Bakıcı tazminatı”, “Kusur oranı”, “peşin sermaye değeri” vb. şeklinde saymak mümkündür.
82
Kuşkusuz, bu unsurların ne şekilde saptanacağı konusunda uygulamada bir birlik bulunmamaktadır.
83
Bu unsurlar üzerinde satırbaşlarıyla durmayı ve varsa getirilen eleştirileri belirtmekte yarar görüyoruz :
84
Dönem Esası :

İş göremezlik tazminatında ya da destekten yoksun kalma tazminatında zarar hesabı , iki ayrı dönem halinde yapılmakta olup, bu konuda uygulamada bir tereddüt bulunmamaktadır. “Gerçekleşen dönem (fiili çalışma dönemi)” de denilen I. dönemde, olay/ölüm tarihi ile karar tarihi arasındaki sürede zarar somut olarak gerçekleştiğinden ve peşin ödeme söz konusu olmadığından; iskonto yoluyla peşin sermaye değeri belirlemesi yapılmamaktadır.
85
Öğretide, bu dönemde evlenme şansı indirimi uygulanmaması gerektiği, bu devre tazminatının toplamı üzerinden olay tarihinden faiz yürütülmesinin davacının nedensiz zenginleşmesine yol açtığı öne sürülmektedir.[25]
86
“Gelecek dönem” olarak nitelendirilen ve çalışma dönemini kapsayan “aktif dönem” ile emeklilik sürecini kapsayan “yaşlılık dönemi” olmak üzere iki alt başlık altında değerlendirilen ve karar tarihinden sonra gerçekleşen II. dönemde “İskontalandırma” esası genel kabul görmüşse de; buna kimi eleştirilerin de yöneltildiği gözlenmektedir:
87
“….. Zarar gören şahsa hüküm tarihinden sonraki devre için tamamen istisnai durumlar haricinde, genel olarak hüküm tarihindeki yıllık gelir kaybının iradın geri kalan devam süresi (seneler adedi) ile çarpımından elde edilecek meblağın tazminat olarak verilmesi ve bu meblağa hüküm tarihinden itibaren faiz yürütülmesi yerinde ve isabetli olacaktır….. Son enflasyon + refah payı toplamı, müteveffanın hüküm tarihinden sonraki devrede gelirinde ve gelir kaybında müterakki irad olarak dikkate alınmalıdır. Bu şekilde, uzun boylu peşin değer hesapları, gelecekteki enflasyon ve iskonto faiz hadlerinin tahmini vs. gibi meseleler ortadan kalkacak, bilirkişi raporlarının kontrolu son derece basit bir hal alacak, bugün yapılmakta olan çeşitli hesap hatalarına mahal kalmayacak ve belki bilirkişi mütalaasına başvurulmasına ihtiyaç bile hissedilmeyecektir….”[26]
88
Aktif dönem genelde 60 yaşa kadar olan dönemdir. Ancak, iş ve mesleğe göre, iş veya mesleğin görülmesine göre bu yaş sınırı değişebilir. Yargıç tarafından her olayın özgün koşullarına göre, kazalının/ ölenin hangi yaşa kadar fiili çalışma, hangi yaştan sonra yaşlılık dönemi için zarar hesabı yapılması gerektiği belirlenerek görevlendirme yapılması gerektiği ifa edilmektedir. [27] Genel varsayım, kazalının/ölenin 60 yaşına geldiğinde emekli olacağı ve yaşlılık geliri elde etmeye başlayacağıdır. Zarar hesabında bu dönem gelirinden dolayı da doğan zararın hesaplanması gerekir. Yaşlılık gelirinin hesaplanmasında, bağlı olunan bir sosyal güvenlik kurumu varsa onun gelir bağlama ölçütleri dikkate alınmaktadır. Bu gelir, fiili çalışma dönemindeki gelir artışı gibi (%10) artacak bir gelir olacaktır.[28]
89
Ücret / Gelir :
Gerçekleşen dönem hesaplamasının yapılmasında belirgin tek hesap unsuru ücret/gelir’dir. Gelir unsuru, olay tarihi ve hesap tarihi itibariyle ya bellidir ya da saptanabilir mahiyettedir.
90
Gerçekleşen zararın hesabında , olay tarihi ile hüküm tarihi arasında zarara uğrayanın kazançları toplanmakta ve zararın derecesiyle (iş göremezlik halinde) çarpılarak, gerçekleşen zarar bulunmaktadır.[29]
91
Tazminat hesabında gözetilecek ücret (söz konusu olan işçi ise), işçiye ödenen günlük veya aylık çıplak ücrete ek olarak sağlanan, parayla ölçülmesi mümkün bütün ekonomik faydaları (ücret, yiyecek / yemek / yol / yakacak / aile yardımları, ikramiye ve teşvik primleri vb.) kapsar.[30]
92
Ücretin saptanmasının sosyal güvenlik prim ve bordroları ile kanıtlanmasına gerek olup olmadığı konusunda bir birlik olmadığı görülmektedir. Bu konuda AŞÇIOĞLU, “Mahkemeler zaman zaman, mesleki kuruluşlardan kişinin aylık, günlük gelirini sormakta ve bunlara verilen yanıtlar çoğunlukla soyut açıklamaları içerdiği için, değerlendirmede kanıt olarak kabul edilmesi yanlış olmaktadır….”[31] derken; Tural, “…Bir mühendisin veya mesleki ustanın, ustabaşının asgari ücretle çalıştığının yaşamın olağan akışına aykırı olduğu hallerde, bordrodaki imza dikkate alınmadan, gerçek ücret miktarının belirlenerek hesap verisi olarak bilirkişiye verilmesi gerekir….”[32] görüşünü serdetmektedir.
93
Yargıtay’ın İçtihatlarının[33] da bu yönde olduğu görülmektedir.[34]
94
Zarar görenin (kazalının/ölenin) rapor tarihinde bilinen en son gelirinin fiili çalışma dönemince her yıl % 10 artacağı hususu, Yargıtay İçtihatlarıyla benimsenmiş olan bir başka varsayımdır. Bu varsayımın, asgari ücret artışları, memur ve işçilerin yıllık zam oranları ve enflasyon dikkate alındığında, toplumsal gerçeğe uygun düşmediği öne sürüldüğü[35] gibi; bunun hatalı olduğuna ilişkin değerlendirmelerde de bulunulduğu görülmektedir:
95
– “…. Yargıtay, uzun seneler hesaplamada, gelecekteki geliri için %5 artırmayı ve bu oranı peşin sermaye değerinin belirlenmesinde de (iskonto oranında) uygularken, son senelerde her iki oranı da % 10 olarak değiştirmiştir…. El yordamıyla getirilen bu kural, gelir artışında ekonomik olgu ve kavramların araştırılmamasından kaynaklanmaktadır….”[36]
96
– “….. Tatbikatta bilirkişi raporlarında %10 zam ve %10 iskonto sonuç olarak birbirini ifna etmiyor ama, bu yapılan fahiş bir hesap hatasının sonucudur. Bilirkişiler hüküm tarihindeki gelir kaybını her sene % 10 zam yapılması neticesinde meydana gelen müterakki iradı yıllık vasati bulmak suretiyle, yıllık taksit miktarları eşit olan bir irada tahvil ve sonra bunu % 10 iskontoya tabi tutuyorlar ki, kesinlikle yanlıştır ve sigorta matematiğinde böyle bir yöntem yoktur ve müterakki bir iradın nasıl iskonto edilerek peşin değerinin hesaplanacağı matematikten anlayan kişilerce bilinen bir gerçektir….[37]
97
Peşin Değer Hesabı – İskonto – İşleyecek Zarar :

Tazminat alacaklısının hakkı, önceki ekonomik durumunun korunması iken, eğer iratların toplamı kadar bir paranın toptan verilmesi suretiyle, en azından erken ödenen taksitlere düşen bileşik faizler nispetinde, fazla ve haksız bir ödeme yapılmış olacağı gibi, borçlu da hukuken sorumlu olmadığı bu ödemeden dolayı mağdur olacaktır. Bu açıdan bakılınca, iratların sermayeleştirilmesi ya da iratların “peşin ödeme değeri” nin tespiti büyük önem taşır.[38]
98
“İşleyecek zarar”ın hesabında, rapor tarihindeki yıllık gelirin her yıl %10 arttırılarak, kalan faal ömürde kazanılabilecek gelirlerin toplanmasından sonra, elde edilen miktarın bugünkü peşin değerinin %10 iskontoyla hesaplanarak sonuca gidildiğine yukarıda işaret edilmişti.
99
“İşleyecek zarar” hesabında başlıca şu iskonto yöntemlerine işaret edilmektedir:
100
– Ortalamalar sistemi veya ortalama ücret sabit rant sistemi (ki bu sistem de aritmetik ortalama, geometrik ortalama ve harmonik ortalama olarak üç alt başlık altında uygulanmaktadır.)
101
– Progressif rant tekniği[39] (Bu yöntemi Bileşik Faizle Peşin Değer Bulma – I/Kn – Yöntemi olarak niteleyenler de[40] bulunmaktadır.
102 Bu ayırıma ilaveten “Basit Faizle İskonto” yönteminin de uygulanabileceğine işaret eden yazarlar görülmektedir.[41]
103
Adli yargıda peşin değer hesaplama işleminin 1994 yılı başına kadar “ortalama gelir” yöntemiyle yapıldığı, bu tarihten sonra ise progressif rant yöntemine dönüldüğü görülmektedir.[42]
104
Bu yöntemin eleştirilerine gelince:
105
İş hukukunun yetkin ve saygın bir yargıcınca, bu konudaki gelişmeler ve varılan sonuç şu şekilde eleştirilmektedir:
106
“…. Hesap unsuru ömür belirlendikten sonra, diğer unsur kazanç unsuru da zaman zaman değişti. İlk başlarda ar//itmetik dizi ile geleceğin kazancı arttırıldı, ortalama yıllık kazanç belirlendi. %5 iskonto esasına göre sabit taksitli rant formulüyle sermayeleştirildi. Sonra, geleceğin kazancı geometrik ortalama ile hesaplandı; tutarı farazi çalışma süresine bölündü. Bulunan yıllık ortalama kazanç, yukarıdaki rant formülüyle sermayeleştirildi. Geleceğin kazancının tesbitinde geometrik artış oranı % 5 iken % 10’a çıkarıldı. Belirlenen ortalama yıllık kazanç % 5 iskonto emsalini esas alan rant formülüyle sermayeleştirildi, sonra rant formülündeki oran da % 10 alındı. Daha sonra sabit taksitli rant formülü terk edildi. İrat arttırım oranı ve kapital faiz oranı aynı olan progressif rant formülü kabul edildi. Bu yeni sistemde birbirine denk alınınca oranın önemi yok artık. İster 5, ister 10, ister 1000 alınsın, durum değişmez. Zarar, artık son yıllık kazancın bakiye yıl sayısı ile çarpıma eşit olur… Yargının kabul ettiği bugünkü çözümleri ben şahsen benimsemiyorum. İstatistik veriler Türkiye gerçeğini belirleyinceye kadar, ortalama ücret ve sabit rant tekniği ile zarar hesaplanmalı diyorum. Geleceğin kazancı için %2 – 6 arttırım ve faiz fiyatı % 5 olan sabit rant formülüyle de sermayeleştirmeyi geçici bir devre için uygun görüyorum. Esas itibariyle bugünkü sistemden vazgeçilip, sigorta matematiği ile bakiye ömür ve çalışma süresi belirlenmelidir…” [43]
107
Aşçıoğlu ise peşin ödeme değerinin belirlenmesinde ulusal gelişme hızının (%5) esas alınması gerektiğini; II. Dönem zararlarının tespitinde peşin sermaye değeri belirlenirken, her dönemin gelirinin peşin sermaye değerinin ayrı ayrı saptanması gerektiğini ileri sürmektedir.[44]
108
Bu konuda son olarak Çağa, SSK.’nın % 5 faizli komütasyon cetvellerini uyguladığını, halbuki Yargıtay’ın peşin değer hesaplarında % 10 iskonto uygulamakta olduğunu, arada önemli bir fark olduğunu, böylelikle SSK.’nın işçiye hak ettiğinden fazla ödeme yapmış olduğunu ifade etmektedir.[45]
109
Görüldüğü üzere, sorun henüz güncelliğini ve karmaşıklığını korumaktadır.
110
Beklenen Ömür Süresi (PMF Yaşam Tabloları) :
Bugün zarar hesabında, uygulamada herkesce 1931 tarihli yaşam (PMF) tablolarına başvurulmaktadır. Ne var ki, PMF’nin Türkiye gerçeklerine uygun olmadığı, bu nedenle ülke gerçeklerine uygun bir çalışma tablosunun yapılması gerektiği[46]; keza Devlet İstatistik Enstitüsünce hazırlanan Yaşam Tablosunun kullanılması yolunda Yargıtay’ın çaba sarfetmesinde yarar bulunduğu[47] yolunda eleştirilerin varlığı bir gerçektir.
111
“Beklenen ömrün” olay tarihi esas alınarak değil, rapor tarihi (hesap tarihi) esas alınarak saptanması gerektiği ileri sürülmektedir.[48]
112
Zararın Başlangıç Tarihi – Faiz :

Zararın başlangıç tarihi ve faiz konularında da gerek öğretide, gerek uygulamada bir birlik olmadığı görülmektedir. Saptadığımız şu iki görüşe işaret etmek istiyoruz:
113
– “ …. Hem gerçekleşen zarar için hem de işleyecek zarar için bilirkişi raporu tarihindeki gelir esas alınmalı ve faizin başlangıcı rapor tarihi olmalıdır….”[49]
114
– “…. Yapılan hesaplarda zararın başlangıç tarihi, bilirkişilerin büyük çoğunluğunca ‘malülüyete giriş tarihi’ olarak kabul edilerek hesaplama yapılır. Oysa temel zarar “can zararı”dır. Can ise olay anı ile yitikdir. Keza, faize başlangıç tarihi de olay tarihidir. Öyleyse zarar başlangıç tarihi de olay tarihi olmalıdır….”[50]
115
Emekli İkramiyesi – Kıdem Tazminatı :
Uygulamada, tazminatın saptanmasında bilirkişilerce zararın hesabında çoğu kez dikkate alınmayan bir diğer hesap unsuru, II. dönemde (aktif dönem sonunda) zarar görenin alacağı farazi emekli ikramiyesi / kıdem tazminatı zararıdır.[51] Bu unsurun dikkate alınıp alınmaması, tazminat hesaplarında büyük oynamalara yol açabilecektir.
116

Destekten Yoksun Kalma – Destek Süresi – Destek Payları (Oranları)

Destekten yoksun kalma tazminatının hesabında, hak sahibi olanların, örneğin eş ve çocukların destek sürelerinin saptanmasında, genellikle “eş” bakımından bir sorun görülmemektedir. Çoçuklar bakımından ise Yargıtay’ın kimi içtihatlarında kız – erkek ayırımı yapıldığı, erkek çocuklar yönünden destek yardımının 18 yaşla sınırlandığı, evli olmayan kız çocuklarının köyde yaşıyorsa 18, kentte yaşıyorsa 22 yaşında bu desteklik süresinin son bulacağının belirtildiği ve bilirkişilerin çoğunca bu hususa uygun hesaplama yapıldığı anlaşılmaktadır.[52]
117

Bu uygulamaya getirilen bir eleştiride, çocuğun destek süresinin saptanmasında kız – erkek ayırımı yapılmasının doğru olmadığı, bu desteklik sürelerinin toplumsal yaşama alışkanlıklarına, desteğin sosyal ve ekonomik çevresi etkenlerine göre yargıç tarafından belirlenmesi gerektiği öne sürülmektedir. [53] AYİM. uygulamasında bu süre, öğrenim gören çocuklar yönünden 25 yaşına kadardır.[54]
118

Ana – babaya desteklik süresi yönünden ne öğretide ne de içtihatlarda bir açıklığa rastlıyamadık. AYİM. uygulamasında ise desteğin anne ve babaya olan yardımının, onların yaşamları boyunca süreceği prensip olarak kabul edilmektedir[55].
119

Aşçıoğlu, bu konuda bir uygulama hatası olarak gördüğü şu hususa işaret etmektedir:
120

“…. İkinci dönemde, eş ile çocuğun destek tazminatı alacaklısı olarak birleşmesi durumunda ortalama gelir, çocuğun destek süresine (örneğin 5 yıl) göre değil, eşin destek süresine göre (örneğin 20 yıl) belirlenmekte ve çocuğun destek tazminatının hesabında kendi zarar ( istek) süresi dışında olan gelir artışlarından da yararlanmaktadır. Bu, hatalı bir uygulamadır….”[56]
121

Destek paylarının (oranlarının) saptanmasına gelince:
122

Ölenin destek isteyenlere verebileceği destek payları, tamamen “varsayıma” dayalı bir hesap unsurunu teşkil etmektedir. Uygulamada hemen hemen her bilirkişice bu konuda farklı bir oran saptandığına işaret edilmektedir. [57]
123

Konuya ilişkin iki saptamaya temas edelim:
124

– “…. Bu paylaştırma tatbikatta üç şekilde yapılmakta olup, Yargıtay istisnai durumlar haricinde her paylaştırma şeklini kabul etmektedir. Ancak, üç paylaştırma şeklide temelde ayrı olup, tazminatların farklı çıkmasına sebebiyet vermektedir. Belirtilen bu paylaştırma bazı hesap raporlarında, hak sahiplerinin miras hisseleri göz önünde bulundurularak yapılmakta, bazı bilirkişiler tarafından ise 506 Sayılı Kanunun 23 ncü maddesinin getirdiği esası benimseyerek, yıllık kazancın % 30’unu işçiye kendi ihtiyaçları için ayırdıktan sonra, kalan % 70’in %50’sini eşe, % 25’ini çocuklara, %25’nide anne ve babaya ayırmaktadırlar. Paylaştırmada kullanılan üçüncü şekil ise işçinin kazancı 100 pay kabul edilerek, bunun 30 payının kazanç sahibine, kalan 70 payın 40 payını eşe, bakiye 30 payının ise çocuklara, anne ve baba arasında paylaştırılması şeklinde…..”[58]
125

-“…. bir genelleme yapıldığında üç biçimde destek dağıtımı varsayımları olduğu görülmektedir:
126

*Kazalının gelirinin belli bir oranını kendisine ayırarak, diğer kısmını da eşi ile çocuklarına (ve varsa ana/babasına) değişken oranlarda dağıtım.
127

* Kazalının gelirinin % 30’unu kendisine ayırarak, geriye kalan % 70’ini de eşine 2, çocuklarına ise 1’er pay olarak dağıtan anlayış (İstanbul bilirkişileri yöntemi)
128

* Kazalının gelirinin tamamı esas alınarak, bunu kazalı ve eşine 2’şer, çocuklarına ise 1’er pay olarak dağıtan anlayış. (Ankara ve İzmir bilirkişileri yöntemi)”[59].
129

İşte bu değişken ve farklı tazminatlara hükmedilmesi sonucunu doğuran destek payları (oranları) sistemi, beraberinde şiddetli eleştiriyi de getirmiştir:
130

“…. Destek oranlarının somutlaştırılması işlemi bilirkişiler tarafından el yordamı ile yapılmakta ve zaman zaman SSK. ve Emekli Sandığınca belirlenen oranların uygulanması yeğlenmektedir. Oysa, Devlet İstatistik Enstitüsünün hazırladığı Hane Halkı Gelir ve Tüketim Anketi sonuçlarından yararlanarak somutlaştırma yapılması daha sağlıklı olacaktır….”[60]
131

Adli ve idari yargıda mevcut bu karmaşanın tam aksine, desteğin yardım görenlere ayıracağı paylar konusunda AYİM.’nin kabul ettiği ilke ve oranlar, bir tablo halinde uzun yıllar önce saptanmış ve bilirkişilere direktif olarak verilmiştir. Türk Tazminat Hukuku uygulamasında bir başka örneği olmadığını sandığımız bu tabloda destek payları belirlenirken; ölenin evli/bekar oluşu, desteğin anne ve babasının başka erkek evlatlarının olup olmaması, ana-babasının az da olsa geliri olup olmaması, desteğin geride bıraktığı çocuğunun bulunup bulunmaması gibi kriterler dikkate alınmıştır.[61]
132

Bakıcı (Yardımcı Kişi) Tazminatı:

Bu hesap unsuru da bir gerçek “zarar” kalemi teşkil etmektedir. Mevzuatta 506 sayılı Kanunun 20/4 ncü maddesinde ve SSK. Sağlık İşlemleri Tüzüğünün 11 nci maddesinde, sigortalının başka birinin yardımına muhtaç durumda sayılacağı haller sayılmış ve bu durumlarda sigortalıya bağlanan aylığın %50 arttırılarak ödeneceği hüküm altına alınmıştır. [62]
133

Bir AYİM kararında “bakıcı ücreti”nin hukuki mahiyeti şu şekilde açıklanmıştır:
134

“…bakıcı ücreti, maddi zarar kavramına dahil, kişinin yaşamını devam ettirebilmesi için üçüncü bir kişinin yardımına, bakımına duyduğu gereksinmeden ötürü sağlanan desteğe karşılık ödenen parasal gideri ifade eden bir kavramdır. Bu bağlamda, üçüncü kişinin sağladığı yardımın ücreti olarak, bakıcıya gereksinme duyanın mal varlığından çıkan bir değer ve haliyle bir zarar olduğuna göre, maddi zarar bünyesinde diğer kalemlerle birlikte ele alınıp, kül olarak bilirkişice hesap edilmesi gerekir…”[63]
135

Bu kalem nedeniyle zarar hesabının, uygulamada bilirkişilerce farklı şekillerde ele alınıp, sonuca gidildiği görülmektedir. Bu konuda belirlenen başlıca örnekler şu şekildedir:
136

Zarar görenin hesaplanan zararının 1/3’ünün bakıcı tazminatı olarak saptanması,
Asgari ücretin net miktarı kadar bir tutarın, hesaplanan zarar hesapları toplamına alınması,
Asgari ücretin brüt miktarı kadar bir tutarın, hesaplanan zarar hesapları toplamına alınması.[64]

AYİM uygulamasında ise, asgari ücretin net miktarı kadar bir tutar dikkate alınmakla beraber; 1995 yılı başından itibaren davacıların sakatlıklarının özelliğine göre 1/4, 2/4, 3/4 ya da 4/4 (tam) oranlarında asgari ücret tutarı bakıcı ücretine (tazminatına) hükmedilmektedir.[65]
137

Bu başlık altında getirilen yerinde bir öneriye de işaret etmekte yarar görülmektedir:
138

“…kazalının yaşamını sürdürmesi hangi niteliklere sahip bir kişinin yardımına bağlı görülüyor ise, “zarar baz”, buna göre saptanmalıdır. Örneğin, yaşamını sürdürebilmesi bir hemşirenin gözetiminde mümkün olabilecek kazalı için, bir hemşireye ödenmesi gerekecek para, zarar miktarı olarak hesaplanmalıdır. Yaşamın sürdürülmesi aile bireylerinin özel nitelikli destekleri ya da vasıfsız bir kişinin yardımı ile sürdürülebilir nitelikte ise, bu zarar asgari ücretin brüt miktarı üzerinden hesaplanmalıdır. Çünkü, bu yardımcı kişiye sigorta yapılacağı ve ödenecek ücretler nedeni ile gelir vergisi kesintisi yapılarak ilgili kurumlara yatırılacağı varsayımı, hukuki olmanın zorunlu sonucudur…”[66]
139

Malülüyet Derecesi (İşgöremezlik Oranı) – Efor Kaybı Tazminatı:

Malülüyet derecesinin (işgöremezlik oranının) tek başına bir zarar kalemi olmayıp, denkleştirmede dikkate alınması gerektiği bilinmektedir. Uygulamada SSK.Sağlık İşlemleri Tüzüğüne ek cetvellerde belirtilen bu derece /oranların, “Efor Kaybı” yönünden de dikkate alınacağı tabiidir.
140

Bilindiği üzere, beden gücü kaybına rağmen kişinin gelirinde bir eksilme olmaması halinde dahi, beden gücü kaybına uğrayan kişinin, aynı işi zarardan önceki durumuna ve diğer kişilere göre daha fazla bir güç (efor) sarfıyla yapabileceği olgusu, bu fazladan sarfedilen gücün tazmini gerektiği sonucunu doğurmuş ve bu “efor tazminatı” olarak adlandırılmıştır.[67]
141

AYİM’de son yıllarda gerek subay/astsubaylar yönünden, gerekse de yedek subay/erat yönünden yaygın bir “efor tazminatı” uygulaması görülmektedir. Bu konudaki çarpıcı örnekler şunlardır:
142

– “…Bölücü örgüt mensuplarıyla girişilen silahlı bir çatışmada yaralanan ve tedavisi sonunda ‘komando olamaz, sınıfı görevini yapar’ kararı verilen davacı subayın, uğradığı %23 oranındaki vücut fonksiyon kaybı nedeniyle müstehak olduğu efor tazminatının ödenmesi gerekir…”[68]
143

– “…Geçirdiği helikopter kazasına bağlı olarak yaralanan ve tedavisi sonunda sınıfı görevini yapar raporu verilen davacı astsubayın, olaydan önce almakta olduğu aylık ile olaydan sonra almaya devam edeceği aylık yönünden bir noksanlık yoksa da, sağlık kurulu raporuna göre uğradığı %30 fonksiyon kaybına göre, aynı işi sakatlanmasından önceki durumuna göre daha fakla bir eforla sarfıyla yapacağı gerçeğinden hareketle, bu kaybı gidermek üzere maddi tazminata müstehak olduğu kuşkusuzdur…” [69]
144

– “…Görevli bulunduğu helikopterle personel indirirken teröristlerce açılan ateş sonucu yaralanan, tedavisi sonucu sınıfı görevini yapar raporu verilmekle beraber, %5 vücut fonksiyon kaybına uğradığı belirlenen davacı astsubayın, aynı işi sakatlanmasından önceki duruma ve diğer kişilere göre daha fazla bir güç (efor) sarfıyla yapacağından hareketle, tespit edilen bu efor kaybı karşılığı efor kaybı tazminatının verilmesi gerekir…”[70]
145

– “…Davacının vatani görevini yaptığı sırada emredilen bir görev esnasında parmağının ezilerek kesilmesi neticesinde yedek askerlik görevini yapar kararı almakla birlikte, geçirdiği yaralanma sonucu vücut fonksiyonunda meydana gelen kaybın, efor tazminatı yoluyla giderilmesi gerekir…”[71]
146

Nihayet son iki kararda da, yedek subaylık hizmetleri öncesi komiser muavini ve öğretmen olarak görev yapmakta olan iki davacının, önceki işlerine dönmelerine engel teşkil etmeyecek, ancak vücut fonksiyon kaybına yol açacak şekilde sakatlanmaları karşısında; her ikisine de efor tazminatına hükmedilmiştir.[72]
147

