ÖNALIM HAKKI – SÖZLEŞMEDE TARAF OLAN KİŞİNİN İŞLEMDE MUVAZAA SAVUNMASINDA BULUNAMAYACAĞI VE BUNU HER TÜRLÜ DELİLLE İSPAT EDEMEYECEĞİ

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
2013/2268 E. , 2015/1437 K.

Özeti:Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının, sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı ve bunu her türlü delille ispat edemeyeceği kuralının istisnası olduğu görülmektedir. Anılan kararın uygulanabilmesi için öncelikle satışın, satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçılar arasında yapılması gerekmeyip, temlikin taraflarının akraba olması yeterlidir. Temlikin akrabalar arasında satış şeklinde yapılmış olması halinde ise bu kez İçtihadı Birleştirme Kararının aradığı “hibe veya miras hukukuyla ilgili amacı” nın bulunup bulunmadığı hususunun, diğer bir ifade ile akrabalar arasında yapılan her temlikte somut uyuşmazlığın niteliğine göre temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapılmış olup olmadığının yöntemince ispatı aranmalı ve ispatı halinde temlikle önalım hakkının kullanılmasının mümkün olamayacağı gözetilmelidir.

“İçtihat Metni”

Taraflar arasındaki “önalım” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kahramanmaraş Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 10.04.2012 gün ve 2011/750 E. 2012/624 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 28.02.2013 gün ve 2012/11057 E. 2013/3524 K. sayılı ilamı ile;

“…Uyuşmazlık, önalım hakkının kullanılması nedeniyle davalı adına kayıtlı payın iptali ve davacı adına tescili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Paylı mülkiyet halindeki taşınmazın paydaşı payını karı-kocaya evlada veyahut akrabaya temlik ederse şeklen satış olarak gösterilen bu akdin gerçekte satış olmayıp miras hakkına bağlı veya hibe gibi maksada yönelik işlem olduğu iddia ve ispat edilirse önalım hakkının ileri sürülemeyeceği 27.3.1957 gün ve 12 / 2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda açıkça belirtilmiştir. Bu yöndeki savunmanın tanık dahil her türlü delille kanıtlanması mümkündür. Anılan İçtihadı Birleştirme Kararı sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı kuralının bir istinasıdır

Olayımıza gelince; Davacı vekili, dava dilekçesinde, 3952 ada 3 No’lu parselin hissedarı olduğunu, paydaşlardan A…..nin payını davalı S.. M..’ye sattığını belirterek önalım davası açmıştır. Davalı vekili cevap dilekçesinde, davalının, temlik eden A. B… torununun eşi olduğunu, temlik işleminin görünüşte satış olsa da gerçekte bağış olduğunu, temlik edenin esasen torununa yeni doğan bebeği için doğum hediyesi olarak bağış yaptığını, aralarında para alışverişi bulunmadığını, önalım hakkının kullanılamayacağını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Taraflar akraba olup, duruşmada dinlenilen davalı tanıkları benzer mahiyetteki beyanlarında özetle, “davalının, temlik eden A.. B.. ile sürekli ilgilendiğini, bakımını yaptığını, aynı apartmanda oturmakta olup, çocuğuna doğum hediyesi olarak bağışladığını beyan etmişlerdir. Bu durumda, akrabalar arasındaki satış işleminin gerçekte bağış olduğunun kabulü gerekir. Mahkemece, İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca önalım hakkının cereyan etmeyeceğinin kabulü ile davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru olmadığından hükmün bozulması gerekmiştir…” gerekçesiyle oyçokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davalı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, önalım hakkına dayalı olarak tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.

Davacı vekili, müşterek maliklerinden olduğu taşınmazın diğer hissedarı dava dışı A…. hissesini davalıya satış yolu ile devrettiğini belirterek önalım hakkı uyarınca davalının hissesinin iptali ile müvekkili adına tescilini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, tapuda satış olarak gerçekleştirilen işlemin gerçekte akrabalar arasında yapılmış bir bağış olduğunu, bağış amaçlayan temliklerde önalım hakkının kullanılamayacağını belirterek, davanın reddini savunmuştur.

Yerel mahkemece, önceki pay sahibinin vesayet altında bulunmadığı ve davalının eşinin dedesi olduğu, davalı ve eşinin mirasçı sıfatı taşımadıkları, tapuda yapılan işlemin tarafı olan davalının yapmış olduğu sözleşme ile bağlı olduğundan temlikin muvazaalı olduğu iddiasında bulunarak kendi muvazaasına dayanamayacağından bahisle davanın kabulüne dair verilen karar, davalı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmuştur.

Mahkemece, ilk kararındaki gerekçeler genişletilerek direnme kararı verilmiş, direnme kararını davalı vekili temyize getirmiştir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, somut olayda 27.03.1957 tarih ve 1956/12-1957/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanıp uygulanamayacağı, buna göre davacının önalım hakkını kullanıp kullanamayacağı noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle önalım hakkının niteliğinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Bilindiği üzere paylı mülkiyette paydaşlar arasında ortak idare ve kullanma durumu sözkonusu olduğundan paydaşların birbirlerini bilmeleri ve tanımaları önem taşımaktadır. Bu ihtiyacın gereği olarak paydaşlar arasına yabancı bir kişinin girişini engellemek, taşınmazın daha küçük parçalara ayrılmasını önleyebilmek, hisselerin mümkün olduğu kadar hissedar elinde toplanmasını temin etmek amacıyla paylı taşınmazlarda hissedarın temlik hakkı sınırlandırılarak kanuni önalım hakkı tanınmıştır.
Önalım hakkı taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan doğan takyitlerinden olup 26.12.1951 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında yenilik doğuran bir hak olduğu belirtilmiştir.

Öte yandan 20.06.1951 gün 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında ise önalım hakkının hukuki niteliği,
“Şufa hakkı, mefşu hissenin üçüncü şahsa satılması ve satışa ıttıladan itibaren bir ay içinde kullanılmış olması gibi muayyen şartlar altında kullanılacak yenilik doğurucu bir haktır ki, şefinin bu hakkı kullandığı yolundaki tek taraflı irade beyanının müşteriye vasıl olmasıyla yeni bir hukuki vaziyet meydana getirilmesine yarar. Bu hakkın kullanılmasıyla şefi yeni bir akit yapmaya hacet kalmaksızın müşteriye halef olur” şeklinde açıklanmıştır.

4721 sayılı Türk Medeni Kanununun “Yasal Önalım Hakkı-Önalım Hakkı Sahibi” başlıklı 732. maddesinde,

“Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması halinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler” hükmü öngörülmüştür.

Anılan düzenlemede önalım hakkının açık bir tarifi yapılmamakla birlikte temel prensibin mülkiyet serbestisi ve tasarruf yetkisi olduğu gözetilerek paydaşın temlik hakkı sınırlandırılırken bu sınırlandırma sınırlı tutularak sadece satım akitleri için önalım hakkı getirilmiştir.

Bu husus 20.06.1951 gün ve 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da benimsenmiş; kararın gerekçesinde, taşınmaz mülkiyetinin takyitlerinden olan kanuni önalım hakkının taşınmazda hisse sahibi bulunan şahsa, diğer bir kimsenin payının üçüncü kişiye satılması halinde o hisse müşteriye neye mal olmuş ise o miktar ile ve belli bir süre içinde satın almak yetkisini veren ayni bir hak olduğu ifade edilmiştir.

Açıkça görüldüğü üzere kanuni önalım hakkından sözedebilmek için paylı mülkiyet hükümlerine tabi bir taşınmazdaki payın üçüncü şahsa satılması gerekmektedir; önalım hakkının konusu pay satışıdır.
Buna göre gerçek bir satışın konusu olmayan ve satım niteliğinde bulunmayan pay temliklerinde yasal önalım hakkı doğmayacaktır. Önalım hakkının payın satışındaki şartlar dahilinde kullanılması gerektiğinden, payı paradan başka bir karşılıkla iktisap edenlerden onu, aynı şartlarla yerine getirmek suretiyle temellük etmeye imkan bulunmamaktadır.

Bu kapsamda temlikin hibe şeklinde olması halinde, hibede bir malın bedelsiz olarak üçüncü kişinin mülkiyetine geçirilmesi amaçlandığı ancak satış amaçlanmadığından önalım hakkı kullanılamayacaktır. Zira önalımda, önalım hakkını kullanan kişinin payı satın alana ödemekle yükümlü olduğu bedel hibede mevcut değildir, önalım hakkını kullananın hiçbir bedel ödemeden payın kendisine devrini istemesi mümkün değildir.

Payı satın alan tarafından temlik işleminin satış olarak gösterilmekle birlikte gerçekte hibe olduğu savunmasında bulunulması halinde, diğer bir anlatımla hibe ile temlikin amaçlandığının iddia edildiği hallerde; kural olarak payı temlik alan davalı muvazaalı resmi işlemin tarafı olduğundan ve hiç kimse kendi muvazaasına dayanamayacağından muvazaa iddiasının dinlenmeyeceği açıktır.

Somut uyuşmazlıkta ise davalı gerçekte miras hukukundan kaynaklanan amaçlarla yapılan hibe işleminin görünürde satış işlemi olarak gösterildiği savunmasında bulunarak, 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararını iddiasına dayanak yapmıştır.

Uyuşmazlığın çözümünde anılan İçtihatı Birleştirme Kararının kapsamı ve amacı önem taşımakta olup anılan kararın uygulanabilmesi için işlemin tarafları arasında doğrudan mirasçılık ilişkisinin bulunması gerekip gerekmediği hususunun öncelikle değerlendirilmesi ve çözümü gerekmektedir.

20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının bağlayıcı olan sonuç kısmında “Müşterek mülkün hissedarı, hissesini karı ve kocaya evlada veyahut akrabaya temlik etmesi halinde şeklen satış akdi bulunsa bile hakikatte satıştan gayri miras hukukuna müteferri maksatların veya hibe gibi mülahazaların hakim olduğu ahvalde Medeni Kanunun hakiki satışlarda kabul eylediği şufa hakkının cereyan etmeyeceğine” karar verildiği belirtilmiştir.

Anılan kararın açıklayıcı olan gerekçe kısmında ise “miras hukukuna müteallik kaidelere tevkifan veya sair mülahazalarla kendi evladına veya akrabasına satış yapması halinde de şufa cereyan edip etmeyeceği noktasının…mülahaza olunmak icap eder. Bu gibi akrabaya satışta ortada satış akdinin bir unsuru olan bedel zikredilmiş olsa bile bunu mücerret bir satış olarak kabul etmeye imkan yoktur. Çünkü burada mümellikin maksadı malının bedelini almak değil, belki akrabalık münasebeti dolayısıyla onu tesahüp etmek ve yerine geçmektir” açıklamasına yer verilmiştir.

Görüldüğü üzere kararın hem bağlayıcı olan sonuç kısmında ve hem de açıklayıcı olan gerekçe kısmında özel bir hukuki statüyü ifade eden “mirasçı” teriminin tek başına kullanılmasından özenle kaçınılmış ve daha geniş olan “akraba” kavramına da yer verilmiştir. Bu halde, kararın sadece satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçı olan kişileri kapsamına aldığının kabulü mümkün değildir.

Öte yandan, anılan karar muvazaa iddiasının mevcudiyeti halinde yol gösterici olarak, bu halde akdin amacının tespitinin zorunlu olduğunu, “müşterinin, bayiin mirasçısı olması” hususunun akdin vasfını tayinde değerlendirilecek bir emare olduğunu belirtmiştir. Temlik işleminin taraflarının birbirlerine akraba olmasının ötesinde “mirasçı” olması hususu akdin amacının satış olup olmadığını tayinde bir emare olarak kabul edilmiş ve “mirasçı” kavramına bu noktada özel olarak yer verilmiştir.

Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının, sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı ve bunu her türlü delille ispat edemeyeceği kuralının istisnası olduğu görülmektedir. Anılan kararın uygulanabilmesi için öncelikle satışın, satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçılar arasında yapılması gerekmeyip, temlikin taraflarının akraba olması yeterlidir. Temlikin akrabalar arasında satış şeklinde yapılmış olması halinde ise bu kez İçtihadı Birleştirme Kararının aradığı “hibe veya miras hukukuyla ilgili amacı” nın bulunup bulunmadığı hususunun, diğer bir ifade ile akrabalar arasında yapılan her temlikte somut uyuşmazlığın niteliğine göre temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapılmış olup olmadığının yöntemince ispatı aranmalı ve ispatı halinde temlikle önalım hakkının kullanılmasının mümkün olamayacağı gözetilmelidir.

Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15.12.2010 gün ve 2010/6-572 E. 2010/656 K.; 27.04.2011 gün ve 2011/6-38 E. 2011/225 K.; 29.04.2011 gün ve 2011/6-164 E. 2011/245 K.; 08.02.2012 gün ve 2011/6-762 E. 2012/56 K. ile 27.06.2012 gün ve 2012/6-239 E. 2012/411 K sayılı kararlarında da aynı görüş benimsenmiştir.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce tarafların yapmış oldukları sözleşme ile bağlı olduğu, 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında bahsi geçen akrabalık ilişkinin somut olayda uygulanamayacağı ileri sürülmüş ise de yukarıda açıklanan nedenlerle çoğunluk tarafından bu görüş benimsenmemiştir.

Yapılan açıklamaların ışığı altında somut uyuşmazlığa dönüldüğünde; paylı mülkiyete tabi taşınmazda paydaş olan dava dışı A… davalının eşinin dedesi olduğu ve davalının yeni doğan erkek bebeği nedeniyle doğum hediyesi olarak temlik işleminin yapıldığı, bu nedenle satış şeklinde yapılan temlik işleminin muvazaalı bulunduğu, tarafların gerçek amacının hibe olduğu ve hibe ile yapılan temlikte önalım hakkının kullanılamayacağı, 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için temlik işleminin tarafları arasında akrabalık ilişkisi bulunmasının yeterli olduğu, doğrudan mirasçılık ilişkisinin aranması gerekmediği dikkate alınarak yerel mahkemece davanın reddedilmesi gerekirken kabulüne dair kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır.

SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 27.05.2015 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

BAŞIBOŞ KÖPEĞİN ANİDEN YOLA ÇIKMASI NEDENİYLE MEYDANA GELEN KAZADA KÖPEĞİN YÜZDE YÜZE KUSURLU OLMASI NEDENİYLE SİGORTA ŞİRKETİNİN SORUMLULUĞUNUN BULUNMADIĞI

T.C
YARGITAY

17. Hukuk Dairesi

2016/3908 E. , 2019/2076 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda verilen hükmün duruşmalı olarak temyizen tetkiki davalı vekilince istenmiş olmakla duruşma için tayin edilen 26.2.2019 Salı günü taraflardan gelen olmadı.Temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, 19/05/2014 tarihinde dava dışı …’ın sevk ve idaresindeki aracın, aniden yola fırlayan başıboş köpeğe çarpmamak için direksiyonu kırması ve ardından direksiyon hakimiyetini kaybetmesi ile takla atması neticesinde trafik kazası meydana geldiğini, araçta yolcu olarak bulunan (müvekkilinin çocuğu) …’ın vefat ettiğini, kazada dava dışı …’ın kusurlu olup olmadığı anlaşılmamakta ise de, araçta yolcu olarak bulunan …’a kusur isnadında bulunulamayacağını, aracın davalı …. bünyesinde … ile sigortalı bulunduğunu belirterek şimdilik 3.000,00 TL’nin tahsiline karar verilmesini talep etmiş, yargılama sırasında talebini yükseltmiştir.

