BERAAT – NİTELİKLİ HIRSIZLIĞA TEŞEBBÜS – MALA ZARAR VERME

T.C
YARGITAY
6. Ceza Dairesi

2021/3752 E. , 2021/18855 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Ceza Mahkemesi
SUÇLAR : Nitelikli hırsızlığa teşebbüs, mala zarar verme
HÜKÜMLER : Beraat

Mahalli mahkemece verilen hükümler temyiz edilmekle dosya incelenerek, gereği düşünüldü:
Diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
Ancak;
Dosya içerisinde mevcut 26.12.2014 tarihli “Olay Yeri İnceleme Raporu”na göre; olay yerinde kol kısımları yanık mont olduğu, trafo girişindeki demir kapının yerinde olmadığı ve kenar çıtalarında zorlama izlerinin mevcut olduğu, sağda ve solda bulunan hücre tabir edilen bölümlerin önündeki metal kapakların yerinde olmadığı, yüksek gerilim şalteri üzerinde ve ana hattan gelen elektrik kablosu çıplak kısımlarında şase izlenimi verecek boncuklanmaların olduğunun tespit edildiği, sanığın eylemini gerçekleştirdiği sırada elektrik çarpması sonucu BTM ile giderilemez şekilde yaralandığının anlaşılması karşısında; nitelikli hırsızlığa teşebbüs ve mala zarar verme suçlarının sübut bulduğu gözetilmeden sanığın suçtan kurtulmaya yönelik savunmasına itibar edilip delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek yazılı şekilde beraat kararı verilmesi,
Bozmayı gerektirmiş, katılan Enerjisa A.Ş. vekilinin temyiz itirazları bu bakımdan yerinde görülmüş olduğundan, hükümlerin açıklanan nedenle tebliğnameye aykırı olarak BOZULMASINA, 06.12.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

OTEL ASANSÖRÜNDEN İKİ KAT AŞAĞIYA DÜŞEREK ZEMİNE ÇAKILMA- TAKSİRLE YARALAMA

 

T.C
YARGITAY
12. Ceza Dairesi
2019/12505 E. , 2021/8502 K.

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :Asliye Ceza Mahkemesi
Suç : Taksirle yaralama

Taksirle yaralama suçundan sanıklar …, …, … ve …’ın mahkumiyetlerine ilişkin hüküm katılanlar vekili tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü:
Oluşa ve dosya kapsamına göre; katılanların, 12/05/2012 günü saat 01.00 sıralarında … …Turizm Otelcilik Ltd. Şti’ye ait …/… Belediyesi sınırları içerisinde bulunan …Oteldeki asansöre bindikten sonra kapının kapanmasına müteakip asansörün iki kat aşağıya düşerek zemine çarpması şeklinde meydana gelen ve katılanlar …,…, … ve … basit tıbbi müdahale ile iyileşebilecek şekilde, … basit tıbbi müdahale ile iyileşemeyecek ve vücudunda 3. derecede kırık oluşacak şekilde, … basit tıbbi müdahale ile iyileşemeyecek ve vücudunda 3. derecede kırık oluşacak şekilde, … ise basit tıbbi müdahale ile iyileşemeyecek ve vücudunda 2. derecede kırık oluşacak şekilde yaralandıkları, yerel mahkeme tarafından sanıklar …, …, …’nin asli kusurlu, …’ın ise tali kusurlu olduğu kabul edilen olayda,
A.Sanıklar …, …, …’nin mahkumiyetlerine ilişkin temyiz itirazının incelenmesinde;
Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, katılanlar vekilinin erteleme hükümlerinin uygulanmaması gerektiğine ve ceza miktarına ilişkin temyiz itirazlarının reddine, ancak;
1. Yukarıda izah edildiği şekilde gerçekleşen olayda; … …Turizm Otelcilik Ltd. Şirket müdürü sanık …, … …Otel müdürü sanık … ve … …Oteli’nin hem güvenlik müdürü hem mesul müdürü sanık …’nin asansörün bakımının yaptırılmasında yetkili ve sorumlu olmalarına rağmen asansörün yıllık muayenesinin yaptırılmasını ihmal etmek suretiyle asli kusurlu oldukları ancak bu ihlalin taksirli hareket olduğu, Dairemizin yerleşik içtihatlarına göre, bilinçli taksirle hareket ettiklerinin kabul edilemeyeceği anlaşılmakla, sanıklar hakkında bilinçli taksir hükümlerinin uygulanması,
2.Taksirli suçlar açısından temel cezanın belirlenmesinde; TCK’nın 61/1. ve 22/4. madde ve fıkralarında yer alan ölçütlerden olan failin kusuru, meydana gelen zararın ağırlığı, suçun işleniş biçimi ile suçun işlendiği yer ve zaman nazara alınmak suretiyle, aynı Kanunun 3/1. maddesi uyarınca işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı olacak şekilde maddede öngörülen alt ve üst sınırlar arasında hakkaniyete uygun bir cezaya hükmolunması gerekirken, asli kusurlu olarak meydana gelen kaza sonucu yedi kişinin yaralanmalarına neden olan sanıklar …, …, … hakkında, … ve hakkaniyet kuralları uyarınca cezada orantılılık ilkesi gözetilerek alt sınırdan biraz daha uzaklaşmak suretiyle ceza tayini gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurularak sanıklar hakkında eksik cezaya hükmolunması,
Kanuna aykırı olup, katılanlar vekilinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükmün bu sebeplerden dolayı 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK’un 321. maddesi gereğince isteme aykırı olarak BOZULMASINA,
B.Sanık …’ın mahkumiyetine ilişkin itirazının incelenmesinde ise;
Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, katılanlar vekilinin hapis cezasının adli para cezasına çevrilmemesi gerektiğine ve ceza miktarına ilişkin temyiz itirazlarının reddine, ancak;
1.Her ne kadar yerel mahkeme tarafından sanık …’ın tali kusurlu olduğu kabul edilmiş ise de; kazanın meydana geldiği otelin asansör sistemlerini kuran Acarbay Asansör Elektrik İnş. Ltd. Şirketi ile asansörlerin revizyon, bakım ve onarım işi için 12/03/2012 tarihinde … …Turizm Otelcilik Ltd. Şirketi ile sözleşme imzalandığı, sözleşme ile asansörlerin revizyon işlemlerin yapılması, revizyonun tamamlanmasından sonra aylık periyodik bakımlarının gerçekleştirilmesi ve işin yapımı sırasında kullanacağı makinalarla ilgili tüm güvenlik önlemlerini alacağını taahhüt ettiği ancak; soruşturma aşamasında keşfe binaen tanzim edilen 29/05/2012 tarihli asansör üzerinde yapılan bilirkişi raporun da; asansörün karşı ağırlığının kabin boyutuna uygun olmayan biçimde 8 kişilik bir kabin için seçilmiş bulunduğu ve uygun olmadığı, yine asansör tabanına yerleştirilen aşırı yük mekanizmasının çalışmadığının tespit edildiği, olay anında paraşüt freninin devreye zamanında etkin olarak giremediği, paraşüt frenlerinin sağ tarafının görev yaptığı ancak sol tarafının tam olarak görev yapmadığı, kabin tamponlarının tam olarak görev yapmadığı bunun da darbenin şiddetini artırdığı ve asansör kabinin büyüklüğüne nazaran motorun yetersiz olduğunun belirlendiği ayrıca sanık …’ın ilk ifadesinde; kabinin değişmesini beyan ettiği ancak bu hususu yazılı olarak … …Turizm Otelcilik Ltd. Şirketine bildirmediği anlaşılmakla, asansör bakımının teknik olarak eksik yapan ve 15/02/2003 tarihli, 25021 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmış olan Asansör Yönetmeliğinde belirtilen hususlara riayet etmeyen A…… Asansör Elektrik İnş. Ltd. Şirketinin genel müdürü olan sanık … ‘ın asli kusurlu olduğu kabul edildiği,
Taksirli suçlar açısından temel cezanın belirlenmesinde; TCK’nın 61/1. ve 22/4. madde ve fıkralarında yer alan ölçütlerden olan failin kusuru, meydana gelen zararın ağırlığı, suçun işleniş biçimi ile suçun işlendiği yer ve zaman nazara alınmak suretiyle, aynı Kanunun 3/1. maddesi uyarınca işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı olacak şekilde maddede öngörülen alt ve üst sınırlar arasında hakkaniyete uygun bir cezaya hükmolunması gerekirken, asli kusurlu olarak meydana gelen kaza sonucu yedi kişinin yaralanmalarına neden olan sanık … hakkında; … ve hakkaniyet kuralları uyarınca cezada orantılılık ilkesi gözetilerek alt sınırdan biraz daha uzaklaşmak suretiyle ceza tayini gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurularak sanık hakkında eksik cezaya hükmolunması,
Kanuna aykırı olup, katılanlar vekilinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükmün bu sebeplerden dolayı 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK’un 321. maddesi gereğince isteme aykırı olarak BOZULMASINA, 01/12/2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

TEDBİR NAFAKASI -KADININ MALİ DURUMUNUN İYİ OLMASI

T.C
YARGITAY
2. Hukuk Dairesi

2020/3841 E. , 2020/6743 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi
DAVA TÜRÜ : Karşılıklı Boşanma

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı-davalı kadın tarafından, erkeğin kabul edilen boşanma davası, kusur belirlemesi, tazminatlar ve nafakalar yönünden temyiz edilerek; temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılması istenilmekle; duruşma için belirlenen 22.12.2020 günü temyiz eden davacı-davalı … Asal vekili Av. … ve karşı taraf davalı-davacı … vekili Av. … geldiler. Gelenlerin konuşması dinlendikten sonra işin incelenerek karara bağlanması için duruşmadan sonraya bırakılması uygun görüldü. Bugün dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
1-Taraflarca TMK’nın 166/1 maddesinde düzenlenen evlilik birliğinin sarsılması hukuki sebebine dayalı olarak boşanma davası açılmış, tarafların gösterdiği deliller toplanmak suretiyle mahalli mahkemece 12.12.2013 Tarih ve 2012/860 esas, 2013/884 karar sayılı kararla; davacı-davalı kadının, erkeğin rahatsızlığına ve tarafların geçici olarak yaşadıkları ekonomik sıkıntıya rağmen eşinden Kuşadasına giderek orada yaşamasını istediği, davalı-davacı erkeğin ise eşini tehdit ettiği, boşanmaya sebebiyet veren olaylarda tarafların eşit kusurlu olduğu belirtilerek, her iki boşanma davasının da kabulüne karar verilmiştir. Bu karar, davacı-davalı kadının temyizi üzerine Dairemizin 22.09.2014 tarih ve 2014/6826 esas, 2014/18019 karar sayılı ilamıyla; “Toplanan delillerden erkeğin eşini öldürmekle tehdit ettiği, eşine hakaret ettiğinin sabit olduğu, kadının kusurlu davranışının ispat edilemediği, erkeğin davasının reddi gerekirken kabulünün hatalı olduğu, davalı-davacı erkeğin emekli olduğu, sürekli ve düzenli geliri bulunduğu, ayrıca kira gelirinin mevcut olduğu, bu nedenle erkek yararına tedbir nafakasına hükmedilmesinin hatalı olduğu” belirtilerek bozulmuştur. Dairemizin yukarıda belirtilen bozma ilamına karşı mahalli mahkemece verilen ve direnme olarak adlandırılan 26.02.2015 tarih ve 2015/21 esas, 2015/156 karar sayılı ikinci kararla, önceki kararda direnilmesine, davacı-davalı kadının, erkeğin rahatsızlığına ve tarafların geçici olarak yaşadıkları ekonomik sıkıntıya rağmen eşinden Kuşadasına giderek orada yaşamasını istediği ve aile ekonomik yönden zor bir dönem geçirirken lüks denebilecek harcamalar yaptığı, davalı-davacı erkeğin ise eşini tehdit etiği, eşine hakaret ettiği, boşanmaya sebebiyet veren olaylarda tarafların eşit kusurlu olduğuna karar verilmiştir. Mahalli mahkemece verilen bu kararın davalı-davacı kadın tarafından, erkeğin davasının kabulü, kusur belirlemesi, tazminatlar ve nafakalar yönünden temyizi üzerine Yargıtay HGK’nın 16.01.2020 tarih ve 2017/2-2284 esas, 2020/19 karar sayılı kararıyla; direnme olarak adlandırılan kararda önceki gerekçeden farklı olarak davacı-davalı kadına aile ekonomik yönden zor bir dönem geçirirken lüks sayılabilecek harcamalar yapma ve davalı-davacı erkeğe ise eşine hakaret etme vakıalarının kusur olarak yüklendiği, mahkemenin direnme olarak adlandırdığı kararın usul hukuku anlamında gerçek bir direnme kararı olmadığı ve önceki kararın gerekçesinin kusur yönünden değiştirildiğinden yeni hüküm niteliğinde olduğu belirtilerek, bu yeni hükme karşı temyiz itirazlarının incelenmesi için dosya Dairemize gönderilmiştir. Mahkemece verilen ikinci kararda, davacı-davalı kadına aile ekonomik yönden zor bir dönem geçirirken lüks sayılabilecek harcamalar yapma vakıası kusur olarak yüklenilmişse de; ilk kararda bu vakıanın kadına kusur olarak yüklenmediği ve kararın erkek tarafından temyiz edilmemesi sebebi ile ilk hükümdeki kusurlar yönünden davacı-davalı kadın yararına usulü kazanılmış hak oluştuğu, bu sebeple usulü kazanılmış hakka aykırı şekilde davacı-davalı kadına aile ekonomik yönden zor bir dönem geçirirken lüks harcamalar yapma vakıasının kusur olarak yüklenilmesinin doğru bulunmadığı, Dairemizin bozma kararında da belirtildiği gibi davalı-davacı erkeğin eşini öldürmekle tehdit ettiği, “Dinine imanına” diyerek sinkaflı küfürler ettiği, anlaşılmaktadır. Davacı-davalı kadından kaynaklanan evlilik birliğini sarsıcı nitelikle kusurlu bir davranış ispatlanamamıştır. Bu durumda erkek tarafından açılan boşanma davasının reddi gerekirken, yasaya uygun olmayan gerekçe ile kabulü doğru bulunmamıştır.
2-Dairemizin 22.09.2014 tarih ve 2014/6826 esas, 2014/18019 karar sayılı ilamında da belirtildiği gibi davalı-davacı erkeğin emekli olup sürekli ve düzenli gelirinin bulunduğu, ayrıca kira gelirinin de mevcut olduğu anlaşılmaktadır. TMK’nın 169. maddesi gereğince erkek lehine “geçimi” için geçici tedbir alınmasını gerektirici bir sebep bulunmamaktadır. Kadının mali durumunun iyi olmasının erkek yararına tedbir nafakası tayinini haklı kılmaz. Bu husus dikkate alınmadan erkek yararına tedbir nafakası tayin ve takdiri doğru olmamış, bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda (1.) ve (2.) bentlerde gösterilen sebeplerle BOZULMASINA, 1. bentteki bozma sebebine göre tazminat ve yoksulluk nafakası talepleri hakkında yeniden hüküm kurulması gerekeceğinden, kadının tazminat ve yoksulluk nafakası talebi ile erkek lehine toptan hüküm altına alınan yoksulluk nafakasına yönelik temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, duruşma için takdir olunan 3.050 TL vekalet ücretinin Yunus’dan alınıp Ayten’e verilmesine, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi.15.12.2020 (Salı)

SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYE OLMA- BYLOCK KULLANMA- TANIĞIN SEGBİS YOLUYLA VEYA İSTİNABE YOLUYLA DİNLENMESİ GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY
3. Ceza Dairesi

2021/1229 E. , 2021/10221 K.

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :Ceza Dairesi
İlk Derece Mahkemesi : … 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 15.03.2018 tarih ve 2017/76 – 2018/121 sayılı kararı

22-…, 23-…
Suç : Silahlı terör örgütüne üye olma
Hüküm : 1-Sanıkların TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5, TCK’nın 53, 62, 63, 58/9 maddeleri gereğince mahkumiyetlerine dair karara yönelik istinaf başvurularının esastan reddi

Temyiz edenler :Sanık … müdafi, sanık …, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık …, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … ve müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … ve müdafii, sanık … ve müdafii, sanık … İşbaşaran müdafii

Bölge Adliye Mahkemesince verilen hüküm temyiz edilmekle;
Temyiz edenin sıfatı, başvurunun süresi, kararın niteliği ve temyiz sebebine göre dosya incelendi, gereği düşünüldü;
Sanık …, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık …, sanık … İşbaşaran müdafiinin duruşmalı inceleme taleplerinin ceza miktarı itibariyle yasal şartları oluşmadığından CMK’nın 299. maddesi gereğince REDDİNE,

I-Sanık … hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan kurulan mahkumiyet hükmüne yönelik temyiz incelemesinde;
Bölge Adliye Mahkemesi gerekçeli kararının 06.03.2019 tarihinde sanık müdafi Av. …a usulüne uygun olarak tebliğ edildiği, sanık müdafinin bu kararı 5271 sayılı Kanunun 291/1. maddesinde görülen on beş günlük yasal süresinden sonra 25.03.2019 tarihinde temyiz ettiği görülmekle sanık müdafinin temyiz isteminin 5271 sayılı CMK’nın 298. maddesi uyarınca REDDİNE,

Diğer sanıklar açısından temyiz talebinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi;

Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;

Silahlı terör örgütüne üye olma suçu temadi eden suçlardan olup yakalanma ile temadi kesileceğinden, gerekçeli karar başlığında suç tarihinin sanıklar …, …, …, …, … yönünden “22.06.2016”, sanık … İşbaşaran yönünden “09.08.2016”, sanıklar …, …, … yönünden “22.09.2016”, sanıklar …, …, …, … yönünden “30.09.2016”, sanıklar …, …, …, …, …, … yönünden “21.10.2016”, sanıklar …, … yönünden “22.10.2016”, sanık … yönünden “11.01.2017”, sanık … yönünden “10.02.2017” olarak yazılmaması mahallinde düzeltilebilir yazım hatası kabul edilmiştir.

II-Sanıklar …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, … hakkında verilen hükümlere yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde;
Tüm dosya kapsamı gözetilerek diğer delillerin atılı suçun sübutu açısından yeterli olduğu görülmekle sanıklar …, …, …, …, …’ın bylock kullanıcısı olduklarını bildiren ayrıntılı Bylock tespit ve değerlendirme tutanaklarının dosyaya gelmesi beklenilmeden karar verilmesi sonuca etkili bulunmamıştır.

Yargılama sürecindeki usuli işlemlerin kanuna uygun olarak yapıldığı, hükme esas alınan tüm delillerin hukuka uygun olarak elde edildiğinin belirlendiği aşamalarda ileri sürülen iddia ve savunmaların temyiz denetimini sağlayacak biçimde eksiksiz olarak sergilendiği, özleri değiştirmeksizin tartışıldığı, vicdani kanının kesin, tutarlı ve çelişmeyen verilere dayandırıldığı, eylemlerin doğru olarak nitelendirildiği ve kanunda öngörülen suç tipine uyduğu, yaptırımların kanuni bağlamda şahsileştirilmek suretiyle uygulandığı anlaşılmakla; sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafi, sanık … müdafii, sanık … ve müdafii, sanık … müdafi, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii ile sanık … İşbaşaran müdafiinin temyiz dilekçelerinde ileri sürdükleri nedenler yerinde görülmediğinden CMK’nın 302/1. maddesi gereğince temyiz davasının esastan reddine, ancak;

İlk derece mahkemesince örgüt mensubu olduğuna karar verilen sanıklar hakkında hüküm kurulurken 3713 sayılı Kanunun 5/1 madde ve fıkrası uyarınca artırım yapılması gerekirken 5. maddesi gereğince artırım yapılarak hüküm kurulması,

Kanuna aykırı olup, sanık … müdafi, sanık … müdafi, sanık … müdafii, sanık … müdafi, sanık … müdafii, sanık … ve müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … müdafii ile sanık … İşbaşaran müdafinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükümlerin bu nedenle BOZULMASINA, ancak bu hususlar yeniden yargılamayı gerektirmediğinden CMK’nın 303/1 maddesi uyarınca düzeltilmesi mümkün bulunduğundan, ilk derece mahkemesi hüküm kısmının 3, 5/A, 7, 8, 9, 10, 11, 15, 16, 17, 19, 21, 22, 23, 24 numaralı madde başlıklarının ikinci bentlerinden “3713 sayılı yasanın 5. maddesi” ibaresi çıkarılarak yerine “3713 sayılı Kanunun 5/1 maddesi” yazılması suretiyle diğer yönleri usul ve kanuna uygun bulunan hükümlerin DÜZELTİLEREK ONANMASINA,

III-Sanıklar …, …, …, …, …, …, …, …, … hakkında verilen hükümlere yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde;

1-Sanık … hakkında;
a-Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26.09.2017 tarih, 2017/16-956 Esas ve 2017/370 sayılı kararı ile onanarak kesinleşen, Dairemizin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği 24.04.2017 tarih, 2015/3 esas, 2017/3 sayılı kararında; “ByLock iletişim sisteminin FETÖ/PDY silahlı terör örgütü mensuplarının kullanmaları amacıyla oluşturulan ve münhasıran bir suç örgütünün bir kısım mensupları tarafından kullanılan bir ağ olması nedeniyle örgüt talimatı ile bu ağa dahil olunduğunun ve gizliliği sağlamak için haberleşme amacıyla kullanıldığının her türlü şüpheden uzak kesin kanaate ulaştıracak teknik verilerle tespiti halinde kişinin örgütle bağlantısını gösteren delil olacağı”nın kabul edildiği gözetilmekle, ByLock kullanıcısı olduğunu kabul etmeyen sanığın ilgili birimlerden ayrıntılı ByLock tespit ve değerlendirme raporunun bulunup bulunmadığı araştırılarak varsa getirtilerek duruşmada CMK 217. maddesi uyarınca sanık ve müdafiine okunup diyecekleri sorulduktan sonra bir karar verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi,

b-Genel kural, tanıkların mahkeme huzurunda bizzat dinlenilmesi olup bunun gerçekleşememesi halinde SEGBİS yolu ile dinlenebileceği, bu teknik imkanın bulunmaması halinde de hastalık veya malullük veya giderilmesi olanağı bulunmayan başka bir nedenle bir tanık veya bilirkişinin uzun ve önceden bilinmeyen bir zaman için duruşmada hazır bulunmasının olanaklı bulunmayacağı anlaşılırsa, mahkemece istinabe yolu ile dinlenilmesine karar verilmesi mümkündür (CMK 180/1) ancak; tanık veya bilirkişilerin dinlenmesi için belirlenen gün, Cumhuriyet savcısına, suçtan zarar görene, vekiline, sanığa ve müdafiine bildirilmelidir(CMK 181/1).

Dosya kapsamına göre tanık …’ın beyanlarının suçun sübutu açısından belirleyici delil olması karşısında, tanığın duruşmaya getirilerek taraflara da soru sorma hakkı tanınmak suretiyle beyanlarının tespit edilmesi gerektiğinin gözetilmemesi, tanığın hazırlık beyanlarının okunulmasıyla yetinilerek CMK’nın 210/1 maddesine muhalefet edilmesi suretiyle eksik araştırma ile yazılı şekilde hüküm kurulması,

c-Sanığın komiser yardımcısı olması dolayısıyla ilgili birimlerden sanık hakkında düzenlenen veri inceleme raporu bulunup bulunmadığı sorularak varsa veri inceleme raporunun dosyaya temin edilip sanığın örgüt içinde konumunun olup olmadığının tespit edilmesi, sanık hakkında yapılan UYAP sorgulamasında … CBS’nin 2019/198483 sayılı dosyasında soruşturma olduğu görülmekle ilgili dosyanın onaylı suretinin dosya içerisine getirtilerek, yine UYAP veri havuzundan araştırma yapılarak sanık hakkında herhangi bir itirafçı beyanı olup olmadığının sorgulanması suretiyle karar verilmesi gerekirken eksik araştırma ve incelemeyle yazılı şekilde hüküm kurulması,

2-Sanık … hakkında;
a-Genel kural, tanıkların mahkeme huzurunda bizzat dinlenilmesi olup bunun gerçekleşememesi halinde SEGBİS yolu ile dinlenebileceği, bu teknik imkanın bulunmaması halinde de hastalık veya malullük veya giderilmesi olanağı bulunmayan başka bir nedenle bir tanık veya bilirkişinin uzun ve önceden bilinmeyen bir zaman için duruşmada hazır bulunmasının olanaklı bulunmayacağı anlaşılırsa, mahkemece istinabe yolu ile dinlenilmesine karar verilmesi mümkündür (CMK 180/1) ancak; tanık veya bilirkişilerin dinlenmesi için belirlenen gün, Cumhuriyet savcısına, suçtan zarar görene, vekiline, sanığa ve müdafiine bildirilmelidir(CMK 181/1).

Dosya kapsamına göre tanıklar …,… ve …’ın beyanlarının suçun sübutu açısından belirleyici delil olması karşısında, tanıkların duruşmaya getirilerek taraflara da soru sorma hakkı tanınmak suretiyle beyanlarının tespit edilmesi gerektiğinin gözetilmemesi, tanıkların hazırlık beyanlarının okunulmasıyla yetinilerek CMK’nın 210/1 maddesine muhalefet edilmesi suretiyle eksik araştırma ile yazılı şekilde hüküm kurulması,

b-İstinaf aşamasında dosya içerisinde geldiği anlaşılan … CBS’nin… soruşturma sayılı dosyasında sanığın örgütsel faaliyetlerine ilişkin beyanlarda bulundukları anlaşılan …, …, …, …… … isimli şahısların tanık sıfatıyla dinlenilmeleri, tanık olarak dinlenilmelerinin mümkün olmaması halinde dosya içerisindeki beyanları ile ekindeki fotoğraf teşhis tutanaklarının (kolluk tarafından bilgi alma tutanağı şeklinde tanzim edilen beyanlar hariç) CMK 217. maddesi uyarınca duruşmada sanık ve müdafiine okunarak diyeceklerinin sorulmasından sonra karar verilmesi gerektiğinin gözetilmesi lüzumu,

3-Sanık … hakkında;
a-5271 sayılı CMK’nın 197. maddesi, delillere erişme ve savunma hazırlama imkanları itibariyle çelişmeli yargılamanın gereği olan “silahların eşitliği” ilkesi ve Anayasanın 36, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddeleri ile teminat altına alınan adil yargılanma ilkesi nazara alındığında; öncelikle adaletin selameti açısından, silahlı terör örgütüne üye olmak suçundan yargılanan ve sadece 1. oturumda müdafi yardımından yararlanan sanığın birleşen dosyaya ve esas hakkında mütalaya karşı savunmaları alındığı sırada müdafi yardımından faydalanmadığı nazara alındığında öncelikle sanığa müdafi yardımıyla birleşen dosyaya karşı ve esas hakkında mütalaya karşı savunma imkanının tanınması, sonucuna göre hukuki durumunun tayin ve takdiri gerekirken, müdafi yokluğunda yargılamaya devam edilerek mahkumiyet kurulmak suretiyle savunma hakkının kısıtlanmasını doğuracak biçimde CMK 150/3, 188/1, 197/1 ve 289/1 -a -e maddelerine muhalefet edilmesi,

4-Sanık … hakkında;
a-Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26.09.2017 tarih, 2017/16-956 Esas ve 2017/370 sayılı kararı ile onanarak kesinleşen, Dairemizin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği 24.04.2017 tarih, 2015/3 esas, 2017/3 sayılı kararında; “ByLock iletişim sisteminin FETÖ/PDY silahlı terör örgütü mensuplarının kullanmaları amacıyla oluşturulan ve münhasıran bir suç örgütünün bir kısım mensupları tarafından kullanılan bir ağ olması nedeniyle örgüt talimatı ile bu ağa dahil olunduğunun ve gizliliği sağlamak için haberleşme amacıyla kullanıldığının her türlü şüpheden uzak kesin kanaate ulaştıracak teknik verilerle tespiti halinde kişinin örgütle bağlantısını gösteren delil olacağı”nın kabul edildiği gözetilmekle, ByLock kullanıcısı olduğunu kabul etmeyen sanığın ilgili birimlerden ayrıntılı ByLock tespit ve değerlendirme raporunun bulunup bulunmadığı araştırılarak varsa getirtilerek duruşmada CMK 217. maddesi uyarınca sanık ve müdafiine okunup diyecekleri sorulduktan sonra bir karar verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi,

b-Genel kural, tanıkların mahkeme huzurunda bizzat dinlenilmesi olup bunun gerçekleşememesi halinde SEGBİS yolu ile dinlenebileceği, bu teknik imkanın bulunmaması halinde de hastalık veya malullük veya giderilmesi olanağı bulunmayan başka bir nedenle bir tanık veya bilirkişinin uzun ve önceden bilinmeyen bir zaman için duruşmada hazır bulunmasının olanaklı bulunmayacağı anlaşılırsa, mahkemece istinabe yolu ile dinlenilmesine karar verilmesi mümkündür (CMK 180/1) ancak; tanık veya bilirkişilerin dinlenmesi için belirlenen gün, Cumhuriyet savcısına, suçtan zarar görene, vekiline, sanığa ve müdafiine bildirilmelidir(CMK 181/1).

Dosya kapsamına göre tanık …’ın beyanlarının suçun sübutu açısından belirleyici delil olması karşısında, tanığın duruşmaya getirilerek taraflara da soru sorma hakkı tanınmak suretiyle beyanlarının tespit edilmesi gerektiğinin gözetilmemesi, tanığın hazırlık beyanlarının okunulmasıyla yetinilerek CMK’nın 210/1 maddesine muhalefet edilmesi suretiyle eksik araştırma ile yazılı şekilde hüküm kurulması,

c-Aynı dosya sanığı …’in etkin pişmanlık kapsamında alınan aşama beyanlarında, sanığın örgütsel faaliyetleri hakkında bilgi verdiği görülmekle söz konusu beyanların hükme esas alınması gerektiğinin gözetilmemesi,

d-Temyiz aşamasında dosyaya geldiği anlaşılan, başka dosya şüphelis…’a ait beyanlar ile ekindeki fotoğraf teşhis tutanağına göre ilgili şahsın tanık sıfatıyla dinlenilmesi, tanık olarak dinlenilmesinin mümkün olmaması halinde dosya içerisindeki beyanları ile ekindeki fotoğraf teşhis tutanaklarının, yine karar günü dosya içerisine geldiği anlaşılan Garson kod adlı gizli tanıktan elde edilen dijital materyale ilişkin hazırlanan veri inceleme raporu ile temyiz aşamasında dosyaya geldiği anlaşılan ankesörlü telefondan gelen ardışık aramaya ilişkin belgenin CMK’nın 217. maddesi uyarınca duruşmada sanık ve müdafine okunarak diyeceklerinin sorulmasından sonra karar verilmesi gerektiğinin gözetilmesi lüzumu,

5-Sanık … hakkında;
a-Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26.09.2017 tarih, 2017/16-956 Esas ve 2017/370 sayılı kararı ile onanarak kesinleşen, Dairemizin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği 24.04.2017 tarih, 2015/3 esas, 2017/3 sayılı kararında; “ByLock iletişim sisteminin FETÖ/PDY silahlı terör örgütü mensuplarının kullanmaları amacıyla oluşturulan ve münhasıran bir suç örgütünün bir kısım mensupları tarafından kullanılan bir ağ olması nedeniyle örgüt talimatı ile bu ağa dahil olunduğunun ve gizliliği sağlamak için haberleşme amacıyla kullanıldığının her türlü şüpheden uzak kesin kanaate ulaştıracak teknik verilerle tespiti halinde kişinin örgütle bağlantısını gösteren delil olacağı”nın kabul edildiği gözetilmekle, ByLock kullanıcısı olduğunu kabul etmeyen sanığın ilgili birimlerden ayrıntılı ByLock tespit ve değerlendirme raporunun bulunup bulunmadığı araştırılarak varsa getirtilerek duruşmada CMK 217. maddesi uyarınca sanık ve müdafiine okunup diyecekleri sorulduktan sonra bir karar verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi,

b-Aynı dosya sanığı …’in etkin pişmanlık kapsamında alınan beyanlarında sanığın evde bir hafta ya da bir ay kaldığını, daha sonra … İstihbarat Daire Başkanlığına tayin olduğunu, sohbetlere sanığın da katıldığını, Murat kod adlı …’ın kendilerine sohbet verdiğini beyan etmesi karşısında; tanık …’ın beyanlarında sohbet verdiği komiser yardımcılarının arasında sanığın adının geçmediği, tanık …’ın alınan beyanlarında ise sanığın örgüt bağlantısıyla ilgili net bilgisinin olmadığını beyan ettiği görülmekle, beyanlar arasında çelişki oluşması nedeniyle … ve …’ın tanık sıfatıyla tekrar beyanlarına başvurularak söz konusu çelişkinin giderilerek bir karar verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi,

c-Temyiz aşamasında dosyaya geldiği anlaşılan, başka dosya şüphelisi …a ait beyanlar ile ekindeki fotoğraf teşhis tutanağına göre ilgili şahsın tanık sıfatıyla dinlenilmesi, tanık olarak dinlenilmesinin mümkün olmaması halinde dosya içerisindeki beyanları ile ekindeki fotoğraf teşhis tutanaklarının ve karar günü dosya içerisine geldiği anlaşılan Garson kod adlı gizli tanıktan elde edilen dijital materyale ilişkin hazırlanan veri inceleme raporunun, CMK 217. maddesi uyarınca duruşmada sanık ve müdafine okunarak diyeceklerinin sorulmasından sonra karar verilmesi gerektiğinin gözetilmesi lüzumu,

6-Sanık … hakkında;
Silahlı terör örgütü üyeliği suçundan yargılanan, kovuşturma aşamasında kendisinin seçtiği bir müdafi bulunmadığı gibi CMK’nın 156. maddesi uyarınca da re’sen müdafi görevlendirilmeyen sanığa Anayasanın 36 ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddelerinde teminat altına alınan adil yargılanma ilkesinin zorunlu sonucu olarak CMK’nın 150. maddesinin 2 ve 3. fıkraları uyarınca müdafi görevlendirilmesi gerektiği gözetilmeden, savunma hakkının kısıtlanmasını netice verecek biçimde müdafi hazır bulundurulmaksızın mahkumiyet hükmü kurulmak suretiyle CMK 150/3, 188/1, 197/1 ve 289/1-a-e maddelerine muhalefet edilmesi,

7-Sanık … hakkında;
a-Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26.09.2017 tarih, 2017/16-956 Esas ve 2017/370 sayılı kararı ile onanarak kesinleşen, Dairemizin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği 24.04.2017 tarih, 2015/3 esas, 2017/3 sayılı kararında; “ByLock iletişim sisteminin FETÖ/PDY silahlı terör örgütü mensuplarının kullanmaları amacıyla oluşturulan ve münhasıran bir suç örgütünün bir kısım mensupları tarafından kullanılan bir ağ olması nedeniyle örgüt talimatı ile bu ağa dahil olunduğunun ve gizliliği sağlamak için haberleşme amacıyla kullanıldığının her türlü şüpheden uzak kesin kanaate ulaştıracak teknik verilerle tespiti halinde kişinin örgütle bağlantısını gösteren delil olacağı”nın kabul edildiği gözetilmekle, ByLock kullanıcısı olduğunu kabul etmeyen sanığın ilgili birimlerden ayrıntılı ByLock tespit ve değerlendirme raporunun bulunup bulunmadığı araştırılarak varsa getirtilerek duruşmada CMK 217. maddesi uyarınca sanık ve müdafine okunup diyecekleri sorulduktan sonra bir karar verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi,

b-Aynı dosya sanığı …’ın etkin pişmanlık kapsamında alınan beyanlarında, sanığın 17/25 Aralık sürecinden sonra örgütten ayrıldığını düşündüğünü, bu tarihten sonra eve gelmediğini, örgütle ilişkili olsa eve geleceğini, Şarköy’e tayini çıktıktan sonra ilişkisini kesmiş olduğunu düşündüğünü, yine sanığın alınan savunmalarında, bu yapıya önceden sempatisi var iken 17/25 Aralık sürecinden sonra sempatisini kaybettiğini beyan etmesi karşısında; Ağustos 2015 tarihinde polislik mesleğinde istifa ettiği hususu da göz önüne alınarak, sanığın komiser yardımcısı olması dolayısıyla ilgili birimlerden sanık hakkında düzenlenen veri inceleme raporu bulunup bulunmadığı sorularak varsa veri inceleme raporunun dosyaya temin edilip sanığın örgüt içinde konumunun olup olmadığının tespit edilmesi, yine UYAP veri havuzundan araştırma yapılarak sanık hakkında herhangi bir itirafçı beyanı olup olmadığının sorgulanması suretiyle, tüm deliller bir arada değerlendirilip sanığın hukuki durumunun tayin ve takdiri gerekirken eksik araştırma ve incelemeyle yazılı şekilde hüküm kurulması,

8-Sanık … hakkında;
Ayrıntıları Ceza Genel Kurulunun 26.09.2017 tarih, 16-956 sayılı kararı ile onanarak kesinleşen Dairemizin 24.04.2017 tarih 2015/3- 2017/3 sayılı kararında açıklandığı üzere FETÖ’nün dikey yapılanması şöyledir;

Örgütün sorumlu yöneticisi “imam” olarak isimlendirilir. Hiyerarşi içerisinde yer alan örgütün yöneticisi, raporları toplayan ve emirleri veren kişidir. Kâinat imamı, kıta imamı, ülke imamı, bölge imamı, şehir imamı, semt ve mahalle imamı, kurum imamı gibi birçok değişik pozisyonu vardır.