Danıştay uygulamasının ise aksi yönde olduğu gözlenmektedir:[73]
148

“…Dava, davacının geçirdiği iş kazası sonucu sağ kolunu kaybetmesi ile %52 oranında sakat kaldığından bahisle uğradığı maddi ve manevi zararın yasal faizi ile tazmini istemi ile açılmıştır. İdare Mahkemesince, davacının yaptığı görevin bünyesinde risk taşıması ve olayın meydana gelmesinde davacının ağır kusurunun bulunmaması nedeniyle maddi tazminata hükmedilmiştir. Dava konusu olayda ise davacının sağ kolunun sakat kalması nedeni ile uğradığı zararın tespiti için yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen raporda, davacının olay sonrası aynı işyerinde çalışmaya devam ettiği ve maaşında bir kesinti ve azalmanın olmadığı belirtilmiştir. Ayrıca dava dosyasının incelenmesinde, uğranılan sakatlık nedeniyle davacının sakatlık indiriminden yararlandığı tespit edilmiştir. Bu durumda yukarıda belirtilen ve ortada kesin, oluşmuş ve gerçek bir zarar bulunmadığı hususu dikkate alınmadan maddi tazminat isteminin kabulü yolunda verilen kararda hukuki isabet bulunmamaktadır…”[74]
149

Yukarıda ana başlıklar altında açıklanmaya çalışılan “zarar hesabı unsurları”nın uygulamada birlik değil, çokluk olgusuna yol açtığı ve henüz sorunun çözüm aşamasından çok uzak olduğu açıkça gözlenmektedir. Nitekim bu karmaşa ve çokluk olgusu, öğretide Aşçıoğlu tarafından da farklı bir cephesiyle eleştirilmiştir:
150

“…Cismani zarar ve ölüm nedeni ile açılan tazminat davalarında bugünkü yöntemle yargılamasına devam edildiği takdirde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6 ncı maddesinde kabul edilen ‘Adil Yargılanma Hakkı’ gerçekleşmediği iddiasına dayanılarak, sorunu İnsan Hakları Mahkemesi önüne getirme ve sonuç alma olanağı vardır. Başkaları zorlamadan, doğru olanı, çağdaş olanı araştırıp uygulayalım…”[75]
151

“Başkaları” (!) zorlamadan, doğru ve çağdaş olan hesap yöntemleri nasıl uygulanacak, uygulamada birlik nasıl sağlanacaktır? Tazminatla meşgul olan adli, idari ve askeri idari yargı kolları arasındaki bu konuya ilişkin aykırılık ve benzemezlik nasıl halledilecektir. Yargıtay’ın kendi Daireleri arasındaki içtihat farklılıkları nasıl giderilecektir? Yüzlerce adliye mahkemelerinin belki binlerce bilirkişisi arasındaki yöntem farklılıklarına nasıl çözüm bulunacaktır?
152

İşte bu sorulara bir cevap alınabilmesi bakımından, tazminat hukuku ile yakından ilgili iki avukat tarafından Yargıtay’a “İçtihadı Birleştirme” başvurusu yapıldığı görülmektedir. Bu başvurulardan ilkinde talep, “Bedeni bütünlüğün bozulması veya ölüm hallerinde hüküm altına alınan tazminatların niteliği, belirleme-takdir biçimi ve bunlara yürütülecek faizin başlangıç tarihi bakımından aynı biçim, kapsam ve içerikte hukuka uygun niteleme yapılarak, içtihat aykırılığının giderilmesi dileği…”[76] olarak ifade edilmiş; ikincisinde talep, “Destekten yoksun kalma ve iş göremezlik tazminatlarına yürütülecek faizin başlangıç tarihleri sorununda oluşan içtihat farklılığının, içtihatların birleştirilmesi yoluyla giderilmesi istemi…”[77] olarak belirtilmiştir.
153

Bu başvurulardan her ikisi de işlem görmemiş; ancak ikincisinin konusu 9.Hukuk Dairesinin faiz konusundaki içtihadından dönmesiyle, bir bakıma çözüme kavuşmuştur.
154

Yargıtay’ın tazminat hesabı ile meşgul olan görevli Daireleri arasında bile hesap ve yöntem birliği farklılıkları giderilmeden, tüm ülke çapında (en azından adli yargıda) bir birliği sağlamak, bugünün koşullarında neredeyse “imkansız” görünmektedir. Bu birliğin yolu içtihat istikrarından, gerekiyorsa içtihat birliğinden (içtihadı birleştirmeden) geçmektedir. Ama bu pek zor ve zahmetli iş nasıl ve ne şekilde sağlanacaktır? İşte bu soruya verilecek cevap, kanımca netleşmiş değil.
155

IV. ASKERİ YÜKSEK İDARE MAHKEMESİNİN ZARAR HESABI YÖNTEMİNE İLİŞKİN KISA HATIRLATMA VE NOTLAR

AYİM’nin tazminatın hesaplanmasında gözettiği unsurlar ve bu meyanda zarar/yarar hesapları ile denkleştirme kriter ve sırasına ilişkin kapsamlı açıklama ve ekler (tablo ve cetveller) dört yıl önceki bildirimizde yer aldığından[78]; burada yeniden tekrar edilmeyecektir. Burada, aradan geçen dört yıl süresince varsa farklılıklar ve değişik uygulamalar, kısa notlar şeklinde belirtilecektir.
156

İşte bu konudaki hatırlatma ve kısa notlar:
157

– Efor kaybı ya da iş göremezlik tazminatı yönünden, eğer davacı arızası SSK. Sağlık İşlemleri Tüzüğüne ekli cetvellerde yer almıyorsa, sağlık kurulu raporunda belirlenen orana itibar edilmektedir.[79]
158

– Askere gelmeden önce yurtdışında çalıştığı saptanan ve salt askerlik nedeniyle yurda dönen davacının bu hizmeti sırasında sakatlanması nedeniyle zarar hesabı; aldığı yurtdışı aylıkları gözetilerek yapılmaktadır.[80]
159

– 25.8.1999 tarih ve 4447 sayılı Kanunla Sosyal Güvenlik mevzuatında yapılan değişiklikten (emeklilikte yaş sınırı uygulaması) sonra, erkeklerde 60 yaştan önce emeklilik imkanının olmamasına karşın (subaylar için kadrosuzluk, astsubay ve uzman jandarmalar için 55 ve 56 olan yaş hadleri hariç) 3269 sayılı Kanunda henüz bu yönde değişiklik yapılmaması karşısında; uzman erbaşların 45 yaşında emekli olacakları varsayılarak, zarar hesabı buna göre yapılmaktadır.[81]
160

– Evlatlık verilen desteğin (somut olayda vurularak ölen astsubay) evlat edinen anne-babaya tam olarak destek olacağı kabul edilmiş ve destek payları bu kabul doğrultusunda paylaştırılarak, zarar hesabı saptanmıştır.[82]
161

– Gaip düşen (terörist baskını sırasında akibeti meçhul kalan) erin, Medeni Kanunun 30 ve 31 nci maddeleri uyarınca “ölüm karinesi” ya da “gaipliğine” karar verilinceye kadar sanki hayatta imiş gibi, tam yargı davasına esas eylemin vuku bulduğu tarih ve buna dayalı mecburi idari başvuru ya da dava açma sürelerinin işlemeyeceği belirtilerek; gaiplik kararından çok önceki “farazi terhis tarihi” esas alınıp, zarar hesabı yapılmıştır.[83]
162

– Subay/Astsubay ve Uzman Jandarmalar için iş göremezlik tazminatı yönünden öngörülen bir yarar kalemi olan “farazi asgari ücret gelirleri” uygulaması[84] devam etmekte olup; adli yargı uygulamasında farazi emeklilik gelirlerinin yanı sıra ayrıca bu şekilde ek bir yarar hesabı yapılmamaktadır.
163

– Sakatlığı nedeniyle sınıf değiştirerek göreve devam etme imkanı varken, isteği üzerine malülen emekliye sevkedilen subay/astsubayların uğradığı zararın kendi davranışından kaynaklandığı ve ekonomik geleceğinin sarsılmasına davacıların bu davranışının yol açtığı, bu nedenle de maddi tazminat isteminin haksız olduğu yolundaki eski içtihattan dönülmüş; uçuş nedeniyle kulaklarından arızalanan ve isteği üzerine emekliye ayrılan pilot subayın, “uçucu personel olarak ömür boyu elde edeceği gelirler ile sınıf değişikliği durumunda yer hizmetindeki personel olarak ömür boyu elde edeceği gelirler arasındaki farkın peşin değerli tutarından ibaret olan” maddi zararının[85] tazmini yoluna gidilmiştir.[86]
164

– Denkleştirmede Borçlar Kanununun 43 ncü maddesinin idari yargıda yansıması olan “Hakkaniyet indirimi”ne seyrek olarak gidilmiştir. Bu meyanda son örnekler; el bombası patlaması sonucu sakatlanan bir astsubayın 30,9 milyar olan tazminat hak edişinin 20 milyar liraya[87], namluda sıkışan havan mermisinin patlaması sonucu sakatlanan bir astsubayın 44,6 milyar olan tazminat hak edişinin 30 milyar liraya indirilmesinden ibaret bulunmaktadır.[88]
165

– Yasal faiz oranlarında önce Bakanlar Kurulu kararı ile yapılan düzenleme %50 akabinde de 15.12.1999 tarih ve 4489 sayılı Kanunla yapılan yeni yasal düzenleme sonucu saptanan faiz oranlarının (%60), tazminat hesaplamalarında bilirkişice dikkate alınması direktifi verilmiş ve bilirkişi hesapları bu son duruma göre yapılmaya başlanmıştır
166

SONUÇ:

Zarar hesabının unsurlarında ve uygulama şeklinde, keza hesaplama yöntemlerinde bir birlik olmayışı, beraberinde kimi kez aynı tür olayda arada milyarlara varan farklı sonuçlara (tazminatlara) varılması olgusunu getirmekte; bu da hem adalet duygularını incitmekte hem de tazminatın sınırlandırılması düşünce ve eğilimini çağrıştırmaktadır.
167

Bu “çokluk”, “farklılık” ve “karmaşa”nın hem aynı yargı kolunda (örneğin adli yargıda), hem de farklı yargı kollarında (idari yargıda, askeri idari yargıda) bir “birlik” ve “düzen”e kavuşturulması için üretilebilecek yegane çözüm yolu eleştirisel aklın ışığında yetkili Yüksek Yargı Organlarınca üretilecek “ilke içtihatları”dır.
168

Dört yıl önceki tebliğde belirtilen sonuç, bugün için de geçerlidir: AYİM uygulaması-eleştirilebilir ve haklı görülebilir kimi eksikliklerine karşın- diğer yargı kollarında bir model olarak ele alınıp irdelenebilir ve geliştirilebilir.
169

——————————————————————————–

[*] 11-13 mayıs 2000 tarihinde Galatasaray Üniversitesi ile İstanbul Barosunca Müştereken düzenlenen “Türk Sosyal Güvenlik Hukukunda Sorunlar ve Çözüm Önerileri” konulu sempozyumda, panelde sunulan metindir.

[*] Dz. Hakim Albay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Üyesi.

1 Serdar ÖZGÜLDÜR, “İdare Hukukunda Tazminat Hesabının Unsurları ve Hesaplama Yöntemi : AYİM. Uygulaması”, İş Hukukuna İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri 1996 yılı Toplantısı : Destekten Yoksunluk ve Cismani Zararlarda Sorumluluk ve Tazminat , Galatasaray Üniversitesi Yayını, İstanbul 1996, S.128 –182.

[2] İl Han ÖZAY, Günışığında Yönetim, İstanbul 1995, s.447, Dipnot :873.

[3] Yüksel ESİN, Danıştay’da Açılacak Tazminat Davaları, II. Kitap, Ankara 1976, s.441.

[4] Mustafa Reşit KARAHASAN, Sorumluluk ve Tazminat Hukuku, C.I, İstanbul 1989, s.79.

[5] AYİM. 3.D. 22.05.1979; E.1979/218, K.1979/252.

[6] Hüseyin HATEMİ, “Ölüm ve Beden Bütünlüğü Alanında Giderim”, Ölüm ve Cismani Zarar Hallerinde Zararın ve Tazminatın Hesap Edilmesi Sempozyumu, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara 1993, s.4.

Yazar, bu görüşünü açıkladıktan sonra, ölüm zararlarında maddi ve manevi giderim olarak mirasçılara ödenecek toplam tutarın, kural olarak ve herkese eşit biçimde 1000 Cumhuriyet altını olması gerektiği; cismani zararlarda ise sakatlığın derecesine göre 1000 altının 1/10”u ile 6/10’u arasında hükmedilmesi gerektiğini önermektedir.

[7] Turabi Tural, Tazminat ve Hesaplanması, Ankara 2000, s.5 – 11

[8] Ahmet İyimaya, “İnsan Zararları Konusunda Belirtmekte Olan Bazı Yeni Eğilimlerin Analizi”, Sorumluluk Ve Tazminat Hukuku Sorunları, C.II, Ankara 1995, s.3 – 4.

[9] Özgüldür, s.146 -149.

[10] Teoman Ozanoğlu, Ölüm ve Cismani Zarar Hallerinde Zararın Ve Tazminatın Hesap Edilmesi Sempozyumu, Ankara 1993, Tartışmalar, s. 13 -14.

[11] Çetin Asçıoğlu, “Tazminat Hesabında Yöntem Sorunu”, Ölüm ve Cismani Zarar Hallerinde Zararın Ve Tazminatın Hesap Edilmesi Sempozyumu, Ankara 1993, s.62, 71 ve 77.

[12] Necip Kocayusufpaşaoğlu, “Genel Rapor”, Ölüm Ve Cismani Zarar Hallerinde Zararın Ve Tazminatın Hesap Edilmesi Sempozyumu, Ankara 1993, s.184.

[13] Turabi Tural, Tazminat Ve Hesaplanması, s.21.

[14] Turabi Tural, “ Tazminat Hesapları”, Ölüm Ve Cismani Zarar Hallerinde Zararın Ve Tazminatın Hesap Edilmesi Sempozyumu, Ankara 1993, s.209

[15] Mustafa Kılıçoğlu, “Cismani Zararlarda Tazminat Hesaplamalarına ilişkin Sorunlar Ve Çözüm Yolları“ , Yargıtay Dergisi, C.25, S.4, Ankara, Ekim 1999, s.609.

[16] Bu konuda daha kapsamlı bilgi için bkz. Özgüldür, s.147 –148.

[17] AYİM. 2.D.nin 02.02.2000 tarih ve E.1999/236, K.2000/58 sayılı kararı.(Aynı yönde AYİM.2.D. 05.01.2000; E.1999/139, K: 2000/7)

[18] Turabi Tural, Tazminat Ve Hesaplanması, s.22.

[19] AYİM. 2.D.nin 27.05.1998 tarih ve E.1997/731, K.1998/432 sayılı kararı.

[20] Ölüm Ve Cismani Zarar Hallerinde Zararın Ve Tazminatın Hesap Edilmesi Sempozyumu, Ankara, 10 –11 Aralık.

[21] Tahir Çağa- Ahmet Gökçen – Tevfik Güran, “Ölüm Ve Cismani Zarar Hallerinde Ödenecek Tazminatın Hesabına Dair” , Ölüm ve Cismani Zarar Hallerinde Zararın Ve Tazminatın Hesap Edlmesi Sempozyumu, Ankara 1993, s.33 –36.

[22] Turabi Tural, Tazminat Ve Hesaplanması, s.5.

[23] Turabi Tural, Tazminat Ve Hesaplanması , s.113 –122.

[24] Turabi Tural, Tazminat Ve Hesaplanması, s.123 –134,

[25] Aşçıoğlu , s.75.

[26] Çağa – Gökçen – Güran, s.31 –32.

[27] Turabi Tural, Tazminat Ve Hesaplanması, s. 23.

[28] Tural, s.24.

[29] Kılıçoğlu, s.616.

[30] Tural, s.26.

[31] Aşçıoğlu, s.65.

[32] Tural, s.26.

[33] Tural, s.32 –33’te belirtilen Yrg. 21.HD. İçtihatları.

[34] AYİM. uygulaması Aşçıoğlu’nun görüşü doğrultusunda olup, bordro dışında başkaca kanıta itibar edilmemektedir.

[35] Tural, s. 41.

[36] Aşçıoğlu, s.68.

[37] Tahir Çağa, Ölüm ve Cismani Zarar Hallerinde Zararın Ve Tazminatın Hesap Edilmesi Sempozyumu, Tartışmalar, s.53.

[38] Sema Güleç – Uçakhan, Maddi Tazminat Esasları Ve Hesaplanması, Ankara 1995, s. 638.

[39] Kılıçoğlu, s.623. Yazar, bugün bütün dünyada peşin değer hesabının progressif rant tekniği ile yapıldığını işaret etmektedir.

[40] Tural, Tazminat Ve Hesaplanması, s. 45.

[41] Tural, s. 48.

[42] Tural, s. 45.

[43] Hakkı Aktaş, “Genel Değerlendirme”, İş Hukukuna İlişkin Sorunlar Ve Çözüm Önerileri 1996 yılı Toplantısı: Destekten Yoksunluk Ve Cismani Zararlarda Sorumluluk Ve Tazminat, İstanbul 1996, s.361 –362.

[44] Aºçıoğlu, s.69 ve 76.

[45] Tahir Çağa, Ölüm Ve Cismani Zarar Hallerinde Zararın Ve Tazminatın Hesap Edilmesi Sempozyumu, Tartışmalar, s.53.

[46] Aktaº, s.67.

[47] Aşçıoğlu, s. 67

[48] Tural, Tazminat Ve Hesaplanması, s.40.

[49] Kılıçoğlu, s. 628.

[50] Tural, s. 33.

[51] Tural, s. 57.

[52] Argun Bozkurt, “İş Kazası Nedeniyle Açılan Tazminat Davalarında Hesaplama Ve Bazı Tablolar”, Ankara Barosu Dergisi, Sayı:1995/2, s.51.

[53] Tural, s.78.

[54] Özgüldür, s.155.

[55] Özgüldür, s.155.

[56] Aşçıoğlu, s.76.

[57] Tural, s.77.

[58] S.Kaya Sepici, “Maddi Tazminat Hesabı Unsurları Tazminatın Hesaplanması”, İstanbul Barosu Dergisi, C.61, Sayı:4-5-6, İstanbul 1987, s.270.

[59] Tural, s.77.

[60] Aşçıoğlu, s.72.

[61] Bu konuda kapsamlı bilgi için bkz.Özgüldür, s.153-154, 171-176.

[62] Tural, s.54.

[63] AYİM.2.D.nin 27.5.1998 tarih ve E.1997/731, K.1998/432 sayılı kararı.

[64] Tural, s.55.

[65] AYİM. 2.D.’nin 24.11.1999 tarih ve E. 1998/942, K. 1999/710 sayılı kararı.

[66] Tural, s.57.

[67] Yargıtay 4.HD.19.4.1982 tarih ve E.1982/3059, K.1982/3938 sayılı kararı.

[68] AYİM.2.D.nin 24.12.1997 tarih ve E.1996/465, K.1997/1064 sayılı kararı; AYİM Dergisi, S.12, Ankara 1998, s.950.

[69] AYİM.2.D.nin 14.5.1997 tarih ve E.1996/563, K.1997/458 sayılı kararı; AYİM Dergisi, Sayı:12, Ankara 1998, s.953.

[70] AYİM.2.D.nin 6.5.1998 tarih ve E.1997/927, K.1998/437 sayılı kararı; AYİM Dergisi, Sayı:13, Ankara 2000, s.783.

[71] AYİM.2.D.nin 17.6.1998 tarih ve E.1997/54, K.1998/495 sayılı kararı; AYİM Dergisi, Sayı:143, Ankara 2000, s.786.

[72] AYİM.2.D.nin 15.9.1999 tarih ve E.1998/709, K.1999/551; 10.3.1999 tarih ve E.1998/678, K.1999/168 sayılı kararları.

[73] Danıştay 10.D.nin 9.12.1998 tarih ve E.1997/6231, K.1998/6547 sayılı kararı.

[74] Zikreden ve eleºtiren Tural, s.17-18.

[75] Aşçıoğlu, s.78.

[76] Av.Turabi Tural’ın 9.9.1994 tarihli İçtihadı Birleştirme talebi.

[77] Av.Ahmet İyimaya’nın 1995 yılı başlarında yaptığı İçtihadı Birleştirme talebi.

[78] Bkz.Özgüldür, s.128-182.

[79] AYİM.2.D.nin 9.4.1999 tarih ve E.1998/552, K.1999/358 sayılı kararı.

[80] AYİM.2.D.nin 16.9.1998 tarih ve E.1996/176, K.1998/605 sayılı kararı.

[81] AYİM.2.D.nin 5.4.2000 tarih ve E.1999/152, K.2000/201 sayılı kararı.

[82] AYİM.2.D.nin 5.1.2000 tarih ve E.1999/139, K.2000/7 sayılı kararı.

[83] AYİM.2.D.nin 12.11.1997 tarih ve E.1995/868, K.1997/868 sayılı kararı.

[84] Bu konudaki açıklama için bkz.Özgüldür, s.163.

[85] Bilirkişi raporu uyarınca ve davacının istemi bağlı kalınarak OTUZ MİLYAR LİRA maddi tazminata hükmedilmiştir.

[86] AYİM.2.D.nin 3.3.2000 tarih ve E.1999/23, K.2000/135 sayılı kararı.

[87] AYİM.2.D.nin 24.3.1999 tarih ve E.1998/770, K.1999/246 sayılı kararı.

[88] AYİM.2.D.nin 29.9.1999 tarih ve E.1998/377, K.1999/691 sayılı kararı.

TRAFİK KAZALARINDA BİLİRKİŞİLİK

Trafik Kazalarında Bilirkişilik
Kemal ÖZÜM

2918 sayılı KTK 81 ve devamı maddeleri kazaya karışanların yükümlülükleri–tedbirler konusunu ve trafik kazalarında bilirkişiliği tali-asli kusurluluk halleri ve işleten-sürücü sorumluluklarını hükme bağlamıştır.
2918 sayılı yasanın yaralı düzenleme hükümleri 1983 yılına kadar kazaya karışan insanlarımızın (sanık-mağdur-sorumlu) hallerini oldukça kapsamlı çözüme katkılar sağlamıştır.
Örneğin;kaza sonrası yapılması gerekenler:
Sigorta ile ilişkiler- taşıt işletenlerin sorumlulukları-hatır taşımasında sorumlulukları-tazminat davaları-ceza davaları konusunda önemli çözümler getirmiştir. Teknik arıza tanımına ışık tutmuştur. Garanti fonu ihsas edilmiştir.
Karayollarında; yalnız maddi hasarlı kazalar için tarafların karşılıklı anlaşmaları halinde 765 Sayılı TCK 565. maddesinden kaynaklanan vatandaşı uzun süre seyahatinden, işinden, gücünden alan bürokratik yargı külfetinden kurtarmıştır.

2918 sayılı KTK 81. maddesinde trafik kazasına karışanlara bazı zorunlu görevler tevdi eder.
1.En önemlisi eğer kazada hafif yaralanmş veya kazayı ucuz atlatmış iseniz önce kullandığınız taşıtınızı ek tehlike yaratmayacak şekilde durdurmalısınız. Durduğunuz yerde güvenlik için önlam alınır (görünürlük, uyarı amaçlı park veya duraklama).
2.Bu güvenlik altında iken olaya el acak trafik polisine gerekli bilgileri derleyin toparlayın.
3.Tescil belegesi, kimlik, sürücü kimliği varsa sigorta poliçesi, alkol testi sonucu.
4.Zarar verilen bir eşya ya da bir mülk ise sahibine en kısa zamanda ulaşma.
5.Olay yerinde yalnız massi hasarla sonuçlanan trafik kazalarında, tarafların anlaşması halinde fiil başka bir suçu oluşturmuyorsa adli kovuşturmaya (yalnız uygulama sigorta poliçe şartlarının gerektirdiği alkollü hal aşırı yükleme vb. teminat dışı hallere bazı pratik önlemler eklemektedir) gerek kalmaz. Tarafların aralarında anlaşarak karşılıklı zararlarını kendi trafik sigortalarına bildirmelerinin en önemli gerekçesi adli kovuşturma yapılmaması TCK 565. maddesinin hükmünü uygulamamak içindir. Sonradan tespit tutanağı talep edilemez ve bu antlaşma kağıt üzerinde saptanır.
6.Traik polisine hatır taşıması ve teknik arıza tespiti ile ilgili olarak başvurularınızı yapınız. Fren-rod, cam sileceği, lastik patlaması, ani yol arızası, heyelan, köprü yıkılması, yükün yere düşmesi vb. arızaların tespiti ileride sizin için yararlı savunma sağlar.
7.Kazanın oluşuna ilişkin iz, delil, kanıtların vb. trafik kaza tespit tutanağına yazılması için olay yerinde açık, tarafsız ve kuşku yaratmayacak şekilde tutanağı tanzim edene bildiriniz.
8.Çarpıp kaçma olayında aracınız, eşyanız vb. şeyler üzerinde kalan her türlü (boya, çizik, ezik, kumaş parçası, far camı kırığı, fren hidrolik yağı vb.) delilleri trafik zabıtasına gösterin ve incelemesini isteyin
9.Yeşil-sarı-kırmız ışıkta geçme vb. haller için sonradan ispatı, kanıtlanması zor delilleri vb. zabıtaya yardım edecek dürüst tanıklarla değerlendirmeniz size ait hakların temini veya iadesinde yarar sağlar.
10.Yaralının hastaneye yetiştirilmesinde, sizin kazaya karışan aracın sürücüsü olmanız halinde, bir kuşku hali zor durumda kalmanıza neden olabilir.
11.Trafik kazalarında kusur tespiti Ceza Usul K.ları içinde tanzim edilecek tespit tutanağı, savcılık hz. soruşturması vb. kanıtlarla doğal gelişimi içinde yargıya bazı teknik doneler vermiştir.
Ancak Hukuk Usul K.ları, iş mevzuatı içinde, özellikle hukuki sorumluluk tespitinde sonraki bilirkişilerin işleten-işveren gibi hukuki yönden iddia-savunma vb. hakları aramada üzerinden yıllar geçmiş bir trafik–iş kazasının kusurları ortaya çıkarmak oldukça zor bir çalışma yaratır.
12. Kaza yerinde sonradan gelişebilecek tehlike boyutları ve önlemler.

