MAL REJİMİNİN TASFİYESİ- KATKI PAYI ALACAĞI- MUVAZAALI SATIŞ-BEDELİ ÖDENEREK SATIN ALINAN TAŞINMAZIN TAŞINMAZIN OLARAK BAĞIŞ KABUL EDİLEMEYECEĞİ

T.C
YARGITAY
8. Hukuk Dairesi
ESAS: 2016/19808
KARAR:2019/148

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi
Katılma Alacağı

Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kabulüne birleşen davanın reddine karar verilmiş olup hükmün davalı-birleşen davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.

..K. A R A R

Davacı-birleşen davada davalı … vekili, dava dilekçesinde belirtilen …’de 114 ada 30 parseldeki 6 nolu bağımsız bölüm ile …’de 1106 ada 1 parseldeki 7 nolu bağımsız bölümün edinilmiş mal olduğunu, söz konusu taşınmazların boşanma dava tarihinden önce son 1-2 ay içinde davacıdan mal kaçırma amacıyla satıldığını açıklayarak mal rejiminin tasfiyesi ile fazlaya ilişkin haklar saklı olmak üzere …’deki taşınmaz için 30.000 TL ve …’deki taşınmaz için 112.500 TL olmak üzere toplam 142.500 TL’nin davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiş, 03.05.2016 tarihli dilekçesi ile talebini toplamda 336.450 TL’ye yükseltmiş, birleşen davanın reddini savunmuştur.

Davalı-birleşen davada davacı … vekili, davanın reddini savunmuş, birleşen dava dilekçesinde belirtilen …’de 336 ada 2 parseldeki 6 nolu bağımsız bölümün 2002 yılından önce evlilik birliği içinde müvekkili tarafından alındığını, fakat Satiye adına tescil edildiğini ve Satiye tarafından muvazaalı olarak satıldığını açıklayarak, mal rejiminin tasfiyesi ile taşınmazın yarı oranındaki hissesinin birleşen davacı adına tesciline yahut birleşen davacının payına düşen bedelin iadesine karar verilmesini istemiş, dava değerini 10.000 TL olarak göstererek bu değer üzerinden peşin harç yatırmış, 19.11.2015 tarihli dilekçe ile talebini toplamda 165.000 TL’ye yükseltmiştir.

Mahkemece davacının davasının kabulüne 336.450 TL katılım alacağından 142.500 TL’sinin davalıdan tahsiline, 193.950 TL’sinin ise karar tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline, birleşen davanın reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davalı-birleşen davada davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1. a) Davalı-birleşen davada davacı vekilinin tasfiyeye konu …’de 114 ada 30 parseldeki 6 nolu bağımsız bölüme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde;

Maddi olayları ileri sürmek taraflara, hukuki nitelendirme yapmak ve uygulanacak kanun maddelerini belirlemek hakime aittir (6100 Sayılı HMK mad.33). İddianın ileri sürülüş şekline göre dava, artık değere katılma alacağı isteğine ilişkindir.

Eşler, 24.01.1973 tarihinde evlenmiş, 05.10.2012 tarihinde açılan boşanma davasının kabulüne ilişkin hükmün, kesinleşmesiyle boşanmışlardır. Mal rejimi boşanma davasının açıldığı tarih itibarıyla sona ermiştir (TMK mad.225/son). Sözleşmeyle başka mal rejiminin seçildiği ileri sürülmediğinden evlilik tarihinden 4721 Sayılı TMK’nin yürürlüğe girdiği 01.01.2002 tarihine kadar mal ayrılığı (743 Sayılı TKM mad.170), bu tarihten mal rejiminin sona erdiği tarihe kadar ise, edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir (4722 Sayılı Yasa mad.10, TMK mad.202/1). Tasfiyeye konu 114 ada 30 parseldeki 6 nolu bağımsız bölüm, eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu 11.03.2009 tarihinde satın alınarak davalı eş adına tescil edilmiş, boşanma dava tarihinden önce 31.08.2012 tarihinde 3.kişiye satılarak devredilmiştir. Mal rejiminin tasfiyesinde eşlerin bağlı bulunduğu rejime ilişkin hükümler uygulanır (TMK mad.179).

Mahkemece, taşınmazın devrinin muvazaalı olduğu, hükme esas alınan bilirkişi raporundan hareketle devir tarihindeki değeri olan 72.900 TL’nin edinilmiş mallara eklenmesi gerektiği gerekçesiyle yazılı şekilde karar verilmişse de, gerekçe dosya kapsamına uygun düşmemektedir. Şöyle ki, tasfiyeye konu taşınmaz davalı eş adına kayıtlı iken boşanma dava tarihinden önce 31.08.2012 tarihinde 3.kişiye satılarak devredilmiş olup, davalı eş borçları nedeniye taşınmazı sattığını savunmuş ve 30.12.2014 tarihli yargılama oturumunda banka yazıları ve dekontları ile icra müdürlüğü yazıları olmak üzere muhtelif sayıda borç ödeme belgelerini dosyaya ibraz etmiştir. Ne var ki, Mahkemece söz konusu savunma üzerinde yeterince durulmamış, bu yönde yeterli inceleme ve araştırma yapılmamıştır. Mahkemece söz konusu savunmaya yönelik belgelerin getirtilerek dosya arasına konulması, hüküm kurulurken göz önünde bulundurulması, savunma üzerinde durulup tartışılıp değerlendirilmesi ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.

b) Davalı-birleşen davada davacı vekilinin tasfiyeye konu …’deki 1106 ada 1 parseldeki 7 nolu bağımsız bölüme yönelik temyiz itirazlarına gelince;

Mahkemece taşınmazın boşanma dava tarihi itibariyle davalının malvarlığında olup en son belirlenen sürüm değerinin tasfiye hesabında yer alacağı, bu değerin 600.000 TL olduğu gerekçesiyle yazılı şekilde karar verilmişse de, gerekçe dosya kapsamına uygun düşmemektedir. Şöyle ki, davacı vekili dava dilekçesinde, anılan taşınmazın davalı eş tarafından satıldığını, satışından elde edilen gelirin yarısının yasal olarak davacıya ait olduğunu iddia etmiş, davalı vekili ise cevap dilekçesinde, tasfiyeye konu taşınmazın birikmiş borçlardan kaynaklanan icra takiplerini sonlandırmak üzere davalı eş tarafından satıldığını savunmuştur. 2012/85 esas sayılı aile konutu şerhi konulması davasında mahkemece celp edilen 03.02.2012 tarihli tapu kaydı, dosya arasındaki 07.11.2014 tarihli değer raporu ekinde yer almakta olup, tasfiyeye konu taşınmaz davalı eş adına kayıtlı gözükmektedir. Taraflarca tasfiyeye konu taşınmazın satıldığı ileri sürülmesine rağmen mahkemece son maliki gösterir tapu kaydı ilgili Tapu Müdürlüğünden celp edilmemiştir. Mahkemece ilgili Tapu Müdürlüğünden son maliki gösterir tapu kaydı ile varsa tedavüle esas kayıtlar getirtilerek dosya arasına konulması ve hüküm kurulurken göz önünde bulundurulması gerekirken eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamıştır.

c) Davalı-birleşen davada davacı vekilinin tasfiyeye konu …’deki 336 ada 2 parseldeki 6 nolu bağımsız bölüme yönelik temyiz itirazlarına gelince;

Mahkemece, her ne kadar birleşen davada davacı tarafından taşınmazın devrinin muvazaalı olduğu, mal kaçırma kastıyla yapıldığı, birleşen davada davalının geliri olmadığı, bu taşınmazın kendi çalışması karşılığında alındığı, birleşen davada davalı üzerine kaydedildiği iddia edilmiş ise de, … 5.Asliye Hukuk Mahkemesinin 2014/495 E. sayılı dava dosyası ile bu konuda açılan muvazaa nedenine dayalı tapu iptal ve tescil davasının muvazaa ispat edilemediğinden reddine karar verildiği, devirde muvazaa bulunmadığı kanaatine varıldığı, taşınmazın 14.09.1999 tarihinde satın alındığı, birleşen davacının iddiasına göre taşınmazın kendisi tarafından birleşen davalı üzerine kayıtlandığı, bu iddiaya göre taşınmazın birleşen davalıya hibe edildiğinin kabul edilmesi gerektiği, bu durumda da birleşen davalının kişisel malı olduğu ve tasfiyeye girmeyeceği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş olup, bu gerekçe kısmen dosya kapsamı ile örtüşmemektedir.

Şöyle ki; 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 285. maddesine göre bağış (hibe), bağışlayanın sağlararası sonuç doğurmak üzere, mal varlığından bağışlanana karşılıksız olarak kazandırma yapması olarak tanımlanmıştır. Öğretide ise, bağışlayanın bir karşılık (ivaz) almaksızın, bağışlananın mal varlığında bir artış sağlamak, zenginleştirmek amacıyla mal varlığından belirli değerleri ona vermesi olarak tarif edilmiştir (Aydoğdu, Murat/Kahveci, Nalan: Türk Borçlar Hukuku Özel Borç İlişkileri, … 2013, s. 344, Yavuz, Cevdet: Türk Borçlar Hukuku Özel Hükümler, 6. B., … 2002, s. 222). Her somut olayın özelliklerine göre, bağış iradesi açıkça ortaya konulabileceği gibi gizli (örtülü) şekilde de yapılabilir. Bu nedenledir ki, bir kısım kazandırmalar, bağışa benzese de kazandırmanın salt bağışlama amacıyla yapılmaması nedeniyle bağışlama olarak nitelendirilemez. Ahlaki bir ödevin yerine getirilmesi de bağışlama sayılmaz (TBK mad.285/3).

Evlilik birliğinin ömür boyu süreceği inancının hakim olduğu düşünceyle, ortak yaşamı ve geleceği güvence altına almak amacıyla, beraberlikten doğan dayanışmayla ve karşılıklı güvene dayanarak, örf ve adete uygun olarak eşlerin birlikte yatırım yapmaları bağış olarak değerlendirilemez. Eşler arasında dayanışma, güven ve sadakat esastır. Gelecekte aile üyelerinin yararlanacakları beklentisiyle birlikte malvarlığı edinme çabaları, eşlerden birinin sebepsiz zenginleşmesiyle sonuçlanmamalıdır.

Bu açıklamalar nedeniyle, devredene ağır yükümlülük getiren kazandırmanın bağış olarak değerlendirilmesi için, bağış amacını taşıyan davranış ve iradenin duraksamaya yer vermeyecek şekilde olması gerekir.

Bağışlamanın yukarıda açıklanan öğeleri gözetildiğinde, bir eşin diğer eşe ait bir malvarlığına yaptığı her katkının ya da kazandırmanın bağışlama olmayacağı kabul edilmektedir (Gümüş, M. Alper: 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’na göre Borçlar Hukuku Özel Hükümler, C. 1, 3. B., … 2013, s. 205; Zeytin, Zafer:Edinilmiş Mallara Katılma Rejimi ve Tasfiyesi, 2.B., … 2008, s. 144).

Somut olayda; birleşen davacı vekili dava dilekçesinde, birleşen davalının ev hanımı olup geliri bulunmadığını, tasfiyeye konu taşınmazın birleşen davacı tarafından satın alındığını, fakat tapuda birleşen davalı adına kaydettirildiğini iddia etmiştir. Dairemizin uygulamalarına göre, duraksamaya yer vermeyecek şekilde bağış iradesini ortaya koyacak beyan ve davranış yoksa, salt davacı tarafından bedeli ödenerek taşınmazın davalı adına tescil edilmesi işlemi tek başına bağış olarak kabul edilmesi için yeterli değildir. Bu itibarla eldeki davada davacının ve davalının beyanlarının bağış iradesini gösterir nitelik taşımadığı anlaşılmaktadır.
Maddi olayları ileri sürmek taraflara, hukuki nitelendirme yapmak ve uygulanacak kanun maddelerini belirlemek hakime aittir (6100 Sayılı HMK mad. 33). İddianın ileri sürülüş şekli ve taşınmazın 14/09/1999 edinme tarihine göre dava, katkı payı alacağı isteğine ilişkindir.

01.01.2002 tarihinden önce 743 Sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin (TKM) yürürlükte olduğu dönemde, eşler arasında yasal mal ayrılığı rejimi geçerliydi (TKM mad.170). TKM’de, mal rejiminin tasfiyesine ilişkin düzenleme mevcut olmadığından, eşlerin bu dönemde edindikleri mal varlığının tasfiyesine ilişkin uyuşmazlık, aynı kanunun 5.maddesi yollamasıyla Borçlar Kanunu’nun genel hükümleri göz önünde bulundurularak “katkı payı alacağı” hesaplama yöntemi kurallarına göre çözüme kavuşturulacaktır. Zira Borçlar Kanunu, Medeni Kanunun tamamlayıcısı olarak kabul edilmiştir (eBK mad.544, TBK mad.646).

Mal ayrılığı rejiminde; eşler kendi malları üzerinde tasarruf yetkisine ve intifa hakkına sahiptir ve mallarının idaresi kendisine aittir (TKM mad.186/1). Her birinin malları, geliri ve kendi kazançları yine kendilerine ait kişisel mallarıdır (TKM mad.189). Kadın veya kocanın, diğerinin mal rejiminin devamı sırasında edindiği mal varlığına katkısı nedeniyle katkı payı alacağı isteyebilmesi için, mutlaka para ya da para ile ölçülebilen maddi veya hizmet değeriyle katkıda bulunması gerekir. Bu katkı, ziynet, miras veya bağış yoluyla elde edilen başka mal varlıklarının kullanılması ile toplu olarak yapılabileceği gibi, çalışan eşin gelirleriyle de yapılması mümkündür. Çalışarak, düzenli ve sürekli gelire (maaş, gündelik, kar payı vb.) sahip eşin, aksi kanıtlanmadıkça diğer eşin sahip olduğu mal varlığına yapabileceği tasarruf oranında katkıda bulunduğunun kabulü gerekir. Yargıtayın ve Dairemizin devamlılık gösteren uygulamaları da bu yöndedir.

Mal ayrılığı rejiminin geçerli olduğu dönemde edinilen tasfiyeye konu mala, eşlerin, hem başka mal varlıkları (ziynet, miras, bağış vb.) kullanılarak, hem de çalışma karşılığı elde ettikleri düzenli gelirleriyle katkıda bulunduklarının ileri sürüldüğü durumlarda; öncelikle, tasfiyeye konu malın edinildiği tarih itibarıyla başka mal varlıklarından elde edilen toplu para ile yapılan katkının, dava konusu malın bedelinin tamamı karşısındaki oranı saptanmalıdır. Bundan sonra da, kalan miktara her bir eşin çalışmaları ile elde ettikleri düzenli gelirleriyle katkıda bulunduklarının kabulü ile oranları ayrı ayrı belirlenmelidir.

Buna göre, öncelikle toplu katkının satın alma tarihindeki parasal değeri ile tasfiyesi istenen malın hem edinme bedeli hem de dava tarihindeki sürüm (rayiç) değerleri ayrı ayrı tespit edilmelidir.

Dava konusu mal varlığına, başka mal varlıklarından elde edilen toplu para ile yapılan katkının dışında kalan bölümüne eşlerin çalışmaları karşılığı elde edilen düzenli gelirlerle yapılan katkı oranının belirlenmesi bakımından ise; öncelikle evlenme tarihinden, malın edinildiği tarihe kadar, eşlerin çalışma sürelerine ve gelirlerine ilişkin belgeler bulundukları yerlerden eksiksiz olarak getirtilmelidir. Çalışma sabit olmasına rağmen, çalışılan bir kısım döneme ilişkin belgelere ulaşılamaması durumunda, ilgili meslek kuruluşlarından ve/veya bilirkişilerden o döneme ilişkin yaklaşık gelir durumu sorulup belirlenerek, malın edinildiği tarihe kadar ki eşlerin tüm gelirleri ayrı ayrı saptanmalıdır. Sonra, her bir eşin alışkanlıkları, ekonomik ve sosyal statüleri gözetilerek, kişisel harcamaları ile ayrıca kocanın 743 Sayılı TKM’nin 152. maddesi gereğince evi geçindirme yükümlülüğü nedeniyle yapabileceği harcama kendi gelirlerinden düşülerek ayrı ayrı yapabilecekleri tasarruf miktarları tespit edilmeli, daha sonra her bir eşin tespit edilen tasarruf miktarının birlikte gerçekleştirdikleri toplam tasarruf miktarı içindeki oranı belirlenmelidir. Bulunan bu oranlar, eşlerin çalışmaları karşılığı elde ettikleri düzenli gelirleriyle tasfiye konusu mal varlığına yaptıkları katkı oranını göstermektedir.

Yukarıda açıklanan yöntemlerden yararlanılarak ayrı ayrı tespit edilen toplu para ve düzenli gelirlerle yapılan katkı oranları, birleştirilmek suretiyle değerlendirilerek, tasfiyeye konu mal varlığının dava tarihindeki sürüm (rayiç) değeri ile çarpılarak her bir eşin katkı payı alacağı miktarı bulunur.

Açıklanan değer tespiti, belirleme ve hesaplamaların yapılabilmesi için gerek görülmesi durumunda konusunun uzmanı bilirkişi veya bilirkişilerden de yardım alınmalıdır. Tasfiyeye konu birden fazla malın bulunması durumunda, her biri için aynı yöntem uygulanır.

Tasfiyeye konu taşınmaz hakkında … 5.Asliye Hukuk Mahkemesinin 2014/495 esas sayılı dava dosyası ile muvazaa nedeniyle tapu iptal tescil davası görülmekte ise de, anılan taşınmazın boşanma dava tarihinden önce satıldığı taraflarca ve bir kısım tanıklarca da beyan edilmektedir. Zira anılan taşınmaza ilişkin tapu kaydından taşınmazın 14.09.1999 tarihinde davacı-birleşen davada davalı kadın adına satın alındığı, boşanma dava tarihinden 11 gün önce 24.09.2012 tarihinde 3. kişiye satıldığı anlaşılmaktadır. Satış bedelinin 11 günlük süre içerisinde harcanması hayatın olağan akışına uygun olmadığı gibi birleşen davalı tarafça da bu durumun aksi kanıtlanamadığından mahkemece anılan taşınmazın mal rejiminin sona erdiği tarihte mevcut olduğu kabul edilerek tasfiyede göz önünde bulundurulması, iddia ve savunma çerçevesinde yukarıda belirtilen Daire ilke ve uygulamalarına göre tarafların katkı oranları belirlendikten sonra talep miktarı da gözetilerek hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçelerle davanın reddine karar verilmesi de doğru olmamıştır.

SONUÇ: Davalı-birleşen davada davacı vekilinin temyiz itirazlarının yukarıda (1-a), (1-b) ve (1-c) nolu bentte yazılı nedenlerle kabulüyle hükmün 6100 Sayılı HMK’nin Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 Sayılı HUMK’un 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’un 440/I maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine, 09.01.2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

TAPU KAYDINDA İSİM DÜZELTİM DAVASI- KİMLİK BİLGİLERİ DÜZELTİLİRKEN, TAŞINMAZ MALİKİNİN DEĞİŞMEMESİ VE MÜLKİYET AKTARIMINA NEDEN OLUNMAMASI GEREKİR

T.C
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi
ESAS:2017/1129
KARAR:2018/9900

“İçtihat Metni”
….

Taraflar arasında görülen tapu kaydında düzeltim davası sonunda, yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi ….’un raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

-KARAR-

Dava, tapu kaydında düzeltim isteğine ilişkindir.

Davacı, mirasbırakan annesi … …. ait 1011 parsel sayılı taşınmaza ait tapu kaydında malik isminin “ ….. olarak yazıldığını ileri sürerek, anılan kaydın nüfus kayıtlarına uygun şekilde….. olarak düzeltilmesini istemiştir.

Davalı, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, iddianın ispatlanamadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

Toplanan deliller ve dosya içeriğinden eski 1011 parsel (yeni 206 ada 61 parsel ) sayılı, tarla vasıflı 4.747,82 m2 büyüklüğündeki taşınmazın tamamının “ ….l” adına kayıtlı olduğu, taşınmazın kadastro tutanağının edinme sebebi olarak “ senetsizden, tapu kaydı bulunmayan bu gayrımenkul … kızı …. ‘nın satın almak suretiyle tahminen 50 seneyi mütecaviz bir zamandan beri nizasız ve fasılasız malik sıfatıyla zilyedinde iken 1945 yılında kızı ……. kayıtsız ve şartsız bağışladığı ve vergi kaydında bu yere ait olduğu ve … …..da halen nizasız ve fasılasız malik sıfatıyla zilyedinde ve tasarrufunda olduğu” hususunun belirtildiği anlaşılmaktadır.

Bilindiği üzere tapu kaydında düzeltim davalarında taşınmazların, kadastro tespiti ya da tapuya tescili sırasında mülkiyet hakkı sahibinin adı, soyadı, baba adı gibi kimlik bilgilerinin kayda eksik ya da hatalı işlenmesi, kayıt düzeltme taleplerinin kaynağını oluşturur. Bu tür işlerde kimlik bilgileri düzeltilirken, taşınmaz malikinin değişmemesi, diğer bir anlatımla mülkiyet aktarımına neden olunmaması gerekir.

Hemen belirtmek gerekir ki, Bakanlar Kurulunun 27.07.2013 tarih ve 2013/5150 sayılı kararı ile kabul edilerek 17.08.2013 tarih ve 28738 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren yeni Tapu Sicili Tüzüğünün 75. maddesinde ‘’ (1) Kadastro çalışmalarından kaynaklanan malikin veya hak sahibinin adı, soyadı ve baba adına ilişkin tapu kütüğündeki yazım hataları ilgilisinin başvurusu üzerine;

a) Senetsizden tespitlerde; nüfus kayıt örneği ve taşınmazın bulunduğu belediye veya muhtarlıktan alınacak fotoğraflı ilmühaber,

b) Kayda dayalı tespitlerde; dayanağı kayıt ve belgeler, incelenmek ve gerektiğinde tanık ve varsa tespit bilirkişileri dinlemek ve zeminde inceleme yapmak suretiyle istemin gerçek hak sahibinden geldiği belirlenirse, istem yevmiye defterine kaydedilerek düzeltilir.