Mahkemece, davanın kabulü ile; 41.027,12 TL alacağın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalı taraftan alınarak; davacı tarafa verilmesine, karar verilmiş; hüküm davalı vekilince temyiz edilmiştir.

Dava, trafik kazasından kaynaklanan ölüm nedeniyle maddi(destekten yoksun kalma) tazminat istemine ilişkindir.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 91/1.maddesinde, “işletenlerin, bu Kanunun 85/1 maddesine göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere mali sorumluluk sigortası yaptırmaları zorunludur”, aynı Yasanın 85/1 maddesinde, “bir motorlu aracın işletilmesi bir kimsenin ölümüne veya yararlanmasına yahut bir şeyin zarara uğramasına sebep olursa, araç işletenin bu zarardan sorumlu olacağı” ve 85/son maddesinde ise, “ işleten ve araç işleticisi teşebbüsün sahibi, aracın sürücüsünün veya aracın kullanılmasına katılan yardımcı kişilerin kusurundan kendi kusuru gibi sorumludur.” hükümlerine yer verilmiş, Karayolları Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarının A-1.maddesinde de, “sigortacı bu poliçede tanımlanan motorlu aracın işletilmesi sırasında bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına sebebiyet vermesinden dolayı 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’na göre işletene düşen hukuki sorumluluğu, zorunlu sigorta limitlerine kadar temin eder” düzenlemesi yer almıştır.

Yukarıda açıklanan madde hükümlerinden, zorunlu mali sorumluluk sigortasının; motorlu bir aracın karayolunda işletilmesi sırasında bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına neden olması halinde, o aracı işletenin, zarara uğrayan 3. kişilere karşı olan sorumluluğunu belli limitler dahilinde karşılamayı amaçlayan ve yasaca yapılması zorunlu kılınan bir zarar sigortası türü olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre, davalı … şirketi kazaya karışan sigortalı aracın trafik sigortacısı (…) sıfatıyla, bu aracın “sebebiyet verdiği” trafik kazası sonucunda oluşan zarardan, kendisine sigortalı araç sürücüsünün (kusurlu olması durumunda) kusuru oranında sorumlu olacaktır.

Somut olayda, dosya kapsamında alınan ATK raporunda, sigortalı araç sürücüsünün kusuru olmadığı ve kazanın meydana gelmesinde başıboş köpeğin aniden yola çıkmasının %100 oranında etken olduğu kabul edilmiş olmakla, sigortalı araç sürücüsünün kazada kusursuz olması karşısında, oluşan zarardan mahkemece davalının sorumlu tutulması yönünde karar tesisi yerinde görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle hükmün BOZULMASINA, duruşmada vekille temsil olunmayan davalı yararına vekalet ücreti takdirine yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine 26/02/2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

SÜRÜCÜNÜN KALDIRIMDA BULUNAN YAYANIN YOLA ÇIKABİLECEĞİNİ ÖNGÖREREK HIZINI AZALTMADAN DEVAM ETMESİ- ÜST SINIRDAN CEZA TAYİNİ

T.C
YARGITAY
Ceza Genel Kurulu

2017/861 E. , 2019/248 K.

“İçtihat Metni”

Kararı Veren
Yargıtay Dairesi : 12. Ceza Dairesi
Mahkemesi :Asliye Ceza
Sayısı : 370-1013

Taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçundan sanık …’in TCK’nın 85/1, 62/2 ve 51/1. maddeleri uyarınca 1 yıl 8 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ve ertelemeye ilişkin İzmir 1. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 29.11.2012 tarihli ve 602-1343 sayılı hükmün, sanık müdafisi ve katılanlar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 25.12.2014 tarih ve 29886-26726 sayı ile;

“…a) Sanık sürücü …’in yönetimindeki otomobiliyle 6,3 metre genişliğinde, çift yönlü, kuru, asfalt zeminli yolda olay mahalline geldiğinde, kaplamaya giriş yapan ve o sırada elinden düşen erikleri toplamaya çalışan yaya …’ya aracının sağ ön kısmı ile çarptığı somut olayda, sanığın savunmalarında İzmir istikametinden Urla istikametine gittiği sırada, Bordo Restoran civarında sağ tarafta kaldırımda okul kıyafetli ve eşofmanlı öğrenciler gördüğünü, öğrencilerin dağınık vaziyette yürüdüklerini, hatta şakalaşıp birbirlerini ittiklerini, bunun üzerine öğrencilerden herhangi birisinin aniden yola çıkmasını önlemek amacıyla korna ile ikazda bulunduğunu belirtmesi karşısında, sanığın okul öğrencilerini dağınık şekilde görmesine rağmen zamanında etkin tedbir alabilecek şekilde kontrollü seyretmesi gerekirken buna riayet etmemiş olması nedeniyle asli kusurlu sanık hakkında, ceza tayininde alt sınırdan uzaklaşılması gerekirken, alt sınırdan ceza tayini,

Kabule göre de;

Cezaları ertelenen sanıklar hakkında 5237 sayılı TCK’nın 51/8. maddesi uyarınca denetim süresini iyi hâlli olarak geçirdiği takdirde cezanın infaz edilmiş sayılacağının kararda belirtilmemesi,” isabetsizliklerinden bozulmasına karar verilmiştir.

İzmir 1. Asliye Ceza Mahkemesi ise 30.06.2015 tarih ve 370-1013 sayı ile bozmaya direnerek sanığın önceki hüküm gibi cezalandırılmasına karar vermiştir.

Direnme kararına konu bu hükmün de katılanlar vekili ve Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 12.10.2015 tarihli ve 326907 sayılı “düzelterek onama” istekli tebliğnamesi ile gelen dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 25.02.2016 tarih ve 14731-3090 sayı ile;

“…Yerel Mahkemece, Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 25.12.2014 tarihli ve 2013/29886, 2014/26726 sayılı bozma ilamına yönelik sanık … yönünden direnilmesine karar verildiği…her ne kadar sanık … hakkındaki uyma hükmünü inceleme yetkisi Dairemize ait ise de Ceza Genel Kurulunca karar verildikten sonra Dairemizce inceleme yapılmasının daha yerinde olacağı” gerekçesiyle, öncelikle direnme yönünden inceleme yapılmak üzere, Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya Ceza Genel Kurulunca 07.12.2016 tarih ve 685-931 sayı ile 6763 sayılı Kanun’un 38. maddesi ile 5320 sayılı Kanun’a eklenen geçici 10. madde uyarınca kararına direnilen Daireye gönderilmiş, aynı madde uyarınca inceleme yapan Yargıtay 12. Ceza Dairesince 03.04.2017 tarih ve 151-2662 sayı ile direnme kararının yerinde görülmemesi üzerine Yargıtay Birinci Başkanlığına iade edilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI

Taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçundan sanık Meral Mehtap Akıllıoğlu hakkında kurulan beraat hükmü Özel Dairece düzeltilerek onanmak suretiyle kesinleşmiş, sanık … hakkında bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucunda verilen beraat hükmüne yönelik temyiz istemi Özel Dairece incelenecek olup direnmenin kapsamına göre inceleme sanık … hakkında taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçundan kurulan mahkûmiyet hükmü ile sınırlı olarak yapılmıştır.

Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; TCK’nın 85/1. maddesi gereğince 2 yıldan 6 yıla kadar hapis cezasını gerektiren suçta, temel cezanın 2 yıl olarak tayin edilmesinin isabetli olup olmadığının belirlenmesine ilişkin ise de Yargıtay İç Yönetmeliği’nin 27. maddesi uyarınca öncelikle, aleyhe olan bozma kararına karşı sanığın beyanı alınmadan direnme kararı verilip verilemeyeceğinin değerlendirilmesi gerekmektedir.
İncelenen dosya kapsamından;

Yerel Mahkemece, bozma sonrası yapılan yargılamada, sanığa duruşma günü davetiyesinin çıkarıldığı ancak tebliğ edilemediği ve duruşmaya gelmeyen sanığa aleyhine olan bozma kararına karşı diyecekleri sorulmadan direnme kararı verildiği anlaşılmaktadır.

1412 sayılı CMUK’nın 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca karar tarihi itibarıyla uygulanması gereken 326/2. maddesine göre, hükmün aleyhe bozulması hâlinde davaya yeniden bakacak mahkemece, sanıktan bozmaya karşı diyeceğinin sorulması zorunludur. Aynı kurala 5271 sayılı CMK’nın 307/2. maddesinde de yer verilmiş olup anılan bu Kanun hükümleri uyarınca sanığa, bozmada belirtilen ve aleyhinde sonuç doğurabilecek olan hususlarda beyanda bulunma, kendisini savunma ve bu konudaki delillerini sunma imkânı tanınmalıdır. Bu düzenleme, savunma hakkının sınırlanamayacağı ilkesine dayandığından, uyulmasında zorunluluk bulunan emredici kurallardandır.
Bu itibarla, Yerel Mahkemenin direnme kararına konu hükmünün, aleyhe olan bozmaya karşı sanığın beyanı alınmadan yargılamaya devam edilerek hüküm kurulması isabetsizliğinden sair yönleri incelenmeksizin bozulmasına, dosyanın öncelikle inceleme dışı sanık … hakkındaki beraat hükmüne yönelik temyiz incelemesi yapılması için Özel Daireye gönderilmesi, temyiz incelemesinden sonra da mahalline iadesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tevdi edilmesine karar verilmelidir.

SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle;
1- İzmir 1. Asliye Ceza Mahkemesinin 30.06.2015 tarihli ve 370-1013 sayılı direnme kararına konu hükmünün, aleyhe olan bozmaya karşı sanığın beyanı alınmadan yargılamaya devam edilerek hüküm kurulması isabetsizliğinden sair yönleri incelenmeksizin BOZULMASINA,
2- Dosyanın, öncelikle inceleme dışı sanık … hakkındaki beraat hükmüne yönelik temyiz incelemesi yapılması için Yargıtay 12. Ceza Dairesine gönderilmesi, temyiz incelemesinden sonra da mahalline iadesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 26.03.2019 tarihinde yapılan müzakerede oy birliğiyle karar verildi.

AKŞAM SAATİNDE HIZ SINIRININ ÜZERİNDE ARAÇ KULLANMA- BİLİNÇLİ TAKSİR

T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU

E. 2009/9-185
K. 2009/273
T. 24.11.2009

• TAKSİRLE ÖLÜME SEBEBİYET ( Çift Yönlü Olarak Kullanılan Caddede Akşam Saatinde Hız Sınırının Üzerinde Hızla Seyreden Sanık Birine Çarparak Ölümüne Neden Olduğu – Bilinçli Taksirle Hareket Edildiğinin Kabulü Gerektiği )

• BİLİNÇLİ TAKSİR ( Meydana Gelen Neticenin İstenmemesi Ancak Öngörülmesi Halinde Bilinçli Taksir Söz Konusu Olduğu )

• ÖLENİN KUSURU ( Suçun Taksirle mi Yoksa Bilinçli Taksirle mi İşlendiğinin Tespiti Yönünden Ölenin de Kusurlu Olup Olmamasının Bir Önemi Olmadığı )

• TAKSİR İLE BİLİNÇLİ TAKSİR ARASINDAKİ FARK ( Failin Öngörülebilir Nitelikteki Neticeyi Öngörememesi Bilinçli Taksirde İse Neticeyi Öngörmüş Olması Olduğu – Bilinçli Taksirde Gerçekleşen Sonuç Fail Tarafından Öngörüldüğü Halde İstenmediği )

5237/m.22, 85

ÖZET : Uyuşmazlık, sanığın eyleminin taksirle mi yoksa bilinçli taksirle mi işlendiğinin tespiti noktasında toplanmaktadır. Kural olarak suç kasıt ile işlenebilir. Ancak yasada açıkça gösterilen hallerde suçlar taksir ile de işlenebilir. İstisnai kusurluluk şekli olan taksirde, failin cezalandırılabilmesi için mutlaka yasada açık bir düzenleme bulunması gerekir. Taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt, failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörememesi, bilinçli taksirde ise neticeyi öngörmüş olmasıdır. Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç, fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Somut olayda, çift yönlü olarak kullanılan caddede akşam saatinde hız sınırının üzerinde hızla seyreden sanık, birine çarparak ölümüne neden olmuştur. Sanık, objektif özen sorumluluğuna uygun davranmamış, bu bağlamda hızını azaltmamıştır. Bu durum karşısında, meydana gelen ölüm olayında bilinçli taksirle hareket edildiğinin kabulü gerekir. Suçun taksirle mi yoksa bilinçli taksirle mi işlendiğinin tespiti yönünden ölenin de kusurlu olup olmamasının bir önemi yoktur.

DAVA : Sanık Ali`nin, bilinçli taksirle ölüme neden olmak suçundan 5237 sayılı TCY`nın 85/1, 22/3 ve 62. maddeleri uyarınca 4 yıl 5 ay 10 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, hak mahrumiyetine ve TCY`nın 53/6. maddesine göre ehliyetinin 3 yıl süre ile geri alınmasına ilişkin, Denizli 6. Asliye Ceza Mahkemesi`nce verilen 15.05.2007 gün ve 707-189 sayılı hüküm sanık müdafii tarafından temyiz edilmekle, dosyayı inceleyen Yargıtay 9. Ceza Dairesi`nce 01.04.2009 gün ve 19045-3907 sayı ile;

“… Taşıt ve yaya trafiğinin yoğun olduğu mahalde belirlenen hız ölçülerinin çok üzerinde bir hızla seyir ettiği anlaşılan sanık hakkında bilinçli taksir hükümlerinin uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığından tebliğnamedeki 1 nolu görüşe iştirak edilmemiştir.

Yapılan duruşmaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin soruşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre sanık müdafiinin yerinde görülmeyen sair itirazlarının reddine,

Ancak;

5237 sayılı TCK`nun 53/1. maddesindeki hak yoksunluğunun taksirli suçlarda uygulanamayacağının gözetilmemesi, Kanuna aykırı olup hükmün bu nedenle bozulmasına, bu cihetin yeniden duruşma yapılmaksızın CMUK`nın 322. maddesine göre düzeltilmesi mümkün bulunduğundan, hüküm fıkrasının 4. bendinin sonuna `5237 sayılı TCK`nın 53/1. maddesinde belirtilen hakları anılan maddenin 2. ve 3. fıkrasındaki süreler ile kullanmaktan yoksun bırakılmasına` ilişkin ibarenin hükümden çıkartılması suretiyle sair yönleri usul ve yasaya uygun olan hükmün düzeltilerek onanmasına…” karar verilmiş,

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca 27.08.2009 gün ve 217251 sayı ile;

“… Ceza Hukukunda taksir, `bilinçli taksir` ve `bilinçsiz taksir` olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. 5237 sayılı TCK`nun 22. maddesinin ikinci fıkrasında klasik taksir ( bilinçsiz taksir ), aynı maddenin 3. fıkrasında ise bilinçli taksir düzenleme altına alınmıştır. Bilinçli taksir, hukukumuza ilk kez 08.01.2003 tarih ve 4785 Sayılı Kanunla yapılan değişiklikle 765 sayılı TCK`nun 45. maddesine son fıkra olarak girmiştir.