Kuşkusuz trafik kazalarına el koyan Polis ve Jandarma güçlerinin kazanın araştırılması, kaza yerinin güvenliği konusunda çalışmaları olacaktır. Ancak kazaya karışan sürücülerin ve yakınlarının korunmasında bazı önemli tehlikeleri göz ardı etmeleri, gelişebilecek tehlikelere karşı hazırlıksız bulunmaları kazanın daha kötü sonuçlara ulaşmasını ve tehlikeyi daha çok artırır. Bu tehlikeler:
• 2. kaz (second callision) tehlikesi (kaza yerindeki araçlar, yaklaşan araçlara karşı görünürlük ve çarpılmayı önlemek üzere tedbirler almalıdır).
• Muhtemel yangından korunma, yangını kontrol altına almak ( benzin yangınları, kontak, kısa devre vb.).
• Olay yerinde devrilen enerji hattı, serilen enerji kabloları vb.
• Kaza yerinde meraklı seyirci, yaya veya arçlı sürücülerin skışıtırdığı trafik nedeniyle ulaşamayan ambülans, itfaiye vb. araçlar.
• Hırsızlık (araçların içindeki eşyanın çalınması) ticari malların yağmalanması.
• Yaralının korunması, ilk yardım.
• Hasarlı araçların kaldırılması, kurtarma, çekme vb.
İnsan Unsuru
Tafik kazasında baş rolü üstlenen sürücülerin fotoğraflarını incelemek bu grubun kazalarda neden en yüksek oranda kusurlu olduklarını göstermeye yetecektir.
Üzülerek ifade edelim, aracın direksiyonunda sırrı bilinmeyen bir şeytna vardır. Nedense karayolu ve direksiyon dışındaki insanların vatanseverliği, yardımlaşma isteği nezaket ve insancıl duyguları direksiyonu tuttuğu andan itibaren adeta canavar kesilir. Ama maalesef bizde ve trafik dünyasında (direksiyondakiler) yerine göre acımasızca geçi hakkı, yol hakkı ve kural hakkı karşısında duygusuz, vicdansız kesilir.
Psikologlar ve tıp otoriteleri sürücüleri 3 ana gruba ayırmıştır:
1. Duygusal kişilikler
2. Ruhsal-sinirsel kişilikler
3. Fiziki yapı, kas yapısı, kemik yapısındaki yetersizlikler
Aşağıda sıralayacağım halleri sanırım karayollarında araç kullanan herkes fark etmiştir.
• Direksiyonu alkolle özleştirme tutukusu, direksiyonda sigara tutkusu
• Kullandığı otonun markası, modeli, görüntüsü ile büyülenenler
• Aşağılık duygusunu kullandığı oto ile tamir edenler
• Hzın tedavi kabul etmez hastaları
• Kullandığı otosu ile mucize yaratmayı düşünenler
• Korna çalmayı özel zevkleri arasında görenler
• Kişiliğini kanıtlamak isteyenler, gösteriş meraklıları, umursamazlık tutkusu
• Çevresel etkilere teşekkül eden kişilik türleri
Bilirkişilik
Bilirkişiler; kendi mesleki deneyimi ile konusunda teknik mütalaa verebilmek üzere usul kanununa göre yargı makamları tarafından atanan kişilerdir. Bu kişilerin vereceği teknik mütalaa ancak yetkili hakimin tasvibi ve onayı ile değer kazanır.

2. Karayolları Varlığı
İŞARET-ÇİZGİ-SANT yapıları ile araç hızlarına uyumlu alt yapı ve (Dever-eğim-Birleşme-Kesme-Kesişme) düzeni iyileştirmeleri olursa karayollarının güvenliğinden söz edilir.
KUSURLU HALLERİ: Eğimlerin, kaplamanın ani beliren kayganlığın, çevre ile uyumunun yeterliği ile meteorolojik koşullara anında olmasa bile gecikmesiz uyumun olmayışı fırtına ve etkili rüzgarların zamanında alınacak tedbirlerle BOYUN BOĞAZ ARASI ETKİLEŞİM işaretle yere serilmiş mıcır tehlikesi düşük banket uyarı yetersizlik
ENGELLENEMEZ: Yükleme hataları (aşırı yüksek yükler), yetersiz işaretlemeler, çürük altyapı, uyarı ve önlemesiz yol bakım onarım gözetimde yetersiz (iş bitince kaldırılmayan işaret, yere serilmiş mıcır tehlikesi, düşük banket, uyarı yetersizlik.
Burada yorulan dikkatinizi dinlendirmek için küçük bir trafik kara mizahını sunmak isterim.
Anadolu’muz insanları her yörede değilse bile kırsal yöre yerleşim merkezlerinde, devlet karayolu üzerinde tesis ve işaretleri saç böreği-tandır malzemesi, yuvarlak işaretlerini nişan talimi malzemesi, yol kenarı babaları takoz, kriko vb. işlere yara görür.
Kent içlerinde de şoförler, trafik işaretlerinin varlığını ancak yakınındaki trafik memuru ile birlikte düşünür.”İşareti gördüm ama abi seni görmedim” cevabı.

Mantığı
Park yeri azlığında duyduğu öfkeyi, durulmaz levhası altında park etmek suretiyle gösterir.
OTOYOLLARIMIZ bazı yörelerde kurban kesme yeridir. Hayvan otlatma yeridir. Korkuluk demirleri çamaşır asma yeri olarak kullanılır.
Otoyolları yoldan geçenlerin trafik sıklığında kullanılan, koz helvacı, oyuncakçı, cam silici, dilenci, fal bakıcı vb lerin mekanlarıdır.
Otoyollarda piknik yapılır, hayvan otlatılır, namaz kılınır. Fırsat bulunursa yazın bir kova su ile duş bile alınır.

3. Otoyollar
Aşağılık kompleksi olan magandaların yarış ve şov yerleridir.
Yollarda sarhoşlar promil ölçüleri sırasında trafik memurlarının çıldırtacak kadar şov yaparlar.
Bazı sarhoşlar kendisini kontrol etmek isteyen memurlara araçtan uzaklaşma, cep telefonu ile yakını arama, inkar gibi çok rezilliklerle, kameralar eşliğinde Devlerin sınırsız şefkatini zorlarlar.

Karayollarında Sürücüler İçin Tehlike ve Engeller
1. Hava-yol etkinliği: Görüş engelleri, kar vb. park edilmiş araçlar, kavşak içi yavaşlama
2. Dikey görüş engelleri: Tepe üstü, köprü vb.
3. Gece görüş engelleri: Gece far olumlu etkisi vardır. Karanlık kısıtlı görüş eğimler
4. Sis-duman-kar-yağmur-göz kamaşması- uzun far vb.
5. Gündüz göz kamaşması: Güneş doğuş-batış
6. Yol yüzeyi: Buz, sabah çiğ, kırağı, kaymalar
7. Yol üstü engeller: Nem, rutubet, ilk yağmur, buz, kar, mıcır, asfaltın yağ damlama, yeni dökülen sıcak yamalar, yola dağılmış ağaç kökleri, refüj kenarları, v,raj.

4. Motorlu Araçlar
2000 yılında 9.554.868 kayıtlı araç, bir önceki yıla göre artış %8,12
Motorlu araçlar; ülkemizde yol uzunluğuna, park yeri sayısına, miktarına, ülke zenginliğine (artışı planlanmayan) sevimli varlıklardır. Alabildiğine artan sayıları, hız göstergelerine aldırmayan aşırı hızları ve yollarda insanları ürütücü sonları ile ünlenen, başıboş denecek kadar hızlı artan, çoğunluk dövizimizi eritici madeni varlıklardır.
Motorlu araçlar imalatının evrelerinde o bakmaya doyamadığımız renkleri, süsleri ve gösterişleri.
Yollarımızın yürek sızlatan üzücü final görüntüleri ile bizlere bir türlü anlamadığımız ne acı dersler verirler.
Motorlu araçtan kaynaklanan tehlikeler
1. Lastik patlamaları (ön-arka)
2. Fren arızları, ön tedbir-yük vs.
3. Benzin bitme, akma, yangın vs.
4. Ön siper cam kırılmaları
5. Kornalar, farlar, silecekler
6. Yük ve yüklemeler

Teknik arıza:
Teknik arıza tehlike sorumluluğunu ortadan kaldıran veya daraltan bir sebep değildir.
2918 sayılı KTK 86. maddesi, araç bozulma ve teknik arıza sonucu kazada bozulma bir kurtuluş sebebi değildir.

5. Trafik Kazaları ve Sonuçları
1)Karayolu ve motorlu taşıtların yanına insanı yani (sürücü-yay-yolcu) eklersek trafik canavarının resmi ortay çıkacaktır.
İnsanımız ancak 1987 yılından beri eğitimli sürücü haline getirilmeye başlanmıştır. İyileşme için verilen Düzenli Eğitimin Randımanı konusunda maalesef kuşkularımız vardır.
Kuralları öğretmek yeterli olmuyor. Alışkanlıkları (alkol-uykusuzluk-direksiyonda sigara) maalesef bunlar sürücü kurslarında öğretilecek ve giderilecek şeyler değildir.
Ekonomik güç ve markası modeli çarpıcı motorlu araçlar toplum içinde bir tümör kadar tehlikeli huylara sebep olmuştur. Hız bu tür yol azgınları için olmazsa olmazdır. Ne gariptir sarhoşa sunulan meze tabağının en çekicisi, hızı yüksek olan son model bir otomobildir. Bu hız tutkunları rallilere rağbete etmezler çünkü rallide yüzler kasklarla örtülür, kimlikler kaybolur dolayısıyla istenen korkutma, panik, yaratma, üstün olma, yüksek tatmin duygusu perde arkasından bu hasta ruhları doyurmaz.
Bu gibi çılgın sürücülerde değişmez inanç şudur: Benim frenlerim olağanüstüdür, hiçbir şey olmaz. Çünkü ben 4 saatlik yolu 2,5 saatte alabilen özel yetenekli bir uzaylıyım.
Bu insanlar; karayolunda konulan kuralların acemi, korkak, pasif sürücüler için olduğunu, kendilerinin bu kurallara uymayacak kadar usta oldukları inancını asla terketmezler. Bu kimseler için ön sezi diye bir duygu yoktur. Ön sezinin evhamlı, korkak, henüz gelişmemiş eskilerin deyimiyle kitabi kimseler için olduğunu öne sürerler.
Sürücülerin gruplarını sadece başlıkları;
(.) DEFENSIVE : Sakin, koruyucu ve saygılı
(..) OFFENSIVE : Saldırgan, acımasız, umursamaz, egoist, uyumsuz

Üzülerek ifade edelim, aracın direksiyonunda sırrı bilinmez bir şeytan vardır. Aslında direksiyona geçmeden önce bu kimselerin şeytanın esiri olmadan vatansever duyguları, yardımlaşma duyguları, insancıl duyguları, nezaket kuralları, saygıları mükemmeldir.
ÖRNEK: Toplantı kapsında daima karşısındakine salona girmek için öncelik tanır mama direksiyonda kavşakta canavardır.

Sürücülerde Önsezi
Batılı trafik literatüründe önsezi (unwritten traffic rules) yazılmamaış trafik kuralları olarak tanımlanır. Biz duygusal sezilere koruyucu iç güdüler diyebiliriz.
1. Hızın limitleri yazılı kural ancak tehlike anında yavaşlama, öndeki araca önünde yer verirken takip mesafesinin üstünde bir boşluk bırakmak.
2. Sola dönen aracın sağından geçilirse de sağ gerinizi ihmal edemezsiniz.
3. Tepe üstüne hız artırarak seyir ancak gerinizdeki de hızlanınca tepenin inişindeki tehlikeleri unutmamalı.
4. Bir kavşağa uygun hızla yaklaşıyorsunuz, önünüz korumasız (bisiklet-moped-mobilet var) ya üstündeki tokezler düşerse hızınız duruşunuzu azaltır.
5. Okul önlerinde hzınız yasal olsa görünmez tehlikeyi savamazsınız. Bu kesimi istenenden az hızla geçin bir şey kaybetmezsiniz.
6. Kavşakta ilk geçiş haklarını aramak kavşağa uyumlu girmek yanında riski fazladır (2918 sayılı KTK- c hatırlayın).
7. Kapalı kör bir kavşakta geçiş hakkın seni kurtarmaz, olan olduktan sonra aza kusurlu olmak size ne kazandırır?
8. Kavşakta sarı ışıkla kımar oynamyınız (abber gambler).
9. Işık uzun demet hakkınız ancak duruş mesafeniz far ışığı güvencesini aşmış ise fayda yerine zarar verir.
10. Geceleyin önünüzdeki kırmızı (stop-kuyruk) lambalarının sizi yanıltacağını unutmayın. Kırmızı ya bir traktör ışığı ise?
11. Ana yolda ilk geçiş hakkınız var ancak tali yoldaki sizin bu hakkınızı biliyor mu?
12. Yol kenarında diz boyu otlar, park etmiş araçlar tehlike potansiyelidir. Hiç bir risk yok demeyin diz boyu otun arasında bir kedi, bir köpeki bir canlı aniden çıkarsa olabilecekleri düşünün.
13. Yol kenarında gizlenen tehlike için belediye-karayolu idaresi tedbir almamış olabilir, siz dikkati elden bırakmayın.
14. Park etmiş araçların çok yakınından geçmek, fren-direksiyon tedbirinizi engeller.
15. Karşıdan yaklaşan sağa-sola yalpalayan aracı görünce çok şükük şeridimin içindeyim diye umursamaz olmayın.
16. Geçme ve sollama da takip mesafesi kurallarını önemsemez iseniz tahlikeleri üstlenmek zorunda kalırsınız.

6: Karayollarında Korunmasız Yol Kullanıcılar (Unprotected Road Users)

1999 yılında toplanan Avrupa Ulaştırma Bakanları toplantısında ele alınan konulardan biri de : karayolundaki korumasız yol kullanıcılar olmuştur.
Bunlar iki gruba ayrılmıştır:
1. Yayalar
2. İki tekerlekli motorlu araçlar (bisiklet-moped-mobilet-motosiklet)
Karakterleri itibarıyla;
a) ağır hareketlidirler
b) Son derece düşük korumalıdır
Bu konu 1999’da Bakanlar düzeyinde ve Avrupa çapında ele alınmıştır.
Aşağıdaki konular, üye ülkelerin yasal düzenlemeleri içinde ele alınmıştır.
1. Trafik denetcileri ile altyapı güvenliği idareleri arasında etkili bir koordinasyon sağlamak, yolu kullanan bu kullanıcıların tam güvenlğini sağlayıcı ve aynı zamanda akan trafiğin zarar görmemesini göz önünde tutan bir düzenleme.
2. Karayolundaki ağır-hafif tüm motorlu araçların dizaynve imalatında bu korumasız grupları koruyucu düzene önem vermek.
3. Sürekli olarak kamuyu uyarmak karşılıklı saygıyı yerleştirmek ve özel dikkatle bu konunun eğitim aşamasında yer almasını sağlamak. Stratejiler geliştirerek yasalara uymayı başarılı hale getirmek. Ceza sistemleri-alkol yasaklarını yayalara kadar uygulamak.
4. Yayalarla ilgili olarak: tüm ilgilenenleri göz ardı etmeksizin örneğin eve anne-baba-okul yönetimi ve yetkilileri polis, yaya ve okul yolu kullanan tüm dernekler sigorta şirketlerini bu planlamanın uygulayıcıları olarak çalışmalara katılmalarını sağlamak.
5. Yolu kullanan bisikletli-yay-iki tekerlekli araç sürücüleri (moped-motorlu bisiklet-motosiklet). Sürücülerin ayrılmış özel yollar koruyucu görüntüyü güvenli hale koyan aksesuar (yansıtıcı kemer-şapka vb.) gibi görülmeyi sağlayıcı giysilerle bu grubu özendirmek, cesaretlendirmek.
6. Alt yapı inşaatında korunmasız bu grupların özel tedbirlerle karuyucu desteğe kavuşturulması. Özel bisiklet yolları alt-üst geçitler kavşaklarda daha etkin koruma uyarıcı işaretlemeye önem vermek kavşak başında ileride durma imkanları sağlanması bu kesimlerde büyük araçlara hzı kısıtlama-yavaş hareket zorunluluğu konulmalıdır.
7. İki tekerlekli araçlara ayrılan özle yolun taban kaplamaları sağlam prüzsüz sert zeminli olmalıdır.
8. İki tekerlekli araçlar için özel olarak motorlu bisiklet 50 cc geçmeyen-50 en çok km/sa sepetliler için mutlaka güvenlik açısından mühendis projesine dayalı sepet olmalı, avrupa birliğinin aldığı yeknesaklık kararları bozulmamalıdır.

7. Alkol ve Alkol Alan Sürücüler
Uzmanlara göre; kandaki alkol miktarı yasal sınırı aşanların, sürücü olarak araç kullanmada algılama ve karar verme düzeninin bozulduğu bir gerçektir. 2918 sayılı KTK 48. maddesinde bu husus alkollü içki almış olması nedeni ile güvenli sürme yeteneğini kaybetmiş olanların kara yolunda araç sürmeleri yasaktır şeklinde düzenlenmiştir.
Bu yasağın yol üzerinde kontrolü sürücünün ve otosunda taşınan yakınlarının seyahatlerini bozmamak üzere daha çağdaş usül ve yöntemlerle sağlanır.
2918 sayılı KTK 48. maddesine göre uygulama şekli de yönetmelikte düzenlenmiştir.
1. Ticari araç sürücüleri-resmi araç sürücüleri-kamu hizmetli yük,yolcu taşımacılığı yapan şoför ve sürücüler direksiyonda alkollü içki kullanmış oalrak bulunamaz ve aracı kullanamaz.
2. Cihazla yapılan tespite itiraz edilirse, tahlil için polis kriminal laboratuvarına veya sosyal yardım bakanlığına bağlı tahlil yapabilen kuruluşa gönderilir. Bu, yasaların uygulama sistemidir. Ancak, gelin görün ki TV’ lerde izlediğimiz devletin sınırsız şefkatini zorlayan olaylar, şovlar her gün hepimizi adeta sinir sistemimizi savaşlarda kullanılan sinir gazı gibi haksız saldırılar yaratır. Bu saldırıların baş sorumlusu vatandaşların bizzat kendileridir.
Hiç bir vatandaşın alkol kontrolu uygulamasında kesinlikle şikayetleri olamaz.
Dünya sağlık teşkşlatı araştırma sonuçlarına göre; trafik kazası yapanların en büyük suç işleyenleri, % 60 ırza tecavüz suçlarının, % 80 ateşli silah ve bıçakla yaralananların, % 30 ana baba katillerinin, % 20 yangına sebep olanların, % 16 aşırı alkol alanlardır. Aşırı hız yapan ve sarhoş sürücüler için çok şiddetli cezalar düzenleyen yasaların acilen kabul edilmesi gereklidir. Bu iki suç için, suni taksir suçu yorumu sadece kendimizi aldatmaktır.

Karayolu Trafik Kazaları ve Traifk Kusur Bilirkişiliği
Motorlu araç işletme ve karayolunda yük-yolcu taşıma sistemi ülkemizde cumhuriyetimizin ilk on yılında büyük gururla alkışladığımız demiryolu taşımacılığının hızla kaybolması pahasına elde edilen sağlıksız bir sistemdir. Bu sistemin ülke ekonomisine getirdiği yararlar yadsınamaz.
Ama unutmamalıki bu taşıma, ekonomimizden 2000 yılında 6 katrilyon ve 256 trilyonluk bir kaybı trafik kazaları vasıtasıyla söküp almıştır. Bu maliyete göz yaşı, elem, yaşlı yıllar, kaybolan umutlar, acılı insanlar tablosunu de eklemek gerekir.
Bir önceki yaralı, mağdur ve acılının acısı unutulmadan aynı tempoda hatta daha şiddetli olarak yine trafik kazası haberlerinin baş konuğudur.
Araç-insan ve karayolu üçlüsü toplumsal yaşam içinde motor çağı ile birlikte tarih sahnesine yerleşmiştir. Çok ilginçtir; motorlu araçlar gerçekten imalatında hep insan konforunu, zamanını, hep toplum mutluluğunu düşündüğü dile getirilerek imal edilir, satışa sunulur.
O kadar hızlı gelişirki buna ne yol yapan idareler, ne eğitime soyunan idareler yetişemez.Böyle olunca tıkanan yollardan başlayan toz-duman-kana bulanan kazalar birbiri ardına sıralanır.
Bu gelişmeler devletlerin önce güven ve asayiş hizmetlerinde ulusal önlemler almak trafik yasaları, trafik kurallarını düzenlemek görevini öne çıkarmıştır.
Hal böyle olunca konulan kurallar, uygulanan yasalar bu kez yargı sisteminde de uluslar arası boyutlarda düzenlemeler getirmiştir. Motorlu araçların karayolunda kaullanılmaları çeşitli hukuki, idari, tıbbi ve teknik sorunlarla sosyal bir karakter oluşturulmuştur.
Bu gün 10 Mayıs 2002, yani 21. ası içinde bir gün.
Hepinize soruyorum: 1
• 953’te başlayan trafik yasaları bu gün 50 yaşındadır.
• Hala karayollarında kan vardır.
• Hala insanlarımız ölmektedir.
• Hala o güzelim son model araçlar yol kenarlarında buruşturularak atılan kağıt parçaları gibidir.
Hepimiz biliriz, trafik kazaları karayollarında üç unsurun (yol-taşıt-insan) bıkmadan yılmadan oynadığı finaldir. Her kafadan bir ses, her daldan bir kuş uçar, her yakınmadan hazin bir çığlık yükselir.
Böyle bir ortamda sıkışan dara düşen kulların Allah’ı anması gibi herkes hak arara, herkes haklıdır, kimisi haksızlığı örtme çabasındadır ve kaos çok eski bir deyimle karakolda biter. Artık herşey adalet şemsiyesi gölgesindedir.
Bilirkişilik
Bilirkişiler, trafik kazalarının henüz tozu, dumanı, kanı bitmeden olay yerinde inceler yazar çizer.
Bu toz dumanın ortasında hem idari görevini yapar hem de idareye, yargıya, taraflara gerekecek kanıt, veri, ipucu vb. şeyleri toplar.
Yargının önüne gelecek kanıtlar tarafların geleceğe ait haklarını güven altına almak için gereklidir. Bilirkişi;
• Yargıcın, savcının atama kararına bağlıdır.
• Herşeyi titiz bir araştırma ile yasal kalıbına oturtur.
• Yargıca yardım eden kişidir.
• Takdire bağlı delildir.
1987 yılından beri eğitilmiş, öğretilmiş sertifikalı sürücü adayları yetiştiriliyor, ama, kazaların artış hızında önemli bir azalma söz konusu değildir. Sürücü kusurlarının dağılımı aşağıdaki tabloda verilmiştir.

Kusur Tipi Yüzde %
Arkadan çarpma 24,1
İlk geçiş hakkını vermemek 15,6
Aşırı hız 12,6
Hatalı sollama 11,6
Şerit ihlali 6,8
Park eden araca çarpma 3,7
Hatalı dönüş 5,8
Aşırı alkol kullanma 3,5
Kırmızı ışıkta geçme 2,5
Uykusuzluk 2,1
Karşı şeride geçme 6,8

Alkollü araç kullanma alışkanlığı ekonomik gücü iyi sürücüler arasında yoğundur. Bu sürücülerin alkollü araç kullanma alışkanlığına, aşırı hızı eklemeleri olağan bir davranış olmuştur.
Trafik kazaları kuşkusuz bu üçlü ekibin er geç vatan sathına yaydıkları kötü sonuçlardır. Yine de üçlü ekübü yargılarken hepsinin aynı oranda rol aldıkları söylenemez. Hatta araç-yol ikilisi bir çok kez insan denen baş aktörün sahnedeki davranışına isyan etmişledir.
Niçin kaza yaparlar
Dikkat edilirse, kaza yerinde sağlam kalan sürücüler, aslında kendisinin çok iyi bir sürücü olduğunu, ama yolun ve aracın kendisine tam anlamda eşlik edemediklerini rahatça söyler. Veya karşı tarafa kusur yükler. Veya işaretin, çizginin yolun yüzeyinin kusurlarını öne sürerek mağduru oynarlar veya hatasını ortaya çıkarmada araştırıcıları baskı altına alırlar. Ağzı dili olmayan aracın fren, rod vb. aksamına ihanet rolleri yüklerler.
Bu sürücüler, önsezi yeteneğinden yoksundur. Bu alışkanlığı kazanamamıştır.
Yaklaşma hızı, kuralların tam tersine ani frenle durabileceği varsayımına endekslidir. Başkaları, onun otosunu görmek, kenara çekilmek mecburiyetindedir.Tehlikeyi önceden düşünmek delikanlılık değildir.
Önde egsoz dumanlı bir aracı sollarken sollama yasağı olmaması tek dayanak noktasıdır. Haklarını en küçük parçasına kadar kullanmak ister.
Bir trafik kazasının oluşunda insan unsurunu incelemek, bir somun ekmeğin ununu sormamak gibi başında yanlışa girmekle aynı hatadır.
İnsan; trafik kazalarında mutlaka vardır ve mutalaka incelenmelidir. Zaten olay bu unsurun bulunduğu yerde trafik kazası olarak algılanır.

YENİ TÜRK CEZA KANUNLARININ UYGULANMASINA İLİŞKİN SORUNLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ TOPLANTILARINDA SORULAN SORULAR VE CEVAPLARI

YENİ TÜRK CEZA KANUNLARININ UYGULANMASINA İLİŞKİN SORUNLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ TOPLANTILARINDA SORULAN SORULAR VE CEVAPLARI

İzzet ÖZGENÇ

Yeni Türk Ceza Kanunlarına ilişkin uygulamanın değerlendirilmesi amacıyla bölgelerde yapmış bulunduğumuz toplantılarda, hakim ve C. savcıları tarafından yöneltilen bütün soruların, ayrıca yazılı olarak cevaplandırılacağı ifade edilmiştir. Bu sorulardan bazıları ve bunlara ilişkin olarak hazırlamış bulunduğumuz yazılı cevaplar, hukuk uygulayıcılarımızın bilgisine sunulmuştur.
Diğer sorular da mesaimiz ve zamanımız elverdiği ölçüde en kısa zamanda yazılı olarak cevaplandırılacak ve bu suretle hukuk uygulayıcılarımızın bilgisine sunulacaktır.
Ayrıca, söz konusu kanunların uygulanmasına ilişkin olarak tereddüt oluşan hususlarla ilgili olarak oezgenc@gazi.edu.tr adresine gönderilecek olan sorulara en kısa zamanda aynı yöntemle cevap verilecektir.

SORU: Lehe yasanın tespitinde sadece cezanın asgari veya azami haddini mi esas alacağız? Yoksa ertelenip paraya çevrilebilmesi de etkili olacak mı? Olacaksa bu durum infaza ilişkin değil midir?
Kanunlardan birinde cezanın alt haddi diğerinden daha az üst haddi daha fazla ise lehe olan yasayı yapacağımız uygulamaya göre mi yoksa cezanın üst haddine göre mi belirleyeceğiz?