(2) Zeminde inceleme, kadastro müdürlüğü teknik personeli ile birlikte yapılır ve inceleme neticesinde teknik rapor düzenlenir. Zeminde incelemede, komşu parsel malikleri, muhtar ve diğer ilgililer dinlenir; vergi kaydı ve diğer her türlü bilgi ve belgeden yararlanılır.

(3) Tapu sicilindeki bilgilerin güncellenmesi ve eksikliklerin giderilmesinde de yukarıdaki fıkralar uygulanır.

(4) Bu madde hükümleri uyarınca kayıt düzeltmeleri için müdürlüklere başvuru yapılması zorunludur. ‘’ düzenlemesine yer verilmiştir.

Yukarıda anılan Tüzüğün 75/4. maddesinde düzenlendiği üzere tapu kaydında düzeltim istemli bir dava açmadan evvel müdürlüklere başvuru yapılması zorunlu tutulmuş ise de, bu zorunluluğun müdürlüğün verdiği kararlara karşı itiraz yollarının tüketilmesi aşamasını kapsamadığı ortadadır.

O halde eldeki davada, davacıların tapu müdürlüğüne başvuru zorunluluğunu yerine getirdiği anlaşılmakla işin esasına girilerek bir karar verilmesi gerektiği kuşkusuzdur.

Öte yandan, taşınmazların, kadastro tespiti ya da tapuya tescili sırasında mülkiyet hakkı sahibinin adı, soyadı, baba adı gibi kimlik bilgilerinin kayda eksik ya da hatalı işlenmesi, kayıt düzeltme taleplerinin kaynağını oluşturur. Bu tür işlerde kimlik bilgileri düzeltilirken, taşınmaz malikinin değişmemesi, diğer bir anlatımla mülkiyet aktarımına neden olunmaması gerekir.

Bu tür işler, 6100 sayılı HMK’nin 382/9-ç maddesi gereğince çekişmesiz yargı usulüne göre sulh hukuk mahkemesinde ve taşınmazın aynına ilişkin bulunduğundan, aynı Kanunun 12. maddesi uyarınca taşınmazın bulunduğu yer mahkemesinde görülür ve işin niteliği itibarıyla maktu harç alınır.

Tapuda kayıt düzeltilmesi ve tespit taleplerini, tapu maliki ile mirasçıları isteyebilir.

Bunun yanı sıra, 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe giren Türk Medeni Kanununun 702. maddesinin son fıkrası gereğince ortaklardan her birinin topluluğa giren hakların korunmasını sağlayabileceği ve bu korumadan bütün ortakların yararlanabileceği öngörüldüğünden elbirliği mülkiyetinde, ortaklardan her hangi biri de tek başına tapuda murisin kimlik bilgilerinin düzeltmesini isteyebilir. Ayrıca bu işlerin, bir başka dava nedeniyle verilen yetkiye dayanılarak açılması da mümkündür. Böyle bir yetki verildiğinde yetkiye dayanarak talep eden kişinin takip yetkisi vardır.

HMK’nin geçici birinci maddesi gereğince “Bu Kanunun yargı yolu ve göreve ilişkin hükümleri, Kanunun yürürlüğe girmesinden önceki tarihte açılmış olan davalarda uygulanmayacağından” kanunun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonra yapılan taleplerin tapu müdürlüğüne ilgili sıfatıyla yöneltilerek yapılması gerekir.

Bu tür işlerde mahkemece sağlıklı bir inceleme yapılmalı ve kayıt maliki ile ismi düzeltilecek kişinin aynı kişi olduğu kuşkuya yer vermeyecek şekilde saptanmalıdır. Bu saptama yapılırken de aşağıda açıklanan yöntem izlenmelidir:
1-Kimlik bilgilerinde düzeltme yapılması veya tespiti istenen talep konusu taşınmazların tapu kayıtları (ilk tesis ve tedavülleriyle) ve kadastro tutanakları (tespit ve tescile esas alınan tüm dayanak belgeleriyle) ayrıca taşınmazlar kadastrodan sonra edinilmişse buna ilişkin tüm belgeler ile birlikte getirtilmelidir.

2-Nüfus müdürlüğünden, talep konusu taşınmazların tapu kayıtlarında malik olarak görünen kişi ile aynı kimlik bilgilerine sahip bir başka kişi veya kişilerin nüfus kayıtlarında bulunup bulunmadığı araştırılmalı, mevcut ise bu kişi veya kişiler duruşmaya çağrılarak telep konusu taşınmazlarda mülkiyet hakkı iddiaları bulunup bulunmadığı kendilerinden sorulmalı, kaydı düzeltilecek kişilerin nüfus kayıtları, tapu kayıtları ve dayanakları ile bağlantı kurulacak şekilde incelenmelidir.

3-Taşınmazın bulunduğu yerleşim yerinde zabıta aracılığı ile kayıt maliki ile aynı ismi taşıyan başka kişi veya kişilerin bulunup bulunmadığı da araştırılmalıdır.

4-İstem konusunda tanıklar dinlenmelidir.

5-Tüm bu araştırmalar sonucu hâlâ kesin bir kanaat oluşmamış ise mahallinde keşif yapılarak; tanıklar ve varsa tespit bilirkişileri taşınmaz başında dinlenmelidir.

Açıklanan bu hususlar çerçevesinde yapılacak inceleme ve araştırma sonucu, tapu ve nüfus bilgileri arasında bağlantı ve tutarlılık sağlandığında talebin kabulü yoluna gidilmelidir.

Talebin niteliği gereğince, yargılama harcı ve vekâlet ücreti maktu olarak belirlenmelidir.

Tapu müdürlüğü ilgili sıfatıyla yasal hasım olduğundan yargılama giderlerinden ve yargılama giderlerinden olan vekalet ücretinden sorumlu tutulmamalıdır.

Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; mahkemece yapılan araştırma ve incelemenin hükme yeterli ve elverişli olduğunu söyleyebilme olanağı bulunmamaktadır.

Hâl böyle olunca, yukarıdaki ilkeler doğrultusunda araştırma ve inceleme yapılması, tapulama tutanağında belirtilen 784 tahrir sıra nolu vergi kaydının ilgili merciinden istenmesi, yörede …. adında kişiler bulunup bulunmadığının zabıtaca, ayrıca kayıt maliki gözüken “ ….. kızı …… adında kayıtlı kişilerin olup olmadığının nüfus müdürlüğünden de araştırılması, gerektiğinde yerinde keşif yapılarak çekişmeli taşınmazın kim ya da kimler tarafından kullanıldığının saptanması, mahalli bilirkişiler belirlenerek keşif yerinde dinlenilmesi, böylelikle taşınmazın maliki ile davacının mirasbırakanının aynı kişi olup olmadığının duraksamaya yer bırakmayacak şekilde saptanması ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yetinilerek yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru değildir.

SONUÇ:Davacının yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün açıklanan nedenden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 07.05.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi

TAHSİS EDİLEN YAYLANIN KİRALANARAK YAYLADAN YARARLANMA HAKKI- ELATMANIN ÖNLENMESİ-YIKIM

T.C
YARGITAY
8. Hukuk Dairesi
ESAS:2018/1814
KARAR:2018/13333 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
DAVA TÜRÜ : Elatmanın Önlenmesi-Yıkım

Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş olup, hükmün duruşma yapılması suretiyle Yargıtay’ca incelenmesi bir kısım davalılar vekili ve asli müdahil vekili tarafından istenilmiştir. Dosya incelenerek işin duruşmaya tabi olduğu anlaşılmış ve duruşma için 29.05.2018 Salı günü tayin edilerek taraflara çağrı kağıdı gönderilmişti. Duruşma günü temyiz eden … vekili Avukat … geldi. … vekili Avukat …geldi. … Bölge Müdürlüğü vekili Avukat … geldi, karşı taraftan … ve … bizzat geldiler. … bizzat ve vekili Avukat …geldiler. Duruşmaya başlanarak temyiz isteğinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan ve hazır bulunanların sözlü açıklaması dinlendikten sonra duruşmaya son verilerek; dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR

Davacılar, … yaylası olarak maruf yaylanın … Komisyonunun 22.11.1958 günlü ve 60 numaralı kararı ile … köylerinden 12 aile ile birlikte 63 aileye intifa edilmek üzere dava dışı … köyü adına tahsis edildiğini, tahsis kararına göre … yaylasından … Köyünden 7, … Köyünden 3, … Köyünden 5 ve … Köyünden 1 ailenin istifade edeceğini, tahsis kararında adı geçen …’ın davacılardan …’ın babası, …’ın davacı …’ın dedesi, …’ın ise davacı …’a kira sözleşmesi ile kanuni intifa hakkını kullanmak üzere kiralayan şahıs olduğunu, davalıların … yaylasından yararlanma haklarının olmadığını, buna rağmen ev ve yapılar inşa etmek suretiyle çekişme konusu taşınmaza elattıklarını ileri sürerek, davalıların haksız elatmalarının önlenmesine ve yapıların yıkılmasına karar verilmesini istemişlerdir.

Davalılar, aralarında daha önceden sonuçlanan davalar sonucu kesin hüküm oluştuğunu, kendilerinin de yayladan yararlanma haklarının bulunduğunu belirterek, davanın reddini savunmuşlardır.

Davaya müdahil olarak katılan …Müdürlüğü, taşınmazın Camii Şerifi, …Vakfı ve … vakfına ait olduğunu ileri sürerek çekişmeli taşınmazın adlarına tescilini talep etmiştir.
Dava, yararlanma hakkına dayalı yaylaya elatmanın önlenmesi ve yıkım isteklerine ilişkindir.

Mahkemece, davacıların dava konusu yayladan yararlanma hakkının bulunduğu gerekçesiyle davanın kabulü ile davalıların elatmalarının önlenmesine ve davalılar tarafından yapılan yapıların yıkılmasına dair verilen karar Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 10.11.2009 günlü 2009/8786-12562 sayılı kararı ile “… somut uyuşmazlıkta davacılar, iddialarını … 47 numaralı Toprak Komisyonunun 22.11.1958 tarihli ve 60 sayılı kararına dayandırmıştır. Gerçekten, adı geçen kararda … yaylasının … köyünden 63 büyükbaş 520 küçükbaş hayvan varlığı olan 7 aileye, … köyünden 26 büyükbaş 80 küçükbaş hayvan varlığı olan 3 aile, Tekke köyünden 35 büyükbaş 150 küçükbaş hayvan varlığı olan 5 aile ile … köyünden 12 büyükbaş hayvan varlığı olan 1 aileye intifa hakkının verildiği anlaşılmaktadır. Görülüyor ki, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile tahsise yetkili makam olan toprak tevzi komisyonu çekişme konusu … yaylasının intifa hakkını sadece davacılar ile bağlantısı kurulan ve komisyon kararına ek listede adı geçen kişilere değil yine ekli listede isminden söz edilen Çağlayan, Sinanlı, Tekke ve … köyünden başkaca kişilere de bırakmıştır.

Diğer taraftan davacılar … Asliye Hukuk Mahkemesinin 2000/48, aynı yer Asliye Hukuk Mahkemesinin 2003/11 ve 2001/15 esasında kayıtlı açtıkları davaların lehlerine güçlü delil olduğunu ileri sürmüşlerse de, anılan dava dosyalarının incelenmesinden; mahkeme kararları ile davacıların lehine olan intifa hakları üzerinde … Köyü Tüzel Kişiliğinin çıkardığı muarazanın giderilmesine karar verildiği anlaşılmaktadır. Bu ilamlar davacılara sadece diğer intifa hakkı sahipleri gibi … yaylasından müştereken yararlanmaları hakkını sağlar.

Davacılara ilamların sağladığı hak bir mülkiyet hakkı olmadığından ve çekişmeli … yaylasında … Komisyonunun 22.11.1958 gün ve 60 sayılı kararında adları geçen davacılar dışındaki kişilerinde intifa hakları bulunduğundan bu yerde mandıra, suluk, sundurma ve süreklilik göstermeyen sığınacak bina, ağıllar ile sosyal tesislerin yer alması olağandır. Bu gibi yapılar yaylaktan yararlanmanın gerektirdiği bir sonuçtur. Dolayısıyla …yaylasından müştereken yararlanma hakkı bulunan davacılar yaylada bulunması olağan yapıların kaldırılmasını isteyemez. Yapılan bu açıklamalara göre mahkemece davanın reddi gerekirken daha önceki ilamlarla davacılara tanınan intifa hakkı mülkiyet hakkı gibi değerlendirilerek istemin hüküm altına alınması doğru görülmediğinden hükmün bozulması gerekmiştir. ” gerekçesiyle bozulmuştur.

Bu defa davacılar tarafından karar düzeltme isteği sonucunda Yargıtay 1.Hukuk Dairesi’nin 23.02.2011 günlü 2011/1608-1958 sayılı kararı ile ” Ne var ki, çekişmeli Yayla’dan yararlanma hakkı tanıyan Toprak Komisyonu Kararının eldeki davanın davalılarını kapsayıp kapsamadığı yönünden yerel mahkemece hükme yeterli bir soruşturma yapılmış değildir.

Hal böyle olunca, davalıların 22.11.1958 tarih, 60 Sayılı Karar kapsamında yer alıp almadıklarının, diğer bir deyişle çekişmeli Yayla’dan yararlanma hakları bulunup bulunmadığının kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açıklığa kavuşturulması ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik soruşturma ile yetinilmek suretiyle hüküm kurulması isabetsizdir. Açıklanan hususlar, karar düzeltme isteği üzerine yeniden yapılan incelemede saptandığından; davacıların karar düzeltme isteğinin HUMK.’nun 440. maddesi uyarınca kabulüne, 14. Hukuk Dairesinin 10.11.2009 tarih 8786-12562 sayılı ilamının ortadan kaldırılmasına …” gerekçesiyle bozulmuştur.

Mahkemece, bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda davalıların çekişme konusu yaylada kullanma hakkı tanınan ailelerden olmadıkları gerekçesiyle davalı …’ ye yönelik davanın feragat nedeniyle reddine, diğer davalılar bakımından davanın kabulü ile elatmalarının önlenmesine ve davalılar tarafından yapılan yapıların yıkılmasına, asli müdahil …Müdürlüğü’nün davasının reddine dair verilen karar, bir kısım davalılar vekili ve müdahil vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1- Dosya içeriğine, toplanan delillere, hükmün dayandığı yasal ve hukuksal gerekçeye ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre müdahil …Müdürlüğü’nün temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.

2- Bir kısım davalılar vekilinin temyiz itirazına gelince;

Dosya içeriği ve toplanan delillerden, … 47 numaralı Toprak Komisyonunun 22.11.1958 tarih, 60 sayılı kararından; çekişme konusu … Yaylası’nda … Köyü’nden 63 büyükbaş 520 küçükbaş hayvan varlığı olan 7 aileye, … Köyü’nden 26 büyükbaş 80 küçükbaş hayvan varlığı olan 3 aileye, Tekke Köyü’nden 35 büyükbaş 150 küçükbaş hayvan varlığı olan 5 aileye ve … Köyü’nden 12 büyükbaş hayvan varlığı olan 1 aileye intifa hakkı tanındığı, davacılardan …’ın kira sözleşmesi ile kanuni intifa hakkını kullanmak üzere kiralayan olduğu, dosya içeriğine alınan dava dosyalarının ;

a) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1953/112 E sayılı dosyası ile davacının … Köyü muhtarı … davalıların … v.d. olan elatmanın önlenmesi istekli davada mahkemece 25.05.1956 günlü 1956/65K sayılı ilamı ile davanın reddine dair verilen karar Yargıtay 1.Hukuk Dairesi’nin 24.11.1956 gün ve 1956/7546-5930 sayılı ilamı ile 1234 tarihli hücceti şeriye ve 1268 tarihli mektubun da nazara alınarak inceleme yapılması gerekçesiyle bozulduğu, bozma ilamınca 1957/98 E numarasını alan dosyada 1971/16 K sayılı ilamla 1234 ve 1236 tarihli hüccetler ve 1268 tarihli mektup içeriğine göre elatmanın önlenmesi davasının kabulüne karar verilerek kararın Yargıtay 1.Hukuk Dairesi’nin 02.03.1972 günlü 1972/1095-1124 sayılı ilamı ile bir kısım davalıların süresi geçtiğinden temyiz dilekçelerinin reddine, diğer davalıların temyiz itirzlarının reddiyle hükmün onanmasına karar verildiği, karar düzeltme isteğinin anılan Daire’nin 20.10.1972 günlü 1972/8081-6863 sayılı kararla reddine karar verildiği,

b) Yukarıda anılan mahkeme ilamına karşı davalılar … v.d.’nın 25.04.1973 tarihinde yargılamanın yenilenmesini talep ederek aşamalarda dosya numarasının1978/35E olduğu, Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 23.05.1985 tarihli merci tayini kararı sonucunda dosyanın … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1985/77E numarasını alarak anılan mahkemece 1989/27K sayılı kararı ile şeri ilamda adı geçen yerin Köknarderesi olmadığı gerekçesiyle yargılamanın yenilenmesi koşulları oluşmadığından davanın reddine karar verilerek, kararın Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 14.11.1989 günlü 1989/4819-9607 sayılı kararı ile onandığı,

c) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1976/18 D.iş sayılı dosyası ile davacılar … v.d. ‘nın aleyhine tedbir istenilen … Köyü Tüzelkişiliği’ne karşı açacakları elatmanın önlenmesi davasının sonuçlanıncaya kadar evlerin yıkılmasının engellenmesi amacıyla tedbir istenilmesi üzerine, mahkemece 09.06.1976 günlü karar ile isteğin kabulüne karar verildiği,

ç) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1977/6 D.iş sayılı dosyası ile davacılar … v.d. ‘nın … Köyü Tüzelkişiliği aleyhine tedbir istenildiği mahkemenin 10.06.1977 tarihli kararı ile tedbir isteğinin hüküm altına alındığı,

d) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1976/55E ve 1982/K sayılı dosyasında davacıların … v.d. davalının … Köyü Tüzelkişiliği olan yaylaya elatmanın önlenmesi istekli davada mahkemece davanın idari yargıda açılması gereken davalardan olduğu gerekçesiyle davanın görev yönünden reddine dair verilen karar Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 29.11.1982 günlü 1982/4692-6753 sayılı ilamı ile davanın asliye hukuk mahkemelerinde görülmesi gerektiği gerekçesiyle bozularak dava dosyası 1983/9E numarasını aldığı ve görevli olarak … Asliye Hukuk Mahkemesi’ne gönderildiği, bu defa …Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1985/75E ve 1989/88K sayılı dosyası ile davanın mahkemece 19.04.1989 günlü karar ile reddine karar verildiği, kararın Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 1989/4817-9606 sayılı ilamı ile onanmasına karar verilerek, karar düzeltme isteğinin 16.03.1990 günlü 1990/339-2701 sayılı ilamı ile reddine karar verildiği, davacılar … … v.d. tarafından yargılamanın yenilenmesi talep edilse de talebin mahkemece 27.04.2001 günlü 2000/19E ve 2001/27K sayılı ilamı ile reddine karar verildiği,

e) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1996/58E ve 1999/24K sayılı dosyasında davacılar … v.d. davalı … Köyü Tüzelkişiliği arasında yaylaya elatmanın önlenmesi istekli davada mahkemece davanın kesin hüküm nedeniyle reddine karar verildiği, kararın Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 02.11.1999 gün ve 1999/5763-7448 sayılı ilamı ile onanmasına karar verildikten sonra karar düzeltme isteği üzerine tahsis kararının hukuki geçerliliğini koruduğu ve … oğlu … mirasçısı olduğunu kanıtlayan …’ın davasının kabul edilmesi gerektiği diğer davacılar … ve …’in babaları sağ olduğundan bunların tahsis listesinde gösterilen aile reislerine nisbeten mirasçılıkları henüz doğmadığından karar düzeltme istekleri yerinde görülmediği yönünde 12.07.2000 günlü 2000/1344-4815 sayılı ilamı ile karar düzeltme isteğini adı geçen davacı yönünden kabul ettiği, davanın 2000/48E ve 2002/34K sayılı ilam ile davacı … bakımından davanın kabulüne karar verilerek Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 10.12.2002 günlü 2002/7763-8336 sayılı ilamı ile onanmasına karar verilerek, karar düzeltme isteğinin anılan Dairece 18.04.2003 günlü 2003/2482-3256 sayılı ilamla reddine karar verildiği,

f) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1996/59E ve 1999/25K sayılı dosyasında davacılar … Köyü Tüzelkişiği ve … davalı … Köyü Tüzelkişiliği arasında köknarderesi yaylasına davalıların elatmasının önlenmesi isteği ile açılan davanın mahkemece … Köyü Tüzelkişiliği bakımından kesin hüküm bulunduğu gerekçesiyle reddine, davacı … bakımından husumet nedeni ile reddine karar verildiği, kararın Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 02.11.1999 günlü 1999/5761-7447 sayılı ilamı ile onanmasına karar verildiği, karar düzeltme isteğinin anılan Dairece 12.07.2000 günlü 2000/1343-4814 sayılı kararla reddine karar verildiği,

g) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2001/15E ve 2002/35K sayılı dosyası ile davacılar … v.d.’nın davalı … Köyü Tüzelkişiliği aleyhine Alçakbel yaylasına elatmanın önlenmesi isteği ile açılan davada mahkemece davacı …’ın davasının kabulüne davacı …’ın davasının reddine dair verilen karar Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 10.12.2002 günlü 2002/7764-8338K sayılı ilamı ile kullanım hakkının kiralanmasının mümkün olduğu bu suretle davacı …’ın davasının dinlenme olanağı bulunduğu gerekçesiyle bozularak mahkemece 2003/11E ve 2003/22K sayılı ilamı ile davanın diğer davacı … bakımından da kabulüne karar verilmiş, karar Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 13.01.2004 günlü 2003/7877E ve 2004/114K sayılı ilamı ile onanmasına karar verilerek, karar düzeltme isteğinin de 12.10.2004 günü reddine karar verildiği,

ğ) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2001/3-4 D.iş sayılı dosyasında tedbir isteyen …’ın aleyhine tedbir istenilen … Köyü Tüzelkişiliği’ne karşı çekişmeli taşınmazın kullanım hakkına ilişkin dava süresince bina yapılmasının engellenmesi amacıyla tedbir talep ettiği, mahkemece 05.06.2001 tarihinde talebin kabulüne karar verildiği

h) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2002/7-8 D.iş sayılı dosyasında tedbir isteyen …’ın aleyhine tedbir istenilen …’e karşı çekişmeli taşınmaza inşa edilen evin yapımının durdurulması amacıyla açılan davanın mahkemenin 2000/48E sayılı dosyasının kesinleşmesine kadar 04.07.2002 tarihinde tedbire karar verildiği,

ı) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2003/27E sayılı dosyası ile davacılar … v.d. davalı … Köyü Tüzelkişiliği’ne karşı yapıların yıkılması istekli davada mahkemece 2004/16K sayılı ilam ile elatmanın önlenmesi kararının köy tüzelkişiliği aleyhine verildiği, yapıların gerçek kişilere ait olduğu gerekçesiyle davacılar … ve …’in davasının husumet yokluğundan reddine davacı … bakımından süresinde yenilenmediği gerekçesiyle davanın açılmamış sayılmasına dair verilen karar Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 10.05.2005 günlü 2005/1228-4486 sayılı ilamı ile onanarak taraflarca karar düzeltme yoluna başvurulmadığından 29.06.2005 tarihinde kesinleştiği,

i) … Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2004/6-8 D.iş sayılı dosyası ile davacılar … v.d.’nın dava konusu yaylaya mütecaviz kimselerin isim ve evlerinin tespitinin istenildiği anlaşılmaktadır.

