İNANÇ SÖZLEŞMESİNE DAYALI TAPU İPTALİ VE TESCİLİ- İNANILANIN TAŞINMAZI ÜÇÜNCÜ KİŞİYE SATMASI

T.C

YARGITAY

1. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2006/3653

KARAR: 2006/5292

Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptal-tescil isteğine ilişkindir.

Mahkemece, sözleşme uyarınca alınan borç para miktarının belirtilen ödeme tarihinden yasal faizi ile birlikte davalı Mehmet’e ödenmek suretiyle çekişmeli taşınmazın tapusunun iptali ile temlik alan Nazife adına tesciline karar verilmiştir.

Dosya içeriğinden, toplanan delillerden dava konusu 1 parsel sayılı taşınmazdaki 3 nolu dubleks dükkânın davacı Serkan ile davalı Mehmet arasında düzenlenen “sözleşme” başlıklı tarihsiz belge uyarınca davalı Mehmet’e 12.12.2000 tarihinde satış suretiyle temlik edildiği, bilahare anılan yerin 21.03.2002 tarihli akitle dava dışı taşınmazlarla birlikte vekili Nihat aracılığıyla Yüksel’e satış yoluyla intikal ettirildiği görülmektedir.

Öte yandan davacının Borçlar Kanunu’nun 162. maddesi uyarınca eldeki davadaki hakkını Nazife’ye temlik ettiği de anlaşılmaktadır.

Davacı, söz konusu ilişki içerisinde temlik ettiği taşınmaza ilişkin isteğini inanç sözleşmesine dayandırmıştır.

Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırın bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.

Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı,aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.

Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.

Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı) gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.

Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan TMK’nın 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel Kurulu’nun 23.05.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.

Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir (Borçlar Kanunu m. 81). Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanunu’nun 19 ve 20. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.

İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkânsız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde herhangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.

İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.

Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.

Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.

Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.

Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanunu’nun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasası’nın 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

İçtihadı Bileştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.

Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.

İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi ve en geç sözleşme konusu işlem tarihinde düzenlenmiş olması gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme Kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılmaz.

Somut olaya gelince; taraflar arasındaki “sözleşme” başlıklı belgenin yukarıda açıklanan 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararında belirtilen anlamda inanç sözleşmesi niteliğini taşıdığı sonucuna varılmaktadır.

Yine yukarıda ifade edildiği üzere, inanç sözleşmesi ile taşınmazı temellük eden kişinin taşınmazı 3. kişiye temlikine bir engel yoktur. Nitekim davalı Mehmet, taşınmazı Yüksel’e satış suretiyle devretmiştir. Bu temlikin taraflar arasında mevcut olan sözleşmeyi hükümsüz kılmaya yönelik olduğu iddiası da kanıtlanmış değildir.

Bütün bu olgular karşısında mahkemece yapılacak işin; davacı Serkan’ın davalı Mehmet’ten aldığı borcun sözleşmede belirlenen ödeme tarihinden itibaren dava tarihine kadar ulaştığı faizli bakiyesi ile o tarih itibariyle temlik konusu taşınmazın değerinin belirlenmesi, borcun taşınmazın değerinden mahsubu ile bakiyesinin inanç sözleşmesinin tarafı olan davalı Mehmet’ten tahsili ile temlik alan davacı Nazife’ye ödenmesinden ibaret olacağı kuşkusuzdur.

Hal böyle olunca, yukarıda açıklanan hususlar gözetilmek suretiyle gerekli araştırmanın yapılması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir.

SONUÇ:Davalıların temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK’nın 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine 08.05.2006 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

İNANÇ SÖZLEŞMESİNE DAYALI TAPU İPTALİ VE TESCİL TALEBİNDE DAVACININ BULUNABİLMESİ İÇİN DAVACIYA ALDIĞI BORÇ PARA MİKTARINI MAHKEME VEZNESİNE DEPO ETMESİ İÇİN ÖNEL VERİLMESİ GEREĞİ

T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2007/989
K. 2007/1712
T. 21.2.2007

4721/m.873,949
743/m.788,863
5.2.1947 Tarih 20/6 Sayılı İBK

ÖZET : Davacının karşılıklı edimler içeren inanç sözleşmesine dayanarak taşınmazın tapu kaydının iptalini adına tescilini isteyebilmesi için Borçlar Yasasının 81. maddesi uyarınca öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur.