CEVAP:
I. Yeni TCK’na ilişkin 5252 s. Yürürlük Kanununun 9. maddesinin üçüncü fıkrasında,
“Lehe olan hüküm, önceki ve sonraki kanunların ilgili bütün hükümleri olaya uygulanarak, ortaya çıkan sonuçların birbirleriyle karşılaştırılması suretiyle belirlenir.”
hükmüne yer verilmiştir.
Yeni TCK’nun sistematiği, ve düzenlemelerindeki felsefi düşünce farklılığı dolayısıyla, lehe kanun belirlenmesi ile ilgili olarak belli bir kuruma ilişkin düzenlemelerin yalnız başına ele alınıp 765 sayılı Kanundaki düzenlemelerle karşılaştırılması halinde sağlıklı bir sonuca varılması mümkün gözükmemektedir.
Bu nedenle, yeni TCK’na ilişkin 5252 sayılı Yürürlük Kanununun 9. maddesinin üçüncü fıkrasında belirtildiği gibi, bir olaya eski kanunlarla yeni kanunlar bir bütün olarak uygulanacaktır. Bu uygulama sonucunda ortaya çıkan sonuçların birbirleriyle karşılaştırılması suretiyle lehe kanun belirlenecektir.
Ancak, lehe kanunun belirlenmesinde hükmün kurulması aşamasında uygulanması gereken düzenlemelerle hükmün infazına ilişkin düzenlemeleri birlikte değil, ayrı ayrı değerlendirmek gerekmektedir.
Dikkat edilmelidir ki, hükmün kurulması aşamasında uygulanması gereken düzenlemelerin münhasıran bir kanun kapsamında olması gerekmemektedir. Şöyle ki, cezanın ertelenmesine ilişkin hükümler 765 s. TCK ile 647 s. İnfaz Kanununda düzenlenmiş bulunmaktaydı. Keza, 765 s. TCK’ndan farklı olarak tekerrür müessesesi, 5237 s. TCK ile 5275 s. İnfaz Kanununda birlikte düzenlenmektedir. Aynı şekilde koşullu salıverilme müessesesi ile ilgili olarak, mülga 765 s TCK ile 647 s. İnfaz Kanununun her ikisinde de hükümler bulunmaktadır. Buna karşılık, bir infaz müessesesi olan ve hükmün kurulması aşamasında uygulanabilecek bir mahiyet taşımayan koşullu salıverilme, sadece yeni (5275 s.) İnfaz Kanununda düzenlenmiş bulunmaktadır.
Bu nedenle, lehe kanunun belirlenmesi bağlamında yapılan değerlendirmede sadece bir kanunu değil bir müesseseyle ilgili düzenlemelerin yer aldığı kanunları birlikte göz önünde bulundurmak gerekmektedir.

Aşağıda, hükmün kurulması aşamasında uygulanması gereken düzenlemeler itibarıyla lehe kanunun belirlenmesinde izlenmesi gereken usulle ilgili örnek olaylara yer verilmiştir:

ÖRNEK OLAY I: Hırsızlık suçundan mahkumiyeti bulunan A, iki arkadaşıyla birlikte, geceleyin B’nin evine girerek, eşine ait üç adet bileziği çalar.

A ile ilgili olarak;

1. Hırsızlık suçu geceleyin ve konutta işlenmiştir: 3 yıl hapis cezası (765 s. TCK, m. 492, f. 1, bent 1).

2. Üç kişi tarafından birlikte işlenmiştir: 5 yıl hapis cezası (765 s. TCK, m. 492, f. 3).

3. Tekerrür hükümleri uygulanmasını gerektirmektedir. Olayda özel tekerrür bulunmaktadır: (5 + 1 =) 6 yıl hapis cezası (765 s. TCK, m. 81, f. 2).

4. 765 s. TCK’nun 31 ve 33. maddelerinde sadece ağır hapis cezasına mahkumiyete bağlı hak yoksunluğu kabul edildiği için; fail hakkında 6 yıl hapis cezasına mahkumiyete bağlı bir hak yoksunluğu doğmayacaktır.

A ile ilgili olarak

1. Hırsızlık suçu konutta işlenmiştir: 3 yıl hapis cezası (5237 s. TCK, m. 142, f. 1, bent b).

2. Geceleyin işlenmiştir: (3 + 1 =) 4 yıl hapis cezası (5237 s. TCK, m. 143).

3. Fiil aynı zamanda geceleyin konut dokunulmazlığını ihlal suçunu oluşturmaktadır: 2 yıl hapis cezası (5237 s. TCK, m. 116, f. 4).

4. Cezaların içtimaı olmadığı için, her bir mahkumiyet bağımsızlığını korumaktadır (4 + 2 = 6 yıl hapis cezası)

5. Kasten işlenen suçtan dolayı hapis cezasına mahkumiyetin kanuni sonucu olarak; kişi, mahkum olduğu toplam 6 yıl hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar, yeni TCK’nun 53. maddesinin birinci fıkrasında belirlenen hakları kullanmaktan yoksun bırakılacaktır.

6. Tekerrür hükümlerinin uygulanması dolayısıyla cezanın miktarında bir artırma yapılmayacaktır. Ancak, fail hakkında mükerrirlere özgü infaz rejimi ve denetimli serbestlik tedbiri uygulanacaktır. Fakat belirtmek gerekir ki, bu husus, hükmün kurulması aşamasında değil, infaz aşamasında dikkate alınacaktır.

SONUÇ: Hükmün kurulması aşamasında uygulanacak düzenlemeleri bakımından yeni TCK, bu olayda 765 s. Kanuna nazaran kişinin lehine sonuç doğuracak bir hüküm içermemektedir.

ÖRNEK OLAY II: Lise öğrencisi olan A, parkta bayan B’yi tehdit ederek elindeki mobil telefon cihazını alır. Ancak, hakkında henüz kamu davası açılmadan önce A, B’den özür dileyerek telefon cihazını kendisine iade eder. Bu nedenle, B, A hakkında “şikayetten vazgeçmek” ister.

1. Fiil, yağma suçunu oluşturmaktadır: 10 yıl ağır hapis cezası (765 s. TCK, m. 495, f. 1).

2. Mobil telefon cihazının değeri “hafif” olmakla birlikte, 765 s. TCK’nda bu nedenle cezada indirim yapılması kabul edilmemiştir (m. 522, f. 3).

3. Fail onaltı yaşındadır: (10 yıl – 3 yıl 4 ay=) 6 yıl 8 ay ağır hapis cezası (765 s. TCK, m. 55, f. 1, bent 3).

4. 765 s. Kanunda yağma suçuyla ilgili olarak etkin pişmanlık kabul edilmiş değildir. Bu nedenle, daha sonra, A’nın, B’den özür dileyerek telefon cihazını kendisine iade etmesinin ceza hukuku sorumluluğu üzerinde bir etkisi bulunmamaktadır. Yağma suçu şikayete bağlı bir suç olmadığı için, B’nin, A hakkında “şikayetten” vazgeçmesinin ceza sorumluluğu bakımından bir önemi bulunmamaktadır.

5. Ancak bu nedenle fail hakkında takdiri indirim nedenleri uygulanmıştır: (6 yıl 8 ay -1 yıl 1 ay 10 gün=) 5 yıl 6 ay 20 gün ağır hapis cezası (765 s. TCK, m. 59).

6. Mahkûm olunan nihai hürriyeti bağlayıcı ceza, 5 yıl 6 ay 20 gün ağır hapis cezasıdır. Bu ceza, kişinin, müebbeden “kamu hizmetlerinden yasaklılık cezası” ile cezalandırılmasını gerektirmektedir (765 s. TCK, m. 31).

Ancak, fail fiili işlediği sırada onaltı yaşında olduğu için kamu hizmetlerinden yasaklılık cezası ile cezalandırılmaz (765 s. TCK, m. 55, f. 1, bent 4).

1. Fiil, yağma suçunu oluşturmaktadır: 6 yıl hapis cezası (5237 s. TCK, m. 148, f. 1).

2. Mobil telefon cihazının değeri göz önünde bulundurularak cezada indirim yapılmıştır: (6 – 2 =) 4 yıl hapis cezası (5237 s. TCK, m. 150, f. 2).

3. Fail onaltı yaşındadır. Bu nedenle, cezasında üçte bir oranında indirim yapılır: (4 – 1 yıl 4 ay =) 2 yıl 8 ay hapis cezası (5237 s. TCK, m. 31, f. 3).

4. 5237 s. TCK, yağma suçunda da etkin pişmanlığı kabul etmiştir. A’nın, hakkında henüz kamu davası açılmadan önce pişmanlık duyarak telefon cihazını B’ye iade etmiş olması, etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanmasını gerektirir: (2 yıl 8 ay / 2 =) 1 yıl 4 ay hapis cezası (5237 s. TCK, m. 168, f. 1, 3).

5. Fail hakkında takdiri indirim nedenleri uygulanmıştır: (1 yıl 4 ay – 1 yıl 4 ay / 6) = 1 yıl 1 ay 10 gün hapis cezası (5237 s. TCK, m. 62).

6. Mahkûm olunan hapis cezası ertelenmiştir (5237 s. TCK, m. 51).

7. Erteleme, hapis cezasının bir infaz rejimi olarak kabul edilmekle birlikte; fail 18 yaşını doldurmamış olduğu için, mahkûm olduğu hapis cezasına bağlı herhangi bir hak yoksunluğu doğmayacaktır (5237 s. TCK, m. 53, f. 4).

SONUÇ: Hükmün kurulması aşamasında uygulanan düzenlemeleri bakımından 5237 sayılı TCK’nun failin lehine olduğunu kabul etmek gerekir.

ÖRNEK OLAY III: Aralarındaki bir alacak borç ilişkisinden kaynaklanan uyuşmazlık nedeniyle çıkan tartışmada A, elindeki sopa ile B’ye vurur.

1. Kasten müessir fiil: 6 ay hapis cezası (765 s. TCK, m. 456, f. 1)

2. Suç silahla işlenmiştir: (6 + 2 =) 8 ay hapis cezası (765 s. TCK, m. 457, f. 1)

3. Olayda, haksız tahrik hükümlerinin uygulanmasını gerektiren bir durum söz konusudur: (8 – 2 =) 6 ay hapis cezası (765 s. TCK, m. 51, f. 1).

4. Fail hakkında takdiri indirim nedenleri uygulanmıştır: (6 – 1 =) 5 ay hapis cezası (765 s. TCK, m. 59).

5. Kısa süreli hapis cezası olduğu için, para cezasına çevrilmiş (647 s. İnfaz K, m. 4) ve bu ceza da ertelenmiştir (765 s. TCK, m. 90 vd.; 647 s. İnfaz K, m. 6).

765 s TCK’nun sisteminde erteleme bir şartlı atıfet işlemi olarak kabul edildiği için (m. 95, f. 2), bu cezaya bağlı herhangi bir hak yoksunluğu söz konusu olmayacaktır.

1. Kasten yaralama suçu: 1 yıl hapis cezası (5237 s. TCK, m. 86, f. 1).

2. Suç silahla işlenmiştir: (1 yıl + 6 ay =) 1 yıl 6 ay hapis cezası (5237 s. TCK, m. 86, f. 2).

3. Olayda, haksız tahrik hükümlerinin uygulanmasını gerektiren bir durum söz konusudur: (1 yıl 6 ay – 4 ay =) 1 yıl 2 ay hapis cezası (5237 s. TCK, m. 29).

4. Fail hakkında takdiri indirim nedenleri uygulanmıştır: (1 yıl 2 ay – 2 ay 10 gün =) 11 ay 20 gün hapis cezası (5237 s. TCK, m. 62).

5. Belirlenen ceza kısa süreli hapis cezasıdır. Bu durumda iki ihtimal söz konusudur.

Birinci ihtimal: Bu kısa süreli hapis cezası adli para cezasına çevrilmiştir (5237 s. TCK, m. 50). Bu durumda, adli para cezasının ertelenmesi yoluna gidilememektedir. Uygulamada asıl ceza adli para cezası olduğu için, bu cezaya bağlı bir hak yoksunluğu bulunmamaktadır (5237 s. TCK, m. 50, f. 5; m. 53).

İkinci ihtimal: Bu hapis cezası seçenek yaptırımlardan birine çevrilmemiş ve fakat ertelenmiştir (5237 s. TCK, m. 51). Her ne kadar erteleme yeni TCK’nda bir infaz rejimi olarak kabul edilmiş ise de; kısa süreli hapis cezasının ertelenmesi halinde, bu cezaya bağlı hak yoksunlukları doğmayacaktır (5237 s. TCK, m. 53, f. 4).

SONUÇ: Hükmün kurulması aşamasında uygulanacak düzenlemeleri bakımından yeni TCK, bu olayda 765 ve 647 s. Kanunlara nazaran kişinin lehine sonuç doğuracak bir hüküm içermemektedir.

ÖRNEK OLAY IV: A, uyuşturucu madde imal ve ticareti ile iştigal eden bir örgütün lideridir. Örgütün faaliyeti çerçevesinde B ve C’ye satılan uyuşturucu madde karşılığında ödenmesi gereken paranın miktarı ile ilgili olarak aralarında bir uyuşmazlık çıkar. Bu uyuşmazlığın çözümü amacıyla yaptıkları tartışmadan sonuç alınamayınca, A, adamlarından D’ye B ve C’nin öldürülmesi talimatını verir. D, B ve C’yi otomatik silahla vurarak öldürür.

A ile ilgili olarak;

1. A, uyuşturucu madde ticareti yaptığı için, cezalandırılacaktır: 7 yıl ağır hapis ve 15 milyar lira ağır para cezası (765 s. TCK, m. 403, f. 5).

2. Suçun konusu olan madde kokaindir: (7 x 2 =) 14 yıl ağır hapis ve (15.000×2=) 30 milyar lira ağır para cezası (765 s. TCK, m. 403, f. 6).

3. Suç, teşekkül halinde işlenmiştir: (14 + 7 =) 21 yıl ağır hapis ve (30.000 + 15.000 =) 45 milyar lira ağır para cezası (765 s. TCK, m. 403, f. 7).

4. B ve C’yi öldürmesi için D’yi azmettirmiştir: Ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezası (765 s. TCK, m. 64, f. 2; m. 450, bent 5).

5. Cezalar içtima ettirilir: (ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezası + 21 yıl ağır hapis cezası=) iki yıl süreyle geceli gündüzlü hücrede tecrit edilmek suretiyle ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezası (765 s. TCK, m. 73, f. 2) + 45 milyar lira ağır para cezası (765 s. TCK, m. 75, f. 2).

6. Müebbeden kamu hizmetlerinden yasaklılık cezası (765 s. TCK, m. 31) + babalık hakkından ve kocalık sıfatının bahşettiği kanunî haklardan mahrumiyet cezası (765 s. TCK, m. 33, f. 2).

A ile ilgili olarak;

1. A, uyuşturucu veya uyarıcı madde ticareti yaptığı için, cezalandırılacaktır: 7 yıl hapis ve 150 gün karşılığı adlî para cezası (5237 s. TCK, m. 188, f. 3).

2. Suçun konusu olan madde kokaindir: (7+3,5=) 10 yıl 6 ay hapis ve 225 gün karşılığı adli para cezası (5237 s. TCK, m. 188, f. 4).

3. Bu suç, bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmiştir: (10 yıl 6 ay + 5 yıl 3 ay =) 15 yıl 9 ay hapis ve 337 gün karşılığı adlî para cezası (5237 s. TCK, m. 188, f. 5).
Ekonomik durumu göz önünde bulundurularak, A’nın bir gün karşılığı olarak 100 Türk Lirası ödemesi takdir edilir. Buna göre, sonuç gün üzerinden hesaplanan adli para cezasının miktarı, (337 gün x 100,- Türk Lirası =) 33.700,- Türk Lirasıdır.

4. A, ayrıca uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti suçu işlemek için kurulmuş bir örgütün yöneticisi olduğu için cezalandırılacaktır: 5 yıl hapis cezası (5237 s. TCK, m. 220, f. 1).

5. Örgüt silahlıdır: (5 + 2 =) 7 yıl hapis cezası (5237 s. TCK, m. 220, f. 3).

6. B ve C’yi öldürmesi için D’yi azmettirmiştir: İKİ ADET müebbet hapis cezası (5237 s. TCK, m. 38, 43, 81).

7. Böylece A,
1) 15 yıl 9 ay hapis cezası,
2) 7 yıl hapis cezası,
3) müebbet hapis cezası,
4) müebbet hapis cezası,
5) 33.700 Türk Lirası adlî para cezası, olmak üzere beş ayrı ceza ile cezalandırılacaktır.

8. A, kasten işlediği bu suçlar dolayısıyla mahkûm olduğu hapis cezalarının infazı tamamlanıncaya kadar 5237 s. TCK’nun 53. maddesinin birinci fıkrasında sayılan hakları kullanmaktan yoksun bırakılacaktır.

SONUÇ: Hükmün kurulması aşamasında uygulanan düzenlemeleri bakımından 765 sayılı TCK’nun failin lehine olduğunu kabul etmek gerekir.

II. Yeni Türk Ceza Kanunlarına ilişkin uygulamanın değerlendirilmesi kapsamında bölgelerde yapmış bulunduğumuz toplantılarda hakim ve C. savcıları tarafından yöneltilen çeşitli sorular bağlamında lehe kanunun belirlenmesinde nasıl bir yöntem izleneceğiyle ilgili sorular da yer almaktadır. Bu bağlamda sorulan sorulardan bazıları aşağıdaki şekildedir:

SORU: 1 Haziran 2005 tarihinden önce kurulmuş olan mahkumiyet kararında verilmiş olan ceza ertelenmiştir. 1 Haziran 2005 tarihi itibarıyla deneme süresi henüz dolmamıştır. Bu durumda lehe kanunun belirlenmesinde nasıl bir yöntem izlemek gerekir?
SORU: Cezası ertelenmiş olan kişi bilahare yeni bir suç işlediğinde, erteleme kararının geri alınabilmesi ve tekerrür hükümlerinin uygulanabilmesi bakımından deneme/denetim süresini hangi kanuna göre belirlemek gerekir?
SORU: 1 Haziran 2005 tarihinden önce işlenmiş olan suçlarla ilgili olarak tekerrür hükümleri bakımından lehe kanunu belirlerken nasıl bir yöntem izlemek gerekir?

Aşağıdaki örnek olaylara ilişkin çözüm şekillerinin bütün bu sorulara cevap niteliği taşıması dolayısıyla her bir soruya ayrı ayrı cevap verilmemiştir:

ÖRNEK OLAY I: Belediye başkanı A’nın 1 Haziran 2005 tarihinden önce işlemiş olduğu görevi kötüye kullanma suçundan dolayı hakkında, a) iki yıl hapis cezası, b) üç milyar lira ağır para cezası ve c) süresiz olarak memuriyetten yasaklılık cezasına hükmolunmuş ve bu cezaların ertelenmesine karar verilmiştir. 1 Haziran 2005 tarihine kadar deneme süresinin henüz bir yılı geçmiştir.
Türk Ceza Hukukuna ilişkin yeni kanunların 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe girmesinden sonra bu olayla ilgili olarak lehe kanunun belirlenmesi bağlamında yapılması gereken ilk iş, A’nın 765 s. TCK’nun 240. maddesine istinaden mahkumiyetine neden olan olayın yeni TCK’nun 257. maddesine göre de suç oluşturup oluşturmadığının tespiti olacaktır.
Her iki kanunda da görevi kötüye kullanma suçu tanımına yer verilmiştir. Ancak, görevi kötüye kullanma suçundan dolayı cezaya hükmolunabilmesi için, 765 s. Kanundan farklı olarak, yeni TCK’nun sisteminde, görevin gereklerine aykırı fiilin, a) belli bir kişinin mağduriyetine veya b) kamunun zararına neden olması ya da c) bir kişiye haksız bir menfaat sağlaması gerekir; yani, bu objektif cezalandırılabilme şartlarından birinin, somut olayda gerçekleşmesi gerekir. 765 s. Kanun hükümlerine göre mahkumiyeti gerektiren olayda 5237 s. TCK’nun aradığı objektif cezalandırılabilme şartlarından biri gerçekleşmemiş ise, fail cezalandırılamaz. Bu durumda belediye başkanı A hakkında lehe olan yeni Kanun hükümleri gereğince beraat kararı verilmesi gerekir.
Buna karşılık, 765 s. Kanun hükümlerine göre mahkumiyeti gerektiren olayda 5237 s. TCK’nun aradığı objektif cezalandırılabilme şartlarından birisi gerçekleşmiş, örneğin görevin gereklerine aykırı fiil ile bir başkasına haksız bir çıkar sağlanmış olabilir. Bu durumda, cezası ertelenmiş olan A, deneme süresi içinde yeni bir suç işlemediği sürece 765 ve 647 s. Kanunlar kişinin lehine sonuç doğurduğu için, bu dosyada yeni Kanun hükümlerini uygulamaya imkan bulunmamaktadır.
Ancak, A, 765 ve 647 s. Kanunlara göre cezası ertelenmiş olması dolayısıyla, yine bu Kanunlara göre deneme süresi beş yıl olarak üşünülmelidir. Bu deneme süresinin iyi halli olarak geçirilmesi halinde mahkumiyet esasen vaki olmamış sayılacaktır.
A bu beş yıllık deneme süresi içinde yeni bir suç işlerse, hakkında verilen erteleme kararı kaldırılacaktır. Ancak, bu durumda mülga 765 ve 647 s. Kanunların mı yoksa yeni TCK’nun mu lehine sonuç doğurduğunu belirlemek üzere yeniden bir değerlendirme yapmak gerekecektir. Çünkü, 765 s. Kanun hükümlerine göre, fail hakkında, a) iki yıl hapis cezası, b) üç milyar lira ağır para cezası ve c) süresiz olarak memuriyetten yasaklılık cezasına hükmolunmuştur. Halbuki yeni TCK’nun 257. maddesinde, görevi kötüye kullanma suçu ile ilgili olarak sadece hapis cezası öngörülmüştür. Keza bu Kanunun sistemine göre kişi görevi kötüye kullanma suçundan dolayı mahkum olduğu cezayı çekinceye kadar 53. maddenin birinci fıkrasında sayılan hakları kullanmaktan yoksun kalacaktır. Ayrıca mahkeme, görevinin sağladığı yetkiyi kötüye kullanmak suretiyle suç işlediği için fail hakkında hapis cezasının infazından sonra da belli bir süre (“hükmolunan cezanın yarısından bir katına kadar” bir süreyle) kamu görevi üstlenmesinin yasaklanmasına da karar verebilir. Buna rağmen, yeni TCK’nda görevi kötüye kullanma suçu ile ilgili olarak öngörülen yaptırımlar, somut olayda failin lehine sonuç doğuracak mahiyet arzetmektedir. Bu itibarla, deneme süresi içinde yeni bir suç işlemesi halinde, A hakkında bu görevi kötüye kullanma suçundan dolayı yeni TCK hükümlerine göre mahkumiyet kararı tesis etmek ve fakat hükmolunan hapis cezasının ertelenmesine karar vermemek gerekir.

ÖRNEK OLAY II: Hırsızlık suçundan mahkumiyeti bulunan A hakkında, 1 Haziran 2005 tarihinden önce işlediği ikinci suçtan dolayı, lehe hükümler içerdiği için 5237 s. TCK hükümlerine göre mahkumiyet hükmü kurulmuş ve dolayısıyla, bu Kanunun tekerrür hükümleri uygulanmıştır. Mahkumiyet hükmünde, 5237 s. TCK’nun 58. maddesinin yedinci fıkrasının gereği olarak, A hakkında mükerrirlere özgü infaz rejiminin ve cezanın infazından sonra denetimli serbestlik tedbirinin uygulanacağı belirtilmiştir.
Lehe kanunun belirlenmesinde karma uygulama yapılamayacaktır. Ancak çapraz uygulama mümkün olabilecektir. Şöyle ki, A hakkında 1 Haziran 2005 tarihinden önce işlediği suçtan dolayı hükmün kurulması aşamada uygulanan düzenlemeleri bakımından lehine sonuç doğurduğu için yeni Kanunlar uygulanacaktır. Buna karşılık, hükmün infazı aşamasında özellikle şartla salıverilmeden yararlanabilmek için infaz kurumunda çekilmesi gereken süre bakımından 765 ve 647 s. Kanunların hükümleri kişinin lehinedir. Bu nedenle, hükmün infazı aşamasında A hakkında 765 ve 647 s. Kanunların şartla salıverilmeye ilişkin hükümlerinin uygulanması gerekecektir.
Her ne kadar infaz rejimine ilişkin hükümler kural olarak derhal uygulanır ise de, 5237 s. TCK’nun 7. maddesinin üçüncü fıkrası gereğince koşullu salıverilme ile ilgili olarak maddi ceza hukukuna ilişkin zaman bakımından uygulama kuralları uygulanacaktır.
Buna karşılık, A hakkında koşullu salıverildikten ve hatta cezasının infazı tamamlandıktan sonra denetimli serbestlik tedbiri uygulanacaktır. Çünkü bir infaz rejimi olan denetimli serbestlik tedbiriyle ilgili kanuni hükümler bakımından derhal uygulama kuralına göre hareket etmek gerekir.

SORU: Yargıtay C. Başsavcılığı tarafından dosyanın yeni kanuni düzenlemeler dolayısıyla lehe kanun uygulaması bakımından değerlendirilmek üzere esas mahkemesine gönderilmesinin hukuki niteliği nedir?

CEVAP: İlk derece (esas) mahkemelerinin 1 Haziran 2004 tarihinden önce karara bağladıkları dosyalardan temyiz talebiyle veya re’sen Yargıtay’a gönderilmiş olup da henüz tebliğname düzenlenerek ilgili Ceza Dairesine gönderilmemiş olanlar Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 23.03.2005 tarihli ve 5320 sayılı “Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun”un 8. maddesinin ikinci fıkrası hükmüne istinaden, Türk ceza Hukukuna ilişkin yeni kanuni düzenlemeler karşısında, lehe kanun hükümlerinin uygulanması yönünde değerlendirme yapılmak üzere esas mahkemesine iade edilebilmektedir.
5320 s. CMK Yürürlük Kanunu ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına bu konuda istisna olarak özel bir yetki tanınmıştır. Bu düzenlemeye göre, 5237 s. TCK’nun yeni düzenlemeleri karşısında lehe kanun değerlendirmesinin yapılmasının zorunlu ve muhakkak görüldüğü durumlarda, zaman kaybının önüne geçilmek amacıyla; dosyanın, ilgili Ceza Dairesine gönderilmeksizin, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından esas mahkemesine iadesine karar verilebilmektedir.
Dikkat edilmelidir ki, 5320 s. Kanunla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına bu konuda takdir yetkisi tanınmıştır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, dosyayı esas mahkemesine iade etmeksizin ilgili Ceza Dairesine gönderme yetkisine de sahiptir.
Bu durum karşısında, 5320 s. Kanunun Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tanıdığı bu özel ve istisnai yetkinin hukukî niteliğinin belirlenmesi gerekir.
Önce belirtmek gerekir ki, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tanınan bu yetki, 1 Haziran 2005 tarihinden önce aleyhine temyiz kanun yoluna başvurulmuş olan hükümlerin ilişkin oldukları dosyalarla sınırlı bulunmaktadır. Bu itibarla, henüz kesinleşmemiş dosyalarla ilgili olarak bu yetki kullanılabilmektedir. Başka bir deyişle, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının bu yetkiyi kullandığı dosyalarda henüz kesinleşmiş bir hüküm söz konusu değildir. Bu nedenle, sanık hakkındaki kovuşturma süreci henüz sona ermiş değildir. Zira, 5271 s. CMK’na göre, “kovuşturma: iddianamenin kabulüyle başlayıp, hükmün kesinleşmesine kadar geçen evreyi, ifade eder.” (madde 2, fıkra 1, bent f).
Bu bakımdan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 5320 s. Kanunun 8. maddesinin ikinci fıkrasına istinaden verdiği iade kararı, kendisine özgü bir karardır.
Dikkat edilmelidir ki, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 5320 sayılı kanuna dayanılarak verilen iade kararında, verilen hükmün hukuka uygun olup olmadığı yönünde bir değerlendirmede bulunulmamaktadır. Bu bakımdan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından verilen bu karar, teknik bakımdan bozma kararı niteliğinde değildir.
Bu durumda, esas mahkemesi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından iade edilen dosya ile ilgili olarak yeni bir karar vermekle yükümlüdür.
Bu durumda, esas mahkemesinin verebileceği kararlar bakımından iki ihtimal söz konusudur.
BİRİNCİ İHTİMAL: Bu ihtimalde esas mahkemesi daha önce vermiş bulunduğu hükmün doğru olduğu varsayımına dayanarak, sonradan yürürlüğe giren kanunların somut olayda sanık lehine sonuç doğuracak bir hüküm içermediği yönünde bir karar verebilir.
İşaret etmek gerekir ki; bu ihtimalde esas mahkemesi tarafından verilen karar, bir direnme kararı niteliğinde değildir. Çünkü daha önce verilmiş olan hüküm, henüz Yargıtay ilgili Ceza Dairesi tarafından yapılan inceleme sonucunda hukuka aykırı bulunarak bozulmuş değildir.
Bu ihtimalde, esas mahkemesinin daha önce vermiş bulunduğu hüküm temyiz edildiği veya re’sen temyize tabi tutulduğu için; bunun Yargıtay ilgili Ceza Dairesinde görüşülerek hukuka uygunluğunun denetlenmesi gerekir. Ancak bu denetim sonucunda söz konusu hükmün bozulmasına veya onanmasına karar verilebilir.
Bu itibarla, esas mahkemesi, söz konusu ihtimalde, daha önce vermiş bulunduğu hükmün doğru olduğu varsayımına dayanarak verdiği, sonradan yürürlüğe giren kanunların somut olayda sanık lehine sonuç doğuracak bir hüküm içermediği yönündeki kararla birlikte, dosyayı yeniden Yargıtay’a göndermesi gerekir.
Bu durumda dosyanın yeniden Yargıtay’a gönderilebilmesi için herhangi bir talepte bulunulmasına gerek yoktur. Başka bir deyişle, verilen karar üzerine dosya, ilgili Ceza Dairesince temyizen incelenmesi için, re’sen Yargıtay’a gönderilmek gerekir.