Hemen belirtilmelidir ki, bozma kararına uyulmuş olmakla kazanılmış hak (usûli müktesep hak) kuralı uyarınca bozma kararında gösterilen şekilde inceleme yapılarak belirtilen hukuki esaslar gereğince karar verilmesi zorunludur. Bu hususun kamu düzeniyle ilgili olduğu tartışmasızdır.

Ne var ki; mahkemece bozma kararına uyulmasına rağmen, bozma gerekleri tam olarak yerine getirilmemiştir.

Şöyle ki, bozma kararı uyarınca Toprak Tevzi Komisyonunun 22.11.1958 günlü ve 60 numaralı kararına ekli listede adı geçen ailelerin davalıları kapsayıp kapsamadığı tespit edilmiş değildir.

Hal böyle olunca, davalılar vekilinin sunduğu ve sunacağı veraset ilamları ile 60 numaralı komisyon kararı uyarınca davalıların yaylada intifa hakkı sahibi ailelerden veya mirasçılardan olup olmadığının kesin olarak tespit edilmesi gerektiği halde bu yönde denetime elverişli bilirkişi raporu alınması gerekirken, noksan soruşturma ile yetinilerek sonuca gidilmesi doğru değildir.

3- Bilindiği gibi elatma haksız eylem olup, elatmanın önlenmesi davaları da fiilen elatan kişi ya da kişiler aleyhine açılır.

Somut olayda ise; mahkemece hükme yeterli bir araştırma yapıldığını söyleyebilme olanağı yoktur.

Şöyle ki; davalıların elatmalarının önlenmesine ve yıkıma karar verildiği halde hangi davalının nereyi kullandığı ve hangi yapıların davalılar tarafından kullanıldığı tespit edilmiş değildir.

Hal böyle olunca, aralarında harita mühendisi, inşaat mühendisi ve … mühendisinin de bulunduğu alanında uzman üç kişilik bilirkişi heyeti oluşturulmak suretiyle mahallinde yeniden keşif yapılması, elatılan yerin tespit edilmesi hangi davalının hangi evi kullandığının saptanması, her bir nokta krokiye yansıtılarak işaretlenmesi, toplanacak olan delillerin toplanan diğer delillerle birlikte değerlendirilerek hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken, eksik araştırma ve inceleme ile yetinilerek yazılı olduğu üzere karar verilmesi isabetsizdir.

4- Kabule göre de, çekişme konusu taşınmazda kadastro çalışması ve mera komisyonu çalışması yapılıp yapılmadığı ve bu hususta tutanak tanzim edilip edilmediğinin saptanmamış olması da doğru değildir.

SONUÇ: Bir kısım davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile temyiz olunan kararın (2), (3) ve (4) numaralı bentlerde açıklanan nedenlerle 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollaması ile HUMK’nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, müdahil Müdürlüğü’nün temyiz itirazlarının (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle REDDİNE, Yargıtay duruşmasının yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi hükümleri uyarınca 1.630,00 TL Avukatlık Ücreti’nin davacılardan alınarak Yargıtay duruşmasında avukat marifetiyle temsil olunan davalılara verilmesine, taraflarca HUMK’nun 440/I maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine 29.05.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İNANÇ SÖZLEŞMESİNE DAYALI TAPU İPTALİ VE TESCİLİ- İNANILANIN TAŞINMAZI ÜÇÜNCÜ KİŞİYE SATMASI

T.C

YARGITAY

1. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2006/3653

KARAR: 2006/5292

Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptal-tescil isteğine ilişkindir.

Mahkemece, sözleşme uyarınca alınan borç para miktarının belirtilen ödeme tarihinden yasal faizi ile birlikte davalı Mehmet’e ödenmek suretiyle çekişmeli taşınmazın tapusunun iptali ile temlik alan Nazife adına tesciline karar verilmiştir.

Dosya içeriğinden, toplanan delillerden dava konusu 1 parsel sayılı taşınmazdaki 3 nolu dubleks dükkânın davacı Serkan ile davalı Mehmet arasında düzenlenen “sözleşme” başlıklı tarihsiz belge uyarınca davalı Mehmet’e 12.12.2000 tarihinde satış suretiyle temlik edildiği, bilahare anılan yerin 21.03.2002 tarihli akitle dava dışı taşınmazlarla birlikte vekili Nihat aracılığıyla Yüksel’e satış yoluyla intikal ettirildiği görülmektedir.

Öte yandan davacının Borçlar Kanunu’nun 162. maddesi uyarınca eldeki davadaki hakkını Nazife’ye temlik ettiği de anlaşılmaktadır.

Davacı, söz konusu ilişki içerisinde temlik ettiği taşınmaza ilişkin isteğini inanç sözleşmesine dayandırmıştır.

Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırın bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.

Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı,aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.

Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.

Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı) gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.

Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan TMK’nın 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel Kurulu’nun 23.05.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.

Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir (Borçlar Kanunu m. 81). Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanunu’nun 19 ve 20. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.

İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkânsız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde herhangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.

İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.

Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.

Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.

Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.

Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanunu’nun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasası’nın 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

İçtihadı Bileştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.

Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.

İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi ve en geç sözleşme konusu işlem tarihinde düzenlenmiş olması gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme Kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılmaz.

Somut olaya gelince; taraflar arasındaki “sözleşme” başlıklı belgenin yukarıda açıklanan 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararında belirtilen anlamda inanç sözleşmesi niteliğini taşıdığı sonucuna varılmaktadır.

Yine yukarıda ifade edildiği üzere, inanç sözleşmesi ile taşınmazı temellük eden kişinin taşınmazı 3. kişiye temlikine bir engel yoktur. Nitekim davalı Mehmet, taşınmazı Yüksel’e satış suretiyle devretmiştir. Bu temlikin taraflar arasında mevcut olan sözleşmeyi hükümsüz kılmaya yönelik olduğu iddiası da kanıtlanmış değildir.

Bütün bu olgular karşısında mahkemece yapılacak işin; davacı Serkan’ın davalı Mehmet’ten aldığı borcun sözleşmede belirlenen ödeme tarihinden itibaren dava tarihine kadar ulaştığı faizli bakiyesi ile o tarih itibariyle temlik konusu taşınmazın değerinin belirlenmesi, borcun taşınmazın değerinden mahsubu ile bakiyesinin inanç sözleşmesinin tarafı olan davalı Mehmet’ten tahsili ile temlik alan davacı Nazife’ye ödenmesinden ibaret olacağı kuşkusuzdur.

Hal böyle olunca, yukarıda açıklanan hususlar gözetilmek suretiyle gerekli araştırmanın yapılması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir.

SONUÇ:Davalıların temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK’nın 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine 08.05.2006 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

İNANÇ SÖZLEŞMESİNE DAYALI TAPU İPTALİ VE TESCİL TALEBİNDE DAVACININ BULUNABİLMESİ İÇİN DAVACIYA ALDIĞI BORÇ PARA MİKTARINI MAHKEME VEZNESİNE DEPO ETMESİ İÇİN ÖNEL VERİLMESİ GEREĞİ

T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2007/989
K. 2007/1712
T. 21.2.2007

4721/m.873,949
743/m.788,863
5.2.1947 Tarih 20/6 Sayılı İBK

ÖZET : Davacının karşılıklı edimler içeren inanç sözleşmesine dayanarak taşınmazın tapu kaydının iptalini adına tescilini isteyebilmesi için Borçlar Yasasının 81. maddesi uyarınca öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur.

Hal böyle olunca, davacıya aldığı borç para miktarını mahkeme veznesine depo etmesi için önel verilmesi yatırdığı taktirde bu paranın davalıya ödenmesi koşuluyla tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasında görülen davada;

Davacı, davalıdan aldığı borcun teminatı olarak çekişme konusu taşınmazını tapuda davalı adına temlik ettiğini, borcunu davalının kızına ödediği halde taşınmazın kendisine iade edilmediğini ileri sürerek tapu iptali ve tescili isteğinde bulunmuştur.

Davalı, davacıya verdiği borcun teminatı olarak dava konusu taşınmazın tapuda adına temlik edildiğini, davacının borcunu ödemediğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, ödemenin kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Karar, davacı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi Şükran Dağlı İlgün’ün raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, düşünüldü:

KARAR : Davacı, davalıdan 4000,00 YTL.borç aldığını, bu bedele karşılık çekişme konusu taşınmazdaki 1/2 payını davalıya teminat olarak devrettiğini borcunu davalının kızı olan dava dışı Hayriye Ç’a ödediğini, davalı ile aralarında düzenledikleri 8.9.2001 tarihli belgede taşınmazın borcun teminatı olarak verildiğinin açıkça gösterildiğini, ancak, taşınmazın kendisine iade edilmediğini ileri sürerek tapu iptali ve tescili isteğinde bulunmuştur.

Davalı, 8.9.2001 tarihli belgeye istinaden davacıya 4000,00 YTL borç verdiğini, borç ödendiğinde iade edilmek üzere dava konusu taşınmazdaki 1/2 payın teminat olarak adına tapuda temlik edildiğini, ancak borcun ödenmediğini, davacı tarafından, yetkili temsilcisi olmayan dava dışı kızı Hayriye’ye yapıldığı iddia edilen ödemenin kendisini bağlamayacağını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, taşınmazdaki 1/2 payın davacının, davalıdan aldığı 4000,00 YTL borca karşılık olarak teminat amacıyla davalı adına tapuda tescil edildiği, bu hususun tarafların kabulünde olduğu ancak, davacı tarafından, borcun davalının yetkili temsilcisi olduğu iddia edilen dava dışı Hayriye Ç’a ödendiği belirtildiği, Hayriye Ç’ın davalı adına borcu tahsil etme yetkisinin bulunmadığı, davacının davalıya olan borcunun devam ettiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

İddianın açıklanan içerik ve niteliğine göre; davada inanç sözleşmesi hukuksal nedenine dayanıldığı açıktır. Bu tür bir iddianın 5.2.1947 tarih 20/6 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca ancak yazılı delille kanıtlanabileceği kuşkusuzdur.

Bilindiği üzere; inançlı sözleşmeler inananın ( itimat edenin ) bir hakkını belirli bir süre veya amaçla inanılana ( mutemede ) geçirmeyi, inanılanın da inananın emir ve teminatlarına göre kullanıp amaç gerçekleşince veya süre dolunca hakkı tekrar inanana devretmeyi yüklendiği sözleşmeler olarak tanımlanabilir. İnançlı sözleşmelerdeki amaç gizlenmek, teminat, alacaklıdan mal kaçırmak, kanunların elverişsiz hükümlerinden kaçınmak, bir alacağın tahsili, malın idaresi, gibi nedenler olabilmektedir.

Uygulamada kredi sağlayan kurum ve kuruluşların istenilen miktarda ve süratte kredi vermemesi ihtiyaç sahiplerini bu kurum ve kuruluşların dışında kredi teminine zorlamakta, öte yandan verilen kredi teminat altına alacak kefalet ve ipotek, rehin gibi şahsi ve ayni teminatlar kredi veren kişi veya kişilerce yeterli görülmediğinden bu tür özel kişilerden alınan borç karşılığında taşınmazların teminat maksadıyla devredilmesi yoluna başvurulmaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki, bilimsel alanda karma inançlı işlem olarak nitelendirilen teminat maksadıyla devirler öteki inançlı işlemler gibi mülkiyeti inanılana nakleden geçerli işlemler olup, bu işlemle inanılan bir malikin hak ve yetkilerini kazanır ise de inanç sözleşmesinde kararlaştırılan yükümlülüklerini özellikle inançlı işlem sona erdikten başka bir anlatımla borç ödendikten sonra inanç konusunun, inanana iade etme borcunu yerine getirmesi gerekir. İnanılan en başta gelen bu yükümlülüğünü yerine getirmediği takdirde inanan, inanç sözleşmesinden doğan borcunu tamamen ödemek suretiyle inanç konusunun kendisine iade edilmesini her zaman isteyebilir.

İnananın inanç sözleşmesinden kaynaklanan bu kişisel hakkını ancak akdine karşı ileri sürebilmekte, inanç konusunun üçüncü kişilere devredilmesi halinde kural olarak onlardan isteyebileceği bir hakkı bulunmamaktadır.

Ancak, inanılan ile üçüncü kişi, inananın inanç borcunu tekrar alma hakkını ortadan kaldırmak amacıyla el ve düşünce birliği içerisinde muvazaalı bir işlem ( sözleşme ) yapmaları halinde inananın söz konusu sözleşmenin muvazaa nedeniyle geçersiz olduğundan bahisle üçüncü kişi aleyhine dava açabileceği de kuşkusuzdur. İnançlı işlem inanç sözleşmesine dayandığından sözleşmelere ilişkin zaman aşımı hükümlerinin inançlı işlemlere de uygulanacağı bu sürenin inançlı işlemin türüne göre kıyasen tatbik edilerek vekalet ve rehin hükümlerine göre belirleneceği gerek uygulamada gerekse doktrinde baskın görüş olarak benimsenmektedir. Ne var ki, zamanaşımı süresinin başlaması için inanç ilişkisi sona ermeli veya alacak muaccel hale gelmelidir. Bu itibarla inanç sözleşmesi sona ermediği inanç konusu inanılanda, alınan para inananda kaldığı sürece zamanaşımı süresinin başlamasına olanak yoktur. Açıklanan kuralın doğal sonucu olarak taraflar borcun ödenmesi için bir süre kararlaştırmış ve borç bu süre içerisinde ödenmemiş olsa dahi inanç ilişkisi devam ettiğinden inanç konusunun iadesi için dava açılabilir. İnanılan, kararlaştırılan süresinin geçtiğinden bahisle inanç konusunu iade etme yükümlülüğünün sona erdiğini ileri sürerek iade borcunu yerine getirmemezlik yapamaz. Keza kararlaştırılan süre içerisinde borcun ödenmemesi halinde inanç konusunun inanılana geçeceği, inananın dava açamayacağı yönünde inananın müzayakasından yararlanılarak sözleşmeye konulan böyle bir koşul MK.nun 873 ( eski MK. 788 ) ve 949 ( eski 863 ) maddelerinin buyurucu hükümlerine aykırı düşeceğinden geçersiz olup, sözleşme serbestisi kuralına dayanılamaz. Aksinin kabulü halinde borç veren borç alanın darda kalmasından yararlanarak daima inanç sözleşmelerine böyle bir hüküm koymak suretiyle söz konusu madde hükümlerinden kurtulma ve borç verdiği kişinin malını ve hakkını çok az bir bedel ile eline geçirme onu istismar etme olanağını elde etmiş olur ki bu husus sözleşme hukukunun genel prensiplerine, ahlaka, kanun koyucunun amacına ters bir sonuç doğurur ve tefeciliği teşvik eder. Nitekim, böyle sözleşmelerin batıl olduğu BK.nun 19 ve 20. maddelerinde hükme bağlanmıştır.

Somut olaya gelince; çekişme konusu 130 ada 7 parsel sayılı taşınmazdaki 2.kat 7 nolu büronun kat irtifakına ayrılan 8/160 arsa payın 1/2 payının dava dışı şirket adına kayıtlı iken, davacının şirkete yaptığı işin karşılığı olarak mülkiyetinin davacıya devredilmesi gerekirken, davacının isteği üzerine dava dışı şirket tarafından 12.9.2001 tarihli resmi akitle 200.000.000 TL.bedelle satış suretiyle davalıya devredildiği kayden sabittir.

Tarafların 8.9.2001 tarihinde haricen düzenledikleri belgeye göre de, davalı tarafından davacıya ödenen 4.000.000.000 TL. ( 4000,00 YTL ) borca karşılık teminat olarak dükkan tapusunun davalıya verileceği, para geri ödendiğinde dükkanın geri verileceğinin kararlaştırıldığı anlaşılmaktadır.

Toplanan deliller ve belirlenen bu olgular birlikte değerlendirildiğinde, anılan belgenin ( 8.9.2001 tarihli belge ) iddiayı kanıtlar nitelikte yazılı belge olduğunda kuşku yoktur. Ancak, davacının karşılıklı edimler içeren inanç sözleşmesine dayanarak taşınmazın tapu kaydının iptalini adına tescilini isteyebilmesi için Borçlar Yasasının 81. maddesi uyarınca öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur.

Hal böyle olunca, davacıya aldığı borç para miktarını mahkeme veznesine depo etmesi için önel verilmesi yatırdığı taktirde bu paranın davalıya ödenmesi koşuluyla tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesi gerekirken, değinilen bu yön üzerinde durulmaksızın yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir.

SONUÇ : Davacının temyiz itirazı yerindedir, kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 21.02.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İNANÇ SÖZLEŞMESİYLE DEVREDİLEN TAŞINMAZIN DEVRALANCA MUVAZAAYLA ÜÇÜNCÜ KİŞİYE DEVREDİLMESİ- TAPU İPTALİ VE TESCİLİ

T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2000/12988
K. 2000/13223
T. 30.10.2000

ÖZET : Eldeki davada, her ne kadar davacının, taşınmazlarını aldığı borç karşılığında davalılardan ikisine teminat maksadı ile devretmek zorunda kaldığı, bu iki davalının da öteki davalılara muvazaalı temliklerde bulundukları sabitse de, davacının karşılıklı edimleri içeren inanç sözleşmesine dayanarak inanç konusu taşınmazlarının tapu kayıtlarının iptalini ve adına tescilini isteyebilmesi için öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur. Buna göre; mahkemece aldığı borç para miktarını mahkeme veznesine depo etmesi için davacıya önel verilmeli, yatırdığı taktirde bu paranın verdikleri borç oranında davalılara ödenmesi koşuluyla, tapu kayıtlarının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmelidir.

DAVA : Davacı tarafından, davalı aleyhine açılan davada, mahkemece verilen karar süresinde temyiz edilmekle, dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili dava dilekçesinde müvekkilinin davalılardan Seyfettin’den aldığı 39.000.000 lira borç karşılığında 253, 259 ve 261, Hüseyin’den aldığı 32.000.000 lira borca karşılık 249,257,263 parsel sayılı taşınmazlarını teminat amacıyla devrettiğini, Seyfettin ile yapılan 1.1.1986 tarihli sözleşmede 15.8.1986 tarihinde Hüseyin’le yapılan 5.1.1986 tarihli sözleşmede ise 30.8.1986 tarihinde borcunu ödemesi halinde adı geçen davalılann taşınmazlarını iade edeceklerini taahhüt ettiklerini, borcunu zamanında ödeyemediğini bunun üzerine davalı Seyfettin’in aldığı taşınmazları kardeşleri olan davalı Selahattin ve Mehmet’e Hüseyin’inde davalı Mehmet’e devrettiğini, davalılara paralarını iade edeceğini bildirip taşınmazlarını kendisine devretmelerini istemesine rağmen davalıların buna yanaşmadıklarını ileri sürerek tapu kayıtlarının iptali ile müvekkili adına tesçilini istemiştir.