5237 sayılı TCK`nun 22/3. fıkrasında bilinçli taksirin tanımı yapılmış ve cezanın bu nedenle artırılacağı hükme bağlanmıştır: `Kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi halinde bilinçli taksir vardır; bu halde taksirli suça ilişkin ceza üçte birden yarısına kadar artırılır`. Kanunun tarifinden de anlaşılacağı üzere, bilinçli taksir, fail tarafından neticenin öngörülüp istenmemiş olmasıdır. Başka bir anlatımla, taksirin bu şeklinde neticenin gerçekleşmesini istemeyen fail, hareketin tipe uygun, hukuka aykırı bir sonuca sebep olabileceğini öngörmesine rağmen, hareketine devam ederek zararlı neticeyi meydana getirmektedir. Hukuka aykırı hareketi öngördüğü halde gerçekleşmeyeceğine güvenen ve bu güvenle devam eden failin söz konusu güveninin dayanağı talih, bilgi, kabiliyet, tecrübe vs. gibi çeşitli etkenlerden ileri gelebilir.

Bilinçli ve bilinçsiz taksiri birbirinden ayıran özellik kendini `öngörme` kavramında gösterir. Neticenin öngörülmesinden anlaşılan, neticenin fail tarafından, hareketin yapıldığı zaman ve bu zamandaki şartlara göre tahmin edilebilme sidir. Yukarıda da belirtildiği üzere, öngörülmenin takdirinde failin yaşı, bedeni ve ruhi yapısı, eğitim durumu vs. göz önünde tutulur.

Öğreti ve uygulayıcılar, bilinçli taksir kavramını, bilinçsiz taksirden daha ziyade olası kasttan hareketle izaha çalışılmaktadır.

Bilinçli taksirle neyin anlatılmak istendiğini anlayabilmek için olası kastın anlam ve sınırını göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Olası kast halinde, suçun kanuni tanımındaki maddi unsurların gerçekleşebileceği fail tarafından öngörülmektedir. Kişi işlediği fiilin bazı neticelerin oluşumuna muhtemelen sebebiyet vereceğini öngörmektedir. Başka bir ifadeyle, olası kast halinde, gerçekleşmesi muhtemel addedilen neticelere ilişkin bir kabullenme söz konusudur; kanuni tarife uygun neticenin gerçekleşmesi, olayın seyrine bırakılmaktadır. Kişi, neticenin gerçekleşmesini muhtemel addetmekle birlikte, bunun gerçekleşmemesi için özel bir çaba göstermemektedir. Kanuni tarife uygun neticenin meydana geleceği muhtemel addedilmesine rağmen, fail fiili işlemekten geri kalmamaktadır. Aslında bilinçli taksir halinde de kanuni tarife uygun fiilin işlenmesi muhtemel addedilmektedir. Ancak, bilinçli taksirde, fail neticenin meydana gelmeyeceğine yükümlülüklerine aykırı bir şekilde güven beslemektedir. Bilinçli taksirde, gerçekleşmesi muhtemel addedilen fiilin ( neticenin ) gerçekleşmeyeceğine, kişi yükümlülüklerine aykırı ve özensiz bir şekilde güvenmektedir.

Bilinçli taksirle olası kastın somut olayda birbirinden ayırt edilmesi zordur. Birçok olayda, failin neticeyi öngörmüş olmasının bilinçli taksir mi, yoksa olası kast mı olarak nitelendirileceği sorunu ortaya çıkar. Bilinçli taksirde fail hareketi iradi olarak yapar ve neticenin meydana geleceğini de görür ancak gerçekleşmesini istemez. Bu noktada iradenin neticeyi kapsamadığından söz edilir. Oysa, olası kastta fail neticenin meydana gelmesini göze almıştır.

Bilinçli taksire ilişkin tanım yetersizdir. Çünkü bilinçli taksirde fail, olası kastta olduğu gibi hareketsiz kalmamakta, öngörebildiği sonucu kabullenmemekte, aksine öngördüğü ve istemediği neticenin gerçekleşmemesi için elinden geleni yapmaktadır. Sürücü ise fren yapıp, direksiyonu kırmakta, çarpışmayı veya çarpmayı önlemeye gayret göstermektedir. Tanımda ise, neticeyi önlemeye yönelik çabadan bahsedilmemiş, bu nedenle bilinçli taksirle olası kast birbirine karışmıştır.

Görüldüğü üzere; olası kast ve bilinçli taksir birbirine son derece yakın kavramlardır.

Somut olay incelendiğinde; sanık Ali, sevk ve idaresindeki 2005 model BMW marka hususi aracı ile Denizli il merkezinde, yaya ve araç trafiğinin yoğun olduğu bir caddede, bilirkişi raporuna göre 86,4 – 91,8 km/saat hızla seyir halinde iken, aniden yola çıkan maktûleye çarparak ölümüne sebebiyet vermiştir.

Buradaki hukuki sorun, günlük yaşamda sıkça karşılaşılan, yaya ve taşıt trafiğinin yoğun olduğu yollarda, trafik kurallarının izin verdiği hız limitlerinin çok üzerinde seyretmekte iken ölümlü ya da yaralamalı trafik kazasına sebebiyet veren faillerin, bilinçli taksirle hareket edip etmedikleri noktasındadır.

Yukarıda anlatıları bilgiler ışığında; bir olayda bilinçli taksirin oluştuğunu kabul edebilmek için failin neticeyi öngörmesi ancak öngördüğü neticenin gerçekleşmesini istememesi gerekir.

Olayımızda sanık Ali`nin, şehir içi hız limitinin oldukça üzerinde araç kullandığı yönünde en küçük bir tereddüt bulunmadığı gibi, bunun dışında herhangi bir trafik kuralı ihlali yapmadığı, hızlı seyir sırasında aracın kontrolünü kaybetmediği, kendi şeridinde seyrettiği, kaza tespit tutanağına göre çarpma noktasının sanığın şeridinde bulunduğu, kaza anında alkollü olmadığı, görüş mesafesinin açık olduğu ve maktulün kontrolsüz bir şekilde yola aniden çıktığı konusunda da bir şüphe yoktur.

Görüldüğü üzere, sanık şehir içinde yasal hız sınırının oldukça üzerinde seyretmekte, ancak bunun dışında trafik düzeninin getirdiği kurallara aykırılık teşkil edecek başkaca bir ihlali bulunmamaktadır. Bu şekilde aracını hızlı sevk eden sanık, iradi hareket etme yeteneğine sahip her insan gibi, bu hareketi sonucu bir tehlike doğabileceği konusunda muhtemel bir düşünceye sahiptir. Ancak, muhtemel bir düşünceye sahip olmakla birlikte, kişilik özellikleri, aracın durumu, yol ve hava şartları, yayaların uyması gereken kurallar göz önüne alındığında, yaralamayla ya da ölümle sonuçlanabilecek bir neticenin gerçekleşeceğine dair bir öngörü içerisinde olduğunu kabul etmek hayatın olağan koşulları içerisinde güçtür.

Bu şekilde mücerret hızlı seyir halinde, sanığın neticeyi öngördüğünü ve bilinçli taksirin koşullarının gerçekleştiğini kabul halinde, taksirde en geniş uygulama alanına sahip olması gereken `bilinçsiz taksir`in yerini, olası kastla arasında son derece ince bir çizgi bulunan `bilinçli taksir` alacaktır ki, bu, yasa koyucunun taksirden daha ziyade kast ve gayri muayyen kasttan kaynaklanan birtakım zorunluluklar nedeniyle 2003 yılında gerçekleşen bir değişiklikle Hukukumuza getirdiği bilinçli taksirin konuluş gayesiyle de bağdaşmayacaktır.

Kaldı ki, Yüksek Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 03.12.2008 tarih ve 2008/159 Esas 2008/13197 Karar, 09.06.2009 gün ve 2009/7179 Esas 2009/6905 Karar sayılı ve benzer ilamlarında, aşırı hız yanında kazaya etki eden alkol, kavşaklara yaklaşırken hatalı sollama, ya da aracı yolda tutamayarak kaldırıma çıkma gibi, başkaca bir kural ihlalinin bulunması halinde bilinçli taksirin oluşabileceğini, bizatihi hızlı araç kullanmanın bilinçli taksirin oluşumu için yeterli olmadığını kabul etmiştir.

Yukarıda anlatılan nedenlerle; hız sınırının aşılması dışında başka bir trafik kuralı ihlali yapmaksızın ölümle neticelenen kazaya sebebiyet veren sanık Ali`nin eyleminde bilinçli taksirin koşullarının oluşmaması nedeniyle, ilam aleyhine itiraz yasa yoluna başvurulması gerekmiştir” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurularak özel daire kararının kaldırılarak, yerel mahkeme kararının bozulmasına karar verilmesi isteminde bulunulmuştur.

Dosya, Yargıtay 1. Başkanlığı`na gönderilmekle, Ceza Genel Kurulu`nca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:

KARAR : Özel daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık; sanığın Zübeyde`ye otomobili ile çarparak ölümüne neden olmaktan ibaret eyleminin “taksirle mi” yoksa “bilinçli taksirle mi” işlendiğinin belirlenmesine ilişkindir.

Bunun dışında, olayın oluş şekline ilişkin bir uyuşmazlık ve bu kabulde dosya içeriği itibariyle de herhangi bir isabetsizlik bulunmamaktadır.

İncelenen dosya içeriğinden;

23.06.2006 günü saat 18.45 sıralarında Denizli şehir merkezinde, hızla akmakta olan trafiğin arasından karşıdan karşıya geçmekte olan yaya Zübeyde`nin, Ali yönetimindeki otomobilin süratli bir şekilde çarpması sonucu öldüğü, olaydan hemen sonra trafik polisleri tarafından düzenlenen Trafik Kazası Tespit Tutanağına göre, “kazanın oluşumunda 2918 Sayılı Yasanın 84. maddesinde yer alan yaya kusurlarından kod 2 de düzenlenen yola birden bire çıkma” kuralını ihlal eden Zübeyde`nin asli kusurlu, “aynı yasanın 84. maddesinde kod 52/1A`da düzenlenen araçların hızını kavşaklara, dönemeçlere, tepe üstlerine, yaya geçitlerine, menfezlere, yapı ve onarım alanlarına girerken azaltmama” kuralını ihlal eden sürücünün ise tali kusurlu olduğu; aynı tutanaktan, iki yönlü, asfalt, düz, eğimsiz ve kuru yoldan ibaret olan olay yerinde, yol şerit çizgisi ve yaya kaldırımının bulunduğu, buna karşılık kavşak, trafik lambası, banket, trafik işaret ve levhası, yol çalışması, trafik görevlisi, görüşe engel cisim veya yoldan kaynaklanan herhangi bir sorunun bulunmadığının saptandığı,

Tutanakta, aracın olay sırasındaki hızının belirlenmesine yönelik bir tespitin yer almadığı, buna karşılık çizilen krokide 15 metre uzunluğunda bir fren izinin görüldüğü, aracın ise çarpma noktasının 38 metre ilerisinde durabildiği; yine bu krokiye göre, düz şerit çizgisi ile ortadan ayrılmış olan çift yönlü yolun olayın meydana geldiği bölümünün 6,9 metre, diğer bölümünün ise 5,7 metre genişlikte bulunduğu, yolun her iki tarafında da yaya kaldırımı ve işyerlerinin, çarpma noktasının 20-25 metre ilerisinde ise sağda tali yol girişinin mevcut olduğu,

Hastaneye ölü olarak yetiştirilebilen 55 yaşlarındaki Zübeyde`nin, ölü muayene ve otopsi tutanağına göre, “kafa travmasına bağlı beyin kanaması sonucu solunum ve dolaşım yetmezliğinden” öldüğü, sabıkasız ve 1979 doğumlu olan sanıkta darp cebir izine veya alkole rastlanılmadığı,

Denizli Emniyet Müdürlüğü`nden alınan 17.07.2006 tarihli yazıya göre; sanık hakkında, 03.04.1999 ve 26.12.1999 tarihlerinde de “hız” nedeniyle trafik cezası ve bu eylemlerin her biri için ehliyetine 5 ceza puanı uygulandığı,

Mahkemece 19.01.2007 tarihinde yapılan keşif sonrasında, keşif, gözlem ve tüm dosya kapsamını dikkate alarak 24.01.2007 tarihli raporu hazırlayan Pamukkale Üniversitesi Mühendislik Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü Ulaştırma Ana Bilimdalı Öğretim Görevlisi H.`nin rapora eklediği krokide; “sanığın kullanmakta olduğu otomobil ile kendi yolundan ilerlediği sırada, sağ tarafta tek sıra halinde park etmiş olan araçların yanına ikinci sıra olarak park ettiği anlaşılan bir otomobili solladığı ve bu şekilde yolun tam ortasında her iki yöne giden yolları birbirinden ayıran şerit üzerinden yoluna devam etmeye başladığı, bu şekilde kısa bir süre ilerledikten sonra yolun solundan sağına geçmek üzere ortasına kadar gelmiş bulunan Zübeyde `ye çarptığı, çarpma noktasından itibaren yolun sağına doğru ilerlediği ve çarptıktan yaklaşık 54. metre sonra durduğu, ölenin de çarpma noktasından itibaren 15 metre sürüklendiğinin” gösterildiği, bu oluş raporun oluş senaryosu bölümünde de; “sürücü Ali, …1001 Disco Bar mevkiine geldiğinde, barın önünde ikinci sıra park ya da duraklama halinde olan özel bir otomobili sollamıştır. Bu esnada aynı cadde üzerinde 1001 Disco Barın karşısındaki marketin önündeki kaldırımdan karşı kaldırıma geçmek için yola çıkan Zübeyde`nin yolun ortasına gelmesi ve sürücünün duraklamakta olan özel otomobili sollamasının hemen ardından süratli bir şekilde yolun ortasında bulunan Zübeyde`ye çarpmasıyla ölümlü trafik kazası meydana gelmiştir” şeklinde ifade edildiği, aynı bilirkişi tarafından sanığın kullandığı otomobilin olay sırasındaki hızının, kamera kayıtlarından yola çıkılarak yapılan teknik incelemede 86,4 km., aracın çarpma noktasından sonraki durma mesafesi dikkate alınmak suretiyle yapılan incelemede ise 91.8 km. olarak belirlendiği, raporun sonuç bölümünde ise; “sürücü Ali`nin, 84. maddenin c bendinde yer alan asli kusurlardan `ikiden fazla şeritli yollarda, karşıdan gelen trafiğin kullandığı şerit veya yol bölümüne girme asli kusurunu` olay yerinde azami hız sınırının 50 km. olması nedeniyle, 51. maddede belirtilen `sürücüler aksine bir karar alınıp işaretlenmemişse yönetmelikte belirtilen hız sınırlarını aşmamak zorundadırlar` kuralını ve 52. maddenin a bendinde yer alan `kavşaklara yaklaşırken, dönemeçlere girerken, tepe üstlerine yaklaşırken, dönemeçli yollarda ilerlerken, yaya geçitlerine, hemzemin geçitlere, tünellere, dar köprü ve menfeze yaklaşırken, yapım ve onarım alanlarına girerken, hızlarını azaltmak zorundadırlar` kuralını ihlal ettiğinden kazanın oluşumunda asli kusurludur, kazanın oluşumunda bilinçli taksir olmayıp dikkatsizlik ve tedbirsizlik söz konusudur, yaya Zübeyde ise, 68. maddenin b bendinin 3. fıkrasında yer alan `taşıt yolunun karşı tarafına geçmek isteyen yayaların taşıt yolunu, yaya ve okul geçidi ile kavşak giriş ve çıkışları dışında herhangi bir yerden geçmeleri yasaktır. Yayalar, bu yerlerden geçerken, ışıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı geçitlerde veya kavşaklarda güvenlikleri açısından yaklaşan araçların uzaklık ve hızını göz önüne almak zorundadırlar`” kuralını ihlal ettiğinden dolayı kazanın oluşumunda tali kusurlu olduğu kanaatine varıldığının belirtildiği,

Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesi`nden alınan 16.04.2007 gün ve 2061 sayılı raporda; “…Dosya içeriği ve olay yerini gösteren CD görüntüleri incelendiğinde sanığın olay yerindeki kavşağa süratli biçimde yaklaştığı, yolun sağında park halinde bulunan araçların ve bu araçların solunda yine sağ şerit içinde duran plakası belli olmayan bir otomobilin solundan süratli biçimde geçtiğinde, seyrine göre soldan yeterli kontrolü yapmadan yola girip yolun sağma geçmekte olan yayaya otomobilin sol önüyle çarpmasıyla olayın meydana geldiği, olay sonrası düzenlenen kaza tespit tutanağında, çarpma noktasının, yolun ortasındaki devamlı çizginin sağında, sağ şeritte belirlendiği, çarpma noktasına kadar devam eden 15 metre fren izinin tespit edildiği, çarpmadan sonra otomobilin çarpma noktasının 38 metre ilerisinde sol önünün hasarlanmış vaziyette durduğu, mevcut veriler birlikte dikkate alındığında, meskun mahal ve kavşak olan olay yerinde süratli biçimde seyreden, dolayısıyla tatbik ettiği frende etkisiz kalan sanığın ve mahalle süratli biçimde yaklaşan aracı dikkate almadan yolun karşısına geçmek isteyen yayanın olayda eşdeğerde kusurlarının görüldüğü, olay yerinin evvelinde yolun sağında park halinde bulunan araçların solunda, sağ şerit içinde durmuş olan plakası belli olmayan otomobil sürücüsünün olayın oluş biçimi dikkate alındığında olayda etkenliğinin bulunmadığı; mevcut bulgulara göre, A- Sanık idaresindeki otomobille meskun mahal ve kavşak olan olay yerine hızını mahal şartlarına göre ayarlamadan, süratli biçimde yaklaşmış, soldan yola girip yolun sağına geçmekte olan yayayı gördüğünde, tatbik ettiği frende hızından dolayı etkisiz kalıp neden olduğu olayda, yayayla eşdeğerde kusurlu görülmüştür. B- Ölen yaya olay yerine süratli biçimde tehlike arz edecek tarzda yaklaşan aracı yeterince kontrol etmeden, can emniyetini tehlikeye düşürecek tarzda, tedbirsizce yolun karşısında geçmek istediğinden dolayı olayda sanıkla eşdeğerde kusurlu görülmüştür. C- Olay anında yolun sağındaki araçların solunda, yine sağ şerit içinde duran plakası belli olmayan otomobil sürücüsünün, olayın oluş biçimi dikkate alındığında olayda kusuru görülmemiştir” görüşlerine yer verildiği,

Denizli 2. Sulh Hukuk Mahkemesi` tarafından yapılmış bulunan “kusur belirlenmesine ilişkin” tespit sırasında makine mühendisi bilirkişi Abdullah tarafından verilen 05.07.2006 tarihli raporda; “sürücü Ali açısından yapılan değerlendirmede; meskun saha olması nedeniyle 50 km. hız sınırını aştığı ve yoluna devam ettiği, kavşaklara yaklaşırken hızını kesmediği, düz yol çizgisine rağmen yol ve trafik durumuna göre hareket etmediği, yolun tam ortasında karşıdan karşıya geçmekte olan yayayı görebilecek bir durumda iken yayanın yola birden bire çıkmadığı gözlemlendiğinden, aşırı hız ve trafik kurallarına aykırı şerit değiştirmek suretiyle kazaya sebebiyet verdiği görüldüğünden, Ali`nin 2918 Sayılı Yasanın 84. maddesinde yer alan doğrultu değiştirme manevralarını yanlış yapma, karşı yönden gelen trafiğin kullandığı şeride hızlı ve kontrolsüz girerek 52/1 a maddesini de ihlal ettiğinden kazanın meydana gelmesinde asli ve 6/8 oranında kusurlu olduğu; yaya Zübeyde açısından değerlendirildiğinde; 2918 Sayılı Yasanın yayaları ilgilendiren karşıdan karşıya geçişlerde taşıt yolu üzerinde ve yaya geçidi olmayan yerlerde yolun sağından ve solundan geçmekte olan taşıtların hız vs. durumlarını dikkate alarak geçmesi gerekirken trafik yoğunluğu fazla olan bir yolda dikkatli ve süratli geçmediği anlaşıldığından kazanın oluşumunda tali ve 2/8 oranında kusurlu olduğu “, trafik ekiplerince tanzim olunan krokinin, kaza yeri ve noktasını tam yansıtmadığı, park halindeki araçların bulunduğu yerde fren izi işaretlenmiş olduğu, oysa aracın frenle ilgisinin bulunmadığı, yolun sağında ve solunda park eden araçların dikkate alınmadığı, ifadelere göre de aracın fren yapmadığı, şeklindeki saptamalarda bulunulduğu,

1001 Disco Bar`dan elde edilen güvenlik kamera kayıtlarını ihtiva eden CD`nin, 01.08.2006 tarihli duruşma sırasında izlendiği ve tespitlerin duruşma tutanağına yazıldığı,

Sanık Ali`nin savunmalarında hız sınırlarına uyduğunu ancak yaya olan Zübeyde`nin yola aniden çıkması nedeniyle çarpmayı engelleyemediğini ifade ettiği, aynı zamanda sanığın arkadaşı olan tanık Nazif`in ifadelerinin de savunmayı destekler nitelikte olduğu, tanıklar Özay, Asım, Timuçin ve Abdulkadir`in ise, süratli olan otomobilin, yoldan karşı tarafa geçmek isteyen kadına çok şiddetli bir şekilde çarptığını, fren sesi duymadıklarını söyledikleri,

1001 Disco Bar isimli işyerinin önünde kurulu bulunan güvenlik kamerasından çekildiği ve olayın yaklaşık 1 saniye öncesine ilişkin olan görüntülerden, sanığın kullandığı otomobilin çok hızlı gittiğinin açıkça görülebildiği, anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlığın sağlıklı bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi bakımından taksir ve bilinçli taksir kavramları üzerinde durulması gerekmektedir.

Kural olarak suç, ancak kastla işlenebilir. Ancak, yasada açıkça gösterilen hallerde suçlar taksirle de işlenebilir. 5237 sayılı TCY`nın 22/2. maddesinde taksir; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir” şeklinde tanımlanmıştır.

İstisnai bir kusurluluk şekli olan taksirde, failin cezalandırılabilmesi için mutlaka yasada açık bir düzenleme bulunması gerekmektedir. Taksirli suçlarda da, gerek icrai hareketin gerekse ihmali hareketin iradi olması ve gerçekleşen neticenin öngörülebilir olması gerekmektedir, iradi bir davranış bulunmadığı taktirde taksirden bahsedilemeyeceği gibi öngörülemeyecek bir sonucun gerçekleşmesi halinde de failin taksirli suçtan sorumluluğuna gidilemez.

Buna göre taksirli sorumluluktan bahsedilebilmesi,

Taksirle işlenen bir suçun olması,

Hareketin iradi olması,

Sonucun istenmemesi ancak öngörülebilir olması,

Hareket ile sonuç arasında nedensellik bağının bulunması,

Koşullarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.

Öğretide taksirin hukuki esasının izahı için, hukuka aykırı araçlar kullanma teorisi, öngörebilme teorisi, önleyebilme teorisi, yanılma teorisi şeklinde teoriler bulunmakta ise de, baskın görüş tüm eleştirilere karşın öngörebilme teorisi yönündedir.

Bilinçli taksiri açıklamada yetersiz olduğu ileri sürülen bu teoriye göre, bir kimsenin kendi fiilinin mümkün ve öngörülebilir sonuçlarını hesaplamakta iradi olarak özen göstermemesidir. Buradaki sorun veya zorluk öngörebilmenin kapsamı ve öngörebilmeyi tayinde benimsenmesi gereken ölçüdür. Sonucun öngörülebilirliği, failin içinde bulunduğu, sosyal çevre, mensup olduğu meslek, eğitim durumu, ortak tecrübe, failin kişisel özellikleri dikkate alınarak saptanmalıdır. Yine aynı şekilde burada öngörülebilir sonuç, fiilen meydana gelen sonuç olmayıp, failin yaptığı iradi hareketin neden olabileceği benzer sonuçlardır. Fiilen oluşan sonucun sadece genel olarak öngörülebilir olması taksirin varlığı için yeterli olup, sonucun bütün inceliklerinin öngörülmesine gerek bulunmamaktadır. ( Demirbaş, Timur, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 6. Baskı, sh. 358 vd. )

Sonucun gerçekleşmesinde, mağdurun da taksirli davranışının etkisinin olması halinde, diğer taksirli davranış nedensellik bağını kesmediği sürece bu durum failin taksirli sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gibi taksirin niteliğini de değiştirmez, bu hal ancak 5237 sayılı TCY`nda kusur derecelendirilmesi nedeniyle herhangi bir ceza indirimi söz konusu olmadığından temel cezanın tayininde dikkate alınabilir.

5237 sayılı TCY`da taksir, basit taksir ve bilinçli taksir şeklinde ayrıma tabi tutulmuş, yasanın 22/3. fıkrasında bilinçli taksir; “Kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” şeklinde tanımlanmış, bu halde taksirli suça ilişkin cezanın üçte birden yarıya kadar arttırılacağı öngörülmüştür.

Taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörememesi, bilinçli taksir halinde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır.

Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç, fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Gerçekten neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin tehlike hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin tehlike hali ile bir tutulamaz; neticeyi öngören kimse, ne olursa olsun, bu neticeyi meydana getirecek harekette bulunmamakla yükümlüdür.

Şu durumda; neticenin failce bilinmesi halinde doğrudan kast, öngörülen muhtemel neticenin meydana gelmesine kayıtsız kalınması durumunda olası kast, öngörülen muhtemel neticenin meydana gelmesinin istememesine rağmen objektif özen yükümlülüğüne aykırı hareket edilmek suretiyle neticenin meydana gelmesinin engellenemediği ahvalde bilinçli taksir, öngörülebilir neticenin objektif özen yükümlülüğüne aykırı hareket edilmiş olması nedeniyle öngörülemediği hallerde ise basit taksir söz konusu olacaktır.

Somut olayda; Denizli il merkezinde çift yönlü olarak kullanılan ve akşam saatleri olması itibarıyla da iyice kalabalıklaştığı anlaşılan olay yeri caddede, yasal hız sınırı olan saatte 50 km. ile gidildiğinde bile sorun yaşanabileceği açıkça ortada iken, saatte 86 ila 92 km. arasında bir hızla seyreden sanık, birisine çarparak onun ölümüne neden olabileceğini öngörmüş, ancak şoförlük yeteneklerine, şansına ve yoldan geçen insanların kendilerini araçlardan koruma yönünde dikkatli davranacaklarına güvenmek suretiyle, hiç istemediği neticenin gerçekleşmeyeceği yönünde yanlış bir zan ile hareket etmiştir. Buna karşılık neticenin meydana gelmesini engelleyecek olan objektif özen yükümlülüğüne uygun davranmamış, bu bağlamda hızını azaltmamıştır. Bu nedenle, meydana gelen ölüm olayında bilinçli taksirle hareket ettiğinin kabul edilmesi gerekmektedir. Bunun dışında, suçun “basit taksirle mi”, yoksa “bilinçli taksirle mi” işlendiğinin belirlenmesi açısından, ölenin de kusurlu olup olmamasının hiçbir önemi bulunmamaktadır. Zira kusurun var olup olmadığının veya derecesinin tespiti, hakim tarafından manevi unsur saptandıktan sonra, cezanın belirlenmesi aşamasında yapılması gereken bir işlemdir.

Bu itibarla, özel daire düzelterek onama kararı isabetli bulunduğundan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine ve dosyanın mahalline gönderilmesine karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan bir Genel Kurul üyesi ise; “itirazın kabulü yönünde ” karşı oy kullanmıştır.

SONUÇ : Açıklanan nedenlerle,

1-Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının REDDİNE,

2-Dosyanın, Denizli 6. Asliye Ceza Mahkemesi`ne gönderilmek üzere Yargıtay C.Başsavcılığına TEVDİİNE, 24.11.2009 günü yapılan müzakerede oyçokluğu ile karar verildi.kazanci.com

KOOPERATİF ORTAKLIĞINA DAYALI TAPU İPTALİ VE TESCİL İSTEMİ-DAVA KONUSU TAŞINMAZIN YARGILAMANIN DEVAMI SIRASINDA ÜÇÜNCÜ KİŞİYE DEVREDİLMESİ

T.C
YARGITAY
23. Hukuk Dairesi
2015/994 E. , 2016/3564 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
ASIL VE BİR. DAVALARDA
ASIL DAVADA
BİR. DAVADA

Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasının bozma ilamına uyularak yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı asıl ve birleşen davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde asıl ve birleşen davada davacı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

– K A R A R –

Davacı vekili, müvekkilinin davalı Kooperatifin ortağı olduğunu, kooperatif ortaklığından ihracına ilişkin kararın…ve …, ve …. sayılı kararı ile iptal edildiğini, kur’a ile A blok B girişi 3. kat 7 no’lu dairenin isabet ettiğini, ancak kooperatifin müvekkilini ihraç etme yollarına başvurarak tapuda temlikten kaçındığını önce sürerek, A blok B girişi 3. kat 7 no’lu dairenin tescilini talep ve dava etmiştir.

Davacı vekili birleşen dosyada, müvekkilinin davalı kooperatifin ortağı olduğunu, müvekkiline isabet ede….Hukuk Mahkemesi’ne dava açıldığını, taşınmazın tapuda kayıtlı bulunan kişi aleyhine tapu iptali açılması yönünde kendilerine süre verildiğini ileri sürerek, davalı adına mevcut tapu kaydının iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı Kooperatif vekili, eksik harcın ikmal edilmesini, davacının kooperatif ile ilişkisinin 1982 yılından itibaren kesilmiş bulunduğunu, aidatların ödenmediğini, zamanaşımı nedeniyle davanın reddi gerektiğini, davaya konu edilen dairenin dava dışı kooperatif ortağı …’a ait bulunduğunu, ancak zararını kooperatiften talep edebileceğini, üyelikten ihraç kararının henüz kesinleşmediğini, bekletici mesele sayılması gerektiğini savunarak, davanın reddini istemiştir.

Davalı … vekili, davanın reddini istemiştir.