Örgütün lideri, mensuplarınca kâinat imamı, mehdi, mesih olarak kabul edilmektedir. Kâinat imamına bağlı olarak üst kurullar örgütün birimlerini yönetmekte faaliyetlerini düzenlemektedirler. Bu kurullar “istişare kurulu”, “mollalar”, “tayin heyeti” ve “özel hizmet” birimleridir.

Örgütün yurt içi yapılanmasında ise, “Türkiye imamı”, “bölge imamları”, “il imamları”, “küçük il ve bölge imamları”, “İlçe imamları”, “semt imamları”, “mahalle imamları”, “ev imamları (abileri)”, “talebe imamları”, “serrehberler”, “belletmenler” şeklinde hiyerarşik bir yapı izlenmekte ve örgüt tabana yayılmaktadır.

Türkiye’den sorumlu imama, beş bölge imamı, onlara da bu beş bölgeyi oluşturan şehirlerden sorumlu imamlar bağlıdır. Her şehir, büyüklüğüne göre alt bölgelere, bölgeler semtlere bölünmüş olup her semte ayrı bir imam atanmaktadır. Semt imamlarının altında ise semte bağlı ışık evlerinin imamları yer almaktadır. Bunun yanı sıra kamuda, bakanlıklar ve taşra teşkilatı, yerel yönetimler, üniversiteler, kamu iktisadi teşebbüsleri alanlarında faaliyet gösteren kurumlara da örgüt tarafından imamlar atanmaktadır.

…’in 1999 yılında ABD’ye gitmesinden sonra Türkiye’deki faaliyetlerine ilişkin sorumluluk Türkiye imamına geçmiştir. Ülke içerisindeki faaliyetler ülke imamına bağlı olarak yürütülmekte ve yapılan faaliyetler kurye aracılığıyla ya da doğrudan irtibata geçilerek Gülen’e aktarılarak onayı istenmektedir.

Örgütün bir nev’i omurgasını oluşturan ve günümüz itibariyle elde ettiği konumu kazandıran özel hizmet birim imamları, örgüt ve lideri Gülen’in en çok önem verdiği imamlardır. Bu birim en geniş şekilde yargı, emniyet, mülkiye, TSK, MİT, Milli Eğitim ve akademik kadro imamlarından oluşmaktadır. Hizmet birimlerinde gizliliğe çok önem verilerek hücre tipi yapılanmaya gidilmiştir. Örgüt mensubu en fazla bir üst sorumlusunu ve bir altında bulunan mensubunu tanımaktadır.

Bir hücre evi ya da en küçük örgüt biriminin sorumlusu erkekler için “abi”, kadınlar için “abla” dır. Abilik örgütte hocalık makamıdır. Hiyerarşiye göre üst tabaka belirler ve görevine son verir. Üyeler abiye itaat etmek mecburiyetindedir. Lider ve ahilerin alttakiler tarafından seçimi söz konusu olmaz ve onaylamalarına da gerek yoktur. Abilik dokunulmazdır. Buna karşın kadınlar örgütün içerisinde hiçbir zaman üst düzey yönetici olamazlar.

Örgütün bütünlüğü üzerinde tek hakim ve önder … olup örgüt içerisinde kainat imamı olarak görülmektedir. Diğer yöneticiler onun verdiği yetkiyle onun adına görev yaparlar. Örgüt yukarıdan aşağıya doğru tekçi (monist) yapıda örgütlenmiştir. Daha önce de ifade edildiği gibi kâinat imamı, kutsal insan, mesih, mehdi, hoca efendi gibi sıfatlarla anılmaktadır.

Kâinat imamlığı, örgütün her türlü işiyle ilgilenip üst karar veren temel, ideolojik ve doktriner birimdir. Bütün işler onun talimatıyla yürütülmektedir. Örgüte her hafta sesini internet üzerinden duyurmaktadır. Örgüt mensuplarının topladığı bütün bilgi ve belgeler de onda toplanır.

Kâinat imamı inancı ve yedi katlı piramidal yapılanma, İsmailiye mezhebinden ve köken olarak da Zerdüştlük dininden alınmıştır. Zerdüştlük dini ve ondan mülhem İsmailiye mezhebinden yedi kat gök gibi örgütlenmişlerdir. Bu mezhep, sofilerini yedi dereceye ayırmıştır. Tarikatın piri yedinci derecede oturur ki, bu mertebe Allah’tan doğrudan emir alan imamlık makamıdır. İmam helali haram ve haramı helal yapabilir. Ona mübah olmayan hiçbir şey yoktur.

Örgüt içi hiyerarşide itaat ve teslimiyet, katı bir kuraldır. Teslimiyet hem örgüte hem de liderin emrine ona atfen verilen göreve adanmışlıktır. Örgüt sivil toplumu kendi haline bırakmayıp, kendine hizmet eden bağlı unsurlara dönüştürmektedir. Kadrolaşma ile yargı, …, emniyet ve bakanlık birimleri bu gücün denetimine girip, örgütsel amaçlar doğrultusunda kullanılabilmektedir.

Örgütün hiyerarşik yapılanmasındaki tabaka sistemi kat sistemine dayanır. Katlar arasında geçişler mümkündür ama dördüncü tabakadan sonrasını önder belirler. Katlar şu şekildedir;

Birinci Kat, Halk Tabakası: Örgüte iman ve gönül bağı ile bağlı olanlar, fiili ve maddi destek sağlayanlardan oluşur. Bunların birçoğu örgütün hiyerarşik yapısına dahil olmayan bilinçli veya bilinçsiz hizmet ettirilen kesimdir. Genellikle faaliyetlerden habersizdirler. Bu katmandakileri örgüte bağlayan ana unsur istismar edilen İslami duyarlılık ve din duygularıdır.

İkinci Kat, Sadık Tabaka: Okul, dershane, yurt, banka, gazete, vakıf ve kurum görevlilerinden oluşan sadık gruptur. Bunlar örgüt sohbetlerine katılır, düzenli aidat öder, az veya çok örgüt ideolojisini bilen kişilerdir.

Üçüncü Kat, İdeolojik Örgütlenme Tabakası: Gayri resmi faaliyetlerde görev alırlar. Örgüt ideolojisini benimseyen ve ona bağlı çevresine propaganda yapan kişilerden oluşur.

Dördüncü Kat, Teftiş Kontrol Tabakası: Bütün hizmeti (legal ve illegal) denetler. Bağlılık ve itaatte dereceye girenler buraya yükselebilir. Bu tabakaya girenler örgütte çocuk yaşta kazandırılanlardan seçilir. Örgüte sonradan katılanlar genellikle bu katta ve daha üst katlarda görev alamazlar.

Beşinci Kat, Organize Eden ve Yürüten Tabaka: Üst düzey gizlilik gerektirir. Birbirlerini çok az tanırlar. Örgüt lideri tarafından atanır. Devletteki yapıyı organize edip yürüten tabakadır. Evliliklerinin örgüt içinden olması zorunludur.

Altıncı Kat, Has Tabaka: … ile alt tabakaların irtibatım sağlar. Örgüt içi görev değişiklikleri yapar. Azillere bakar. Örgüt liderince bizzat atanırlar.

Yedinci Kat, Kurmay Tabaka: Örgüt lideri tarafından doğrudan seçilen 17 kişiden oluşan örgütün en seçkin kesimidir.

Yedi katmanın en üstünde “Sözde Fethullah Hoca arşı” yer almaktadır. Beşinci, altıncı ve yedinci katmanlar örgütü yöneten katmanlardır. Altıncı ve yedinci katmandakilerinin örgütten kopmalarına kesinlikle izin verilmez. Altıncı katmandakiler örgüt liderinin bildiği ve takip ettiği hayati önemi haiz gördükleri hizmetleri yapan kişilerdir. Beşinci katmanda çok nadir halde örgütten kopma olmuştur. Bu katmanda olup örgütten ayrılanlar takip edilerek etkisiz hale getirilmiştir. Dördüncü katman örgütü bir arada tutar ve alt katmandakilerin teftiş ve kontrolünü yapar. Hizmet denen işleri ise ilk üç katmandakiler yürütmektedir.

Şu hale göre; anılan örgüt yönünden, örgütün lideri Fetullah Gülen ile beşinci, altıncı ve yedinci katmanlarda yer alanların, bu cümleden olarak kıta imamı, ülke imamı, “Türkiye imamı” ve “bölge imamlarının”, her halükarda örgütün üst düzey yöneticisi olduklarında kuşku yoktur. Ancak örgütü bir arada tutan ve alt katmanlardakilerin teftiş ve kontrolünü yapan dördüncü katman örgüt mensupları ile ilgili olarak, il ve ilçe sorumluları/imamları ile kamu kurumları imamlarının yönetici olup olmadıkları, yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda, somut olayın özellikleri, bu kişilerin örgütün hiyerarşik yapısı içerisindeki konum ve görevleri, sorumluluk sahalarında sevk ve idare ettiği örgütsel faaliyetlerin örgütün amaç ve etkinliği bakımından önem ve yoğunluğu ile kontrol ettikleri kamu personelinin devletin güvenliği bakımından ifade ettiği stratejik değer de gözetilerek belirlenmelidir. Örgüt yöneticisinin mutlaka illegal faaliyetleri yönetmesi gerekmez. Örgütün amacına ve varlığının devamına katkı sunan sözde legal faaliyetleri sevk ve idare etmek de bu kapsamda değerlendirilmelidir.

Örgütün anlatılan yapılanması çerçevesinde, “örgüt mensupları ve örgütsel faaliyetler bakımından yoğunluk içermeyen ilçe imamları”, “semt imamları”, “mahalle imamları”, “ev imamları (abileri)”, “talebe imamları”, “serrehberler”, “belletmenler” gibi ilk üç katman mensuplarının ise örgüt yöneticisi olarak kabul edilmesi mümkün görülmemektedir.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; örgütün Emniyet teşkilatı yapılanması içerisinde, İç Anadolu Bölgesine bağlı … Bölgesinden … …,…,….,…., ve … illerinde görev yapan polis memurlarının bağlı bulunduğu sözde “müdür”’lerin üzerinde “genel müdür” sıfatı ile sorumlu ve yetkili olan, heyerarşik astlarını “müdür”’ler aracılığı ile sevk ve idare eden ve “Sadık” kod adını kullanan sanığın eyleminin, örgütün hiyerarşik yapısı içerisindeki konum ve görevi, sorumluluk sahasında sevk ve idare ettiği örgütsel faaliyetlerin örgütün amaç ve etkinliği bakımından önem ve yoğunluğu ile kontrol ettiği kamu personelinin devletin güvenliği bakımından haiz olduğu stratejik değer de gözetildiğinde TCK 314/1 maddesinde yazılı “Silahlı Terör Örgütünü Yönetme” suçunu oluşturduğu gözetilmeden suç vasfında düşülen yanılgı sonucu yazılı şekilde hüküm kurulması,

9-Sanık … hakkında;
a-Genel kural, tanıkların mahkeme huzurunda bizzat dinlenilmesi olup bunun gerçekleşememesi halinde SEGBİS yolu ile dinlenebileceği, bu teknik imkanın bulunmaması halinde de hastalık veya malullük veya giderilmesi olanağı bulunmayan başka bir nedenle bir tanık veya bilirkişinin uzun ve önceden bilinmeyen bir zaman için duruşmada hazır bulunmasının olanaklı bulunmayacağı anlaşılırsa, mahkemece istinabe yolu ile dinlenilmesine karar verilmesi mümkündür (CMK 180/1) ancak; tanık veya bilirkişilerin dinlenmesi için belirlenen gün, Cumhuriyet savcısına, suçtan zarar görene, vekiline, sanığa ve müdafiine bildirilmelidir(CMK 181/1).

Dosya kapsamına göre tanık …’ın beyanlarının suçun sübutu açısından belirleyici delil olması karşısında, tanığın duruşmaya getirilerek taraflara da soru sorma hakkı tanınmak suretiyle beyanlarının tespit edilmesi gerektiğinin gözetilmemesi, tanığın hazırlık beyanlarının okunulmasıyla yetinilerek CMK’nın 210/1 maddesine muhalefet edilmesi suretiyle eksik araştırma ile yazılı şekilde hüküm kurulması,

b-Sanığın mahkemede alınan beyanlarında, eşinin kullandığı 0553 …. 2259 numaralı GSM hattına ByLock programını kendisinin kurduğunu, 2014 yılı sonlarında Play Store’dan indirdiğini, nasıl çalıştığını anlamayınca sildiğini beyan etmesi karşısında, eşinin yargılandığı … 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 2018/72 esas sayılı dosyasının onaylı bir suretinin dosya içerisine getirtilerek, gerekirse eşinin de tanık sıfatıyla beyanlarına başvurularak söz konusu ByLock programının gerçek kullanıcısının tespit edilmesi gerekirken eksik araştırma ve incelemeyle yazılı şekilde hüküm kurulması,

c-İstinaf aşamasında dosyaya geldiği anlaşılan, başka dosya şüphelisi Selim B.’e ait beyanlar ile ekindeki fotoğraf teşhis tutanağına göre ilgili şahsın tanık sıfatıyla dinlenilmesi, tanık olarak dinlenilmesinin mümkün olmaması halinde dosya içerisindeki beyanları ile ekindeki fotoğraf teşhis tutanaklarının, yine karar günü dosya içerisine geldiği anlaşılan Garson kod adlı gizli tanıktan elde edilen dijital materyale ilişkin hazırlanan veri inceleme raporunun CMK 217. maddesi uyarınca duruşmada sanık ve müdafine okunarak diyeceklerinin sorulmasından sonra karar verilmesi gerektiğinin gözetilmesi lüzumu,

Kanuna aykırı olup, sanık … müdafi, sanık …, sanık …, sanık … müdafi, sanık … müdafi, sanık … müdafii, sanık … müdafii, sanık … ve müdafii ile sanık … ve müdafinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan sanıklar … ve … açısından sair yönleri incelenmeksizin, sanıklar …, …, …, …, …, …, …, …, … hakkındaki hükümlerin bu nedenlerle BOZULMASINA, sanık … açısından CMK’nın 307/4 maddesi gereğince sonuç ceza bakımından sanığın kazanılmış hakkının saklı tutulmasına, sanık …’nun tutuklulukta geçirdiği süre, bozma nedenleri, atılı suç için kanun maddelerinde öngörülen ceza miktarı ve mevcut delil durumu gözetilerek tahliye talebinin reddi ile tutukluluk halinin devamına, 28.02.2019 tarihinde yürürlüğe giren 20.02.2019 tarih ve 7165 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değişik 5271 sayılı Kanunun 304. maddesi uyarınca dosyanın … 2. Ağır Ceza Mahkemesine, kararın bir örneğinin bilgi için … Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE 30.11.2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYE OLMA- DAEŞTEN KAÇAN SANIĞIN YAKALANDIKTAN SONRA VERDİĞİ BİLGİLERE GÖRE ETKİN PİŞMANLIK HÜKÜMLERİNDEN FAYDALANMASI GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY
3. Ceza Dairesi

2021/11079 E. , 2021/10023 K.

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :Ceza Dairesi
İlk Derece Mahkemesi : … 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 19.06.2020 tarih ve 2019/327 – 2020/94 sayılı kararı

Suç : Silahlı terör örgütüne üye olma

Uygulama : TCK’nın 314/2, 221/4-son, 62, 53, 58/9, 3713 sayılı Kanunun 5/1 maddeleri gereğince mahkumiyetine ilişkin istinaf isteminin esastan reddi

Tebliğname : Onama

Bölge Adliye Mahkemesince verilen hüküm temyiz edilmekle;
Temyiz edenin sıfatı, başvurunun süresi, kararın niteliği ve temyizin sebebine göre dosya incelendi gereği düşünüldü;

Temyiz talebinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi;
Duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;
Yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddine,

Ancak;

1-Anayasanın 138/1. maddesi hükmü, TCK’nın 61/1. maddesinde düzenlenen cezanın belirlenmesi ve bireyselleştirilmesine ilişkin ölçütlerle aynı Kanunun 3/1. maddesi uyarınca; suçun işleniş biçimi, işlendiği yer ve zaman, meydana gelen tehlikenin ağırlığı göz önünde bulundurularak, hukuka, vicdana, dosya kapsamına uygun şekilde alt sınırdan makul düzeyde uzaklaşılarak bir cezaya hükmedilmesi gerektiği gözetilmeden, teşdidin derecesinde yanılgıya düşülmek suretiyle fazla ceza tayin edilmesi,

2-Sanığın mensubu olduğu DAEŞ terör örgütünden kaçarak Türkiye’ye geldiği, daha öncesinde de kaçmaya çalıştığı ancak DAEŞ tarafından tutsak edilmesi sebebiyle kaçamadığı yönündeki aşamalarda istikrar arz eden etkin pişmanlık içerir beyanları ile hakkında beyanda bulunarak fotoğraf teşhisi yaptığı 5 kişiden 3’ünün sanığın beyanından sonra tutuklandığı 1’inin ise hakkında ülkeden deport işlemleri yapıldığı gözetilerek bu kapsamda örgütteki kaldığı süre, ve örgütteki konumu ile uyumlu örgütsel ifade veren ve anlatımlarda bulunduğu anlaşılan sanık hakkında; verdiği bilgiler, bilgilerin niteliği, faydalılık derecesi ve etkin pişmanlıkta bulunduğu aşama nazara alınarak TCK’nın 314/2 ve 3713 sayılı Kanunun 5/1. maddesi uyarınca tayin olunan cezada, üçte birden dörtte üçe kadar indirim öngören TCK’nın 221/4-2. maddesi gereğince dosya kapsamı gözetilerek makul oranda indirim yapılması gerekirken yazılı şekilde uygulama ile fazla cezaya hükmedilmesi,

Kanuna aykırı olup, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, hükmün bu sebepten dolayı BOZULMASINA, bozma nedenine göre sanığın TAHLİYESİNE, başka suçtan hükümlü veya tutuklu bulunmadığı takdirde DERHAL SALIVERİLMESİNİN sağlanması için ilgili yer Cumhuriyet Başsavcılığına müzekkere yazılmasına, 28.02.2019 tarihinde yürürlüğe giren 20.02.2019 tarih ve 7165 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değişik 5271 sayılı Kanunun 304. maddesi uyarınca dosyanın … 4. Ağır Ceza Mahkemesine, kararın bir örneğinin …Bölge Adliye Mahkemesi 3. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 11.11.2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

BONODA MALEN KAYDI- GEÇMİŞE ETKİLİ OLARAK HAYVAN ALIM SATIMI İÇİN DÜZENLENEN BONONUN-TASARRUFUN İPTALİ

T.C.
GAZİANTEP
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
17.HUKUK DAİRESİ

DOSYA NO : 2019/2334 E.
KARAR NO : 2021/1880 K.

TÜRK MİLLETİ ADINA
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ KARARI

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : ŞANLIURFA 3. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 18/12/2018
NUMARASI : 2018/79 Esas, 2018/991 Karar
DAVACI : MAHMUT Y.
VEKİLİ : Av. SELİM HARTAVİ
DAVALILAR : 1-MEHMET ALİ A.
2 -FETHİ Y.
DAVALI : 3 -HACİ Ö.
DAVANIN KONUSU : Tasarrufun İptali (İİK 277 Ve Devamı)
İSTİNAF KARARININ
TARİHİ : 07/12/2021
YAZIM TARİHİ : 07/12/2021
Şanlıurfa 3.Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 18/12/2018 Tarih, 2018/79 Esas ve 2018/991 Karar sayılı kararı aleyhine davacı vekili istinaf başvurusunda bulunduğundan dosyanın yapılan incelemesi sonunda;

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:

Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; Şanlıurfa 1.İcra Müdürlüğünün 2016/7379 esas sayılı icra takip dosyası ile 10/11/2014 vade tarihli 44.000 TL bedelli, Şanlıurfa 1.İcra Müdürlüğünün 2016/7377 esas sayılı icra takip dosyası ile 01/03/2014 vade tarihli 47.500 TL bonoya bağlı alacağın tahsili amacıyla borçlu Hacı Ö. hakkında kambiyo senetlerine mahsus haciz yolu ile icra takibi başlatıldığını, davalının bonoya bağlı 91.500 TL bedelli alacağını bertaraf etmek amacıyla Mehmet Ali A. ile Fethi Y. isimli şahıslara kendi şahsi ilişkilerine kullanarak aralarında anlaşmak sureti ile Hacı Ö.adında bulunan 5 yıl süre ile satılamaz şerhi bulunan Şanlıurfa İli Merkez İlçesi Yenice Mahallesi 4522 ada 22 parsel sayılı taşınmazın cebri icra yoluyla satışını engellemek maksadıyla 14/05/2013 tanzim 05/01/2014 vade tarihli 100.000 TL’lik muvazaalı bono tanzim ederek bilahare bu bonoya dayalı olarak Mehmet Ali A. tarafından Hacı Ö. ile Fethi Y. aleyhine 29/01/2015 tarihinde Şanlıurfa 4.İcra Müdürlüğünün 2015/996 esas sayılı icra takibine geçildiğini, her zaman düzenlenmesi mümkün olan bononun varlığı tek başına alacağın mevcudiyetini göstermediğini, bonolara özgü seçimlilik unsurlarından biri de temel borç ilişkisinden kaynaklanan borcun dayandığı nedenin gösterilmesine yönelik bedel kaydı olduğunu, taraflar arasında alacak borç ilişkisine dayanmayan bono ile buna bağlı başlatılan icra takibinin muvazaalı olduğunu, muvazaalı icra takibinde taşınmazın değeri düşük belirlendiğini, kıymet takdirinde 64.078,00 TL değer biçildiğini, bu değerin piyasa şartlarına göre çok düşük olduğunu, ne varki tarafların kendi aralarında anlaşmalı olmaları nedeniyle düşük olarak belirlenen kıymet raporuna itirazlarının da bulunmadığını, gerçekte alacak borç ilişkisine dayanmayan 100.000 TL tutarındaki bono ile bu bonoya dayalı olarak Şanlıurfa 4.İcra Müdürlüğünün 2015/996 esas sayılı icra takip dosyasın muvazaalı olup 6098 sayılı TBK’nun 19.maddesi gereğince geçersiz olduğunu belirterek taraflar arasında gerçekte borç ilişkisine dayanmayan 14/05/2013 tanzim 05/01/2014 vade tarihli 100.000 TL’LİK muvazaalı bonoya dayalı Şanlıurfa 4.İcra Müdürlüğünün 2015/996 esas sayılı muvazaalı icra takibinin iptaline vekil edenin alacağını tahsili bakımından satış imkanı tanınmasına karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı Fethi Y. cevap dilekçesinde özetle; kendisi ile Hacı Ö.’ın hayvan pazarında hayvan alım satımı ile ilgili ortaklığının bulunduğunu, alım satımda Mehmet Ali A.’a borçlandıklarını, 100.000 TL senet düzenlediklerini, senet düzenlendikten bir süre sonra kendi hissesi üzerine düşen borcu ödediğini, elden alacaklıya borcunu ödediğini, ortağı olan Hacı Ö.’ın borcunu ödeyip ödemediğini, bilmediğini, çünkü Hacı Ö.’ın iflas ettiğini, ortaklıklarının bittiğini belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı Mehmet Ali A. vekili cevap dilekçesinde özetle: davacı tarafından sahip olması gereken davacı sıfatının bulunmadığını, davacı Mahmut Y. adına düzenlenmiş bonoların keşide tarihleri 24/06/2013 ve 11/11/2013 tarihleri olduğunu, müvekkilinin lehine düzenlenmiş bononun ise keşide tarihi 14/05/2013 ve vade tarihi 05/01/2014 olduğunu söz konusu her üç bononun da düzenlenme tarihlerine bakıldığında ilk düzenlenen bononun müvekkili Mehmet Ali A. adına düzenlenmiş olan bono olduğu aşikar olduğunu, ayrıca davacı adına düzenlenen bonoların vade tarihleri 2014 yılı olduğu halde 2016 yılında icra takipleri başlatıldığını, muvazaa iddiası yersiz ve mesnetsiz olduğunu belirterek haksız ve mesnetsiz davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece yapılan yargılama sonucunda davanın reddine karar verilmiştir.

İstinaf başvurusunda bulunan davacı vekili dilekçesinde özetle; mahkemece verilen kararın usul ve yasaya aykırı olduğunu, takip dosyasında bulunan bononun 14/05/2013 tanzim tarihli ve 05/01/2014 vade tarihli olarak gösterildiğini ancak 29/01/2015 tarihinde takibe konulduğunu, bononun takip tarihine kadar bekletilmesinin taraflar arasında alacak borç ilişkisinin bulunmadığının göstergesi olduğunu, bononun geçmişe etkili olacak şekilde düzenlendiğini, mahkemece alacaklı olarak gösterilen davalı Mehmet Ali A.ın ekonomik gücünün bulunmadığını, bu nedenlerle mahkemece verilen kararın kaldırılmasına karar verilmesini talep etmiştir.

Dava, İİK’nın 277 ve devamı maddelerine göre açılmış tasarrufun iptali talebine ilişkindir.

Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 355. maddesi gereğince, istinaf sebepleri ve kamu düzenine ilişkin hususlarla sınırlı olarak yapılan inceleme sonunda;

İİK’nın 277 ve devamı maddelerine göre tasarrufun iptal edilebilmesi için, alacaklının borçluda gerçek bir alacağının bulunması, borcun iptali istenen tasarruf tarihinden önce doğmuş olması, kesinleşmiş bir icra takibinin bulunması ve borçlu hakkında kesin ya da geçici aciz belgesi alınmış olması gerekir. Bu ön koşulların varlığı halinde İİK’nın 278, 279 ve 280. maddelerindeki iptal şartlarının bulunup bulunmadığına bakılmalıdır.

Mahkemece, tasarruf tarihinin takibe konu bononun keşide tarihinden önce olması ve davalı Mehmet Ali A.’ın 100.000TL bedelli senet verebilecek ekonomik durumda olması nedeniyle ret kararı karar verilmiş ise de varılan sonuç dosya kapsamı ve delil durumuna uygun düşmemektedir.

Tasarrufun iptali davasının görülebilmesi için borcun, iptali istenen tasarruftan önce doğmuş olması dava ön koşuludur ve mahkemece re’sen araştırılır. Somut olayda, takibe konu bononun tanzim tarihi 24/06/2013 olup, takibi akim bırakmak amacıyla tanzim olunduğu iddia olunan bononun tanzim tarihinin( 14/05/2013) takibe konu bononun tanziminden önce olması gerekçesiyle ret kararı verilmiştir. Bononun keşide tarihi itibarıyla iptali istenen tasarruftan sonra düzenlendiği anlaşılmakta ise de, bonoların her zaman geriye yönelik olarak tanzim edilebileceği gözetilerek 100.000TL bedelli bononun gerçekten tasarruftan sonra doğmuş bir borç ilişkisinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı, bonoda bedeli malen ahzolunmuştur yazılı olması nedeniyle hayvanların gerçekten teslim edilip edilmediği, davacı alacaklı ile davalı borçlu arasındaki alacak-borç ilişkisinin başladığı, yani borcun gerçek doğum tarihi tespit edilip, borcun tasarruftan önce doğmuş bulunması ön koşulunun gerçekleşip gerçekleşmediği saptanmalı, borcun tasarruftan önce doğduğu anlaşıldığında iptal koşullarının incelenmesine geçilmeli, borcun tasarruftan sonra doğduğunun tespiti halinde ise sonucuna göre bir karar verilmelidir. Mahkemece, yukarıda açıklanan hususlarda eksik incelemeye dayalı olarak karar verilmesi doğru olmamıştır.

Öte yandan, HMK’nın 184.maddesi gereğince mahkeme, tahkikatın bitiminden sonra sözlü yargılama ve hüküm için tayin olunacak gün ve saatte mahkemede hazır bulunmalarını sağlamak amacıyla iki tarafı davet eder. Taraflara çıkarılacak davetiyede belirlenen gün ve saatte mahkemede hazır bulunmadıkları takdirde yokluklarında hüküm verileceği hususu bildirilir (m186/1). Sözlü yargılamada mahkeme, tarafların son sözlerini sorar ve hükmünü verir (m186/2). Hakim, Türk Hukukunu re’sen uygular (m33). Mahkeme Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun emredici düzenlemelerinin gereğini yerine getirmek zorundadır (HGK, 2013/802E.,, 2013/347K.).

Davacı vekili tarafından, 08/12/2018 tarihli son duruşmaya mazeret dilekçesi gönderilmiş olup, mahkemece mazeret hakkında olumlu olumsuz bir karar verilmeden yokluğunda davanın reddine karar verilmesi de hatalı olmuş ve bu hususlarda davacı vekilince yapılan istinaf itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının kaldırılmasına karar vermek gerekmiştir. Bu itibarla;

KARAR:

1- Davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile 18/12/2018 Tarih ve 2018/79 Esas, 2018/991 Karar sayılı kararının HMK’nın 353/1-a,6. maddesi gereğince KALDIRILMASINA,2-Davanın yeniden görülmesi için dosyanın MAHALLİNE İADESİNE,
3-Davacıdan tahsil edilen istinaf karar harcının istek halinde iadesine,
4-İstinaf yargılama giderinin mahkemece yeniden verilecek kararda değerlendirilmesine,
5-Duruşma açılmadığından istinaf vekalet ücreti takdirine yer olmadığına dair,
Dosya üzerinde yapılan inceleme sonucu, HMK’nın 353/1-a maddesi gereğince KESİN olarak oybirliğiyle karar verildi. 07/12/2021

Başkan Üye Üye Katip
41133 35912 120723 255474

F.B.G

DAVA DİLEKÇESİNDE, DAVANIN AÇIKÇA BELİRSİZ ALACAK DAVASI OLARAK AÇILDIĞI BELİRTİLMEKLE DAVANIN NİTELİĞİNE VE DAVA DİLEKÇESİ İÇERİĞİNE GÖRE DAVANIN BELİRSİZ ALACAK DAVASI OLDUĞU HAKKINDA

T.C
YARGITAY
4. Hukuk Dairesi

2021/4690 E. , 2021/7847 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Ticaret Mahkemesi

Taraflar arasındaki tahkim davası hakkında Sigorta Tahkim Komisyonu İtiraz Hakem Heyeti tarafından verilen 07/05/2019 tarih ve 2019/İHK-4889 sayılı kararın , süresi içinde davacı vekili ve davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosya incelendi, gereği düşünüldü:

– K A R A R –

Davacı;davalı … şirketi nezdinde … poliçesi ile sigortalı bulunan aracın,davacıların desteğinin sek ve idaresindeki araçla çarpışması sonucu 06/08/2018 tarihinde meydana gelen trafik kazasında destekleri … …’ın vefat etmesi nedeniyle, destekten yoksun kaldıklarını,sigorta şirketine tazminat talebiyle yapmış oldukları başvurunun sonuçsuz kaldığını, beyanla, fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak şimdilik … … için7.500,00 TL, … için 3.500,00 TL, … … için 2.000,00 TL, … … için 2.001,00 TL olmak üzere toplam 15.001,00 TL destekten yoksun kalma tazminatının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiş, bilirkişi raporu doğrultusunda talebini yükseltmiştir.

Davalı vekili;başvurunun reddini talep etmiştir.

Uyuşmazlık Hakem Heyetince;başvurunun kabulü ile … … yönünden 50.272,65 TL, … yönünden,21.940,33 TL, … … yönünden 5.390,08 TL, … … yönünden 8.415,12 TL’nin 21.09.2018 tarihinden işleyecek Yasal Faizi ile birlikte sigorta şirketi tarafından bu başvuru sahiplerine ödenmesine; başvurunun 273,981,00 TL”lik kısmı bakımından karar verilmesine yer olmadığına,karar verilmiş, karara karşı davalı vekili tarafından yapılan itiraz üzerine İtiraz Hakem Heyetince;davalı vekilinin itirazları incelenmeksizin; re’sen görülen nedenlerle Uyuşmazlık Hakem Heyeti kararının değiştirilmesine; kabul nedeniyle hüküm kurulmasına yer olmadığına,karar verilmiş, itiraz hakem heyeti kararı davacı vekili ve davalı vekili tarafından süresi içerisinde temyiz edilmiştir.

1-5684 sayılı Sigortacılık Yasasının 30. maddesinin 12. fıkrası gereği, sigorta tahkim komisyonlarının 40.000,00 TL’yi geçmeyen kararları kesindir. Kesin olan kararların temyiz istemleri hakkında mahkemece bir karar verilebileceği gibi, 1.6.1990 gün 3/4 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca Yargıtay’ca da temyiz isteminin reddine karar verilebilir.

Uyuşmazlık Hakem Heyetince; davacılardan … yönünden,21.940,33 TL, … … yönünden 5.390,08 TL, … … yönünden 8.415,12 TL tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmiş, davacı vekili tarafından bu karara karşı itiraz yoluna başvurulmamıştır.

Davacılar ihtiyari dava arkadaşı olup davacılardan … , … … ve … … yönünden temyiz edilen karar, tazminat miktarı itibariyle davacılar ve davalı yönünden kesin nitelikte olup bu nedenle davacılar vekili ve davalı vekilinin bu davacılar yönünden temyiz isteminin miktar yönünden reddine karar vermek gerekmiştir.

2-Davacı … … yönünden temyiz itirazlarının incelenmesinde; Dava, trafik kazasından kaynaklanan destekten yoksun kalma tazminatı ve manevi tazminat istemine ilişkindir.

İtiraz Hakem Heyetince ;davalı vekilinin itirazları incelenmeksizin; yanılgılı değerlendirmeyle, açılan davada yargılama devam ederken sigorta şirketi tarafından yapılan 273.981,00 TL ödemenin, her bir davacının talebini karşılayacak şekilde toplamda 15.001,00 TL üzerinden açılan davanın kabulü anlamında olduğu, kabulün ise HMK gereği davayı sona erdiren taraf işlemi olduğu, açılan davada, yargılama devam ederken davalı tarafından yapılan 273.981,00 TL ödeme ile müddeabihi 15.001,00 TL olan dava son bulduğu,ıslahın ise ancak devam eden bir davada söz konusu olabileceği, diğer bir ifade ile HMK karşısında son bulan davanın ıslahından bahsedilemeyeceği, geçersiz ıslah esas alınarak hüküm kurulmasının re’sen dikkate alınması gereken bir usul hatası olduğu gerekçesiyle Uyuşmazlık Hakem Heyeti kararının değiştirilmesine; kabul nedeniyle hüküm kurulmasına yer olmadığına karar verilmiş ise de varılan sonuç dosya kapsamına uygun düşmemektedir.

01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesiyle, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.

Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hali, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak imkansızlığa dayanmalıdır.