Hal böyle olunca, davacıya aldığı borç para miktarını mahkeme veznesine depo etmesi için önel verilmesi yatırdığı taktirde bu paranın davalıya ödenmesi koşuluyla tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasında görülen davada;

Davacı, davalıdan aldığı borcun teminatı olarak çekişme konusu taşınmazını tapuda davalı adına temlik ettiğini, borcunu davalının kızına ödediği halde taşınmazın kendisine iade edilmediğini ileri sürerek tapu iptali ve tescili isteğinde bulunmuştur.

Davalı, davacıya verdiği borcun teminatı olarak dava konusu taşınmazın tapuda adına temlik edildiğini, davacının borcunu ödemediğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, ödemenin kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Karar, davacı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi Şükran Dağlı İlgün’ün raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, düşünüldü:

KARAR : Davacı, davalıdan 4000,00 YTL.borç aldığını, bu bedele karşılık çekişme konusu taşınmazdaki 1/2 payını davalıya teminat olarak devrettiğini borcunu davalının kızı olan dava dışı Hayriye Ç’a ödediğini, davalı ile aralarında düzenledikleri 8.9.2001 tarihli belgede taşınmazın borcun teminatı olarak verildiğinin açıkça gösterildiğini, ancak, taşınmazın kendisine iade edilmediğini ileri sürerek tapu iptali ve tescili isteğinde bulunmuştur.

Davalı, 8.9.2001 tarihli belgeye istinaden davacıya 4000,00 YTL borç verdiğini, borç ödendiğinde iade edilmek üzere dava konusu taşınmazdaki 1/2 payın teminat olarak adına tapuda temlik edildiğini, ancak borcun ödenmediğini, davacı tarafından, yetkili temsilcisi olmayan dava dışı kızı Hayriye’ye yapıldığı iddia edilen ödemenin kendisini bağlamayacağını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, taşınmazdaki 1/2 payın davacının, davalıdan aldığı 4000,00 YTL borca karşılık olarak teminat amacıyla davalı adına tapuda tescil edildiği, bu hususun tarafların kabulünde olduğu ancak, davacı tarafından, borcun davalının yetkili temsilcisi olduğu iddia edilen dava dışı Hayriye Ç’a ödendiği belirtildiği, Hayriye Ç’ın davalı adına borcu tahsil etme yetkisinin bulunmadığı, davacının davalıya olan borcunun devam ettiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

İddianın açıklanan içerik ve niteliğine göre; davada inanç sözleşmesi hukuksal nedenine dayanıldığı açıktır. Bu tür bir iddianın 5.2.1947 tarih 20/6 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca ancak yazılı delille kanıtlanabileceği kuşkusuzdur.

Bilindiği üzere; inançlı sözleşmeler inananın ( itimat edenin ) bir hakkını belirli bir süre veya amaçla inanılana ( mutemede ) geçirmeyi, inanılanın da inananın emir ve teminatlarına göre kullanıp amaç gerçekleşince veya süre dolunca hakkı tekrar inanana devretmeyi yüklendiği sözleşmeler olarak tanımlanabilir. İnançlı sözleşmelerdeki amaç gizlenmek, teminat, alacaklıdan mal kaçırmak, kanunların elverişsiz hükümlerinden kaçınmak, bir alacağın tahsili, malın idaresi, gibi nedenler olabilmektedir.

Uygulamada kredi sağlayan kurum ve kuruluşların istenilen miktarda ve süratte kredi vermemesi ihtiyaç sahiplerini bu kurum ve kuruluşların dışında kredi teminine zorlamakta, öte yandan verilen kredi teminat altına alacak kefalet ve ipotek, rehin gibi şahsi ve ayni teminatlar kredi veren kişi veya kişilerce yeterli görülmediğinden bu tür özel kişilerden alınan borç karşılığında taşınmazların teminat maksadıyla devredilmesi yoluna başvurulmaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki, bilimsel alanda karma inançlı işlem olarak nitelendirilen teminat maksadıyla devirler öteki inançlı işlemler gibi mülkiyeti inanılana nakleden geçerli işlemler olup, bu işlemle inanılan bir malikin hak ve yetkilerini kazanır ise de inanç sözleşmesinde kararlaştırılan yükümlülüklerini özellikle inançlı işlem sona erdikten başka bir anlatımla borç ödendikten sonra inanç konusunun, inanana iade etme borcunu yerine getirmesi gerekir. İnanılan en başta gelen bu yükümlülüğünü yerine getirmediği takdirde inanan, inanç sözleşmesinden doğan borcunu tamamen ödemek suretiyle inanç konusunun kendisine iade edilmesini her zaman isteyebilir.