Dairemizin 07.02.2012 tarihli ilamında “ Dava, kooperatif ortaklığına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Dava konusu taşınmaz yargılamanın devamı sırasında üçüncü kişiye devredilmiş, taşınmazı iktisap eden üçüncü kişi de başkasına devretmiştir. Davacı vekili, mahkemece verilen süreye rağmen davaya, dava konusu taşınmazı iktisap eden kişiye karşı devam etmediği gibi, tapu malikine karşı bir dava da açmamıştır. Tapu malikinin taraf olmadığı bir davada tapunun iptali ve tescile karar verilemez. Mahkemece, davacıya yeniden süre verilerek davaya tapu iptali davası olarak devam etmek istemesi halinde, tapu maliki hakkında da dava açması için süre verilmesi, tapu malikine karşı dava açılması halinde her iki davanın birleştirilerek, davacı lehine tapu iptali koşullarının oluşup oluşmadığının belirlenerek bir karar verilmesi, davacının davasını daire karşılığı tazminat davası olarak sürdürmek istemesi halinde; tazminata karar karar verilmesi gerekir.
Yargıtayın yerleşik uygulamalarına göre tazminatın hesaplanma ilkesi aşağıdaki şekilde formüle edilmiştir.
a-Önce ortaklara tahsis edilen konutun dava değeri itibariyle rayiç değeri hesaplanmalıdır.

b-Davalı kooperatife normal ödentilerini gerçekleştiren bir ortağın ödemelerinin ödeme yaptıkları tarihler itibariyle toplam ödemeleri dava tarihine kadar ( toptan eşya fiyat endeksi ” TEFE” artış ortalama rakamları esas alınarak) taşınarak güncel değeri bulunmalıdır.

c-Bundan sonra yukarıda (a) maddesinde bulunan değerden (b) maddesinde bulunan değer çıkarılarak kooperatife normal ödeme yapan bir ortağın bu ödemelerine karşı ne miktarda yararlanma elde ettikleri ortaya çıkarılmalıdır.

d- Bunu takiben davacı eksik ödeme yapan ortağın ödentileri (b) maddesindeki ilkelere göre dava tarihine taşınarak eksik ödeme miktarı güncelleştirilmelidir.

e- Bu hesaplamalardan sonra normal ödentilerini gerçekleştiren bir ortağın yukarıda (b) maddesinde bulunan ödemelerinin güncel değerinin karşılığı yine yukarıda (c) maddesinde bulunan bir yararlanmayı sağladığına göre davacının (d) maddesinde eksik ödemelerinin güncel değerinin ne miktarda yararlanması gerektiği orantı kurallarına göre belirlenmelidir. Yani sonuç olarak (d) maddesinde bulunan miktar (c ) maddesinde bulunan değerle çarpıldıktan sonra bulunan rakamın (b) maddesinde bulunan miktara bölünmesi sonucu bulunacak miktarın (d ) maddesinde bulunan davacı ödemelerinin güncel değerinin ilave edilmesi sonucu bulunacak miktar davacı ortağın davalı kooperatiften talep etmesi mümkün olan zarar tutarıdır.

Bu hususlar dikkate alınarak yapılacak inceleme sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, tapu malikinin taraf olmadığı bir davada tapu iptali ve tescil kararı verilmesi doğru değildir. “ gerekçesiyle bozulmasına karar verilmiştir.

Mahkemece, iddia, savunma, bozma ilamı ve bilirkişi raporuna göre, dava konusu taşınmazın yargılamanın devamı sırasında üçüncü kişiye devredildiği, taşınmazı iktisap eden üçüncü kişinin de davalı …’a devrettiği, kooperatif adına kayıtlı bir taşınmaz ve kooperatif hissesi bulunmadığından davalının pasif husumet ehliyetinin kalmadığı, davaya taşınmazı iktisap eden kişiye karşı devam edilmesi veya davanın kooperatife karşı daire karşılığı tazminat davası olarak sürdürülmesi gerektiği, ancak davacının bu yöndeki tercih hakkını kullanmadığı gerekçesiyle, asıl davada davalı kooperatif yönünden davanın pasif husumet nedeniyle reddine, birleşen davada açılan tapu iptali ve tescil davasında, …’ın taşınmazı ferdileşmeye geçirildikten sonra … 01.09.2009 tarihinde satın aldığı, davacı ile davalı kooperatif arasındaki hukuki ilişkide üçüncü kişi konumunda olduğu, aralarında hukuki ilişkiyi bildiği ve kötü niyetli olduğunun iddia ve ispat edilemediği, tapuda bedelini ödeyerek satış şeklinde işlemin gerçekleştirildiği, davacının davalı kooperatife aidat borcunun bulunduğu, bu borç ödenmeden de tescil istenemeyeceği, davacının yapması gerekenin bozma ilamında işaret edildiği üzere davasını daire karşılığı tazminat davası olarak sürdürmek yönünde olmasının gerektiği, tapu iptali ve tescil davasının yasal şartlarının oluşmadığı gerekçesiyle birleşen davanın reddine karar verilmiştir.
Kararı, asıl ve birleşen davadava davacı vekili, temyiz etmiştir.

1) Davacı yanca açılan … sayılı birleşen dosyasında taşınmazın devredildiği … aleyhine tapu iptal ve tescil isteminde bulunulmuştur. Ne var ki temyiz incelemesine konu kararda, birleşen dava hakkında olumlu ve olumsuz herhangi bir hüküm tesis edilmemiştir.

Bu itibarla, birleşen dava hakkında bir hüküm tesis edilmesi için, hükmün bozulması gerekmiştir.
2) Bozma nedenine göre, asıl ve birleşen davada davacı vekilinin temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine gerek görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, hükmün BOZULMASINA, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, asıl ve birleşen davda davacı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 13.06.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

TRAFİK KAZASI NEDENİYLE YARALANAN KÜÇÜĞÜN ANNE BABASININ DUYDUĞU ELEM VE IZDIRAP NEDENİYLE MANEVİ TAZMİNAT

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi

2015/994 E. , 2017/8503 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davacılar vekili, davalı … vekili ve davalı … tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacılar vekili, müvekkili . …’nin, 30/01/2011 tarihinde dava dışı …’ın sevk ve idaresindeki motosiklette yolcu konumunda iken, davalı … idaresindeki resmi araçla çarpışmaları sonucu müvekkilinin yaralandığını, bir takım ameliyatlar geçirdiğini, ayağının sakat kaldığını, müvekkillerinden … ve …’in kazada yaralanan ve kalıcı olarak sakatlanan …’nin anne ve babası olduğunu belirterek … için 100.000,00 TL, … ve … için 25.000,00’er TL olmak üzere 150.000,00 TL manevi tazminatın davalılardan …Bakanlığı ve …’tan müteselsilen alınmasına, 10.000,00 TL maddi tazminatın fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak koşulu ile tüm davalılardan ortaklaşa ve zincirleme alınmasına karar verilmesini talep etmiş, yargılama sırasında maddi tazminat talebini 88.459,58 TL’ye yükseltmiştir.

Davalılar vekilleri, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece,davacılardan … ve …’in manevi tazminat davasının reddine, davacı …‘nin manevi tazminat davasının kısmen kabulü ile,20.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihi olan 30/01/2011 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan …Bakanlığı ve …’dan alınarak davacıya ödenmesine, davacılardan …’nin davalılar … Bakanlığı, …, aleyhine açmış oldukları maddi tazminat davasının kabulü ile, 88.459,58 TL maddi tazminatın davalılardan …Bakanlığı ve … yönünden olay tarihi olan 30/01/2011 tarihinden, davalılar … … A.Ş ve … … A.Ş’den ise dava tarihi olan 07/05/2012 itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte ve davalı … şirketlerinin sorumluluğunun … limitleri ile sınırlı olmak üzere her dört davalıdan müteselsilen alınarak davacıya ödenmesine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili, davalı … vekili ve davalı … tarafından temyiz edilmiştir.

1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere göre davalı … vekili ile davalı …’ın tüm, davacılar vekilinin aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan ve yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.

2-Dava trafik kazası nedeniyle talep edilen maddi ve manevi tazminata ilişkindir.

Somut olayda davacıların oğlu olan ve kaza tarihinde 17 yaşında bulunan … kazada yaralanmış, sağ dizinde hareket kısıtlılığı oluşmuş ve %14,3 oranında malul kalmış olup dosya içeriğinden halen aksayarak yürüdüğü anlaşılmaktadır.

Mağdur küçüğün yukarıda açıklanan şekilde yaralanarak sakat kalması ve olayın oluş şekli itibariyle anne ve baba olan davacıların olayda üzülüp acı ve elem duyması kaçınılmazdır. O halde, davacı anne ve babanın manevi zararların kısmen de olsa giderilmesi amacıyla tarafların sosyal ve ekonomik durumları ile birlikte olayın meydana geliş şekli, yaralanmanın şekli ve derecesi de göz önünde tutularak davacı anne ve baba için olay tarihindeki paranın alım gücüne uygun düşecek şekilde hak ve nesafet kuralları çerçevesinde uygun miktarda manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken anne ve babanın manevi tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi isabetli değildir.

3-Bozma neden ve şekline göre davacılar vekili ile davalı … vekilinin vekalet ücretine yönelik temyiz nedenlerinin incelenmesine bu aşamada gerek görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davalı … vekilinin ve davalı …’ın tüm, davacılar vekilinin sair temyiz itirazlarının REDDİNE, (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA,(3) nolu bentte açıklanan nedenlerle,davalı … ve davacılar vekilinin vekalet ücretine yönelik bulunan temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, aşağıda dökümü yazılı 7.037,87 TL kalan onama harcının temyiz eden davalı …’dan alınmasına, 492 sayılı Harçlar Yasasının 13/J maddesi uyarınca davalı …’ndan harç alınmamasına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine 3.10.2017 gününde oybirliğiyle karar verildi.

REŞİT OLMAYAN KÜÇÜĞÜN SEBEBİYET VERDİĞİ ÖLÜMLÜ TRAFİK KAZASI

T.C.

YARGITAY

17. HUKUK DAİRESİ

Esas: 2015/19195, Karar: 2018/11539

ÖZET : Dava reşit olmayan küçüğün sebebiyet verdiği ölümlü trafik kazası(haksız fiili) nedeniyle ölenin yakınlarının maddi ve manevi tazminat taleplerine ilişkindir. Reşit olmayan küçüğün haksız eylemi nedeniyle açılan davanın Aile Mahkemesinde görülebilmesi için davanın 4721 Sayılı TMK’nun 369.maddesine dayalı olarak açılması gerekmektedir. Dosyada ise; dava dilekçesinde davalı diğer davalının kanuni temsilcisi sıfatıyla hasım gösterilmiş olup, davanın 4721 Sayılı TMK’nun 369. maddesine dayalı olarak açıldığı açıkça belirtilmemiştir.

Somut olayda taraflar arasındaki uyuşmazlık aile hukukundan kaynaklanmadığından, yargılama Aile Mahkemesi’nin görevine girmemektedir. Mahkemece davaya asliye hukuk mahkemesinde bakılmak üzere görevsizlik kararı verilmesi gerekirken, işin esasıyla ilgili hüküm tesisi hatalı olup, kararın bozulması gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki, ölümlü trafik kazası nedeniyle maddi ve manevi tazminat davası üzerine yapılan yargılama sonunda, kararda yazılı nedenlerle, davalı aleyhine açılan davanın husumet yönünden reddine, davacılar tarafından açılan maddi tazminat davalarının kabulüne, davacılar tarafından açılan maddi tazminat davalarının reddine, davacılar tarafından açılan manevi tazminat davalarının kısmen kabulüne ilişkin verilen hüküm, tarafından süresi içinde davacılar ve davalılar vekilleri tarafından temyiz edilmekle dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR : Davacılar vekili dava dilekçesinde 16.05.2010 tarihinde davalının davalı babası adına kayıtlı olan ve kendisinin sevk ve idaresindeki araç ile seyir halindeyken hakimiyetini kaybederek,ehliyetsiz ve tecrübesizliğin neden olduğu korku ve panik sonucunda geçirdiği trafik kazası neticesinde araç içerisinde bulunan…’ün vefat ettiğini, davalı hakkında Çocuk Mahkemesinde ceza davası açıldığını, davalının Borçlar Kanununun 41 vd. maddeleri, diğer davalının ise işleten sıfatıyla sorumluluğunun bulunduğunu, kazada vefat eden

… davacıların çocukları, diğer davalıların ise kardeşleri olduğunu,…’ün ölümüyle desteğinden yoksun kaldıklarını, davacıların oğulları ve kardeşlerinin ölümü nedeniyle zor günler geçirdiklerini, psikolojik tedavi gördüklerini, hayatla bağlarının koptuğunu beyanla;fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla davacıların her biri için 1.000,00’er TL maddi,25.000,00’er TL manevi tazminat olmak üzere toplam 104.000,00TL tazminatın olay tarihinden işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan müteselsilen ve müştereken tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalılar Metin duruşmadaki beyanlarında açılan davayı kabul etmediğini, … olaydan dolayı pişman olduğunu, hala olayın üzüntüsü içinde olduğunu beyan etmişlerdir.

Davanın açıldığı 2.Asliye Hukuk Mahkemesi haksız fiile sebep olan reşit olmayıp velayet altında olduğundan, davanın velayeti birlikte kullanan anne ve babaya yöneltilmesi, bu düzenlemeler TMK’nun Aile hukukunu düzenleyen 2.kitabında yer aldığından bu davalara bakma görevi aile mahkemesine ait olduğundan görevsizlik kararı vermiş, dosya 2.Aile Mahkemesine tevzi edilmiştir.

2.Aile Mahkemesince; iddia, savunma, yapılan yargılama ve toplanan delillere göre;davalı aleyhine açılan davanın husumet yönünden reddine, davacılar tarafından açılan maddi tazminat davalarının kabulü ile; davacıların her biri için 1.000,00’er TL toplamı 2.000,00TL maddi tazminatın 16.05.2010 tarihinden işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müteselsilen ve müştereken tahsiline, davacılar tarafından açılan maddi tazminat davalarının reddine, davacılar tarafından açılan manevi tazminat davalarının kısmen kabulüyle 20.000,00’er TL den toplam 40.000,00TL manevi tazminatın 16.05.2010 tarihinden işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müteselsilen ve müştereken tahsiline,davacılar tarafından açılan manevi tazminat davalarının kısmen kabulü ile;10.000,00’er TL’ndan topam 20.000,00TL manevi tazminatın 16.05.2010 tarihinden işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müteselsilen ve müştereken tahsiline, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiş hüküm,davacılar ve davalılar vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.

Dava reşit olmayan küçüğün sebebiyet verdiği ölümlü trafik kazası(haksız fiili) nedeniyle ölenin yakınlarının maddi ve manevi tazminat taleplerine ilişkindir.

1-)4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “Sorumluluk” başlığını taşıyan 369. maddesinde;“Ev başkanı, ev halkından olan küçüğün, kısıtlının, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı bulunan kişinin verdiği zarardan, alışılmış şekilde durum ve koşulların gerektirdiği dikkatle onu gözetim altında bulundurduğunu veya bu dikkat ve özeni gösterseydi dahi zararın meydana gelmesini engelleyemeyeceğini ispat etmedikçe sorumludur.” hükmü yer almaktadır.