Alacağın miktarının belirlenebilmesinin, tahkikat aşamasında yapılacak delillerin incelenmesi, bilirkişi incelemesi veya keşif gibi sair işlemlerin yapılmasına bağlı olduğu durumlarda da belirsiz alacak davası açılabileceği kabul edilmelidir.

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında eldeki davaya konu somut olayın özellikleri dikkate alınarak belirsiz alacak davası yönünden yapılan değerlendirmede;

6100 Sayılı HMK döneminde açılmış olan davaya ilişkin dava dilekçesinde, davanın açıkça belirsiz alacak davası olarak açıldığı belirtilmekle davanın niteliğine ve dava dilekçesi içeriğine göre davanın belirsiz alacak davası niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır.

Diğer yandan 6100 sayılı HMK’nun 308. maddesine göre, kabul, davacının talep sonucuna, davalının kısmen veya tamamen muvafakat etmesi olup, kabul ancak tarafların serbestçe tasarruf edebilecekleri davalarda hüküm doğurur. Davalı taraf,19/02/2019 tarihli dilekçesi ile ödeme belgelerini sunmuş, alacak kalmadığını beyan etmiş, diğer yandan kusur raporuna itirazlarını bildirmiştir. Bu durumda yargılama devam ederken ödeme yapılması “davanın kabulü” anlamına gelmemektedir.

Somut olayda,davacı, davasını 6100 sayılı HMK’nın 107. maddesi uyarınca belirsiz alacak davası şeklinde açmış olup; makbuz, ödeme belgesi ve davacı tarafın kabulü ile sabit olduğu üzere, davalı … şirketi tarafından davacılara yargılama devam ederken

07.02.2019 tarihinde toplamda 273.981,00 TL ödeme yapıldığı, yine tarafların kabulünde olduğu üzere, davacılar ve davalı … şirketi arasında bir sulh anlaşması yapılmadığı, davacı vekilinin de 19/02/2019 tarihli beyanıyla davalı şirket ile aralarında herhangi bir sulh protokolü olmadığını bildirerek bakiye tazminatın hesaplanması için dosyanın bilirkişiye gönderilmesini ve sigorta şirketi tarafından yapılan ödemelerin bilirkişi tarafından dikkate alınmasını talep ettiği , davadan herhangi bir feragat beyanı bulunmadığı,sigorta tarafından yapılan ödemenin davacıların alacağına mahsuben yapıldığı, davacı vekilinin bilirkişi raporunun dosyaya ibraz edilmesi akabinde de 22/02/2019 tarihli bedel artırımı dilekçesini sunarak bedel artırımı talebinde bulunduğu anlaşılmaktadır.

Bu durumda; İtiraz Hakem Heyetince HMK 107. maddesine göre 15.001,00 TL bedelle açılan davada, davcının talep artırım ve ıslah hakkı olduğu ve bu hakkını kullandığı, davalının açık bir kabul beyanı bulunmadığı gözetilerek davalı vekilinin itirazları incelenerek bir karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu şekilde karar verilmesi bozmayı gerektirmiştir.

3-Bozma neden ve şekline göre,davacı … yönünden;davalı vekilinin tüm, davacı vekilinin vekalet ücreti yönünden sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine gerek görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacılar vekili ve davalı vekilinin, davacılardan … , … … ve … … yönünden temyiz dilekçelerinin reddine, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacılardan … … yönünden davacı vekilinin, temyiz itirazlarının kabulü ile 07/05/2019 tarih ve 2019/İHK-4889 sayılı İtiraz Hakem Heyeti kararının davacı … … yararına BOZULMASINA, (3) davacı … yönünden;davalı vekilinin tüm davacı vekilinin vekalet ücreti yönünden sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacılar ve davalıya geri verilmesine 01/11/2021 gününde oybirliğiyle karar verildi.

SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYE OLMA- ETKİN PİŞMANLIK -SUÇU ORTAYA ÇIKARMA VE SUÇUN KENDİLERİ ALEYHİNE VASIFLANDIRILMASINA KATKIDA BULUNMA

T.C
YARGITAY
3. Ceza Dairesi

2021/2766 E. , 2021/10128 K.

“İçtihat Metni”

İNCELENEN KARARIN;
Mahkemesi :Ceza Dairesi
İlk Derece Mahkemesi : … 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 17.07.2018 tarih ve 2017/318 – 2018/310 sayılı kararı
Suç : Silahlı terör örgütüne üye olma
Hüküm : 1-)Sanıklar …, … ve … yönünden; TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5, TCK’nın 62, 53, 58/9 ve 63 maddeleri uyarınca mahkumiyetlerine yönelik istinaf başvurularının esastan reddi,
2-)Sanık … yönünden; TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5, TCK’nın 62, 53, 58/9, 63 ve 55 maddeleri uyarınca mahkumiyetine yönelik istinaf başvurusunun esastan reddi,
3-)Sanıklar …, …, …, … ve … yönünden; TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5, TCK’nın 221/4-son, 221/5, 62, 53, 58/9 ve 63 maddeleri uyarınca mahkumiyetlerine yönelik istinaf başvurularının esastan reddi
Temyiz edenler : Sanıklar müdafileri

Bölge Adliye Mahkemesince verilen hüküm temyiz edilmekle;
Temyiz edenin sıfatı, başvurunun süresi, kararın niteliği ve temyiz sebebine göre dosya incelendi, gereği düşünüldü;
Temyiz talebinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi;
Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre, sanıklar …, … ve …’ın çocuklarını örgüte müzahir okullara göndermeleri eylemlerinin örgütsel faaliyetler olarak değerlendirilemeyeceği belirlenerek yapılan incelemede;
5070 sayılı Elektronik İmza Kanununun 5 ve 22. maddeleri gereğince elektronik imza ile imzalandığı belirtildiği halde; UYAP’ta yapılan kontrolde, İlk Derece Mahkemesi gerekçeli kararı ile 17.08.2018 tarihli duruşma zaptının 182513 sicil numaralı katip tarafından; 13.07.2017 ve 10.10.2017 tarihli duruşma zaptlarının 34463 sicil numaralı üye hakim tarafından elektronik olarak imzalanmaması mahallinde giderilebilir eksiklik olarak görülmüştür.
I-)Sanıklar …, …, …, …, …, … ve … hakkında kurulan hükümlere yönelik temyiz taleplerinin incelenmesinde;
Yargılama sürecindeki usuli işlemlerin kanuna uygun olarak yapıldığı, hükme esas alınan tüm delillerin hukuka uygun olarak elde edildiğinin belirlendiği, aşamalarda ileri sürülen iddia ve savunmaların temyiz denetimini sağlayacak biçimde eksiksiz olarak sergilendiği, özleri değiştirilmeksizin tartışıldığı, vicdani kanının kesin, tutarlı ve çelişmeyen verilere dayandırıldığı, eylemlerin doğru olarak nitelendirildiği ve kanunda öngörülen suç tipine uyduğu, yaptırımların kanuni bağlamda şahsileştirilmek suretiyle uygulandığı anlaşılmakla; sanıklar müdafilerinin temyiz dilekçelerinde ileri sürdükleri nedenler yerinde görülmediğinden CMK’nın 302/1. maddesi gereğince temyiz davalarının esastan reddine, ancak;
Tayin edilen temel cezalardan 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 5. maddesi uyarınca artırım yapılırken, 3713 sayılı Kanunun 5. maddesinin 1. fıkrası uyarınca artırım yapıldığının belirtilmesi gerektiği gözetilmeden uygulama maddesinin yalnızca 3713 sayılı Kanunun 5. maddesi olarak gösterilmesi,
Kanuna aykırı, sanık müdafilerinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükümlerin bu sebeple BOZULMASINA, ancak yeniden yargılama yapılması gerektirmeyen bu hususun 5271 sayılı CMK’nın 303/1-c maddesi uyarınca düzeltilmesi mümkün bulunduğundan; hüküm fıkralarından “3713 sayılı TMK’nın 5. maddesi gereğince” ibarelerinin çıkarılarak yerlerine “3713 sayılı Kanunun 5. maddesinin 1. fıkrası gereğince” yazılması suretiyle sair yönleri usul ve kanuna uygun olan hükümlerin DÜZELTİLEREK ONANMASINA,
II-)Sanıklar … ve … hakkında kurulan hükümlere yönelik temyiz taleplerinin incelenmesinde;

1-) Yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddine, ancak;
Ayrıntıları Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 08.04.2008 tarih ve 9-18-78 sayılı kararında açıklandığı üzere; etkin pişmanlık hükümlerinin amacı, bir yandan terör ve örgütlü suçlarla mücadele bakımından stratejik önemi nedeniyle en etkili bilgi edinme ve mücadele araçlarından olan örgütün kendi mensuplarını kullanmak, diğer taraftan da suç işlemeyi önlemek, mensup olduğu yasa dışı örgütün amaçladığı suçun işlenmesine engel olanları ve işlediği suçtan pişmanlık duyanları cezalandırmayarak ya da cezalarında belli oranlarda indirim yaparak yeniden topluma kazandırmaktır.
TCK’nın 221/4. fıkrasının 2. cümlesinden yararlanabilmek için; failin yakalandıktan sonra bilgisi ölçüsünde örgüt içerisindeki konumuyla uyumlu şekilde kendisinin ve diğer örgüt üyelerinin eylemleri, örgütün yapısı ve faaliyetleriyle ilgili yeterli ve samimi bilgi vererek suçtan pişmanlığını söz ve davranışlarıyla göstermesi gerekmektedir. Bu bilgi maddenin üçüncü fıkrasında aranan, örgütü çökertecek nitelikteki bilgi değildir. Verilen bilginin önemi cezanın belirlenmesinde dikkate alınmalıdır (Dairemizin 12.05.2015 tarih,… K. 26.10.2015 tarih, 2015/1565-3464 K.).
TCK’nın 221/4. fıkrasının 2. cümlesi kapsamında etkin pişmanlıkta bulunulduğunun kabulü halinde bu suçtan dolayı verilecek cezada 1/3’ten 3/4’e kadar bir indirim yapılacağı öngörülmektedir. Buna göre belirlenen cezadan en az 1/3, en fazla 3/4 oranında bir indirim yapılacaktır. Bu iki sınır arasında yapılacak indirim, verilen bilginin niteliği, örgütün yapısı ve faaliyetleri çerçevesinde işlenen suçlarla ya da diğer örgüt mensuplarının tespiti ile ilgili olmak üzere elverişlilik derecesi, ceza soruşturması ya da kovuşturmasının hangi aşamasında etkin pişmanlıkta bulunulduğu gibi kıstaslar nazara alınarak mahkeme tarafından takdir ve tayin edilecektir.
Bu açıklamalar ışığında, somut olay değerlendirildiğinde; sanıkların örgütte kaldığı süre ve konumları itibarıyla, örgütün yapısı, faaliyetleri ve diğer örgüt mensupları ile ilgili verdikleri bilgilerin niteliği, örgütün yapısı ve faaliyetleri çerçevesinde işlenen suçlarla ya da diğer örgüt mensuplarının tespiti ile ilgili olmak üzere faydalılık derecesi ve aşamalardaki beyanları ile suçu ortaya çıkarmaları ve suçun kendileri aleyhine vasıflandırılmasına katkıda bulunmaları nazara alındığında silahlı terör örgütüne üye oldukları ve TCK’nın 221/4-2. cümlesinde öngörülen etkin pişmanlık şartlarını taşıdıkları anlaşıldığından, sanık … ile kolluk ve savcılıkta verdiği beyanları mahkeme huzurunda da aynen tekrar ettiği, soruşturma aşamasındaki ikrara yönelik beyanlarından esas itibariyle dönmediği anlaşılan sanık …’nın etkin pişmanlığın gerçekleştiği aşama ve verilen bilgilerin niteliği de dikkate alınarak TCK’nın 221/4-2 maddesi kapsamında cezalarından indirim yapılması gerektiği gözetilmeden takdirde hataya düşülerek yazılı şekilde karar verilmesi,
2-)Sanık … hakkında örgüt üyeliği suçundan kamu davası açıldığının anlaşılması karşısında; İlk Derece Mahkemesi gerekçesi ve hüküm fıkrasında “sanık … hakkında silahlı terör örgütü yöneticiliğinden kamu davası açılmış ise de eylemlerinin yöneticilik değil üyelik kapsamında kaldığı anlaşılmakla” şeklinde belirtilerek dosya kapsamıyla örtüşmeyen hususlara kabulde yer verilmek suretiyle hükmün karıştırılması,
3-)Kabul ve uygulamaya göre de;
Sanık … ve sanık … hakkında tayin edilen temel cezalardan 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 5. maddesi uyarınca artırım yapılırken, 3713 sayılı Kanunun 5. maddesinin 1. fıkrası uyarınca artırım yapıldığının belirtilmesi gerektiği gözetilmeden uygulama maddesinin yalnızca 3713 sayılı Kanunun 5. maddesi olarak gösterilmesi,
Kanuna aykırı, sanık müdafilerinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükümlerin bu sebeple BOZULMASINA, 28.02.2019 tarihinde yürürlüğe giren 20.02.2019 tarih ve 7165 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değişik 5271 sayılı Kanunun 304. maddesi uyarınca dosyanın … 3. Ağır Ceza Mahkemesine, kararın bir örneğinin bilgi için … Bölge Adliye Mahkemesi 4. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 22.11.2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYE OLMA VE SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜNE YARDIM – ETKİN PİŞMANLIK NOKTASINDA VERİLEN BİLGİLERE GÖRE ÜST HADDEN İNDİRİM YAPILMASI

T.C
YARGITAY
3. Ceza Dairesi

2021/3015 E. , 2021/10237 K.

“İçtihat Metni”

İNCELENEN KARARIN;

Mahkemesi :Ceza Dairesi

İlk Derece Mahkemesi : …3. Ağır Ceza Mahkemesinin 26.02.2019 tarih ve 2017/73 – 2019/28 sayılı kararı

Suç : Silahlı terör örgütüne üye olma, silahlı terör örgütüne yardım etme

25.04.2017 (sanık … için)
29.03.2017 (diğer sanıklar için)
Hüküm : 1-Sanıklar …, …, …, …, …, … ve … hakkında ayrı ayrı; TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5/1, TCK’nın 62/1, 53/1-2-3, 58/9, 63 maddeleri gereğince kurulan mahkumiyet hükümlerine ilişkin istinaf başvurularının esastan reddi,
2-Sanıklar … ve … hakkında
ayrı ayrı; TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5/1, TCK’nın 221/4-2, 62/1, 221/5, 53/1-2-3, 58/9, 63 maddeleri gereğince kurulan mahkumiyet hükümlerine ilişkin istinaf başvurularının esastan reddi,
3-Sanıklar …, … ve Necla
…hakkında ayrı ayrı; TCK’nın 220/7 ve 314/3 maddesi delaletiyle TCK’nın 314/2, TCK’nın 220/7-son cümle 3713 sayılı Kanunun 5/1, TCK’nın 62/1, 53/1-2-3, 58/9, 63 maddeleri gereğince kurulan mahkumiyet hükümlerine ilişkin istinaf başvurularının esastan reddi
Temyiz edenler : Sanık … ve tüm sanıklar müdafileri

Bölge Adliye Mahkemesince sanıklar …, …, …, … ve … hakkında kesin olarak verilen hükümler, 24.10.2019 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7188 sayılı Kanunun 29. maddesi ile 5271 sayılı CMK’nın 286. maddesine eklenen üçüncü fıkradaki düzenleme gereğince temyiz yolunun açılması üzerine anılan Kanuna eklenen geçici 5. maddesinin 1/f bendinde belirtilen süre içerisinde, diğer sanıklar yönünden ise yasal süresi içinde temyiz edilmekle;
Temyiz edenlerin sıfatı, başvuruların süresi, kararın niteliği ve temyiz sebeplerine göre dosya incelendi, gereği düşünüldü;
Temyiz taleplerinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi;
Hükmolunan cezanın süresine göre şartları bulunmadığından sanık … müdafiinin duruşmalı inceleme isteminin CMK’nın 299/1. maddesi uyarınca REDDİNE,

Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre;
1-) Sanıklar …, …, …, …, …, …, …, …, …, … ve … hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan verilen mahkumiyet kararlarına ilişkin temyiz taleplerinin incelenmesinde;
Sanık …’ın SEGBİS yöntemiyle savunmasının alınmasının yüz yüzelik ilkesine uygun olması, mahkemece zorunluluk hususuna ilişkin neden gösterilmiş olup bu duruma yönelik olarak da sanık ve müdafiince duruşmada herhangi bir itirazda bulunulmamış olması nazara alındığında, sanık müdafiinin SEGBİS yöntemiyle sanığın savunmasının alınmasının savunma hakkını kısıtladığına yönelik temyiz itirazı sonuca etkili görülmemiştir.
Sanıklar …, … ve …n dosya kapsamındaki eylemlerinin, örgütün hiyerarşik yapısına dahil olmak suretiyle örgüte üye olma suçunu oluşturduğu gözetilmeden suç vasfında yanılgıya düşülerek yazılı şekilde hüküm kurulması, TCK’nın 314/3 ve 220/7. maddelerindeki atfın niteliği ve aleyhe temyiz bulunmaması karşısında, yine aynı sanıklar hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan açılan kamu davasının yapılan yargılaması sonunda ek savunma verilmeden silahlı terör örgütüne yardım suçundan hüküm kurulması, sanıklara isnat edilen eylemlerin değişmeyip suç vasfının lehe değişmesi ve isnat edilen eylemlere ilişkin savunmalarının alınması nedeniyle savunma hakkı kısıtlanmadığından bozma nedeni yapılmamıştır.

Yargılama sürecindeki usuli işlemlerin kanuna uygun olarak yapıldığı, hükme esas alınan tüm delillerin hukuka uygun olarak elde edildiğinin belirlendiği, aşamalarda ileri sürülen iddia ve savunmaların temyiz denetimini sağlayacak biçimde eksiksiz sergilendiği, özleri değiştirmeksizin tartışıldığı, vicdani kanının kesin, tutarlı ve çelişmeyen verilere dayandırıldığı, eylemlerin doğru olarak nitelendirildiği ve kanunda öngörülen suç tipine uyduğu, yaptırımların kanuni bağlamda şahsileştirilmek suretiyle uygulandığı anlaşılmakla; sanık … ve sanıklar …, …, …, …, …, …, …, …, …, … ve … müdafilerinin temyiz dilekçelerinde ileri sürdükleri nedenler yerinde görülmediğinden CMK’nın 302/1. maddesi gereğince temyiz davasının esastan reddiyle hükümlerin ONANMASINA,
2-) Sanık … hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan verilen mahkumiyet kararına ilişkin temyiz talebinin incelenmesinde;
Yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddine; ancak,
Silahlı terör örgütüne üye olduğu ve TCK’nın 221/4-2. cümlesinde öngörülen etkin pişmanlık şartlarını taşıdığı kabul edilen sanığın, incelenen dosya kapsamı, deliller ve mahkeme kabulüne göre kendi bilgisi ölçüsünde örgüt içerisindeki konumuyla uyumlu şekilde kendisi ve diğer örgüt üyelerinin eylemleri, örgütün yapısı ve faaliyetleriyle ilgili yeterli ve samimi bilgiler verdiği anlaşılmakla, etkin pişmanlıkta bulunulan aşama gözetildiğinde, uygulanan kanun maddesinin amaç ve gerekçesi ile orantılılık ilkesi çerçevesinde belirlenen ceza üzerinden dosya kapsamına ve hakkaniyete uygun bir şekilde üst hadde yakın bir indirim yapılması gerektiği gözetilmeksizin indirimin derecesinde yanılgıya düşülerek yazılı şekilde fazla ceza tayini,
Kanuna aykırı, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebeple BOZULMASINA, 28.02.2019 tarihinde yürürlüğe giren 20.02.2019 tarih ve 7165 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değişik 5271 sayılı kanunun 304. maddesi uyarınca dosyanın …3. Ağır Ceza Mahkemesine, kararın bir örneğinin bilgi için … Bölge Adliye Mahkemesi 4. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 30.11.2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYE OLAN SANIĞIN YAKALANDIKTAN SONRA VERDİĞİ BİLGİLERE GÖRE ETKİN PİŞMANLIK HÜKÜMLERİNİN UYGULANMASI

T.C
YARGITAY
3. Ceza Dairesi

2021/9602 E. , 2021/10245 K.

“İçtihat Metni”

İNCELENEN KARARIN;
Mahkemesi :Ceza Dairesi
İlk Derece Mahkemesi : … 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 06.10.2017 tarih ve 2017/188 – 2017/150 sayılı kararı
Suç : Silahlı terör örgütüne üye olma
Hüküm : TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5/1, TCK’nın 62/1, 53/1-2-3, 58/9, 63 maddeleri uyarınca
mahkumiyet kararının istinaf başvurusu üzerine kaldırılarak TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5/1,
TCK’nın 221/4-2. cümle, 62, 53/1-2-3, 58/9 maddeleri uyarınca mahkumiyet

Bölge Adliye Mahkemesince verilen hüküm temyiz edilmekle;

Temyiz edenin sıfatı, başvurunun süresi, kararın niteliği ve temyiz sebeplerine göre dosya incelendi, gereği düşünüldü;
Temyiz talebinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi;

Bölge Adliye Mahkemesince duruşmalı incelenerek verilen karara yönelik sanık müdafii tarafından 26.09.2018 tarihinde temyiz sebeplerini içermeyen süre tutum dilekçesi verildiği, Bölge Adliye Mahkemesinin gerekçeli kararının sanık müdafiine 10.02.2018 tarihinde tebliğ edildiği, sanık müdafiince 22.10.2018 tarihinde ayrıntılı temyiz dilekçesinin, CMK’nın 295. maddesinde belirtilen 7 günlük süreden sonra sunulduğu görülmüş ise de, Bölge Adliye Mahkemesi gerekçeli kararının hüküm fıkrasında ve sanık müdafiine gerekçeli kararı tebliğ eden tebligat zarfında CMK’nın 295. maddesinde düzenlenen 7 günlük süreye ilişkin bir ihtaratın bulunmadığı anlaşıldığından, sanık müdafiinin temyiz başvurusunun süresinde yapıldığı kabul edilerek tebliğnamedeki ret düşüncesine iştirak edilmemiştir.
Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;
Ayrıntıları Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 08.04.2008 tarih ve 9-18-78 sayılı kararında açıklandığı üzere; etkin pişmanlık hükümlerinin amacı, bir yandan terör ve örgütlü suçlarla mücadale bakımından stratejik önemi nedeniyle en etkili bilgi edinme ve mücadele araçlarından olan örgütün kendi mensuplarını kullanmak, diğer taraftan da suç işlemeyi önlemek, mensup olduğu yasa dışı örgütün amaçladığı suçun işlenmesine engel olanları ve işlediği suçtan pişmanlık duyanları cezalandırmayarak ya da cezalarında belli oranlarda indirim yaparak yeniden topluma kazandırmaktır.

TCK’nın 221/4. fıkrasının 2. cümlesinden yararlanabilmek için; failin yakalandıktan sonra bilgisi ölçüsünde örgüt içerisindeki konumuyla uyumlu şekilde kendisinin ve diğer örgüt üyelerinin eylemleri, örgütün yapısı ve faaliyetleriyle ilgili yeterli ve samimi bilgi vererek suçtan pişmanlığını söz ve davranışlarıyla göstermesi gerekmektedir. Bu bilgi maddenin üçüncü fıkrasında aranan, örgütü çökertecek nitelikteki bilgi değildir. Verilen bilginin önemi cezanın belirlenmesinde dikkate alınmalıdır (Dairemizin 12.05.2015 tarih, 2015/1426 E. 2015/1292 K. 26.10.2015 tarih, 2015/1565-3464 K.).

TCK’nın 221/4. fıkrasının 2. cümlesi kapsamında etkin pişmanlıkta bulunduğunun kabulü halinde bu suçtan dolayı verilecek cezada 1/3’ten 3/4’e kadar bir indirim yapılacağı öngörülmektedir. Buna göre belirlenen cezadan en az 1/3, en fazla 3/4 oranında bir indirim yapılacaktır. Bu iki sınır arasında yapılacak indirim, verilen bilginin niteliği, örgütün yapısı ve faaliyetleri çerçevesinde işlenen suçlarla ya da diğer örgüt mensuplarının tespiti ile ilgili olmak üzere elverişlilik derecesi, ceza soruşturması ya da kovuşturmasının hangi aşamasında etkin pişmanlıkta bulunulduğu gibi kıstaslar nazara alınarak mahkeme tarafından takdir ve tayin edilecektir.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; silahlı terör örgütüne üye olduğu ve TCK’nın 221/4-2. cümlesinde öngörülen etkin pişmanlık şartlarını taşıdığı kabul edilen sanığın incelenen dosya kapsamı, deliller ve mahkeme kabulüne göre, soruşturma ve yargılama aşamasında örgütte kaldığı süre ve konumu itibarıyla, örgütün yapısı, faaliyetleri ve diğer örgüt mensupları ile ilgili verdiği bilgilerin niteliği, örgütün yapısı ve faaliyetleri çerçevesinde işlenen suçlarla ya da diğer örgüt mensuplarının tespiti ile ilgili olmak üzere faydalılık derecesi ve yargılama sürecinde etkin pişmanlıkta bulunulan aşama gözetildiğinde, uygulanan kanun maddesinin amaç ve gerekçesi ile orantılılık ilkesi çerçevesinde belirlenen ceza üzerinden dosya kapsamına ve hakkaniyete uygun bir şekilde en üst had olan 3/4 oranında indirim yapılması gerektiği gözetilmeksizin yazılı şekilde fazla ceza tayini,

Kanuna aykırı, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, bu sebepten dolayı hükmün CMK’nın 302/2. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 28.02.2019 tarihinde yürürlüğe giren 20.02.2019 tarih ve 7165 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değişik 5271 sayılı Kanunun 304. maddesi uyarınca dosyanın … Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 01.12.2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

DEVLETİN BİRLİGİNİ VE ÜLKE BÜTÜNLÜĞÜ BOZMA, KASTEN ÖLDÜRMEYE TEŞEBBÜS, SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYE OLMA

T.C
YARGITAY
3. Ceza Dairesi
2021/10342 E. , 2021/10291 K.

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :Ceza Dairesi
İlk Derece Mahkemesi : … 5. Ağır Ceza Mahkemesinin 08.12.2020 tarih ve 2020/22 – 2020/497 sayılı kararı

Suç : Devletin birligini ve ülke bütünlüğü bozma, kasten öldürmeye teşebbüs, silahlı terör örgütüne üye olma
Hüküm : İlk dereceli … 5. Ağır Ceza Mahkemesinin 08.12.2020 tarih ve 2020/22 esas, 2020/497 karar sayılı kararı ile;
1- Sanıklar … ve … hakkında devletin birligini ve ülke bütünlüğü bozma suçundan ayrı ayrı TCK’nın 302/1, 3713 sayılı Kanunun 5/1, TCK’nın 62, 53, 58/9 ve 63. maddeleri uyarınca mahkumiyetlerine,
2- Sanıklar … ve … hakkında kasten öldürmeye teşebbüs suçundan TCK’nın 81/1, 3713 sayılı Kanunun 5/1, TCK’nın 35, 62, 53, 58/9 ve 63. maddeleri uygulanarak mahkumiyetlerine,
3- Sanıklar …, …, …, …, …, … ve … hakkında TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5/1, TCK’nın 221/4-2, 62, 53, 58/9, 221/5 ve 63. maddeleri uygulanarak mahkumiyetlerine ilişkin istinaf başvurularının esastan reddine dair karar
Temyiz edenler : Sanık … müdafii, Sanık … müdafii, Sanık … müdafii, Sanık … müdafii, Sanık … müdafii, Sanık … müdafii, Sanık … müdafii, Sanık … müdafii, Sanık …, Sanık … müdafii

Bölge Adliye Mahkemesince verilen hüküm temyiz edilmekle;
Temyiz edenlerin sıfatı, başvuruların süresi, kararın niteliği ve temyiz sebeplerine göre dosya incelendi gereği düşünüldü;
Temyiz talebinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi;
Vicdani kanıyı oluşturan duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;
I.Sanıklar …, …, …, …, …, … ve … yönünden sanık müdafiilerinin temyiz itirazları üzerine yapılan incelemede;
… Bölge Adliye Mahkemesi 18. Ceza Dairesinin 23.03.2021 tarih ve 2021/98 E. – 2021/312 K. sayılı kararına karşı sanık müdafiilerinin yasal süresi içerisinde temyiz başvurusunda bulunduğu, ancak; sanık …’un 10.11.2021, sanık …’ın 09.10.2021, sanık …’in 30.09.2021, sanık Muhammet Mahmut’un 30.09.2021, sanık …’ın 09.10.2021, sanıklar … ve … ve … müdafiinin 08.09.2021 tarihli dilekçeleri ile temyiz yolundan vazgeçtiklerini belirtip, cezaların onaylanmasını talep ettikleri anlaşılmakla; sanıklar ve müdafilerinin dilekçelerinin temyizden vazgeçme iradesini taşıdığı kabul edildiğinden, 5271 sayılı CMK’nın 266/1. maddesi uyarınca vazgeçme nedeniyle dosyanın inceleme yapılmaksızın mahkemesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına İADESİNE,
II. Sanıklar … ve … müdafilerinin devletin birliğini ve ülke bütünlüğü bozma ve Kasten öldürmeye teşebbüs suçların kurulan hükümlere yönelik temyiz itirazları üzerine yapılan incelemede;
Mahkemenin kabulüne göre ”sanıklar … ve …’in 22.10.2019 tarihli olay tutanağına göre yaşanan çatışma üzerine silahlı olarak YPG içerisinde bulunmaları, sanıkların yakalanma şekli ve … Kriminal Polis Laboratuvarının 24.10.2019 tarihli raporunda; her iki sanığın el ve avuçlarında Antimon maddesinin tespit edilmesi göz önüne alınarak” devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma suçunu işledikleri kabul edilerek hüküm kurulmuşsa da; sanıkların savunmalarında çatışma yaşandığını kabul etmedikleri, mahkemede dinlenen ve etkin pişmanlıktan yararlanan diğer sanıkların da bu beyanları doğruladıkları, çatışmanın yaşandığına ilişkin düzenlenen tutanak mümzilerinin bizzat olayı gören kişiler olmadıkları, sanıkların ellerinde Antimon maddesinin tespit edilmesi, tek başına bahsi geçen çatışmaya katıldıklarını ispata yeterli delil olarak kabul edilemeyeceği hususları nazara alındığında, sanıkların fiillerinin bir bütün olarak örgüte üyelik suçunu oluşturacağı ayrıca sanıkların aşamalarda istikrar arz eden beyanlarında etkin pişmanlıktan yararlanmak istediklerini bildirerek verdikleri bilgilerin örgüt içerisinde kaldıkları süre, örgütsel faaliyet ve konumlarına uygun faydalı bilgiler olup olmadığı değerlendirilerek sonucuna göre haklarında 5237 sayılı TCK’nın 221/4-2. maddesinde düzenlenen etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanıp uygulanmayacağı tartışıldıktan sonra bir karar verilmesi lüzumu gözetilmeden, suçların vasfında yanılgıya düşülerek yazılı şekilde hüküm kurulması,
Kanuna aykırı olup, sanıklar … ve … müdafiilerinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, bu sebeplerden dolayı CMK’nın 302/2. maddesi uyarınca BOZULMASINA, bozma nedeni, mevcut delil durumu, verilen ceza miktarı ve tutuklulukta geçirilen süre dikkate alınarak sanıklar müdafilerinin tahliye taleplerinin reddine, 28.02.2019 tarihinde yürürlüğe giren 20.02.2019 tarih ve 7165 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değişik 5271 sayılı Kanunun 304. maddesi uyarınca dosyanın … 5. Ağır Ceza Mahkemesine, kararın bir örneğinin … Bölge Adliye Mahkemesi 18. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 12.02.2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYE OLMA – ETKİN PİŞMANLIK HÜKÜMLERİNDE CEZADA YAPILACAK İNDİRİM

T.C
YARGITAY
3. Ceza Dairesi

2021/2855 E. , 2021/10323 K.

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :Ceza Dairesi
İlk Derece Mahkemesi : … 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 07.03.2018 tarih ve 2017/82-2018/47 sayılı kararı
Suç : Silahlı terör örgütüne üye olma
Hüküm :Sanıklar hakkında ayrı ayrı;
TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5/1, TCK’nın 221/4, 221/5, 62/1, 58/9, 53, 63 maddeleri uyarınca mahkumiyet hükümlerine yönelik istinaf başvurusunun esastan reddi
Temyiz edenler : Sanıklar müdafileri

Bölge Adliye Mahkemesince sanıklar hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçuna ilişkin kesin olarak verilen hüküm, 24.10.2019 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7188 sayılı Kanunun 29. maddesi ile 5271 sayılı CMK’nın 286. maddesine eklenen üçüncü fıkradaki düzenleme gereğince temyiz yolunun açılması üzerine anılan kanuna eklenen geçici 5. maddesinin 1/f bendinde belirtilen süre içerisinde temyiz edilmekle;

Temyiz edenlerin sıfatı, başvuruların süresi, kararın niteliği ve temyiz sebeplerine göre dosya incelendi, gereği düşünüldü;

Temyiz taleplerinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi;

Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;
Yargılama sürecindeki usuli işlemlerin kanuna uygun olarak yapıldığı, hükümlere esas alınan tüm delillerin hukuka uygun olarak elde edildiğinin belirlendiği, aşamalarda ileri sürülen iddia ve savunmaların temyiz denetimini sağlayacak biçimde eksiksiz olarak sergilendiği, özleri değiştirmeksizin tartışıldığı, vicdani kanının kesin, tutarlı ve çelişmeyen verilere dayandırıldığı, eylemlerin doğru olarak nitelendirildiği ve kanunda öngörülen suç tipine uyduğu anlaşılmakla sair temyiz itirazlarının reddine, ancak;
TCK’nın 221/4. fıkrasının 2. cümlesinden yararlanabilmek için; failin yakalandıktan sonra bilgisi ölçüsünde örgüt içerisindeki konumuyla uyumlu şekilde kendisinin ve diğer örgüt üyelerinin eylemleri, örgütün yapısı ve faaliyetleriyle ilgili yeterli ve samimi bilgi vererek suçtan pişmanlığını söz ve davranışlarıyla göstermesi gerekmektedir. Bu bilgi maddenin üçüncü fıkrasında aranan, örgütü çökertecek nitelikteki bilgi değildir. Verilen bilginin önemi cezanın belirlenmesinde dikkate alınmalıdır (Dairemizin 12.05.2015 tarih, 2015/1426 E. 2015/1292 K. 26.10.2015 tarih, 2015/1565-3464 K.).

TCK’nın 221/4. fıkrasının 2. cümlesi kapsamında etkin pişmanlıkta bulunduğunun kabulü halinde bu suçtan dolayı verilecek cezada 1/3’ten 3/4’e kadar bir indirim yapılacağı öngörülmektedir. Buna göre belirlenen cezadan en az 1/3, en fazla 3/4 oranında bir indirim yapılacaktır. Bu iki sınır arasında yapılacak indirim, verilen bilginin niteliği, örgütün yapısı ve faaliyetleri çerçevesinde işlenen suçlarla ya da diğer örgüt mensuplarının tespiti ile ilgili olmak üzere elverişlilik derecesi, ceza soruşturması ya da kovuşturmasının hangi aşamasında etkin pişmanlıkta bulunulduğu gibi kıstaslar nazara alınarak mahkeme tarafından takdir ve tayin edilecektir.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; silahlı terör örgütüne üye oldukları ve TCK’nın 221/4-2. cümlesinde öngörülen etkin pişmanlık şartlarını taşıdığı kabul edilen sanıkların incelenen dosya kapsamı ve delillere göre, yakalandıktan sonra emniyet ve sorgu hakimliğindeki ifadelerinde örgütte kaldıkları süre ve konumları itibarıyla örgütün yapısı, faaliyetleri, örgüt yapılanması ve mensupları ile ilgili verdikleri ve kovuşturma sonuna kadar özü itibariyle dönmedikleri bilgilerin faydalılık derecesi ve etkin pişmanlıkta bulunulan aşamalar gözetilerek, uygulanan kanun maddesinin amaç ve gerekçesi ile orantılılık ilkesi çerçevesinde belirlenen cezalar üzerinden dosya kapsamına ve hakkaniyete uygun bir indirim yapılması gerekirken indirimin derecesinde yanılgıya düşülerek yetersiz gerekçe ile yazılı şekilde fazla cezalar tayin edilmesi,

Kanuna aykırı olup, sanıklar müdafilerinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan sanıklar hakkındaki hükümlerin bu nedenlerle BOZULMASINA, 28.02.2019 tarihinde yürürlüğe giren 20.02.2019 tarih ve 7165 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değişik 5271 sayılı Kanunun 304. maddesi uyarınca dosyanın … 2. Ağır Ceza Mahkemesine, kararın bir örneğinin bilgi için İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 06.12.2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYE OLMA- ETKİN PİŞMANLIK HÜKÜMLERİ

T.C
YARGITAY
3. Ceza Dairesi

2021/16894 E. , 2021/10370 K.