Bir kısım davalılar vekiti ise davacının borcunu kararlaştırılan süre içerisinde ödemediğini, çekişmeli taşınrnazların davalılar Seyfettin veHüseyin’in adına kayıtlı iken bir kısmını bu davalıların öteki davalılara devrettiklerini, satın alan davalıların iyi niyetli olduklarını MK.nun 638. maddesinde öngörülen on yıllık zaman aşımı süresinin geçtiğini davacının dayandığı sözleşmeler Noterlik Kanununun 60 ve 89, MK.nun 634 maddelerine uygun şekilde düzenlenmediğinden mülkiyetin davacıya devrine esas teşkil edemiyeceklerini esasen davacının borcunuda halen ödemediğini belirtip davanın reddini savunmuştur. Mahkemece taşınmazların alınan borç karşılığı temlik edildiği, tapuda satış şeklinde düzenlenen resmi sözteşmelerin muvazaalı olduğu daha sonra bir kısım taşınmazları devralan davalılarında iyi niyetli bulunmadıkları gerekçe gösterilerek tapu kayıtlarının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmiştir.

Toplanan delillere, taraflar arasında düzenlenen 1.1.1986 ve 5.1.1986 tarihli sözleşmelere tarafların iddia ve savunmalarına göre dava konusu taşınmazların ilk temliklerinin alınan borcun teminatı olarak yapıldığı sabittir. Esasen yanlar arasında bu hususta bir uyuşmazlık bulunmadığı gibi mahkemenin kabulüde bu yöndedir. Borcun teminatı olarak yapılan bu tür temliklerin inançlı işlem şeklinde nitelendirilmesi gerektiği gerek bilimsel alanda gerekse yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ortaklaşa kabul edilmektedir. İnançlı sözleşmeler inananın ( itimat edenin) bir hakkını belirli bir süre veya amaçla inanılana ( mutemede) geçirmeyi, inanılanın da inananın emir ve talimatlarına göre kullanıp amaç gerçekleşince veya süre dolunca hakkı tekrar inanana devretmeyi yüklendiği sözleşmeler olarak tanımlanabilir. İnançlı sözleşmelerdeki amaç gizlenmek, teminat, alacaklıdan mal kaçırmak, kanunların elverişsiz hükümlerinden kaçınmak, bir atacağın tahsili, malın idaresi, gibi nedenler olabilmektedir.

Uygulamada kredi sağlayan kurum ve kuruluşların istenilen miktarda ve süratte kredi vermemesi ihtiyaç sahiplerini bu kurum ve kuruluşların dışında kredi teminine zorlamakta, öte yandan verilen krediyi teminat altına alacak kefalet ve ipotek, rehin gibi şahsi ve ayni teminatlar kredi veren kişi veya kişilerce yeterli görülmediğinden bu tür özel kişilerden alınan borç karşılığında taşınmazların teminat maksadıyle devredilmesi yoluna başvurulmaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki, bilimsel alanda karma inançlı işlem olarak nitelendirilen teminat maksadıyla devirler öteki inançlı işlemler gibi mülkiyeti inanılana nakleden geçerli işlemler olup bu işlemle inanılan bir malikin hak ve yetkilerini kazanır ise de inanç sözleşmesinde kararlaştırılan yükümlülüklerini özellikle inançlı işlem sona erdikten başka bir anlatımla borç ödendikten sonra inanç konusunun, inanana iade etme borcunu yerine getirmesi gerekir. İnanılan en başta gelen bu yükümlülüğünü yerine getirmediği takdirde inanan, inanç sözleşmesinden doğan borcunu tamamen ödemek suretiyle inanç konusunun kendisine iade edilmesini her zaman isteyebilir.

İnananın inanç sözleşmesinden kaynaklanan bu kişisel hakkını ancak akidine karşı ileri sürebilmekte, inanç konusunun üçüncü kişilere devredilmesi halinde kural olarak onlardan isteyebileceği bir hakkı bulunmamaktadır. Ancak inanılan ile üçüncü kişi, inananın inanç borcunu tekrar alma hakkını ortadan kaldırmak amacıyla el ve düşünce birliği içerisinde muvazaalı bir işlem ( sözleşme) yapmaları halinde inananın söz konusu sözleşmenin muvazaa nedeniyle geçersiz olduğundan bahisle üçüncü kişi aleyhine dava açabileceği de kuşkusuzdur.

İnançlı işlem inanç sözleşmesine dayandığından sözleşmelere ilişkin zaman aşımı hükümlerinin inançlı işlemlere de uygulanacağı bu sürenin inançlı işlemin türüne göre kıyasen tatbik edilerek vekalet ve rehin hükümlerine göre belirleneceği gerek uygulamada gerekse doktirinde baskın görüş olarak benimsenmektedir. Nevarki zaman aşımı süresinin başlaması için inanç ilişkisi sona ermeli veya alacak muaccel hale gelmelidir. Bu itibarla inanç sözleşmesi sona ermediği inanç konusu inanılan da, alınan para inanan da kaldığı sürece zaman aşımı süresinin başlamasına olanak yoktur. Açıklanan kuralın doğal sonucu olarak taraflar borcun ödenmesi için bir süre kararlaştırmış ve, borç bu süre içerisinde ödenmemiş olsa dahi inanç ilişkisi devam ettiğinden inanç konusunun iadesi için dava açılabilir. İnanılan, kararlaştırılan sürenin geçtiğinden bahisle inanç konusunu iade etme yükümlülüğünün sona erdiğini ileri sürerek iade borcunu yerine getirmemezlik yapamaz. Keza kararlaştınlan süre içerisinde borcun ödenmemesi halinde inanç konusunun inanılana geçeceği, inananın dava açamıyacağı yönünde inananın müzayakasından yararlanılarak sözleşmeye konulan böyle bir koşul MK.nun 788 ve 863 maddelerinin buyurucu hükümlerine aykırı düşeceğinden geçersiz olup, sözleşme serbestisi kuralına dayanılamaz. Aksinin kabulü halinde borç veren borç alanın darda kalmasından yararlanarak daima inanç sözleşmelerine böyle bir hüküm koymak suretiyle söz konusu madde hükümlerinden kurtulma ve borç verdiği kişinin malını veya hakkını çok az bir bedel ile eline geçirme onu istismar etme olanağını elde etmiş olurki bu husus sözleşme hukukunun genel prensiplerine, ahlaka, kanun koyucunun amacına ters bir sonuç doğurur ve tefedliği teşvik eder. Nitekim böyle sözleşmelerin batıl olduğu BK.nun 19 ve 20. maddelerinde hükme bağlanmıştır. Somut olayda davacının dava konusu taşınmazlarını aldığı borç para karşılığı davalılardan Seyfettin ve Hüseyin teminat maksadı ile devretmek zorunda kaldığı, davalı Seyfettin’in kardeşleri olan davalı Hüseyin’in paydaş bulunan öteki davalılara muvazalı temliklerde bulundukları, 1.1.1986,15.9.1986 tarihli inanç sözleşmeleri toplanan tüm deliller ve belirlenen olgularla sabittir. Bu durumda mahkemece iptal ve tescile karar verilmesi doğrudur.

Ancak, davacının karşılıklı edimleri içeren inanç sözleşmesine dayanarak inanç konusu taşınmazların tapu kayıtlarının iptalini ve adına tescilini isteyebilmesi için Borçlar Kanununun 81. maddesi uyarınca öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur.

Hal böyle olunca, davacıya aldığı borç para miktarının mahkeme veznesine depo etmesi için önel verilmesi, yatırdığı takdirde bu paraların verdikleri borç oranında davalılardan Seyfettin ve Hüseyin ödenmesi koşuluyla tapu kayıtlarının iptal ve davacı üzerine tesciline karar verilmesi gerekirken, Borçlar Kanununun 81. rnaddesinin göz ardı edilmesi suretiyle yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir. Davalıların temyiz itirazlan değinilen nedenle yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan sebebe hasren sonuçta oybirliği, gerekçede oyçokluğu ile ( BOZULMASINA), alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 30.10.2000 tarihinde karar verildi.

KARŞI OY YAZIS1

İnanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın inanılan tarafından inanana geri verme ( iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek, rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikteri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunca bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.

Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana ( alacaklıya) geçmiştir.

Taşınmazda inanarak satanın ( borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan MK.nun 788. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel Kurulunun 23.5.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir. Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. ( Borçlar Kanunu mad. 81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredile hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler.

Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akid hükümleri de Borçlar Kanunu 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etrnediği sürece geçerli sayılır.

İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için, dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi ; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir.

Eldeki davada, geçerli bir inanç sözleşmesi bulunduğu, anılan sözleşmenin 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı Içtihatları Birleştirme Kararında öngörülen ispat koşulunu içerdiği tartışmasızdır.

Ayrıca, sözleşmeyle borç için ödeme zamanı belirlendiği, vadede borcun ödenmediği de sabittir. O halde alacağını tahsil edemeyen alacaklının, yukarda değinildiği üzere, teminat için temlik edilen şeyi “ifa” uğruna “edim” olarak alıkoyma hakkının doğduğu kabul edilmelidir. Kuşkusuz, şeyin değerinin alacaktan fazla olması halinde, artan miktar veya değer yönünden iade borcu doğacağı muhakkaktır.

Taraflar arasında düzenlenen inanç sözleşmesinde belirlenen sürede uygulama yeri olan Borçlar Kanunun 81. maddesi hükmünün, sözleşmeyle öngörülen zamandan 10 yılı aşkın bir süre geçtikten ve çekişmeli taşınmazlar birçokkez el değiştirdikten sonra uygulanırlığını kâbul etmek olanaksızdır.

Açıklanan nedenlerle, yerel mahkeme kararının bozulması gerektiği düşüncesiyle Sayın Çoğunluğun bozma gerekçesine katılmıyoruz.

TEMİNAT OLARAK VERİLEN İPOTEKLİ TAŞINMAZLARA BORCUN ESAS TEMİNATLA KARŞILANMAMASI DURUMUNDA BAŞVURULABİLMESİ

T.C.

YARGITAY

HUKUK GENEL KURULU

E. 1980/11-2292

K. 1983/1006

T. 26.10.1983

ÖZET : Banka kredisi için teminat olarak verilen ipotekli taşınmazlara borcun esas teminatla karşılanmaması durumunda başvurulabilir. İpoteğin fekki davasında, ipotek akit tablosunda,teminata karşılık olan azami miktar gösterilmişse, ipotek alacaklısı bankanın sağladığı alacakların, hesabın kesildiği tarihe göre tespiti gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki “ipotek fekki” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir Asliye 2. Ticaret Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 26.12.1977 gün ve 1975/86 Esas, 1977/355 Karar sayılı kararın incelenmesi davalı vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 3.3.1978 gün ve 1978/1134-1430 sayılı ilamı:

( … Dava konusu; ipoteğe ait akit tablosunda ipoteğin davalı bankaya borçlarına karşılık olmak üzere munzam teminat olduğu yazılıdır. Bankalar Kanunun 50. maddesi hükmüne göre, müşteri ile banka arasında mevcut kredi sözleşmelerinin munzam teminatını teşkil eden taşınmazlar, borcun esas teminatla karşılanmaması halinde müracaat edilmesi gereken teminatlardır. İpotek akit tablosunda teminatın karşılık teşkil ettiği azami miktarı gösterilmiş olduğuna göre, MK.nun 766 ve 790.maddeleri gereğince ipotek alacaklısının temin ettiği alacakların hesabın kesildiği tarihe göre saptanması ve bu yolda işlem yapılarak hüküm tesisi icap ederken, munzam teminat fonksiyonu ve anılan hükümler gözetilmiyerek yazılı olduğu şekilde hüküm tesisi isabetsizdir… ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalının temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen sebeplerden dolayı BOZULMASINA, 26.10.1983 gününde oybirliğiyle karar verildi.

KONKORDATÖ İLAN EDEN FİRMAYA KARŞI İHTİYATİ HACİZ KARARI VERİLEBİLİR

T.C.

İSTANBUL

BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ

14. HUKUK DAİRESİ

DOSYA NO: 2019/150

KARAR NO    : 2019/129

KARAR TARİHİ: 31/01/2019

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A

İ S T İ N A F K A R A R I

İNCELENEN KARARIN

MAHKEMESİ: İSTANBUL 15. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ

TARİHİ           : 24/09/2018

NUMARASI    : 2018/1070- 2018/1070 E.K

TALEP KONUSU: İhtiyati Haciz

Taraflar arasındaki ihtiyati hacze itirazın incelenmesi hakkında kararda yazılı nedenlerden dolayı itirazın reddine yönelik olarak verilen karara karşı süresi içinde itiraz eden borçlu vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulması üzerine dosya içindeki tüm belgeler okunup, incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

TALEP

İhtiyati haciz isteyen vekili, müvekkilinin borçlular tarafından keşide edilen 19.09.2018 tarihli 100.000 TL bedelli çekin süresi içinde bankaya ibrazında sunulduğunu ve fakat karşılığının bulunmadığını ileri sürerek 100.000,00 TL alacağın tahsili için borçlular hakkında ihtiyati haciz isteminde bulunmuş, ilk derece mahkemesince talep kabul edilmiştir.Borçlu-itiraz eden … Madencilik Ltd. Şti. vekili, müvekkilinin konkordato talebinin kabul edildiğini, buna göre, konkordato sürecinde olan müvekkili hakkında takip yapılamayacağını, ihtiyati hacze hükmedilemeyeceğini belirterek ihtiyati haciz kararının kaldırılmasını istemiştir.

İLK DERECE MAHKEMESİ KARAR ÖZETİ

İlk derece mahkemesince yapılan duruşma sonucunda, konkordato için geçici mühlet verilmesinin ihtiyati hacze engel teşkil etmediği gerekçesiyle itirazın reddine karar verilmiştir.

Bu karara karşı ihtiyati hacze itiraz eden borçlu … Ltd. Şti. vekili tarafından istinaf başvurusunda bulunulmuştur.

İSTİNAF SEBEPLERİ

İtiraz eden vekilinin istinaf dilekçesinde özetle; ihtiyati haciz talebinde bulunan şirketin konkordato sürecinde olan borçluya takip yapamayacağını, alacakları için ihtiyati haciz isteminde bulunamayacağının izahtan vareste olduğunu, çek ibraz edildiğinde muaccel hale gelen bir kıymetli evrak ise de konkordato sürecindeki müvekkili açısından çekin askıda kaldığını, muaccel hale gelemediğini, dolayısıyla yasa gereği muaccel hale gelememiş bir çek alacağında temerrütten bahsetmenin ve mevcut olmayan temerrüde dayanarak ihtiyati haciz talebinde bulunmanın mümkün olmadığını, müvekkili hakkında ihtiyati haciz kararı verilse dahi bu kararın uygulanabilirliği bulunmadığını, söz konusu kararın icra edilebilirliği bulunmadığından hukuki yararın olmadığı sonucunu doğurduğunu belirterek, ilk derece mahkemesinin kararının kaldırılmasına, itirazın kabulü ile ihtiyati haczin kaldırılmasına karar verilmesini istemiştir.

GEREKÇE

Talep, ihtiyati haciz kararına itiraza ilişkindir. İhtiyati haciz talep edebilme koşulları İİK’nın 257. maddesinde gösterilmiş olup, bunlar, alacağın muaccel olması ve alacakla ilgili rehnin bulunmamasıdır. Sözü edilen maddede bunun dışında her hangi bir koşul öngörülmemiştir. Somut olayda; itiraz eden borçlu şirketin keşide ettiği talebe konu çekin süresi içinde alacaklı hamil tarafından bankaya ibraz edildiği ve karşılığının bulunmadığından ödeme yapılmadığı ihtilafsızdır. Ankara 1.Asliye Ticaret Mahkemesinin 2018/581 Esas sayılı dosyasında itiraz eden borçlu şirket tarafından 07.08.2018 tarihinde konkordato istemli davanın açıldığı ve talebin kabul edildiği görülmüştür.  İİK’nın 294/1. maddesinde; “Mühlet içinde borçlu aleyhine 21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanuna göre yapılan takipler de dahil olmak üzere hiçbir takip yapılamaz ve evvelce başlamış takipler durur, ihtiyatî tedbir ve ihtiyatî haciz kararları uygulanmaz, bir takip muamelesi ile kesilebilen zamanaşımı ve hak düşüren müddetler işlemez.” şeklinde hüküm yer almaktadır O halde, yukarıdaki yasa hükmü ve asıl borçlu şirket hakkında konkordato geçici veya kesin mühletinin verilmesi, ihtiyati haciz kararı verilmesine engel değildir. Yasa hükmü, ihtiyati haciz kararının verilmesini değil, uygulanmasını engellemektedir. Bu nedenle, ilk derece mahkemesince itiraz eden borçlu şirketin ihtiyati hacze vaki itirazının reddine karar verilmiş olmasında isabetsizlik görülmemiştir .Açıklanan bu gerekçelerle HMK’nın 353/1.b.1. maddesi uyarınca dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda, istinaf başvurusunun esastan reddine dair aşağıdaki karar verilmiştir.

KARAR: Gerekçesi yukarıda açıklanan nedenlerle;

1-İtiraz eden borçlu vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine,

2-İtiraz eden tarafından yatırılan istinaf başvuru harçlarının Hazineye irad kaydına,

3-İtiraz eden tarafından istinaf kanun yoluna başvuru için yapılan masrafların kendi üzerinde bırakılmasına,

4-Gerekçeli kararın ilk derece mahkemesince taraf vekillerine tebliğine,

5-Dosyanın kararı veren ilk derece mahkemesine gönderilmesine dair;

HMK’nın 353/1.b.1.maddesi uyarınca dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda, oybirliğiyle ve kesin olarak karar verildi.31/01/2019

KANUN YOLU: HMK’nın 362/1.f ve İİK’nın 265/son maddeleri uyarınca karar kesindir.

MOTOSİKLET KAZASI- HATALI TEDAVİ HEKİMİN SORUMLULUĞU- YETERSİZ ADLİ TIP RAPORUNA GÖRE HÜKÜM KURULAMAYACAĞI

T.C.
Yargıtay
13. Hukuk Dairesi

Esas No:2014/26571
Karar No:2015/33584
K. Tarihi:18.11.2015

Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.

KARAR

Davacı, 27.07.2009 tarihinde geçirdiği motosiklet kazası sonucunda sağ el bileğinde meydana gelen travma sonucunda, tedavi için davalı doktora başvurduğunu,sağ el bileğindeki transvaniküler perilunar kırıklı çıkık tanısı üzerine,davalı doktor tarafından 4.08.2009 tarihinde ameliyatının gerçekleştirildiğini, birkaç gün sonra bileğinde kanamanın meydana geldiğini, davalı tarafından pansuman yapıldığını, kanamanın devam etmesi üzerine ameliyatta takılan tellerden ikisini davalının çekip çıkardığını, 7-8 hafta geçmesine rağmen el bileğindeki ağrı, şişlik ve kanamanın devam ettiğini, 16.10.2009 tarihinde dava dışı hastanede yeniden ameliyat olduğunu,davalının hatalı ameliyatı sonucunda sağ bileğinde araz kaldığını, bilek haraketlerini tam yapamadığı gibi, bileğine yük veremez hale geldiğini, günlük ve iş hayatını olumsuz etkilediğini,davalının gerekli dikkat ve ihtimamı göstermeyerek, kusurlu davrandığını ileri sürerek, 5334,99 TL tedavi gideri, 4665,01 TL maddi tazminat ve 20.000 TL manevi tazminatın 4.08.2009 tarihinden itibaren faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, 3. Adli Tıp İhtisas Kurulu tarafından düzenlenen raporda,kırık ve çıkığın toplam K teli ile tespit edilmesi ameliyat tekniğine uygun bir girişim olduğu ,gelişen lunatum avasküler nekrozun ve naviküler kırık hattında oluşan kaynamamanın komlikasyon olduğu ,yapılan ameliyatla illiyetinin olmadığı bu cihetle hekime kusur atfedilemeyeceğinin açıklanmış olması nedeniyle davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, davacının motosiklet kazası zonucunda sağ el bileğinde meydana gelen travma sonucunda davalı doktora başvurduğu,doktorun kusuru nedeniyle ameliyat sırasında ve sonrasında uygulanan yanlış tedaviler sonucunda,kırık hattında kaynama oluşmaması sonucunda sağ el bileğinin sakat kaldığının saptanması nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir..Uyuşmazlık ameliyatı gerçekleştiren davalı doktorun,davacının sağ el bileğinde meydana gelen arazın oluşmasında hukuka aykırı bir eyleminin, giderek kusurunun bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.

Davadaki ileri sürülüşe ve kabule göre dava temelini vekillik sözleşmesi oluşturmaktadır. Eş deyişle dava, davalı doktorun vekillik sözleşmesinden kaynaklanan özen borcuna aykırılık olgusuna dayanmaktadır. ( BK.386, 390 md )

Vekil, iş görürken yöneldiği sonucun elde edilmemesinden değil de bu sonuca ulaşmak için yaptığı uğraşların özenle görülmemesinden sorumludur. Vekilin sorumluluğu, genel olarak işçinin sorumluluğuna ilişkin kurallara bağlıdır.( BK.390/11) vekil, işçi gibi özenle davranmak zorunda olup, hafif kusurundan bile sorumludur. ( BK.321/1 ) o nedenle doktorun meslek alanı içinde olan bütün kusurları ( hafifte olsa ) sorumluluğun unsuru olarak kabul edilmelidir. Doktor, hastanın zarar görmemesi için yalnız mesleki değil, genel hayat tecrübelerine göre herkese yüklenebilecek dikkat ve özeni göstermek zorundadır. Doktor tıbbi calışmalarda bulunurken bazı mesleki şartları yerine getirmek hastanın durumuna deger vermek, tip biliminin kurallarını gözetip uygulamak tedaviyi her türlü ihtiyat tedbirlerini alarak yapmak zorundadır. Doktor ufak bır tereddüt gosteren durumlarda bu tereddüdu ortadan kaldıracak arastırmalar yapmak ve orada koruyucu tedbirler almakla yükümlüdür. Çeşitli tedavi yöntemleri arasında seçim yaparken hastanın özelliklerini gözönünde tutmalı onu gereksiz risk altına sokmamalı en emin yolu tercih etmelidir. Gerçekte de mesleki bir iş gören; doktor olan vekilden, ona güvenen müvekkil titiz bir ihtimam ve dikkat göstermesini beklemekte haklıdır. Titiz, özen göstermeyen bir vekil, BK. 394/1 uyarınca vekaleti gereği gibi ifa etmemiş sayılmalıdır.