Konuya ilişkin Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2008/4-153 Esas,2008/139 Karar sayılı kararında;”…Ev başkanı, ev halkından akıl hastalığı veya akıl zayıflığı bulunanların kendilerini ya da başkalarını tehlikeye veya zarara düşürmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür. Buna göre ev başkanı ev halkından olan küçüğün, kısıtlının, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı bulunan kişinin verdiği zarardan, alışılmış şekilde durum ve koşulların gerektirdiği dikkatle onu gözetim altında bulundurduğunu veya bu dikkat ve özeni gösterseydi dahi zararın meydana gelmesini engelleyemeyeceğini ispat etmedikçe sorumludur.

Maddenin açık ifadesinden de anlaşıldığı gibi, üçüncü kişilere verdikleri zararla ev başkanını sorumluluk altına sokanlar;küçük, kısıtlı ve akıl hastalığı veya akıl zayıflığı olan kimselerdir. Eş söyleyişle, ev başkanının MK.369/1’den doğan bu sorumluluğu, her şeyden önce şahıs itibariyle sınırlı olup, sadece küçük ve kısıtlıların haksız davranışları ile başkalarına verdikleri zararlardan sorumludur.Ev başkanlığı kurumuyla güdülen asıl amaç, gözetime muhtaç aile üyelerine karşı zarara uğramış olan üçüncü kişileri de korumaktır. Yani ev başkanlığı yalnız yetkiler veren bir kurum olmayıp, aynı zamanda görev ve sorumluluklar da yükleyen bir kurumdur.

Tüm bu açıklamalar göstermektedir ki, ev başkanının sorumluluğu yasal dayanağını Türk Medeni Kanunu’nun Aile Hukukunu düzenleyen ikinci kitabında yer alan 369.maddeden almakta; aynı zamanda hukuksal nitelikçe de aile hukuku hükümleriyle sıkı sıkıya bağlantılı bulunmaktadır.

Aile mahkemelerinin kuruluşu, görevi ve yargılama usulleri; 4787 Sayılı “Aile Mahkemesi’nin Kuruluş Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanun” ile düzenlenmiş ve Kanunun 1.maddesinde “Amaç ve Kapsam” başlığı altında;“Bu Kanunun amacı, aile mahkemelerinin kuruluş, görev ve yargılama usullerini düzenlemektir.

Bu Kanun, aile hukukundan doğan dava ve işleri görmek üzere kurulan aile mahkemelerine dair hükümleri kapsar.” hükmüne; yine 4.maddesinde de “Aile Mahkemelerinin Görevleri” başlığı altında; “Aile mahkemeleri, aşağıdaki dava ve işleri görürler:

1.22/11/2001 tarihli ve 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun (Ek ibare: 14/04/2004-5133 S.K. 2.mad.) Üçüncü Kısım hariç olmak üzere İkinci Kitabı ile 03/12/2001 tarihli ve 4722 Sayılı Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanuna göre aile hukukundan doğan dava ve işler, 2.20/05/1982 tarihli ve 2675 Sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanuna göre aile hukukuna ilişkin yabancı mahkeme kararlarının tanıma ve tenfizi,

3.Kanunlarla verilen diğer görevler.” düzenlemesine yer verilmiştir.

Maddede hariç tutulan Üçüncü kısım ise Kanunun 396 ilâ 494 maddelerini içermektedir.

Diğer taraftan, 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun hükümleri arasında 4721 Sayılı Kanun’un 369.maddesine dayalı davaların Aile Mahkemelerinde görülmesini ve yukarıda açıklanan yasal hükümlerin uygulanmasını engelleyen ayrık bir düzenleme de bulunmamaktadır. Hal böyle olunca; 4721 Sayılı Kanun’un 369.maddesi, Kanunun ikinci kitabının ikinci kısmında yer almakla, bu maddeye dayalı aile hukukundan doğan uyuşmazlıkların çözümü de “Aile Mahkemeleri”nin görev alanına girmektedir…” denilmektedir.

Yukarıda anılan karar uyarınca;reşit olmayan küçüğün haksız eylemi nedeniyle açılan davanın Aile Mahkemesinde görülebilmesi için davanın 4721 Sayılı TMK’nun 369.maddesine dayalı olarak açılması gerekmektedir.

Eldeki dosyada ise; dava dilekçesinde davalı diğer davalının kanuni temsilcisi sıfatıyla hasım gösterilmiş olup, davanın 4721 Sayılı TMK’nun 369. maddesine dayalı olarak açıldığı dilekçede açıkça belirtilmemiştir. Dairemizin 16.10.2017 tarih ve 2015/3364 Esas, 2017/9080 Karar sayılı ilamında da davalı küçüğe velayeten anne babasına husumet yöneltildiğinin belirtilmiş olması karşısında, davada asliye hukuk mahkemesinin mahkemenin görevli olduğu hükme bağlanmıştır.

Görev konusu kamu düzeni ile doğrudan bağlantılı olup, taraflar.3.1995 gün ve 1994/14 – 855 E, 1995/242 K. sayılı ilamı; Prof. Dr. …, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 2001 Baskı, Cilt 5, sayfa 4786-4791 vd.) Verilen bilgiler ışığında; somut olayda taraflar arasındaki uyuşmazlık aile hukukundan kaynaklanmadığından, yargılama Aile Mahkemesi’nin görevine girmemektedir.Mahkemece davaya asliye hukuk mahkemesinde bakılmak üzere görevsizlik kararı verilmesi gerekirken, işin esasıyla ilgili yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.

2-)Bozma nedenine göre, davacılar ve davalılar vekillerinin temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle hükmün BOZULMASINA,(2) bentte açıklanan nedenle davacılar ve davalılar vekillerinin temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan temyiz harcının davacılar ve davalılara geri verilmesine, 29.11.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

KREDİ SÖZLEŞMESİ UYARINCA ÖDENEN MASRAF, VERGİ VE SAİR KESİNTİLERİN TAHSİLİ

T.C
YARGITAY
11. Hukuk Dairesi

2018/1725 E. , 2019/2260 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
(ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ SIFATIYLA)

TÜRK MİLLETİ ADINA

Taraflar arasında görülen davada Ergani 1. Asliye Hukuk Mahkemesince bozmaya uyularak verilen 13/10/2017 tarih ve 2017/57-2017/737 sayılı kararın Yargıtayca incelenmesinin davalı vekili tarafından istenildiği ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Davacı vekili, davacı müvekkil tarafından çekilen krediler nedeniyle müvekkil ile herhangi bir anlaşma ve görüşme yapılmadan ve müvekkilinin muvafakati alınmadan kredi tahsis ve değerlendirme ücreti ile BSMV’sinin alındığını, davacı müvekkil tarafından son 10 yılda çekilen kredilerin tamamından bu şekilde haksız ve hukuka aykırı kredi tahsis ve değerlendirme ücreti ile BSMV’sinin alındığını, çekilen her kredi ile ilgili kredi tahsis ve değerlendirme ücretinin alınmasının usul ve yasaya aykırı olduğunu ve tamamen kötüniyetli olduğunu haksız bir şekilde müvekkilinden tahsil edilen 5.770 TL’nin yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalıya usulüne uygun olarak dava dilekçesi ve duruşma günü tebliğ edilmiş, davalı duruşmaya gelmemiş, davaya karşı da herhangi bir cevap vermemiştir.

Mahkemece, iddia, savunma, toplanan deliller, tüm dosya kapsamı ve uyulan bozma ilamı gereğince; Y… K. Bankası kayıtlarında bireysel müşteri olarak değil, gerçek kişilerin ticari işletmesi olarak kayıtlı olduğu ve davacının 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu ve ilgili mevzuat kapsamında “tacir” olduğu, davacının 01/01/2010-29/01/2016 tarihleri arasında hesabından, 22/03/2011 tarihinde kullandırılan 18.000 TL tutarındaki tüketici kredisi nedeniyle davacıdan aynı tarihte 220,00 TL komisyon, 11,00 TL BSMV, 119,30 TL hayat sigortası primi, 79,00 TL Meşe Temel Bankacılık Paketi Ücreti tahsil edildiği, 22/08/2013 tarihinde kullandırılan 60.000 TL tutarındaki tüketici/konut kredisi nedeniyle davacıdan aynı tarihte 100 TL konut kredisi-kredi açılış ücreti, 650 TL ekspertiz ücreti, 250 TL ipotek tesis ücreti, 89 TL Çınar Mortgage Paket Ücreti, BSMV ve 109,74 TL sigorta pirimi tahsil edildiği, bu iki kredi dışında davacıya tüketici kredisi adı altında kullandırılan herhangi bir kredi bulunmadığı, davalı banka tarafından davacıya kullandırılan ticari krediler nedeniyle davacıdan 6.253,25 TL kredi tahsis ve değerlendirme ücreti, BSMV, 367,50 TL ipotek tesis ücreti, 231,76 TL dask poliçe primi, 42,00 TL çek karnesi komisyonu, ve 892,50 TL ekspertiz komisyonu tahsil edildiği , bankanın kredi tahsisi sebebiyle herhangi bir masrafa katlanmadığı halde, herhangi bir yasal dayanağı olmayan söz konusu ücretleri davacının kredi hesabından kesmiş olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.

Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir.

Dava kredi sözleşmesi uyarınca ödenen masraf, vergi ve sair kesintilerin tahsili istemine ilişkindir. Taraflar arasında değişik tarihlerde birden çok kredi sözleşmesi yapılmıştır. Öncelikle sözleşmelerin hangi tarihlerde yapıldığının tek tek tespiti ile 6098 sayılı Borçlar Kanunu öncesi düzenlenen kredi sözleşmeleri belirlenerek, bunlardan alınan masraf, BSMV vs. kesintilerle oranlarının sözleşmede belirlenip belirlenmediğinin saptaması, belirlenmiş ise bu oranlar, belirlenmemişse benzer nitelikteki kredi sözleşmelerine diğer bankalar tarafından uygulanan oranlar üzerinden davalının alabileceği bir ücretin bulunup bulunmadığı tespit edilmelidir.

6098 sayılı Borçlar Kanunu sonrası imzalanan kredi sözleşmelerinde Türk Borçlar Kanunu 20. maddeleri uyarınca genel işlem koşulları bakımından değerlendirme yapılması ayrıca 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 144. maddesi kapsamında, Bakanlar Kurulu’nun 16.10.2006 tarih ve 2006/11188 sayılı kararına istinaden Merkez Bankası’nın 2006/1 sayılı Tebliği’nin göz önüne alınarak davacının isteyeceği masraflar, vergi ve sair kesintilerin saptanması ve gerekirse bilirkişiden rapor alınarak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yanlış değerlendirme ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru olmamış, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle kararın BOZULMASINA, ödediği peşin temyiz harcının isteği halinde temyiz edene iadesine, 25/03/2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

DOĞALGAZ ABONELİĞİ İÇİN SÖZLEŞME KURULURKEN TAHSİL EDİLEN DEPOZİTONUN (GÜVENCE BEDELİ) FAİZİYLE BİRLİKTE İADESİ GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY

3. Hukuk Dairesi

2019/1804 E. , 2019/6325 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :TÜKETİCİ MAHKEMESİ

Taraflar arasındaki Satıcının Hakem Kurulu Kararına itirazı davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın kısmen kabulüne yönelik olarak verilen hükme karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından kanun yararına temyiz yoluna başvurulmakla, dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı vekili dilekçesinde; davalının 1995 yılında müvekkil şirkete abone olduğu dairesini kiraya verdiğini, kiracısının doğalgaz kullanabilmek için yeniden abone olmasının zorunlu tutulması üzerine davalının, 1995 yılında abone olurken kendisinden istenilen güvence bedeli ve proje onay ücretinin iadesi için …Kaymakamlığı Tüketici Sorunları Hakem Heyeti Başkanlığına yapılan başvuru sonucunda, talebin güvence bedeli yönünden kabulü ile 900 TL’nin iadesine dair verilen 29.08.2016 tarih ve 2016/14577 sayılı kararın iptalini, talep etmiştir.
Mahkemece itirazın kısmen kabulü ile; “Tüketici talebinin, güvence bedeli yönünden 479 TL’nin tüketiciye iadesine …” şeklinde hüküm kısmının düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 12.03.2019 tarih ve 2019/16324 sayılı yazıları ile; davalı adına 1995 yılında abonelik tesis edilirken alınan 900.000,00 TL güvence bedelinin iadesinin, EPDK.nın 28.11.2011 tarihli ve 3603 sayılı kararının 6. maddesinde yer alan düzenlemenin, 05.03.2003 tarihinden sonra alınan güvence bedellerine ilişkin olması nedeniyle, anılan düzenleme kapsamı dışında kaldığı, olayda sebepsiz zenginleşmeye dayalı ödenen bedelin iadesi talebinin söz konusu olduğu, mahkemece güncelleme kriteri olarak doğalgaz firmasının iade talebi anındaki yeni abonelerden tahsil ettiği güvence bedeli baz alınarak karar verilmiş ise de; 20 yılı aşkın süre geçmiş olduğu ve bu nedenle alınan güvence bedelinin denkleştirici adalet ilkesine göre dava tarihi itibariyle (çeşitli ekonomik etkenlerin ÜFE-TÜFE artış oranları altın ve döviz kurlarındaki artışlar memur maaş ve işçi ücretlerindeki artışlar ve benzeri ekonomik göstergelerin ortalamaları alınmak sureti ile ) ulaşacağı alım gücü tespit edilerek, bu bedele hükmedilmesi gerektiği belirtilerek, hükmün HMK’nın 363/1. maddesi uyarınca kanun yararına bozulması talep edilmiştir.