“İçtihat Metni”

İNCELENEN KARARIN;
Mahkemesi :Ceza Dairesi

İlk Derece Mahkemesi : … 18. Ağır Ceza Mahkemesinin 06.02.2018 tarih ve 2017/12 – 2018/41 sayılı kararı
Suç : Silahlı terör örgütüne üye olma
Hüküm : TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5/1, TCK’nın 62/1, 53, 63, 58/9 maddeleri uyarınca mahkumiyet
kararına ilişkin istinaf başvurusunun esastan reddi

Bölge Adliye Mahkemesince verilen hükümler temyiz edilmekle;

Temyiz edenin sıfatı, başvurunun süresi, kararın niteliği ve temyiz sebebine göre yapılan temyiz incelemesi sonunda dosya incelenerek gereği düşünüldü;

Temyiz talebinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi;

Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;

Dosya kapsamına göre, silahlı terör örgütüne üye olmak suçunun sübutu kabul, olay niteliğine ve kovuşturma sonuçlarına uygun şekilde vasfı tayin edilmiş olduğundan yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddine, ancak;
1)Ayrıntıları Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 08.04.2008 tarih ve 9-18-78 sayılı kararında açıklandığı üzere; etkin pişmanlık hükümlerinin amacı, bir yandan terör ve örgütlü suçlarla mücadale bakımından stratejik önemi nedeniyle en etkili bilgi edinme ve mücadele araçlarından olan örgütün kendi mensuplarını kullanmak, diğer taraftan da suç işlemeyi önlemek, mensup olduğu yasa dışı örgütün amaçladığı suçun işlenmesine engel olanları ve işlediği suçtan pişmanlık duyanları cezalandırmayarak ya da cezalarında belli oranlarda indirim yaparak yeniden topluma kazandırmaktır.

TCK’nın 221/4. fıkrasının 2. cümlesinden yararlanabilmek için; failin yakalandıktan sonra bilgisi ölçüsünde örgüt içerisindeki konumuyla uyumlu şekilde kendisinin ve diğer örgüt üyelerinin eylemleri, örgütün yapısı ve faaliyetleriyle ilgili yeterli ve samimi bilgi vererek suçtan pişmanlığını söz ve davranışlarıyla göstermesi gerekmektedir. Bu bilgi maddenin üçüncü fıkrasında aranan, örgütü çökertecek nitelikteki bilgi değildir. Verilen bilginin önemi cezanın belirlenmesinde dikkate alınmalıdır (Dairemizin 12.05.2015 tarih, 2015/1426 E. 2015/1292 K. 26.10.2015 tarih, 2015/1565-3464 K.).

TCK’nın 221/4. fıkrasının 2. cümlesi kapsamında etkin pişmanlıkta bulunduğunun kabulü halinde bu suçtan dolayı verilecek cezada 1/3’ten 3/4’e kadar bir indirim yapılacağı öngörülmektedir. Buna göre belirlenen cezadan en az 1/3, en fazla 3/4 oranında bir indirim yapılacaktır. Bu iki sınır arasında yapılacak indirim, verilen bilginin niteliği, örgütün yapısı ve faaliyetleri çerçevesinde işlenen suçlarla ya da diğer örgüt mensuplarının tespiti ile ilgili olmak üzere elverişlilik derecesi, ceza soruşturması ya da kovuşturmasının hangi aşamasında etkin pişmanlıkta bulunulduğu gibi kıstaslar nazara alınarak mahkeme tarafından takdir ve tayin edilecektir.

Temyiz aşamasında sanık müdafii aracılığıyla verdiği 12.11.2021 tarihli dilekçesinde sanığın etkin pişmanlıktan yararlanması gerektiğimi bildirmesi karşısında, duruşmada hazır edilerek etraflıca beyanları alınıp, verdiği bilgilerin örgüt içerisindeki kaldığı süre, örgütsel faaliyet ve konumuna uygun faydalı bilgiler olup olmadığı, eldeki bilgilerle örtüşüp örtüşmediği ilgili birimlerden sorulup değerlendirilerek sonucuna göre hakkında 5237 sayılı TCK’nın 221/4-2. maddesinde düzenlenen etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanıp uygulanmayacağı tartışılmadan yazılı şekilde karar verilmesi,

Kanuna aykırı, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebeplerden dolayı 5271 sayılı CMK’nın 302/2. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 28.02.2019 tarihinde yürürlüğe giren 20.02.2019 tarih ve 7165 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değişik 5271 sayılı Kanunun 304. maddesi uyarınca dosyanın … 18. Ağır Ceza Mahkemesine, kararın bir örneğinin … Bölge Adliye Mahkemesi 19. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 08.12.2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

PYD/ PKK TERÖR ÖRGÜTÜNE KATILAN VE ÖRGÜTTEN KAÇMA GİRİŞİMİNDE BULUNAN SANIK HAKKINDA ETKİN PİŞMANLIK HÜKÜMLERİNİN UYGULANMASI GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY
3. Ceza Dairesi

2021/8399 E. , 2021/10524 K.

“İçtihat Metni”

İNCELENEN KARARIN;
Mahkemesi :Ceza Dairesi
İlk Derece Mahkemesi : …3. Ağır Ceza Mahkemesinin 10.02.2021 tarih ve 2021/11 – 2021/33 sayılı kararı

Suç : Silahlı terör örgütüne üye olma, tehlikeli maddeleri izinsiz olarak bulundurma veya el değiştirme
Hüküm :

1-Sanık hakkında TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5/1, TCK’nın 62/1, 53/1-2-3, 58/9, 63/1.
maddeleri uyarınca verilen mahkumiyet hükmüne syönelik istinaf başvurusunun esastan reddine dair karar,

2-Sanık hakkında TCK’nın 174/1, 174/2, 62/1, 52/2, 53/1-2-3, 58/9, 63/1. maddeleri uyarınca verilen mahkumiyet hükmüne yönelik istinaf başvurusunun esastan reddine dair karar

Temyiz edenler : Sanık ve müdafii

Bölge Adliye Mahkemesince verilen hüküm temyiz edilmekle;

Temyiz edenlerin sıfatı, başvuruların süresi, kararların niteliği ve temyiz sebeplerine göre dosya incelendi, gereği düşünüldü;

Hükmedilen cezanın süresi itibariyle koşulları oluşmadığından sanık müdafiinin duruşmalı inceleme talebinin CMK’nın 299. maddesi gereğince REDDİNE,

Temyiz taleplerinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi;

Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;

1-Sanık hakkında “Silahlı Terör Örgütüne Üye Olma” suçundan verilen mahkumiyet hükmüne yönelik temyiz incelemesinde;

Ayrıntıları Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 08.04.2008 tarih ve 9-1878 sayılı kararında açıklandığı üzere; etkin pişmanlık hükümlerinin amacı, bir yandan terör ve örgütlü suçlarla mücadale bakımından stratejik önemi nedeniyle en etkili bilgi edinme ve mücadele araçlarından olan örgütün kendi mensuplarını kullanmak, diğer taraftan da suç işlemeyi önlemek, mensup olduğu yasa dışı örgütün amaçladığı suçun işlenmesine engel olanları ve işlediği suçtan pişmanlık duyanları cezalandırmayarak ya da cezalarında belli oranlarda indirim yaparak yeniden topluma kazandırmaktır.

Suç işlemek amacıyla örgüt kurma, yönetme, örgüte üye olma, üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme veya örgüte bilerek isteyerek yardım etme suçlarında etkin pişmanlık, şahsi cezasızlık veya cezadan indirim yapılması gereken haller olarak kabul edilmiştir.

Şahsi cezasızlık nedeni olarak; sanığın amaç suçun işlenişine iştirak etmeksizin, hakkında bir soruşturma başlamadan önce örgütten gönüllü olarak ayrıldığını ilgili makamlara bildirmesi (TCK’nın 221/2 maddesi), hakkında soruşturma başladıktan sonra, gönüllü olarak teslim olup, örgütün yapısı ve faaliyetleri çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili samimi ve faydalı bilgi vermesi (TCK’nın 221/4 maddesinin ilk cümlesi), yakalandıktan sonra pişmanlık duyarak örgütün dağılmasını veya mensuplarının önemli ölçüde yakalanmasını sağlamaya elverişli bilgi vermesi (TCK’nın 221/3 maddesi) hallerinde sanık hakkında cezaya hükmolunmayacaktır.

Amaç suça elverişli vahim nitelikte sayılan eylemler gerçekleştirilmeden yakalanan, örgüt kuran, yöneten, örgüte üye olan, üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen veya örgüte bilerek isteyerek yardım edenlerin örgütün yapısı ve faaliyetleri hakkında bilgi vermesi halinde ise cezadan indirim yapılacaktır (TCK’nın 221/4 maddesinin ikinci cümlesi).

Kanun vazıının, etkin pişmanlığı şahsi cezasızlık sebebi olarak kabul ettiği durumlarda, örgütten ayrılma veya güvenlik güçlerine teslim olma bakımından “gönüllülük” esasını benimsediği görülmektedir. Gönüllülük, Türk Dil Kurumu sözlüğünde; “bir iş yapmayı hiçbir yükümlülüğü yokken üstlenen” olarak tanımlanmıştır.

Örgütten ayrılma bağlamında gönüllülük, örgüt üyesinin örgüt hiyerarşisi dahilinde kalması imkanını ortadan kaldıran veya zorlaştıran bir dış etken bulunmaksızın kendi hür iradesiyle gönüllü olarak örgütten ayrılmasıdır. (Ersan Şen – H. Sefa Eryıldız, Suç Örgütü 2018 Baskı syf346)

Güvenlik güçlerine teslim olma bakımından gönüllülük kavramına gelince; Pişmanlık ve gönüllülük failin psikolojik dünyasıyla alakalı ve son derece soyut kavramlar olması nedeniyle sanığın “gerçek ve samimi” bir pişmanlık duyup duymadığı veya gönüllü olup olmadığının tespiti fevkalade zordur. Suç sonrasında ki tutum ve davranışların belli ölçüde cezadan kurtulma düşüncesine dayanması son derece insani bir durumdur (Baba, Türk Ceza Hukukunda Etkin Pişmanlık 2013 baskı syf 98). Bu nedenle aslında saptanmaya çalışılacak olan, failin salt cezadan kurtulma saikiyle değil fiilin yarattığı haksızlığı gidererek legaliteye dönme düşüncesiyle hareket edip etmediği hususudur ki bu da ancak kişinin dış dünyaya yansıyan davranışlarıyla belirlenebilir.

Yakalamanın yasal koşulları oluştuğunda hakkında usulüne uygun olarak düzenlenmiş yakalama müzekkeresine istinaden yakalanan ya da yasada öngörülen şartlar gerçekleştiği için yakalama müzekkeresi olmaksızın yakalanan faillerin etkin pişmanlıkta bulunmaları halinde, diğer şartlar da gerçekleşirse cezada indirim uygulanması gerekecektir. Bu durumda bir gönüllü teslimden bahsetme imkanı olmadığı açıktır.

Suç işleyen ya da suç şüphesi ile takip edilen/soruşturulan kişilerin belli ölçüde yakalanma korkusu taşıyacağının doğal bir durum olduğu da gözetildiğinde, kural olarak gıyabında düzenlenmiş yakalama emri bulunsa da kendiliğinden/gönüllü olarak teslim olup örgütün yapısı ve faaliyetleri hakkında bilgi vermesi halinde TCK’nın 221/4 maddesinin ikinci cümlesi gereğince cezasından indirim yapılması gerekecektir.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Karar yerinde usulüne uygun olarak toplanıp tartışılan delillere ve dosya kapsamına uygun oluş ve kabule göre;

Hakkında ailesinin kayıp müracaatı üzerine soruşturma başlatılan ve bu soruşturma kapsamında yakalama kararı verilmesinden makul sayılmayacak şekilde uzun bir süre geçtikten sonra güvenlik güçlerine kendiliğinden teslim olan sanığın, Suriye’ye giderek PYD/YPG’ye katılıp burada ideolojik ve askeri eğitim gördükten sonra Irak’ta örgütün barınmak ve korunmak amacıyla kullandığı mağaraları genişletme kazı çalışmalarına katıldığı, sonrasında örgütten ayrılmak için iki kez kaçma girişiminde bulunduğu ve ikinci kaçma girişiminde sanığa örgüt tarafından bir hafta mağaradan çıkmama ve kimseyle konuşmama cezasının verildiği, cezası bitince tekrar mağara kazı çalışmalarına ilişkin görevine döndüğü ve hava saldırısı sonucunda çalıştığı mağaranın önüne düşen bomba ile yaralandığı, tedavisi bittikten sonra kendi imkanlarıyla örgütten ayrılarak Türkiye’ye geldiği ve etkin pişmanlıktan yararlanmak amacıyla güvenlik kuvvetlerine kendiliğinden teslim olduğu, aşamalarda vermiş olduğu ifade ve savunmalarında, örgüte nasıl katıldığına, örgütün yurt dışındaki sözde eğitim akademisinin ve örgüt mensuplarının barındığı mağaranın bulunduğu konumlara, bu yerlere illegal yollarla ne şekilde çıktığına, örgüt içerisinde aldığı eğitimlere ve sözde eğitim akademisinin komutanının kod adına, örgüt içerisinde gerçekleştirdiği faaliyetlere ve kendisinin Çiyager Botan kod adını kullandığına ilişkin anlatımlarda bulunduğu, yakalandığı andan itibaren soruşturma ve kovuşturma aşaması boyunca etkin pişmanlık içeren anlatımlarında sebat eden sanığın bir kısım örgüt üyeleri hakkında kendi yargılandığı dosyada fotoğraflı teşhisinin de bulunduğu anlaşılmakla; örgütten ayrılarak kendiliğinden teslim olan ve örgütte kaldığı süre ve konumuna uygun bilgiler verdiği anlaşılan sanık hakkında belirlenen ceza üzerinden TCK’nın 221/4. fıkrasının 2. cümlesi gereğince indirim yapılması gerekirken dosya kapsamı ile de uyuşmayan yerinde olmayan gerekçe ile yazılı şekilde etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanmasına yer olmadığına karar verilmesi suretiyle fazla ceza tayini,

2-Sanık hakkında “Tehlikeli Maddeleri İzinsiz Olarak Bulundurma veya El Değiştirme” suçundan verilen mahkumiyet hükmüne yönelik temyiz incelemesinde;

Sanık müdafiinin yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddine, ancak;

A-Dosya kapsamına, oluşa ve aksi sabit olmayan savunmasına göre sanığın eyleminin TCK’nın 174/1. maddesi kapsamındaki yazılı suçu oluşturduğu gözetilmeden delillerin hatalı değerlendirilmesi sonucunda yazılı şekilde hüküm kurulması,

B-Kabul ve uygulamaya göre de;

Sanık hakkında temel ceza tayin edildikten sonra 3713 sayılı Kanunun 5/1. Maddesi uyarınca cezasında yarı oranında artırım yapılması gerektiğinin gözetilmemesi,

Bozmayı gerektirmiş, sanık müdafiinin temyiz dilekçesinde ileri sürdüğü temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükümlerin bu sebepten dolayı BOZULMASINA, sanığın üzerine atılı suçun vasıf ve mahiyeti, verilen ceza miktarı, bozma nedenleri ve tutuklulukta geçirdiği süre dikkate alındığında tahliye talebinin reddi ile tutukluluk halinin devamına, CMK’nın 283/1 ve 307/5. maddeleri uyarınca ceza miktarı yönünden sanığın kazanılmış hakkının saklı tutulmasına, 28/02/2019 tarihinde yürürlüğe giren 20/02/2019 tarih ve 7165 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değişik 5271 sayılı Kanunun 304. maddesi uyarınca dosyanın …3. Ağır Ceza Mahkemesine, kararın bir örneğinin bilgi için … Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 09.12.2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

ÖNALIM HAKKI – SÖZLEŞMEDE TARAF OLAN KİŞİNİN İŞLEMDE MUVAZAA SAVUNMASINDA BULUNAMAYACAĞI VE BUNU HER TÜRLÜ DELİLLE İSPAT EDEMEYECEĞİ

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
2013/2268 E. , 2015/1437 K.

Özeti:Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının, sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı ve bunu her türlü delille ispat edemeyeceği kuralının istisnası olduğu görülmektedir. Anılan kararın uygulanabilmesi için öncelikle satışın, satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçılar arasında yapılması gerekmeyip, temlikin taraflarının akraba olması yeterlidir. Temlikin akrabalar arasında satış şeklinde yapılmış olması halinde ise bu kez İçtihadı Birleştirme Kararının aradığı “hibe veya miras hukukuyla ilgili amacı” nın bulunup bulunmadığı hususunun, diğer bir ifade ile akrabalar arasında yapılan her temlikte somut uyuşmazlığın niteliğine göre temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapılmış olup olmadığının yöntemince ispatı aranmalı ve ispatı halinde temlikle önalım hakkının kullanılmasının mümkün olamayacağı gözetilmelidir.

“İçtihat Metni”

Taraflar arasındaki “önalım” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kahramanmaraş Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 10.04.2012 gün ve 2011/750 E. 2012/624 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 28.02.2013 gün ve 2012/11057 E. 2013/3524 K. sayılı ilamı ile;

“…Uyuşmazlık, önalım hakkının kullanılması nedeniyle davalı adına kayıtlı payın iptali ve davacı adına tescili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Paylı mülkiyet halindeki taşınmazın paydaşı payını karı-kocaya evlada veyahut akrabaya temlik ederse şeklen satış olarak gösterilen bu akdin gerçekte satış olmayıp miras hakkına bağlı veya hibe gibi maksada yönelik işlem olduğu iddia ve ispat edilirse önalım hakkının ileri sürülemeyeceği 27.3.1957 gün ve 12 / 2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda açıkça belirtilmiştir. Bu yöndeki savunmanın tanık dahil her türlü delille kanıtlanması mümkündür. Anılan İçtihadı Birleştirme Kararı sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı kuralının bir istinasıdır

Olayımıza gelince; Davacı vekili, dava dilekçesinde, 3952 ada 3 No’lu parselin hissedarı olduğunu, paydaşlardan A…..nin payını davalı S.. M..’ye sattığını belirterek önalım davası açmıştır. Davalı vekili cevap dilekçesinde, davalının, temlik eden A. B… torununun eşi olduğunu, temlik işleminin görünüşte satış olsa da gerçekte bağış olduğunu, temlik edenin esasen torununa yeni doğan bebeği için doğum hediyesi olarak bağış yaptığını, aralarında para alışverişi bulunmadığını, önalım hakkının kullanılamayacağını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Taraflar akraba olup, duruşmada dinlenilen davalı tanıkları benzer mahiyetteki beyanlarında özetle, “davalının, temlik eden A.. B.. ile sürekli ilgilendiğini, bakımını yaptığını, aynı apartmanda oturmakta olup, çocuğuna doğum hediyesi olarak bağışladığını beyan etmişlerdir. Bu durumda, akrabalar arasındaki satış işleminin gerçekte bağış olduğunun kabulü gerekir. Mahkemece, İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca önalım hakkının cereyan etmeyeceğinin kabulü ile davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru olmadığından hükmün bozulması gerekmiştir…” gerekçesiyle oyçokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davalı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, önalım hakkına dayalı olarak tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.

Davacı vekili, müşterek maliklerinden olduğu taşınmazın diğer hissedarı dava dışı A…. hissesini davalıya satış yolu ile devrettiğini belirterek önalım hakkı uyarınca davalının hissesinin iptali ile müvekkili adına tescilini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, tapuda satış olarak gerçekleştirilen işlemin gerçekte akrabalar arasında yapılmış bir bağış olduğunu, bağış amaçlayan temliklerde önalım hakkının kullanılamayacağını belirterek, davanın reddini savunmuştur.

Yerel mahkemece, önceki pay sahibinin vesayet altında bulunmadığı ve davalının eşinin dedesi olduğu, davalı ve eşinin mirasçı sıfatı taşımadıkları, tapuda yapılan işlemin tarafı olan davalının yapmış olduğu sözleşme ile bağlı olduğundan temlikin muvazaalı olduğu iddiasında bulunarak kendi muvazaasına dayanamayacağından bahisle davanın kabulüne dair verilen karar, davalı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmuştur.

Mahkemece, ilk kararındaki gerekçeler genişletilerek direnme kararı verilmiş, direnme kararını davalı vekili temyize getirmiştir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, somut olayda 27.03.1957 tarih ve 1956/12-1957/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanıp uygulanamayacağı, buna göre davacının önalım hakkını kullanıp kullanamayacağı noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle önalım hakkının niteliğinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Bilindiği üzere paylı mülkiyette paydaşlar arasında ortak idare ve kullanma durumu sözkonusu olduğundan paydaşların birbirlerini bilmeleri ve tanımaları önem taşımaktadır. Bu ihtiyacın gereği olarak paydaşlar arasına yabancı bir kişinin girişini engellemek, taşınmazın daha küçük parçalara ayrılmasını önleyebilmek, hisselerin mümkün olduğu kadar hissedar elinde toplanmasını temin etmek amacıyla paylı taşınmazlarda hissedarın temlik hakkı sınırlandırılarak kanuni önalım hakkı tanınmıştır.
Önalım hakkı taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan doğan takyitlerinden olup 26.12.1951 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında yenilik doğuran bir hak olduğu belirtilmiştir.

Öte yandan 20.06.1951 gün 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında ise önalım hakkının hukuki niteliği,
“Şufa hakkı, mefşu hissenin üçüncü şahsa satılması ve satışa ıttıladan itibaren bir ay içinde kullanılmış olması gibi muayyen şartlar altında kullanılacak yenilik doğurucu bir haktır ki, şefinin bu hakkı kullandığı yolundaki tek taraflı irade beyanının müşteriye vasıl olmasıyla yeni bir hukuki vaziyet meydana getirilmesine yarar. Bu hakkın kullanılmasıyla şefi yeni bir akit yapmaya hacet kalmaksızın müşteriye halef olur” şeklinde açıklanmıştır.

4721 sayılı Türk Medeni Kanununun “Yasal Önalım Hakkı-Önalım Hakkı Sahibi” başlıklı 732. maddesinde,

“Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması halinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler” hükmü öngörülmüştür.

Anılan düzenlemede önalım hakkının açık bir tarifi yapılmamakla birlikte temel prensibin mülkiyet serbestisi ve tasarruf yetkisi olduğu gözetilerek paydaşın temlik hakkı sınırlandırılırken bu sınırlandırma sınırlı tutularak sadece satım akitleri için önalım hakkı getirilmiştir.

Bu husus 20.06.1951 gün ve 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da benimsenmiş; kararın gerekçesinde, taşınmaz mülkiyetinin takyitlerinden olan kanuni önalım hakkının taşınmazda hisse sahibi bulunan şahsa, diğer bir kimsenin payının üçüncü kişiye satılması halinde o hisse müşteriye neye mal olmuş ise o miktar ile ve belli bir süre içinde satın almak yetkisini veren ayni bir hak olduğu ifade edilmiştir.

Açıkça görüldüğü üzere kanuni önalım hakkından sözedebilmek için paylı mülkiyet hükümlerine tabi bir taşınmazdaki payın üçüncü şahsa satılması gerekmektedir; önalım hakkının konusu pay satışıdır.
Buna göre gerçek bir satışın konusu olmayan ve satım niteliğinde bulunmayan pay temliklerinde yasal önalım hakkı doğmayacaktır. Önalım hakkının payın satışındaki şartlar dahilinde kullanılması gerektiğinden, payı paradan başka bir karşılıkla iktisap edenlerden onu, aynı şartlarla yerine getirmek suretiyle temellük etmeye imkan bulunmamaktadır.

Bu kapsamda temlikin hibe şeklinde olması halinde, hibede bir malın bedelsiz olarak üçüncü kişinin mülkiyetine geçirilmesi amaçlandığı ancak satış amaçlanmadığından önalım hakkı kullanılamayacaktır. Zira önalımda, önalım hakkını kullanan kişinin payı satın alana ödemekle yükümlü olduğu bedel hibede mevcut değildir, önalım hakkını kullananın hiçbir bedel ödemeden payın kendisine devrini istemesi mümkün değildir.

Payı satın alan tarafından temlik işleminin satış olarak gösterilmekle birlikte gerçekte hibe olduğu savunmasında bulunulması halinde, diğer bir anlatımla hibe ile temlikin amaçlandığının iddia edildiği hallerde; kural olarak payı temlik alan davalı muvazaalı resmi işlemin tarafı olduğundan ve hiç kimse kendi muvazaasına dayanamayacağından muvazaa iddiasının dinlenmeyeceği açıktır.

Somut uyuşmazlıkta ise davalı gerçekte miras hukukundan kaynaklanan amaçlarla yapılan hibe işleminin görünürde satış işlemi olarak gösterildiği savunmasında bulunarak, 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararını iddiasına dayanak yapmıştır.

Uyuşmazlığın çözümünde anılan İçtihatı Birleştirme Kararının kapsamı ve amacı önem taşımakta olup anılan kararın uygulanabilmesi için işlemin tarafları arasında doğrudan mirasçılık ilişkisinin bulunması gerekip gerekmediği hususunun öncelikle değerlendirilmesi ve çözümü gerekmektedir.

20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının bağlayıcı olan sonuç kısmında “Müşterek mülkün hissedarı, hissesini karı ve kocaya evlada veyahut akrabaya temlik etmesi halinde şeklen satış akdi bulunsa bile hakikatte satıştan gayri miras hukukuna müteferri maksatların veya hibe gibi mülahazaların hakim olduğu ahvalde Medeni Kanunun hakiki satışlarda kabul eylediği şufa hakkının cereyan etmeyeceğine” karar verildiği belirtilmiştir.

Anılan kararın açıklayıcı olan gerekçe kısmında ise “miras hukukuna müteallik kaidelere tevkifan veya sair mülahazalarla kendi evladına veya akrabasına satış yapması halinde de şufa cereyan edip etmeyeceği noktasının…mülahaza olunmak icap eder. Bu gibi akrabaya satışta ortada satış akdinin bir unsuru olan bedel zikredilmiş olsa bile bunu mücerret bir satış olarak kabul etmeye imkan yoktur. Çünkü burada mümellikin maksadı malının bedelini almak değil, belki akrabalık münasebeti dolayısıyla onu tesahüp etmek ve yerine geçmektir” açıklamasına yer verilmiştir.

Görüldüğü üzere kararın hem bağlayıcı olan sonuç kısmında ve hem de açıklayıcı olan gerekçe kısmında özel bir hukuki statüyü ifade eden “mirasçı” teriminin tek başına kullanılmasından özenle kaçınılmış ve daha geniş olan “akraba” kavramına da yer verilmiştir. Bu halde, kararın sadece satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçı olan kişileri kapsamına aldığının kabulü mümkün değildir.

Öte yandan, anılan karar muvazaa iddiasının mevcudiyeti halinde yol gösterici olarak, bu halde akdin amacının tespitinin zorunlu olduğunu, “müşterinin, bayiin mirasçısı olması” hususunun akdin vasfını tayinde değerlendirilecek bir emare olduğunu belirtmiştir. Temlik işleminin taraflarının birbirlerine akraba olmasının ötesinde “mirasçı” olması hususu akdin amacının satış olup olmadığını tayinde bir emare olarak kabul edilmiş ve “mirasçı” kavramına bu noktada özel olarak yer verilmiştir.

Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının, sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı ve bunu her türlü delille ispat edemeyeceği kuralının istisnası olduğu görülmektedir. Anılan kararın uygulanabilmesi için öncelikle satışın, satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçılar arasında yapılması gerekmeyip, temlikin taraflarının akraba olması yeterlidir. Temlikin akrabalar arasında satış şeklinde yapılmış olması halinde ise bu kez İçtihadı Birleştirme Kararının aradığı “hibe veya miras hukukuyla ilgili amacı” nın bulunup bulunmadığı hususunun, diğer bir ifade ile akrabalar arasında yapılan her temlikte somut uyuşmazlığın niteliğine göre temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapılmış olup olmadığının yöntemince ispatı aranmalı ve ispatı halinde temlikle önalım hakkının kullanılmasının mümkün olamayacağı gözetilmelidir.

Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15.12.2010 gün ve 2010/6-572 E. 2010/656 K.; 27.04.2011 gün ve 2011/6-38 E. 2011/225 K.; 29.04.2011 gün ve 2011/6-164 E. 2011/245 K.; 08.02.2012 gün ve 2011/6-762 E. 2012/56 K. ile 27.06.2012 gün ve 2012/6-239 E. 2012/411 K sayılı kararlarında da aynı görüş benimsenmiştir.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce tarafların yapmış oldukları sözleşme ile bağlı olduğu, 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında bahsi geçen akrabalık ilişkinin somut olayda uygulanamayacağı ileri sürülmüş ise de yukarıda açıklanan nedenlerle çoğunluk tarafından bu görüş benimsenmemiştir.

Yapılan açıklamaların ışığı altında somut uyuşmazlığa dönüldüğünde; paylı mülkiyete tabi taşınmazda paydaş olan dava dışı A… davalının eşinin dedesi olduğu ve davalının yeni doğan erkek bebeği nedeniyle doğum hediyesi olarak temlik işleminin yapıldığı, bu nedenle satış şeklinde yapılan temlik işleminin muvazaalı bulunduğu, tarafların gerçek amacının hibe olduğu ve hibe ile yapılan temlikte önalım hakkının kullanılamayacağı, 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için temlik işleminin tarafları arasında akrabalık ilişkisi bulunmasının yeterli olduğu, doğrudan mirasçılık ilişkisinin aranması gerekmediği dikkate alınarak yerel mahkemece davanın reddedilmesi gerekirken kabulüne dair kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır.

SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 27.05.2015 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

İCRA CEZA MAHKEMESİNDE ŞİKAYET HAKKININ DÜŞÜRÜLMESİ KARARI İLE BİRLİKTE VEKALET ÜCRETİNE HÜKMEDİLEMEYECEĞİ

Yargıtay
19. Ceza Dairesi
Esas No:2016/9301
Karar No:2017/6721
K. Tarihi:12.9.2017
İCRA CEZA MAHKEMESİNDE şikayet hakkının düşürülmesi kararı ile birlikte vekalet ücretine hükmedilemeyeceği…..
MAHKEMESİ :İcra Ceza Mahkemesi
SUÇ : 2004 Sayılı Kanuna Aykırılık
HÜKÜMLER : Şikayet Hakkının Düşürülmesi
Yerel Mahkemece verilen şikayet hakkının düşürülmesine yönelik hükümler temyiz edilmekle; başvurunun süresi, kararın niteliği ve suç tarihine göre dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:
Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.
Hükmün özünü oluşturan kısa kararda İİK’nın 347. maddesinde düzenlenen öğrenme tarihi itibariyle 3 aylık süre geçtikten sonra şikayette bulunulduğundan bahisle şikayet hakkının düşürülmesine karar verilmesine rağmen gerekçeli kararda aynı maddede düzenlenen 1 yıllık süre geçtikten sonra şikayette bulunulması gerekçesi ile şikayet hakkının düşürülmesine karar verilmesi sonucu itibariyle doğru olduğundan bozma sebebi yapılmamıştır.
Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;
Hükmün esasını oluşturan, kısa kararda hükmedilmediği halde ve şikayet hakkının düşürülmesi kararı ile birlikte vekalet ücretine hükmedilemeyeceği gözetilmeden sanıklar lehine vekalet ücretine hükmedilmesi,
Kanuna aykırı ve şikayetçi vekilinin temyiz nedenleri yerinde görüldüğünden, hükümlerin BOZULMASINA, bozma sebebi 5320 sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK’nın 322. maddesi uyarınca, yeniden yargılama yapılmasına gerek olmaksızın düzeltilebilir nitelikte bulunduğundan, hüküm fıkrasından vekalet ücreti ile ilgili üçüncü paragrafın çıkartılmak suretiyle başkaca yönleri kanuna uygun bulunan hükümlerin tebliğnameye aykırı olarak DÜZELTİLEREK ONANMASINA, 12/09/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİNCE DURUŞMA AÇILMADAN DOSYA ÜZERİNDEN BERAAT KARARI VERİLMESİNİN OLAYA UYGUN OLMADIĞI

T.C
YARGITAY
15.Ceza Dairesi

Esas No:2020/2538
Karar No:2020/6767

Hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçundan sanığın mahkumiyetine ilişkin İstanbul Anadolu 37. Asliye Ceza Mahkemesinin 15/05/2018 tarih, 2015/112 esas ve 2018/398 karar sayılı hükmüne yönelik katılan vekili ve sanık tarafından istinaf yoluna gidilmesi üzerine, İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 13. Ceza Dairesinin, ilk derece mahkemesinin mahkumiyet hükmünü sanığın beraatine hükmetmek suretiyle düzeltilerek esastan reddine ilişkin kurduğu hüküm, katılan vekili tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü;
Sanığın, katılanın ortağı ve yetkilisi olduğu K…Lojistik Kara Taşımacılığı Temizlik Ürünleri İnş Tic. ve Ltd. Şti.’de 23/09/2013 tarihinde ön muhasebe elemanı olarak aylık 1200 TL ücret ile çalışmaya başladığı, bu şirketin işlerinin durgun olması sebebiyle katılanın C… Tanıtım Projeksiyon Organizasyon ve Reklam Ürünleri San. Tic. Ltd. Şti.’yi satın aldığı, ancak aynı anda adına kayıtlı 2 şirket olmasını istemediğinden devri sanık üzerine yaptırarak bu şirketin ortağının ve yetkilisinin sanığın olmasını sağladığı, daha sonra sanığın bu şirket hesabından 21/04/2014 tarihinde 121.500 TL’yi, 27/06/2014 tarihinde 19.595 TL’yi, 18/07/2014 tarihinde de 3.500 TL’yi katılanın bilgi ve rızası dışında kendi uhdesine geçirdiğinin iddia edildiği somut olayda, sanık hakkında yerel mahkemece kurulan mahkumiyet hükmüne karşı yapılan istinaf başvurusu üzerine Bölge Adliye Mahkemesince duruşma açılmaksızın CMK’nin 280/1-a maddesi delaletiyle aynı Kanunun 303/1-a uyarınca beraat kararı verilmiş ise de; anılan Kanun hükmünün delil değerlendirilmesi yapılmaksızın derhal beraat kararı verilebilecek hallerde uygulanabileceği; sanık hakkındaki mahkumiyet hükmü bakımından ise CMK’nin 280/1-g maddesi uyarınca duruşma açılarak ve taraflar da çağrılarak delillerin değerlendirilmesi sonucunda anılan Kanun maddesinin 2. fıkrasına göre yeniden hüküm kurulması gerektiği gözetilmeden, duruşma açılmaksızın dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda sanığın beraatine karar verilmesi, Kanuna aykırı, katılan vekilinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan Bölge Adliye Mahkemesi hükmünün bu sebepten dolayı 5271 sayılı CMK’nın 302/2-5. maddeleri uyarınca sair hususlar incelenmeksizin BOZULMASINA, dosyanın gereği için İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 22. Ceza Dairesi’ne iletilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmesine, 25/06/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