Somut olayda, davacı ,sağ el bileğindeki travma nedeniyle davalı doktora baş vurduğu, davalı doktor tarafından ameliyatın gerçekleştirildiği,ameliyat sonrasında davacının sağ el bileğinde gelişen lunatum avasküler nekrozun ve naviküler kırık hattında oluşan kaynamamanın saptandığı anlaşılmaktadır. Davamızda ameliyat sırasında ve sonrasında arızanın meydana gelmesinde davalı doktorun kusurlu olup olmadığının saptanması gerekir.

Mahkemece, Adli Tıp 3. İhtisas Kurulundan alınan 23.12.2014 günlü raporda, ……kırık ve çıkığın toplam 4 K teli ile tespit edilmesinin ameliyat tekniğine uygun bir girişim olduğu ,gelişen kaynamamanın komlikasyon olduğu,yapılan ameliyatla illiyetinin bulunmadığı ,,hekime atfı kabil kusur tespit edilemediği mütalaa edilmiştir.Davacı,davalı doktorun yeni yöntem yerine tel montajıyla yapılan eski tedavi yöntemini seçerek hatalı tedavi yaptığını ve tellerin montajı sırasında damarları deldiğini,başka bir anlatımla Herbert vidası kullanılmayarak K teli kullanılmış olmasının ,ameliyat sonrası oluşan kanamanın bası yolu ile durdurulmuş olmasının gelişen kaynamama şeklindeki komlikasyonun oluşumuna katkısı olup olmadığı ,,iddiası ile eldeki davayı açmıştır.Davacının delil olarak dayandığı E.. Hastanesinin 17.10.2009 tarihili epikriz raporunda belirtilen ameliyat sırasında pseudoanevrizma ve radial arterin yanalanmış bölgesinin diseke edilmiş,anevrizma ve yaralı arter segmentinin eskize edilerek ucuca onarım yapılmış olduğu nazara alınarak davalı doktorun hatalı ve eksik uygulaması olup olmadığı hükme esas alınan Adli tıp raporunda bu hususlar üzerinde hiç durulmamıştır.Bu haliyle rapor inandırıcı ve tatminkar olmaktan uzaktır. Öyle olunca hükme esas alınan Adli Tıp 3.ihtisas kurulu raporuna itibar edilip, hüküm kurulmaz. O halde mahkemece yapılacak iş; üniversitelerin ilgili anabilim dallarından ve özellikle ortopedi uzmanlarından seçilecek konusunda uzman bilirkişilerden oluşmuş bir kurul aracılığı ile dosyadaki hastahane de tutulmuş dosya ve kayıtlar taraf savunmaları tüm deliller birlikte değerlendirilerek, yapılması gerekenle yapılan müdahale ve tedavinin ne olduğu, tıbbın gerek ve kurallarına göre olayda doktor hatası olup olmadığını gösteren nedenlerini açıklayıcı, taraf, mahkeme ve Yargıtay denetimine elverişli rapor alınmak ve böylece hasıl olacak sonuca uygun karar vermektir. Eksik inceleme ve mevcut delileri değerlendirmede yanılgıya düşülerek yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır. bozma nedenidir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenle temyiz olunan kararın davacı yararına BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, 18.11.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

KREDİ KARTI HESAP ÖZETİNİN KAT EDİLMESİ NEDENİYLE İHTİYAT HACİZ KARARI VERİLEBİLİR

T.C.
Yargıtay
19. Hukuk Dairesi
ESAS:2017/3709
KARAR:2018/6745
TARİH: 20.12.2018
Taraflar arasındaki ihtiyati haciz davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen kararının süresi içinde ihtiyati haciz talep eden vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.
– K A R A R –
Alacaklı vekili, kredi kartı üyelik sözleşmesi kapsamında tahsis edilen kredi kartı borcunun ödenmemesi üzerine, gönderilen hesap katı ihtarından sonuç alınamadığını ileri sürererek borçlunun taşınır ve taşınmazları ile 3. kişilerdeki hak ve alacaklarının ihtiyaten haczini talep etmiştir.
Mahkemece hesap katı ihtarının borçluya tebliğ edilmediği ve sözleşmede de adres bulunmadığı gerekçesiyle talebin reddine karar verilmiştir. Bu karar alacaklı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiştir.
Dosya kapsamından anlaşıldığına göre kredi kartı borcunun ödenmemesi nedeniyle hesap kat edilmiştir. Hesabın kat edilmesi ile alacak muaccel olduğundan İİK m. 257’de öngörülen ihtiyati haciz şartları oluşmuştur. Bu durumda ihtiyati haciz talebinin kabulüne karar verilmesi gerekirken reddi doğru olmamıştır.
SONUÇ: Belirtilen gerekçeye binaen kararın BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde temyiz eden ihtiyati haciz talep edene iadesine, 20/12/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

OTOYOLDA SEYİR HALİNDE İKEN YOLA ÇIKAN SAHİPSİZ KÖPEĞİN ARACA VERDİĞİ ZARAR- İDARENİN HİZMET KUSURU

T.C

DANIŞTAY
15. DAİRE BAŞKANLIĞI

ESAS:2014/332

KARAR:2017/67

TARİH:10.01.2017 tarih.

Karayolları Trafik Kanunu

Temyiz Eden (Davalı) : /ANKARA
Vekili : -Aynı yerde

Karşı Taraf (Davacılar) : 1- M…Ltd. Şti.
2- A…..Ltd Şti.
Vekili : Av.

İstemin Özeti : Davacılardan, A..Gıda. Ltd. Şti. yetkilisi tarafından kullanılmakta olan 01 AF 217 plakalı aracın 10.02.2008 tarihinde, Hendek Akyazı istikametinde seyir halinde iken, yola çıkan bir köpeğe çarpması sonucu araçta oluşan 7.166,82.-TL hasar bedeli ile araçtan yararlanılamayan günler için uğranıldığı öne sürülen 2.833,18.-TL maddi kaybın, davalı idarenin hizmet kusuru nedeniyle oluştuğu ileri sürülerek avans faiziyle birlikte tazmini istemiyle açılan dava sonucunda, Sakarya 1. İdare Mahkemesi’nce; davanın kısmen kabulü ile 7.166,82-TL hasar bedeli ile aracın kullanılamayan günlere ait 960,00-TL olmak üzere toplam 8.126,82.-TL maddi tazminatın, davalı idareye yapılan başvuru tarihi olan 30.04.2008 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalı idareden alınarak davacılara verilmesi, fazlaya ilişkin 1.873,18.-TL maddi tazminat isteminin reddi yolunda verilen kararın, hukuka uygun olmadığı ileri sürülerek kabule ilişkin kısmının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.
Savunmaların Özeti : Savunma verilmemiştir.

Düşüncesi : Temyiz isteminin reddi gerektiği düşünülmektedir.

TÜRK MİLLETİ ADINA

Karar veren Danıştay Onbeşinci Dairesi’nce, tetkik hakiminin açıklamaları dinlenip, dosyadaki belgeler incelenerek gereği görüşüldü:

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun “Kararın Bozulması” başlıklı 49. maddesinin 2. fıkrasında; temyiz incelemesi sonucu

Danıştayın;

a) Görev ve yetki dışında bir işe bakılmış olması,

b) Hukuka aykırı karar verilmesi,

c) Usul hükümlerinin uygulanmasında kararı etkileyebilecek nitelikte hata veya eksikliklerin bulunması sebeplerinden dolayı incelenen kararı bozacağı kuralına yer verilmiştir.

Dosyadaki belgeler ile temyiz dilekçesindeki iddiaların incelenmesinden, temyiz istemine konu kararın hukuka ve usule uygun olduğu, kararın bozulmasını gerektirecek yasal bir sebebin bulunmadığı sonucuna varılmıştır.

SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; temyiz isteminin reddine, Sakarya 1. İdare Mahkemesi’nin 09/07/2010 tarih ve E:2009/812, K:2010/513 sayılı kararının, kabule ilişkin kısmının ONANMASINA, dosyanın Mahkemesine gönderilmesine, 2577 sayılı Kanunun 18.06.2014 gün ve 6545 sayılı Kanunla eklenen Geçici 8. maddesinin 1. fıkrası ve 54. maddesinin 1. fıkrası uyarınca bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren onbeş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 10/01/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

EL ATMANIN ÖNLENMESİ- TAŞINMAZDA BOŞ YERLER VAR İSE DAVACI PAYDAŞ BAKIMINDAN İNTİFADAN MEN OLGUSU GERÇEKLEŞMEYECEĞİNDEN DAVANIN REDDİ GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi
ESAS:2014/16357
KARAR: 2016/4690 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

Taraflar arasında birleştirilerek görülen elatmanın önlenmesi ve ecrimisil davaları sonunda, yerel mahkemece elatmanın önlenmesi isteğinin reddine, ecrimisil isteği ve birleşen davanın kısmen kabulüne ilişkin olarak verilen karar taraf vekillerince yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi …’ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

-KARAR-

Asıl dava paydaşlar arasında elatmanın önlenmesi ve ecrimisil, birleşen dava ecrimisil isteğine ilişkindir.

Mahkemece elatmanın önlenmesi isteğinin reddine, ecrimisil isteğinin kısmen kabulüne ilişkin olarak verilen karar Dairece ”…taraflar arasındaki çekişmenin T.M.K.’nun 688. ve takip eden maddelerinde öngörülen paylı mülkiyet hükümleri gözetilmek suretiyle çözüme kavuşturulacağı sabittir.Bilindiği üzere; paylı mülkiyette taşınmazdan yararlanamayan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan payına vaki elatmanın önlenmesini her zaman isteyebilir. Ancak, o paydaşın payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı veya kullanabileceği bir kısım yer varsa açacağı elatmanın önlenmesi davasının dinlenme olanağı yoktur. Payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın kesin neticeye kavuşabilmesi için taksim veya şuyunun satış yoluyla giderilmesi için dava açması gerektiği kuşkusuzdur. Hemen belirtilmelidir ki, paylı mülkiyet üzere olan taşınmazda paydaşların taşınmazın kullanımı konusunda harici bir taksim yapmışlar ise buna itibar edilmesi, yok eğer harici taksim bulunmuyor ise uzun zaman ayrı ayrı yerleri kullanarak fiili bir durum yaratmışlarsa ahde vefa ilkesi gereğince paydaşların ortaklığın giderilmesine kadar bu olgulara riayet etmeleri gerekir. Bunun dışında, ne bir harici taksim, ne de bir fiili durum yaratılmamışsa, bu durumda davacı tarafın taşınmazda kullanabileceği bir yerin olup olmaması önem ifade eder. Şayet, tüm paydaşların kullanımlarını sağlayacak şekilde taşınmazda boş yerler var ise, o halde davacı bakımından intifadan men olgusu gerçekleşmeyeceğinden davanın reddi, yok eğer taşınmazın tamamı diğer paydaşlarca tasarruf ediliyor ve davacıya kullanabileceği bir yer bırakılmamış ise onun yönünden intifadan men olgusu gerçekleşeceğinden davacının payı oranında elatmanın önlenmesine karar verilmesi gerekeceği tartışmasızdır.Hal böyle olunca, yukarıda açıklandığı şekilde araştırma ve inceleme yapılarak hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere karar verilmesinin doğru olmadığı..” gerekçesiyle bozulmuş, mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucunda elatmanın önlenmesi isteğinin reddine, ecrimisil isteğinin kısmen kabulüne birleşen davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Hükmüne uyulan bozma uyarınca yapılan inceleme sonucunda çekişmeli taşınmazdaki bir bölümün davalı tarafından kullanıldığı, davacının isteğinin münhasıran buraya yönelik olduğu, tüm paydaşları bağlayan fiili kullanma biçiminin olmadığı, ihtarname tarihine kadar davalının muvafakata dayalı olarak taşınmazı kullandığı, davacının kullanabileceği bir bölümünün olmadığı saptanmıştır.

Hâl böyle olunca, davacının payı oranında elatma isteğinin kabulüne, asıl davada 20.12.2010 ila 18.01.2011 tarihleri arasındaki dönem için saptanacak ecrimisile, birleştirilen davada 18.01.2011 ila 23.01.2012 tarihleri arasındaki dönem için saptanacak ecrimisile hükmedilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirmeyle bir dönem mükerrer olacak şekilde ecrimisile hükmedilmesi doğru değildir.

SONUÇ: Taraf vekillerinin bu yönlere değinen temyiz itirazı yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 18.04.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

BORÇLUYA SATILAN ARACIN BORCUN ÖDENMEMESİ NEDENİYLE GERİ ALINMASI- TAKİBE İLİŞKİN TEBLİGATIN ULAŞTIĞI TARİHTE ARAÇ SATIŞI- TASARRUFUN İPTALİ

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi
ESAS:2017/3943
KARAR:2018/5620

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tasarrufun iptali davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

– K A R A R –

Davacı alacaklı vekili, borçlu davalı … hakkında takip başlatıldığını, borçlunun alacağı karşılayacak mal varlığı bulunmadığı, alacaklılardan mal kaçırma amacı ile dava konusu … plakalı aracı davalı …’ya devrettiğinden, bu tasarrufun iptaline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı … vekili, müvekkilinin araba alım satımı ile uğraştığını, borçlu ile akrabalığı olmadığını ve borçlunun ekonomik durumunu bilebilecek şahıslardan olmadığından haksız açılan davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Davalı …, davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, tasarrufun iptalinin istenmesi için üçüncü şahıs ile borçlunun birlikte hareket etmesi ve alacaklıyı zarara uğratma iradesinin olması gerektiği, davacı taraf böyle bir iddiada bulunsa da, üzerinde herhangi bir haciz bulunmayan, mülkiyeti muhafaza kaydı ile Mustafa tarafından borçluya satılan aracın yeniden borcunun ödenmemesi nedeni ile iade edildiği ve satış yapıldığı, her ne kadar takibe ilişkin tebligatın borçluya ulaştığı gün araç satılmış ise de; üçüncü kişinin borçlunun durumunu bildiği kanıtlanmadığından bahisle davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, İİK.’nın 277 ve devamı maddelerine dayanılarak açılmış tasarrufun iptali istemine ilişkindir.

İcra ve İflas Kanunu’nun 277 ve izleyen maddelerinde düzenlenen tasarrufun iptali davalarında amaç, borçlunun haciz yada iflasından önce yaptığı ve aslında geçerli olan bazı tasarrufların geçersiz ya da “iyiniyet kurallarına aykırılık” nedeniyle alacaklıya karşı sonuçsuz kalmasını ve dolayısıyla o mal üzerinden cebri icraya devamla alacağın tahsilini sağlamaktır.

Davacı, iptal davası sabit olduğu takdirde, tasarruf konusu mal üzerinde cebri icra yolu ile hakkını almak yetkisini elde eder ve tasarruf konusu taşınmaz mal ise, davalı üçüncü şahıs üzerindeki kaydın düzeltilmesine gerek olmadan o taşınmazın haciz ve satışını isteyebilir (İİK.md.283/1). Bu yasal nedenle iptal davası, alacaklıya alacağını tahsil olanağını sağlayan, nisbi nitelikte yasadan doğan bir dava olup; tasarrufa konu malların aynı ile ilgili değildir.

Borçlunun aciz ya da iflasından önce yaptığı iptale tabi tasarrufları, üç grup altında ve İİK.nun 278, 279 ve 280. maddelerinde düzenlenmiştir. Ancak, bu maddelerde iptal edilebilecek bütün tasarruflar, sınırlı olarak sayılmış değildir. Kanun, iptale tabi bazı tasarruflar için genel bir tanımlama yaparak hangi tasarrufların iptale tabi olduğu hususunun tayinini hakimin takdirine bırakmıştır (İİK.md.281). Bu yasal nedenle de, davacı tarafından İİK.nun 278, 279 ve 280.maddelerden birine dayanılmış olsa dahi, mahkeme bununla bağlı olmayıp, diğer maddelerden birine göre iptal kararı verebilir (Y.H.G.K.25.11.1987 Tarih,… Esas ve 1987/872 Karar sayılı ilamı). Genelde denilebilir ki, borçlunun iptal edilebilecek tasarrufları, alacaklılarından mal kaçırılmasına yönelik olarak yapılan ivazsız veya aciz halinde yapılan tasarruflar ile alacaklılarına zarar verme kastıyla yapılan tasarruflardır.

İİK’nun 279/2 maddesine göre ise ” Para ve mutad ödeme vasıtalarından gayri bir suretle yapılan ödemelerin” acizden itibaren bir yıl içinde yapılmaları halinde iptali gerektiği belirtilmiştir.

Somut olayda, aciz hali sabit olan borçlu Ercan, dava konusu aracı 11.06.2013 tarihinde davalı …’dan mülkiyeti muhafaza kaydı ile satın almış, son taksit tarihi 10.02.2013 tarihinden önce borcunu ödeyemediği için borcuna mahsuben davalı üçüncü kişi Mustafa’ya borcun doğumundan sonra 28.01.2014 tarihinde satmıştır.

Bu halde davanın İİK’nun 279/2.maddesi gereğince davalılar arasındaki 28.01.2014 tarihli borca mahsuben yapılan satış mutad ödeme aracı olarak kabul edilmeyeceğinden davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken hatalı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine 29.05.2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

İŞ ARKADAŞINA KULLANDIRILAN KREDİ NEDENİYLE SENETLE BORÇLANMA- MAAŞ HACZİNE MUVAFAKAT-BORÇLUNUN DURUMUNU VE AMACINI BİLEBİLECEK KİŞİLERDEN OLMASI

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi
ESAS:2016/3588
KARAR:2018/7601 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki takibin taliki veya iptali davasının yapılan yargılaması sonucunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü;

-K A R A R-

Davacı vekili, davalılardan …’ın davacı banka borçlusu olduğunu, aleyhine … İcra Müdürlüğü’nün 2012/1160, 2012/9382, 2012/9568 ve 2012/10616 sayılı dosyalarıyla icra takibi başlatıldığını, davalı … davacı bankadan maaş aldığından kendisine maaş karşılığı kredi kullandırıldığını ve kredinin taksitlerinin maaş hesabından otomatik ödeme talimatı ile tahsil edildiğini, ancak maaşının 1/4’ünün icra dairesine kesildiğini, kalan tutardan da Temmuz 2012’ye kadar 1.000,00 TL, Temmuz 2012 dahil sonraki aylar 2.750,00 TL olacak şekilde … İcra Müdürlüğü’nün 2012/374 sayılı takip dosyasına ödeme yapılmak üzere … tarafından muvafakat verilmesi üzerine davacı bankaya olan kredi taksitlerinin ödenmediğini, icra dosyasının 30/06/2011 vade tarihli 80.000,00 TL bedelli senede dayandığını, alacaklısı …’ın …’ın iş arkadaşı olduğunu, kesilen 2.750,00 TL’den Nisan 2012’den Nisan 2013’e kadar 600,00 TL, Mayıs 2013’ten Ağustos 2014’e kadar 1.000,00 TL’sinin … tarafından …’ın annesi olan …’nün hesabına aktarıldığını ve buradan da …’a ait (fatura, kira ödemesi vs) işlemlerin yapıldığının izlendiğini, yapılan icra takibinin İİK 280 maddesine göre muvazaalı olması nedeniyle alacaklılarını zarar uğratma amacı taşıyan ve muvazaalı olan takibin iptalini talep ve dava etmiştir.

Davalılardan … vekili, …’ın iş arkadaşı olduğunu, müvekkilinin …’dan borç aldığını, borcunu ödeyememesi üzerine …’ın icra takibi başlattığını, müvekkilinin de borcu kabul ederek maaş kesintisi hususunda muvafakat verdiğini, bu aşamada …’ın müvekkilinin annesinden müvekkilinin borcuna ilişkin para aldığını, müvekkili bu durumdan haberdar olduktan sonra annesinin bu duruma karıştırılmamasını talep ettiğini, …’ın iadenin icra dosyasına yapılan ödemelerle orantılı bir şekilde yapacağını belirttiğini, müvekkilinin diğer davalı …’a olan borcunun gerçek borç olduğunu ve devam ettiğini, müvekkilinin Kocaeli Büyükşehir Belediyesinde mühendis olarak çalıştığını, kıdemine göre borcunu karşılamaya müsait olduğunu, bu nedenlerle davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı …, davalı … 20.000,00 TL ile bankadan kredi çekerek kendisine verdiğini ilerde ödenmemesi halinde zor durumda kalacağını davalıya belirtmesi üzerine davalının kendisine 80.000,00 TL’lik senet verdiğini, ilk iki ay ödemelerin yapıldığını ancak devam eden aylara ilişkin kendisine ödeme yapamayacağının davalı … tarafından söylendiğini kendisi ile birlikte İcra Dairesine giderek senedi takibe koyduklarını, Vakıfbank hesabına bloke konulmuş olması nedeniyle yapılacak ödemeye muvafakat vermesiyle kendisini mağdur etmediğini, senede itiraz edilmediğinden hukuken geçerli olduğunu savunmuştur.

Mahkemece, iddia, savunma, yapılan yargılama, toplanan delillere göre; davanın reddine dair karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava İİK’nun 277 ve devamı maddeleri gereğince açılmış tasarrufun iptali istemine ilişkindir.