İnananın inanç sözleşmesinden kaynaklanan bu kişisel hakkını ancak akdine karşı ileri sürebilmekte, inanç konusunun üçüncü kişilere devredilmesi halinde kural olarak onlardan isteyebileceği bir hakkı bulunmamaktadır.

Ancak, inanılan ile üçüncü kişi, inananın inanç borcunu tekrar alma hakkını ortadan kaldırmak amacıyla el ve düşünce birliği içerisinde muvazaalı bir işlem ( sözleşme ) yapmaları halinde inananın söz konusu sözleşmenin muvazaa nedeniyle geçersiz olduğundan bahisle üçüncü kişi aleyhine dava açabileceği de kuşkusuzdur. İnançlı işlem inanç sözleşmesine dayandığından sözleşmelere ilişkin zaman aşımı hükümlerinin inançlı işlemlere de uygulanacağı bu sürenin inançlı işlemin türüne göre kıyasen tatbik edilerek vekalet ve rehin hükümlerine göre belirleneceği gerek uygulamada gerekse doktrinde baskın görüş olarak benimsenmektedir. Ne var ki, zamanaşımı süresinin başlaması için inanç ilişkisi sona ermeli veya alacak muaccel hale gelmelidir. Bu itibarla inanç sözleşmesi sona ermediği inanç konusu inanılanda, alınan para inananda kaldığı sürece zamanaşımı süresinin başlamasına olanak yoktur. Açıklanan kuralın doğal sonucu olarak taraflar borcun ödenmesi için bir süre kararlaştırmış ve borç bu süre içerisinde ödenmemiş olsa dahi inanç ilişkisi devam ettiğinden inanç konusunun iadesi için dava açılabilir. İnanılan, kararlaştırılan süresinin geçtiğinden bahisle inanç konusunu iade etme yükümlülüğünün sona erdiğini ileri sürerek iade borcunu yerine getirmemezlik yapamaz. Keza kararlaştırılan süre içerisinde borcun ödenmemesi halinde inanç konusunun inanılana geçeceği, inananın dava açamayacağı yönünde inananın müzayakasından yararlanılarak sözleşmeye konulan böyle bir koşul MK.nun 873 ( eski MK. 788 ) ve 949 ( eski 863 ) maddelerinin buyurucu hükümlerine aykırı düşeceğinden geçersiz olup, sözleşme serbestisi kuralına dayanılamaz. Aksinin kabulü halinde borç veren borç alanın darda kalmasından yararlanarak daima inanç sözleşmelerine böyle bir hüküm koymak suretiyle söz konusu madde hükümlerinden kurtulma ve borç verdiği kişinin malını ve hakkını çok az bir bedel ile eline geçirme onu istismar etme olanağını elde etmiş olur ki bu husus sözleşme hukukunun genel prensiplerine, ahlaka, kanun koyucunun amacına ters bir sonuç doğurur ve tefeciliği teşvik eder. Nitekim, böyle sözleşmelerin batıl olduğu BK.nun 19 ve 20. maddelerinde hükme bağlanmıştır.

Somut olaya gelince; çekişme konusu 130 ada 7 parsel sayılı taşınmazdaki 2.kat 7 nolu büronun kat irtifakına ayrılan 8/160 arsa payın 1/2 payının dava dışı şirket adına kayıtlı iken, davacının şirkete yaptığı işin karşılığı olarak mülkiyetinin davacıya devredilmesi gerekirken, davacının isteği üzerine dava dışı şirket tarafından 12.9.2001 tarihli resmi akitle 200.000.000 TL.bedelle satış suretiyle davalıya devredildiği kayden sabittir.

Tarafların 8.9.2001 tarihinde haricen düzenledikleri belgeye göre de, davalı tarafından davacıya ödenen 4.000.000.000 TL. ( 4000,00 YTL ) borca karşılık teminat olarak dükkan tapusunun davalıya verileceği, para geri ödendiğinde dükkanın geri verileceğinin kararlaştırıldığı anlaşılmaktadır.