DAVA AÇILMADAN ÖNCE SGK’YA BAŞVURU ŞARTI TAMAMLANABİLİR DAVA ŞARTIDIR

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
2017/2695 E. – 2020/587 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :İş Mahkemesi Sıfatıyla)
1. Taraflar arasındaki “tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Şırnak Asliye Hukuk Mahkemesince (İş Mahkemesi Sıfatıyla) verilen davanın usulden reddine ilişkin karar davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 10. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin 01.09.1997 ile 08.06.2011 tarihleri arasında nakliye işinden dolayı vergi kaydının bulunduğunu, 01.10.2008 tarihinden itibaren Kurum nezdinde prim ödediğini, müracaatına rağmen Kurum tarafından 01.09.1997-01.10.2008 tarihleri arasında Bağ-Kur kapsamında sigortalı kabul edilmediğini, oysa 1479 sayılı Kanun’un 24 ve 25. maddeleri gereğince sigortalı olması gerektiğini ileri sürerek bu tarihler arasında sigortalı olduğunun tespitine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı … (SGK) vekili cevap dilekçesinde; 6552 sayılı Kanun ile dava açılmadan önce Kuruma müracaat şartı getirildiğini, dava şartı niteliğinde olan bu hususun yokluğu nedeniyle davanın usulden reddi gerektiğini, esas yönünden ise davacının talep ettiği tarihler arasında sigortalılık hakkı kazanmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkeme Kararı:
6. Şırnak Asliye Hukuk Mahkemesinin (İş Mahkemesi Sıfatıyla) 24.04.2015 tarihli ve 2015/147 E., 2015/237 K. sayılı kararı ile; dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda 5521 sayılı Kanun’un 7. maddesine eklenen hükümlerle sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan uyuşmazlıklarda dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat edilmesi zorunluluğunun getirildiği, bu zorunluluğun 6100 sayılı Kanun’un 114/2. maddesinde belirtilen dava şartı niteliğinde olduğu, davacının davalı Kuruma herhangi bir müracaatının olmadığı gerekçesiyle dava şartı yokluğundan davanın usulden reddine karar verilmiştir.
Özel Dairenin Bozma Kararı:
7. Şırnak Asliye Hukuk Mahkemesinin (İş Mahkemesi Sıfatıyla) yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 10. Hukuk Dairesince 05.11.2015 tarihli ve 2015/21751 E., 2015/18648 K. sayılı kararı ile; ” Dava, Bağ-Kur sigortalılığının tespiti, istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın usulden reddine karar verilmiştir.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 114/2. fıkrasında, “diğer Kanunlarda yer alan dava şartlarına ilişkin hükümler saklıdır.” şeklinde düzenlenme gözetildiğinde, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanun’u dışındaki kanunlar ile de dava şartı düzenlenebileceği anlaşılmaktadır.
11.09.2014 tarihli Mükerrer Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 6552 sayılı Kanunun 64’üncü maddesi ile 5521 sayılı Kanunun 7’inci maddesinin üçüncü fıkra olarak “31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile diğer sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan uyuşmazlıklarda, hizmet akdine tabi çalışmaları nedeniyle zorunlu sigortalılık sürelerinin tespiti talepleri hariç olmak üzere, dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat edilmesi zorunludur. Diğer kanunlarda öngörülen süreler saklı kalmak kaydıyla yapılan müracaata altmış gün içinde Kurumca cevap verilmezse talep reddedilmiş sayılır. Kuruma karşı dava açılabilmesi için taleplerin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması şarttır. Kuruma başvuruda geçirilecek süre zamanaşımı ve hak düşürücü sürelerin hesaplanmasında dikkate alınmaz.” hükmü eklenmiştir.
Dava şartları, mahkemenin davanın esası hakkında yargılamanın devamı için gerekli olan şartlardır. Diğer bir anlatımla; dava şartları, dava açılabilmesi için değil mahkemenin davanın esasına girebilmesi için aranan kamu düzeni ile ilgili zorunlu koşullardır.
HMK’nun 115/2. maddesindeki kurala göre, “Mahkeme, dava şartı noksanlığını tespit ederse davanın usulden reddine karar verir. Ancak, dava şartı noksanlığının giderilmesi mümkün ise bunun tamamlanması için kesin süre verir. Bu süre içinde dava şartı noksanlığı giderilmemişse davayı dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddeder”. Düzenleme gereğince, eksik olan bir dava şartı, belirli bir süre verilerek giderilebilecek ise hâkim tarafından eksikliğin giderilmesi için kesin süre verilmesi gerekir. Bu süre içinde dava şartı eksikliği tamamlanmaz ise dava, dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddedilmelidir.
Eldeki dava 26.03.2015 tarihinde, 6552 sayılı Kanunun yürürlük tarihinden sonra açılmıştır. Davacı, Bağ-Kur sigortalılığının tespitini talep etmiş, mahkemece 6552 sayılı Yasanın 64.maddesine göre SGK Başkanlığına dava açılmazdan önce başvuru yapılması gerektiğinden ve bu konusunda başvuru yapılmadığı anlaşıldığından, dava şartı yokluğundan davanın reddine karar verilmiştir.
Yukarıda belirtilen açıklamalar ışığında, 11.09.2014 tarihinde yürürlüğe giren 6552 sayılı Kanunun 64. maddesi ile 5521 sayılı Kanunun 7. maddesine 3. fıkra olarak eklenen düzenleme gereği, dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaatın olması ve Kurumca müracaata konu istemin zımnen ya da açıkça reddedilmesi gerektiği dava şartı olarak düzenlenmiş olup, eldeki davada, davacı tarafından 5521 sayılı Kanunun 7/3 maddesine uygun bir şekilde, davaya konu istem hakkında, Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat ve Kurum tarafından bu müracaata konu istemin reddine ilişkin bir işlem veya eylem bulunmadığı görülmekle, mahkemece, davacı tarafa 6100 sayılı HMK.’nun 115/2. maddesi uyarınca, 6552 sayılı Kanunun 64. maddesi ile 5521 sayılı Kanunun 7. maddesine üçüncü fıkra olarak eklenenen düzenleme doğrultusunda, davaya konu istemi hakkında Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat etmesi ve bu müracaat hakkında anılan yasal düzenleme uyarınca Kurumun red iradesini gösterir işlem veya eyleminin olduğunun belgelenmesi için kesin süre ihtaratlı önel verilmeli, bu süre içerisinde dava şartı eksikliğinin tamamlanmaması halinde, dava, dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddedilmeli, Kuruma müracaat ve müracaatın reddine dair Kurum işlem veya eylemine ilişkin dava şartının tamamlanması halinde ise davanın esasına girilerek, varılacak sonuca göre karar verilmelidir.
Mahkemenin, yukarıda belirtilen eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirmeye dayalı olarak, davacı tarafa dava şartı eksiliğinin tamamlatılması için kesin süre ihtaratlı önel vermeden, yazılı şekilde hüküm kurması, usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O hâlde, davacı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.” gerekçesiyle oyçokluğuyla karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
9. Şırnak Asliye Hukuk Mahkemesinin (İş MahkemesiSıfatıyla) 02.02.2017 tarihli ve 2016/7 E., 2017/49 K. sayılı kararı ile; 5521 sayılı Kanun’un 7. maddesinde mevcut düzenlemeye bakıldığında, söz konusu düzenlemenin açık bir şekilde emredici bir hüküm olduğu, kanun koyucunun giderilebilir bir eksiklik olarak bu hususu düzenleyebilecek iken emredici olarak düzenlemiş olmasının dikkate alınması gerektiği, uygulama veya yorumla kanunun emredici hükmünün aşılamayacağı, ayrıca bu şekilde bir yorumun yasanın çıkış amacına da aykırılık teşkil edeceği gerekçesiyle ve önceki gerekçeler tekrar edilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
10. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; 6552 sayılı Kanun’un 64. maddesi ile 5521 sayılı Kanun’un 7. maddesine (7036 sayılı Kanun’un 4. maddesi) eklenen ”…hizmet akdine tabi çalışmaları nedeniyle zorunlu sigortalılık sürelerinin tespiti talepleri hariç olmak üzere dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumu’na müracaat edilmesi zorunludur.” ve ”Kuruma karşı dava açılabilmesi için taleplerin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması şarttır.” düzenlemelerinin 6100 sayılı Kanun’un 115. maddesinde düzenlenen tamamlanabilir dava şartlarından olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
12. Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle yasal mevzuatın incelenmesinde yarar vardır.
13. 11.09.2014 tarihinden önce 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile diğer sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan davalarda dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat edilmesine dair bir uygulama mevzuatımızda düzenlenmemişti. Ne var ki 11.09.2014 tarihinde yürürlüğe giren 6552 sayılı Kanun’un 64. maddesi ile 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 7. maddesine “31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile diğer sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan uyuşmazlıklarda, hizmet akdine tabi çalışmaları nedeniyle zorunlu sigortalılık sürelerinin tespiti talepleri hariç olmak üzere, dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat edilmesi zorunludur. Diğer kanunlarda öngörülen süreler saklı kalmak kaydıyla yapılan müracaata altmış gün içinde Kurumca cevap verilmezse talep reddedilmiş sayılır. Kuruma karşı dava açılabilmesi için taleplerin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması şarttır. Kuruma başvuruda geçirilecek süre zamanaşımı ve hak düşürücü sürelerin hesaplanmasında dikkate alınmaz.” hükmü 3. fıkra olarak eklenerek 5510 sayılı Kanun ile diğer sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan davalarda (hizmet akdine tabi çalışmaları nedeniyle zorunlu sigortalılık sürelerinin tespiti talepleri hariç) dava açılmadan önce Kuruma başvuru zorunlu hâle getirilmiştir. 25.10.2017 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanan 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu 5521 sayılı Kanun’u yürürlükten kaldırarak onun yerini almıştır. 7036 sayılı Kanun’un 4. maddesinde de “…31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile diğer sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan uyuşmazlıklarda, hizmet akdine tabi çalışmaları nedeniyle zorunlu sigortalılık sürelerinin tespiti talepleri hariç olmak üzere, dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumuna başvurulması zorunludur. Diğer kanunlarda öngörülen süreler saklı kalmak kaydıyla yapılan başvuruya altmış gün içinde Kurumca cevap verilmezse talep reddedilmiş sayılır. Kuruma karşı dava açılabilmesi için taleplerin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması şarttır. Kuruma başvuruda geçirilecek süre zamanaşımı ve hak düşürücü sürelerin hesaplanmasında dikkate alınmaz….” şeklinde düzenleme yapılarak 5510 sayılı Kanun ile diğer sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan davalarda dava açılmadan önce Kuruma başvuru şartı tekrar edilmiştir.
14. Yukarıda yer verilen yasal mevzuat incelendiğinde Kuruma başvuru sonucunda taleplerin reddedilmesi durumunda veya Kurumca altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde dava açılabileceği ve mahkemece Kuruma başvuru şartının yerine getirilmesi nedeniyle işin esasına girileceği noktasında şüphe bulunmamaktadır. Ancak 7036 sayılı Kanun’un 4. maddesinde davacının Kuruma başvurmadan dava açmayı tercih ettiği durumda Kuruma başvuru şartının yerine getirilmediği gerekçesiyle dava şartı yokluğu nedeniyle davanın usulden reddine mi karar verileceği yoksa yargılama sırasında Kuruma başvuru şartının tamamlatılması için süre mi verileceği konusunda açıklamaya yer verilmemiştir.
15. 7036 sayılı Kanun’un 4. maddesinde yer verilen “…dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumuna başvurulması zorunludur…” ifadesinin doğru uygulanabilmesi için dava şartlarının incelenmesi gereklidir.
16. Dava şartları, mahkemenin davanın esası hakkında yargılama yapabilmesi için gerekli olan unsurlardır. Diğer bir anlatımla, dava şartları dava açılabilmesi için değil, mahkemenin davanın esasına girebilmesi için aranan kamu düzeni ile ilgili zorunlu koşullardır. Mahkeme, hem davanın açıldığı tarihte hem de yargılamanın her aşamasında dava şartlarının bulunup bulunmadığını kendiliğinden araştırıp inceler ve bu konuda tarafların istem ve beyanları ile bağlı değildir. Dava şartlarının davanın açıldığı tarih itibariyle bulunmaması ya da bu şartlardan birinin yargılama aşamasında ortadan kalktığının öğrenilmesi durumunda mahkemece mesmu (dinlenebilir) olmadığı gerekçesiyle davanın reddedilmesi gerekir. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK, 6100 sayılı Kanun) 114. maddesinde;
“Dava şartları şunlardır:
a) Türk mahkemelerinin yargı hakkının bulunması.
b) Yargı yolunun caiz olması.
c) Mahkemenin görevli olması.
ç) Yetkinin kesin olduğu hâllerde, mahkemenin yetkili bulunması.
d) Tarafların, taraf ve dava ehliyetine sahip olmaları; kanuni temsilin söz konusu olduğu hâllerde, temsilcinin gerekli niteliğe sahip bulunması.
e) Dava takip yetkisine sahip olunması.
f) Vekil aracılığıyla takip edilen davalarda, vekilin davaya vekâlet ehliyetine sahip olması ve usulüne uygun düzenlenmiş bir vekâletnamesinin bulunması.
g) Davacının yatırması gereken gider avansının yatırılmış olması.
ğ) Teminat gösterilmesine ilişkin kararın gereğinin yerine getirilmesi.
h) Davacının, dava açmakta hukuki yararının bulunması.
ı) Aynı davanın, daha önceden açılmış ve hâlen görülmekte olmaması.
i) Aynı davanın, daha önceden kesin hükme bağlanmamış olması.
(2) Diğer kanunlarda yer alan dava şartlarına ilişkin hükümler saklıdır.” düzenlemesi yer almaktadır. Bu hükme göre, dava şartlarından bazıları olumlu (davanın açılması sırasında var olması gerekli), bazıları ise olumsuz (davanın açılması sırasında bulunmaması gereken) şartlardır. 6100 sayılı Kanun’un 115. maddesinin 2. fıkrasında ise,
“Mahkeme, dava şartı noksanlığını tespit ederse davanın usulden reddine karar verir. Ancak, dava şartı noksanlığının giderilmesi mümkün ise bunun tamamlanması için kesin süre verir. Bu süre içinde dava şartı noksanlığı giderilmemişse davayı dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddeder”. şeklinde düzenlemeye yer verilmiştir. Bu düzenleme gereğince, eksik olan bir dava şartı, belirli bir süre verilerek giderilebilecek ise, hâkim tarafından eksikliğin giderilmesi için kesin süre verilmesi gerekir. Bu süre içinde dava şartı eksikliği tamamlanmaz ise dava, dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddedilmelidir.
17. 6100 sayılı Kanun’un 114. maddesine göre bir kısım dava şartlarının eksikliği yargılama sırasında giderilebilecek durumdayken (vekâletname eksikliği) bir kısım dava şartlarının bulunmaması durumunda (görev) işin esasına girilmesi mümkün değildir.
18. 7036 sayılı Kanun’un 4. maddesi ile getirilen 5510 sayılı Kanun ile diğer sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan davalarda dava açılmadan önce Kuruma başvuru şartının 6100 sayılı Kanun’un 114. maddenin 2. fıkrasında düzenlenen diğer kanunlarda yer alan dava şartlarından yani özel kanunda düzenlenen dava şartlarından olduğu anlaşılmaktadır. 6100 sayılı Kanun’un 115. maddesinin 2. fıkrasında dava şartı noksanlığının giderilmesi mümkün ise bunun tamamlanması için kesin süre verileceği belirtilmesine rağmen hangi dava şartlarının sonradan tamamlanabileceği noktasında açıklama yapılmamıştır. 7036 sayılı Kanunda düzenlenen Kuruma başvuru şartının niteliği belirlenerek tamamlanabilir dava şartları arasında olup olmadığı hususu açıklığa kavuşturulduğunda uyuşmazlık da çözüme kavuşacaktır.
19. Dava şartının noksan olması durumunda yargılama sırasında o dava şartı noksanlığı ortadan kalkmış yani giderilmiş ise bütün dava şartları tamam olduğundan davanın esası hakkında karar verilebilir (Kuru, B., Hukuk Muhakemeleri Usulü, C. II, 6. Baskı İstanbul 2001, s. 1391-1392).
20. Davacının Kuruma başvurmadan dava açması durumunda yargılama sırasında kesin süre verilerek başvuru şartının yerine getirilmesi mümkündür. Yargılama sürecinde giderilebilecek bir eksiklik olan Kuruma başvuru şartının kesin dava şartı olarak değerlendirilip davaların usulden reddine karar vermek öncelikle hak arama özgürlüğünün ihlali niteliğindedir. Kaldı ki davaya konu sosyal güvenlik hakkı, bireylerin geleceğe güvenle bakmalarını sağlayan bir insan hakkıdır. Aynı zamanda sosyal güvenlik, sosyal hukuk devleti içerisinde yer alan ve bu ilkeyi oluşturan temel kavramlardan birisidir. Bu esası göz önüne alan 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa) “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” başlığı altında “sosyal güvenlik hakkını” düzenlemiş ve 60. madde ile “Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar” hükmünü getirmiştir. Görüldüğü gibi vatandaşlara bu konuda anayasal bir hak tanınırken, Devlete de, onların bu haktan yararlanmasını sağlayacak şartları hazırlama görevi yüklenmiştir. Bu anayasal görevin yerine getirilmesi için getirilen yasal düzenlemeler ve kurulan kurumların görevleri de bu bilinçle değerlendirilmelidir.
21. Anayasa’nın 36. maddesinin 1. fıkrasında, herkesin yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla mahkemeye erişim hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün bir unsurudur.
22. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğü, bir temel hak olmanın yanında diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmayı ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Bu bakımdan davanın bir mahkeme tarafından görülebilmesi ve kişinin adil yargılanma hakkı kapsamına giren güvencelerden faydalanabilmesi için ilk olarak kişiye iddialarını ortaya koyma imkânının tanınması gerekir. Diğer bir ifadeyle dava yoksa adil yargılanma hakkının sağladığı güvencelerden yararlanmak mümkün olmaz.
23. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) 6. maddesinin 1. fıkrasında; “Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar …konusunda karar verecek olan,…bir mahkeme tarafından davasının …görülmesini istemek hakkına sahiptir…” yönünde düzenleme bulunduğu görülmektedir.
24. Anayasa Mahkemesinin bir kararında da “…Mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir. Kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen veya mahkeme kararını anlamsız hale getiren, bir başka ifadeyle mahkeme kararını önemli ölçüde etkisizleştiren sınırlamalar mahkemeye erişim hakkını ihlâl edebilir (Özkan Şen B. No: 2012/791, 07/11/2013, § 52)” şeklinde tespitlere yer verilmiştir.
25. Kuruma başvuru şartının tamamlanabilir dava şartı olarak değerlendirilmemesi hak arama özgürlüğünün ihlaline neden olacağı kadar usul ekonomisi açısından da sakıncalı sonuçlar doğuracaktır. Usul hukuku biçimsellik (şekilcilik, formalizim) üzerine kurulmuştur ve bu nedenle “şeklî (biçimsel) hukuk” olarak adlandırılır. Davalarda biçimsellik, tarafların yargılamanın sonucunu hesaplayabilmesi, yasa yolları ile bunu denetleyebilmesi, keyfilikten korunma, eşit davranılma gibi güvenceler sağlamakla birlikte; sıkı sıkıya şekle bağlılık olarak görülmemeli, maddi gerçeği bulmak ve adaletli karar vermek adına hakkaniyete uygun olarak değerlendirilmelidir.
26. Biçimselliğin bu doğrultuda yorumlanmasında usul ekonomisi ilkesi devreye girmektedir.
27. 6100 sayılı Kanun’un 30. maddesinde düzenlenen usul ekonomisi ilkesi, Anayasal dayanağı olan bir ilke olup Anayasa’nın 141. maddesinin dördüncü bendinde davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğuna açıkça işaret edilmiştir.
28. Türk hukuk öğretisinde dava ekonomisi olarak da anılan usul ekonomisi ilkesi, genel olarak boş yere dava açılmasını, yargılama sırasında gereksiz işlemlerin yapılmasını ve zor yöntemlerin seçilmesini önlemeye hizmet eder. Bunun yanı sıra, anılan ilke, yargılamada emekten, zamandan ve masraftan mümkün olduğu ölçüde tasarruf edilmesine yönelik bir işlevi de yerine getirir. Başka bir anlatımla, usul ekonomisi, ihlal edilen hukuk düzeninin en az giderle, en kısa sürede ve en az zorlukla gerçekleştirilmesini ve boş yere davalar açılmasının önüne geçilmesini sağlamaya yönelik bir yargılama hukuku ilkesidir (Hanağası, E., Davada Menfaat, Ankara 2009, s. 32).
29. Başka bir anlatımla, usul ekonomisi, yasalarda öngörülen düzenleme çerçevesinde yargılamanın kolaylaştırılmasını, yargılamada öngörülen olağan zaman süresinin aşılmamasını ve gereksiz gider yapılmamasını amaçlar ve bunu hâkime bir görev olarak yükler (Yılmaz, E., Usul Ekonomisi, AÜHFD, 2008, s. 243). Yargıtay’a göre de usul ekonomisi adaletin ucuz, çabuk ve isabetli olarak sağlanmasının temel kurallarındandır.
30. Kuruma başvurmadan doğrudan açılan davaların usulden reddi dava sayısının azaltılması amacının tersine dava sayısının artmasına neden olacaktır. Kuruma başvuru şartının sonradan tamamlanabileceğinin kabulü, 7036 sayılı Kanun’un 4. maddesinin düzenleniş amacına da hizmet edecektir. Aynı Kanunun 3. maddesinde düzenlenen arabuluculuk dava şartının tamamlanabilir nitelikte olmadığı konusunda soru işareti bulunmamaktadır. Çünkü kanun koyucu 3. maddede “Arabulucuya başvurmadan dava açıldığının anlaşılması halinde herhangi bir işlem yapılmaksızın, dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddine karar verilir.” şeklinde açık düzenleme yaparak bireysel iş uyuşmazlıklarında arabuluculuk dava şartının tamamlanabilir nitelikte olmadığı konusunda iradesini net olarak ortaya koymuştur.
31. Ne var ki 7036 sayılı Kanun’un 3. maddesinde düzenlenen arabuluculuk dava şartına yönelik ortaya konulan irade, 7036 sayılı Kanun’un 4. maddesinde düzenlenen Kuruma başvuru şartı yönünden sergilenmemiştir. Çünkü bireysel iş uyuşmazlıklarında arabuluculuk müessesinden beklenen uyuşmazlıkların mümkün olduğunca dava dışında çözülmesidir. Oysa sosyal güvenlik hukukundan kaynaklanan uyuşmazlıklarda her iki tarafın da (Kurum ve sigortalı) aralarında anlaşarak uyuşmazlığı çözüme kavuşturması beklenmeyecektir. Unutulmaması gereken en önemli nokta 5510 sayılı Kanun’un 92. maddesindeki “Kısa ve uzun vadeli sigorta kapsamındaki kişilerin sigortalı ve genel sağlık sigortalısı olması, genel sağlık sigortası kapsamındaki kişilerin ise genel sağlık sigortalısı olması zorunludur. Bu Kanunda yer alan sigorta hak ve yükümlülüklerini ortadan kaldırmak, azaltmak, vazgeçmek veya başkasına devretmek için sözleşmelere konulan hükümler geçersizdir.” düzenlemesi gereği sosyal güvenlik hakkından ne vazgeçilebilir ne de kısmen feragat edilebilir. Kurumun sigortalı olma şartlarını sağlamayan birine de sigortalılık hakkı bahşetmesi mümkün olmadığı gibi bu durumun hukuki olarak tanınması olanaksızdır. Sosyal güvenlik hukukundaki dava şartı olarak Kuruma başvuruda, uyuşmazlığın çözümünde arabuluculuktaki gibi iki taraflı bir süreç işlemeyeceği çözümün Kurumun takdirinde olduğu açıktır. Bu durumda Kurumun tek taraflı işlemi söz konusudur. Sosyal güvenlik hukukundan kaynaklanan davalarda temel kural resen araştırma ilkesidir. Kamu düzeninden sayılan bu davalarda Kurumun tek taraflı yapacağı bir işlemin kesin dava şartı olarak kabul edilmesi neticesinde davanın usulden reddine karar vermek sosyal güvenlik hukukunun ayrıcalıklı ve özel yapısıyla da örtüşmemektedir.
32. Sigortalı olmak, kişi bakımından salt bir hak değil, aynı zamanda bir yükümlülüktür ve bu nedenle ne kişilerin ne kurumların isteğine bırakılmıştır.
33. Ayrıca günümüzde mevcut sosyal güvenlik hukukundan kaynaklanan davalarda yerleşik ve ilke kararına dönüşen Yargıtay kararlarına rağmen Kurumun her zaman sigortalı lehine işlem yapmak için mahkeme kararı istemesi de bilinen bir gerçektir. Bu durumda Kuruma başvuru şartının tamamlanabilir dava şartı olmadığının kabulü, uygulamada ikinci bir davanın açılmasını kaçınılmaz hâle getirecek hem adil yargılanma ilkesini hem de usul ekonomisini zedeleyecektir.
34. Yukarıda anlatılan bilgiler ışığında somut olay değerlendirildiğinde; davacı sigortalının dava açmadan önce Kuruma başvurusunun olmadığı ve mahkemece, başvurunun bulunmaması sebebiyle dava şartı yokluğu nedeniyle davanın usulden reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. Kuruma başvuru şartının 6100 sayılı Kanun’un 115/2. maddesi kapsamında tamamlanabilir dava şartı olarak değerlendirilmesi gerekli iken kesin dava şartı olarak değerlendirilip davanın usulden reddine karar verilmesi hatalı olmuştur. Mahkemece, davacı tarafa 6100 sayılı Kanun’un 115/2. maddesi uyarınca 7036 sayılı Kanun’un 4. maddesindeki düzenleme gereği davaya konu istemi hakkında Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat etmesi ve bu müracaat hakkında anılan yasal düzenleme uyarınca Kurumun ret iradesini gösterir işlem veya eyleminin olduğunun belgelenmesi için kesin süreli ihtarat gönderilmeli, bu süre içerisinde dava şartı eksikliğinin tamamlanmaması hâlinde, dava, dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddedilmeli, Kuruma başvuru şartının tamamlanması hâlinde ise davanın esasına girilerek varılacak sonuca göre karar verilmelidir.
35. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, 7036 sayılı Kanun’un 4. maddesinde düzenlenen Kuruma başvuru şartının tamamlanabilir dava şartı olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığı, ilgili düzenlemenin asıl amacının dava açılmadan önce Kuruma başvurunun sağlanarak usul ekonomisi açısından yargının yükünü azaltmak olduğu ve Kuruma başvuru şartının yargılama sırasında tamamlatılacağının kabul edilmesi durumunda maddenin işlevsiz kalacağı bu nedenle mahkemenin direnme kararının onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
36. Hâl böyle olunca, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
Karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 15.09.2020 tarihinde oy çokluğu ile kesin olarak karar verildi.
KARŞI OY
Davacı vekili müvekkilinin 01.09.1997 ile 08.06.2011 tarihleri arasında nakliye işinden dolayı vergi kaydının bulunduğunu, 01.10.2008 tarihinden itibaren Kurum nezdinde prim ödediğini, Kurum tarafından müracaatına rağmen 01.09.1997-01.10.2008 tarihleri arasında Bağ-Kur kapsamında sigortalı kabul edilmediğini oysa 1479 sayılı Kanun’un 24 ve 25. maddeleri gereğince sigortalı olması gerektiğini ileri sürerek bu tarihler arasında sigortalı olduğunun tespitine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı … (SGK) vekili; 6552 sayılı Kanun ile dava açılmadan önce Kuruma müracaat şartı getirildiğini, dava şartı niteliğinde olan bu hususun yokluğu nedeniyle davanın usulden reddi gerektiğini, esas yönünden ise davacının talep ettiği tarihler arasında sigortalılık hakkı kazanmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Yerel Mahkemece; dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda 5521 sayılı Kanun’un 7. maddesine eklenen hükümlerle sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan uyuşmazlıklarda dava açılmadan önce
Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat edilmesi zorunluluğu getirildiği, bu zorunluluğun 6100 sayılı Kanun’un 114/2. maddesinde belirtilen dava şartı niteliğinde olduğu, davacının davalı Kuruma herhangi bir müracaatının olmadığı gerekçesiyle dava şartı yokluğundan davanın usulden reddine karar verilmiştir.
Hükmün davacı vekilinin temyizi üzerine;
Özel Dairece; 6552 sayılı Kanun’un 64. maddesi ile 5521 sayılı Kanun’un 7. maddesine eklenen hükümlerle dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaatın olması ve Kurumca müracaata konu istemin zımnen ya da açıkça reddedilmesi gerektiğinin dava şartı olarak düzenlendiği, eldeki davada davacı tarafından 5521 sayılı Kanun’un 7/3. maddesine uygun bir şekilde davaya konu istem hakkında Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat ve Kurum tarafından bu müracaata konu istemin reddine ilişkin bir işlem veya eylem bulunmadığı, mahkemece davacı tarafa 6100 sayılı Kanun’un 115/2. maddesi uyarınca 5521 sayılı Kanun’un 7. maddesine üçüncü fıkra olarak eklenen düzenleme doğrultusunda, davaya konu istemi hakkında Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat etmesi ve bu müracaat hakkında anılan yasal düzenleme uyarınca Kurumun red iradesini gösterir işlem veya eyleminin olduğunun belgelenmesi için kesin süre ihtaratlı önel verilmesi gerektiği ve bu süre içerisinde dava şartı eksikliğinin tamamlanmaması hâlinde, davanın dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddedilmesi gerektiği, Kuruma müracaat ve müracaatın reddine dair Kurum işlem veya eylemine ilişkin dava şartının tamamlanması hâlinde ise davanın esasına girilmesi gerektiği belirtilerek oy çokluğuyla karar bozulmuştur.
Yerel Mahkemece; 5521 sayılı Kanun’un 7. maddesinde mevcut düzenlemeye bakıldığında, söz konusu düzenlemenin açık bir şekilde emredici bir hüküm olduğu, kanun koyucunun giderilebilir bir eksiklik olarak bu hususu düzenleyebilecek iken emredici olarak düzenlemiş olmasının dikkate alınması gerektiği, uygulama veya yorumla kanunun emredici hükmünün aşılamayacağı, ayrıca bu şekilde bir yorumun yasanın çıkış amacına da aykırılık teşkil edeceği gerekçesiyle ve önceki gerekçeler tekrar edilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararını davacı vekili temyiz etmiştir.
Uyuşmazlık; 6552 sayılı Kanun’un 64. maddesi ile 5521 sayılı Kanun’un 7. maddesine (7036 sayılı Kanun’un 4. maddesi) eklenen ”…hizmet akdine tabi çalışmaları nedeniyle zorunlu sigortalılık sürelerinin tespiti talepleri hariç olmak üzere dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumu’na müracaat edilmesi zorunludur.” ve ”Kuruma karşı dava açılabilmesi için taleplerin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması şarttır.” düzenlemelerinin 6100 sayılı Kanun’un 115. maddesinde düzenlenen tamamlanabilir dava şartlarından olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Medeni usul kuralları temel olarak Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile düzenlenmiş olsa da hemen hemen tüm özel kanunlarda da usul hükümleri yer almıştır.
5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 6552 sayılı Kanunun 64. maddesi ile değişik 7. maddesi ile de; “31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile diğer sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan uyuşmazlıklarda, hizmet akdine tabi çalışmaları nedeniyle zorunlu sigortalılık sürelerinin tespiti talepleri hariç olmak üzere, dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat edilmesi zorunludur. Diğer kanunlarda öngörülen süreler saklı kalmak kaydıyla yapılan müracaata altmış gün içinde Kurumca cevap verilmezse talep reddedilmiş sayılır. Kuruma karşı dava açılabilmesi için taleplerin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması şarttır. Kuruma başvuruda geçirilecek süre zamanaşımı ve hak düşürücü sürelerin hesaplanmasında dikkate alınmaz.” düzenlemesi ile hizmet akdine tabi çalışmaları nedeniyle zorunlu sigortalılık sürelerinin tespiti talepleri hariç olmak üzere 31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile diğer sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan uyuşmazlıklarda dava açılmasına ilişkin usul kuralları getirilmiştir. 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu Hukuk Muhakemeleri Kanununa göre daha özel bir kanun olması nedeniyle 31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile diğer sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan uyuşmazlıklarda öncelikle uygulanacaktır.
5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 6552 sayılı Kanunun 64. maddesi ile değişik 7. maddesine göre 31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile diğer sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan uyuşmazlıklarda dava açmadan önce şu şartların yerine getirilmesi istenmiştir.
a) Öncelikle Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat edilmesi zorunludur.
b) Yapılan müracaata altmış gün içinde Kurumca reddedilmiş olması,
c) Yapılan müracaata altmış gün içinde Kurumca cevap verilmemiş olması,
Durumunda kuruma karşı dava açabilecektir.
Madde metni incelendiğinde “dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat edilmesi zorunludur” ifadesi ile kanun koyucu emredici bir usul kuralı belirlemiştir. Usul kuralları tarafların ve hâkimin uyması gereken kurallardır. Bu usul kuralı ile belirtilen konular ile ilgili mahkemeler nezdinde bir davanın açılmasını, dava açılmadan önce taraflar arasında çakacak bir uyuşmazlık şartına bağlanmıştır. Bu uyuşmazlık ise, kişinin Kuruma müracaatı ve altmış gün içinde talebinin reddedilmesi veya altmış gün içinde cevap verilmemesi ile ortaya çıkacaktır. Kişi Kuruma başvurması sonucu Kurum tarafından talebi kabul edildiğinde taraflar arasında bir uyuşmazlıktan bahsetmek mümkün olmayacaktır. Bu nedenle Kuruma başvurmadan Kurumun talebi kabul veya ret şeklindeki iradesi ortaya çıkmadan ortada taraflar arasında biri uyuşmazlıktan bahsetmek mümkün değildir.
Tüm kanunlarda olduğu gibi 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 7. maddesinin 6552 sayılı Kanunun 64. maddesi ile değiştirilmesinde de kanun koyucunun bir amacı vardır. Bu amaç kişiler ile kurum arasında çıkabilecek uyuşmazlıkları kendi aralarında çözülmesini sağlayarak her talebin Kuruma iletilmeden mahkemelere taşınmasını önlemektir. Dava açılmadan önce Kuruma müracaat edilmesi ve Kurumun talebi kabul etmesi durumunda yıllarca süren yargılama aşamalarından ve yargılama giderlerinden her iki tarafta kurtulmuş olacak ve sorunlar daha kısa sürede çözüme kavuşacaktır.
Nitekim benzer bir düzenleme İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 13. maddesinde bulunmaktadır. Bu maddede “İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren, dava süresi içinde dava açılabilir.” düzenlemesi ile idarenin bir eylemi nedeniyle idare mahkemesine tam yargı davası açılmadan önce idareye başvurulması ve idarenin başvuruyu reddetmesi ya da 60 gün içinde cevap vermemesi durumunda dava açılabileceği belirtilmiştir. Uygulamada idareye başvurulmadan idare aleyhine tam yargı davası açılması durumunda idare mahkemesi dava açılmadan önce idareye başvuru yapılmadığı gerekçesi ile davanın esasını kapatarak dava dilekçesini ilgili idareye göndermektedir. İdare ilgilinin isteğini kabul etmemesi durumunda ilgili yeni bir dava dilekçesi ve yeniden harç ödeyerek tam yargı davasını açabilmektedir.
İdarenin bir eylemi nedeniyle zarar gördüğünü iddia eden kişi idareye belirtilen sürelerde başvurmadan idare mahkemesine dava açmış idare mahkemesi başvuru şartını gözden kaçırmış ise Danıştay “dava açılmadan önce ilgili idareye başvurunun yapılmamış olması nedeniyle mahkemece dava dilekçesinin idareye gönderilmesi şeklinde karar verilmesi gerektiği” gerekçesi ile kararları bozmaktadır.
“2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 13. maddesinde, idari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren 1 yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren 5 yıl içinde idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gerektiği; bu isteklerinin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren dava süresi içinde dava açılabileceği kuralı yer alıp, anılan maddede, idari eylemler nedeniyle uğranılan zararın tazmini için idareye başvuruda bulunulmasının, dava ön şartı olarak öngörülmesi..” (Danıştay 15. Dairesi 18.09.2018 Tarih 2014/2482 Esas, 2018/6246).
Bu şablon karar Danıştay’ın tüm dairelerince benimsendiği görülmektedir. Bu uygulamadan da anlaşıldığı üzere Danıştay İYUK 13. maddesinde belirtilen dava şartını dava açmadan önce gerçekleşmesi gereken bir dava ön şartı olarak görmüştür.
Uygar dünyanın bir parçası olan ülkemizde de her talebin her uyuşmazlığın mahkemelere taşınması yıllar süren yargılamalar, harcanan emek, para ve zaman yerine artık alternatif çözüm yollarına yönelmektedir.
Kanun koyucunun bu amacını Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 253. maddesi ile getirilen “Uzlaşma” , İş Mahkemeleri Kanunu 3. maddesi ile 25 Ekim 2017 tarihi itibarı ile yürürlüğe giren “Dava Şartı Olarak Arabuluculuk” yine aynı kanunla 4. maddesinde getirilen “Sosyal Güvenlik Kurumuna Başvuru Zorunluluğu”, 26.06.2012 tarihinde yayımı ile yürürlüğe giren “Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu” ile tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebilecekleri iş veya işlemlerden doğan özel hukuk uyuşmazlıklarının çözümlenmesinde getirilen arabuluculuk yolu, Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun’un 68. maddesi ile getirilen değeri dört bin Türk Lirasının altında bulunan uyuşmazlıklarda ilçe tüketici hakem heyetlerine, altı bin Türk Lirasının altında bulunan uyuşmazlıklarda il tüketici hakem heyetlerine, büyükşehir statüsünde bulunan illerde ise dört bin Türk Lirası ile altı bin Türk Lirası arasındaki uyuşmazlıklarda il tüketici hakem heyetlerine başvuru zorunluluğu, 29/12/2018 tarihinde kabul edilen 7155 sayılı Abonelik Sözleşmesinden Kaynaklanan Para Alacaklarına İlişkin Takibin Başlatılması Usulü Hakkında Kanun 20. maddesi ile 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun 5 inci maddesinden sonra gelmek üzere “Dava şartı olarak arabuluculuk” başlığı ile eklenen Türk Ticaret Kanunu’nun 4 üncü maddesinde ve diğer kanunlarda belirtilen ticari davalardan, konusu bir miktar paranın ödenmesi olan alacak ve tazminat talepleri hakkında dava açılmadan önce arabulucuya başvurulmuş olması dava şartlarını sayabiliriz.
TMK’nın 1. maddesinde belirtildiği üzere “Kanun, sözüyle ve özüyle değindiği bütün konularda uygulanır.” Kanunun yorumunda, kanun metninin anlam ve ruhu-özü önemlidir. Bu ruh, kanun kuralının izlediği gayeden çıkarılır. Buna gai (amaçsal) yorum ve kanun kuralının amacına göre yorum denir. Bir kanun hükmünün kanuna konuluş amacına aykırı bir sonuç doğuracak şekilde yorumlanması hukuk ilkelerine ve kanunun hem sözü ile hem de özü ile uygulanmasını öngören TMK’nın 1.maddesine uygun düşmez (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E. 2004/4-40, K. 2004/113, T. 25.2.2004 Karar).
Bu kapsamda 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 6552 sayılı Kanunun 64. maddesi ile değişik 7. maddesinde “Kuruma karşı dava açılabilmesi için taleplerin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması şarttır.” ifadesinden Kuruma karşı dava açılabilmesi için taleplerin reddedilmesi ve ya reddedilmiş sayılmasını dava şartı olarak düzenlediği açıktır. Talebin reddedilmiş olmasından ne anlamamız gerektiğini madde metni açıklanmaktadır. Dava açılmadan önce ilgilinin Kuruma başvurması durumunda Kurumca altmış gün içinde talebi reddedilmiş veya altmış gün geçmesine rağmen cevap vermemiş ise talep reddedilmiş sayılarak dava şartı gerçekleşmiş sayılacaktır.
Madde metninde yer alan “dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat edilmesi zorunludur.” ve “Kuruma karşı dava açılabilmesi için taleplerin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması şarttır.” emredici ifadelerinden açıkça bir dava şartı düzenlemesinin olduğu ve bu dava şartının davanın açılmasından sonra o davanın yürütülmesi için gerekli dava şartı olmayıp o davanın açılması için zorunlu “ön dava şartı” düzenlemesi olduğu yoruma gerek duyulmadan açıkça anlaşılmaktadır.
Kanun bu maddesinden ne lafzi yorumla nede amaçsal yorum yoluyla Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin bozma kararında yer verdiği “6100 sayılı Kanun’un 115/2. maddesi uyarınca 5521 sayılı Kanun’un 7. maddesine üçüncü fıkra olarak eklenen düzenleme doğrultusunda, davaya konu istemi hakkında Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat etmesi ve bu müracaat hakkında anılan yasal düzenleme uyarınca Kurumun red iradesini gösterir işlem veya eyleminin olduğunun belgelenmesi için kesin süre ihtaratlı önel verilmesi gerektiği ve bu süre içerisinde dava şartı eksikliğinin tamamlanmaması halinde, davanın dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddedilmesi gerektiği” sonucunu çıkartmak mümkün değildir. Nitekim İş Mahkemeleri Kanunu’nun 7. maddesini değiştiren 6552 sayılı Kanun’un 64. maddesinin Anayasa’ya aykırı olduğu düşüncesi ile iptal davası açılmış Mahkemesinin 14/5/2015 tarihli ve E: 2014/177, K: 2015/49 sayılı Kararı iptal istemi reddedilmiştir.
Kanunun emredici bir şekilde düzenlediği “Kuruma karşı dava açılabilmesi için taleplerin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması şarttır.” emredici düzenlemenin yerine “Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat etmesi ve bu müracaat hakkında anılan yasal düzenleme uyarınca Kurumun red iradesini gösterir işlem veya eyleminin olduğunun belgelenmesi için kesin süre ihtaratlı önel verilmesi gerektiği ve bu süre içerisinde dava şartı eksikliğinin tamamlanmaması hâlinde, davanın dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddedilmesi gerektiği” şeklinde uygulama getirmek kanunu Anayasa Mahkemesi yerine geçerek iptal ederek Türkiye Millet Meclisi yerine geçerek yeni bir kanun ihdas etmek demektir ki Yüksek Mahkemelerin böyle bir görevi ve yetkisi bulunmamaktadır. Mahkemelerin göre kanun maddesini aynen uygulamaktır. Yorum yoluyla yeni bir kanun maddesi ihdas etmek değildir.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 115/2 maddesi kapsamında 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 6552 sayılı Kanunun 64. maddesi ile değişik 7. maddesinde ki ön dava şartını değerlendirirken HMK’nın 114/2 maddesini göz ardı etmemiz mümkün değildir. HMK’nın 114/2 maddesi “Diğer kanunlarda yer alan dava şartlarına ilişkin hükümler saklıdır.” ifadesi ile özel kanunlarda düzenlenmiş olan dava şartları 114/1 maddesinde sayılan genel dava şartlarından ayrık tutulmuştur. Bu nedenle HMK’nın 114/1 maddesinde sayılan genel dava şartları için düzenlenmiş olan HMK’nın 115/2. maddesinde belirtilen “Dava şartı noksanlığının giderilmesi mümkün ise bunun tamamlanması için kesin süre verir. Bu süre içinde dava şartı noksanlığı giderilmemişse davayı dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddeder.” ifadesini burada uygulamak mümkün değildir. Çünkü İş Mahkemeleri Kanunu’nun 7. maddesinde özel bir dava şartı düzenlemesi getirilmiştir. Bu dava şartı düzenlemesinde tüm usul kuralları bu madde içinde düzenlenmiş olduğundan HMK 115/2. maddesine gitmek mümkün değildir. İş Mahkemeleri Kanunu’nun 7. maddesi “dava açılmadan önce” demekle dava şartının dava açılmadan önce yerine getirilmesi gerektiğini açıkça vurgulamıştır. Bununla da yetinmemiş “Kuruma karşı dava açılabilmesi için taleplerin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması şarttır.” şeklinde dava açılmadan önce talebin Kurumca reddedilme şartını ortaya koymuştur.
İş Mahkemeleri Kanunu’nun 7. maddesinde düzenlenen dava şartını dava açıldıktan sonra davanın esası hakkındaki yargılamanın devamı için gerekli olan dava şartı olarak değerlendirdiğimizde kanun koyucunun bu maddede değişiklik yapma amacını izah etmekte mümkün olmaz. Şöyle ki kanun koyucunun amacı dava açıldıktan sonra da olsa Kuruma yazılı başvuru yapılmış olma olsaydı böyle bir değişikliğe gerekte yoktu. Çünkü dava açılması ile birlikte zarar görenin talebini içeren dava dilekçesi Kuruma mahkeme eliyle tebliğ olunmaktadır. Dava dilekçesi ile böyle bir başvuru varken dava açıldıktan sonra tekrar bir yazılı başvuru yapılmasını dava şartının gerçekleşmesi olarak görmek kanun koyucunun abesle iştigal etmeyeceği düşünüldüğünde gerçekçi olmayacaktır. O zaman kanun koyucu bu yazılı başvurudaki amacını talepte bulunan ile Kurumun uzlaşması ve gereksiz davaların açılmasını önlemek olduğu açıktır.
Sonuç olarak; İş Mahkemeleri Kanunu’nun 7. maddesinde düzenlenen dava şartı madde metni ve amacı kapsamında açıkça ve emredici şekilde dava açılmadan önce gerçekleşmesi gereken bir dava şartı olarak düzenlediği, kanunun emredici hükmüne aykırı olarak dava açıldıktan sonra davanın devamını sağlayan tamamlanabilir dava şartı olarak kabul etmenin mümkün olmaması nedeniyle yerel mahkemenin direnme kararının onanması gerektiği düşüncesiyle çoğunluğun bozma kararına katılmıyoruz.
KARŞI OY
6552 sayılı Kanunun 64. maddesiyle 5521 sayılı Kanunun 7. maddesine eklenen fıkraya göre; “31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile diğer sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan uyuşmazlıklarda, hizmet akdine tabi çalışmaları nedeniyle zorunlu sigortalılık sürelerinin tespiti talepleri hariç olmak üzere, dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat edilmesi zorunludur. Diğer kanunlarda öngörülen süreler saklı kalmak kaydıyla yapılan müracaata altmış gün içinde Kurumca cevap verilmezse talep reddedilmiş sayılır. Kuruma karşı dava açılabilmesi için taleplerin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması şarttır. Kuruma başvuruda geçirilecek süre zamanaşımı ve hak düşürücü sürelerin hesaplanmasında dikkate alınmaz.”
Aynı hüküm 25.10.2017 tarihinde yürürlüğe giren 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu 4. maddede de yer almaktadır. 5521 sayılı Kanun yürürlükten kalkmış ise de yerine yürürlüğe giren 7036 sayılı Kanunda da aynı hüküm yer aldığından arada boşluk oluşmaksızın dava açmadan önce kuruma başvuru zorunluluğu 11.09.2014 tarihinden beri bulunmaktadır.
Burada HMK’da yer almayan başka kanunda düzenlenmiş özel bir dava şartı bulunmaktadır. Bu dava şartı iki ayrı unsur içermektedir. Birincisi dava açılmadan önce Sosyal Güvenlik Kurumuna müracaat edilmesinin zorunlu olması diğeri ise Kuruma karşı dava açılabilmesi için Kurumca taleplerin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılmasının şart olmasıdır.
Bu dava şartı hukuki yarar kapsamında değildir. Kişinin hukuki himaye ihtiyacı varsa yani iddia ettiği hakkın varlığı ve yokluğuna ilişkin bir kesin hüküm elde etme ihtiyacı varsa o davayı açmakta hukuki yararı vardır. Kurumun ilgilinin talebini kabul veya reddedeceği belli olmadığına göre Kuruma başvurmadan da davayı açmakta hukuki yarar vardır. Ama hukuki yarar dışında bir dava şartı getirildiğinden kuruma başvurmadan dava açılamayacaktır.
Dava şartlarının nasıl inceleneceği HMK 115. maddede düzenlenmiştir. Mahkeme, dava şartlarının mevcut olup olmadığını, davanın her aşamasında kendiliğinden araştırır. Taraflar da dava şartı noksanlığını her zaman ileri sürebilirler (HMK 115/1). Mahkeme, dava şartı noksanlığını tespit ederse davanın usulden reddine karar verir. Ancak, dava şartı noksanlığının giderilmesi mümkün ise bunun tamamlanması için kesin süre verir. Bu süre içinde dava şartı noksanlığı giderilmemişse davayı dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddeder (HMK 115/2). Dava şartı noksanlığı, mahkemece, davanın esasına girilmesinden önce fark edilmemiş, taraflarca ileri sürülmemiş ve fakat hüküm anında bu noksanlık giderilmişse, başlangıçtaki dava şartı noksanlığından ötürü, dava usulden reddedilemez (HMK 115/3).
Özel Daire ile mahkeme arasındaki uyuşmazlık İş Mahkemeleri Kanununda yer alan bu özel dava şartının tamamlanabilir dava şartı olup olmadığı noktasında toplanmaktadır. Tamamlanabilir dava şartı ise mahkeme davaya hemen usulden reddetmeyip kuruma başvurması ve talebin reddi sonucunu getirmesi için davacıya süre verecektir. Tamamlanabilir dava şartı değil ise böyle bir süre vermeye gerek olmaksızın dava şartı yokluğu nedeniyle davanın usulden reddine karar verecektir.
HMK 115/2. maddedeki hüküm genel bir kural olup, fiili olarak tamamlanabilir olduğu anlaşılan HMK’daki ve özel yasalardaki tüm dava şartlarına uygulanacaktır. Ancak bir kişiye süre verebilmek için o işlemi tamamlamak o kişinin yetki ve iradesinde bulunması gerekir. Örneğin vekâletname, gider avansı ve teminat yatırılması kararına uyma dava şartındaki eksiklikler bizzat davacı tarafça tamamlanabilecek eksiklik olduğundan süre verilecektir. Ama derdestliğe ilişkin dava şartında kişi önceki davasını geri alıp derdestliği ortadan kaldırabileceği hâlde ona tamamlanabilir dava şartı eksikliği denmez. Çünkü davanın geri alınmasında, hem karşı tarafın açık rızası hem de geri alma nedeniyle hâkimin bir karar vermesi gerekir. Kişi bu aşamaları gerçekleştirerek derdestliği ortadan kaldırabilir ise de bu doğrudan kendi iradesi ile gerçekleşmez. O nedenle derdestlik fiilen tamamlanabilir olmaya müsait olsa da tamamlanabilir olduğu kabul edilerek süre verilmesi gereken dava şartlarından değildir.
Somut olaydaki dava şartında da bu eksikliği tamamlamak doğrudan davacının yetki ve iradesinde değildir. Çünkü bu dava şartı kuruma başvuru şartının yerine getirilmesi ile sınırlı olmayıp ayrıca kurumun bu talebi reddetmesi gerekir ya da belli süre içinde karar vermeyerek reddedilmiş sayılması gerekir. Bu talep hakkında karar vermek davacının tamamlayabileceği bir şey olmayıp kurumun bu konuda karar vermesi gerektiğine göre davacının iradesiyle tamamlanabilir bir dava şartı olduğundan söz edilemez. Kurum 60 gün içinde cevap vermez ise reddedilmiş sayılacağı için tamamlanabilir olduğundan da söz edemeyiz. Çünkü 60 gün içinde cevap vermeyerek reddedilmiş sayılma sonucunu da sağlayacak olan davacının 60 gün beklemesi değil kurumun 60 gün içinde sonuçlandırmayarak bu hukuki sonucu yaratmış olmasıdır. Bu ise tamamen kurumun tasarrufundadır.
Dava şartlarında davanın açılabilirliği değil davanın görülebilirliği ön plandadır. Hâkim dava şartlarının varlığını dava tarihine göre değil, bu konuda inceleme yaptığı tarihe göre belirler. Çünkü HMK 115. madde dava açılırken bu dava şartlarının bulunmasını bir önşart olarak öngörmemiş ve tamamlanabilme, tamamlandığında dikkate alma esasına göre bu dava şartlarını getirdiğini de açıkça ortaya koymuştur. Ama yasa koyucu somut olaydaki dava şartında bu genel ilkeden ayrılmış ve bu dava şartını davanın görülebilmesi için değil davanın açılabilmesi için bir şart olarak getirdiğini de açıkça düzenlemiştir. Çünkü taleplerin Kurumca reddedilmiş olması açıkça dava açılabilmesinin şartı olarak belirtilmiştir. En başta aranacak bir şart olarak getirildiği açıkça belli olan bu dava şartındaki eksikliğin tamamlatılması için süre verilmesi gerektiğinden de söz edilemeyecektir.
Ayrıca bu dava şartının getiriliş amacı düşünüldüğünde de farklı bir sonuca varılamaz. Bu dava şartının getirilmesindeki amaç, Kurum kaynaklarının ekonomik kullanılması, kurumun iç işleyişinde çözülebilecek uyuşmazlıkların dava hâline dönüşmemesi, kurumun ağır bir dava yükü altına girmemesi, fazladan personel istihdamı ve yargılama giderleri nedeniyle sigortalılara ayrılabilecek kaynaklarda azalmaya neden olunmamasıdır. Bu amaçların gerçekleşebilmesi için de kurumun çözebildiği ve hakkı teslim edebildiği konularda davaların hiç açılmaması gerekir. Tamamlanabilir dava şartı dendiğinde kurum bir yandan talebi sonuçlandırmak için çabalarken diğer tarafta vakıaların belirleyip davaya cevap vermek, delilleri sunmak gibi çoğu dilekçeler aşamasında tamamlanması gereken işlemlerle uğraşmak zorunda kalacaktır. Bu ise kurumun aynı uyuşmazlığa ilişkin iki yönlü bir efor ve çabasını gerekli ve zorunlu kılacaktır. Bu şekilde Kurumun iki ayrı cephede iş yükü altına girmek zorunda kalması yasanın getiriliş amacıyla asla bağdaşan bir durum değildir.
Bu dava şartı ilgililerin kuruma olan başvurularının bir düzen içinde yürütülüp sonuçlandırılmasının sağlanması sonucunu da beraberinde getirmektedir. Kuruma sözlü olarak gidip sorulduğunda o cevabı veren görevlinin o cevaba göre yapılacak işlemi nihai olarak onaylayacak makamdaki kişi olmaması hâlinde yanlış cevaplar nedeniyle açılan davalar kurumu dava yükü altına sokacaktır. Yazılı taleplerin sonuçları ise işlemi nihai olarak onaylayacak görevlilerden geçeceğinden asıl yetkili olmayanların sözlü verdikleri cevaplara dayalı olarak açılmış davalar ortadan kalkacaktır. Sonuçta ortada bir dava şartı olduğu için kurum da bu talepleri kendisini bağlayan yazılı metinlere dönüştürerek karşılamak durumunda kalacağından dava şartının konuluş amacı kurumdaki işleyiş ile de yakından ilgilidir.
Bazen kuruma başvurulup başvurulmadığı hususuna dikkat edilmeksizin davaya devam edilmiş olabilir. Hâkim bunu fark ettiğinde davacı, dava açıldıktan sonra başvurduğunu ve kurumun reddettiğini belirterek aldığı belgeyi sunmuş ise dava şartı eksikliği giderilmiş olacak mıdır? Burada HMK 115/3. madde devreye gireceğinden inceleme tarihi itibarıyla kurumun iradesi ortaya çıkmış ve bir eksiklik kalmamış olduğundan davanın sürdürülmesi mümkündür. Bu tamamlanabilir dava şartı eksikliğinin tamamlanması değil, dava şartından beklenen amacın gerçekleşerek davanın görülmesine engel kalmamış olmasındandır. Bu şart her ne kadar davanın açılabilirliğine ilişkin bir şart ise de yargılama sürecinde eksiklik farkedilmeyerek bu red kararının alınmış olması, davanın açılabilirliğine ilişkin şartın araması gereğini de ortadan kaldırmış olduğundan bu dava görülebilecek ve artık dava şartı eksikliği bulunduğundan söz edilemeyecektir. Diğer bir ifadeyle fark edilmeksizin tamamlanma hâlinde bu dava şartı eksikliği ortadan kalkar ise de bu dava şartı, yukarıda açıkladığımız nedenlerle en başta incelenmesi gereken ve eksikliği hâlinde tamamlatılması için süre verilmesi gerekli olmayan bir dava şartıdır.
Yukarıda yapılan açıklama ve sözü edilen kurallarla birlikte somut olay değerlendirildiğinde; dava açmadan önce kuruma başvuru ve başvurunun redle sonuçlanmış olması şartı yerine gelmeden dava açılmış olup mahkemenin bu eksikliğin tamamlanması için davacıya süre vermesi gerekmediği için davanın usulden reddi kararının onanması gerektiği görüşünde olduğumuzdan hükmün bozulması yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyoruz.