İKİNCİ İHTİMAL: İkinci ihtimalde, esas mahkemesi, önce hüküm vermiş olmasına rağmen, sonradan yürürlüğe giren kanunların somut olayda sanık lehine sonuç doğuracak hükümler içerdiği gerekçesiyle, henüz kesinleşmemiş olan önceki hüküm yerine, yeni bir hüküm tesis eder.
Ancak, yeni hüküm tesis edilmeden önce, daha önce verilmiş olan hükmü hukuken geçersiz kılmaya yönelik bir kararın verilmesi gerekir.
Çünkü, yukarıda da açıkladığımız gibi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 5320 s. Kanuna dayanılarak verilen iade kararı, bozma kararı niteliğinde değildir. Yani, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının dosyanın iadesi yönünde vermiş bulunduğu karara rağmen, esas mahkemesi tarafından daha önce verilmiş olan hüküm varlığını devam ettirmektedir.
Daha önce vermiş olduğu hükmü hukuken geçersiz kılmaya yönelik olarak esas mahkemesi tarafından verilen kararı, bozma kararından ayırabilmek için; bu karara, geri alma kararı denmesinin daha doğru olacağını düşünmekteyiz.
Esas mahkemesi, daha önceki hükümden bağımsız olarak yeni bir hüküm kuracaktır; yani, bu yeni hükümde, daha önceki hükmü kurarken vardığı kanaatleri ile de bağlı değildir.
Örneğin, esas mahkemesi, önceki hükmü kurarken, takdiri indirim nedenlerinin bulunmadığı gerekçesiyle, 765 sayılı TCK’nun 59. maddesine istinaden sanığın cezasında indirim yapmamış iken; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından dosyanın iade edilmesi üzerine yapılan duruşmadaki tutum ve davranışları dolayısıyla, yeni hükmü kurarken takdirin indirim nedenlerinin varlığı gerekçesiyle, indirim yapabilecektir. Ancak, bunun için, mahkemenin daha önceki kanaatinin değişmesine neden olan somut vakıaları kararında açık bir şekilde göstermesi gerekmektedir.
Hatta, esas mahkemesi bu yeni hükmü kurarken, dava konusu olayla ilgili yeni delillerin ortaya çıkması halinde bu delilleri değerlendirmek durumundadır. Ayrıca, yeni hüküm, örneğin bu arada dava zamanaşımının dolmuş olup olmadığı yönünde değerlendirme yapılarak kurulmalıdır.
Ceza muhakemesine ilişkin kanunî düzenlemeler, devam etmekte olan soruşturma ve kovuşturma işlemleriyle ilgili olarak, kişinin lehine veya aleyhine sonuç doğurduğuna bakılmaksızın, derhal uygulanır: Derhal uygulama kuralı.
Yeni Ceza Muhakemesi Kanunu 1 Haziran 2005 tarihi itibarıyla yürürlüğe girdiğine göre; bu tarihten sonra yapılan soruşturma ve kovuşturma işlemleriyle ilgili olarak, kişinin lehine veya aleyhine sonuç doğurduğuna bakılmaksızın, bu Kanun hükümlerinin uygulanması gerekir.
Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından lehe kanun hükümlerinin uygulanması yönünde değerlendirme yapılmak üzere esas mahkemesine iade edilen dosyalarla ilgili olarak açılan duruşmada, artık yeni CMK hükümlerinin uygulanması gerekir.
Dolayısıyla, delillerin değerlendirilmesi açısından yeni CMK’nda kabul edilen hükümlerin 1 Haziran 2005 tarihinden önce verilmiş olan ve fakat henüz kesinleşmemiş hükümlerin ilişkin olduğu dosyaların Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından iadesi üzerine açılan duruşmada, delillerin takdir ve değerlendirmesinin 5271 s. CMK hükümlerine göre yeniden yapılması gerekir.
Başka bir deyişle, bu durumda Ceza Muhakemesi Hukukunda bozmadan sonra serbestlik kuralında olduğu gibi, esas mahkemesi, yargılama sürecinin1 Haziran 2005 tarihinden önceki aşamasındaki işlemlerle bağlı olmaksızın, dosya içerisindeki mevcut delillerin yeniden hukuki değerlendirmesini yapabilir ve hatta, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması yönünde yeni deliller araştırabilir.

SORU: 1 Haziran 2005 tarihinden önce kesinleşmiş hükümlerle ilgili olarak, lehe düzenlemeler içerdiği gerekçesiyle 5237 s. TCK’nun uygulanması yönünde talepte bulunulması üzerine mahkeme tarafından verilecek kararlara karşı temyiz kanun yoluna mı, yoksa itiraz kanun yoluna mı başvurulması gerekmektedir?

CEVAP: Bu soruya ilişkin cevap mahiyetindeki açıklamalarımızdan önce Yargıtay 1.CD’nin bir içtihadının iktibasında [1] fayda mülahaza etmekteyiz:
5237 s. TCK’nun 7. maddesinin ikinci fıkrası gereğince, kesinleşmiş olan hükümlerin yeniden ele alınması ve lehe olan yasanın belirlenip uygulanmasında izlenecek yolu gösteren iki yasa vardır.
Bunlardan birisi, 5252 s. Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanundur. Bu Kanun, 5237 s. Kanun yürürlüğe girmeden önce işlenmiş olan suçlar hakkında ne şekilde hüküm kurulacağına ve kesinleşmiş cezaların nasıl infaz edileceğine ilişkin hükümleri içermektedir (m. 2). Keza bu Kanunun 9. maddesinin birinci fıkrasında, “1 Haziran 2005 tarihinden önce kesinleşmiş hükümlerle ilgili olarak, Türk Ceza Kanununun lehe olan hükümlerinin derhal uygulanabileceği hallerde, duruşma yapılmaksızın da karar verilebilir.” hükmüne yer verilmiştir.
Diğer Kanun ise, 5275 s. Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanundur. Bu Kanunun 98. maddesinin birinci fıkrasına göre; “Mahkûmiyet hükmünün yorumunda veya çektirilecek cezanın hesabında duraksama olursa, cezanın kısmen veya tamamen yerine getirilip getirilemeyeceği ileri sürülür ya da sonradan yürürlüğe giren kanun, hükümlünün lehinde olursa, duraksamanın giderilmesi veya yerine getirilecek cezanın belirlenmesi için hükmü veren mahkemeden karar istenir.” Keza, söz konusu Kanunun 101. maddesinin birinci fıkrasında, bu kararın duruşma yapılmaksızın verileceği ve buna karşı itiraz kanun yoluna başvurulabileceği hükmüne yer verilmiştir.
Bu durumda, 5252 s. Yasa, ancak 1 Haziran 2005 tarihinden sonra kesinleşmiş mahkumiyetler hakkında uygulanabilecek olan 5275 s. Yasa karşısında, özel bir yasa niteliğindedir ve öncelikle uygulanması gerekir. 5252 s. Yasaya göre, kararların duruşma yapılarak verilmesi asıl, duruşma yapılmaksızın verilmesi ise istisnadır.
Asıl olan, mahkeme kararlarının duruşma yapılarak verilmesidir. (CMUK, m. 253; CMK, m. 223). Ancak Yasa koyucu, bazı hallerde, duruşma yapılmasını mahkemenin takdirine bağlı kılmaktadır (5252 s. Yasada olduğu gibi). Keza, bazı hallere özgü olarak, kanunlarda mahkemenin duruşma yapmaksızın karar vermesini amir hükümler bulunmaktadır (5275 s. CGTİK, m. 101, f. 1; CMK, m. 271, f. 1; CMUK, m. 302 gibi).
Genel kural, ceza mahkemelerinden verilen hükümlere karşı temyiz yoluna başvurulabileceği şeklindedir (CMUK, m. 305). Ancak, mahkeme kararlarına karşı itiraz yoluna gidilebilmesi için yasanın bunu açıkça belirtmesi gerekir (CMUK, m. 298; CMK, m. 267). 5275 s. Yasanın (m. 101, f. 1) aksine, 5252 s. Yürürlük Kanununda, bu Yasaya göre verilen kararlara karşı itiraz yoluna gidilebileceğini belirten bir hüküm bulunmamaktadır.
Kabul edilebilir bir başvuru var ise, kanun yolunun veya merciin belirlenmesindeki yanılma, başvuranın haklarını oradan kaldırmayacağı (CMK, m. 264, f. 1) gibi; duruşma yapılarak verilmesi gereken bir kararın duruşmasız ya da duruşma yapılmaksızın verilmesi gereken bir kararın duruşma yapılarak verilmiş olması da o kararın tabi olduğu yasa yolunu değiştirmez.
Somut olaya ilişkin olarak herhangi bir inceleme, araştırma, kanıt tartışması ve takdir hakkının kullanılması gerekmeden lehe kanunun belirlenmesinin mümkün olduğu hallerde, duruşma yapılmaksızın karar verilebilmelidir.
1.CD, 24.11.2005, 2838/3633 (yayınlanmamıştır); 1.CD, 15.12.2005, 4052/4466 (yayınlanmamıştır).
Temyiz, sadece hükümlerle ilgili olarak kabul edilmiş bir kanun yoludur. 5271 s. CMK’nun 223. maddesine göre, “beraat, ceza verilmesine yer olmadığı, mahkûmiyet, güvenlik tedbirine hükmedilmesi, davanın reddi ve düşmesi kararı, hükümdür.” (f. 1).
Buna karşılık, kanunun açıkça gösterdiği hallerde mahkeme kararlarına karşı itiraz kanun yoluna gidilebilir (5271 s. CMK, m. 267, f. 1). Aynı şekilde, yürürlükten kaldırılan 1411 s. CMUK’nun 298. maddesinin birinci fıkrasında, “mahkeme kararları aleyhine itiraz edilmez.” kuralına yer verildikten sonra; ikinci fıkrada, söz konusu kuralın istisnaları gösterilmiştir.
Bu durum karşısında, 1 Haziran 2005 tarihinden önce kesinleşmiş hükümlerle ilgili olarak, lehe düzenlemeler içerdiği gerekçesiyle, yeni kanunların uygulanması yönünde talepte bulunulması halinde; mahkeme tarafından verilecek kararlar bakımından iki ihtimal söz konusudur.
Bunlardan birincisi, somut olayda fail hakkında lehe hükümler içermesi dolayısıyla yeni kanunlar uygulanmak suretiyle yeni bir hüküm tesisidir. Bu durumda yeni bir hüküm verildiği için, bu hükme ilişkin olarak olağan kanun yolu (temyiz) işletilmelidir.
Buna karşılık, ikinci ihtimal olarak, lehe hükümler içermemesi dolayısıyla yeni kanunların uygulanması yönündeki talep reddedilmiş olabilir.
Bu durumda uygulamada, “uyarlama isteminin reddi kararı”, “5237 s. Kanun ile hüküm kurulmasına yer olmadığı kararı”, “5237 s. TCK ve diğer kanunlar ile hükümlü lehine yeni bir durum doğmadığından bahisle önceki kararda değişiklik yapılmasına yer olmadığı kararı”ndan söz edilmektedir.
Dikkat edilmelidir ki, nasıl formüle edilirse edilsin, bu ikinci ihtimalde verilen karar da hüküm niteliği taşımaktadır. Zira, daha önce verilmiş olup da kesinleşen hükümlerle ilgili olarak, lehe düzenlemeler içerdiği gerekçesiyle, sonradan yürürlüğe giren kanunun uygulanması yönünde talepte bulunulması, ayrı bir dava olarak değerlendirilmelidir. Bu dava sonucunda verilen kararlar, bu uyuşmazlığı sona erdirmektedir. Uygulamada farklı ifadeler kullanılmasına rağmen, bu ikinci ihtimalde verilen karar, bir hüküm çeşidi olan davanın reddi kararından ibarettir. Belirtilen nedenlerle, bu hükme ilişkin olarak da olağan kanun yolunun (temyizin) işletilmesi yönündeki uygulama doğrudur.
Duruşma yapılarak veya duruşmasız olarak verilmesinin, bu kararın hukukî niteliği ve hukukî sonuçları bakımından bir farklılık doğurması da söz konusu değildir.
Belirtmemiz gerekir ki, aleyhine itiraz kanun yoluna gidilebilecek kararlar, bir uyuşmazlığı sona erdirmemektedir; aksine, bir davanın görülmesi sırasında mahkemenin verdiği ara kararlardan bazıları ile ilgili olarak itiraz kanun yoluna gidilebileceği hususunda kanunda açık hükümlere yer verilmektedir.
Keza, bir uyuşmazlığı sona erdiren bazı mahkeme kararları ile ilgili olarak da itiraz kanun yoluna başvurulabileceği hususunda kanunda açık hükme yer verilebilmektedir (5275 s. CGTİK, m. 101, f. 3; yürürlükten kaldırılan 1411 s. CMUK, m. 405, f. 3 gibi). Lehe düzenlemeler içerdiği iddiasıyla 5271 s. TCK’nun 1 Haziran 2005 tarihinden önce kesinleşmiş bir hükümle ilgili olarak uygulanması yönünde talepte bulunulması üzerine mahkemenin vereceği kararlara karşı hangi kanun yoluna gidileceği hususunda 5252 s. Yürürlük Kanununun 9. maddesinde açık bir hüküm bulunmamaktadır. Bu durumda sorunu, kanun yoluna başvurma ile ilgili genel kurallar çerçevesinde çözmek gerekmiştir.
Ancak Yargıtay’ın yukarıda iktibas etmiş bulunduğumuz kararlarında bu hususla ilgili olarak varılan sonuç doğru olmakla birlikte, bu sonuca ulaşırken dayanılan gerekçe yetersiz kalmaktadır.
Cezanın infazı aşamasında lehe kanun uygulaması ile ilgili olarak mahkemenin inceleme yöntemi ve vereceği kararlara karşı kanun yolu bakımından 5275 s. CGTİK’nda ayrı bir düzenlemeye yer verilmiştir (m. 101). Yargıtay 1.CD’nin yukarıda iktibas etmiş bulunduğumuz kararında da işaret edildiği gibi; 5252 s. Yürürlük Kanununun 9. maddesinin birinci fıkrasında 1 Haziran 2005 tarihinden önce kesinleşmiş hükümlere özgü bir düzenleme yapıldığı için; söz konusu Kanunun bu düzenlemesi, 5275 s. CGTİK’nun 101. maddesindeki düzenlemeye nazaran özel hüküm niteliği taşımaktadır. Bu itibarla, 5252 s. Yürürlük Kanununun 9. maddesinin birinci fıkrasının uygulama alanına giren (1 Haziran 2005 tarihinden önce) kesinleşmiş hükümlerle ilgili olarak lehe kanun uygulaması bağlamında mahkemenin inceleme yöntemi ve vereceği kararlara karşı kanun yolu bakımından 5275 s. CGTİK’ndaki düzenlemeler göz önünde bulundurulmayacaktır.

SORU: 5395 s. Çocuk Koruma Kanununda hükmün açıklanmasının geri bırakılması müessesesi düzenlenmiştir (m. 23). Bu düzenlemeye göre, ceza hükmü kurulduktan sonra mı hükmün açıklanmasına kara verilecektir?

CEVAP: Hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmeden önce, sanığın kendisine yüklenen suçu işlediğinin sabit görülmesi ve işlediği suç dolayısıyla hakkında cezaya hükmolunması gerekir. Ancak, mahkeme sanık hakkında mahkumiyet kararını kurduktan sonra vereceği kararla, bu mahkumiyet kararının açıklanmasını geri bırakacaktır. Başka bir deyişle, mahkeme yaptığı yargılama sonucunda yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğini sabit görerek hakkında belli bir cezaya hükmedecektir. Ancak hükmün kurulmasını müteakip, mahkeme bunun açıklanmasının geri bırakılmasına karar verecektir. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması halinde, dava derdest olmaya devam etmektedir. Hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilmiş olan sanık “denetimli serbestlik süresi içinde işlediği kasıtlı bir suçtan dolayı hapis cezasına mahkûm olmadığı ve (kendisine yüklenen) yükümlülüklere uygun davrandığı takdirde, davanın düşmesine karar verilir.” (5395 s. ÇKK, m. 23, f. 5). Buna karşılık, sanığın “denetimli serbestlik süresi içinde işlediği hapis cezasını gerektiren kasıtlı bir suç nedeniyle mahkûm olması veya yükümlülüklerine aykırı davranması hâlinde, mahkeme geri bıraktığı hükmü açıklar.” (5395 s. ÇKK, m. 23, f. 6).
Bu düzenlemelerden anlaşılacağı üzere, hükmün açıklanmasının geri bırakılması halinde sanık hakkında verilmiş bir hüküm vardır. Ancak bu hüküm henüz kesinleşmemiştir. Dolayısıyla, hakkında hüküm kurulmuş olan kişi, henüz sanık konumundadır. Bu hükme bağlı olarak sanık hakkında herhangi bir hak yoksunluğu söz konusu değildir.

SORU: Para cezalarında içtima var mıdır?

CEVAP: Kural, “kaç tane fiil varsa o kadar suç, kaç tane suç varsa o kadar ceza vardır” olduğuna göre; işlenen birden fazla suç dolayısıyla birden fazla adli para cezasına mahkumiyet halinde, her bir suçtan dolayı mahkum olunan adli para cezası bağımsızlığını koruyacaktır. Bu cezaların hepsi, ayrı ayrı infaz edilmek gerekir.

SORU: Yeni TCK’nda hangi koşullar gerçekleştiği takdirde kasten öldürme suçunun ihmali davranışla işlenmiş sayılacağına ilişkin hükme yer verilmiştir (m. 83). Bu madde hükmüne göre kasten öldürme suçunun ihmali davranışla işlenebilmesi için, kişinin “belli bir icrai davranışta bulunmak hususunda kanuni düzenlemelerden … kaynaklanan bir yükümlülüğünün bulunması” gerekir. Yine aynı Kanunun 98. maddesinde “yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi”, bağımsız bir suç olarak tanımlanmıştır. Bu suç tanımının karşıt anlamından (mefhumu muhalifinden), kişilerin “yaşı, hastalığı veya yaralanması dolayısıyla ya da başka herhangi bir nedenle kendini idare edemeyecek durumda olan kimseye hâl ve koşulların elverdiği ölçüde yardım (etmekle) ya da durumu derhâl ilgili makamlara” bildirmekle yükümlü oldukları sonucu çıkmaktadır. 83. maddenin düzenlemesine göre, bu yükümlülüğün kasten yerine getirilmemesi sonucunda ölüm gerçekleşmiş ise, kasten öldürme suçunun ihmali davranışla işlenmesi dolayısıyla cezaya hükmetmek gerekir. Fakat, 98. maddenin ikinci fıkrasında, “yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi dolayısıyla kişinin ölmesi durumunda”, yardım veya bildirim yükümlülüğüne aykırı davranan kişinin birinci fıkraya nazaran daha ağır ceza ile cezalandırılması öngörülmüştür.
Bu farklı düzenlemeler karşısında, yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi sonucunda kişinin ölmesi halinde, kasten öldürme suçunun ihmali davranışla işlenmesi dolayısıyla mı (m. 83), yoksa yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi suçunun neticesi sebebiyle ağırlaşmış halinden dolayı mı (m. 98, f. 2) cezaya hükmetmek gerekir?

CEVAP: Yeni TCK’nun 98. maddesinde “yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi”, bağımsız bir suç olarak tanımlanmıştır. Buna göre; “yaşı, hastalığı veya yaralanması dolayısıyla ya da başka herhangi bir nedenle kendini idare edemeyecek durumda olan kimseye hâl ve koşulların elverdiği ölçüde yardım etmeyen ya da durumu derhâl ilgili makamlara bildirmeyen kişi, bir yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılır.” (f. 1). Bu suç tanımının karşıt anlamından (mefhumu muhalifinden), kişilerin “yaşı, hastalığı veya yaralanması dolayısıyla ya da başka herhangi bir nedenle kendini idare edemeyecek durumda olan kimseye hâl ve koşulların elverdiği ölçüde yardım (etmekle) ya da durumu derhâl ilgili makamlara” bildirmekle yükümlü oldukları sonucu çıkmaktadır.
83. maddenin düzenlemesine göre; “belli bir icrai davranışta bulunmak hususunda kanuni düzenlemelerden … kaynaklanan bir yükümlülük” (f. 2, bent a) altında bulunan kişi, bu yükümlülüğün gereği olan “belli bir icrai davranışı (kasten) gerçekleştirmemesi dolayısıyla meydana gelen ölüm neticesinden sorumlu tutula”caktır (f. 1). Bu yükümlülüğün (kasten) yerine getirilmemesi sonucunda ölüm gerçekleşmiş ise, kasten öldürme suçunun ihmali davranışla işlenmesi dolayısıyla cezaya hükmetmek gerekir. Bu durumda, “kişi hakkında, temel ceza olarak, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine yirmi yıldan yirmibeş yıla kadar, müebbet hapis cezası yerine onbeş yıldan yirmi yıla kadar, diğer hâllerde ise on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunabileceği gibi, cezada indirim de yapılmayabilir.” (f. 3).
98. maddenin birinci fıkrasının mefhumu muhalifinden yardım veya bildirim yükümlülüğü sonucu çıkarıldığına göre; bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi dolayısıyla kişinin ölmesi durumunda da 83. maddeye göre cezaya hükmetmek gerekirdi. Ancak, söz konusu maddenin ikinci fıkrasında, ölüm neticesinin meydana gelmesi halinde yardım veya bildirim yükümlülüğüne aykırı davranan kişinin maddenin birinci fıkrasına nazaran daha ağır ceza ile cezalandırılması öngörülmüştür.
98. maddede yer alan bu özel hüküm karşısında, yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi dolayısıyla kişinin ölmesi durumunda, 83. maddeye göre cezaya hükmetmek imkanı bulunmamaktadır.
Ancak, dikkat edilmelidir ki, 98. maddenin ikinci fıkrası hükmüne göre cezaya hükmedebilmek için, yardım veya bildirim yükümlülüğünün nedenini oluşturan duruma kişinin kendisinin sebebiyet vermemesi gerekir. Örneğin yaralamalı trafik kazasına sebep olan kişinin, yaralananlarla ilgili olarak yardım veya bildirim yükümlülüğünü yerine getirmemesi sonucunda bunlardan bir veya birkaçının ölmesi halinde, artık 98. maddenin ikinci fıkrası hükmüne istinaden değil, ihmali davranışla kasten öldürme suçundan dolayı, yani 83. maddenin ikinci fıkrasının (b) bendine istinaden cezalandırılması gerekir.

SORU: Bir trafik kazasında örneğin bir kişi ölür ve üç kişi yaralanır. Yaralanan kişiler şikayette bulunmak istemezler. Bu durumda trafik kazasına sebebiyet veren sürücünün, 5237 s. TCK’nun 85. maddesinin birinci fıkrasına göre mi, yoksa ikinci fıkrasına göre mi sorumlu tutulması gerekir?

CEVAP: Olayda ölümün yanı sıra meydana gelen yaralamalar dolayısıyla şikayet yoksa ya da şikayetten vazgeçilmiş ise, bu yaralamalar 85. maddeye göre ceza sorumluluğunun belirlenmesinde dikkate alınmayacaktır.

SORU: 765 s. TCK’dan farklı olarak, yeni TCK’nun sisteminde, aile bireylerine (örneğin eşe) karşı işlenen kasten yaralama suçu, ağırlığı ne olursa olsun, ağırlığına bakılmaksızın, resen yani şikayet aranmaksızın soruşturulabilir bir suç haline getirilmiştir. Bu düzenlemenin örneğin bir tokat atılması halinde dahi aile bireyleri arasındaki ilişkiye hukuk adına müdahil olmayı gerektirmesinin ortaya çıkarabileceği sakıncaları giderebilmek için nasıl bir çözüm yolu düşünüyorsunuz?

CEVAP: Yeni TCK’nun 86. maddesindeki düzenleme biçimi itibarıyla aile bireylerinden birine karşı işlenmiş bulunan kasten yaralama suçu, ağırlığı ne olursa olsun, soruşturma ve kovuşturması şikayete tabi değildir. Bunun doğurabileceği sakıncalar göz önünde bulundurularak, söz konusu madde (m. 86) metnine yapılacak müdahale ile, aile bireylerinden birinin diğerine karşı işlemiş bulunduğu kasten yaralama suçundan dolayı ancak şikayet üzerine soruşturma ve kovuşturma yapılabilmesini mümkün kılmak gerekir.

SORU: Kasten yaralama suçunun kamu görevlisi tarafından görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle işlenmesi, bu suç açısından bir nitelikli unsur oluşturmaktadır. Buna karşılık, işkence suçu, ancak kamu görevlisi tarafından işlenebilmektedir. Bu durumda işkence suçu ile kasten yaralama suçunun bu nitelikli halini birbirinden nasıl ayıracağız?