Somut olayda taraflar arasında imzalanan 18/09/1995 tarihli Doğalgaz Abonman Sözleşmesi üzerince davalıdan 900.000,00 TL güvence bedelinin alındığı, ancak davalının sadece sözleşmenin ilk sayfasında imzasının bulunduğu, sözleşmenin eki olduğu belirtilen ve sözleşme şartlarını içeren diğer sayfalarda imzasının olmadığı, bu nedenle bu bedelin faizsiz iadesine ilişkin sözleşme hükmünün uygulanamayacağı, EPDK’nın 28.01.2011 tarihli ve 3603 sayılı kararının güvence bedelinin güncellenerek iadesine ilişkin 6. Maddesinin ise 05.03.2003 tarihinden sonra alınan güvence bedellerine ilişkin olması nedeniyle bu düzenleme kapsamında da kalmadığı anlaşılmıştır.
Bu durum karşısında, sözleşme başlangıcında davalı aboneden alınan bedelin amacı ve fonksiyonun davalı doğalgaz dağıtım şirketinin alacaklarına karşı güvence teşkil etmesi olduğu, bunun dışında bir sermaye veya kredi işlevi görme amacı olmadığı, güvence bedelinden herhangi bir şekilde ekonomik fayda sağlamasının sözleşmenin amacını aşacağı, davacının bu bedelin değerini artırma yükümlülüğü olmasa da kendisine teminat olarak bırakıldığından, enflasyon karşısında değerini kaybetmemesi için MK 2. maddesinde iyi niyet kuralları çerçevesinde gerekli önlemleri alması gerektiği, gözönünde bulundurulmalıdır.
Paranın değerinin en azından sabit kalması için uygulamada döviz veya altın alma ya da parayı bir banka hesabına yatırma yoluna gidilmekte ise de, kurların tespitinin ayrı bir işlem gerektirmesi ve kaydi işlemlerinin yapılamamasından dolayı alınabilecek önlemler içerisinde en kolay yol ortalama faiz getirecek bir banka hesabına yatırılmasıdır. Güvence bedelinden elde edilecek faiz geliri bu bedele dahil olacaktır. Bununla teminatın değeri artacağından, her iki tarafın da menfaati korunmuş olacaktır.
Bu durumda mahkemece, davalının sözleşmenin başında vermiş olduğu güvence bedelinin ortalama faiz getiren bir banka hesabına yatırılması gereken tarihten itibaren hesaplanacak faizi ile bulunacak miktarın hüküm altına alınması gerekirken, yazılı şekilde hüküm tesis edilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının Hukuk Muhakemeleri Kanununu 363. Maddesine dayalı kanun yararına bozma isteminin kabulü ile, hükmün sonuca etkili olmamak üzere BOZULMASINA ve gereği yapılmak üzere kararın bir örneği ile dosyanın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmesine, 08.07.2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

ANAYASA MAHKEMESİNİN MÜLKİYET HAKKI İHLALİNE İLİŞKİN KARAR

Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümü, 17/11/2021 tarihli ve 2019/1594 başvuru numaralı ODS Medikal başvurusunda, mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verdi.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
 
 
BİRİNCİ BÖLÜM
 
KARAR
 
ODS MEDİKAL TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ. BAŞVURUSU
(Başvuru Numarası: 2019/1594)
 
Karar Tarihi: 17/11/2021
 
BİRİNCİ BÖLÜM
 
KARAR
 

Başkan : Hasan Tahsin GÖKCAN
Üyeler : Hicabi DURSUN
    Muammer TOPAL
    Recai AKYEL
    Selahaddin MENTEŞ
Raportör : M. Emin ŞAHİNER
Başvurucu : ODS Medikal Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti.
Vekili : Av. Fatih Selim YURDAKUL

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, bir kamu kurumu aleyhine başlatılan icra takibinde alacağın ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 14/1/2019 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:

8. Başvurucu Şirket, medikal sıhhi araç ve gereç satım işiyle iştigal etmektedir.

9. Başvurucu Şirket, farklı tarihlerde Hacettepe Üniversitesine (Üniversite) 103.381,29 TL tutarında tıbbi araç ve gereç satmıştır.

10. Başvurucu Şirketin satış işlemlerine konu hak ediş alacaklarının tahsili için Üniversite/idare nezdinde yaptığı başvurular sonuçsuz kalmıştır.

11. Başvurucu Şirket, faturalara dayalı olup ödenmeyen hak ediş alacaklarının tahsili amacıyla bu defa Üniversite aleyhine Ankara 17. İcra Müdürlüğünün (İcra Müdürlüğü) E.2010/2238 sayılı dosyasında ilamsız icra takibi başlatmıştır. Üniversitenin 22/2/2010 tarihinde takibin 2.829,59 TL’lik kısmına itiraz edip geri kalan tutarı kabul etmesi üzerine 100.521,27 TL dosya asıl alacağı kesinleşmiştir.

12. Borçlu Üniversite tarafından dosyada tahakkuk etmiş anapara borcuna mahsuben 30/4/2010 tarihinde 3.000 TL, 26/4/2011 tarihinde 9.700 TL ve 30/7/2011 tarihinde 26.300 TL, 19/10/2011 tarihinde 3.000 TL, 18/11/2011 tarihinde 3.000 TL, 13/5/2012 tarihinde 3.000 TL, 24/6/2012 tarihinde 3.000 TL, 12/8/2012 tarihinde 3.000 TL, 22/8/2012 tarihinde 3.000 TL, 29/8/2012 tarihinde 3.000 TL, 6/9/2012 tarihinde 3.000 TL, 23/9/2012 tarihinde 1.000 TL, 25/9/2012 tarihinde 3.000 TL, 10/10/2012 tarihinde 3.000 TL, 19/10/2012 tarihinde 1.000 TL, 27/12/2012 tarihinde 25.556,23 TL ve 8/2/2013 tarihinde 985,47 TL olmak üzere toplam 100.521,27 TL tutarında bir ödeme yapılmıştır.

13. Müteakiben İcra Müdürlüğünce Üniversiteye gecikme faizi, icra gideri ve avukatlık ücretinden müteşekkil 67.158,85 TL’lik bakiye borcun ödenmesi için 9/10/2014 tarihinde ödeme muhtırası gönderilmiş ve borcun yedi gün içinde ödenmemesi durumunda icra işlemlerine devam edileceği bildirilmiştir. Bu gelişme üzerine de idarece kesinleşmiş olan alacağın ödenmesini teminen herhangi bir girişimde bulunulmamıştır. Akabinde başvurucu, sırasıyla 1/11/2017, 12/4/2018, 29/8/2018 ve 12/9/2018 tarihlerinde Üniversiteye bakiye borç muhtıraları göndertmiştir. Son tarihli muhtırada bakiye borç miktarı 118.267,94 TL olarak hesaplanmıştır. Nitekim başvurucu, İcra Müdürlüğünün 28/9/2018 tarihli hesabına göre de 118.267,94 TL alacaklıdır. Diğer yandan başvurucu Şirketçe sırasıyla 10/5/2017, 15/6/2017 ve 14/9/2017 ve 1/11/2017 tarihlerinde mezkûr alacak kalemlerinin de tahsili amacıyla icra takibi yenilenmiştir.

14. Üniversite; son iki muhtıraya ilişkin cevabi yazılarda kamu mallarının haczedilemeyeceğini, nakit durumuna göre belirlenecek ödeme planı çerçevesinde ödeme yapılacağını ve4/11/1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 75. maddesinin ilk fıkrası gereğince işlem yapılacağını bildirmiştir.

15. Başvurucu Şirket 14/1/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

16. Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden ulaşılan bilgi ve belgelere göre geçen süre zarfında Üniversite tarafından başvurucu Şirketin takibe konu kalan alacağına ilişkin herhangi bir ödeme yapılmadığı anlaşılmıştır.

IV. İNCELEME VE GEREKÇE

17. Anayasa Mahkemesinin 17/11/2021 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

18. Başvurucu Şirket, Üniversite nezdindeki hak ediş alacaklarının tahsili amacıyla Üniversite aleyhine yürüttüğü ilamsız icra takibine kısmi itiraz edilip itiraz edilmeyen kısım yönünden takibin kesinleşmesine rağmen gecikme faizi, icra gideri ve avukatlık ücretinden müteşekkil 118.267,94 TL’lik kesinleşmiş bakiye alacağını bireysel başvuru tarihi itibarıyla dokuz yılı aşkın süredir tahsil edemediğinden yakınmaktadır. Başvurucu Şirket sonuç olarak bir kamu kurumu niteliğindeki Üniversiteden olan alacağına kavuşamadığını belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmektedir.

B. Değerlendirme

19. Anayasa’nın “Mülkiyet hakkı” kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

20. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

21. Anayasa’nın 35. maddesinin birinci fıkrasında “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.” denilmek suretiyle mülkiyet hakkı güvenceye bağlanmıştır. Anayasa’nın anılan maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60). Somut başvuru yönünden başvurucu Şirketin alacağının varlığı idare tarafından kabul edildiğine göre icra edilebilir nitelikteki söz konusu alacığın mülk teşkil ettiğinde kuşku bulunmamaktadır.

22. Bir alacağın mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilebilmesi için mahkeme hükmüne dayanması şart olmayıp belirli, kesin ve icra edilebilir mahiyette olması gerekli ve yeterlidir. Somut olayda da başvurucu Şirket, farklı tarihlerde idareye 103.381,29 TL tutarında tıbbi araç ve gereç satmış ve satış işlemlerine ilişkin olarak 2009 yılında farklı tarihlere ait on beş fatura düzenlemiştir. Başvurucu Şirketçe satış işlemlerine konu hak ediş alacaklarının tahsili için Üniversite nezdinde yapılan başvurular sonuçsuz kalmış olmasına karşın alacağın varlığı reddedilmemiştir. Nitekim başvurucu Şirket tarafından söz konusu faturalara dayalı olarak ilamsız icra takibi başlatılmış olup borçlu Üniversitenin 22/2/2010 tarihinde takibin 2.829,59 TL’lik kısmına itiraz edip geri kalan tutarı kabul etmesi üzerine 100.521,27 TL dosya asıl alacağı kesinleşmiştir. Diğer yandan borçlu Üniversite, icra dosyasına 30/4/2010 tarihinde 3.000 TL, 26/4/2011 tarihinde 9.700 TL ve 30/7/2011 tarihinde 26.300 TL, 19/10/2011 tarihinde 3.000 TL, 18/11/2011 tarihinde 3.000 TL, 13/5/2012 tarihinde 3.000 TL, 24/6/2012 tarihinde 3.000 TL, 12/8/2012 tarihinde 3.000 TL, 22/8/2012 tarihinde 3.000 TL, 29/8/2012 tarihinde 3.000 TL, 6/9/2012 tarihinde 3.000 TL, 23/9/2012 tarihinde 1.000 TL, 25/9/2012 tarihinde 3.000 TL, 10/10/2012 tarihinde 3.000 TL, 19/10/2012 tarihinde 1.000 TL, 27/12/2012 tarihinde 25.556,23 TL ve 8/2/2013 tarihinde 985,47 TL olmak üzere toplam 100.521,27 TL ödeme de yapmıştır.

23. Ayrıca dosya kapsamında borcun olmadığına dair idare tarafından açılan bir davanın varlığına ilişkin bilgi de bulunmamaktadır. Bu durumda borcun varlığı ile ilgili olarak taraflar arasında bir uyuşmazlığın bulunmadığı anlaşılmaktadır. İcraMüdürlüğünce yapılan dosya hesabında 118.267,94 TL tutarında bakiye borcun bulunduğu görülmektedir. Dolayısıyla alacağın belirli, kesin ve icra edilebilir mahiyette olduğu dikkate alındığında başvurucu Şirketin mülkiyet hakkının varlığı konusunda bir tereddüt bulunmamaktadır. Ancak İcra Müdürlüğü aracılığıyla yapılan takip işlemi sonucunda itiraz edilmeyen kısım yönünden alacağın kesinleşmiş olmasına rağmen başvurucu Şirketin gecikme faizi, icra gideri ve avukatlık ücretinden müteşekkil bakiye alacağı hâlen ödenmemiş durumdadır.

24. Anayasa Mahkemesinin daha önceki kararlarında icra edilebilir bir alacağın da mülkiyet hakkı kapsamında korunan ekonomik bir değer ifade ettiği kabul edilmiştir. Ayrıca kamu kurum ve kuruluşlarınca böyle bir alacağın ödenmemesi ya da ödenmesinin uzun sürmesinin mülkiyetten barışçıl yararlanma hakkına müdahale teşkil ettiği ve bu müdahale nedeniyle oluşan belirsizliğin ise mülkiyet hakkının ihlaline neden olduğu sonucuna varılmıştır (Kenan Yıldırım ve Turan Yıldırım, B. No: 2013/711, 3/4/2014, §§ 55-75; Şenal Haylaz, B. No: 2013/3457, 25/2/2015, §§ 60-79).

25. Somut olayda bu ilkelerden ayrılmayı gerektiren bir durum söz konusu olmayıp başvurucu Şirketin icra edilebilir nitelikteki kesinleşmiş alacağının gecikme faizi, icra gideri ve avukatlık ücretinden müteşekkil kısmının idare tarafından borcun varlığının da kabul edilmesine rağmen kesinleşme tarihinden itibaren on bir yılı aşkın bir süreyi geçtiği hâlde ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmak gerekir.

26. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden

27. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

28. Başvurucu Şirket ihlalin tespiti ile 10.000 TL manevi tazminat talebinde bulunmuştur.

29. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

30. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

31. Anayasa Mahkemesi, Üniversite aleyhine başlatılan icra takibinde kesinleşen alacağın ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Dolayısıyla somut başvuruda ihlalin idari işlemden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

32. İhlalin sonuçlarının giderilmesi için icra takibi sonucunda kesinleşmiş alacağının başvurucu Şirkete ödenmesi gerekmektedir. İhlal kararının yerine getirilmesi sorumluluğu Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğüne düşmektedir. Bu sebeple kararın bir örneğinin ihlalin sonuçlarının giderilmesi için Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğüne gönderilmesine karar verilmesi gerekir.

33. Diğer yandan yalnızca ihlal tespitiyle ve kararın Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğüne gönderilmesi suretiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında -yargı kararının infaz edilmediği süre gözetilerek- başvurucu Şirkete net 10.000 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.

34. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 294,70 TL harç ve 3.600 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.894,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

V. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının giderilmesi için kararın bir örneğinin Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğüne GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucuya net 10.000 TL manevi tazminat ÖDENMESİNE,

E. 294,70 TL harç ve 3.600 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.894,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

F. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 17/11/2021 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

GECE ÇALIŞAN İŞÇİNİN UYUMUŞ OLMASI İŞ GÜVENLİĞİNİ TEHLİKEYE DÜŞÜRMEMİŞ VE DAHA ÖNCEDEN BU KONUDA BİR UYARI YAPILMAMIŞSA HAKLI FESİH NEDENİ DEĞİLDİR.