Toplanan deliller ve belirlenen bu olgular birlikte değerlendirildiğinde, anılan belgenin ( 8.9.2001 tarihli belge ) iddiayı kanıtlar nitelikte yazılı belge olduğunda kuşku yoktur. Ancak, davacının karşılıklı edimler içeren inanç sözleşmesine dayanarak taşınmazın tapu kaydının iptalini adına tescilini isteyebilmesi için Borçlar Yasasının 81. maddesi uyarınca öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur.

Hal böyle olunca, davacıya aldığı borç para miktarını mahkeme veznesine depo etmesi için önel verilmesi yatırdığı taktirde bu paranın davalıya ödenmesi koşuluyla tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesi gerekirken, değinilen bu yön üzerinde durulmaksızın yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir.

SONUÇ : Davacının temyiz itirazı yerindedir, kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 21.02.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İNANÇ SÖZLEŞMESİYLE DEVREDİLEN TAŞINMAZIN DEVRALANCA MUVAZAAYLA ÜÇÜNCÜ KİŞİYE DEVREDİLMESİ- TAPU İPTALİ VE TESCİLİ

T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2000/12988
K. 2000/13223
T. 30.10.2000

ÖZET : Eldeki davada, her ne kadar davacının, taşınmazlarını aldığı borç karşılığında davalılardan ikisine teminat maksadı ile devretmek zorunda kaldığı, bu iki davalının da öteki davalılara muvazaalı temliklerde bulundukları sabitse de, davacının karşılıklı edimleri içeren inanç sözleşmesine dayanarak inanç konusu taşınmazlarının tapu kayıtlarının iptalini ve adına tescilini isteyebilmesi için öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur. Buna göre; mahkemece aldığı borç para miktarını mahkeme veznesine depo etmesi için davacıya önel verilmeli, yatırdığı taktirde bu paranın verdikleri borç oranında davalılara ödenmesi koşuluyla, tapu kayıtlarının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmelidir.

DAVA : Davacı tarafından, davalı aleyhine açılan davada, mahkemece verilen karar süresinde temyiz edilmekle, dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili dava dilekçesinde müvekkilinin davalılardan Seyfettin’den aldığı 39.000.000 lira borç karşılığında 253, 259 ve 261, Hüseyin’den aldığı 32.000.000 lira borca karşılık 249,257,263 parsel sayılı taşınmazlarını teminat amacıyla devrettiğini, Seyfettin ile yapılan 1.1.1986 tarihli sözleşmede 15.8.1986 tarihinde Hüseyin’le yapılan 5.1.1986 tarihli sözleşmede ise 30.8.1986 tarihinde borcunu ödemesi halinde adı geçen davalılann taşınmazlarını iade edeceklerini taahhüt ettiklerini, borcunu zamanında ödeyemediğini bunun üzerine davalı Seyfettin’in aldığı taşınmazları kardeşleri olan davalı Selahattin ve Mehmet’e Hüseyin’inde davalı Mehmet’e devrettiğini, davalılara paralarını iade edeceğini bildirip taşınmazlarını kendisine devretmelerini istemesine rağmen davalıların buna yanaşmadıklarını ileri sürerek tapu kayıtlarının iptali ile müvekkili adına tesçilini istemiştir.

Bir kısım davalılar vekiti ise davacının borcunu kararlaştırılan süre içerisinde ödemediğini, çekişmeli taşınrnazların davalılar Seyfettin veHüseyin’in adına kayıtlı iken bir kısmını bu davalıların öteki davalılara devrettiklerini, satın alan davalıların iyi niyetli olduklarını MK.nun 638. maddesinde öngörülen on yıllık zaman aşımı süresinin geçtiğini davacının dayandığı sözleşmeler Noterlik Kanununun 60 ve 89, MK.nun 634 maddelerine uygun şekilde düzenlenmediğinden mülkiyetin davacıya devrine esas teşkil edemiyeceklerini esasen davacının borcunuda halen ödemediğini belirtip davanın reddini savunmuştur. Mahkemece taşınmazların alınan borç karşılığı temlik edildiği, tapuda satış şeklinde düzenlenen resmi sözteşmelerin muvazaalı olduğu daha sonra bir kısım taşınmazları devralan davalılarında iyi niyetli bulunmadıkları gerekçe gösterilerek tapu kayıtlarının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmiştir.