Mahkemece davanın yazılı gerekçeyle reddine karar verilmiş ise de varılan sonuç dosya kapsamı ve mevcut delil durumuna uygun düşmemektedir.

İİK.nun 280.maddesinde malvarlığı borçlarına yetmeyen bir borçlunun alacaklılarına zarar vermek kastıyla yaptığı tüm işlemler, borçlunun içinde bulunduğu mali durumu ve zarar verme kastının işlemin diğer tarafınca bilindiği veya bilinmesini gerektiren açık emarelerin bulunduğu hallerde tasarrufun iptal edileceği hususu düzenlendiğinden yapılan işlemde mal kaçırma kastı irdelenmelidir.

Somut olayda; davacı banka tarafından davalı borçlu … hakkında Kocaeli 6. İcra Müdürlüğünün … Esas sayılı dosyasından kredi sözleşmesine istinaden 31.01.2012 tarihinde, 2012/9382 sayılı dosyasından 22.07.2010 tarihli Tüketici Kredi Sözleşmesine istinaden 14.08.2012 tarihinde, … Esas sayılı dosyasından 25.11.2010 tarihli Bireysel Kredi Sözleşmesine istinaden 17.08.2012 tarihinde ve 2012/10616 Esas sayılı dosyasından 25.11.2010 tarihli Bireysel Kredi Sözleşmesine istinaden 04.10.2012 tarihinde icra takibi başlatılmış ve takipler kesinleşmiştir. Bahsi geçen dosyalardan davalı borçlu hakkında maaş haczi bir kısmından başlamakla birlikte bir kısmında sıraya alındığı belirtilmiştir.

Davalı borçlu … hakkında 16.01.2012 tarihinde diğer davalı … tarafından 15.03.2011 tanzim, 30.06.2011 vade tarihli, 80.000,00 TL bedelli senet ile ilgili kambiyo senedine mahsus haciz yoluyla takip başlatılmış ve takip 17.01.2012 tarihinde kesinleşmiştir. Bahsi geçen icra takip dosyasında, borçlu … tarafından verilmiş 19.01.2012 tarihli, maaşından Temmuz 2012’ye kadar 1.000,00 TL, Temmuz 2012 dahil sonraki aylarda 2.750,00 TL olacak şekilde kesinti yapılmasına muvafakat ettiğine dair yazıya göre çalıştığı Belediyeye maaş haczi müzekkeresi gönderilmiş, Belediye ilgili birimi tarafından verilen cevabi yazıda ilk maaştan itibaren talep gibi işlem yapılacağı bildirilmiştir.

Dosya arasında yer alan … Büyükşehir Belediyesi Teftiş Kurulu dosyası incelendiğinde ise, davalı …’ın yürütülen soruşturmada 12.04.2013 tarihli ifadesinde, …’ın … tarafından mağdur edildiği, girdiği sıkıntılardan dolayı yardıma ihtiyacı olduğu için kendisinden yardım istediği, kendisinin de Kadir’e yardımcı olduğu, …’ın … tarafından mağdur edilmesi ve Gökmen’in Tarık’a ödemesi gereken paraları ödememesi üzerine … ile beraber bir senet imzaladıkları ve Kadir’i icraya verdiği, Kadir’e vermek üzere çektiği kredi meblağını geri alabilmesi için … ile bu şekilde bir çözüm buldukları, bu sayede …’ın maaşından kesilerek kendisine paranın ödendiği şeklinde beyanda bulunmuştur. Bu durumda mahkemece, davalı 3.kişinin borçlunun durumunu ve amacını bilebilecek kişilerden olması nedeniyle İİK’nun 280/1 maddesi gereğince tasarrufun iptale tabi olması nedeniyle eldeki davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle reddine dair hüküm tesisi isabetli görülmemiştir.

SONUÇ:Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine 10/09/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

MÜTEAHHİTİN TAŞINMAZI KENDİ ÜZERİNE ALMADAN KREDİ TEMİNATI OLARAK BANKAYA İPOTEK ETTİRMESİ- BANKANIN İPOTEĞİ TEMLİK EDEREK MAL KAÇIRMAYA YARDIM ETMESİ- TASARRUFUN İPTALİ

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi
ESAS:2016/1891
KARAR:2018/8410

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tasarrufun iptali davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın davalı Finansbank yönünden reddine, diğer davalılar yönünden kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili, davalı … Vekili ve katılma yoluyla davalı … tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili; davalı …, İsmail ve babaları… birlikte müteahhitlik yaptığını, davalının davacıya olan borcunu ödemekten kaçındıklarından dolayı çeşitli muvazaalı işlemler yaptığını, davalıların … parselde bulunan 11 ve 12 nolu bağımsız bölümleri teşkil eden taşınmazları tapuda sözleşme gereği kendi üzerlerine almadan mal sahibi üzerinden yakınlarına sattığını ve alacaklılarından mal kaçırdıklarını, davalılardan…Şubesi tarafından davalıların müşterek borçları nedeni ile … parselde bulunan 11 ve 12 nolu bağımsız bölümlerine açılan kredi teminatı olarak ipotek şerhi verildiğini, davalı bankanın alacağın teminatı olan ipoteğin …’a temlikinin yasalara aykırı ve mal kaçırmaya yardım etmek olduğunu belirterek dava konusu … ve 12 numaralı bağımsız bölümlerin tapu kaydındaki ipoteğin temliki işleminin iptaline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı … vekili;davacının davasını dava ön şartlarını yerine getirmeksizin ikame ettiğini, davada hak
düşürücü süreye riayet edilmediğini, müvekkilinin davacıya hiç bir borcu olmadığını, ipotek ve temlik işlemlerinin tamamen usul ve yasaya uygun olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Davalı Finansbank AŞ vekili; davalı bankanın tasarrufun iptali davasında davalı olabilecek kişilerden olmadığını, davanın husumet yönünden de reddi gerektiğini, davalı bankanın kredi riski altındayken muvazaalı işlem yaparak kredi alacağını riske atmasının hayatın olağan akışına aykırı bir iddia olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Davalı …; davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, iddia, savunma, toplanan delillere göre;Davalı Finansbank AŞ aleyhine açılan davanın sübut bulmadığından reddine, diğer davalılar aleyhine açılan davanın kabulü ile dava konusu … bağımsız bölüm nolu taşınmazların tapu kaydındaki ipoteğin temlikine ilişkin 15/12/2010 tarihli temlik sözleşmesinin iptaline, karar verilmiş; hüküm, davacı vekili, davalı … vekili ve katılma yoluyla davalı … tarafından temyiz edilmiştir.
1-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davacı vekilinin tüm davalı … vekili ve davalı …’ın sair temyiz itirazlarının reddine, karar vermek gerekmiştir.

2-Dava, İİK 277 ve devamı maddelerine dayanılarak açılmış tasarrufun iptali istemine ilişkindir.
İİK’nun 277 ve izleyen maddelerinde düzenlenen tasarrufun iptali davalarında amaç, borçlunun haciz yada iflasından önce yaptığı ve aslında geçerli olan bazı tasarrufların geçersiz ya da “iyiniyet kurallarına aykırılık” nedeniyle alacaklıya karşı sonuçsuz kalmasını ve dolayısıyla o mal üzerinden cebri icraya devamla alacağın tahsilini sağlamaktır. Davacı, iptal davası sabit olduğu takdirde, tasarruf konusu mal üzerinde cebri icra yolu ile hakkını almak yetkisini elde eder ve tasarruf konusu taşınmaz mal ise, davalı üçüncü şahıs üzerindeki kaydın düzeltilmesine gerek olmadan o taşınmazın haciz ve satışını isteyebilir (İİK.md.283/1).
Somut uyuşmazlıkta; davacı taraf, ipotek alacağının temliki işleminin alacaklıyı (davacıyı) zarara uğratmak amacıyla muvazaalı yapıldığını ileri sürerek bu işlemin iptaline karar verilmesini talep etmektedir.
Mahkemece yapılan yargılama sonucu davalı Finansbank AŞ aleyhine açılan davanın sübut bulmadığından reddine, diğer davalılar aleyhine açılan davanın kabulü ile dava konusu … nolu bağımsız bölüm nolu taşınmazların tapu kaydındaki ipoteğin temlikine ilişkin 15/12/2010 tarihli temlik sözleşmesinin iptaline, karar verilmiş ise de,İİK’nun 277. ve devamı maddelerine göre açılan tasarrufun iptali davalarında amaç “borçlu tarafından” yapılan tasarrufların iptaline hükmedilmesini sağlamaktır. Yani yapılan işlemde borçlu, işlemin tarafı olmalıdır. Somut olayda davalı Finansbank A.Ş. ile davalı … arasındaki ipotek alacağının devri işleminde davalı borçlu … işlemin tarafı olmamakla birlikte, davalı …’in davalı … adına hareketle Finansbank’a olan borcu ödeyip ipotek alacağının devrini sağladığı da ispat edilememiştir. Kaldı ki, davalı …’in davalı-borçlu İshak adına hareketle söz konusu tasarrufları gerçekleştirdiği kabul edilse dahi, bu işlemde davacının alacağına kavuşmasını engellediğinden söz etme olanağı da yoktur. Zira davalı … her halde davalı bankaya ipotekle temin edilmiş şekilde borçludur.
Davacının iptalini istediği tasarruf yapılmamış olsa dahi davalı bankanın ipotek hakkını temlik etmeksizin davalı … hakkında ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla takip yapıp alacağını -tıpkı ipoteği temlik alan … gibi- tahsil etme olanağı vardır. Bu halde de dava konusu tasarrufun davacıyı zarara uğratma kastıyla yapıldığından söz edilemez. Nitekim bu durum mahkemenin de kabulündedir.

Dolayısıyla davacının, (davalı banka ile dava dışı ilişki dışında ticari ilişkileri ve bankacılık uygulamalarına göre ipoteği temlik almasının sebeplerini izah eden) davalı …’ın, geçerli bir neden yok iken ilgisi bulunmayan banka borcunu ödeyip ipoteği temlik almasından yola çıkarak, yapılan tasarrufta işlemlerin tarafı olmayan davalı … ile ipotek temlik sözleşmesinin tarafları olan davalı banka ve davalı …’ın tasarrufunun iptalini isteyemeyeceği, iptal koşullarının yukarıda belirtilen nedenlerle oluşmadığı anlaşıldığından, davanın reddi gerekirken kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.

3-Kabule göre de; … Müdürlüğünün 2013/2595 ve 2013/2593 sayılı takip dosyalarındaki alacak ve ferileriyle sınırlı olarak iptaline karar verilmesi gerekirken dava konusu 15/12/2010 tarihli temlik sözleşmesinin iptaline karar verilmesi de doğru değildir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin tüm,davalı … vekili ve davalı …’ın sair temyiz itirazlarının reddine, (2) ve (3) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalı … vekili ve davalı …’ın temyiz itirazının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, ve aşağıda dökümü yazılı 8,20 TL kalan onama harcının temyiz eden davacıdan alınmasına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalı … ve …’a geri verilmesine, 01.10.2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

MİRASIN REDDİ – VEKALETNAMEDE ÖZEL YETKİ BULUNMASI GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY
14. Hukuk Dairesi
ESAS:2016/2769
KARAR:2018/7782

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı tarafından, davalı aleyhine 08.01.2014 gününde verilen dilekçe ile mirasın hükmen reddi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 03.07.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:

K A R A R

Davacı, 27.02.2010 tarihinde vefat eden muris …’nın terekesinin borca batık olduğunun tespiti ile mirasın hükmen reddine karar verilmesini istemiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesinde, üç ay içinde dava açılmadığından mirasın zımnen kabul edilmiş sayılacağının, davacının davalı kurumu zarara uğratma kastının bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, TMK’nin 605/2. maddesi uyarınca mirasın hükmen reddine karar verilmiştir.
Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.

Dava, TMK’nin 605/2. maddesi gereğince açılan mirasın hükmen reddi istemine ilişkindir. Ölüm tarihinde miras bırakanın ödemeden aczi açıkça belli veya resmen tespit edilmiş ise, miras reddedilmiş sayılır (TMK m. 605/2). Mirasçılar Türk Medeni Kanununun 610. maddesinde yazılı aykırılık da bulunmadıkça yani zımnen mirası kabul etmiş duruma düşmüş olmadıkça her zaman murisin ödemeden aczinin tespitini isteyebilir. Türk Medeni Kanunu’nun 606. maddesinde belirtilen süre bu davada uygulanmaz. Dava alacaklılara husumet yöneltilerek görülür. Bu davada yetkili mahkeme ise alacaklıların davanın açıldığı zamandaki ikametgahı mahkemesidir. Ayrıca Türk Medeni Kanununun Velayet Vesayet ve Miras Hükümlerinin Uygulanmasına İlişkin Tüzüğün 39/2. fıkrası gereğince mirasın reddi yetkisini içeren özel vekaletname sunulması da zorunludur.

Mahkemece davanın kabulüne karar verilmesinde bir isabetsizlik yoktur. Ancak; davanın niteliği gereği davalı-alacaklıların, murisin terekesinin borca batık olduğunu bilmediği, bilmesinin mümkün olmadığı, yapılan yargılama sonrasında terekenin borca batık olup olmadığına karar verildiği göz önünde bulundurularak yargılama gideri ve harçtan davalının değil davacının sorumlu tutulması gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş ise de bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nın 438/7 maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle hüküm sonucunun 4. bendinin çıkartılarak yerine “davanın niteliği gereği yargılama giderinin davacı üzerinde bırakılmasına” yazılmak suretiyle düzeltilmesine, hükmün DÜZELTİLMİŞ ve değiştirilmiş bu şekli ile ONANMASINA, davalı kurum harçtan muaf olduğundan harç alınmasına yer olmadığına, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 14.11.2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

TASARRUFUN İPTALİ- TAŞINMAZ BEDELİNİN ÇEKLE ÖDENMESİ

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi
ESAS:2016/4705
KARAR:2018/11070

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tasarrufun iptali davasının yapılan yargılaması sonucunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davalılar …, … ve … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü;

-K A R A R-

Davacı vekili, müvekkilinin senet sebebiyle davalı borçlu …’tan alacaklı olduğunu, senedin vadesinde ödenmemesi üzerine alınan ihtiyati haciz kararı ile hacze gidildiğini, başlatılan … takibinin sonuçsuz kaldığını, borçlunun adına kayıtlı taşınmazları muvazaalı olarak diğer davalılar adına tescil ettirdiğini ve alacaklılarını zarara uğratma gayesi ile kötü niyetli olarak hareket ettiğini belirterek … ili, … ilçesi, … mah. 162 parsel, 166 parsel, 830 parseldeki davalı borçlu hissesinin diğer davalılara muvazaalı olarak yapılan satış işleminin iptaline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalılar …,… ve … vekili, aciz belgesi yokluğu nedeniyle dava şartı yokluğundan davanın reddini talep ettiklerini, müvekillerinin iyiniyetli 3. kişiler olduğunu, satışın gerçek olduğunu, davalılardan …’ün gayrimenkul bedelini banka aracılığı ile diğer iki davalı … ve İlhan’ın ise diğer davalı borçlu …’a çek vermek sureti ile satış bedelini ödediklerini belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece, iddia, savunma, yapılan yargılama, toplanan delillere göre; davanın kabulü ile … ili … ilçesi … Mahallesinde bulunan 162 parsel numaralı taşınmazın 1/90 hissesini borçlu … tarafından …’e satışına ilişkin temliki tasarrufun, … ili … ilçesi … Mahallesinde bulunan 166 parsel numaralı taşınmazın 4/523 hissesini borçlu … tarafından …’e satışına ilişkin temliki tasarrufun, … ili … ilçesi … Mahallesinde bulunan 830 parsel numaralı taşınmazın 408/33095 hissesini borçlu … tarafından …’e satışına ilişkin temliki tasarrufun hepsinin … 2. … Müdürlüğünün 2014/1698 sayılı takip dosyasındaki alacak ve ferileri ile sınırlı olarak İİK’nun 278 ve devamı maddeleri gereğince iptaline, davacı alacaklıya taşınmaz üzerinde cebri … yetkisi tanınmasına, dair karar verilmiş; hüküm, davalılar …, … ve … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
1-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davalı …’e yapılan satış açısından; satışın 01.07.2014 tarihinde yapılmış olması, dava dışı … … tarafından satıştan önce davalı borçlu …’a bedelin ödendiği iddia edilmişse de … … tarafından banka havalesinin davalı borçlu adına 30.04.2014 tarihinde herhangi bir açıklama kaydı düşülmeden yapılmış olmasına, ödemenin tapu devrinden dolayı yapıldığının anlaşılamamış olmasına göre; davalılar vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

2-Dava, İİK.’nun 277. vd. maddelerine dayalı tasarrufun iptali istemine ilişkindir. Davalı … ve …’e yapılan tapu devirleri 07.01.2014 tarihinde olup tapu bedelinin çekle ödendiği iddia edilmiştir.

…bankasına ait dava dışı … tarafından 10.10.2014 tarihinde keşide edilen 12.250,00 TL bedelli çek ciro yoluyla davalı …’e teslim edilmiş ve bu kişiden sonra davalı borçlu … tarafından ciro edilmiştir.

… Sakarya Şubesine ait… tarafından 20.11.2014 tarihinde keşide edilen 13.000,00 TL bedelli çek ciro yoluyla davalı …’e teslim edilmiş ve bu kişiden sonra yapılan cirolar tespit edilemediğinden mahkemece …’la yazışma yapılmış, gelen cevapta ibraz eden ve bedeli çeken kişi ile ilgili bilgilerin … Bankasından sorulması gerektiği belirtilmiş, … Bankasına yazılan yazıya verilen cevapta ise çekin önlü arkalı fotokopisi gönderildiğinde bilgi verilebileceği belirtilmiştir.

Çekte vade olmamakla birlikte ticari hayatta çeklerinde bono gibi vadeli kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Davalı 3. kişiler … ve …’in çeki ciro yoluyla aldığının anlaşılmasına göre borçluya teslim ettikleri ve tapu bedelini bu şekilde ödediklerine yönelik iddiaları hakkında yeterli araştırma yapılmamıştır. Bu durumda mahkemece çeklerin kim tarafından bankaya ibraz edildiği ve çek bedellerinin kime ödendiği kesin olarak tespit edildikten sonra, dava konusu tasarrufun İİK’nun 278, 279, 280 maddeler gereğince iptale tabi olup olmadığı değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik incelemeye dayalı hüküm tesisi isabetli görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalılar …, … ve … vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalılar …, … ve … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA ve peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalılar …, … ve …’e geri verilmesine, 21/11/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

TAŞINMAZ SATIŞ SÖZLEŞMESİNDEN KAYNAKLANAN – ADİ ŞEKİLDE YAPILMIŞ VE GEÇERSİZ OLAN TAŞINMAZ SATIM SÖZLEŞMESİNE BAĞLI OLARAK KARARLAŞTIRILAN CEZAİ ŞARTA AİT HÜKÜMLERİ DE GEÇERSİZ OLDUĞU

T.C.
YARGITAY
19. HUKUK DAİRESİ
ESAS NO. 2013/10248
KARAR NO. 2013/12358
KARAR TARİHİ. 2.7.2013

ÖZET : Dava, taşınmaz satış sözleşmesinden kaynaklanan cezai şart alacağının tahsili için başlatılan takibe vaki itirazın iptali istemine ilişkindir. Davaya konu uyuşmazlığa neden olan satış sözleşmesi, resmi şekilde yapılmadığı için geçerli kabul edilemez. Öte yandan taşınmazların daha sonra tapuda resmi şekilde devirlerinin tamamlanmış olması da geçersiz olan satış sözleşmesine geçerlilik kazandırmaz. Bunun yanında tapuda resmi şekilde yapılan devir sırasında da alıcı davacı şirket tarafından tapu siciline adi şekilde yapılan sözleşmeye ilişkin bir şerh de konulmamıştır. Bu durumda adi şekilde yapılmış ve geçersiz olan taşınmaz satım sözleşmesine bağlı olarak kararlaştırılan cezai şarta ait hükümleri de geçersizdir. Mahkemece açıklanan bu yönler gözetilmeden yazılı gerekçe ile davanın kabulü doğru görülmemiştir.