MENFİ TESPİT DAVALARINDA DAVA AÇILMADAN ÖNCE ARABULUCUYA BAŞVURU DAVA ŞARTI OLARAK KABUL EDİLEMEZ

T.C
YARGITAY
15. Hukuk Dairesi

Esas: 2020/2105 Karar: 2021/1981

“Menfi tespit davalarında dava açılmadan önce arabulucuya başvuru dava şartı olarak kabul edilemez”

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ:… Bölge Adliye Mahkemesi 15. Hukuk Dairesi

Taraflar arasındaki menfi tespit davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik verilen hüküm davacılar vekilince duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine ilgililere çağrı kağıdı gönderilmişti. Belli günde davacı vekili Avukat … ile davalı vekili Avukat …’in gelmiş olmalarıyla duruşmaya başlanarak hazır bulunan avukatların sözlü açıklamaları dinlenildikten ve temyiz dilekçesinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

K A R A R –

Davacı vekili, taraflar arasındaki 08.04.2019 tarihli sözleşme gereğince verilen bir kısım çeklerin bedelsiz kaldığının tespiti ile bu çekler nedeniyle müvekkillerinin davalıya borçlu olmadıklarının tespitine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.Davalı vekili, davanın reddini istemiştir.

İlk derece mahkemesince 6102 sayılı TTK’nın 5/A. maddesi ile 6325 sayılı Yasa’nın 18/A maddesinin 2. fıkrası hükümleri gereğince ticari nitelikteki menfi tespit davalarında dava açılmadan önce arabulucuya başvurulmasının dava şartı olduğu gerekçesiyle HMK 115/2 maddesi gereğince davanın dava şartı yokluğu nedeniyle usulden reddine dair verilen karara karşı davacı vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulması üzerine …Bölge Adliye Mahkemesi 15. Hukuk Dairesi’nce istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiş, verilen karar davacı vekilince temyiz edilmiştir.

Dava; eser sözleşmesinden kaynaklı borçlu olunmadığının tesbitine ilişkindir.Mahkemeye yöneltilmiş hukuki himaye talebi dava olarak nitelendirilir.Menfi tesbit davası 6100 sayılı HMK’nın 106. maddesinde ifade edilmiştir. Bunun yanında İİK 72. maddesinde icra hukuku açısından özel bir menfi tespit davası türü düzenlenmektedir. HMK 106. maddesi tespit davası yoluyla mahkemeden bir hakkın veya hukuki ilişkinin varlığının ya da yokluğunun yahut bir belgenin sahte olup olmadığının belirlenmesi talep edilebilir.2004 sayılı İİK’nun 72. maddesi “ Borçlu icra takibinden önce veya takip sırasında borçlu bulunmadığını ispat için menfi tesbit davası açabilir.” 6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 18/A maddesi “(1) ilgili kanunlarda arabulucuya başvurulmuş olması dava şartı olarak kabul edilmiş ise arabuluculuk süresine aşağıdaki hükümler uygulanır.”TTK’nın 5/A maddesi “Bu kanunun 4. maddesinde ve diğer kanunlarda belirtilen ticari davalardan konusu bir miktar paranın ödenmesi olan alacak ve tazminat talepleri hakkında dava açılmadan önce arabulucuya başvurulmuş olması dava şartıdır.” Hükümlerini içermektedir.

Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü Arabuluculuk Daire Başkanlığı tarafından yayınlanan “Ticari Uyuşmazlıklarda Dava Şartı Arabuluculuk” isimli kitapta menfi tesbit ve istirdat davalarında arabuluculuğun dava şartı olduğu görüşüne yer verilmiştir. Menfi tesbit davası, HMK 106. ve İİK 72. maddesinde düzenlenmiş özel bir tesbit davası türüdür. Bu davalarda bir miktar paradan borçlu olunmadığının tesbiti talep edilmekte davalar sonucunda da borçlu olunmayan kısımla ilgili olumsuz hüküm kurulmaktadır. Bu hüküm taraflar arasında kesin hüküm teşkil etse de ifa imkanı tanımayan bir tesbit hükmü niteliğindedir. TTK’nın 5/A maddesi bir miktar paranın ödenmesi, alacak ve tazminat taleplerinin dava açılmadan önce arabulucuya tabi olduğuna amirdir. Gerek HMK 106 ve gerekse İİK 72. maddesinde belirlenen menfi tesbit davaları yukarıda belitildiği gibi ifa hükmü içermeyen olumsuz tesbite yönelik davalardır. Bu itibarla kanun koyucunun TTK’nın 5/A maddesinda amaçladığı “alacağa bir an önce kavuşma” gerekçesi menfi tesbit davaları için gerekçe olamaz. Nitekim doktrinde menfi tesbit davalarının arabuluculuğa tabi olmadığı, menfi tesbit davalarında borçluyu arabulucuya müracaata zorlatmanın, arabulucuya müracaatın cebri icrayı durdurmayacağından onu takipten önce menfi tesbit davası açma hakkından mahrum burakmak anlamına geleceği ve %15 teminat yatırarak takibi tedbiren durduramayacağı bununda hak arama özgürlüğüne aykırı olduğu görüşlerine yer verilmektedir. (Bknz:Prof. Dr.Ömer Ekmekçi, Prof Dr. Muhmammet Özekes, Prof.Dr. Murat Atalı, Prof. Dr. Vural Seven Hukuk Uyuşmazlıklarında arabuluculuk 2. Baskı Sh.189-191) (Prof Dr. Süha Tanrıver Dava Şartı arabuluculuk üzerine bazı düşünceler Türkiye Barolar Birliği Dergisi Mart- Nisan 2020 Sh.111 -141) Bunun yanında İİK 89 . maddesi ve HMK 211 vd. maddelerine istinaden açılan menfi tesbit davalarında arabulucuya gitme imkanının bulunmadığı da izahtan varestedir.TTK 5/A maddesi uyarınca arabuluculuğun dava şartı olabilmesi için (1) davanın konusunun bir miktar pararın ödenmesi olmalı (2) bu talebin bir davada alacak ve tazminat olarak ileri sürülmesi gerekir. Yukarıda açıklandığı üzere menfi tesbit davalarında kanunda belirlenen şartların bulunmadığı anlaşılmaktadır. Kanun koyucu menfi tesbit davalarını zorunlu aracbuluculuğa tabi tutmak isteseydi bunu açık şekilde ifade ederdi. Yukarıda açıklandığı üzere yorum yoluyla menfi tesbit davalarını İİK 5/A maddesi kapsamına almak mümkün bulunmamaktadır. Tüm bu gerekçeler ışığında menfi tesbit davalarında dava açılmadan önce arabulucuya başvurmanın dava şartı olmadığının sonucuna varılmalıdır. Somut olayda davacı ticari nitelikteki ve eser sözleşmesi mahiyetindeki gemi tamirini konu olan sözleşme kapsamındad davalıya verilen ticari senetlerin teminat senedi olduğunu ileri sürerek davalıya borçlu olmadığının tesbitini talep etmiş olup, menfi tespit davalarında dava açılmadan önce arabulucuya başvuru dava şartı olarak kabul edilmeyeceğinden kararın davacı yararına bozulmasına karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin temyiz isteminin kabulü ile … Bölge Adliye Mahkemesi 15. Hukuk Dairesi’inin 02.06.2020 tarih ve 2020/619 esas ve 2020/535 karar sayılı kararının KALDIRILMASINA, ilk derece mahkemesi kararının davacı yararına BOZULMASINA, HMK 373/1 maddesi uyarınca dosyanın ilk derece mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 3.050,00 TL duruşma vekâlet ücretinin davalıdan alınarak Yargıtay’daki duruşmada vekille temsil olunan davacılara verilmesine, peşin alınan harcın talep halinde temyiz eden davacılara iadesine, 27.04.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.”

BAŞIBOŞ KÖPEĞİN ANİDEN YOLA ÇIKMASI NEDENİYLE MEYDANA GELEN KAZADA KÖPEĞİN YÜZDE YÜZE KUSURLU OLMASI NEDENİYLE SİGORTA ŞİRKETİNİN SORUMLULUĞUNUN BULUNMADIĞI

T.C
YARGITAY

17. Hukuk Dairesi

2016/3908 E. , 2019/2076 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda verilen hükmün duruşmalı olarak temyizen tetkiki davalı vekilince istenmiş olmakla duruşma için tayin edilen 26.2.2019 Salı günü taraflardan gelen olmadı.Temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, 19/05/2014 tarihinde dava dışı …’ın sevk ve idaresindeki aracın, aniden yola fırlayan başıboş köpeğe çarpmamak için direksiyonu kırması ve ardından direksiyon hakimiyetini kaybetmesi ile takla atması neticesinde trafik kazası meydana geldiğini, araçta yolcu olarak bulunan (müvekkilinin çocuğu) …’ın vefat ettiğini, kazada dava dışı …’ın kusurlu olup olmadığı anlaşılmamakta ise de, araçta yolcu olarak bulunan …’a kusur isnadında bulunulamayacağını, aracın davalı …. bünyesinde … ile sigortalı bulunduğunu belirterek şimdilik 3.000,00 TL’nin tahsiline karar verilmesini talep etmiş, yargılama sırasında talebini yükseltmiştir.

Mahkemece, davanın kabulü ile; 41.027,12 TL alacağın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalı taraftan alınarak; davacı tarafa verilmesine, karar verilmiş; hüküm davalı vekilince temyiz edilmiştir.

Dava, trafik kazasından kaynaklanan ölüm nedeniyle maddi(destekten yoksun kalma) tazminat istemine ilişkindir.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 91/1.maddesinde, “işletenlerin, bu Kanunun 85/1 maddesine göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere mali sorumluluk sigortası yaptırmaları zorunludur”, aynı Yasanın 85/1 maddesinde, “bir motorlu aracın işletilmesi bir kimsenin ölümüne veya yararlanmasına yahut bir şeyin zarara uğramasına sebep olursa, araç işletenin bu zarardan sorumlu olacağı” ve 85/son maddesinde ise, “ işleten ve araç işleticisi teşebbüsün sahibi, aracın sürücüsünün veya aracın kullanılmasına katılan yardımcı kişilerin kusurundan kendi kusuru gibi sorumludur.” hükümlerine yer verilmiş, Karayolları Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarının A-1.maddesinde de, “sigortacı bu poliçede tanımlanan motorlu aracın işletilmesi sırasında bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına sebebiyet vermesinden dolayı 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’na göre işletene düşen hukuki sorumluluğu, zorunlu sigorta limitlerine kadar temin eder” düzenlemesi yer almıştır.

Yukarıda açıklanan madde hükümlerinden, zorunlu mali sorumluluk sigortasının; motorlu bir aracın karayolunda işletilmesi sırasında bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına neden olması halinde, o aracı işletenin, zarara uğrayan 3. kişilere karşı olan sorumluluğunu belli limitler dahilinde karşılamayı amaçlayan ve yasaca yapılması zorunlu kılınan bir zarar sigortası türü olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre, davalı … şirketi kazaya karışan sigortalı aracın trafik sigortacısı (…) sıfatıyla, bu aracın “sebebiyet verdiği” trafik kazası sonucunda oluşan zarardan, kendisine sigortalı araç sürücüsünün (kusurlu olması durumunda) kusuru oranında sorumlu olacaktır.

Somut olayda, dosya kapsamında alınan ATK raporunda, sigortalı araç sürücüsünün kusuru olmadığı ve kazanın meydana gelmesinde başıboş köpeğin aniden yola çıkmasının %100 oranında etken olduğu kabul edilmiş olmakla, sigortalı araç sürücüsünün kazada kusursuz olması karşısında, oluşan zarardan mahkemece davalının sorumlu tutulması yönünde karar tesisi yerinde görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle hükmün BOZULMASINA, duruşmada vekille temsil olunmayan davalı yararına vekalet ücreti takdirine yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine 26/02/2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

SÜRÜCÜNÜN KALDIRIMDA BULUNAN YAYANIN YOLA ÇIKABİLECEĞİNİ ÖNGÖREREK HIZINI AZALTMADAN DEVAM ETMESİ- ÜST SINIRDAN CEZA TAYİNİ

T.C
YARGITAY
Ceza Genel Kurulu

2017/861 E. , 2019/248 K.

“İçtihat Metni”

Kararı Veren
Yargıtay Dairesi : 12. Ceza Dairesi
Mahkemesi :Asliye Ceza
Sayısı : 370-1013

Taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçundan sanık …’in TCK’nın 85/1, 62/2 ve 51/1. maddeleri uyarınca 1 yıl 8 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ve ertelemeye ilişkin İzmir 1. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 29.11.2012 tarihli ve 602-1343 sayılı hükmün, sanık müdafisi ve katılanlar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 25.12.2014 tarih ve 29886-26726 sayı ile;

“…a) Sanık sürücü …’in yönetimindeki otomobiliyle 6,3 metre genişliğinde, çift yönlü, kuru, asfalt zeminli yolda olay mahalline geldiğinde, kaplamaya giriş yapan ve o sırada elinden düşen erikleri toplamaya çalışan yaya …’ya aracının sağ ön kısmı ile çarptığı somut olayda, sanığın savunmalarında İzmir istikametinden Urla istikametine gittiği sırada, Bordo Restoran civarında sağ tarafta kaldırımda okul kıyafetli ve eşofmanlı öğrenciler gördüğünü, öğrencilerin dağınık vaziyette yürüdüklerini, hatta şakalaşıp birbirlerini ittiklerini, bunun üzerine öğrencilerden herhangi birisinin aniden yola çıkmasını önlemek amacıyla korna ile ikazda bulunduğunu belirtmesi karşısında, sanığın okul öğrencilerini dağınık şekilde görmesine rağmen zamanında etkin tedbir alabilecek şekilde kontrollü seyretmesi gerekirken buna riayet etmemiş olması nedeniyle asli kusurlu sanık hakkında, ceza tayininde alt sınırdan uzaklaşılması gerekirken, alt sınırdan ceza tayini,

Kabule göre de;

Cezaları ertelenen sanıklar hakkında 5237 sayılı TCK’nın 51/8. maddesi uyarınca denetim süresini iyi hâlli olarak geçirdiği takdirde cezanın infaz edilmiş sayılacağının kararda belirtilmemesi,” isabetsizliklerinden bozulmasına karar verilmiştir.

İzmir 1. Asliye Ceza Mahkemesi ise 30.06.2015 tarih ve 370-1013 sayı ile bozmaya direnerek sanığın önceki hüküm gibi cezalandırılmasına karar vermiştir.