Toplanan delillere, taraflar arasında düzenlenen 1.1.1986 ve 5.1.1986 tarihli sözleşmelere tarafların iddia ve savunmalarına göre dava konusu taşınmazların ilk temliklerinin alınan borcun teminatı olarak yapıldığı sabittir. Esasen yanlar arasında bu hususta bir uyuşmazlık bulunmadığı gibi mahkemenin kabulüde bu yöndedir. Borcun teminatı olarak yapılan bu tür temliklerin inançlı işlem şeklinde nitelendirilmesi gerektiği gerek bilimsel alanda gerekse yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ortaklaşa kabul edilmektedir. İnançlı sözleşmeler inananın ( itimat edenin) bir hakkını belirli bir süre veya amaçla inanılana ( mutemede) geçirmeyi, inanılanın da inananın emir ve talimatlarına göre kullanıp amaç gerçekleşince veya süre dolunca hakkı tekrar inanana devretmeyi yüklendiği sözleşmeler olarak tanımlanabilir. İnançlı sözleşmelerdeki amaç gizlenmek, teminat, alacaklıdan mal kaçırmak, kanunların elverişsiz hükümlerinden kaçınmak, bir atacağın tahsili, malın idaresi, gibi nedenler olabilmektedir.

Uygulamada kredi sağlayan kurum ve kuruluşların istenilen miktarda ve süratte kredi vermemesi ihtiyaç sahiplerini bu kurum ve kuruluşların dışında kredi teminine zorlamakta, öte yandan verilen krediyi teminat altına alacak kefalet ve ipotek, rehin gibi şahsi ve ayni teminatlar kredi veren kişi veya kişilerce yeterli görülmediğinden bu tür özel kişilerden alınan borç karşılığında taşınmazların teminat maksadıyle devredilmesi yoluna başvurulmaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki, bilimsel alanda karma inançlı işlem olarak nitelendirilen teminat maksadıyla devirler öteki inançlı işlemler gibi mülkiyeti inanılana nakleden geçerli işlemler olup bu işlemle inanılan bir malikin hak ve yetkilerini kazanır ise de inanç sözleşmesinde kararlaştırılan yükümlülüklerini özellikle inançlı işlem sona erdikten başka bir anlatımla borç ödendikten sonra inanç konusunun, inanana iade etme borcunu yerine getirmesi gerekir. İnanılan en başta gelen bu yükümlülüğünü yerine getirmediği takdirde inanan, inanç sözleşmesinden doğan borcunu tamamen ödemek suretiyle inanç konusunun kendisine iade edilmesini her zaman isteyebilir.

İnananın inanç sözleşmesinden kaynaklanan bu kişisel hakkını ancak akidine karşı ileri sürebilmekte, inanç konusunun üçüncü kişilere devredilmesi halinde kural olarak onlardan isteyebileceği bir hakkı bulunmamaktadır. Ancak inanılan ile üçüncü kişi, inananın inanç borcunu tekrar alma hakkını ortadan kaldırmak amacıyla el ve düşünce birliği içerisinde muvazaalı bir işlem ( sözleşme) yapmaları halinde inananın söz konusu sözleşmenin muvazaa nedeniyle geçersiz olduğundan bahisle üçüncü kişi aleyhine dava açabileceği de kuşkusuzdur.