CEVAP: Yeni TCK’nun 94 maddesinin gerekçesine göre; “işkence teşkil eden fiiller, aslında kasten yaralama, hakaret, tehdit, cinsel taciz niteliği taşıyan fiillerdir. Ancak, bu fiiller, ani olarak değil, sistematik bir şekilde ve belli bir süreç içinde işlenmektedirler. Bir süreç içinde süreklilik arzeder bir tarzda işlenen işkencenin en önemli özelliği, kişinin psikolojisi, ruh sağlığı, algılama ve irade yeteneği üzerindeki tahrip edici etkilerinin olmasıdır. Bu etkilerin uzun bir süre ve hatta hayat boyu devam etmesi, işkencenin bu kapsamda işlenen fiillere nazaran daha ağır ceza yaptırımı altına alınmasını gerektirmiştir.” Madde gerekçesinde açık bir şekilde ifade edildiği gibi, işkence fiilleri belli bir sistematik çerçevesinde ve mahiyeti bakımından süreklilik arzeden fiillerdir. Bu bakımdan, kasten yaralama suçu ile işkence suçu arasında mahiyet bakımından farklılık bulunmaktadır. Bu mahiyet farkı dolayısıyla, kamu görevlisi tarafından görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle işlenen kasten yaralama fiillerini her zaman işkence olarak kabul etmek imkanı bulunmamaktadır.

SORU: 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 142. maddesinin ikinci fıkrasının d bendinde haksız yere elinde bulundurulan anahtarla kilit açmak suretiyle hırsızlık, nitelikli hırsızlık olarak düzenlenmiş. Aynı kapının kırılması veya aynı sağlamlıkta veya daha sağlam duvarın yıkılması durumlarını nasıl değerlendirebiliriz?

CEVAP: 765 s. Kanunda hırsızlığın “… duvar, kapı, pencere, demir parmaklık, kasa ve sandık gibi şahısları veya malları muhafaza için sağlam maddelerle ve muhkem surette yapılmış şeyleri yıkmak, devirmek, kırmak, delmek veya mahvetmek … suretiyle” işlenmesi halinde, faile daha ağır ceza verilmesi öngörülmüştü (m. 493, f. 1, bent 1). Yeni TCK’nun sisteminde ise, hırsızlık suçunun işlenmesi amacıyla veya sırasında başkasının malvarlığına zarar verilmiş olması halinde; malvarlığına zarar vermek fiili, hırsızlık suçunun yanında bu suçtan ayrı ve bağımsız suç olma özelliğini muhafaza etmektedir. Başka bir deyişle bu durumda 765 s. Kanunun sisteminde olduğu gibi artık bir mürekkep (bileşik) suç söz konusu değildir. Fail her iki suçtan dolayı ayrı ayrı cezalandırılmak gerekir.
Aynı şekilde, 765 s. TCK’nda hırsızlık suçunun “ağırlatıcı sebebi” olarak kabul edilen “bina içinde hırsızlık”la (m. 491, f. 3, bent 4; m. 492, f. 1, bent 1) ilgili olarak yapmış bulunduğumuz öneri Komisyonda önce kabul edilmekle beraber, bilahare madde metninde (yeni TCK, m. 142, f. 1, bent b) yapılan değişiklikle yine eski sisteme dönülmüştür. Buna göre, “Hırsızlık suçunun … herkesin girebileceği bir yerde bırakılmakla birlikte kilitlenmek suretiyle ya da bina veya eklentileri içinde muhafaza altına alınmış olan eşya hakkında, … işlenmesi hâlinde, iki yıldan beş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.” Bu düzenleme karşısında, “hırsızlık suçunun … bina veya eklentileri içinde muhafaza altına alınmış olan eşya hakkında, … işlenmesi hâlinde,” fail sadece hırsızlık suçunun bu nitelikli halinden dolayı cezalandırılacaktır; ayrıca konut dokunulmazlığının ihlali suçundan dolayı cezaya hükmolunmayacaktır.
Keza, yeni TCK’nun TBMM Genel Kurulunda görüşülmesi sırasında yağma suçunun nitelikli halinin düzenlendiği 149. maddesiyle ilgili olarak verilen değişiklik önergesi kabul edilmiş olup; bu değişikliğe göre, yağma suçunun “konut veya işyerinde … işlenmesi hâlinde,” failin daha ağır ceza ile cezalandırılması gerekecektir (bent d). Bu düzenleme karşısında da, “yağma suçunun … konut veya işyerinde … işlenmesi hâlinde,” fail sadece yağma suçunun bu nitelikli halinden dolayı cezalandırılacaktır; ayrıca konut dokunulmazlığının ihlali suçundan dolayı cezaya hükmolunmayacaktır.

SORU: Yeni TCK’nun 150. maddesinin ikinci fıkrasında,
“Yağma suçunun konusunu oluşturan malın değerinin azlığı nedeniyle, verilecek ceza üçte birden yarıya kadar indirilebilir.”
hükmü yer almaktadır. Bu hükümden, 765 s. TCK’nun 522. maddesinin uygulamasındaki değer azlığını mı anlamak gerekir? Yargıtay 6.CD’nin bu hususta verdiği yeni kararırını nasıl değerlendiriyorsunuz?

CEVAP: Soruda söz konusu edilen Yargıtay 6.CD’nin 22..9.2005, 10849 Esas sayılı Kararı şu şekildedir:
“5237 s. TCY’nın 150. maddesinin ikinci fıkrasındaki (malın değerinin azlığı) kavramının, 765 s. TCY’nın 522. maddesindeki (hafif) ve (pek hafif) ölçütleriyle, her iki maddenin de cezadan indirim olanağı sağlanmak dışında benzerliği bulunmadığı, (değirin azlığı)nın 5237 s. Yasaya özgü ayrı ve yeni bir kavram olduğu; bunun, daha çoğunu alabilmek olanağı var iken, yalnızca gereksinmesi kadar (örneğin; birkaç meyve veya ekmek, yiyecek, bir iki defter, kalem, sigara ve benzeri), değer olarak da az olan şeyi alma durumunda, olayın özelliği ve sanığın kişiliği de değerlendirilerek, yasal ve yeterli gerekçeleri de açıklanarak uygulanabileceği gözetilme”lidir. (MALKOÇ, İsmail: Açıklamalı Yeni Türk Ceza Kanunu, Birinci Cilt, Ankara, 2005, sh. 627).
Nitekim, Kanunun 145. maddesinde 29.6.2005 tarihli ve 5377 sayılı Kanunla yapılan değişikliğin gerekçesinde ifade edildiği üzere, “örneğin çantanın içinde yüksek meblağda paranın bulunduğu beklentisiyle işlenen hırsızlık suçunda çantanın içinde para bulunmaması veya çok az miktarda bulunması” halinde, “suçun işleniş şekli ve özellikleri de göz önünde bulundurul”arak bu hükme istinaden cezada indirim yapılmasından sarfınazar edilecektir.
Sonuç olarak, 6. CD’nin bu içtihadındaki görüşe aynen iştirak etmekteyiz. Ayrıca belirtmek gerekir ki, bu içtihat, yeni TCK’na ilişkin olarak TBMM bünyesinde yürütülen hazırlık çalışmalarının başından beri birlikte iştirak ettiğimiz sayın Keskin KAYLAN’ın katkılarıyla kurulmuştur.

SORU: Kişi bir vesileyle duyduğu sevinci açığa vurmak için “kuru sıkı tabanca” ile geceleyin sokakta havaya ateş etmektedir. Bu durumda yeni TCK’nun 170. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinde tanımlanan suç oluşur mu? (Not: Yargıtay, 765 s. TCK’nun 264. maddesi uygulamasında “kuru sıkı tabanca”yı elverişli silah olarak kabul etmiyordu.)

CEVAP: Yeni TCK’nun 6. maddesine göre, “silah” ibaresinden,
“1. Ateşli silâhlar,
2. Patlayıcı maddeler,
3. Saldırı ve savunmada kullanılmak üzere yapılmış her türlü kesici, delici veya bereleyici alet,
4. Saldırı ve savunma amacıyla yapılmış olmasa bile fiilen saldırı ve savunmada kullanılmaya elverişli diğer şeyler,
5. Yakıcı, aşındırıcı, yaralayıcı, boğucu, zehirleyici, sürekli hastalığa yol açıcı nükleer, radyoaktif, kimyasal, biyolojik maddeler,”
anlaşılır (f. 1, bent f).
Bu tanım kapsamına giren her şey silah niteliğini taşımakla birlikte, silahın bir suçun temel veya nitelikli şekline ilişkin unsur oluşturduğu hallerde, kullanılan aletin işlenmesi kastedilen suç açısından elverişli olması gerekir. Başka bir deyişle, kullanılan aletin işlenmesi kastedilen suçla bağlantılı olarak elverişli silah olup olmadığını değerlendirmek gerekir. Bu itibarla, bir nesne, bir suçun işlenmesi ile ilgili olarak elverişli silah niteliğini taşımakla birlikte; başka bir suç açısından bu niteliği haiz olmayabilir. Örneğin fiilen saldırıda kullanılmaya elverişli olan sopa, taş vs. kasten yaralama suçunun daha ağır cezayı gerektiren nitelikli unsurunu oluşturan elverişli silah niteliğini taşımaktadır (m. 86, f. 2, bent e). Buna karşılık, taş, sopa, kazma ve kürek gibi aletler, örneğin devletin güvenliğine karşı suç işlemek üzere silahlı örgüt kurma suçunun (m. 314) unsurunu oluşturan elverişli silah niteliğini haiz değildir.
Bu itibarla, “kurusıkı tabanca”nın elverişli silah niteliği taşıyıp taşımadığını, somut bir suçla bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir. Mesela tehdit suçunun silahla işlenmesi, bu suç açısından daha ağır cezayı gerektiren bir nitelikli unsur oluşturmaktadır. Silahın bu suçla ilgili olarak daha ağır cezayı gerektiren bir nitelikli unsur olarak kabul edilmesinin nedeni, bunun mağdur üzerende oluşturduğu etkinin yoğunluğudur. Bu bakımdan, tehdit suçunun işlenişi sırasında kullanılan “kurusıkı tabanca”nın bu suçun işlenmesi açısından elverişli silah niteliğini haiz olduğunu söylemek gerekir.
Buna karşılık, işlenen suçla bağlantılı olarak değerlendirildiğinde, somut olayda “kurusıkı tabanca”nın elverişli silah niteliğini taşımadığını söylemek mümkün olabilir. Örneğin öldürme veya yaralama kastıyla gerçek silah zannederek “kurusıkı tabanca” ile uzak mesafeden mağdura ateş eden kişinin fiili, kullanılan araç itibarıyla bu suç açısından elverişli değildir.
Kişinin örneğin sevincinin dışa yansıması olarak “kurusıkı tabanca” ile havaya ateş etmesi halinde, kullanılan aletin TCK’nun 6. maddesi hükmüne göre silah niteliğini taşıdığında kuşku yoktur. Kullanılan silahın TCK’nun 170. maddesinde tanımlanan suç bağlamında elverişli silah olarak kabul edilmesi, yalnız başına bu madde hükmünden dolayı cezalandırılabilmek için yeterli değildir.
Kanunun 170. maddesinin ifade biçimine göre silahla ateş etmenin veya patlayıcı madde kullanmanın “kişilerde korku, kaygı veya panik yaratabilecek tarzda” olması gerekir. Bu itibarla, “kurusıkı tabanca” ile yapılan atışın “kişilerde korku, kaygı veya panik yaratabilecek tarzda” olması halinde 170. maddede tanımlanan suçun oluştuğunu kabul etmek gerekir. Buna karşılık, somut olaya ilişkin olarak bu suç bağlamında yapılan değerlendirme sonucunda, “kurusıkı tabanca” ile yapılan atışın “kişilerde korku, kaygı veya panik yaratabilecek tarzda” olmadığı sonucuna varılması halinde; fiil, suç oluşturmamakla birlikte, 5326 s. Kabahatler Kanununun 36. maddesinde tanımlanan gürültüye neden olma kabahati dolayısıyla idari para cezası ile cezalandırmayı gerektirmektedir.

SORU: Yeni TCK’nun sisteminde normatif bir kavram olarak kabul edilen kusurluluk durumlarında kusurun matematiksel oranlar şeklinde ifade edilmesinden vazgeçilmiştir. Bu husus, hem TCK Tasarısına ilişkin TBMM Adalet Komisyonu Raporunda hem de Kanunun 22. maddesinin gerekçesinde açıkça ifade edilmektedir. Ancak, trafik kazalarıyla ilgili olarak uygulamada farklılıklar gözlemlenmektedir. Biz, Kastamonu C Başsavcılığından görüş alarak, trafik kazalarına ilişkin uygulamamızda hala kusur oranını belirlemekteyiz. Bu uygulamamızın doğru olup olmadığını yeni TCK’nun düzenlemeleri karşısında değerlendirir misiniz?

CEVAP:
Yeni TCK’nun sisteminde, 765 s. Kanundan farklı olarak, taksirli suçlarda kusurluluğun matematiksel olarak ifade edilmesine imkan tanınmamıştır. Bu sistemde, taksirle işlenen suçlardan dolayı kusurluluk, bir değerlendirmeyle ancak olay hâkimi tarafından yapılabilir.
Buna karşılık, trafik kazalarında kolluk tarafından tutulan tutanaklarda kazaya karışan sürücü veya yayaların her biriyle ilgili olarak 765 s. TCK’nun 455 ve 459. maddelerindeki sekiz üzerinden oransal olarak (1/8, 2/8, 3/8, … 8/8 gibi) “kusur” tespiti yapılmaktaydı.
Yeni TCK’nun sistemi karşısında, kolluğun bu şekilde oransal olarak kusur tespitinin hukuki dayanağı bulunmamaktadır. Nitekim 2918 s. Kanunda değişiklik yapılmasına ilişkin kanun tasarı ve tekliflerini birleştirerek görüşen TBMM İçişleri Komisyonunca Genel Kurula sunulmak üzere hazırlanan Raporda söz konusu Kanunun 84. maddesinde yapılması önerilen değişiklikte şu hükümlere yer verilmiştir:
“Trafik kazalarında;
a) Araç sürücüleri;
1) Tek yönlü karayollarına ters yönden girme, bölünmüş karayollarında ise karşı yönden gelen trafiğe ait taşıt yoluna ve bağlantı yollarına girme,
2) Önlerinde giden araçları yönetmelikte belirtilen güvenli ve yeterli bir mesafeden izlememe,
3) Geçme yasağı olan yerler ile geçme kurallarını ihlal etmek suretiyle geçme,
4) Doğrultu değiştirme manevralarını yanlış yapma,
5) Şeride tecavüz etme,
6) Kavşaklarda ilk geçiş önceliğine uymama,
7) Kaplamanın dar olduğu yerlerde geçiş önceliğine uymama,
8) Manevraları düzenleyen genel şartlara uymama,
9) Yerleşim birimleri dışındaki karayolunun taşıt yolu üzerinde, zorunlu haller dışında park etme veya duraklama ve her iki durumda da gerekli tedbirleri almama,
10) Park için ayrılmış yerlerde veya taşıt yolu dışında kurallara uygun olarak park edilmiş araçlara çarpma,
11) Tırmanma şeritli yollarda her iki yönde en sol şeride geçme, iniş yönünde geçme kurallarını ihlal etmek suretiyle geçme,
b) Yayalar;
1) Yüz metre mesafe içerisinde yaya alt veya üst geçidinin bulunmasına rağmen bu tesisler yerine taşıt yolundan karşıya geçme,
2) Yüz metre mesafe içerisinde trafik zabıtası veya görevli bir kişi ya da ışıklı trafik işaretleri ile kontrol edilen kesimler yerine taşıt yolundan karşıya geçme,
3) Yaya geçişlerinin fiziki yapılarla engellendiği kesimlerden geçme,
c) Araç sürücüleri ve yayalar; kırmızı ışıklı trafik işaretinde veya yetkili memurun dur işaretinde geçme,
hallerinde, bu Kanunun uygulanması bakımından asli kusurlu sayılırlar.
Yukarıda sayılan asli kusurluluk hallerinden hiçbirinin bulunmaması halinde ise, trafik kazasına neden olan kural ihlalini gerçekleştiren kişi bu Kanunun uygulanması bakımından asli kusurlu sayılır.
Bir trafik kazasıyla ilgili olarak bu Kanun hükümlerine göre tutulan kaza tespit tutanağı, soruşturma ve kovuşturma kapsamında sadece kimin hangi trafik kuralını ihlal ettiğinin tespiti bakımından göz önünde bulundurulabilir.”
2918 s. Karayolları Trafik Kanununda yapılması düşünülen bu değişikliğe göre, bir trafik kazasında kolluk, 84. maddede belirtilen trafik kurallarını ihlal ederek kazaya neden olan sürücü veya yayanın tespiti yönünde bir tutanak düzenleyecektir. Bu durumda kolluk, bir trafik kazasında, ancak kazaya karışan sürücü veya yayaların her birinin hangi trafik kuralını ihlal ettiğini tespit yönünde bir tutanak düzenleyebilir. Ancak, bu tutanakta kazaya karışan sürücü veya yayaların kusur oranlarını belirleme gibi bir uygulama yapılamayacaktır. Mahkeme, bir trafik kazasıyla ilgili olarak kolluk tarafından düzenlenen tutanağı ancak kimin hangi trafik kuralını ihlal ettiğinin tespiti bakımından göz önünde bulundurabilecektir. Bu bakımdan mahkemeye düzenlenen tutanağı göz önünde bulundurabileceği hususunda bir takdir yetkisi tanınmıştır.
Bu düzenlemeden çıkan bir başka sonuç daha bulunmaktadır. Kolluk tarafından düzenlenen trafik kazası tespit tutanağına rağmen, C. savcısı, hakim veya mahkeme bu trafik kazasına karışan kişilerden her birinin hangi trafik kuralını ne suretle ihlal ettiğinin tespiti amacıyla bilirkişi görevlendirebilir. Görevlendirilen bilirkişi, sadece görevlendirildiği hususla ilgili olarak rapor düzenleyebilir. Bu raporda, 765 s. Kanunun sisteminden farklı olarak, kazaya karışan kişilerin sekiz üzerinden oransal olarak kusurluluğunu belirlemeye yönelik bir açıklamaya yer verilmemesi gerekmektedir. Çünkü, 5271 s. Ceza Muhakemesi Kanununa göre, “çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına … karar verilebilir. Ancak hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukukî bilgi ile çözülmesi olanaklı konularda bilirkişi dinlenemez.” (m. 66, f. 1). Keza, “bilirkişi raporunda, hâkim tarafından yapılması gereken hukukî değerlendirmelerde bulunulamaz.” (CMK, m. 67, f. 3).
Gerek kolluk tarafından düzenlenen tutanakta gerek bilirkişi tarafından düzenlenen raporda kazaya karışan kişilerin hangi trafik kuralını ne suretle ihlal ettiğinin tespitine yönelik açıklamaları da dikkate almak suretiyle, ceza hukuku sorumlulukları bakımından kusurluluklarını takdir etme mevkiinde olan, münhasıran mahkemedir.

SORU: 2918 s. Karayolları Trafik Kanununda sürücü belgesiz araç kullanmak “hafif hapis cezası”nı gerektiren bir suç olarak tanımlanmıştı (m. 36). Fakat. 5252 s. Yürürlük Kanunu ile “Kanunlarda, ‘hafif hapis’ veya ‘hafif para’ cezası olarak öngörülen yaptırımlar, idari para cezasına dönüştürülmüştür.” (m. 7, f. 1). Bu durumda, sürücü belgesiz araç kullanmak, suç olmaktan çıkıp, sadece idarî para cezasını gerektiren bir fiil niteliğini kazanmıştır. Fakat öte yandan yeni TCK’nda trafik güvenliğini tehlikeye sokmak, suç olarak tanımlanmıştır (m. 179, f. 2, 3). Bu düzenlemelerin uygulamada ortaya çıkardığı tereddütleri giderebilmek için nasıl bir yol izlenmesi gerekir?

CEVAP: Kişinin kullandığı araçla ilgili olarak sürücü belgesine sahip olmaması, idari para cezası gerektiren bir kabahat oluşturmaktadır (2918 s. Karayolları Trafik Kanunu, m. 36) [2]. Ancak, kullandığı araçla ilgili olarak geçerli sürücü belgesi olmadan araç kullanan kişi, başka bir trafik kuralını ihlal ettiği veya bir trafik kazasına neden olduğu takdirde, fiil artık salt kabahat olarak nitelendirilemez. Bu durumda kişi TCK’nun 179. maddesinin ikinci fıkrası hükmüne istinaden cezalandırılmalıdır. Dikkat edilmelidir ki, sürücü belgesi olmayan kişinin 179. madde hükmüne istinaden cezalandırılabilmesi için, sebebiyet verdiği trafik kazasında mutlaka başkalarının ölmüş veya yaralanmış olması gerekmemektedir. Başka bir deyişle, sürücü belgesi olmayan kişinin sebebiyet verdiği trafik kazası sadece maddi hasarlı olması halinde de, 179. maddenin ikinci fıkrasında tanımlanan suç oluşur. Nitekim 2918 s. Kanunda değişiklik yapılmasına ilişkin kanun tasarı ve tekliflerini birleştirerek görüşen TBMM İçişleri Komisyonunca Genel Kurula sunulmak üzere hazırlanan Raporda söz konusu Kanunun 36. maddesine eklenmesi önerilen yeni (dördüncü) fıkrada şu hükme yer verilmiştir:
“Kullandığı araç için geçerli sürücü belgesi sahibi olmadan trafiğe çıkan kişi, kazaya neden olması veya başka bir trafik kuralını ihlal etmesi halinde, Türk Ceza Kanununun 179 uncu maddesinin ikinci fıkrası hükmüne göre cezalandırılır.”
Buna karşılık, sürücü belgesi geri alınmış veya iptal edilmiş olan kişinin araç kullanarak trafiğe çıkması halinde ise, idari para cezası verilerek yetinilebilecek bir kabahat söz konusu değildir. Bu durumda trafik güvenliğinin kasten tehlikeye sokulması suçunun oluştuğunu kabul etmek gerekir. Zira, sürücü belgesi geri alınan veya iptal edilen kişi, trafik güvenliği bakımından tehlikeli görüldüğü için bu tedbirlere başvurulmuştur. Nitekim 2918 s. Kanunda değişiklik yapılmasına ilişkin kanun tasarı ve tekliflerini birleştirerek görüşen TBMM İçişleri Komisyonunca Genel Kurula sunulmak üzere hazırlanan Raporda söz konusu Kanunun 36. maddesine eklenmesi önerilen yeni (dördüncü) fıkrada şu hükme yer verilmiştir:
“Tedbir olarak sürücü belgesi geri alınmış veya iptal edilmiş olmasına rağmen trafiğe çıkan kişi de, Türk Ceza Kanununun 179 uncu maddesinin ikinci fıkrası hükmüne göre cezalandırılır.” [3]

Bu sorunun cevabıyla bağlantılı olarak aşağıdaki örnek olay ve karara ilişkin çözüm şeklinin göz önünde bulundurulmasında uygulayıcı açısından büyük fayda mülahaza etmekteyiz:
A, sahibi bulunduğu traktörü, kasabaya gitmesi için 16 yaşındaki oğlu B’nin kullanımına verir. B, yolda bir trafik kazasına neden olur. Kazada, C ölür ve D yaralanır. Bu olayla ilgili olarak Yargıtay şu kararı vermiştir:
«Ehliyetsiz veya küçük yaştakilere taşıt kullandırmanın, Karayolları Trafik Kanununa göre ayrı bir suç teşkil ettiği ve hatalı taşıt kullanma sonucu meydana gelen olayda, sonuçla traktör sahibi olan sanığın fiili arasında doğrudan doğruya illiyet bağı bulunmadığı gözetilmeden, sanığın (taksirle öldürme ve taksirle müessir fiil suçlarından dolayı) mahkûmiyetine karar verilmesi, kanuna aykırıdır.»: 9.CD, 17.12.1982, 636/772.
Bu karara konu teşkil eden olayda işlenmiş olan suçlar şunlardır:

Birinci suç: B è C’ye, Taksirle öldürme suçu (5237 s. TCK, m. 85, f. 1). B, aracı kullanmaya başlarken, sürücü belgesinin olmadığını ve dolayısıyla, aracı kullanmak yetkisine sahip bulunmadığını bilmektedir. Bu durumda araç kullanan kişi, bir trafik kazasına sebebiyet verebileceğini öngörür. Ancak, kazanın meydana gelmemesi için dikkat ve özen göstermeye çalışır. Buna rağmen, korkulanın meydana gelmiştir. Bu durumda, C’nin ölümünden B’yi bilinçli taksiri dolayısıyla sorumlu tutmak gerekir.
Suçun bilinçli taksirle işlenmesi halinde; fail hakkındaki cezanın belirlenmesi ve bireyselleştirilmesi için 5237 s. TCK’nun 61. maddesindeki usul ve sıra izlenecektir. Buna göre, önce, taksirle ölüme sebebiyet verme suçuna ilişkin kanun maddesine istinaden (m. 85, f. 1) temel ceza belirlenecektir (m. 61, f. 1). Bilahare, suçun bilinçli taksirle işlenmiş olması dolayısıyla, belirlenen temel cezanın artırılması yoluna gidilecektir (5237 s. TCK, m. 22, f. 3; m. 61, f. 2).

İkinci suç: B è D’ye, Taksirle yaralama suçu (5237 s. TCK, m. 89). Bu durumda da, birinci suç açısından yapılan açıklamalar göz önünde bulundurularak, D’nin yaralanmasından B’yi bilinçli taksiri dolayısıyla sorumlu tutmak gerekir.

Üçüncü suç: A + B è Kamuya, Sürücü belgesi sahibi olmadan trafiğe çıkma suçu (765 s. TCK sisteminde kabahat türünden suç) (2918 s. K, m. 36, f. 3).
Bu suç kasten işlenen bir suçtur. Bu suçun işlenmesi bakımından B, faildir. A da bu suçun işlenmesine iştirak etmiştir. Ancak, A’nın iştirak statüsünü belirlemek için olayda yeterli açıklık bulunmamaktadır. İstemesi üzerine traktörü oğlu B’ye vermesi halinde, A’yı yardım eden olarak sorumlu tutmak gerekir (5237 s. TCK, 39, f. 1, f. 2, bent b, ikinci alternatif cümle).

Dördüncü suç: A + B è Kamuya, Trafik güvenliğini kasten tehlikeye sokma suçu (5237 s. TCK, m. 179, f. 2). Sürücü belgesi sahibi olmayan B, sadece trafiğe çıkmakla kalmamış, ayrıca bir trafik kazasına neden olmuştur.
Bu durumda trafik kuralının ihlâli mahiyetindeki fiil, trafik güvenliği bakımından artık somut bir tehlike oluşturmuştur. Bu nedenle, B’nin fiili, aynı zamanda trafik güvenliğini kasten tehlikeye sokma suçunu oluşturmaktadır (5237 s. TCK, m. 179, f. 2).
Bu suç da kasten işlenen bir suçtur ve bu suçun işlenmesi bakımından B, faildir. A da bu suçun işlenmesine iştirak etmiştir. İstemesi üzerine traktörü oğlu B’ye vermesi dolayısıyla, A’yı söz konusu suça yardım eden olarak sorumlu tutmak gerekir (5237 s. TCK, 39, f. 1, f. 2, bent b, ikinci alternatif cümle).