DAVA : Taraflar arasındaki itirazın iptali davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün davalı vekilince duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine ilgililere çağrı kağıdı gönderilmişti. Belli günde davacı vekilleri ile davalı vekilinin gelmiş olmalarıyla duruşmaya başlanarak hazır bulunan avukatların sözlü açıklamaları dinlenildikten ve temyiz dilekçesinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili taraflar arasında 16.04.2010 tarihinde taşınmaz satış protokolünün ayrılmaz bir parçası olarak Fi Yapı Esenşehir projesi alışveriş merkezi, taşınmaz satış protokolü imzalandığını satış için öngörülen 30.04.2010 tarihli çeklerin davalıya iadesi ile Esenyurt 1219 Ada 10 Parsel sayılı taşınmazın 10.000.000,00 TL + KDV ile davacıya satışının öngörüldüğünü, çeklerin davalıya verilmiş taşınmazın davacı adına tescil edilmiş olduğunu sözleşme çerçevesinde davalı şirketçe 68 adet dükkandan ibaret alışveriş merkezinin 30.09.2010 tarihinde tamamının yapılıp teslim edileceğini belirtilen bu tarihte teslim edilmemesi halinde yoksun kalınan kira bedeli karşılığı olarak aylık 125.000 USD’nin her ayın son gönü nakden ve defaten cezai şart olarak ödeneceğinin kararlaştırıldığını davalının öngörülen bu tarihte edimini tamamen yerine getirip alışveriş merkezinin tamamını teslim etmediğini halen de tesliminin yapılmadığını yaptırdıkları delil tespitleri ile de imalat serisinin kabul edilebilir durumda olmaması nedeniyle sözleşmede öngörülen cezai şart ödeme koşullarının gerçekleştiğini 2011 yılı Mart ayına ait kiraya ilişkin cezai şart bedelinin tahsili için İstanbul 7. İcra Müdürlüğü’nün 2011/6053 Esas sayılı dosyası ile icra takibine giriştiklerini ve davalının takibe haksız olarak itiraz ettiğini ileri sürerek davalının itirazının iptaline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı Fi Yapı A.Ş. vekili müvekkilinin imzalanan sözleşmeye uygun olarak edimlerini ifa ettiğini doğmuş herhangi bir borcunun bulunmadığını 68 adet bağımsız bölümün gerçek teslim tarihinin 23.10.2011 tarihi olup tespit raporunun yerinde bulunmadığını 30.09.2010 tarihi olarak teslim tarihinin kabul edilemeyeceğini, davacı tarafa 15.05.2011 tarihinde teslim alması konusunda ihtarı bulunmasına rağmen davacının tesliminden kaçındıklarını cezai şart ödeme koşullarının gerçekleşmediğini davacının her aya ait kira bedellerinin cezai şartını istemesinin kötüniyetli davranış olduğunu belirtmiş daha sonraki dilekçelerinde 27.04.2010 tarihli tapu devirleri ile infisahi şart nedeniyle protokol hükümlerinin düştüğünü maktu kira tazminatı hükmünün de hukuki geçerliliğini yitirdiğini belirterek davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece dosya kapsamına göre, taraflar arasındaki 16.04.2010 tarihli satış sözleşmesi uyarınca davacıların taşınmazları 30.09.2010 tarihinde teslimini gerçekleştirmediği ve aylık cezai şarttan sorumlu olduğu gerekçesiyle davalı şirketin icra dosyasına itirazının 125.000 USD asıl alacak yönünden iptali ile takibin bu miktar üzerinden devamına, takip öncesi işlemiş faiz alacağı bulunmadığının tespitine, takip konusu asıl alacak üzerinden %40 icra inkar tazminatının davalıdan tahsiline karar verilmiş hüküm davalı şirket vekilince temyiz edilmiştir.

Türk Borçlar Kanunu 237. maddesi ( B.K. 213 m. ) hükmüne göre “Taşınmaz satışının geçerli olabilmesi için sözleşmenin resmi şekilde düzenlenmesi şarttır…” şeklindedir. Anılan hüküm bir geçerlilik şartıdır. Bu maddede öngörülen şekle uyulmadan yapılan sözleşmeler hükmü doğurmaz. Bu nedenle tapulu taşınmazların harici satış yoluyla devri mümkün değildir. ( Aynı yönde Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 01.07.2008 tarih 3589-8256 E.K. sayılı kararı )

Dolayısıyla düzenlenme anında resmi şekilde yapılmamış olan bir sözleşme geçerli kabul edilemez.

Davaya konu uyuşmazlığa neden olan 16.04.2010 tarihli satış sözleşmesi, resmi şekilde yapılmadığı için geçerli kabul edilemez. Öte yandan taşınmazların daha sonra tapuda resmi şekilde devirlerinin tamamlanmış olması da geçersiz olan 16.04.2010 tarihli satış sözleşmesine geçerlilik kazandırmaz.

Bunun yanında tapuda resmi şekilde yapılan devir sırasında da alıcı davacı şirket tarafından tapu siciline 16.04.2010 tarihli adi şekilde yapılan sözleşmeye ilişkin bir şerh de konulmamıştır.

Bu durumda adi şekilde yapılmış ve geçersiz olan 16.04.2010 tarihli taşınmaz satım sözleşmesine bağlı olarak kararlaştırılan cezai şarta ait hükümleri de geçersizdir.

Mahkemece açıklanan bu yönler gözetilmeden yazılı gerekçe ile davanın kabulü doğru görülmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz eden davalı şirket yararına BOZULMASINA, bozma nedenine göre diğer yönlerin şimdilik incelenmesine yer olmadığına, vekili Yargıtay duruşmasında hazır bulunan davalı yararına takdir edilen 990.00.TL duruşma vekalet ücretinin davacıdan alınarak davalıya ödenmesine, peşin harcın istek halinde iadesine, 02.07.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi.

İŞTİRAK HALİNDE MÜLKİYETTE PAYDAŞLARDAN BİRİ ÖTEKİ PAYDAŞLARIN OLURLARINI ALMADAN VEYA MİRAS ŞİRKETİNE TEMSİLCİ ATANMADAN TEK BAŞINA ORTAK TAŞINMAZDAN YARARLANMASINA ENGEL OLAN PAYDAŞ ALEYHİNE ELATMANIN ÖNLENİLMESİ DAVASI AÇABİLİR

T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2000/5834
K. 2000/5717
T. 8.5.2000

DAVA : Davacı- Davalı tarafından, davalı-davacı aleyhine açılan elatmanın önlenmesi davasının yapılan yargılamasında, Mahkemece davanın reddine dair verilen kararın davacı-k. davalı tarafından temyizi üzerine dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Dava, paydaşın paydaş aleyhine açtığı elatmanın önlenmesi isteğine ilişkindir.

Bilindiği üzere;paylı mülkiyette taşınmazdan yararlanamıyan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan payına vaki elatmanın önlenilmesini herzaman istiyebilir. HATTA İŞTİRAK HALİNDE MÜLKİYETTE DAHİ PAYDAŞLARDAN BİRİ ÖTEKİ PAYDAŞLARIN OLURLARINI ALMADAN VEYA MİRAS ŞİRKETİNE TEMSİLCİ ATANMADAN TEK BAŞINA ORTAK TAŞINMAZDAN YARARLANMASINA ENGEL OLAN PAYDAŞ ALEYHİNE ELATMANIN ÖNLENİLMESİ DAVASI AÇABİLİR.

Ancak, o paydaşın, payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı bir kısım yer varsa açacağı elatmanın önlenilmesi davasının dinlenme olanağı yoktur. Yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarına ve aynı doğrultudaki bilimsel görüşlere göre payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın sorununu elatmanın önlenilmesi davası ile değil, kesin sonuç getiren taksim veya şuyun satış yoluyla giderilmesi davası açmak suretiyle çözümlemesi gerekmektedir.

Öte yandan, yurdumuzda sosyal ekonomik nedenlerle kırsal kesimlerden kentlere aşırı akım, nüfus çoğalması, büyük mesken ve işyeri ihtiyacı nedeniyle hızlı yapılaşma karşısında görevli mercilerin aciz kalmaları veya çeşitli nedenlerle göz yummaları sonucu, izinsiz, ruhsatsız, resmi kayıtlara bağlanmayan büyük yerleşim alanları oluştuğu, bu arada paylı taşınmazların tapuda resmi ifrazları yapılmadan paydaşlar arasında haricen veya fiilen taksim edilip üzerlerine büyük mahalleler hatta beldeler yapıldığı bir gerçektir. Bilindiği üzere M.K.nun 634, B.K.nun 2l3, T.K.nun 26. maddeleri hilafına tapulu taşınmazlarda harici veya fiili taksim ile payların mülkiyeti ana taşınmazdan ayrılamaz. Nevarki, taşınmazın kullanma biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir anlaşma ile belirlenmiş yada fiili bir kullanma biçimi oluşmuş, uzun süre paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemsel olarak ( fiilen) bağımsız bu oluşumun tapuda yapılacak resmi taksime veya şuyun satış suretiyle giderilmesine yahut o yerde bir imar uygulaması yapılmasına kadar korunması, ” akte vefa” kuralının yanında M.K.nun 2. maddesinde düzenlenen iyi niyet kuralının da bir gereğidir. Aksi halde, pekçok kimse zarar görecek toplum düzeni ve barışı bozulacaktır.

O halde, paydaşlar arasındaki elatmanın önlenilmesi davalarında öncelikle tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ve özel bir parselasyon planın olup olmadığı veya fiili kullanma biçiminin oluşup oluşmadığı üzerinde özenle durulmalı, varsa çekişmeli yerin kimin kullanımına terk edildiği saptanılmalı, harici veya fiili taksim yoksa uyuşmazlık yukarıda değinildiği gibi, M.K.nun müşterek mülkiyet hükümlerine göre çözümlenmelidir.

Somut olaya gelince; çekişmeli taşınmazın tarafların müşterek murisi Rıza Dağhan mirasçıları adına kayıtlı olduğu, murisin l943 te öldüğü taşınmazın iştirak halinde olduğu anlaşılmaktadır.

Ancak, iştirak halinde mülkiyete konu teşkil eden taşınmazlarda bir iştirakçinin diğer iştirakçi aleyhine açtığı davada müşterek mülkiyet hükümlerinin uygulanacağı kuşkusuzdur.

Hal böyle olunca, yukarıdaki ilkeler çerçevesinde araştırma yapılması bütün paydaşlar arasında çekişmeli yerin yol olarak bırakıldığı yönünde bir anlaşmanın yapılıp yapılmadığı veya kullanma biçiminin oluşup oluşmadığının açıklığa kavuşturulması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, dava şartı yokluğu gerekçesiyle davanın reddi doğru değildir.

SONUÇ: Davacı-karşı davalının temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine 8.5.2000 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

FİİLİ TAKSİMİN KOŞULLARI- ŞUFALI PAYIN İPTALİ VE TESCİLİ DAVASI- TAPU İPTALİ VE TESCİL

T.C.
YARGITAY
6. HUKUK DAİRESİ
E. 2002/576
K. 2002/830
T. 11.2.2002

ÖZET: Fiili taksimin varlığını kabul edebilmek için, her bir paydaşın elinde taşınmazın belirli bir kesiminin bulunması ve uzun süreden beri paydaşların çekişmesiz olarak taşınmazdan bu şekilde yararlanmalarını sürdürmeleri gerekir.

DAVA : Mahalli mahkemesinden verilmiş bulunan yukarıda tarih ve numarası yazılı şufa davasına dair karar davacı tarafından süresi içinde duruşmalı olarak temyiz edilmiş ancak dava değeri itibariyle duruşmalı işlerden olmadığından duruşma isteminin reddine karar verildikten sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Dava şufalı payın iptali ile davacı adına tescili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı vekili, dava dilekçesinde müvekkilinin dava konusu 50 nolu parselde paydaş olup davalının diğer paydaşların hissesini bağış suretiyle devraldığını, yapılan işlemin gerçekte satış olduğunu belirterek şufalı payın iptali ile davacı adına tescilini talep etmiştir.

Davalı vekili, yapılan işlemin bağış olmadığının kanıtlanamadığını, bağış için akrabalık ilişkisinin zorunlu olmadığını kaldı ki bağışlayanlardan Sultan Ç’ın da müvekkilinin eşi olduğunu, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece taşınmazın fiilen taksim edilmiş olması nedeniyle davanın reddine karar verilmiştir.

Dava konusu 50 nolu parselin paydaşları Sultan Ç, İbrahim D. ve Emine K. taşınmazdaki toplam 8/352 paylarını 17.10.1996 tarihinde bağış suretiyle davalıya devretmişlerdir. Dava 1.11.1996 tarihinde açılmakla süresindedir. Davalı yapılan işlemin satış olduğuna ilişkin mahkeme kararının gerekçesini temyiz etmediğine göre işlemin satış olduğu hususu kesinleşmiş bulunmaktadır. Bütün sorun taşınmazın paydaşları arasında fiilen taksim edilip edilmediği konusunda toplanmaktadır. Fiili taksimin varlığını kabul etmek için her bir paydaşın elinde taşınmazın belirli bir kesiminin bulunması ve uzun süreden beri paydaşların çekişmesiz olarak bu şekilde yararlanmalarını sürdürmeleri gerekir. Davalının taşınmazın fiilen taksim edildiğine dair belirgin bir savunması bulunmadığı gibi davalı tanıklarının da bu konuda bir beyanları yoktur. Mahkemece yapılan keşifte mahalli bilirkişinin beyanları doğrultusunda fen bilirkişisi davalının taşınmaz içinde 1006.25 m2 yer kullandığını raporunda belirtmiştir. Taşınmazın diğer kısımlarını paydaşlardan sadece bir bölümü kullanmakta olup, davacının taşınmazda müstakilen kullandığı bir yer bulunup bulunmadığı yeterince araştırılmamıştır.

Bu husus üzerinde durulmadan noksan inceleme sonucu yazılı şekilde hüküm kurulması hatalı olmuştur.

Hüküm bu nedenle bozulmalıdır.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenle temyiz itirazlarının kabulü ile H.U.M.K. nun 428.maddesi uyarınca hükmün BOZULMASINA ve istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine 11.2.2002 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

ÖNALIM HAKKI- ŞUFALI PAYIN İLİŞKİN OLDUĞU TAŞINMAZIN PAYDAŞLARCA ÖZEL OLARAK TAKSİM EDİLİP HER BİR PAYDAŞIN BELİRLİ BİR KISMI KULLANMASI –

T.C.
YARGITAY
6.HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2001/9712
KARAR: 2002/1375
TARİH: 5.3.2002

ÖZET:1 – Şufalı payın ilişkin olduğu taşınmaz, paydaşlarca özel olarak taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken, bunlardan biri kendisinin tasarrufundaki yeri ve ona tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satış zamanında o yerde hak iddia etmeyen davacının, tapuda pay satışı şeklinde yapılan işlem nedeniyle şufa hakkını kullanması objektif iyi niyet kuralı ile bağdaşmaz.

2 – Paydaşların, taşınmazın çeşitli yerlerine evlerini inşaa etmeleri, kalan bölümü narenciye bahçesi olarak hisseleri birbirinden belirli bir şekilde ayıran çit ve tel örgü gibi sınır işaretleri olmaksızın, bir bütün olarak birlikte kullanılmaları durumunda taksimin varlığının kabul edilmesi hatalıdır.

DAVA : Mahalli mahkemesinden verilmiş bulunan şufa davasına dair kararın temyiz incelemesi duruşmalı olarak davacı tarafından süresi içinde istenilmekle dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Dava şufalı payın iptal ve tescil istemine ilişkindir. Mahkeme davayı reddetmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Şufalı payın ilişkin olduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin tasarrufundaki yeri ve ona tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında o yerde hak iddia etmeyen davacının, tapuda pay satışı şeklinde yapılan işlem nedeniyle şufa hakkını kullanması MK.2. maddesinde yer alan objektif iyi niyet kuralı ile bağdaşmaz. Kötüye kullanılan bu hak kanunen himaye görmez. 14.2.1951 gün ve 17/1 sayılı içtihadı Birleştirme Kararı uyarınca bu hususun davanın her aşamasında ileri sürülmesi, hatta mahkemenin kendiliğinden nazara alması gerekir. Savunmanın tevsii bu gibi durumlarda söz konusu değildir. Davanın bu bakımdan reddi gerekir.

Olayımızda: Davacı şufalı payın ilişkin bulunduğu taşınmazda paydaş olduğunu, paydaşlardan Aziz’in 1/8 payını 18.9.1998 tarihinde davalıya tapuda 10.000.000.000.-TL bedelle sattığını, bedelde muvazaa yapıldığını, gerçek satış bedelinin 2.500.000.000.-TL olduğunu, şufalı payın iptali ile adına tescilini istemiştir. Davalı şufalı payın ilişkin bulunduğu taşınmazın paydaşları arasında taksim edildiğini, bedelde muvazaa yapılmadığını, davanın reddini savunmuştur. Mahkeme fiili taksim savunmasına itibar ederek davan m reddine karar vermiştir.

Dava konusu 68 parsel sayılı taşınmaz 46.900 m2 olup, 7 paydaş arasında paylı bulunmaktadır. Davalının fiili taksim savunması doğrultusunda yapılan keşiflerde düzenlenen bilirkişi raporlarından dinlenen tanık ifadelerinden ve tüm dosya kapsamından paydaşların 46.900 m2’lik taşınmazın muhtelif yerlerine evlerini inşaa ettikleri, kalan bölümün narenciye bahçesi olarak hisseleri birbirinden belirli bir şekilde ayıran çit ve tel örgü gibi sınır işaretleri olmaksızın bir bütün olarak birlikte kullandıkları anlaşılmaktadır. Davalının bayii Aziz’in 1991 yılında satın aldığı 1/8 hisseyi diğer hissedarlardan ayırarak kullanmaya başlaması ve o şekilde davalıya sattığını açıklaması, tanıkların soyut bir şekilde her paydaşın yerinin belli olduğunu belirtmeleri fiili taksimin yapıldığını göstermez, ileri sürülen bu taksimin ne zaman, kimlerin katılımıyla ne şekilde yapıldığı her bir paydaşın belli ve muayyen bir yeri kullandığı hususları ispatlanmamıştır. Bu durumda taşınmazın taksim edildiği kabul edilemez. Mahkemenin taksimin varlığını kabul ile davayı reddetmesi doğru değildir.

Ancak; tapuda pay 10.000.000.000.-TL bedelle satıldığı halde davacı payın 2.500.000.000.-TL’den devredildiğinden bahisle bedelde muvazaa iddiası ile dava açtığından bu iddiasının aktin tarafı olmadığından her türlü delil ile ispatlanması gerekir. Davacının dinlettiği tanıklar satış bedelinin ne kadar olacağı yönünde tahmini beyanlarda bulundukları gibi yapılan keşiflere belirlenen bedeller dahi davacının iddiasını kanıtlar durumda değildir. Bu durumda şufa bedeli olarak tapudaki satış bedeli dan 10.000.000.000.-TL harç ve masraflar tutarının esas alınması gerekir. Davacıdan bu bedel üzerinden şufa hakkını kullanmak isteyip istemediği sorularak kabul ettiği takdirde bu bedelin depo edilmesi için davacıya münasip süre verilmesi ve sonucuna göre karar verilmesi icap ettiğinden hükmün bozulması gerekmiştir.

Sonuç : Yukarıda açıklanan nedenle hükmün ( BOZULMASINA ), davacı yararına takdir edilen 60.000.000.-TL duruşma vekalet ücretinin davalıdan alınıp davacıya verilmesine, istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine, 5.3.2002 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İPOTEĞİN KALDIRILMASI- AİLE KONUTU ŞERHİ KONULMASI

TC
YARGITAY
2. Hukuk Dairesi
ESAS: 2017/6349
KARAR:2018/12283

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi
DAVA TÜRÜ : İpoteğin Kaldırılması-Aile Konutu Şerhi Konulması

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı kadın tarafından ipoteğin kaldırılması davasına yönelik olarak temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

Dava aile konutu üzerindeki ipoteğin kaldırılması istemine ilişkindir. Davacı malik olmayan eş, aile konutu niteliğinde bulunan taşınmazın, malik olan davalı eş tarafından “açık rızası alınmadan” davalı kooperatif lehine ipotek ettirildiğini ileri sürerek, aile konutu üzerine konulan ipoteğin kaldırılmasını talep ve dava etmiştir.
Mahkemece ipotekten davacının haberi olduğu, açık rızanın bulunduğunun kabulü gerektiği ve koopeteratif’in kötü niyetinin ispatlanamadığı gerekçesiyle ipoteğin kaldırılması davasının reddine karar verilmiştir.

Türk Medeni Kanunu’nun 193. maddesi hükmü ile eşlerin birbirleri ve üçüncü kişilerle olan hukuki işlemlerinde özgürlük alanı tanınmış olmakla birlikte Türk Medeni Kanunu’nun 194. madde hükmü ile eşlerin aile konutu ile ilgili bazı hukuksal işlemlerinin diğer eşin rızasına bağlı olduğu kuralı getirilerek eşlerin hukuki işlem özgürlüğü “aile birliğinin korunması” amacıyla sınırlandırılmıştır. Buna göre, eşlerden biri diğer eşin “açık rızası bulunmadıkça” aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez ve aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz.

Bu cümleden hareketle, aile konutunun maliki olan eş, aile konutundaki yaşantıyı güçlüğe sokacak biçimde, aile konutunu devredemez. Bu işlem ” ancak diğer eşin açık rızası alınarak” yapılabilir.
Türk Medeni Kanunu’nun 194. maddesi yetkili eşin izni için bir geçerlilik şekli öngörmemiştir. Bu nedenle söz konusu izin bir şekle tabi olmadan, sözlü olarak da verilebilir. Ancak maddenin ifadesinden de anlaşılacağı üzere, iznin “açık” olması gerekir.

Bu açıklamalar ışığından somut olayda dosya kapsamından, davacı ile davalı eş … dava konusu taşınmazı aile konutu olarak kullandıkları, davalı …’ın davacı eşin “açık” razısı olmadan işbu taşınmaza diğer davalı lehine ipotek tesis ettirdiği anlaşılmaktadır. Hukuk Genel Kurulu’nun 15.04.2015 tarih ve 2013/2-2056 esas, 2015/1201 karar sayılı kararında açıkça ifade edildiği ve Dairemizce de aynen benimsendiği üzere eşin açık rızası alınmadan yapılan işlemin geçerli olduğunu kabul etmek imkansızdır.

Eş söyleyişle eşin “açık rızası alınmadan” yapılan işlemin “geçersiz olduğunu” kabul etmek zorunludur. Gerçekleşen bu durum karşısında yukarıda açıklanan yasal düzenleme ile ilkelere uygun değerlendirme yapılarak ipoteğin kaldırılmasına yönelik davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde ret hükmü kurulması usul ve kanuna aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 01.11.2018(Prş.)