İnançlı işlem inanç sözleşmesine dayandığından sözleşmelere ilişkin zaman aşımı hükümlerinin inançlı işlemlere de uygulanacağı bu sürenin inançlı işlemin türüne göre kıyasen tatbik edilerek vekalet ve rehin hükümlerine göre belirleneceği gerek uygulamada gerekse doktirinde baskın görüş olarak benimsenmektedir. Nevarki zaman aşımı süresinin başlaması için inanç ilişkisi sona ermeli veya alacak muaccel hale gelmelidir. Bu itibarla inanç sözleşmesi sona ermediği inanç konusu inanılan da, alınan para inanan da kaldığı sürece zaman aşımı süresinin başlamasına olanak yoktur. Açıklanan kuralın doğal sonucu olarak taraflar borcun ödenmesi için bir süre kararlaştırmış ve, borç bu süre içerisinde ödenmemiş olsa dahi inanç ilişkisi devam ettiğinden inanç konusunun iadesi için dava açılabilir. İnanılan, kararlaştırılan sürenin geçtiğinden bahisle inanç konusunu iade etme yükümlülüğünün sona erdiğini ileri sürerek iade borcunu yerine getirmemezlik yapamaz. Keza kararlaştınlan süre içerisinde borcun ödenmemesi halinde inanç konusunun inanılana geçeceği, inananın dava açamıyacağı yönünde inananın müzayakasından yararlanılarak sözleşmeye konulan böyle bir koşul MK.nun 788 ve 863 maddelerinin buyurucu hükümlerine aykırı düşeceğinden geçersiz olup, sözleşme serbestisi kuralına dayanılamaz. Aksinin kabulü halinde borç veren borç alanın darda kalmasından yararlanarak daima inanç sözleşmelerine böyle bir hüküm koymak suretiyle söz konusu madde hükümlerinden kurtulma ve borç verdiği kişinin malını veya hakkını çok az bir bedel ile eline geçirme onu istismar etme olanağını elde etmiş olurki bu husus sözleşme hukukunun genel prensiplerine, ahlaka, kanun koyucunun amacına ters bir sonuç doğurur ve tefedliği teşvik eder. Nitekim böyle sözleşmelerin batıl olduğu BK.nun 19 ve 20. maddelerinde hükme bağlanmıştır. Somut olayda davacının dava konusu taşınmazlarını aldığı borç para karşılığı davalılardan Seyfettin ve Hüseyin teminat maksadı ile devretmek zorunda kaldığı, davalı Seyfettin’in kardeşleri olan davalı Hüseyin’in paydaş bulunan öteki davalılara muvazalı temliklerde bulundukları, 1.1.1986,15.9.1986 tarihli inanç sözleşmeleri toplanan tüm deliller ve belirlenen olgularla sabittir. Bu durumda mahkemece iptal ve tescile karar verilmesi doğrudur.

Ancak, davacının karşılıklı edimleri içeren inanç sözleşmesine dayanarak inanç konusu taşınmazların tapu kayıtlarının iptalini ve adına tescilini isteyebilmesi için Borçlar Kanununun 81. maddesi uyarınca öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur.

Hal böyle olunca, davacıya aldığı borç para miktarının mahkeme veznesine depo etmesi için önel verilmesi, yatırdığı takdirde bu paraların verdikleri borç oranında davalılardan Seyfettin ve Hüseyin ödenmesi koşuluyla tapu kayıtlarının iptal ve davacı üzerine tesciline karar verilmesi gerekirken, Borçlar Kanununun 81. rnaddesinin göz ardı edilmesi suretiyle yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir. Davalıların temyiz itirazlan değinilen nedenle yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan sebebe hasren sonuçta oybirliği, gerekçede oyçokluğu ile ( BOZULMASINA), alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 30.10.2000 tarihinde karar verildi.

KARŞI OY YAZIS1

İnanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın inanılan tarafından inanana geri verme ( iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek, rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikteri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunca bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.

Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana ( alacaklıya) geçmiştir.

Taşınmazda inanarak satanın ( borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan MK.nun 788. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel Kurulunun 23.5.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. ( Borçlar Kanunu mad. 81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredile hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler.

Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akid hükümleri de Borçlar Kanunu 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etrnediği sürece geçerli sayılır.

İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için, dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi ; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir.

Eldeki davada, geçerli bir inanç sözleşmesi bulunduğu, anılan sözleşmenin 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı Içtihatları Birleştirme Kararında öngörülen ispat koşulunu içerdiği tartışmasızdır.

Ayrıca, sözleşmeyle borç için ödeme zamanı belirlendiği, vadede borcun ödenmediği de sabittir. O halde alacağını tahsil edemeyen alacaklının, yukarda değinildiği üzere, teminat için temlik edilen şeyi “ifa” uğruna “edim” olarak alıkoyma hakkının doğduğu kabul edilmelidir. Kuşkusuz, şeyin değerinin alacaktan fazla olması halinde, artan miktar veya değer yönünden iade borcu doğacağı muhakkaktır.

Taraflar arasında düzenlenen inanç sözleşmesinde belirlenen sürede uygulama yeri olan Borçlar Kanunun 81. maddesi hükmünün, sözleşmeyle öngörülen zamandan 10 yılı aşkın bir süre geçtikten ve çekişmeli taşınmazlar birçokkez el değiştirdikten sonra uygulanırlığını kâbul etmek olanaksızdır.

Açıklanan nedenlerle, yerel mahkeme kararının bozulması gerektiği düşüncesiyle Sayın Çoğunluğun bozma gerekçesine katılmıyoruz.

Exit mobile version