Direnme kararına konu bu hükmün de katılanlar vekili ve Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 12.10.2015 tarihli ve 326907 sayılı “düzelterek onama” istekli tebliğnamesi ile gelen dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 25.02.2016 tarih ve 14731-3090 sayı ile;

“…Yerel Mahkemece, Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 25.12.2014 tarihli ve 2013/29886, 2014/26726 sayılı bozma ilamına yönelik sanık … yönünden direnilmesine karar verildiği…her ne kadar sanık … hakkındaki uyma hükmünü inceleme yetkisi Dairemize ait ise de Ceza Genel Kurulunca karar verildikten sonra Dairemizce inceleme yapılmasının daha yerinde olacağı” gerekçesiyle, öncelikle direnme yönünden inceleme yapılmak üzere, Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya Ceza Genel Kurulunca 07.12.2016 tarih ve 685-931 sayı ile 6763 sayılı Kanun’un 38. maddesi ile 5320 sayılı Kanun’a eklenen geçici 10. madde uyarınca kararına direnilen Daireye gönderilmiş, aynı madde uyarınca inceleme yapan Yargıtay 12. Ceza Dairesince 03.04.2017 tarih ve 151-2662 sayı ile direnme kararının yerinde görülmemesi üzerine Yargıtay Birinci Başkanlığına iade edilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI

Taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçundan sanık Meral Mehtap Akıllıoğlu hakkında kurulan beraat hükmü Özel Dairece düzeltilerek onanmak suretiyle kesinleşmiş, sanık … hakkında bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucunda verilen beraat hükmüne yönelik temyiz istemi Özel Dairece incelenecek olup direnmenin kapsamına göre inceleme sanık … hakkında taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçundan kurulan mahkûmiyet hükmü ile sınırlı olarak yapılmıştır.

Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; TCK’nın 85/1. maddesi gereğince 2 yıldan 6 yıla kadar hapis cezasını gerektiren suçta, temel cezanın 2 yıl olarak tayin edilmesinin isabetli olup olmadığının belirlenmesine ilişkin ise de Yargıtay İç Yönetmeliği’nin 27. maddesi uyarınca öncelikle, aleyhe olan bozma kararına karşı sanığın beyanı alınmadan direnme kararı verilip verilemeyeceğinin değerlendirilmesi gerekmektedir.
İncelenen dosya kapsamından;

Yerel Mahkemece, bozma sonrası yapılan yargılamada, sanığa duruşma günü davetiyesinin çıkarıldığı ancak tebliğ edilemediği ve duruşmaya gelmeyen sanığa aleyhine olan bozma kararına karşı diyecekleri sorulmadan direnme kararı verildiği anlaşılmaktadır.

1412 sayılı CMUK’nın 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca karar tarihi itibarıyla uygulanması gereken 326/2. maddesine göre, hükmün aleyhe bozulması hâlinde davaya yeniden bakacak mahkemece, sanıktan bozmaya karşı diyeceğinin sorulması zorunludur. Aynı kurala 5271 sayılı CMK’nın 307/2. maddesinde de yer verilmiş olup anılan bu Kanun hükümleri uyarınca sanığa, bozmada belirtilen ve aleyhinde sonuç doğurabilecek olan hususlarda beyanda bulunma, kendisini savunma ve bu konudaki delillerini sunma imkânı tanınmalıdır. Bu düzenleme, savunma hakkının sınırlanamayacağı ilkesine dayandığından, uyulmasında zorunluluk bulunan emredici kurallardandır.
Bu itibarla, Yerel Mahkemenin direnme kararına konu hükmünün, aleyhe olan bozmaya karşı sanığın beyanı alınmadan yargılamaya devam edilerek hüküm kurulması isabetsizliğinden sair yönleri incelenmeksizin bozulmasına, dosyanın öncelikle inceleme dışı sanık … hakkındaki beraat hükmüne yönelik temyiz incelemesi yapılması için Özel Daireye gönderilmesi, temyiz incelemesinden sonra da mahalline iadesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tevdi edilmesine karar verilmelidir.

SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle;
1- İzmir 1. Asliye Ceza Mahkemesinin 30.06.2015 tarihli ve 370-1013 sayılı direnme kararına konu hükmünün, aleyhe olan bozmaya karşı sanığın beyanı alınmadan yargılamaya devam edilerek hüküm kurulması isabetsizliğinden sair yönleri incelenmeksizin BOZULMASINA,
2- Dosyanın, öncelikle inceleme dışı sanık … hakkındaki beraat hükmüne yönelik temyiz incelemesi yapılması için Yargıtay 12. Ceza Dairesine gönderilmesi, temyiz incelemesinden sonra da mahalline iadesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 26.03.2019 tarihinde yapılan müzakerede oy birliğiyle karar verildi.

AKŞAM SAATİNDE HIZ SINIRININ ÜZERİNDE ARAÇ KULLANMA- BİLİNÇLİ TAKSİR

T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU

E. 2009/9-185
K. 2009/273
T. 24.11.2009

• TAKSİRLE ÖLÜME SEBEBİYET ( Çift Yönlü Olarak Kullanılan Caddede Akşam Saatinde Hız Sınırının Üzerinde Hızla Seyreden Sanık Birine Çarparak Ölümüne Neden Olduğu – Bilinçli Taksirle Hareket Edildiğinin Kabulü Gerektiği )

• BİLİNÇLİ TAKSİR ( Meydana Gelen Neticenin İstenmemesi Ancak Öngörülmesi Halinde Bilinçli Taksir Söz Konusu Olduğu )

• ÖLENİN KUSURU ( Suçun Taksirle mi Yoksa Bilinçli Taksirle mi İşlendiğinin Tespiti Yönünden Ölenin de Kusurlu Olup Olmamasının Bir Önemi Olmadığı )

• TAKSİR İLE BİLİNÇLİ TAKSİR ARASINDAKİ FARK ( Failin Öngörülebilir Nitelikteki Neticeyi Öngörememesi Bilinçli Taksirde İse Neticeyi Öngörmüş Olması Olduğu – Bilinçli Taksirde Gerçekleşen Sonuç Fail Tarafından Öngörüldüğü Halde İstenmediği )

5237/m.22, 85

ÖZET : Uyuşmazlık, sanığın eyleminin taksirle mi yoksa bilinçli taksirle mi işlendiğinin tespiti noktasında toplanmaktadır. Kural olarak suç kasıt ile işlenebilir. Ancak yasada açıkça gösterilen hallerde suçlar taksir ile de işlenebilir. İstisnai kusurluluk şekli olan taksirde, failin cezalandırılabilmesi için mutlaka yasada açık bir düzenleme bulunması gerekir. Taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt, failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörememesi, bilinçli taksirde ise neticeyi öngörmüş olmasıdır. Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç, fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Somut olayda, çift yönlü olarak kullanılan caddede akşam saatinde hız sınırının üzerinde hızla seyreden sanık, birine çarparak ölümüne neden olmuştur. Sanık, objektif özen sorumluluğuna uygun davranmamış, bu bağlamda hızını azaltmamıştır. Bu durum karşısında, meydana gelen ölüm olayında bilinçli taksirle hareket edildiğinin kabulü gerekir. Suçun taksirle mi yoksa bilinçli taksirle mi işlendiğinin tespiti yönünden ölenin de kusurlu olup olmamasının bir önemi yoktur.

DAVA : Sanık Ali`nin, bilinçli taksirle ölüme neden olmak suçundan 5237 sayılı TCY`nın 85/1, 22/3 ve 62. maddeleri uyarınca 4 yıl 5 ay 10 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, hak mahrumiyetine ve TCY`nın 53/6. maddesine göre ehliyetinin 3 yıl süre ile geri alınmasına ilişkin, Denizli 6. Asliye Ceza Mahkemesi`nce verilen 15.05.2007 gün ve 707-189 sayılı hüküm sanık müdafii tarafından temyiz edilmekle, dosyayı inceleyen Yargıtay 9. Ceza Dairesi`nce 01.04.2009 gün ve 19045-3907 sayı ile;

“… Taşıt ve yaya trafiğinin yoğun olduğu mahalde belirlenen hız ölçülerinin çok üzerinde bir hızla seyir ettiği anlaşılan sanık hakkında bilinçli taksir hükümlerinin uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığından tebliğnamedeki 1 nolu görüşe iştirak edilmemiştir.

Yapılan duruşmaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin soruşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre sanık müdafiinin yerinde görülmeyen sair itirazlarının reddine,

Ancak;

5237 sayılı TCK`nun 53/1. maddesindeki hak yoksunluğunun taksirli suçlarda uygulanamayacağının gözetilmemesi, Kanuna aykırı olup hükmün bu nedenle bozulmasına, bu cihetin yeniden duruşma yapılmaksızın CMUK`nın 322. maddesine göre düzeltilmesi mümkün bulunduğundan, hüküm fıkrasının 4. bendinin sonuna `5237 sayılı TCK`nın 53/1. maddesinde belirtilen hakları anılan maddenin 2. ve 3. fıkrasındaki süreler ile kullanmaktan yoksun bırakılmasına` ilişkin ibarenin hükümden çıkartılması suretiyle sair yönleri usul ve yasaya uygun olan hükmün düzeltilerek onanmasına…” karar verilmiş,

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca 27.08.2009 gün ve 217251 sayı ile;

“… Ceza Hukukunda taksir, `bilinçli taksir` ve `bilinçsiz taksir` olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. 5237 sayılı TCK`nun 22. maddesinin ikinci fıkrasında klasik taksir ( bilinçsiz taksir ), aynı maddenin 3. fıkrasında ise bilinçli taksir düzenleme altına alınmıştır. Bilinçli taksir, hukukumuza ilk kez 08.01.2003 tarih ve 4785 Sayılı Kanunla yapılan değişiklikle 765 sayılı TCK`nun 45. maddesine son fıkra olarak girmiştir.

5237 sayılı TCK`nun 22/3. fıkrasında bilinçli taksirin tanımı yapılmış ve cezanın bu nedenle artırılacağı hükme bağlanmıştır: `Kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır; bu halde taksirli suça ilişkin ceza üçte birden yarısına kadar artırılır`. Kanunun tarifinden de anlaşılacağı üzere, bilinçli taksir, fail tarafından neticenin öngörülüp istenmemiş olmasıdır. Başka bir anlatımla, taksirin bu şeklinde neticenin gerçekleşmesini istemeyen fail, hareketin tipe uygun, hukuka aykırı bir sonuca sebep olabileceğini öngörmesine rağmen, hareketine devam ederek zararlı neticeyi meydana getirmektedir. Hukuka aykırı hareketi öngördüğü halde gerçekleşmeyeceğine güvenen ve bu güvenle devam eden failin söz konusu güveninin dayanağı talih, bilgi, kabiliyet, tecrübe vs. gibi çeşitli etkenlerden ileri gelebilir.

Bilinçli ve bilinçsiz taksiri birbirinden ayıran özellik kendini `öngörme` kavramında gösterir. Neticenin öngörülmesinden anlaşılan, neticenin fail tarafından, hareketin yapıldığı zaman ve bu zamandaki şartlara göre tahmin edilebilme sidir. Yukarıda da belirtildiği üzere, öngörülmenin takdirinde failin yaşı, bedeni ve ruhi yapısı, eğitim durumu vs. göz önünde tutulur.

Öğreti ve uygulayıcılar, bilinçli taksir kavramını, bilinçsiz taksirden daha ziyade olası kasttan hareketle izaha çalışılmaktadır.

Bilinçli taksirle neyin anlatılmak istendiğini anlayabilmek için olası kastın anlam ve sınırını göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Olası kast halinde, suçun kanuni tanımındaki maddi unsurların gerçekleşebileceği fail tarafından öngörülmektedir. Kişi işlediği fiilin bazı neticelerin oluşumuna muhtemelen sebebiyet vereceğini öngörmektedir. Başka bir ifadeyle, olası kast halinde, gerçekleşmesi muhtemel addedilen neticelere ilişkin bir kabullenme söz konusudur; kanuni tarife uygun neticenin gerçekleşmesi, olayın seyrine bırakılmaktadır. Kişi, neticenin gerçekleşmesini muhtemel addetmekle birlikte, bunun gerçekleşmemesi için özel bir çaba göstermemektedir. Kanuni tarife uygun neticenin meydana geleceği muhtemel addedilmesine rağmen, fail fiili işlemekten geri kalmamaktadır. Aslında bilinçli taksir halinde de kanuni tarife uygun fiilin işlenmesi muhtemel addedilmektedir. Ancak, bilinçli taksirde, fail neticenin meydana gelmeyeceğine yükümlülüklerine aykırı bir şekilde güven beslemektedir. Bilinçli taksirde, gerçekleşmesi muhtemel addedilen fiilin ( neticenin ) gerçekleşmeyeceğine, kişi yükümlülüklerine aykırı ve özensiz bir şekilde güvenmektedir.

Bilinçli taksirle olası kastın somut olayda birbirinden ayırt edilmesi zordur. Birçok olayda, failin neticeyi öngörmüş olmasının bilinçli taksir mi, yoksa olası kast mı olarak nitelendirileceği sorunu ortaya çıkar. Bilinçli taksirde fail hareketi iradi olarak yapar ve neticenin meydana geleceğini de görür ancak gerçekleşmesini istemez. Bu noktada iradenin neticeyi kapsamadığından söz edilir. Oysa, olası kastta fail neticenin meydana gelmesini göze almıştır.

Bilinçli taksire ilişkin tanım yetersizdir. Çünkü bilinçli taksirde fail, olası kastta olduğu gibi hareketsiz kalmamakta, öngörebildiği sonucu kabullenmemekte, aksine öngördüğü ve istemediği neticenin gerçekleşmemesi için elinden geleni yapmaktadır. Sürücü ise fren yapıp, direksiyonu kırmakta, çarpışmayı veya çarpmayı önlemeye gayret göstermektedir. Tanımda ise, neticeyi önlemeye yönelik çabadan bahsedilmemiş, bu nedenle bilinçli taksirle olası kast birbirine karışmıştır.

Görüldüğü üzere; olası kast ve bilinçli taksir birbirine son derece yakın kavramlardır.

Somut olay incelendiğinde; sanık Ali, sevk ve idaresindeki 2005 model BMW marka hususi aracı ile Denizli il merkezinde, yaya ve araç trafiğinin yoğun olduğu bir caddede, bilirkişi raporuna göre 86,4 – 91,8 km/saat hızla seyir halinde iken, aniden yola çıkan maktûleye çarparak ölümüne sebebiyet vermiştir.

Buradaki hukuki sorun, günlük yaşamda sıkça karşılaşılan, yaya ve taşıt trafiğinin yoğun olduğu yollarda, trafik kurallarının izin verdiği hız limitlerinin çok üzerinde seyretmekte iken ölümlü ya da yaralamalı trafik kazasına sebebiyet veren faillerin, bilinçli taksirle hareket edip etmedikleri noktasındadır.

Yukarıda anlatıları bilgiler ışığında; bir olayda bilinçli taksirin oluştuğunu kabul edebilmek için failin neticeyi öngörmesi ancak öngördüğü neticenin gerçekleşmesini istememesi gerekir.

Olayımızda sanık Ali`nin, şehir içi hız limitinin oldukça üzerinde araç kullandığı yönünde en küçük bir tereddüt bulunmadığı gibi, bunun dışında herhangi bir trafik kuralı ihlali yapmadığı, hızlı seyir sırasında aracın kontrolünü kaybetmediği, kendi şeridinde seyrettiği, kaza tespit tutanağına göre çarpma noktasının sanığın şeridinde bulunduğu, kaza anında alkollü olmadığı, görüş mesafesinin açık olduğu ve maktulün kontrolsüz bir şekilde yola aniden çıktığı konusunda da bir şüphe yoktur.

Görüldüğü üzere, sanık şehir içinde yasal hız sınırının oldukça üzerinde seyretmekte, ancak bunun dışında trafik düzeninin getirdiği kurallara aykırılık teşkil edecek başkaca bir ihlali bulunmamaktadır. Bu şekilde aracını hızlı sevk eden sanık, iradi hareket etme yeteneğine sahip her insan gibi, bu hareketi sonucu bir tehlike doğabileceği konusunda muhtemel bir düşünceye sahiptir. Ancak, muhtemel bir düşünceye sahip olmakla birlikte, kişilik özellikleri, aracın durumu, yol ve hava şartları, yayaların uyması gereken kurallar göz önüne alındığında, yaralamayla ya da ölümle sonuçlanabilecek bir neticenin gerçekleşeceğine dair bir öngörü içerisinde olduğunu kabul etmek hayatın olağan koşulları içerisinde güçtür.

Bu şekilde mücerret hızlı seyir halinde, sanığın neticeyi öngördüğünü ve bilinçli taksirin koşullarının gerçekleştiğini kabul halinde, taksirde en geniş uygulama alanına sahip olması gereken `bilinçsiz taksir`in yerini, olası kastla arasında son derece ince bir çizgi bulunan `bilinçli taksir` alacaktır ki, bu, yasa koyucunun taksirden daha ziyade kast ve gayri muayyen kasttan kaynaklanan birtakım zorunluluklar nedeniyle 2003 yılında gerçekleşen bir değişiklikle Hukukumuza getirdiği bilinçli taksirin konuluş gayesiyle de bağdaşmayacaktır.

Kaldı ki, Yüksek Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 03.12.2008 tarih ve 2008/159 Esas 2008/13197 Karar, 09.06.2009 gün ve 2009/7179 Esas 2009/6905 Karar sayılı ve benzer ilamlarında, aşırı hız yanında kazaya etki eden alkol, kavşaklara yaklaşırken hatalı sollama, ya da aracı yolda tutamayarak kaldırıma çıkma gibi, başkaca bir kural ihlalinin bulunması halinde bilinçli taksirin oluşabileceğini, bizatihi hızlı araç kullanmanın bilinçli taksirin oluşumu için yeterli olmadığını kabul etmiştir.

Yukarıda anlatılan nedenlerle; hız sınırının aşılması dışında başka bir trafik kuralı ihlali yapmaksızın ölümle neticelenen kazaya sebebiyet veren sanık Ali`nin eyleminde bilinçli taksirin koşullarının oluşmaması nedeniyle, ilam aleyhine itiraz yasa yoluna başvurulması gerekmiştir” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurularak özel daire kararının kaldırılarak, yerel mahkeme kararının bozulmasına karar verilmesi isteminde bulunulmuştur.

Dosya, Yargıtay 1. Başkanlığı`na gönderilmekle, Ceza Genel Kurulu`nca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:

KARAR : Özel daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık; sanığın Zübeyde`ye otomobili ile çarparak ölümüne neden olmaktan ibaret eyleminin “taksirle mi” yoksa “bilinçli taksirle mi” işlendiğinin belirlenmesine ilişkindir.

Bunun dışında, olayın oluş şekline ilişkin bir uyuşmazlık ve bu kabulde dosya içeriği itibariyle de herhangi bir isabetsizlik bulunmamaktadır.

İncelenen dosya içeriğinden;

23.06.2006 günü saat 18.45 sıralarında Denizli şehir merkezinde, hızla akmakta olan trafiğin arasından karşıdan karşıya geçmekte olan yaya Zübeyde`nin, Ali yönetimindeki otomobilin süratli bir şekilde çarpması sonucu öldüğü, olaydan hemen sonra trafik polisleri tarafından düzenlenen Trafik Kazası Tespit Tutanağına göre, “kazanın oluşumunda 2918 Sayılı Yasanın 84. maddesinde yer alan yaya kusurlarından kod 2 de düzenlenen yola birden bire çıkma” kuralını ihlal eden Zübeyde`nin asli kusurlu, “aynı yasanın 84. maddesinde kod 52/1A`da düzenlenen araçların hızını kavşaklara, dönemeçlere, tepe üstlerine, yaya geçitlerine, menfezlere, yapı ve onarım alanlarına girerken azaltmama” kuralını ihlal eden sürücünün ise tali kusurlu olduğu; aynı tutanaktan, iki yönlü, asfalt, düz, eğimsiz ve kuru yoldan ibaret olan olay yerinde, yol şerit çizgisi ve yaya kaldırımının bulunduğu, buna karşılık kavşak, trafik lambası, banket, trafik işaret ve levhası, yol çalışması, trafik görevlisi, görüşe engel cisim veya yoldan kaynaklanan herhangi bir sorunun bulunmadığının saptandığı,

Tutanakta, aracın olay sırasındaki hızının belirlenmesine yönelik bir tespitin yer almadığı, buna karşılık çizilen krokide 15 metre uzunluğunda bir fren izinin görüldüğü, aracın ise çarpma noktasının 38 metre ilerisinde durabildiği; yine bu krokiye göre, düz şerit çizgisi ile ortadan ayrılmış olan çift yönlü yolun olayın meydana geldiği bölümünün 6,9 metre, diğer bölümünün ise 5,7 metre genişlikte bulunduğu, yolun her iki tarafında da yaya kaldırımı ve işyerlerinin, çarpma noktasının 20-25 metre ilerisinde ise sağda tali yol girişinin mevcut olduğu,

Hastaneye ölü olarak yetiştirilebilen 55 yaşlarındaki Zübeyde`nin, ölü muayene ve otopsi tutanağına göre, “kafa travmasına bağlı beyin kanaması sonucu solunum ve dolaşım yetmezliğinden” öldüğü, sabıkasız ve 1979 doğumlu olan sanıkta darp cebir izine veya alkole rastlanılmadığı,

Denizli Emniyet Müdürlüğü`nden alınan 17.07.2006 tarihli yazıya göre; sanık hakkında, 03.04.1999 ve 26.12.1999 tarihlerinde de “hız” nedeniyle trafik cezası ve bu eylemlerin her biri için ehliyetine 5 ceza puanı uygulandığı,

Mahkemece 19.01.2007 tarihinde yapılan keşif sonrasında, keşif, gözlem ve tüm dosya kapsamını dikkate alarak 24.01.2007 tarihli raporu hazırlayan Pamukkale Üniversitesi Mühendislik Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü Ulaştırma Ana Bilimdalı Öğretim Görevlisi H.`nin rapora eklediği krokide; “sanığın kullanmakta olduğu otomobil ile kendi yolundan ilerlediği sırada, sağ tarafta tek sıra halinde park etmiş olan araçların yanına ikinci sıra olarak park ettiği anlaşılan bir otomobili solladığı ve bu şekilde yolun tam ortasında her iki yöne giden yolları birbirinden ayıran şerit üzerinden yoluna devam etmeye başladığı, bu şekilde kısa bir süre ilerledikten sonra yolun solundan sağına geçmek üzere ortasına kadar gelmiş bulunan Zübeyde `ye çarptığı, çarpma noktasından itibaren yolun sağına doğru ilerlediği ve çarptıktan yaklaşık 54. metre sonra durduğu, ölenin de çarpma noktasından itibaren 15 metre sürüklendiğinin” gösterildiği, bu oluş raporun oluş senaryosu bölümünde de; “sürücü Ali, …1001 Disco Bar mevkiine geldiğinde, barın önünde ikinci sıra park ya da duraklama halinde olan özel bir otomobili sollamıştır. Bu esnada aynı cadde üzerinde 1001 Disco Barın karşısındaki marketin önündeki kaldırımdan karşı kaldırıma geçmek için yola çıkan Zübeyde`nin yolun ortasına gelmesi ve sürücünün duraklamakta olan özel otomobili sollamasının hemen ardından süratli bir şekilde yolun ortasında bulunan Zübeyde`ye çarpmasıyla ölümlü trafik kazası meydana gelmiştir” şeklinde ifade edildiği, aynı bilirkişi tarafından sanığın kullandığı otomobilin olay sırasındaki hızının, kamera kayıtlarından yola çıkılarak yapılan teknik incelemede 86,4 km., aracın çarpma noktasından sonraki durma mesafesi dikkate alınmak suretiyle yapılan incelemede ise 91.8 km. olarak belirlendiği, raporun sonuç bölümünde ise; “sürücü Ali`nin, 84. maddenin c bendinde yer alan asli kusurlardan `ikiden fazla şeritli yollarda, karşıdan gelen trafiğin kullandığı şerit veya yol bölümüne girme asli kusurunu` olay yerinde azami hız sınırının 50 km. olması nedeniyle, 51. maddede belirtilen `sürücüler aksine bir karar alınıp işaretlenmemişse yönetmelikte belirtilen hız sınırlarını aşmamak zorundadırlar` kuralını ve 52. maddenin a bendinde yer alan `kavşaklara yaklaşırken, dönemeçlere girerken, tepe üstlerine yaklaşırken, dönemeçli yollarda ilerlerken, yaya geçitlerine, hemzemin geçitlere, tünellere, dar köprü ve menfeze yaklaşırken, yapım ve onarım alanlarına girerken, hızlarını azaltmak zorundadırlar` kuralını ihlal ettiğinden kazanın oluşumunda asli kusurludur, kazanın oluşumunda bilinçli taksir olmayıp dikkatsizlik ve tedbirsizlik söz konusudur, yaya Zübeyde ise, 68. maddenin b bendinin 3. fıkrasında yer alan `taşıt yolunun karşı tarafına geçmek isteyen yayaların taşıt yolunu, yaya ve okul geçidi ile kavşak giriş ve çıkışları dışında herhangi bir yerden geçmeleri yasaktır. Yayalar, bu yerlerden geçerken, ışıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı geçitlerde veya kavşaklarda güvenlikleri açısından yaklaşan araçların uzaklık ve hızını göz önüne almak zorundadırlar`” kuralını ihlal ettiğinden dolayı kazanın oluşumunda tali kusurlu olduğu kanaatine varıldığının belirtildiği,

Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesi`nden alınan 16.04.2007 gün ve 2061 sayılı raporda; “…Dosya içeriği ve olay yerini gösteren CD görüntüleri incelendiğinde sanığın olay yerindeki kavşağa süratli biçimde yaklaştığı, yolun sağında park halinde bulunan araçların ve bu araçların solunda yine sağ şerit içinde duran plakası belli olmayan bir otomobilin solundan süratli biçimde geçtiğinde, seyrine göre soldan yeterli kontrolü yapmadan yola girip yolun sağma geçmekte olan yayaya otomobilin sol önüyle çarpmasıyla olayın meydana geldiği, olay sonrası düzenlenen kaza tespit tutanağında, çarpma noktasının, yolun ortasındaki devamlı çizginin sağında, sağ şeritte belirlendiği, çarpma noktasına kadar devam eden 15 metre fren izinin tespit edildiği, çarpmadan sonra otomobilin çarpma noktasının 38 metre ilerisinde sol önünün hasarlanmış vaziyette durduğu, mevcut veriler birlikte dikkate alındığında, meskun mahal ve kavşak olan olay yerinde süratli biçimde seyreden, dolayısıyla tatbik ettiği frende etkisiz kalan sanığın ve mahalle süratli biçimde yaklaşan aracı dikkate almadan yolun karşısına geçmek isteyen yayanın olayda eşdeğerde kusurlarının görüldüğü, olay yerinin evvelinde yolun sağında park halinde bulunan araçların solunda, sağ şerit içinde durmuş olan plakası belli olmayan otomobil sürücüsünün olayın oluş biçimi dikkate alındığında olayda etkenliğinin bulunmadığı; mevcut bulgulara göre, A- Sanık idaresindeki otomobille meskun mahal ve kavşak olan olay yerine hızını mahal şartlarına göre ayarlamadan, süratli biçimde yaklaşmış, soldan yola girip yolun sağına geçmekte olan yayayı gördüğünde, tatbik ettiği frende hızından dolayı etkisiz kalıp neden olduğu olayda, yayayla eşdeğerde kusurlu görülmüştür. B- Ölen yaya olay yerine süratli biçimde tehlike arz edecek tarzda yaklaşan aracı yeterince kontrol etmeden, can emniyetini tehlikeye düşürecek tarzda, tedbirsizce yolun karşısında geçmek istediğinden dolayı olayda sanıkla eşdeğerde kusurlu görülmüştür. C- Olay anında yolun sağındaki araçların solunda, yine sağ şerit içinde duran plakası belli olmayan otomobil sürücüsünün, olayın oluş biçimi dikkate alındığında olayda kusuru görülmemiştir” görüşlerine yer verildiği,

Denizli 2. Sulh Hukuk Mahkemesi` tarafından yapılmış bulunan “kusur belirlenmesine ilişkin” tespit sırasında makine mühendisi bilirkişi Abdullah tarafından verilen 05.07.2006 tarihli raporda; “sürücü Ali açısından yapılan değerlendirmede; meskun saha olması nedeniyle 50 km. hız sınırını aştığı ve yoluna devam ettiği, kavşaklara yaklaşırken hızını kesmediği, düz yol çizgisine rağmen yol ve trafik durumuna göre hareket etmediği, yolun tam ortasında karşıdan karşıya geçmekte olan yayayı görebilecek bir durumda iken yayanın yola birden bire çıkmadığı gözlemlendiğinden, aşırı hız ve trafik kurallarına aykırı şerit değiştirmek suretiyle kazaya sebebiyet verdiği görüldüğünden, Ali`nin 2918 Sayılı Yasanın 84. maddesinde yer alan doğrultu değiştirme manevralarını yanlış yapma, karşı yönden gelen trafiğin kullandığı şeride hızlı ve kontrolsüz girerek 52/1 a maddesini de ihlal ettiğinden kazanın meydana gelmesinde asli ve 6/8 oranında kusurlu olduğu; yaya Zübeyde açısından değerlendirildiğinde; 2918 Sayılı Yasanın yayaları ilgilendiren karşıdan karşıya geçişlerde taşıt yolu üzerinde ve yaya geçidi olmayan yerlerde yolun sağından ve solundan geçmekte olan taşıtların hız vs. durumlarını dikkate alarak geçmesi gerekirken trafik yoğunluğu fazla olan bir yolda dikkatli ve süratli geçmediği anlaşıldığından kazanın oluşumunda tali ve 2/8 oranında kusurlu olduğu “, trafik ekiplerince tanzim olunan krokinin, kaza yeri ve noktasını tam yansıtmadığı, park halindeki araçların bulunduğu yerde fren izi işaretlenmiş olduğu, oysa aracın frenle ilgisinin bulunmadığı, yolun sağında ve solunda park eden araçların dikkate alınmadığı, ifadelere göre de aracın fren yapmadığı, şeklindeki saptamalarda bulunulduğu,

1001 Disco Bar`dan elde edilen güvenlik kamera kayıtlarını ihtiva eden CD`nin, 01.08.2006 tarihli duruşma sırasında izlendiği ve tespitlerin duruşma tutanağına yazıldığı,

Sanık Ali`nin savunmalarında hız sınırlarına uyduğunu ancak yaya olan Zübeyde`nin yola aniden çıkması nedeniyle çarpmayı engelleyemediğini ifade ettiği, aynı zamanda sanığın arkadaşı olan tanık Nazif`in ifadelerinin de savunmayı destekler nitelikte olduğu, tanıklar Özay, Asım, Timuçin ve Abdulkadir`in ise, süratli olan otomobilin, yoldan karşı tarafa geçmek isteyen kadına çok şiddetli bir şekilde çarptığını, fren sesi duymadıklarını söyledikleri,

1001 Disco Bar isimli işyerinin önünde kurulu bulunan güvenlik kamerasından çekildiği ve olayın yaklaşık 1 saniye öncesine ilişkin olan görüntülerden, sanığın kullandığı otomobilin çok hızlı gittiğinin açıkça görülebildiği, anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlığın sağlıklı bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi bakımından taksir ve bilinçli taksir kavramları üzerinde durulması gerekmektedir.

Kural olarak suç, ancak kastla işlenebilir. Ancak, yasada açıkça gösterilen hallerde suçlar taksirle de işlenebilir. 5237 sayılı TCY`nın 22/2. maddesinde taksir; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir” şeklinde tanımlanmıştır.

İstisnai bir kusurluluk şekli olan taksirde, failin cezalandırılabilmesi için mutlaka yasada açık bir düzenleme bulunması gerekmektedir. Taksirli suçlarda da, gerek icrai hareketin gerekse ihmali hareketin iradi olması ve gerçekleşen neticenin öngörülebilir olması gerekmektedir, iradi bir davranış bulunmadığı taktirde taksirden bahsedilemeyeceği gibi öngörülemeyecek bir sonucun gerçekleşmesi halinde de failin taksirli suçtan sorumluluğuna gidilemez.

Buna göre taksirli sorumluluktan bahsedilebilmesi,

Taksirle işlenen bir suçun olması,

Hareketin iradi olması,

Sonucun istenmemesi ancak öngörülebilir olması,

Hareket ile sonuç arasında nedensellik bağının bulunması,

Koşullarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.

Öğretide taksirin hukuki esasının izahı için, hukuka aykırı araçlar kullanma teorisi, öngörebilme teorisi, önleyebilme teorisi, yanılma teorisi şeklinde teoriler bulunmakta ise de, baskın görüş tüm eleştirilere karşın öngörebilme teorisi yönündedir.

Bilinçli taksiri açıklamada yetersiz olduğu ileri sürülen bu teoriye göre, bir kimsenin kendi fiilinin mümkün ve öngörülebilir sonuçlarını hesaplamakta iradi olarak özen göstermemesidir. Buradaki sorun veya zorluk öngörebilmenin kapsamı ve öngörebilmeyi tayinde benimsenmesi gereken ölçüdür. Sonucun öngörülebilirliği, failin içinde bulunduğu, sosyal çevre, mensup olduğu meslek, eğitim durumu, ortak tecrübe, failin kişisel özellikleri dikkate alınarak saptanmalıdır. Yine aynı şekilde burada öngörülebilir sonuç, fiilen meydana gelen sonuç olmayıp, failin yaptığı iradi hareketin neden olabileceği benzer sonuçlardır. Fiilen oluşan sonucun sadece genel olarak öngörülebilir olması taksirin varlığı için yeterli olup, sonucun bütün inceliklerinin öngörülmesine gerek bulunmamaktadır. ( Demirbaş, Timur, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 6. Baskı, sh. 358 vd. )

Sonucun gerçekleşmesinde, mağdurun da taksirli davranışının etkisinin olması halinde, diğer taksirli davranış nedensellik bağını kesmediği sürece bu durum failin taksirli sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gibi taksirin niteliğini de değiştirmez, bu hal ancak 5237 sayılı TCY`nda kusur derecelendirilmesi nedeniyle herhangi bir ceza indirimi söz konusu olmadığından temel cezanın tayininde dikkate alınabilir.

5237 sayılı TCY`da taksir, basit taksir ve bilinçli taksir şeklinde ayrıma tabi tutulmuş, yasanın 22/3. fıkrasında bilinçli taksir; “Kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” şeklinde tanımlanmış, bu halde taksirli suça ilişkin cezanın üçte birden yarıya kadar arttırılacağı öngörülmüştür.

Taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörememesi, bilinçli taksir halinde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır.

Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç, fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Gerçekten neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin tehlike hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin tehlike hali ile bir tutulamaz; neticeyi öngören kimse, ne olursa olsun, bu neticeyi meydana getirecek harekette bulunmamakla yükümlüdür.

Şu durumda; neticenin failce bilinmesi halinde doğrudan kast, öngörülen muhtemel neticenin meydana gelmesine kayıtsız kalınması durumunda olası kast, öngörülen muhtemel neticenin meydana gelmesinin istememesine rağmen objektif özen yükümlülüğüne aykırı hareket edilmek suretiyle neticenin meydana gelmesinin engellenemediği ahvalde bilinçli taksir, öngörülebilir neticenin objektif özen yükümlülüğüne aykırı hareket edilmiş olması nedeniyle öngörülemediği hallerde ise basit taksir söz konusu olacaktır.

Somut olayda; Denizli il merkezinde çift yönlü olarak kullanılan ve akşam saatleri olması itibarıyla da iyice kalabalıklaştığı anlaşılan olay yeri caddede, yasal hız sınırı olan saatte 50 km. ile gidildiğinde bile sorun yaşanabileceği açıkça ortada iken, saatte 86 ila 92 km. arasında bir hızla seyreden sanık, birisine çarparak onun ölümüne neden olabileceğini öngörmüş, ancak şoförlük yeteneklerine, şansına ve yoldan geçen insanların kendilerini araçlardan koruma yönünde dikkatli davranacaklarına güvenmek suretiyle, hiç istemediği neticenin gerçekleşmeyeceği yönünde yanlış bir zan ile hareket etmiştir. Buna karşılık neticenin meydana gelmesini engelleyecek olan objektif özen yükümlülüğüne uygun davranmamış, bu bağlamda hızını azaltmamıştır. Bu nedenle, meydana gelen ölüm olayında bilinçli taksirle hareket ettiğinin kabul edilmesi gerekmektedir. Bunun dışında, suçun “basit taksirle mi”, yoksa “bilinçli taksirle mi” işlendiğinin belirlenmesi açısından, ölenin de kusurlu olup olmamasının hiçbir önemi bulunmamaktadır. Zira kusurun var olup olmadığının veya derecesinin tespiti, hakim tarafından manevi unsur saptandıktan sonra, cezanın belirlenmesi aşamasında yapılması gereken bir işlemdir.