Yukarıda da açıklandığı gibi, istemesi üzerine traktörü oğlu B’ye vermesi dolayısıyla, A’yı;
a) (765 s. TCK sisteminde kabahat türünden bir suç olan) sürücü belgesi sahibi olmadan trafiğe çıkma suçuna (2918 s. K, m. 36, f. 3)
veya
b) yeni TCK’nun 179. maddesinin ikinci fıkrasında tanımlanan trafik güvenliğini kasten tehlikeye sokma suçuna
yardım eden olarak sorumlu tutmak gerekir (5237 s. TCK, 39, f. 1, f. 2, bent b, ikinci alternatif cümle).
Ancak, sürücü belgesi sahibi olmayan B’nin sebebiyet verdiği trafik kazasında C ölmüş ve D yaralanmıştır. İstemesi üzerine traktörü oğlu B’ye veren A, oğlunun sürücü belgesinin olmadığını ve dolayısıyla, aracı kullanmak yetkisine sahip bulunmadığını bilmektedir. Hayatın olağan tecrübelerine göre, bu durumda araç kullanan kişinin bir trafik kazasına sebebiyet verebileceği öngörülür. Ancak, bir kazanın meydana gelmemesi ümit edilir. Bu durumda, C’nin ölümünden ve D’nin yaralanmasından A’yı da bilinçli taksiri dolayısıyla sorumlu tutmak gerekir.
Bu itibarla, B’nin sebebiyet verdiği trafik kazasında gerçekleşen C’nin ölümü ve D’nin yaralanması ile A’nın “fiili arasında doğrudan doğruya illiyet bağı bulunmadığı” gerekçesiyle, A’nın bu neticelerden sorumlu tutulamayacağı yönündeki Yargıtay içtihadı doğru değildir.

Yukarıdaki açıklamalarımız dikkate alındığında görülmektedir ki; A ve B, bir fiille, önce iki ayrı suçu işlemiş olmaktadır: Bunlardan birisi, sürücü belgesi sahibi olmadan trafiğe çıkma suçu (765 s. TCK sisteminde kabahat türünden suç) (2918 s. K, m. 36, f. 3); diğeri ise, trafik güvenliğini kasten tehlikeye sokma suçudur (5237 s. TCK, m. 179, f. 2). Bu durumda, faklı neviden fikri içtima hükümleri uygulanarak, A ve B’nin sadece en ağır cezayı gerektiren suçtan (trafik güvenliğini kasten tehlikeye sokma suçundan) dolayı cezalandırılması gerekmektedir (5237 s. TCK, m. 44).
Ancak, 2918 s. Kanunun 36. maddesinin üçüncü fıkrasında “Bu kişilerin kazaya neden olması halinde bu cezaların uygulanması diğer cezaların uygulanmasına engel teşkil etmez.” hükmüne yer verilmiştir. Bu hüküm, A ve B’nin yeni TCK’nun 179. maddesinin ikinci fıkrasında tanımlanan trafik güvenliğini kasten tehlikeye sokma suçundan ve hatta, sebebiyet verilen trafik kazasında meydana gelen ölüm ve yaralanmadan dolayı da gerçek içtima hükümlerine göre cezalandırılmasını gerektirmektedir.
2918 s. Karayolları Trafik Kanununun cezaî hükümleri ile 5237 s. TCK ve 5326 s. Kabahatler Kanununun düzenlemeleri ve genel prensipleri arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkmıştır. Bu nedenle,
2918 s. Karayolları Trafik Kanununda değişiklik yapılmasına ilişkin TBMM’nin gündeminde bulunan kanun tasarısı ve teklifleri kapsamında, TBMM İçişleri Komisyonu tarafından, yeni TCK ve 5326 s. Kabahatler Kanununa uyumu sağlanmak amacıyla, söz konusu Kanunun cezaî hükümlerini tamamen değiştiren bir öneri Raporu hazırlanmış ve Genel Kurulda görüşülmek üzere TBMM Başkanlığına gönderilmiştir. Ancak, bu değişiklik önerileri, Genel Kurulda henüz görüşülüp kanunlaşmamıştır.
Bu Rapora göre, 2918 s. Kanunun 36. maddesinin değiştirilmesi öngörülen üçüncü fıkrasında, kişinin kullandığı araç için geçerli sürücü belgesi sahibi olmamasına rağmen trafiğe çıkması, idarî para cezasını gerektiren bir fiil, yani 5326 s. Kabahatler Kanunu hükümlerine göre bir kabahat olarak tanımlanmaktadır. Keza, sürücü belgesi olmayan kişiye araç kullandırtan kişinin de aynı miktarda idari para cezası ile cezalandırılması öngörülmüştür.
Buna karşılık, söz konusu Kanunun 36. maddesinin değiştirilmesi öngörülen dördüncü fıkrasına göre; “kullandığı araç için geçerli sürücü belgesi sahibi olmadan trafiğe çıkan kişi, kazaya neden olması veya başka bir trafik kuralını ihlal etmesi halinde, Türk Ceza Kanununun 179 uncu maddesinin ikinci fıkrası hükmüne göre cezalandırılır.” Bu durumda fiil, artık idarî para cezasını gerektiren kabahat olmaktan çıkıp, suç haline dönüşmektedir. Başka bir deyişle, bu gibi durumlarda trafik kuralının ihlâli mahiyetindeki fiil, trafik güvenliği bakımından somut bir tehlike oluşturduğu için, artık kabahat olarak değil, suç olarak yaptırımı gerektirmektedir. 5326 s. Kabahatler Kanunu’nun “İçtima” başlıklı 15. maddesinin üçüncü fıkrası hükmü gereğince, suç oluşturan fiilin aynı zamanda kabahat oluşturması halinde, faili sadece suçtan dolayı cezalandırmak mümkün olacaktır. Ayrıca kabahatten dolayı hakkında idari para cezası uygulanamayacaktır. Bu itibarla, karara konu teşkil eden olayda B’yi yeni TCK’nun 179. maddesinin ikinci fıkrası hükmüne istinaden cezalandırmak gerekecektir.
Ancak, neden olunan trafik kazası sonucunda C’nin ölmesi ve D’nin yaralanması karşısında; kazaya sebebiyet veren A ve B’nin, artık somut tehlike suçundan dolayı değil, taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olma suçlarından dolayı cezalandırılması gerekmektedir. Çünkü bu durumda, B, bir fiille, kanunda tanımlanan birden fazla farklı suçu işlemiş olmaktadır (Trafik güvenliğini kasten tehlikeye sokma [5237 s. TCK, m. 179, f. 2], taksirle öldürme [5237 s. TCK, m. 85] ve taksirle yaralama [5237 s. TCK, m. 89] suçu). Bu durumda, faklı neviden fikri içtima hükümleri uygulanarak, B’nin sadece en ağır cezayı gerektiren suçtan dolayı cezalandırılması gerekmektedir (5237 s. TCK, m. 44).
Ayrıca belirtmek gerekir ki, karara konu teşkil eden olayda C ölmüş ve D yaralanmıştır. Taksirle işlenmiş olan bu ölüme ve yaralamaya sebebiyet verme suçlarından dolayı yeni TCK’nda özel bir içtima hükmüne yer verilmiştir (m. 85, f. 2). Buna göre trafik düzeninin gerektirdiği dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı fiil ile “birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden” olunmuş ise, fail hakkında bir cezaya hükmolunacaktır. Ancak Kanunda bu cezanın alt sınırı üç, üst sınırı onbeş yıl olarak belirlenmiştir.
Bu durumda, karara konu teşkil eden olayda, A ve B, faklı neviden fikri içtima hükümleri gereğince, sadece TCK’nun 85. maddesinin ikinci fıkrası hükmüne istinaden cezalandırılacaktır.

SORU: Yeni TCK’na göre, alkol etkisiyle emniyetli bir şekilde araç sevk ve idare edemeyecek hâlde olmasına rağmen araç kullanan kişinin, Kanunun 179. maddesinin ikinci fıkrasına istinaden cezalandırılması gerekir. Buna karşılık, 2918 s. Karayolları Trafik Kanununda ise, yönetmelikte belirlenen miktarların üzerinde alkollü olarak trafiğe çıkan kişinin idarî para cezası ile cezalandırılacağı öngörülmüştür (m. 48). Bu durumda her iki Kanunun düzenlemeleri arasında çelişki bulunduğu yönünde bir sonuç ortaya çıkmaktadır !? Şayet çelişki yoksa bu farklı kanun hükümlerinin uygulanabilmesi için ayırıcı ölçüt nedir?

CEVAP: Alkollü olarak araç sürülmesi de 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununda idari para cezasını gerektiren bir trafik kuralı ihlali (kabahat) olarak tanımlanmıştır (m. 48) [4]. Ancak, bunun için yönetmelikte belirlenen sınırın üzerinde promil alkol alınması gerekir. Bu promilin üzerinde alkol alınması, her sürücü bakımından somut bir tehlike ifade etmeyebilir.Başka bir deyişle, yönetmelikte belirlenen promil sınırının üzerinde alkollü olmasına rağmen araç kullanılması halinde, trafik güvenliği bakımından sadece soyut bir tehlike mevcuttur.
Fakat, alkol etkisiyle “emniyetli bir şekilde araç sevk ve idare edemeyecek halde olmasına rağmen” trafiğe çıkan kişinin yeni TCK’nun 179. maddenin üçüncü fıkrası hükmü gereğince cezalandırılması gerekir. Dikkat edilmelidir ki, bu suçun oluşabilmesi için, kişinin alkol etkisiyle “emniyetli bir şekilde araç sevk ve idare edemeyecek halde olması” gerekir. Bu durumda trafik güvenliği bakımından somut bir tehlike mevcuttur. Somut tehlikenin varlığı için, kişinin alkollü olarak trafiğe çıkmasının yanı sıra, bir başka trafik kuralını ihlal etmiş olması gerekir. Bu açıklamalarımızdan çıkan sonuç şudur: Alkollü olarak araç kullanan kişi bir trafik kazasına neden olduğu veya en azından başka bir trafik kuralını ihlal ettiği takdirde, TCK’nun 179. maddesinin üçüncü fıkrası hükmüne istinaden cezalandırılmak gerekir.
Buna karşılık, araç sürücüsü, yönetmelikte belirlenen azami sınırın üzerinde alkollü olmakla birlikte, örneğin kırmızı ışıkta geçmek gibi başka bir trafik kuralını ihlal etmemiş veya bir trafik kazasına neden olmamış ise, 2918 s. Kanunun 48. maddesine göre kolluk tarafından idari para cezası ile cezalandırılacak ve tedbir olarak sürücü belgesi belli bir süreyle geri alınacaktır. Çünkü bu durumda somut tehlike gerçekleşmemiş olup, sadece soyut tehlikenin varlığını kabul etmek gerekir.

SORU: Alkollü araç kullanan kişinin sebebiyet verdiği trafik kazası sonucunda başkasının yaralanması veya ölmesi halinde, bu kişiyi yeni TCK’nun sisteminde hem trafik güvenliğinin kasten tehlikeye sokulması (m. 179, f. 2, 3) hem de taksirle yaralamaya veya taksirle ölüme sebebiyet verme (m. 89 veya 85) suçlarından dolayı ayrı ayrı cezalandırmak mı gerekir?

CEVAP: Aldığı alkolün etkisiyle “emniyetli bir şekilde araç sevk ve idare edemeyecek halde olmasına rağmen” trafiğe çıkan kişinin sebebiyet verdiği trafik kazasında ölüm veya yaralanma meydana gelmiş ise; kazaya neden olan alkollü sürücünün fiili, TCK’nun 179. maddesinin üçüncü fıkrasında tanımlanan suçu oluşturur. Kişi, alkol etkisinde olarak trafiğe çıkılması halinde, bir trafik kazasına neden olabileceğini, bu kazada başkalarının yaralanabileceğini ve hatta ölebileceğini öngörür. Buna rağmen alkollü olarak trafiğe çıkmaktan kaçınmayan sürücünün sebebiyet verdiği trafik kazasında başkalarının yaralanması veya ölmesi halinde, fiili taksirle yaralama veya taksirle öldürme suçunu oluşturmaz! Aksine, bu durumda meydana gelen ölüm veya yaralanmalar açısından kişinin olası kastının olduğunu kabul etmek gerekir. Başka bir deyişle, alkollü olarak trafiğe çıkan sürücünün sebebiyet verdiği trafik kazasında başkalarının yaralanması veya ölmesi halinde, meydana gelen yaralanma veya ölüm neticeleri bakımından olası kastının varlığının kabul edilmesi gerekir. Bu durumda, alkollü sürücünün, trafik güvenliğinin kasten tehlikeye sokulması (m. 170, f. 2, 3) ile olası kastla işlenmiş kasten yaralama (m. 86, 87 veya 88; m. 21, f. 2) veya kasten öldürme (m. 81; m. 21, f. 2) suçlarından dolayı farklı neviden fikri içtima (m. 44) hükümlerine göre cezalandırılmak gerekir. Ancak, dikkat edilmelidir ki, alkollü sürücü hakkında, kaza sonucunda meydana gelen yaralama veya ölüm neticeleri bakımından yeni TCK’nun 43. maddesinin üçüncü fıkrası göz önünde bulundurularak, cezaya hükmolunması gerekir.

SORU: Yeni TCK’na göre, karayolu ulaşımında trafik güvenliğinin kasten tehlikeye sokulması, suç oluşturmaktadır (m. 179). Buna karşılık, karayolu ulaşımı, trafik güvenliğinin taksirle tehlikeye sokulması suçu kapsamına alınmamıştır (m. 180).
765 s. TCK’nun 565. maddesinde ise,
“Bir kimse caddelerde ve umumun gelip geçtiği yerlerde veya umuma açık mahallerde hayvanları ve arabaları ve otomobilleri şahıslar ve eşyanın emniyetine tehlike verecek tarzda sevk ve idare ederse yirmi güne kadar hafif hapse ve yirmi liraya kadar hafif cezayi nakdiye mahkûm olur.
Eğer fail ruhsatnameye tabi arabacı ve şoför ve sürücü ise bir aya kadar meslek ve sanatın tatili cezası da ilave olunur.”
şeklinde bir suç tanımına yer verilmişti. Bu suç tanımı karşısında, bir trafik kazasına neden olunduğunda, şayet
a) herhangi bir kişi yaralanmamış ise,
b) yaralanmış olmakla birlikte, gerçekleşen yaralamanın ağırlığı dolayısıyla suçun şikâyete tabi olduğu hallerde,
aa) şikâyet vuku bulmamış ise,
bb) şikâyet vaki olmakla birlikte, bilahare şikayetten vazgeçilmiş ise,
trafik kazasına neden olan kişi hakkında, bu maddeye istinaden çoğu zaman önödeme kararı verilmekte idi.
Yeni TCK’nun düzenlemeleri karşısında, söz konusu durumlarda nasıl bir yol izlemek gerekir?

CEVAP: Yürürlükten kaldırılan 765 s. TCK’nun 565. maddesinde tanımlanan suç, bu Kanunun sisteminde kabahat türünden bir suçtu. Bu suçun işlenmesi için, kişinin kast veya taksirini araştırmaya bile gerek bulunmamaktaydı. Kabahat türünden bir suçtan dolayı failin cezalandırılabilmesi için, suç teşkil eden fiilin gerçekleşmiş olması yeterli sayılmıştı (TCK, m. 45, f. 2).
Buna karşılık, yeni TCK’nun 179. maddesinde tanımlanan suç, ancak kasten işlenebilen bir suçtur.
Bu farkın, uygulamada ortaya çıkaracağı sonuç şudur:
Trafik güvenliğinin kasten tehlikeye sokulması sonucunda bir trafik kazasına neden olunmuş ve hatta bu kazada kişiler yaralanmış veya ölmüş olabilir. Bu durumda, sebebiyet verilen trafik kazasında meydana gelen ölüm veya yaralama neticeleri açısından taksirin varlığını kabul etmek imkanı bulunmamaktadır. Çünkü, trafik güvenliğini kasten tehlikeye sokan kişi, bu davranışı sonucunda bir trafik kazasına neden olabileceğini ve hatta, bu kazada birilerinin yaralanabileceğini veya ölebileceğini öngörür; buna rağmen, kendisini trafik düzenini ihlal eden davranışta bulunmaktan alıkoymaz. Bu davranış sonucunda sebebiyet verilen trafik kazasında meydana gelen yaralama veya ölüm neticesi açısından failde en azından olası kastın varlığını kabul etmek gerekir.
Buna karşılık, sebebiyet verilen bir trafik kazasında taksirle yaralama veya öldürme suçunun işlendiğinin kabul edilmesi halinde, artık bu olayda yeni TCK’nin 179. maddesinde tanımlanan suçun oluştuğunu söylemek imkanı kalmamaktadır. Çünkü bu durumda, kişi bir trafik kuralını kasten ihlal etmemiştir. Bir trafik kuralının taksirle ihlali halinde, TCK’nun 179. maddesindeki suç oluşmamaktadır.
Sebebiyet verilen trafik kazasının sadece maddi hasarla sonuçlanması halinde, yani maddi hasarlı trafik kazalarında, 2918 s. Karayolları Trafik Kanununda belirlenen trafik kurallarına aykırılık dolayısıyla, ilgili kişiler kural olarak ancak idari para cezası ile cezalandırılabilir. Bunun istisnaları ile ilgili olarak, yukarıdaki sorular kapsamında işaret ettiğimiz üzere, 2918 s. Kanunda değişiklik yapılmasına ilişkin kanun tasarı ve tekliflerini birleştirerek görüşen TBMM İçişleri Komisyonunca Genel Kurula sunulmak üzere hazırlanan Raporda söz konusu Kanunun 36 ve 48. maddelerine ilişkin değişiklik metinlerine bakılabilir.
Halbuki 765 s. Kanunun sisteminde ise, 565. maddede tanımlanan kabahat türünden suçun oluşması için kişinin kastının varlığına gerek bulunmamaktaydı. Dolayısıyla, sebebiyet verilen bir trafik kazasında taksirle yaralama veya öldürme suçunun işlendiğinin kabul edilmesi halinde dahi, bu suçtan dolayı da kişinin cezalandırılması mümkündü. Ancak, taksirle yaralama veya öldürme suçundan dolayı cezaya hükmedilmesi halinde, fikri içtima hükümleri (m. 79) gereğince, kişinin ayrıca 565. maddedeki kabahatten dolayı cezalandırılması imkanı kalmamaktaydı.
Bu itibarla, trafik kazasında örneğin,
a) sebebiyet verilen yaralamanın şikayet kapsamında olması ve fakat şikayette bulunulmaması ya da şikayetten vazgeçilmesi,
b) sadece maddi hasarın meydana gelmesi,
hallerinde kişiyi sadece 565. maddedeki kabahat türünden suç dolayısıyla cezalandırmak imkanı bulunmaktaydı. Bu durumda ise, önödeme hükümleri uygulanmaktaydı.
Yeni TCK’na ilişkin uygulamada ise, kişinin bir trafik kuralını kasten ihlal ederek bir kazaya neden olduğunun kabul edilmesi halinde, 179. maddedeki suç oluşacak ve fakat, sebebiyet verilen kaza sonucunda yaralanan veya ölen kişiler açısından artık taksirle yaralama veya öldürme suçlarının değil, olası kastla işlenmiş yaralama veya öldürme suçlarının işlendiğini kabul etmek gerekir. Kasten yaralama suçunun temel şekli ve nitelikli halleriyle kasten öldürme suçu şikayete bağlı olmadığı için, fail hakkında resen soruşturma ve kovuşturma yapılacaktır. Sonuçta fail hakkında, yeni TCK’nun 43 ve 44. maddelerinde düzenlenen içtima hükümleri göz önünde bulundurularak, cezaya hükmolunacaktır. Kasten yaralama suçunun basit şeklinde ise, mağdurun şikayetinin bulunmaması halinde, failin sadece 179. madde hükmüne göre cezalandırılması gerekir.
Buna karşılık, kazaya neden olunan her olayda, trafik kurallarının kasten ihlal edildiğini söylemek mümkün değildir. Kişi, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranmak dolayısıyla da kazaya neden olabilir. Bu kaza sonucunda ölüm veya yaralanmanın gerçekleşmiş olması halinde, taksirle öldürme veya taksirle yaralama suçlarının gerçekleştiğini kabul etmek gerekir. Bu suçlardan taksirle öldürme şikayete tabi olmadığı için, soruşturma ve kovuşturma yapmak gerekecek; buna karşılık, taksirle yaralama halinde şikayetin yokluğu veya geri alınması halinde, kazaya neden olan kişinin ceza hukuku sorumluluğundan söz edilemez. Elbete bu durum o kişinin bir trafik kuralını ihlal etmesi dolayısıyla idari para cezasıyla cezalandırılmasını engellemez.

SORU: Her maddî hasarlı trafik kazasında TCK’nun 179. maddesinin ikinci fıkrasında tanımlanan suçun oluştuğunu söyleyebilir miyiz?

CEVAP: Bu sorunun cevabıyla ilgili olarak, yukarıdaki sorunun cevabı kapsamında yapmış bulunduğumuz açıklamalara bakılmalıdır.

SORU: Trafik kazalarında olay yerinin terk edilmesi yeni TCK’na göre ceza sorumluluğu gerektirir mi?

CEVAP: Bu sorunun cevabı için aşağıdaki örnek olaya ilişkin çözüm biçiminin göz önünde bulundurulmasını önermekteyiz:
A, otomobiliyle İstanbul’dan Ankara’ya gelmekte iken, Gerede yakınlarında başka bir otomobile çarparak kazaya sebebiyet verir. Otomobilde bulunan X, Y ve Z’nin ağır şekilde yaralandığını görmesine rağmen, yanındaki arkadaşı B’nin akıl vermesi üzerine, yakalanmamak için, otomobiliyle olay yerinden ayrılarak kaçar. Yaralanan yolculardan X, kan kaybından olay yerinde ölür. Daha sonra olay yerinden geçmekte olan C, kaza olduğunu görür ve hemen “Polis İmdat” telefonunu arayarak olayı haber verir. Olay yerine gelen Polis, hayatta olan Y ve Z’nin acilen hastahaneye kaldırılmasını sağlar. Y, gördüğü tedavi sonucu iyileşir. Ancak, Z, tedavi gördüğü hastahanede sağlık görevlisi E’nin pansuman yapmadaki ihmali dolayısıyla enfeksiyon sonucu ölür.

Bu olayda aşağıdaki suçlar işlenmiştir:
Birinci suç: A è X, Y, Z, Taksirle yaralama suçu. Olayda birden fazla kişinin yaralanmasına sebebiyet verildiği için, yeni TCK’nun 85. maddesinin ikinci fıkrasına göre uygulama yapılmak gerekir. Başka bir deyişle, bu durumla ilgili olarak Kanunda özel bir içtima hükmü mevcuttur (yeni TCK, m. 85, f. 2).

İkinci suç: A + B è Kamuya, Yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi suçu (yeni TCK, m. 98, f. 1).
Bu suçtan dolayı A ve B’nin müşterek fail olarak sorumlu tutulması gerekir (yeni TCK, m. 37, f. 1). Çünkü, olayda her ikisi açısından yardım ve bildirim yükümlülüğü mevcuttur ve buna rağmen her ikisi de bu yükümlülüğün gereğini yerine getirmemiştir.

Üçüncü suç: A + B è X, İhmali davranışla işlenmiş kasten öldürme suçu (yeni TCK, m. 83). A’nın sebebiyet verdiği trafik kazasında X, Y ve Z yaralanmıştır. Bu bakımdan A, bu kişilerle ilgili olarak bildirim veya yardım yükümlülüğü altına girmiştir (yeni TCK, m. 83, f. 2, bent b. Ayrıca, 2918 s. Karayolları Trafik Kanunu, m. 82, f. 1, bent a). Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi sonucunda bir kişinin ölmesi halinde, ihmali davranışla işlenmiş bir kasten öldürme suçu söz konusu olacaktır.
A’nın olay yerinden ayrılması, hem yardım ve bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi suçunu hem de ihmali davranışla kasten öldürme suçunu oluşturmaktadır. Bu nedenle, A, bir fiille, kanunda tanımlanan iki ayrı suçu işlemiştir. Bu durumda, faklı neviden fikri içtima hükümleri uygulanarak, A’nın en ağır cezayı gerektiren suçtan (ihmali davranışla kasten öldürme suçundan) dolayı cezalandırılması gerekmektedir (yeni TCK, m. 44).
Bu durumda A’ya (birinci suç olan) taksirle yaralama suçundan dolayı verilecek ceza ile, ihmali davranışla kasten öldürme suçundan dolayı verilecek cezanın gerçek içtima hükümlerine göre toplanarak çektirilmesi gerekmektedir.
B’nin fiili ihmali davranışla işlenmiş kasten öldürme suçuna azmettirme niteliğindedir. (yeni TCK, m. 38, f. 1).
B’nin fiili de, iki ayrı suçtan dolayı sorumluluğu gerektirecek niteliktedir. Şöyle ki, B’nin fiili önce, yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesinden dolayı fail olarak sorumlu tutulmayı, ve ayrıca, ihmali davranışla işlenmiş kasten öldürme suçuna azmettirmeden dolayı sorumluluğu gerektirmektedir.
Yeni TCK’nun sisteminde azmettirme, bir şeriklik şeklidir. Failliğin şerikliğe göre asliliği kuralı gereğince B’yi sadece yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi suçundan dolayı fail olarak sorumlu tutmak gerekir.
Ancak, bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi sonucunda, X olay yerinde ölmüştür. Bu durumda yeni TCK’nun 98. maddesinin ikinci fıkrası hükmüne göre, B’yi X’in ölümünden neticesi sebebiyle ağırlaşmış suç hükümlerine göre sorumlu tutmak gerekir. B, olay yerinden ayrılırken, yaralanan kişilerin ölebileceğini öngörmüştür. Bu durumda X’in ölümü açısından B’nin olası kastla hareket ettiğini kabul etmek gerekir. Sonuç olarak, B’yi, somut olayda ihmali davranışla ve olası kastla (yeni TCK, m. 21, f. 2) işlenmiş kasten öldürme suçundan (yeni TCK, m. 83)dolayı sorumlu tutmak gerekir.
Ayrıca işaret etmek gerekir ki; A’nın, sebebiyet verdiği trafik kazasında olay yerini terk etmesi, 2918 s. Karayolları Trafik Kanununun 81. maddesinin üçüncü fıkrasında ayrıca idari para cezasını gerektiren bir fiil olarak tanımlanmıştır. İdari para cezasını gerektiren bu fiil, 5326 sayılı Kabahatler Kanununa göre, ayrıca kabahat türünden bir haksızlık oluşturmaktadır.
30.3.2005 t. ve 5326 s. Kabahatler Kanunu’nun “İçtima” başlıklı 15. maddesine göre;
“Bir fiil hem kabahat hem de suç olarak tanımlanmış ise, sadece suçtan dolayı yaptırım uygulanabilir. Ancak, suçtan dolayı yaptırım uygulanamayan hallerde kabahat dolayısıyla yaptırım uygulanır.” (fıkra 3).
Kabahatler Kanununun bu hükmü gereğince, suç oluşturan fiilin aynı zamanda kabahat oluşturması halinde, faili sadece suçtan dolayı cezalandırmak mümkün olacaktır. Ayrıca kabahatten dolayı hakkında idari para cezası uygulanamayacaktır.
Keza işaret etmek gerekir ki; trafik kazası sonucunda olay yerinde yaralananlarla ilgili olarak A ve B’nin yardım ve bildirim yükümlülüğünü yerine getirmemesi, bir suç oluşturmanın yanı sıra, 2918 s. Karayolları Trafik Kanununun 81. maddesine göre, ayrıca idari para cezasını gerektiren bir fiildir, yani kabahat türünden bir haksızlık oluşturmaktadır.
Zira, 2918 s. Karayolları Trafik Kanununun 81. maddesine göre;
“Anlaşma hali dışında maddi hasarlı, ölümlü veya yaralanmalı trafik kazalarında, zabıtanın iznini almadan zaruret dışında olay yerinden ayrılan veya birinci fıkranın (b) bendi hükümlerine uymayan sürücüler … lira (idari) para cezası ile cezalandırılırlar.” (fıkra 3)
“Bu maddenin diğer hükümlerine uymayanlar lira (idari) para cezası ile cezalandırılırlar.” (fıkra 4)
Ancak, Kabahatler Kanunu’nun “İçtima” başlıklı 15. maddesinin üçüncü fıkrası hükmü gereğince, bu durumda da, faili sadece suçtan dolayı cezalandırmak mümkün olacaktır. Ayrıca kabahatten dolayı hakkında idari para cezası uygulanamayacaktır.