AİLE KONUTUNA KONULAN İPOTEĞİN KALDIRILMASI -MÜŞTEREK ÇOCUKLARIN KULLANDIĞI KREDİYE TEMİNAT OLARAK AİLE KONUTUNA İPOTEK KONULMASI-AİLE KONUTUNA İPOTEK KONULURKEN EŞİN AÇIK RIZASININ ARANMASI

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS NO. 2013/2-2056
KARAR NO. 2015/1201
KARAR TARİHİ. 15.4.2015

4721/m. 193, 194/1

Eşlerden biri diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez ve aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz. Aile konutu şerhi konulmuş olmasa da eşlerin birlikte yaşadıkları aile konutu üzerindeki fiil ehliyetleri sınırlandırılmıştır. Bu haktan önceden feragat edilemeyeceği gibi eşlerin anlaşmasıyla da ortadan kaldırılamaz ve açık rıza ancak “belirli olan” bir işlem için verilebilir. Eşin izni için bir geçerlilik şekli öngörülmemiştir. Sözkonusu izin bir şekle tabi olmadan, sözlü olarak dahi verilebilir.

Somut olayda, davalı eş dava konusu aile konutu üzerinde diğer davalı banka lehine ipotek tesis etmiş, bu işlem sırasında davalı banka tarafından davacı eşin açık rızası alınmamıştır. İpotek işleminin, davacı ve davalı eş ile aynı çatı altında oturan müşterek çocukların kullandığı krediye teminat teşkil etmek üzere kurulmuş bulunmasının da önemi bulunmamaktadır. Yapılan işlemin geçerli olduğunu kabul etmek imkansızdır. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce; ipotek işleminin kurulmasına neden olan, davacı ve davalı eş ile aynı çatı altında oturan müşterek çocukların kullandığı krediden ve dolayısıyla da ipotek işleminden davacı eşin haberdar olmadığını kabul etmenin hayatın olağan akışına aykırı olduğu ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir. İpoteğin kaldırılması isteminin kabulüne karar verilmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki “ipoteğin kaldırılması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Küçükçekmece 2. Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 27.07.2011 gün ve 2011/29 E. 2011/964 K. sayılı kararın incelenmesi davalılardan T.V. Bankası T.A.O. vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 15.10.2012 gün ve 2011/23336 E. 2012/24471 K. sayılı ilamı ile;

“… Davacının eşi olan davalılardan M.’in adına tapuda kayıtlı olan ve aile konutu olarak kullanılan taşınmaz üzerine 30.11.2007 tarihinde dava dışı A. Makine ve Boya Sanayi Limitet Şirketinin kullandığı kredinin teminatını teşkil etmek üzere ipotek tesis edildiğinde çekişme bulunmamaktadır. Dava dışı şirketin ortakları arasında davacı ve davalı eş M.’in müşterek çocukları olan M. ve S. da bulunmaktadır. M. ve S., dava konusu taşınmazda davacı ve davalı M. ile birlikte oturmaktadır. İpotek işlemi, davacı ve davalı eş ile aynı çatı altında oturan müşterek çocukların kullandığı krediye teminat teşkil etmek üzere kurulmuş bulunmasına göre, M. ve S.’ın annesi olan davacının ipotek işlemini bilmemesi hayatın olağan akışına aykırı düşer. Herkes haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanımını hukuk düzeni korumaz (TMK.md.2). Davacının, Türk Medeni Kanununun 194. maddesindeki korumadan faydalanmasına imkan bulunmamaktadır. Davanın reddi gerekirken, yazılı gerekçe ile kabulü doğru görülmemiştir…”

Gerekçesiyle oyçokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Dava, aile konutu üzerindeki ipoteğin kaldırılması istemine ilişkindir. Davacı vekili, müvekkili ile davalının 15.06.1982 tarihinden bu yana evli olduklarını, davalı eş adına tapuda kayıtlı olup 1997 yılından itibaren müşterek çocukları M.P. ve S.P. ile birlikte yaşadıkları ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 194. maddesi anlamında aile konutu niteliğinde bulunan taşınmazın, davalı eş tarafından müvekkilinin bilgisi ve muvafakati dışında, dava dışı A. Makine Boya San. Tic. Ltd. Şti. ile diğer davalı T.V. Bankası T.A.O. arasında imzalanan kredi sözleşmesinin teminatı olarak davalı banka lehine ipotek ettirildiğini, kredi borcunun ödenmemesi üzerine davalı bankaca başlatılan icra takibi üzerine bu durumdan haberdar olunduğunu, davalıların kötüniyetli olduklarını, müvekkilinin ipotek işlemine açıkça muvafakatinin bulunmadığını ileri sürerek, aile konutu üzerine konulan ipoteğin kaldırılmasını ve icra takibinde taşınmazın satışının teminatsız olarak durdurulmasını talep ve dava etmiştir.

Davalı T.V. Bankası T.A.O. vekili, dava konusu taşınmazın tapu kaydında aile konutu olduğuna dair bir şerhin bulunmadığını, müvekkili bankanın iyiniyetli olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur. Davalı M.P., yapılan usuli tebligata rağmen yargılamalara katılmamıştır. Mahkemece, TMK’nın 194/1. maddesinde eşlerin fiil ehliyetine getirilen sınırlamanın aile konutuna şerhin konulması ya da konulmaması koşuluna bağlanmadığı, üçüncü kişinin iyiniyetli olup olmamasının herhangi bir öneminin bulunmadığı, eldeki davada davacı eşin rızası alınmaksızın aile konutunun ipotek olarak davalı eş tarafından gösterilmesinin TMK’nın 194/1 maddesine aykırılık teşkil ettiğinden bahisle davanın kabulü ile dava konusu aile konutu üzerindeki ipoteğin kaldırılmasına dair verilen karar, davalı T.V. Bankası T.A.O. vekilinin temyizi üzerine, Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle oyçokluğu ile bozulmuştur.

Mahkemece, önceki gerekçelerle ipoteğin kaldırılmasına dair ilk kararda direnilmiştir. Direnme kararı, davalı T.V. Bankası T.A.O. vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ipotek işleminin davacı ve ipotek veren davalı ile aynı çatı altında oturan müşterek çocukların kullandığı krediye teminat teşkil etmek üzere kurulmuş bulunmasına göre, bu hususun davacının ipotek işleminden haberdar olup bu işleme muvafakat ettiği anlamına gelip gelmediği noktasında toplanmaktadır.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 194/1. maddesine göre, “Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz.”

Bu madde hükmü ile aile konutu şerhi konulmuş olmasa da eşlerin birlikte yaşadıkları aile konutu üzerindeki fiil ehliyetleri sınırlandırılmıştır. Sınırlandırma aile konutu şerhi konulduğu için değil, zaten var olduğu için getirilmiştir. Bu sebeple tapuya aile konutu şerhi verilmese bile o konut aile konutu özelliğini taşır. Anılan madde hükmü ile getirilen sınırlandırma, emredici niteliktedir. Dolayısıyla bu haktan önceden feragat edilemeyeceği gibi eşlerin anlaşmasıyla da ortadan kaldırılamaz ve açık rıza ancak “belirli olan” bir işlem için verilebilir.

TMK’nın 193. maddesi ile eşlerin birbirleri ve üçüncü kişilerle olan hukuki işlemlerinde özgürlük alanı tanınmış olmakla birlikte TMK’nın 194. madde hükmü ile eşlerin aile konutu ile ilgili bazı hukuksal işlemlerinin diğer eşin rızasına bağlı olduğu kuralı getirilerek eşlerin hukuki işlem özgürlüğü, “aile birliğinin” korunması amacıyla sınırlandırılmıştır. Buna göre, eşlerden biri diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez ve aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz.

Bu cümleden hareketle, aile konutunun maliki olan eş aile konutundaki yaşantıyı güçlüğe sokacak biçimde, aile konutunun ipotek edilmesi gibi tek başına bir ayni hakla sınırlandıramaz. Bu sınırlandırma ancak diğer eşin açık rızası alınarak yapılabilir.

TMK’nın 194. maddesi yetkili eşin izni için bir geçerlilik şekli öngörmemiştir. Bu nedenle sözkonusu izin bir şekle tabi olmadan, sözlü olarak dahi verilebilir. Ancak maddenin ifadesinden de anlaşılacağı üzere, iznin “açık” olması gerekir (GÜMÜŞ, Mustafa Alper, Türk Medeni Kanununun Getirdiği Yeni Şerhler; Vedat Kitapçılık, İstanbul 2007, Birinci Basıdan İkinci Tıpkı Bası, 41-42 sh.).

Her ne kadar ipotek doğrudan doğruya aile konutundan faydalanma ve oturma hakkını engellemiyorsa da, hak sahibi eşin kötüniyetli ve muvazaalı işlemleri ile aile konutunun elden çıkarılma tehlikesi nedeniyle ipotek işlemine diğer eşin açık rızası şarttır.

Somut olayda, davalı eş dava konusu aile konutu üzerinde diğer davalı banka lehine ipotek tesis etmiş, bu işlem sırasında davalı banka tarafından davacı eşin açık rızası alınmamıştır. Yukarıda açıklanan kurallar çerçevesinde ipotek işleminin, davacı ve davalı eş ile aynı çatı altında oturan müşterek çocukların kullandığı krediye teminat teşkil etmek üzere kurulmuş bulunmasının da önemi bulunmamaktadır. Bu durumda, TMK’nın 194/1 maddesi eşin açık rızasını aradığından, yapılan işlemin geçerli olduğunu kabul etmek imkansızdır. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce; ipotek işleminin kurulmasına neden olan, davacı ve davalı eş ile aynı çatı altında oturan müşterek çocukların kullandığı krediden ve dolayısıyla da ipotek işleminden davacı eşin haberdar olmadığını kabul etmenin hayatın olağan akışına aykırı olduğu ileri sürülmüş ise de yukarıda açıklanan nedenlerle bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir. Hal böyle olunca, mahkemece, yukarıda açıklanan yasal düzenleme ve ilkelere uygun değerlendirme yapılarak davanın kabulüne karar verilmesi ve bu kararda direnilmesi usul ve yasaya uygun olup; direnme kararının onanması gerekir.

SONUÇ : Davalı T.V. Bankası T.A.O. vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerden ONANMASINA, aşağıda dökümü yazılı (13.637,70 TL) harcın temyiz edenden alınmasına, 15.04.2015 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

AİLE KONUTUNUN EŞİN RIZASI ALINMADAN ÜÇÜNCÜ KİŞİYE SATILMASI- ÜÇÜNCÜ KİŞİNİN İYİ NİYETLİ OLUP OLMADIĞININ HER HANGİ BİR ÖNEMİNİN BULUNMADIĞI

T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
ESAS NO. 2016/20910
KARAR NO. 2016/14532
KARAR TARİHİ. 8.11.2016

4721/m. 194

ÖZET : Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz. Eşlerin fiil ehliyetine getirilen sınırlama aile konutuna şerhin konulması ya da konulmaması koşuluna bağlanmadığı gibi işlem tarafı olan üçüncü kişinin iyi niyetli olup olmamasının da herhangi bir önemi bulunmamaktadır. Bu haktan önceden feragat edilemeyeceği gibi eşlerin anlaşmasıyla da ortadan kaldırılamaz ve açık rıza ancak “belirli olan” bir işlem için verilebilir.

Eş söyleyişle eşin “açık rızası alınmadan” yapılan işlemin “geçersiz olduğunu” kabul etmek zorunludur. Hal böyle olunca, mahkemece davanın kabulüne karar verilmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı ve davalılardan biri tarafından temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Davacı kadın, aile konutu olduğu ileri sürülen taşınmazın, davalı eş tarafından diğer davalıya satıldığını, davalı adına olan tapu kaydının iptali ile satış işlemi öncesinde olduğu gibi taşınmazın davalı eş adına tescilini ve taşınmazın tapu kaydına aile konutu şerhi konulmasını talep etmiş, mahkemece “tapu kayıt maliki ile devralanın kardeş olması ve davacının da bu durumdan haberdar olmamasının hayatın olağan akışına ters olduğu, asli müdahilin davalıdan kambiyo senedine dayalı alacağının olduğu ve taşınmazın aile konutu olduğunun ispatlanamadığı” gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 194/1. maddesine göre, “Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz.” Türk Medeni Kanunu madde 194 hükmü ile eşlerin fiil ehliyetine getirilen sınırlama aile konutuna şerhin konulması ya da konulmaması koşuluna bağlanmadığı gibi işlem tarafı olan üçüncü kişinin iyiniyetli olup olmamasının da herhangi bir önemi bulunmamaktadır (HGK. nun 15.04.2015 tarih E.2013/2-2056-K.2015/1201 Sayılı kararı). Anılan madde hükmü ile getirilen sınırlandırma, “emredici” niteliktedir. Dolayısıyla bu haktan önceden feragat edilemeyeceği gibi eşlerin anlaşmasıyla da ortadan kaldırılamaz ve açık rıza ancak “belirli olan” bir işlem için verilebilir.

Somut olayda, davaya konu taşınmazın aile konutu olmadığına ya da davacı kadının satış işlemine açık rızasının bulunduğuna yönelik bir savunma bulunmamaktadır. Davalı eş davaya konu aile konutunu diğer davalı İ.. A…’e satmış, bu işlem sırasında davalı tarafından davacı eşin açık rızası alınmamıştır.

Yukarıda açıklanan kurallar çerçevesinde eşin “açık rızası” alınmadan yapılan işlemin geçerli olduğunu kabul etmek imkansızdır. Eş söyleyişle eşin “açık rızası alınmadan” yapılan işlemin “geçersiz olduğunu” kabul etmek zorunludur. Hal böyle olunca, mahkemece yukarıda açıklanan yasal düzenleme ve ilkelere uygun değerlendirme yapılarak davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde ret hükmü kurulması usul ve yasaya aykırıdır.

SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarda gösterilen sebeple BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istenmesi halinde yatırana iadesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 08.11.2016 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

RÜCUEN TAZMİNAT DAVALARINDA ON YILLIK ZAMANAŞIMI SÜRESİNİN UYGULANMASI GEREKİR.

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU,
Esas: 2013/4-1814,
Karar: 2013/715

İçtihat

“Taraflar arasındaki “rücuen tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 8. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 09.03.2010 gün, 2009/272 E. – 2010/54 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekillerince istenilmesi üzerine, Yargıtay 4.Hukuk Dairesi’nin 24.10.2011 gün, 2010/8901 E– 2011/10988 K. sayılı bozma ilamı ile;

(… Davacı, dava dışı üçüncü kişinin mevzuat gereği kendisine indirimli tarife uygulanması gerekirken Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı’nın talimatı üzerine indirimli tarife uygulamasından vazgeçilmesi nedeniyle ödemiş olduğu fazla elektrik bedelinin geri alınması için açtığı dava sonucunda mahkemece verilen ve kesinleşen karar gereğince üçüncü kişiye ödemiş olduğu tazminatın rücuen davalıdan ödetilmesini istemiştir.

Davalı ise, yasal süre içinde zamanaşımı savunmasında bulunmuş ve davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkemece, davalının zamanaşımı itirazı reddedilmiş, davanın kabulüne karar verilmiştir. Karar, davacı ve davalı tarafından temyiz olunmuştur.

Rücu hakkı başkasına ait borcu yerine getiren kişinin mal varlığında meydana gelen kaybı gidermeye yönelen tazminat niteliğinde bir talep hakkıdır. Davacının mal varlığındaki eksilme ödeme tarihlerinde gerçekleşmiştir. Davacı, ödeme tarihi itibariyle fiil ve faili bildiği gibi zarar da tam anlamıyla gerçekleşmiştir. Davanın niteliğine göre zamanaşımının başlangıç tarihi zarara neden olan haksız fiil tarihi olmayıp, sonucunda doğan zararın zarar görene ödendiği tarihtir. Çünkü ortaya çıkan zararı ödeyen kişi ancak bu ödeme tarihinden sonra talep edebilme hakkına kavuşur ve bu süre bir yıldır.

Somut olayda, davacı şirket tarafından üçüncü şahsa yapılan ödeme tarihleri 24.08.2006 ve 29.08.2006 olup, bu davanın açılma tarihi ise 14.07.2009’dur. Şu durumda yerel mahkemece, rücuen tazminat davalarında zamanaşımı süresinin bir yıl olduğu, zamanaşımı süresinin ödeme tarihinden başlayacağı ve davanın açıldığı tarih itibariyle 1 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu gözetilmeksizin davanın kabulüne karar verilmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden ve davalının temyiz dilekçesinde zamanaşımı süresinin geçmiş olduğunu açıkça ileri sürmüş olduğundan kararın bozulması gerekmiştir…),

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Dava; kesinleşen mahkeme kararı gereğince üçüncü kişiye ödenmiş olan tazminatın rücuen tazmini isteğine ilişkindir.

Davacı vekili; dava dışı şirket tarafından mevzuat gereği kendisine indirimli tarife uygulanması gerekirken Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı’nın talimatı üzerine indirimli tarife uygulamasından vazgeçilmesi nedeniyle, ödemiş olduğu fazla elektrik bedelinin geri alınması isteğiyle açtığı dava sonucu, mahkemece verilen ve kesinleşen karar gereğince ödemiş olduğu indirimli tarife bedelinin rücuen davalıdan tazminini istemiştir.

Davalı ise, yasal süre içinde zamanaşımı savunmasında bulunmuş ve davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkemece, davalının zamanaşımı itirazı reddedilmiş, davanın kabulüne karar verilmiştir.

Taraf vekillerinin temyizi üzerine Özel Dairece, yukarıda belirtilen nedenlerle karar bozulmuştur.

Yerel Mahkemece, önceki gerekçeler genişletilmek suretiyle direnme kararı verilmiş, direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava konusu olayda, rücuen alacak isteği yönünden, zamanaşımı süresinin bir yıl olarak mı, yoksa on yıl olacağı noktasında toplanmaktadır.

Öncelikle, rücu ve halefiyet kavramları üzerinde durmakta yarar vardır:

Rücu hakkı; başkasına ait bir borcu yerine getiren kişinin malvarlığında meydana gelen kaybı gidermeye yönelen, tazminat niteliğinde bir talep hakkıdır. Alacaklıyı tatmin eden kişi, alacaklının hakkından bağımsız kendi şahsında doğan bir hak elde etmektedir. Bunun sonucu olarak da rücu hakkı bu hakka sahip olan kişinin şahsında doğduğu anda muaccel olur. Bu nedenle, rücu hakkı için hakkın doğduğu andan itibaren zamanaşımı süresi işlemeye başlamaktadır.

Halefiyette ise; halef olan kişi alacaklıyı tatmin ettiği anda, yeni bir hak elde etmemekte, alacaklıya ait olan hakkı kanundan dolayı olduğu gibi devralmaktadır. Bu nedenle, böyle bir alacak için de daha önce zamanaşımı işlemeye başlamış ise, alacak halef olan kişiye intikal etmesine rağmen işlemeye devam eder. Zira, daha önceden muaccel olmuş alacağın yeniden muaccel olması ve yeni bir zamanaşımının işlemeye başlaması mümkün değildir. Salt halefiyet halleri ile yasanın rücu hakkı verdiği haller arasındaki en önemli fark, birincisinde alacaklıya ait bir hakkın intikal etmesi, ikinci halde ise, rücu hakkı sahibinin şahsında yeni bir hakkın doğmasıdır. Halefiyetin temelde bir rücu hakkına dayanmadığı hallerde, alacak hakkı daha önce işlemeye başlayan zamanaşımı ile birlikte intikal eder. İkinci halde ise, rücu hakkı sahibi lehine, alacaklının hakkından bağımsız yeni bir hak meydana geldiğinden, bu andan itibaren yeni bir zamanaşımı işlemeye başlayacaktır.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında; bir kısım üyelerce, Özel Dairenin bozma ilamında belirtildiği üzere, olayda haksız ödemenin söz konusu olduğu, rücu davasına konu ödemenin yapıldığı tarihten itibaren 818 sayılı Borlar Kanunun 60/1 maddesi uyarınca işlem yapılması gerektiği, rücuda bir ve on yıllık zamanaşımı sürelerinin “tazminatın tamamının ödendiği ve birlikte sorumlu kişinin öğrenildiği” tarihten itibaren işlemeye başlayacağından, somut olayda ödeme tarihinden itibaren davanın açıldığı tarihe kadar bir yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu ileri sürülmüş ise de bu düşünce kurul çoğunluğunca aşağıda belirtilen nedenlerle benimsenmemiştir.

Hukuk Genel Kurulunun çoğunluğunca; somut olayda uygulanma imkânı bulunmasa da, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğü giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK)’nun 73/1. maddesinde “Rücu istemi, tazminatın tamamının ödendiği ve birlikte sorumlu kişinin öğrenildiği tarihten başlayarak iki yılın ve her hâlde tazminatın tamamının ödendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar” hükmü getirilmiştir.

Ancak, somut olayda uygulanması gereken, 818 sayılı Borçlar Kanununda (BK), ayrıca özel olarak bir zamanaşımı öngörülmediğinden, rücuen tazminat davalarında aynı Kanunun 125.maddesi gereğince on yıllık zaman aşımı süresinin uygulanması gerektiği, dava konusu olayda ödeme tarihinden, davanın açıldığı tarihe kadar on yıllık zamanaşımı süresinin dolmadığı; yerel mahkemece, zamanaşımı süresinin on yıl olduğuna ilişkin direnme kararının usul ve yasaya uygun olduğu kabul edilmiş ve bu nedenle direnme kararının onanması gerekmiştir.

Ne var ki, bozma nedenine göre işin esası Özel Daire’ce incelenmediğinden, davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosya Özel Daire’ye gönderilmelidir.

KARAR : Yukarıda açıklanan nedenlerle yerel mahkemenin direnmesi yerinde görüldüğünden, davalı vekilinin esasa ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 4.HUKUK DAİRESİ’NE GÖNDERİLMESİNE, 6217 sayılı Kanunun 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3″ atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440/III maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 15.05.2013 gününde oyçokluğu ile karar verildi.”

Exit mobile version