Bu itibarla, özel daire düzelterek onama kararı isabetli bulunduğundan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine ve dosyanın mahalline gönderilmesine karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan bir Genel Kurul üyesi ise; “itirazın kabulü yönünde ” karşı oy kullanmıştır.

SONUÇ : Açıklanan nedenlerle,

1-Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının REDDİNE,

2-Dosyanın, Denizli 6. Asliye Ceza Mahkemesi`ne gönderilmek üzere Yargıtay C.Başsavcılığına TEVDİİNE, 24.11.2009 günü yapılan müzakerede oyçokluğu ile karar verildi.kazanci.com

KÖY MERASINA TECAVÜZ SUÇUNUN MAĞDURU KÖY TÜZEL KİŞİLİĞİ OLUP SUÇTAN ZARAR GÖREN HAZİNENİNDE DAVAYA KATILMA HAKKI BULUNMAKTADIR

T.C
YARGITAY
Ceza Genel Kurulu

2015/994 E. , 2016/215 K.

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :Asliye Ceza
Günü : 17.01.2013
Sayısı : 20-11

Köy merasına tecavüz suçundan sanığın beraatına ilişkin, Kelkit Asliye Ceza Mahkemesince verilen 17.01.2013 gün ve 20-11 sayılı hükmün katılan vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 8. Ceza Dairesince 16.12.2013 gün ve 17125-29191 sayı ile;
köy merasına tecavüz suçunun mağduru köy tüzel kişiliği olup suçtan doğrudan zarar görme olasılığı bulunmayan hazinenin, bu suçtan açılan davaya katılma hakkı bulunmadığı gibi, katılma kararı verilmiş olması da temyiz hakkı vermeyeceğinden, Maliye Hazinesi vekilinin temyiz isteminin 5320 sayılı Kanunun 8/1. maddesi uyarınca uygulanması gereken CMUK’nun 317. maddesi gereğince reddine” karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 20.01.2014 gün ve 92763 sayı ile;

“Kamu davasına katılma 5271 sayılı CMK’nun 237 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. CMK’nun 237/1. maddesine göre; ‘Mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel kişiler ile malen sorumlu olanlar, ilk derece mahkemesindeki kovuşturma evresinin her aşamasında hüküm verilinceye kadar şikâyetçi olduklarını bildirerek kamu davasına katılabilirler.’

Tüm dosya kapsamından dava konusu yerin köy merası olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlamda dava konusu yer Maliye Hazinesi’ne ait ancak kullanım hakkı köylüye ait bir yerdir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 14.01.2014 tarih ve 222-6 sayılı kararı da nazara alındığında, köy merasına tecavüz suçlarında Maliye Hazinesi’nin suçtan doğrudan zarar gören olarak davaya katılabileceği ve yasa yollarına müracaat hakkının var olduğu kabul edilmelidir.

Şu halde, davaya katılma ve hükme yönelik yasa yollarına müracaat hakkı bulunan Maliye Hazinesi vekilinin sanık aleyhine yapmış olduğu temyiz itirazları gözetilerek temyiz davasının kapsamı belirlenmeli ve buna göre bir karar verilmelidir” görüşüyle itiraz kanun yoluna müracaat ederek, Özel Daire ret kararının kaldırılmasına ve dosyanın, hükmün esasının incelenebilmesi amacıyla Yargıtay 8. Ceza Dairesine gönderilmesine karar verilmesi isteminde bulunmuştur.

CMK’nun 308/1. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 8. Ceza Dairesince 30.09.2015 gün ve 1976-21880 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI

Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözülmesi gereken uyuşmazlık; köy merasına tecavüz suçundan açılan kamu davasına Maliye Hazinesinin katılıp hükmü temyize hak ve yetkisi bulunup bulunmadığının belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya kapsamından;

Kelkit Cumhuriyet Başsavcılığının 02.02.2010 tarih ve 49-16 sayılı iddianamesiyle, sanık …’ın…. ilçesi … Köyü 16 nolu mera parselindeki 9844 metrekarelik alana ağaç dikmek ve traktörle sürmek suretiyle tecavüzde bulunduğu iddiasıyla 5237 sayılı TCK’nun 154/2. maddesinin delaletiyle aynı maddenin 1. fıkrası gereğince cezalandırılması talebiyle kamu davası açıldığı,

Kovuşturma aşamasında Hazine vekilinin suçtan zarar gördüklerinden bahisle davaya katılma isteminde bulunduğu, yerel mahkemece söz konusu talep kabul edilerek suçtan zarar görmesi ihtimaline binaen Maliye Hazinesinin müdahil olarak davaya kabulüne karar verildiği,

Suça konu … Köyü 16 nolu parselin, Hazine adına kayıtlı ve köy tüzel kişiliği yararına tahsisli mera olduğunun belirtildiği,

Sanığın aşamalarda, babasından kalan yeri kullandığını,…. Kaymakamlığının men kararı ile derhal tecavüzü sona erdirdiğini, suç işleme kastının olmadığı gibi tecavüzü de kendisinin gerçekleştirmediğini savunduğu,

Anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlık konusunda sağlıklı bir hukuki çözüme ulaşılması bakımından, meranın hukuki statüsü ile Hazine ve köy tüzel kişiliğinin meralar üzerinde sahip oldukları hakların niteliği üzerinde durulması gerekmektedir.

Mera, 4342 sayılı Mera Kanununun, “Tanımlar” başlıklı 3. maddesinde; “Hayvanların otlatılması ve otundan yararlanılması için tahsis edilen veya kadimden beri bu amaçla kullanılan yeri ifade eder” şeklinde tanımlanmıştır.

Aynı kanunun “Mera, Yaylak ve Kışlakların Hukuki Durumu” kenar başlıklı 4. maddesinde ise meraların kullanma hakkının bir veya birden çok köy veya belediyeye ait olduğu, bu yerlerin Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunduğu, özel mülkiyete geçirilemeyeceği, amacı dışında kullanılamayacağı, meralarda zamanaşımının uygulanmayacağı sınırlarının daraltılamayacağı, ancak kullanım hakkının kiralanabileceği hüküm altına alınmıştır.

3402 sayılı Kadastro Kanunun 16-B maddesinde meraların kamunun yararlanmasına tahsis edilmiş veya kamunun kadimden beri yararlandığı orta malı taşınmazlardan olup, tescile tâbi olmadıkları ve özel mülkiyete konu teşkil etmeyecekleri,

4721 sayılı Türk Medeni Kanunun 715. maddesinde de yararı kamuya ait malların Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu, bu malların kazanılması, bakımı, korunması, işletilmesi ve kullanılmasının özel kanun hükümlerine tâbi olduğu belirtilmiştir.

Anılan kanuni düzenlemeler uyarınca meralar kamu malı olup en genel tanımıyla kamu malları, Devletin özel mülkiyetindeki malları, kamunun yararlanmasına tahsis edilen hizmet malları ile kamunun ortak kullanımına ve yararlanmasına açık olan orta malları ve sahipsiz malları ifade eder (Sadık Kırbaş, Devlet Malları, Birlik Yayınevi, Ankara,s.4). Yararlanma, tahsis şekli, mahiyet gibi ölçütler çerçevesinde kamu malları sahipsiz malları, hizmet malları, orta malı, vakıf malları, eski eserler gibi çeşitli sınıflandırmalara tâbi tutulmaktadır. Bu ayrım içerisinde meralar kamu orta malları kapsamında yer almaktadır. Orta mallarının bir kısmından yapılan tahsise göre toplumun belirli bir kesimi yararlanırken -meralar buna örnektir- bir kısmından ise yol ve meydanlar gibi mahiyetleri itibariyle herkes yararlanmaktadır.

Öğretide, Devletin kamu malları üzerinde sahip olduğu hakkın hukuki mahiyeti konusunda iki farklı görüş ileri sürülmüştür:

1) Birinci görüşe göre; Devlet kamu malları üzerinde mülkiyet değil, bir zabıta ve koruma hakkına sahiptir. Buna göre, kamu malları özel mülkiyete ve ferdi tasarrufa elverişli değildir. Çünkü mülkiyet hakkı bir şeyden mutlak şekilde faydalanmak ve tasarruf etmek yetkisini vermektedir. Devletin ise kamu malları üzerinde serbestçe tasarruf ve mutlak kullanma yetkisi olmadığından kamu malları üzerindeki yetkisi bir mülkiyet hakkı olarak tavsif edilemeyecektir. Devlet kamu malları üzerinde sadece kamu hukukundan kaynaklanan bir zabıta ve koruma hakkına sahiptir.

2) İkinci görüşe göre de; Devlet kamu malları üzerinde bir nevi idare hukuku mülkiyetine sahiptir. Ancak bu mallar umumun istifadesine bırakıldığından veya belli bir kamu hizmetine tahsis edildiğinden bu mülkiyet hakkı çok sınırlı ve idare hukuku kaidelerine bağlı bir haktır. (Halil Cin, Mehmet Handan Surlu, Türk Hukukunda Mera Yaylak ve Kışlaklar ve Mera Kanunu Şerhi, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2000, s.13 vd)

Belirtilen görüşler doğrultusunda Devletin meralar üzerinde sahip olduğu hakkın hukuki niteliğinin takdir ve tayininden önce mevzuatta Devlete ve onu temsilen Hazineye meralarla ilgili tanınan hak ve yükümlülüklerin neler olduğunun da gözden geçirilmesinde yarar bulunmaktadır.

Anayasanın 45. maddesinde; “Devlet, tarım arazileri ile çayır ve mer’aların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak maksadıyla, tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerinin ve diğer girdilerinin sağlanmasını kolaylaştırır” denilmektedir. Bu madde ile Devletin meraları koruma görevinin olduğu vurgulanmıştır. Nitekim madde gerekçesinde bu husus daha açık biçimde; “Madde, Devlete, tarım arazilerinin ve çayırlarla meraların amaç dışı kullanılmasını önleme görevini yüklemektedir” şeklinde ifade edilmiştir.

4342 sayılı Mera Kanununun 4. maddesinde; amaç dışı kullanılmak suretiyle vasıfları bozulan mera, yaylak ve kışlakları tekrar eski konumuna getirmek amacıyla yapılan veya yapılacak olan masrafların, sebebiyet verenlerden tahsil edileceği, yapılan masraflar karşılığı tahsil edilen tutarların genel bütçeye, yapılacak olan masraflar karşılığı tahsil edilen tutarların ise il müdürlüklerince hazırlanan ıslah projelerine uygun olarak o yerin ıslah çalışmalarında kullanılmak üzere köy sandığında veya belediye bütçesinde açılacak hesaba gelir kaydedileceği,

5 ve 6. maddelerinde; meraların tespit, tahdit ve tahsislerinin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığınca yapılacağı, Devletin hüküm ve tasarrufunda veya Hazinenin mülkiyetinde bulunan arazilerin mera olarak tahsis edilebileceği,

12. maddesinde; vali yardımcısı başkanlığında çeşitli kamu görevlileri ve ziraat odası temsilcisinden oluşan mera komisyonlarınca meraların ihtiyaçtan fazla çıkan kısmının çevre köy veya belediyelerde hayvancılık yapan özel gerçek ve tüzel kişilere kiralanabileceği 30. maddesinde; otlatma amacıyla kiraya verilen meralardan alınacak ücretlerin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Merkez Saymanlık Müdürlüğü hesabına yatırılacağı, yatırılan bu tutarların bütçeye gelir kaydedileceği,

14. maddesinde; tahsis amacı değiştirilmedikçe mera, yaylak ve kışlaklardan bu kanunda gösterilenden başka şekilde yararlanılamayacağı, ancak, bu kanuna veya daha önceki kanunlara göre mera olarak tahsis edilmiş olan veya kadimden beri bu amaçla kullanılan arazilerin belirli şartlarda ilgili müdürlüğün talebi, komisyonun ve defterdarlığın uygun görüşü üzerine, valilikçe tahsis amacı değiştirilebileceği bu takdirde söz konusu yerlerin tescillerinin Hazine adına yapılacağı,

16. maddesinde; mera komisyonlarının tespit ve tahdit çalışmaları sırasında köy ve belediyelere tahsisli veya kadimden beri bu amaçla kullanılan mera, yaylak ve kışlaklar üzerinde zilyedlik yoluyla hasım gösterilmeksizin yapılmış bulunan tescillerin iptalini sağlamak üzere, durumu Hazineye ihbar etmekle yükümlü oldukları,

19. maddesinde; muhtarlar ve belediye başkanlarının mera, yaylak ve kışlakların ve sınır işaretlerinin korunmasından ve ayrıca tahsis amacına göre en iyi şekilde kullanılmasının sağlanmasından sorumlu oldukları, bu amaçla ilgili köy ve belediyelerde “Mera Yönetim Birlikleri” kurulacağı, muhtarlar ve belediye başkanları, mera, yaylak ve kışlaklara tecavüz olduğu takdirde durumu derhal Bakanlık, il veya ilçe müdürlüğüne, il ve ilçe müdürlükleri de valilik veya kaymakamlığa bildirmekle yükümlü oldukları, bu makamlarca 3091 sayılı Taşınmaz Mal Zilyedliğine Yapılan Tecavüzlerin Önlenmesi Hakkında Kanun veya 2886 sayılı Devlet İhale Kanununun 75. maddesi uyarınca gerekli işlemlerin yapılacağı,

442 sayılı Köy Kanununun 2. maddesinde; meraların köyü oluşturan unsurlardan biri olduğu, 8. maddesinde meraların da dâhil bulunduğu köy orta mallarının Devlet malı gibi korunacağı, bu türlü mallara el uzatanların Devlet malına el uzatanlar gibi cezalandırılacağı,

12. maddesinde; meralardan ihtiyaçtan fazlasının kiralanabileceği bu takdirde kira bedelinin köy parası olarak köy tüzel kişiliğine ait olacağı,

3091 sayılı Taşınmaz Mal Zilyedliğine Yapılan Tecavüzlerin Önlenmesi Hakkında Kanunun 3. maddesinde; köye ait taşınmaz mallara yapılan tecavüz veya müdahalelerde köy halkından herhangi birinin de yetkili makama başvuruda bulunabileceği, anılan kanunun uygulama şekli ve esaslarına dair yönetmeliğin 46. maddesinde ise köy tüzel kişiliğine ait mer’a, harman yeri, yol ve sulak gibi taşınmaz mallara yapılan ilk tecavüz ve müdahaleler 3091 sayılı Kanuna göre önlenmekle birlikte, tecavüz veya müdahalede bulunanlar hakkında 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 154. maddesi uyarınca cezai işlem yapılmak üzere durumun valilik ve kaymakamlıkça Cumhuriyet Savcılığına bildirileceği, düzenlenmiştir.

Görüldüğü üzere meralar üzerinde Devletin ve köy tüzel kişiliğinin müşterek hak ve yükümlülükleri bulunmaktadır. Köyler meraların kullanma hakkının sahibi, Devlet ise bu mülkün sahibidir. Ancak Devletin sahip olduğu mülkiyet hakkı, özel mülkiyetten farklı, çıplak veya kuru mülkiyet diyebileceğimiz sınırlı bir idari mülkiyettir. Bu hususa işaret eden Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 21.03.2001 gün ve 231-271 sayılı kararında; “Meraların kuru mülkiyeti Hazineye ait olması itibariyle bu yerin amaç dışı kullanımından dolayı mülkiyet sahibinin zarar görmeyeceği düşünülemez” denilmiş, 05.05.2010 gün ve 234-248 sayılı kararında da, meraların sahibinin Devlet olduğu, Devlet tüzel kişiliğini ilgilendiren davalarda temsil yetkisinin ise Maliye Hazinesine ait bulunduğu kabul edilmiştir. Kanun koyucu meraları hem bireylere ve topluluklarına, hem Devlete ve hem de diğer kamu tüzel kişilerine karşı korumak ve özel mülkiyetin sakıncalarını gidermek amacıyla önlem olarak Devletin hakkını mülkiyet olarak tavsif etmemiş, hüküm ve tasarrufu altında bulunduğunu belirtmekle iktifa etmiştir. (Lütfi Duran, Kamusal Malların Ölçütü, Amme İdaresi Dergisi, 1986, Sayı 3. s.49) Meranın sahibi olduğundan özel hukukta meranın aynına ilişkin bir dava Hazine taraf olmadan görülemeyecektir. Hazinenin meralarla ilgili aidiyet, tapu iptal, el atmanın önlenmesi, kâl, sökme, ecri misil ve tazminat davası açma hakkı olduğu gibi, meraya tecavüz eden veya amaç dışı kullanan köyün kendisi ise Hazine mülkiyet sahibi olarak köy tüzelkişiliğe karşı da dava açabilecektir.

Bu şekilde meraların hukuki durumu, Hazine ve köy tüzel kişiliğinin meralar üzerinde sahip olduğu hakkın hukuki niteliği ortaya konulduktan sonra, köy merasına tecavüz suçu üzerinde de durulması gerekmektedir.

Köy merasına tecavüz suçu, hakkı olmayan yere tecavüz suçunun bir türü olarak 765 sayılı Kanunun 513. maddesi ile buna benzer biçimde 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 154. maddesinde düzenlenmiş olup maddenin 2. fıkrası; “Köy tüzel kişiliğine ait olduğunu veya öteden beri köylünün ortak yararlanmasına terk edilmiş bulunduğunu bilerek mera, harman yeri, yol ve sulak gibi taşınmaz malları kısmen veya tamamen zapt eden, bunlar üzerinde tasarrufta bulunan veya sürüp eken kimse hakkında birinci fıkrada yazılı cezalar uygulanır” hükmünü taşımaktadır.

Suçun maddi unsurunu oluşturan seçimlik hareketler; merayı kısmen veya tamamen zapt etme veya üzerinde tasarrufta bulunma ya da sürüp ekmektir. Zapt etme; taşınmazdan başkalarının kısmen veya tamamen yararlanmasını engellemek, taşınmazı fiilen el altında tutmaktır. Tasarruf etmek ise, taşınmazın devamlı bir biçimde kullanılması olup kısa süreli tasarruflar, kanunun aradığı anlamda tasarruf değildir. Öte yandan sürüp ekmek de, taşınmaz üzerinde tasarruf etme şekillerinden biridir.

Suçla korunan hukuki yarar meraların mülkiyet ve ortak kullanım hakkının korunmasıdır. Bu suçla meraya vâki tecavüz eylemlerinin herhangi bir şikâyet ve başvuru şartına bağlı olmaksızın etkin bir biçimde yaptırım altına alınması ve bu suretle meraların korunması amaçlanmıştır. Böylelikle Devlet, Anayasının 45. maddesinde belirtilen meraların amaç dışı kullanılması ve tahribinin önlenmesi yükümlüğünü de yerine getirmiş bulunmaktadır.

Suçun mağduru meradan yararlanma hakkı olan herkestir. Meranın kullanma hakkı sahibi köy tüzel kişiliği ve meranın sahibi Hazine de suçtan zarar görendir.

Suçun maddi konusu tahsisli veya kadim köy meraları olduğundan belediye sınırları içerisindeki meralar bu suçun konusunu oluşturmamaktadır. Tahsis idari bir işlem olup Devlete ait olan bir arazinin kulanım hakkının hayvanların otlatılması ve otundan yararlanılması için müştereken bir veya birkaç köy ya da belediyeye bırakılmasını ifade eder. Kadim mera ise, başlangıcı bilinmeyen bir zamandan beri mera olarak kullanılan yerlerdir.

Uyuşmazlığın sağlıklı bir çözüme kavuşturulabilmesi için “mağdur, suçtan zarar gören ve malen sorumlu” kavramları ile “kamu davasına katılma” kurumu üzerinde de durulması gerekmektedir.

5271 sayılı CMK’nun 237 maddesinin 1. fıkrasında; “Mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel kişiler ile malen sorumlu olanlar…şikayetçi olduklarını bildirerek kamu davasına katılabilirler” hükmü ile kamu davasına katılma hak ve yetkisi bulunanlar üç grup halinde belirtilmiştir. Anılan düzenleme, 1412 sayılı CMUK’nun 365. maddesindeki, “suçtan zarar görenler, soruşturmanın her aşamasında kamu davasına müdahale yolu ile katılabilirler” hükmü ile benzerlik arzetmekte olup, yeni hükme, önceki kanunda yer almayan malen sorumlu ve dar anlamda suçtan zarar göreni ifade eden mağdur eklenmiş, bu şekilde madde, öğreti ve uygulamadaki görüşlere uygun olarak, katılma hak ve yetkisi bulunduğu kabul edilenleri kapsayacak şekilde düzenlenmiştir.

Gerek 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununda, gerekse 1412 sayılı Ceza Muhakemesi Usulü Kanununda kamu davasına katılma konusunda suç bakımından bir sınırlama getirilmemiş, ilke olarak şartların varlığı halinde tüm suçlar yönünden kamu davasına katılma kabul edilmiştir. Öğreti ve uygulamada kamu davasına katılma yetkisi bulunan kişinin “suçtan zarar görmesi” şartı aranmış, ancak kanunda “suçtan zarar gören” ve “mağdur” kavramlarının tanımı yapılmadığı gibi, zararın maddi ya da manevi olduğu hususu bir ayrıma tâbi tutulmamış ve sınırlandırılmamıştır.

Malen sorumlu; işlenmiş olan suçun hükme bağlanması ve bunun kesinleşmesinden sonra, maddî ve malî sorumluluk taşıyarak hükmün sonuçlarından etkilenecek veya bunlara katlanacak kişidir.

Mağdur; Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlüğünde, “haksızlığa uğramış kişi” olarak tanımlanmaktadır. Ceza hukukunda ise mağdur kavramı, suçun konusunun ait olduğu kişi ya da kişilerdir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun hazırlanmasında esas alınan suç teorisinde suçun maddi unsurları arasında yer alan mağdur, ancak gerçek bir kişi olabilecek, tüzel kişilerin suçtan zarar görmeleri mümkün ise de bunlar mağdur olamayacaklardır. Suçtan zarar gören ile mağdur kavramları da aynı şeyi ifade etmemektedir. Mağdur suçun işlenmesiyle her zaman zarar görmekte ise de, suçtan zarar gören kişi her zaman suçun mağduru olmayabilecektir. Bazı suçlarda mağdur belirli bir kişi olmayıp; toplumu oluşturan herkes (geniş anlamda mağdur) olabilecektir. (Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-A. Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 9. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara, 2015, s.289; İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 11. Baskı, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2015, s. 214-217; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 8. Baskı, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2015, s.106-107; Osman Yaşar-Hasan Tahsin Gökcan–Mustafa Artuç, Türk Ceza Kanunu, Ankara, 2010, 6. cilt, s.7702-7703)

Kamu davasına katılmak için aranan “suçtan zarar görme” kavramı kanunda açıkça tanımlanmamış, gerek Ceza Genel Kurulu, gerekse Özel Dairelerin yerleşmiş kararlarında bu kavram “suçtan doğrudan zarar görmüş bulunma hali” olarak anlaşılıp uygulanmıştır.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

Köy merasına tecavüz suçunda korunan hukuki yarar meraların mülkiyet ve ortak kullanım hakkı olup, suçun mağduru meradan yararlanma hakkı olan herkestir. Merayı kullanma hakkına sahip köy tüzel kişiliği ile meranın sahibi olan Hazinenin suçtan zarar gören konumunda oldukları göz önüne alındığında, meraların sahibi olup üzerinde sınırlı da olsa tasarruf, denetleme ve koruma yetkisi bulunan Hazinenin, meraya tecavüz suçlarında doğrudan zarar gördüğü ve buna bağlı olarak davaya katılma ve hükmü temyiz etme hak ve yetkisinin bulunduğu kabul edilmelidir. Bu nedenle yerel mahkemece Hazinenin davaya katılmasına karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır.

Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 15.03.2016 gün ve 981-129; 14.01.2014 gün ve 222-6; 18.02.2014 gün ve 130-71 sayılı kararları da bu doğrultudadır.

Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Dairenin ret kararının kaldırılmasına, dosyanın temyiz incelemesinin yapılması amacıyla Yargıtay 8. Ceza Dairesine gönderilmesine karar verilmelidir.

SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 8. Ceza Dairesinin 16.12.2013 gün ve 17125-29191 sayılı ret kararının KALDIRILMASINA,
3- Dosyanın, temyiz incelemesi yapılabilmesi amacıyla Yargıtay 8. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 26.04.2016 tarihinde yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.

KOOPERATİF ORTAKLIĞINA DAYALI TAPU İPTALİ VE TESCİL İSTEMİ-DAVA KONUSU TAŞINMAZIN YARGILAMANIN DEVAMI SIRASINDA ÜÇÜNCÜ KİŞİYE DEVREDİLMESİ

T.C
YARGITAY
23. Hukuk Dairesi
2015/994 E. , 2016/3564 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
ASIL VE BİR. DAVALARDA
ASIL DAVADA
BİR. DAVADA

Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasının bozma ilamına uyularak yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı asıl ve birleşen davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde asıl ve birleşen davada davacı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

– K A R A R –

Davacı vekili, müvekkilinin davalı Kooperatifin ortağı olduğunu, kooperatif ortaklığından ihracına ilişkin kararın…ve …, ve …. sayılı kararı ile iptal edildiğini, kur’a ile A blok B girişi 3. kat 7 no’lu dairenin isabet ettiğini, ancak kooperatifin müvekkilini ihraç etme yollarına başvurarak tapuda temlikten kaçındığını önce sürerek, A blok B girişi 3. kat 7 no’lu dairenin tescilini talep ve dava etmiştir.

Davacı vekili birleşen dosyada, müvekkilinin davalı kooperatifin ortağı olduğunu, müvekkiline isabet ede….Hukuk Mahkemesi’ne dava açıldığını, taşınmazın tapuda kayıtlı bulunan kişi aleyhine tapu iptali açılması yönünde kendilerine süre verildiğini ileri sürerek, davalı adına mevcut tapu kaydının iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı Kooperatif vekili, eksik harcın ikmal edilmesini, davacının kooperatif ile ilişkisinin 1982 yılından itibaren kesilmiş bulunduğunu, aidatların ödenmediğini, zamanaşımı nedeniyle davanın reddi gerektiğini, davaya konu edilen dairenin dava dışı kooperatif ortağı …’a ait bulunduğunu, ancak zararını kooperatiften talep edebileceğini, üyelikten ihraç kararının henüz kesinleşmediğini, bekletici mesele sayılması gerektiğini savunarak, davanın reddini istemiştir.

Davalı … vekili, davanın reddini istemiştir.

Dairemizin 07.02.2012 tarihli ilamında “ Dava, kooperatif ortaklığına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Dava konusu taşınmaz yargılamanın devamı sırasında üçüncü kişiye devredilmiş, taşınmazı iktisap eden üçüncü kişi de başkasına devretmiştir. Davacı vekili, mahkemece verilen süreye rağmen davaya, dava konusu taşınmazı iktisap eden kişiye karşı devam etmediği gibi, tapu malikine karşı bir dava da açmamıştır. Tapu malikinin taraf olmadığı bir davada tapunun iptali ve tescile karar verilemez. Mahkemece, davacıya yeniden süre verilerek davaya tapu iptali davası olarak devam etmek istemesi halinde, tapu maliki hakkında da dava açması için süre verilmesi, tapu malikine karşı dava açılması halinde her iki davanın birleştirilerek, davacı lehine tapu iptali koşullarının oluşup oluşmadığının belirlenerek bir karar verilmesi, davacının davasını daire karşılığı tazminat davası olarak sürdürmek istemesi halinde; tazminata karar karar verilmesi gerekir.
Yargıtayın yerleşik uygulamalarına göre tazminatın hesaplanma ilkesi aşağıdaki şekilde formüle edilmiştir.
a-Önce ortaklara tahsis edilen konutun dava değeri itibariyle rayiç değeri hesaplanmalıdır.

b-Davalı kooperatife normal ödentilerini gerçekleştiren bir ortağın ödemelerinin ödeme yaptıkları tarihler itibariyle toplam ödemeleri dava tarihine kadar ( toptan eşya fiyat endeksi ” TEFE” artış ortalama rakamları esas alınarak) taşınarak güncel değeri bulunmalıdır.

c-Bundan sonra yukarıda (a) maddesinde bulunan değerden (b) maddesinde bulunan değer çıkarılarak kooperatife normal ödeme yapan bir ortağın bu ödemelerine karşı ne miktarda yararlanma elde ettikleri ortaya çıkarılmalıdır.

d- Bunu takiben davacı eksik ödeme yapan ortağın ödentileri (b) maddesindeki ilkelere göre dava tarihine taşınarak eksik ödeme miktarı güncelleştirilmelidir.

e- Bu hesaplamalardan sonra normal ödentilerini gerçekleştiren bir ortağın yukarıda (b) maddesinde bulunan ödemelerinin güncel değerinin karşılığı yine yukarıda (c) maddesinde bulunan bir yararlanmayı sağladığına göre davacının (d) maddesinde eksik ödemelerinin güncel değerinin ne miktarda yararlanması gerektiği orantı kurallarına göre belirlenmelidir. Yani sonuç olarak (d) maddesinde bulunan miktar (c ) maddesinde bulunan değerle çarpıldıktan sonra bulunan rakamın (b) maddesinde bulunan miktara bölünmesi sonucu bulunacak miktarın (d ) maddesinde bulunan davacı ödemelerinin güncel değerinin ilave edilmesi sonucu bulunacak miktar davacı ortağın davalı kooperatiften talep etmesi mümkün olan zarar tutarıdır.

Bu hususlar dikkate alınarak yapılacak inceleme sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, tapu malikinin taraf olmadığı bir davada tapu iptali ve tescil kararı verilmesi doğru değildir. “ gerekçesiyle bozulmasına karar verilmiştir.

Mahkemece, iddia, savunma, bozma ilamı ve bilirkişi raporuna göre, dava konusu taşınmazın yargılamanın devamı sırasında üçüncü kişiye devredildiği, taşınmazı iktisap eden üçüncü kişinin de davalı …’a devrettiği, kooperatif adına kayıtlı bir taşınmaz ve kooperatif hissesi bulunmadığından davalının pasif husumet ehliyetinin kalmadığı, davaya taşınmazı iktisap eden kişiye karşı devam edilmesi veya davanın kooperatife karşı daire karşılığı tazminat davası olarak sürdürülmesi gerektiği, ancak davacının bu yöndeki tercih hakkını kullanmadığı gerekçesiyle, asıl davada davalı kooperatif yönünden davanın pasif husumet nedeniyle reddine, birleşen davada açılan tapu iptali ve tescil davasında, …’ın taşınmazı ferdileşmeye geçirildikten sonra … 01.09.2009 tarihinde satın aldığı, davacı ile davalı kooperatif arasındaki hukuki ilişkide üçüncü kişi konumunda olduğu, aralarında hukuki ilişkiyi bildiği ve kötü niyetli olduğunun iddia ve ispat edilemediği, tapuda bedelini ödeyerek satış şeklinde işlemin gerçekleştirildiği, davacının davalı kooperatife aidat borcunun bulunduğu, bu borç ödenmeden de tescil istenemeyeceği, davacının yapması gerekenin bozma ilamında işaret edildiği üzere davasını daire karşılığı tazminat davası olarak sürdürmek yönünde olmasının gerektiği, tapu iptali ve tescil davasının yasal şartlarının oluşmadığı gerekçesiyle birleşen davanın reddine karar verilmiştir.
Kararı, asıl ve birleşen davadava davacı vekili, temyiz etmiştir.

1) Davacı yanca açılan … sayılı birleşen dosyasında taşınmazın devredildiği … aleyhine tapu iptal ve tescil isteminde bulunulmuştur. Ne var ki temyiz incelemesine konu kararda, birleşen dava hakkında olumlu ve olumsuz herhangi bir hüküm tesis edilmemiştir.

Bu itibarla, birleşen dava hakkında bir hüküm tesis edilmesi için, hükmün bozulması gerekmiştir.
2) Bozma nedenine göre, asıl ve birleşen davada davacı vekilinin temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine gerek görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, hükmün BOZULMASINA, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, asıl ve birleşen davda davacı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 13.06.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

TRAFİK KAZASI NEDENİYLE YARALANAN KÜÇÜĞÜN ANNE BABASININ DUYDUĞU ELEM VE IZDIRAP NEDENİYLE MANEVİ TAZMİNAT

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi

2015/994 E. , 2017/8503 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davacılar vekili, davalı … vekili ve davalı … tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacılar vekili, müvekkili . …’nin, 30/01/2011 tarihinde dava dışı …’ın sevk ve idaresindeki motosiklette yolcu konumunda iken, davalı … idaresindeki resmi araçla çarpışmaları sonucu müvekkilinin yaralandığını, bir takım ameliyatlar geçirdiğini, ayağının sakat kaldığını, müvekkillerinden … ve …’in kazada yaralanan ve kalıcı olarak sakatlanan …’nin anne ve babası olduğunu belirterek … için 100.000,00 TL, … ve … için 25.000,00’er TL olmak üzere 150.000,00 TL manevi tazminatın davalılardan …Bakanlığı ve …’tan müteselsilen alınmasına, 10.000,00 TL maddi tazminatın fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak koşulu ile tüm davalılardan ortaklaşa ve zincirleme alınmasına karar verilmesini talep etmiş, yargılama sırasında maddi tazminat talebini 88.459,58 TL’ye yükseltmiştir.

Davalılar vekilleri, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece,davacılardan … ve …’in manevi tazminat davasının reddine, davacı …‘nin manevi tazminat davasının kısmen kabulü ile,20.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihi olan 30/01/2011 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan …Bakanlığı ve …’dan alınarak davacıya ödenmesine, davacılardan …’nin davalılar … Bakanlığı, …, aleyhine açmış oldukları maddi tazminat davasının kabulü ile, 88.459,58 TL maddi tazminatın davalılardan …Bakanlığı ve … yönünden olay tarihi olan 30/01/2011 tarihinden, davalılar … … A.Ş ve … … A.Ş’den ise dava tarihi olan 07/05/2012 itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte ve davalı … şirketlerinin sorumluluğunun … limitleri ile sınırlı olmak üzere her dört davalıdan müteselsilen alınarak davacıya ödenmesine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili, davalı … vekili ve davalı … tarafından temyiz edilmiştir.

1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere göre davalı … vekili ile davalı …’ın tüm, davacılar vekilinin aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan ve yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.

2-Dava trafik kazası nedeniyle talep edilen maddi ve manevi tazminata ilişkindir.

Somut olayda davacıların oğlu olan ve kaza tarihinde 17 yaşında bulunan … kazada yaralanmış, sağ dizinde hareket kısıtlılığı oluşmuş ve %14,3 oranında malul kalmış olup dosya içeriğinden halen aksayarak yürüdüğü anlaşılmaktadır.

Mağdur küçüğün yukarıda açıklanan şekilde yaralanarak sakat kalması ve olayın oluş şekli itibariyle anne ve baba olan davacıların olayda üzülüp acı ve elem duyması kaçınılmazdır. O halde, davacı anne ve babanın manevi zararların kısmen de olsa giderilmesi amacıyla tarafların sosyal ve ekonomik durumları ile birlikte olayın meydana geliş şekli, yaralanmanın şekli ve derecesi de göz önünde tutularak davacı anne ve baba için olay tarihindeki paranın alım gücüne uygun düşecek şekilde hak ve nesafet kuralları çerçevesinde uygun miktarda manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken anne ve babanın manevi tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi isabetli değildir.

3-Bozma neden ve şekline göre davacılar vekili ile davalı … vekilinin vekalet ücretine yönelik temyiz nedenlerinin incelenmesine bu aşamada gerek görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davalı … vekilinin ve davalı …’ın tüm, davacılar vekilinin sair temyiz itirazlarının REDDİNE, (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA,(3) nolu bentte açıklanan nedenlerle,davalı … ve davacılar vekilinin vekalet ücretine yönelik bulunan temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, aşağıda dökümü yazılı 7.037,87 TL kalan onama harcının temyiz eden davalı …’dan alınmasına, 492 sayılı Harçlar Yasasının 13/J maddesi uyarınca davalı …’ndan harç alınmamasına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine 3.10.2017 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Exit mobile version