Dördüncü suç: E è Z, Taksirle öldürme suçu (yeni TCK, m. 85, f. 1). Her ne kadar Z, A’nın sebebiyet verdiği trafik kazasında yaralanmış ise de, Z’nin ölümünden sadece E’yi sorumlu tutmak mümkün olacaktır. A’yı ise, ancak Z’nin taksirle yaralanmasına neden olduğu için sorumlu tutmak mümkün olacaktır.

SORU: Çocuklara sigara satmak, cezaî sorumluluğu gerektirir mi?

CEVAP: Bu soruya kısa bir cevap olarak “evet” dememiz gerekir. Çünkü sigara, insan sağlığı açısından salt tehlikeli değil, aksine zararlı bir maddedir.
Nitekim, 7.11.1996 tarihli ve 4207 sayılı “Tütün Mamullerinin Zararlarının Önlenmesine Dair Kanun”da değişiklik yapılmasına ilişkin kanun tekliflerini birleştirerek görüşen TBMM Sağlık (Alt) Komisyonu tarafından hazırlanan değişiklik metninde; söz konusu Kanunun 3 üncü maddesinin dokuzuncu fıkrasında şu hükme yer verilmiştir: “Tütün ürünleri çocuklara satılamaz ve tüketimine sunulamaz.” Keza, söz konusu Kanunun beşinci maddesine ilişkin değişiklik metnindeki sekizinci fıkrada, “3 üncü maddenin dokuzuncu fıkrasındaki yasaklara aykırı hareket eden kişi, Türk Ceza Kanununun “Sağlık için tehlikeli madde temini” başlıklı 194 üncü maddesi hükmüne göre cezalandırılır.” hükmüne yer verilmiştir.

SORU: Yeni TCK’nun ihaleye fesat karıştırma suçuna ilişkin hükümlerini kısaca açıklar mısınız?

CEVAP: İhale, bir mal, bir hizmet alım satımı veya kiralanması dolayısıyla yürütülen bir kamusal faaliyete ilişkin süreci ifade etmektedir. Bu süreç, bir kamu hukuku faaliyetidir. Bu sürecin, devletin kamusal faaliyetlerinin yürütülmesine ve bunların yürütülmesi sırasındaki kamu görevlilerine olan güvenin tesisine yönelik olarak hukukun öngördüğü kurallar çerçevesinde işletilmesi gerekmektedir. Bu sürecin işleyişinde toplumun kamu görevini yürüten kişilere karşı olan güvenini sarsıcı bir tutum, davranış içerisine girilmesi ceza hukuku bakımından yaptırımı gerektirmektedir.
765 s. TCK’nun sisteminde devlet hesabına veya hükümet hesabına ihale diye bir ayırım yapılmaktaydı; birinde on yıldan az olmamak üzere “ağır hapis” cezası, yani 10-24 yıl arasında “ağır hapis” cezası, diğerinde ise üç aydan yedi yıla kadar olacak olan bir hapis cezası öngörülmekteydi. Bir ihalenin Türkiye Devleti hesabına mı yoksa hükümet hesabına mı olduğunu hangi kıstasla ayıracaksınız? Bu bakımdan, 765 s. TCK’nun sistemi hukuk devleti ilkesiyle hukuk güvenliği ilkesiyle bağdaşmamaktaydı. 765 s. TCK’nun sistemi, ihaleye fesat karıştırmayı düzenleyen 205 inci maddesinde edimin ifası sürecindeki fiilleri de ihaleye fesat karıştırma kapsamında mütalaa etmekteydi ve suç tanımlaması bakımından yetersizdi. Mesela bir olayda Yargıtay, bir kamu iktisadi teşebbüsünü zarara uğratacak şekilde ihaleye fesat karıştırmayı, Türkiye Devletinin hesabına yapılan bir ihaleye fesat karıştırma olarak mütalaa etmiştir. Ancak buna karşılık, mahalli idareler hesabına yapılan bir ihale ise bir görüşe göre 205 inci madde kapsamında mütalaa edilemeyecektir. 366 ncı madde kapsamında bunu mütalaa etmek gerekir. Ceza yaptırımları arasındaki bu uçurum, kişilerdeki hukuk güvenliğini sarsıcı sonuç ortaya çıkarabilecektir.
765 s. TCK’nun sisteminde ihaleye fesat karıştırma suçunun oluşabilmesi için bu fiilin işlenmesi sonucunda kamunun bir zarar görmüş olması ve kişinin bundan bir yarar elde etmiş olması lazımdır. Yeni TCK’nun sisteminde ise, bu ayırımlar terk edilmiştir. Yeni TCK’nun sisteminde bir kamu faaliyeti olarak ihale yapılıyorsa, artık, bunların arasında bir ayırım yapmanıza gerek yoktur. Bu, kamu adına yapılan bir ihale, mal alımı, hizmet alımı, kiralanması veya satılması şeklinde ortaya çıkabilir veya kamu hesabına yapılmaz. Ancak kamusal bir faaliyet olarak icra edilmiş olabilir. Mesela belediyelerin müzayedeleri söz konusudur. Burada belediye tüzel kişiliği malı satın almaz veya satmaz. Belediye sadece başkalarının sattığı veya satın aldığı malın satımına ilişkin ihale sürecini deruhte eder. Bu fiilleri de kapsayacak bir düzenleme biçimini yansıtacak bir Ceza Kanunu düzenlemesi yapılmıştır ve bu düzenlemede ihale süreci bir kamusal faaliyet olarak ilgili ihaleye ilişkin sözleşmenin imzalanmasıyla sona erer. Sözleşmenin imzalanmasından sonraki süreç ise bir ihale süreci değil, edimin ifasına ilişkin süreçtir. Bu bakımdan, ihale süreci, ihaleye fesat karıştırmayla edimin ifasına fesat karıştırma diye bir ayırıma tabi tutulmuştur.
İhaleye fesat karıştırma suçu, sadece kamu adına yapılan ihaleler açısından değil, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları adına yapılan ihalelerde de ihaleye fesat karıştırılması söz konusudur. Bunlardan, kamu kurumlarının veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının tesis ettiği şirketler adına yapılan ihalelerde ihaleye fesat karıştırma suçu uygulanabilecektir.
Yine, örneğin Kızılay gibi kamu yararına dernekler, bu kamu kurumu veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının bünyelerinde tesis ettikleri vakıflar bünyesinde yapılan ihaleler açısından da ihaleye fesat karıştırma veya edimin ifasına fesat karıştırma suçları uygulanabilecektir.
Ayrıca işaret etmek gerekir ki; yeni Türk Ceza Kanunu’ndaki tanımlama biçimi bakımından ihaleye fesat karıştırma suçunun oluşabilmesi için kamunun bir zarar görmesi gerekmemektedir. Kamunun bir zarar görmüş olması, kişinin ilgili suçtan dolayı daha ağır bir cezayla cezalandırılmasını gerektirmektedir. Yine, bu suç tanımına göre, bu ihale sürecini deruhte eden görevlilerin –bu, yerine göre kamu görevlisidir, yerine göre değildir; mesela bir şirketin, bir vakfın, bir kamu yararına çalışan derneğin yöneticisi kamu görevlisi değildir- bu ihaleye fesat karıştırmak suretiyle bir menfaat elde etmiş olması halinde, sadece ihaleye fesat karıştırma suçundan dolayı değil, bu menfaat temini başka bir suç oluşturduğu takdirde kişinin, ayrıca bu suçtan dolayı da cezalandırılmasını öngörmektedir.

SORU: Kişinin kamu görevlisine görevinin gereklerine aykırı olarak bir işi yapması veya yapmaması için rüşvet vermeyi teklif etmesine rağmen, kamu görevlisinin bu teklifi kabul etmemesi halinde, rüşvet suçu oluşur mu?

CEVAP: Rüşvet suçu para ve sair menfaatin temin edildiği anda tamamlanmış olur [5]. Ancak, Kanun koyucu, izlediği suç siyaseti gereği olarak rüşvet suçunun belli bir teşebbüs aşamasına ulaşması halinde dahi, faillerin suç tamamlanmış gibi cezalandırılmasını öngörmüştür. Bu itibarla, kamu görevlisi ile iş sahibi arasında belli bir işin yapılması veya yapılmaması amacına yönelik olarak para veya sair menfaat teminini öngören bir anlaşmanın yapılması durumunda dahi kamu görevlisi ile diğer kişi rüşvet suçu tamamlanmış gibi cezalandırılacaktır.
Kanundaki düzenlenişi itibarıyla, rüşvet suçu bir teşebbüs suçudur. Rüşvet suçu, para ve sair menfaatin temin edildiği anda tamamlanmış bulunmaktadır. Bu itibarla, menfaat temin edilinceye kadar suça iştirak mümkündür. Ancak, Kanun, rüşvet suçu açısından iter criminis (suç yolu) üzerinde gerisin geriye giderek, kamu görevlisinin kendisine yapılan bir menfaat teklifini (vaad veya taahhüdünü) kabul etmesini, bir başka ifadeyle, kamu görevlisiyle iş sahibi şahsın anlaşmaya varmasını, suçun tam cezasıyla cezalandırmaktadır. Bu durumda, normalde bir teşebbüs hali söz konusudur ve faillerin teşebbüs hükümlerine göre cezalandırılması gerekirdi. Ancak, Kanun koyucu, suç siyaseti mülahazalarıyla, söz konusu teşebbüs halinin suçun tam cezasıyla cezalandırılmasını öngörmektedir. Bu halde, suç tamamlanmış değildir. Sadece teşebbüs hali arzeden bu durum, suçun tam cezasıyla cezalandırılmaktadır [6].
Ancak, doktrinde [7] benimsenen ve Yargıtay tarafından da kabul gören [8] görüşe göre, kamu görevlisi belli bir işin yapılması veya yapılmaması karşılığında kişiden para veya sair bir menfaat talebinde bulunur ve bu talep karşı tarafça kabul edilirse (anlaşma halinde), rüşvet alma suçu “tamamlanmış”tır. Keza, doktrinde Önder, bu bağlamda suçun “tamamlanması” ve “bitmesi” ayrımını yapmaktadır. Bu ayırıma göre haksız menfaatin temin edildiği anda “suç bitmiştir”. Fakat suç, daha önce tamamlanmıştır [9].
Bu anlayışa göre, anlaşma gerçekleştiği takdirde, iş sahibi kişi tarafından kamu görevlisine para veya sair menfaat temini yönündeki vaadin sonradan yerine getirilip getirilmemesi, suçun tamamlanması açısından önemli değildir [10]. Keza, vaadin yerine getirilme zamanının da suçun oluşumu açısından bir önemi bulunmamaktadır [11].
Suça iştirak, ancak suçun işlenişi tamamlanıncaya kadar mümkündür. Eğer rüşvet suçu meselâ anlaşma ile tamamlanmış kabul edilecek olursa, artık bu aşamadan sonra bu suça iştirakin mümkün olmaması gerekir. Bu şekildeki bir sonucun kabul edilemeyeceği açıktır. Her ne kadar rüşvet suçunun işlenişinde belli bir teşebbüs aşamasına gelinmiş olması halinde Kanun koyucu faillerin tamamlanmış suçun cezasıyla cezalandırılmasını öngörmüş ise de; bu, suçun para ve sair menfaatin temin edilmesinden önce tamamlanmış olduğu anlamına gelmez. Bu yönü itibarıyla rüşvet suçu, bir teşebbüs suçudur [12]. Rüşvet suçu, ancak haksız menfaatin temin edildiği anda tamamlanmış olur ve bu aşamaya kadar suçun işlenişine iştirak mümkündür.
Aslında sözünü ettiğimiz bu yanlış anlayışın sonucu olarak; 765 s. TCK’nda “rüşvete aracılık suçu” diye bir suça yer verilmişti (m. 216). Bu hükme göre; “rüşvete aracılık eden kimse, rüşveti veren ve alandan hangisinin vasıtası ise, onun suç ortağı sayılır.” İspat yönünden de bir hayli problemi beraberinde taşıyan bu hükmün haklılığını izah hukuken mümkün değildir.
Buna karşılık, kamu görevlisinin görevinin gereklerine aykırı bir işi yapması veya yapmaması için kişiden menfaat talebinde bulunmasına rağmen, bu talebin kişi tarafından kabul edilmemesi halinde; rüşvet suçu kamu görevlisi açısından teşebbüs aşamasında kalmış olacaktır [13], [14].
Kamu görevlisinin, görevinin gereklerine aykırı bir işin yapılması veya yapılmaması amacına yönelik olarak para veya sair menfaat talep etmesine rağmen; iş sahibi, esasında bu teklifi kabul etmemekle beraber, kamu görevlisini suçüstü yakalatabilmek için kabul etmiş görüntüsü verebilir. Bu gibi durumlarda da, rüşvet suçuna teşebbüsün varlığını kabul etmek gerekir [15], [16].

SORU: 5237 s. Kanunun 257. maddesindeki “zarar” deyiminden ne anlamalıyız?

CEVAP: Yeni TCK’nun 257. maddesindeki “zarar” ibaresiyle ilgili olarak söz konusu maddenin gerekçesinde yeterli açıklama mevcuttur. Madde gerekçesinde şu açıklamalar yer almaktadır:
“… kamu görevinin gereklerine aykırı davranışın, … kamunun ekonomik bakımdan zararına neden olması … hâlinde, görevi kötüye kullanma suçu oluşabilecektir.”
“Görevin gereklerine aykırı davranış dolayısıyla, kamu açısından bir zarar meydana gelmiş olabilir. Örneğin orman alanında veya kamu arazisinin işgaliyle yapılan işyeri veya konutlara elektrik, su, gaz, telefon ve yol gibi alt yapı hizmetleri götürülmekle, görevin gereklerine aykırı davranılmış olabilir.”

SORU: Görevi kötüye kullanma suçunda kamu görevlisinin kişinin mağduriyetini veya kamunun zararını gidermesi halinde de suç oluşacak mıdır? Mesela maliye tahsildarının tahsil ettiği parayı süresi içinde maliye veznesine yatırmayıp daha sonradan kanuni faiziyle birlikte yatırması halinde; kişilerin mağduriyeti veya devletin zararı var mıdır?

CEVAP: Görevi kötüye kullanma suçu tanımında üç seçimlik neticeye yer verilmiştir. Bu suçun oluşabilmesi için, kamu görevinin gereklerine aykırı davranışın, kişilerin mağduriyetini sonuçlamış olması veya kamunun ekonomik bakımdan zararına neden olması ya da kişilere haksız bir kazanç sağlamış olması gerekir.
Görevin gereklerine aykırı davranış sonucunda bu neticelerden herhangi birinin gerçekleşmemesi halinde; görevin gereklerine aykırı fiil, ceza sorumluluğunu değil, sadece disiplin sorumluluğunu gerektirmektedir.
Bir olayda bu neticelerden birisi gerçekleştiğinde, görevi kötüye kullanma suçu oluşmuş olacaktır. Görevin gereklerine aykırı davranışın sonuçları bilahare giderilmiş olabilir. Ancak, gerçekleşen bir sonucu gerçekleşmemiş hale irca etme imkanı bulunmamaktadır. Bu sonuçlardan biri gerçekleştikten sonra, bunların etkileri bilahare giderilmiş olsa bile, suç oluşmaktadır.
Mesela, imar planında gösterilmediği veya ilgili mevzuatında aranan koşulları taşımadığı halde, bir yerde akaryakıt istasyonu açılmasını sağlamaya yönelik olarak izin verilmesi durumunda, izni veren kamu görevlileri görevi kötüye kullanma suçunu işlemiş olmaktadırlar. İznin verilmesinden bir süre sonra, verilen iznin iptal edilmesi halinde, bu suç işlenmemiş duruma irca edilmiş olmaz. Bu suçla ilgili olarak Kanunda bir etkin pişmanlık hükmüne de yer verilmiş değildir.
Bu itibarla, görevin gereklerine aykırı davranış sonucunda madde metninde söz konusu edilen neticelerden birisi gerçekleştikten sonra, bunun etkilerinin bilahare ortadan kaldırılması, fiili suç olmaktan çıkarmaz.
Soru kapsamında verilen örnekte ise, görevi kötüye kullanma suçu söz konusu değildir. Bu örnek olayda zimmet suçuna ilişkin hükümlerin uygulanması gerekir.

SORU: Yeni TCK yürürlüğe girdikten sonra, diğer kanunlardaki suç tanımlarında öngörülen “ağır para” cezalarının uygulanmasında 5252 s. Yürürlük Kanununa göre artırma yoluna gidilecektir. Bu artırma 5252 s. Yürürlük Kanununun sadece 4. maddesine istinaden mi yapılacaktır? Yoksa, 4. maddeye istinaden yapılan artırma sonucunda ortaya çıkan rakam, 5. maddede belirlenen asgari sınırın altında kalması halinde, bu miktara iblağ edilecek midir?

CEVAP: Yeni TCK’nda, “gün para cezası sistemi” kabul edilmiştir. Ancak, 765 s. TCK’nda “klasik para cezası sistemi” benimsenmişti. Her ne kadar 765 s. TCK yürürlükten kaldırılmış ise de, söz konusu “klasik para cezası sistemi” diğer kanunlardaki suç tanımlarında hala varlığını devam ettirmektedir. Bu nedenle, diğer kanunlardaki suç tanımları yeni TCK’nda benimsenen suç ve yaptırım teorisine ilişkin ilkelere uyarlanıncaya kadar, bu hükümlerin uygulanabilirliğinin devamını sağlamak ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Geçiş dönemindeki bu ihtiyacı karşılamak amacıyla, 4.11.2004 tarihli ve 5252 sayılı “Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun”a [17] hükümler konmuştur (m. 4. 5). Bunlardan 4. maddede, 31.12.2002 tarihine kadar yürürlüğe giren kanunlardaki klasik para cezası miktarlarının belirlenmesine ilişkin artırım oranları belirlenmiştir. Bu artırım oranları sonucunda bulunan para cezası miktarları açısından da 5. maddede asgari ve azami sınırlar belirlenmiştir. Buna göre, diğer kanunlarda yer alan suç tanımlarındaki para cezası miktarları, yer aldığı kanunun yürürlüğe girdiği tarih esas alınmak suretiyle Yürürlük Kanununun 4. maddesindeki oranlara göre artırılacaktır. Ancak, bu artırma sonucunda bulunan rakam, 5. maddede belirlenen asgari sınırın altında ve azami sınırın üzerinde olamayacaktır. Bu itibarla, 4. maddeye göre yapılan artırma sonucunda bulunan rakam 5. maddedeki asgari sınırın altında ise, asgari sınırı oluşturan miktara iblağ edilecektir. Keza, bulunan rakam 5. maddedeki azami sınırın üzerinde ise, azami sınırı oluşturan miktarda kat edilecektir.

________________________________________

TAŞINMAZ SATIŞ SÖZLEŞMESİNDEN KAYNAKLANAN – ADİ ŞEKİLDE YAPILMIŞ VE GEÇERSİZ OLAN TAŞINMAZ SATIM SÖZLEŞMESİNE BAĞLI OLARAK KARARLAŞTIRILAN CEZAİ ŞARTA AİT HÜKÜMLERİ DE GEÇERSİZ OLDUĞU

T.C.
YARGITAY
19. HUKUK DAİRESİ
ESAS NO. 2013/10248
KARAR NO. 2013/12358
KARAR TARİHİ. 2.7.2013

ÖZET : Dava, taşınmaz satış sözleşmesinden kaynaklanan cezai şart alacağının tahsili için başlatılan takibe vaki itirazın iptali istemine ilişkindir. Davaya konu uyuşmazlığa neden olan satış sözleşmesi, resmi şekilde yapılmadığı için geçerli kabul edilemez. Öte yandan taşınmazların daha sonra tapuda resmi şekilde devirlerinin tamamlanmış olması da geçersiz olan satış sözleşmesine geçerlilik kazandırmaz. Bunun yanında tapuda resmi şekilde yapılan devir sırasında da alıcı davacı şirket tarafından tapu siciline adi şekilde yapılan sözleşmeye ilişkin bir şerh de konulmamıştır. Bu durumda adi şekilde yapılmış ve geçersiz olan taşınmaz satım sözleşmesine bağlı olarak kararlaştırılan cezai şarta ait hükümleri de geçersizdir. Mahkemece açıklanan bu yönler gözetilmeden yazılı gerekçe ile davanın kabulü doğru görülmemiştir.

DAVA : Taraflar arasındaki itirazın iptali davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün davalı vekilince duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine ilgililere çağrı kağıdı gönderilmişti. Belli günde davacı vekilleri ile davalı vekilinin gelmiş olmalarıyla duruşmaya başlanarak hazır bulunan avukatların sözlü açıklamaları dinlenildikten ve temyiz dilekçesinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili taraflar arasında 16.04.2010 tarihinde taşınmaz satış protokolünün ayrılmaz bir parçası olarak Fi Yapı Esenşehir projesi alışveriş merkezi, taşınmaz satış protokolü imzalandığını satış için öngörülen 30.04.2010 tarihli çeklerin davalıya iadesi ile Esenyurt 1219 Ada 10 Parsel sayılı taşınmazın 10.000.000,00 TL + KDV ile davacıya satışının öngörüldüğünü, çeklerin davalıya verilmiş taşınmazın davacı adına tescil edilmiş olduğunu sözleşme çerçevesinde davalı şirketçe 68 adet dükkandan ibaret alışveriş merkezinin 30.09.2010 tarihinde tamamının yapılıp teslim edileceğini belirtilen bu tarihte teslim edilmemesi halinde yoksun kalınan kira bedeli karşılığı olarak aylık 125.000 USD’nin her ayın son gönü nakden ve defaten cezai şart olarak ödeneceğinin kararlaştırıldığını davalının öngörülen bu tarihte edimini tamamen yerine getirip alışveriş merkezinin tamamını teslim etmediğini halen de tesliminin yapılmadığını yaptırdıkları delil tespitleri ile de imalat serisinin kabul edilebilir durumda olmaması nedeniyle sözleşmede öngörülen cezai şart ödeme koşullarının gerçekleştiğini 2011 yılı Mart ayına ait kiraya ilişkin cezai şart bedelinin tahsili için İstanbul 7. İcra Müdürlüğü’nün 2011/6053 Esas sayılı dosyası ile icra takibine giriştiklerini ve davalının takibe haksız olarak itiraz ettiğini ileri sürerek davalının itirazının iptaline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı Fi Yapı A.Ş. vekili müvekkilinin imzalanan sözleşmeye uygun olarak edimlerini ifa ettiğini doğmuş herhangi bir borcunun bulunmadığını 68 adet bağımsız bölümün gerçek teslim tarihinin 23.10.2011 tarihi olup tespit raporunun yerinde bulunmadığını 30.09.2010 tarihi olarak teslim tarihinin kabul edilemeyeceğini, davacı tarafa 15.05.2011 tarihinde teslim alması konusunda ihtarı bulunmasına rağmen davacının tesliminden kaçındıklarını cezai şart ödeme koşullarının gerçekleşmediğini davacının her aya ait kira bedellerinin cezai şartını istemesinin kötüniyetli davranış olduğunu belirtmiş daha sonraki dilekçelerinde 27.04.2010 tarihli tapu devirleri ile infisahi şart nedeniyle protokol hükümlerinin düştüğünü maktu kira tazminatı hükmünün de hukuki geçerliliğini yitirdiğini belirterek davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece dosya kapsamına göre, taraflar arasındaki 16.04.2010 tarihli satış sözleşmesi uyarınca davacıların taşınmazları 30.09.2010 tarihinde teslimini gerçekleştirmediği ve aylık cezai şarttan sorumlu olduğu gerekçesiyle davalı şirketin icra dosyasına itirazının 125.000 USD asıl alacak yönünden iptali ile takibin bu miktar üzerinden devamına, takip öncesi işlemiş faiz alacağı bulunmadığının tespitine, takip konusu asıl alacak üzerinden %40 icra inkar tazminatının davalıdan tahsiline karar verilmiş hüküm davalı şirket vekilince temyiz edilmiştir.

Türk Borçlar Kanunu 237. maddesi ( B.K. 213 m. ) hükmüne göre “Taşınmaz satışının geçerli olabilmesi için sözleşmenin resmi şekilde düzenlenmesi şarttır…” şeklindedir. Anılan hüküm bir geçerlilik şartıdır. Bu maddede öngörülen şekle uyulmadan yapılan sözleşmeler hükmü doğurmaz. Bu nedenle tapulu taşınmazların harici satış yoluyla devri mümkün değildir. ( Aynı yönde Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 01.07.2008 tarih 3589-8256 E.K. sayılı kararı )

Dolayısıyla düzenlenme anında resmi şekilde yapılmamış olan bir sözleşme geçerli kabul edilemez.

Davaya konu uyuşmazlığa neden olan 16.04.2010 tarihli satış sözleşmesi, resmi şekilde yapılmadığı için geçerli kabul edilemez. Öte yandan taşınmazların daha sonra tapuda resmi şekilde devirlerinin tamamlanmış olması da geçersiz olan 16.04.2010 tarihli satış sözleşmesine geçerlilik kazandırmaz.

Bunun yanında tapuda resmi şekilde yapılan devir sırasında da alıcı davacı şirket tarafından tapu siciline 16.04.2010 tarihli adi şekilde yapılan sözleşmeye ilişkin bir şerh de konulmamıştır.

Bu durumda adi şekilde yapılmış ve geçersiz olan 16.04.2010 tarihli taşınmaz satım sözleşmesine bağlı olarak kararlaştırılan cezai şarta ait hükümleri de geçersizdir.

Mahkemece açıklanan bu yönler gözetilmeden yazılı gerekçe ile davanın kabulü doğru görülmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz eden davalı şirket yararına BOZULMASINA, bozma nedenine göre diğer yönlerin şimdilik incelenmesine yer olmadığına, vekili Yargıtay duruşmasında hazır bulunan davalı yararına takdir edilen 990.00.TL duruşma vekalet ücretinin davacıdan alınarak davalıya ödenmesine, peşin harcın istek halinde iadesine, 02.07.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Exit mobile version