T.C
YARGITAY
9. Hukuk Dairesi

2016/340 E. , 2016/20711 K.
“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :İŞ MAHKEMESİ

DAVA : Davacı, feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

A) Davacı İsteminin Özeti:
Davacı vekili özetle, davacının 06/11/2008-29/03/2014 tarihleri arasında davalı şirket nezdinde gemi boya işçisi olarak kesintisiz olarak çalıştığını, iş akdinin işveren tarafından 26/03/2014 tarihinde 4857 sayılı iş yasasının 25/II-e maddesi uyarınca tazminatsız ve önelsiz olarak feshedildiğini, fesih gerekçesi olarak 23/03/2014 tarihinde gece 01:30 sıralarında binanın giriş katına yatak koyarak uyuduğunun tespit edildiğinin belirtildiğini, ancak olayın doğru olmadığını ve feshin haksız olduğunu iddia ederek; işe iadesini talep ve dava etmiştir.
B) Davalı Cevabının Özeti:
Davalı vekili özetle, davacının iş akdinin 4857 sayılı iş yasasının 25/II-e maddesi gereğince feshedildiğini, zira davacının işyerinde uyuduğunun ve çalışma yapmadığı halde kendisini fazla mesai yapıyormuş gibi gösterdiğinin tespit edildiğini ve bu nedenle iş akdinin haklı nedenle sona erdirildiğini savunarak, davanın reddini talep etmiştir.
C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak; davacının işverene verdiği savunmada, gece 12:30 da uyuyup sabah 05:00 sıralarında uyandığını kabul ettiğini bildirmesi, güvenlik şefi ….. ve güvenlik görevilisi …..’nin davacının uyurken yatarken görüldüğünü, bir tutanakla belirlemeleri, davacının davalı şirkette demir boya işçisi olduğu ve fazla mesai saatinde gece saat 12:30 dan sabah 05:00 e kadar işyerinde uyuduğunun ibraz edilen delille de sabit olduğu, bu deliller karşısında iş akdinin feshedilmesinin iş yasasına uygun olduğu gerekçeleriyle davanın reddine karar verilmiştir.
D) Temyiz:
Kararı, davacı temyiz etmiştir.
E) Gerekçe:
İş sözleşmesinin, işçinin doğruluk ve bağlılığa aykırı söz veya davranışları sebebiyle işverence haklı olarak feshedilip feshedilmediği noktasında taraflar arasında uyuşmazlık söz konusudur.
4857 sayılı İş Kanununun 25 inci maddesinin (II) numaralı bendinde, ahlâk ve iyi niyet kurallarına uymayan haller sıralanmış ve belirtilen durumlar ile benzerlerinin varlığı halinde, işverenin iş sözleşmesini haklı fesih imkânının olduğu açıklanmıştır. Yine değinilen bendin (e) alt bendinde, işverenin güvenini kötüye kullanmak, hırsızlık yapmak, işverenin meslek sırlarını ortaya atmak gibi doğruluk ve bağlılığa uymayan işçi davranışlarının da işverene haklı fesih imkânı verdiği ifade edilmiştir. Görüldüğü üzere yasadaki haller sınırlı sayıda olmayıp, genel olarak işçinin sadakat borcuna aykırılık oluşturan söz ve davranışları işverene fesih imkânı tanımaktadır.
İşçinin eleştiri sınırları içinde kalan söz ve davranışları ise, işverene haklı fesih imkânı vermez (Yargıtay 9. HD. 1.12.2009 gün, 2008/11819 E, 2009/32509 K).
Somut uyuşmazlıkta; dosyadaki bilgi ve belgelere göre, davacının işyerinde mesai saatleri içinde uyuduğu gerekçesiyle iş sözleşmesi 4857 sayılı yasanın 25/II-e maddesi gereği işçinin işverenin güvenini kötüye kullanması gerekçesiyle feshedilmiş ise de, gece çalışan davacının salt uyuması,iş güvenliğini tehlikeye düşürmediği sürece ve daha önceden bu konuda işi aksattığı gerekçesiyle herhangi bir uyarı da yapılmamışsa haklı fesih nedeni olamayacaktır. Bu durumda davacının bu davranışı nedeniyle davacı uyarılmadan ve bu uyuma eyleminin işyerinde ne tür olumsuzluklara yol açtığı kanıtlanmadan, feshin haklı nedene dayandığının kabulü hatalıdır.
Davacının aynı davranışlarını bir daha tekrar edeceği de anlaşılamadığı gibi, olumsuz öngörü ilkesi gereğince fesih, geçerli nedene dayanmamaktadır.
Davacının iş sözleşmesinin feshi, geçerli nedene dayanmadığından, belirtilen sebeplerle, 4857 sayılı Kanun’un 20. maddesinin 3. fıkrası uyarınca, hükmün bozulmak suretiyle ortadan kaldırılması ve aşağıdaki gibi karar verilmesi gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda belirtilen sebeplerle;
1-Mahkemenin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararının BOZULARAK ORTADAN KALDIRILMASINA,
2-İşverence yapılan FESHİN GEÇERSİZLİĞİNE, davacının işe İADESİNE,
3-Davacının kanunî sürede işe başvurmasına rağmen, işverenin süresi içinde işe başlatmaması halinde ödenmesi gereken tazminat miktarının taktiren işçinin 5 aylık ücreti olarak belirlenmesine,
4-Davacının işe iade için işverene süresi içinde başvurması halinde hak kazanılacak olan ve kararın kesinleşmesine kadar doğmuş bulunan en çok dört aylık ücret ve diğer haklarının davacıya ödenmesi gerektiğine
5-Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,
6-Davacı vekille temsil edildiğinden, karar tarihinde yürürlükte olan tarifeye göre 1.800,00 TL. vekâlet ücretinin davalıdan alınıp davacıya verilmesine,
7-Davacı tarafından yapılan 453.20 TL. yargılama giderinin davalıdan alınıp davacıya verilmesine, davalının yaptığı yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına,
8- Peşin alınan temyiz harcının isteği halinde davalıya iadesine,
Kesin olarak, 24.11.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

EV SAHİBİNİN TEK BAŞINA KİRA ARTIŞ MİKTARI BELİRLEMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR.

T.C
YARGITAY
3. Hukuk Dairesi

2017/7358 E. , 2017/16789 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :SULH HUKUK MAHKEMESİ

Taraflar arasındaki kiralananın tahliyesi davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı; kira sözleşmesne göre aylık kira bedelinin 350 TL olduğunu, yıllık ÜFE artışı ile 01.11.2014 tarihinden itibaren aylık kira bedelinin 363 TL, 01.11.2015 tarihinden itibaren aylık 405 TL olması gerektiğini, ancak davalının artış yapmadığını, yıllık eksik ödenen farkın ödenmesi için ihtar gönderdiklerini ancak kira farkının ödenmediğini ileri sürerek davalının temerrüt nedeniyle tahliyesine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı, sözleşmede artış maddesi bulunmadığını savunarak, davanın reddini istemiştir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Kira akdinin sona erme sebeplerinden biri de kiracının temerrüdü olup kira parasının ödenmemesi veya geç ödenmesi durumunda akdin feshinin biçim ve koşulları 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 315. maddesinde (818 Sayılı BK.nun 260.maddesi) düzenlenmiştir. Buna göre, istenen kira parasının veya yan giderin muaccel (istenebilir) olması ve kira bedeli ile yan giderin verilen sürede ödenmemiş bulunması, ihtarnamede verilen süre içerisinde kira parasının ödenmemesi halinde akdin feshedileceğinin açıkça belirtilmesi gerekir. Kiracıya verilecek süre konut ve çatılı işyeri kiralarında en az otuz gün, ürün kiralarında en az altmış gün, diğer kira ilişkilerinde ise en az on gündür.
Kural olarak kira ilişkisinin varlığını ve aylık kira bedelinin ne kadar olduğunu ispat külfeti davacıya, davalı tarafından kabul edilen kira bedelinin ödendiğinin ispat külfeti ise davalıya düşer.
Taraflar arasında imzalanan 01.11.2013 başlangıç tarihli ve bir yıl süreli kira sözleşmesinin varlığı hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır. Sözleşmede aylık kira bedeli 350 TL olarak kararlaştırılmış, sonraki yıllar kira bedelinin artırılacağına dair bir düzenleme
yapılmamıştır. Davacı, dava dilekçesinde kira bedellerinin yıllık ÜFE artışına göre ödenmediğinden bahisle temerrüt nedeniyle tahliye talep etmiş ise de, sözleşmede artış maddesi bulunmamakla davaya konu kira tutarının ispatı kiraya verene aittir. Davacının tek yanlı kira oranı ve kira bedeli belirlemesine itibar edilemez. Davacı kiraya veren, kira miktarınının ÜFE ile artırılacağını ispat edemediğine göre, aylık kiranın sözleşmede yazılı olan 350 TL olduğunun kabulü gerekir. Bu durumda, mahkemece, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 6100 sayılı HMK’nun geçici madde 3 atfıyla 1086 sayılı HUMK.nun 440.maddesi gereğince karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 30.11.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

BORCUN KISMEN VEYA TAMAMEN KABULÜ HALİNDE KAMBİYO VASFINA İLİŞKİN İTİRAZLAR DİKKATE ALINMAZ

T.C
YARGITAY
12. Hukuk Dairesi

2008/8416 E. , 2008/10842 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ : Üsküdar 2. İcra Mahkemesi
TARİHİ : 05/03/2008
NUMARASI : 2007/713-2008/122

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki her iki taraf vekili tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü :
1- İtiraz eden borçlu vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesinde;
Borçlu vekilince temyiz dilekçesi harçlandırılmadığı ve temyiz defterine kaydı da bulunmadığından temyiz dilekçesinin reddine
2- Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesinde;
Mahkemece senedin şarta bağlı olarak verildiği teminat senedi olduğu kambiyo vafı taşımadığı gerekçesiyle takibin iptaline karar verilmiştir.
İİK.nun 170/a-son maddesi uyarınca borç kısmen veya tamamen kabul edilmiş ise artık belgenin kambiyo vasfından olmadığı ileri sürülemez.
Somut olayda, borçlu itiraz dilekçesinde takip konusu borcu ödediğini beyan ettiğine göre mahkemece borçlunun sair itirazlarının incelenip alacaklı vekilinin kabul beyanları da dikkate alınarak oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken takibin iptaline karar verilmesi isabetsizdir.
SONUÇ : Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda (2) nolu bentte açıklanan gerekçelerle alacaklı yararına İİK 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), 29.05.2008 gününde oybirliğiyle karar verildi.

SÖZLEŞMELERİN HER SAYFASINDA İMZA BULUNMASI ZORUNLU DEĞİLDİR.

T.C
YARGITAY
6. Hukuk Dairesi

2015/5279 E. , 2015/7681 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Gaziantep 1. İcra Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 12/06/2014
NUMARASI : 2014/56-2014/295

İcra mahkemesince verilmiş bulunan yukarıda tarih ve numarası yazılı itirazın kaldırılması ve tahliye davasına dair karar, davacı tarafından süresi içinde temyiz edilmiş olmakla, dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü.
Dava, kira alacağı ve tahliye istekli olarak başlatılan icra takibine yapılan itirazın kaldırılması ve tahliye istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş, karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı tarafından, 01/01/2011 başlangıç tarihli yazılı kira sözleşmesine dayanılarak 09/01/2014 tarihinde başlatılan icra takibi ile ödenmediği iddia olunan 30.000 TL kira alacağının davalıdan tahsili talep edilmiştir. Takibe yasal süresi içinde itiraz eden borçlu davalı vekili itirazında, 01/01/2011 tarihli sözleşmede müvekkilin imzası olmadığını, kaynağı belli olmayan başka bir sözleşmenin arka sayfalarına müvekkilimin imzası bulunmayan bir ön sayfa eklenerek hazırlanan bu sözleşmeden müvekkilinin haberi olmadığını, borcu kabul etmediklerini beyan etmiştir. Mahkemece, davalının itirazında kira sözleşmesindeki imzasını inkar ettiğinden alacaklı kiraya verenin icra mahkemesinden itirazın kaldırılmasını ve tahliye isteyemeyeceği, alacaklının borçlu ile arasında kira sözleşmesi bulunduğunu ispat edecek bir belge ibraz edemediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Davalı, davada dayanılan 01/01/2011 başlangıç tarihli kira sözleşmesindeki imzasını inkar etmemektedir. Kira sözleşmesinin, davalının imzası bulunan başka bir belge ile oluşturulduğunu iddia etmektedir. Dayanak kira sözleşmesinin aslı tek parça olup sözleşmenin ön sayfasında davalının imzası bulunmasa da Yargıtay’ın yerleşmiş kararlarına göre metin, içerik, anlam ve devam eden maddelerin bir bütünlük taşıması kaydıyla birden çok sayfadan oluşan yazılı sözleşmelerin tüm sayfalarının taraflarca imza edilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır. Bu nedenle Mahkemece, işin esası incelenerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, uyuşmazlığın yargılamayı gerektirdiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi doğru değildir.
Karar bu nedenle bozulmalıdır.
SONUÇ:Yukarıda açıklanan nedenlerle kararın BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine, 30/09/2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İŞÇİNİN AMİRİNE KARŞI “KES SESİNİ ÇENE YAPMA” ŞEKLİNDE CEVAP VERMESİ İŞVEREN AÇISINDAN HAKLI FESİH NEDENİDİR

T.C
YARGITAY
7. Hukuk Dairesi

2014/2280 E. , 2014/11507 K.

“İçtihat Metni”
Mahkemesi : Antalya 2. İş Mahkemesi
Tarihi : 28/11/2013
Numarası : 2011/367-2013/582

Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dosya incelendi, gereği görüşüldü:
1-Dosyadaki yazılara, hükmün Dairemizce de benimsenmiş bulunan yasal ve hukuksal gerekçeleriyle dayandığı maddi delillere ve özellikle bu delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre davalı vekilinin aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazlarının reddine,
2-Davacı, davalıya ait işyerinde, 18/04/2006-05/04/2009 tarihleri arasında çalıştığını, iş akdinin işveren tarafından haksız ve bildirimsiz olarak feshedildiğini, 14/12/2010 tarihinde BÇM ne şikayette bulunduğunu, düzenlenen rapor ile kıdem- ihbar tazminatlarının ödenmesi gerektiği konusunda yanıt verildiğini belirterek kıdem ve ihbar tazminatı ile fazla çalışma ücretinin davalıdan tahsilini talep etmiştir.
Davalı işveren vekili, davacının 03/04/2009 günü 16:00-24:00 vardiyasında çalıştığı sırada vardiya amiri Mehmet A.’ya sert, kaba ve küfürlü sözler sarf etmesi, 04/04/2009 günü ise bu tavırda ısrarcı olması nedeni ile iş akdinin haklı nedenle feshedildiğini, kıdem ihbar tazminatı taleplerinin haksız ve hukuka aykırı olduğunu, iş müfettişi tarafından davacı eyleminin kabahat olarak nitelendirilmesine karşın davacının hareketinin ilk olmadığını, daha önceki tutum ve davranışları göz önüne alındığında bu eyleminin bardağı taşıran son damla olduğunu, fazla mesai yaptığına ilişkin iddialarının gerçeklerle bağdaşmadığını,fazla mesai alacağı yönünden zamanaşımı itirazında bulunduklarını belirterek, davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, feshe dair 04/04/2009 tarihli disiplin kurulu kararının, feshin normatif dayanakları kapsamında iş akdinin feshinde gerekçe gösterilen davacı eylemlerinin, davalıya 4857 S.K.nun 25. Maddesi (d) fıkrasına göre haklı nedenle derhal fesih hakkı vermesinin ve fesih yaptırımının eylem-ceza arasında nispetsizlik sonucu doğurabileceği, öncelikle uyarı şeklindeki bir takım disiplin cezaları ile yetinilerek, tekrarında iş akdinin feshedileceğinin ihtar edilmesinin yerinde olabileceği, buna göre feshin haklı nedene dayandığının davalı tarafça ispatlanamadığı gerekçesiyle davacı taleplerinin kabulüne karar verilmiştir.
Taraflar arasında davacının iş sözleşmesinin işverence feshinin haklı nedene dayanıp dayanmadığı hususunda ihtilaf bulunmaktadır.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 25/II. fıkrasının (d) bendi uyarınca, işçinin işverene veya ailesine karşı şeref ve namusuna dokunacak sözler söylemesi veya davranışlarda bulunması ya da işveren hakkında şeref ve haysiyet kırıcı asılsız ihbar ve isnatlarda bulunması veya işçinin işverene, aile üyelerinden birine veya işverenin diğer bir işçisine sataşması haklı fesih nedeni olarak sayılmıştır. Sataşma niteliğinde olmadığı sürece, diğer işçilerle devamlı ve gereksiz tartışmaya girişmek, iş arkadaşları ile ciddi geçimsizlik göstermek, işyerinde olumsuzluklara yol açması halinde geçerli fesih nedenidir.
Somut olayda davacının garson olarak 18/04/2006-05/04/2009 tarihleri arasında davalıya ait işyerinde çalıştığı, 03/04/2009 günü 16:00-24:00 vardiyasında çalıştığı sırada davacıya vardiya amiri M. A. tarafından mini bar malzemelerinin arkadaşı H. k. ile birlikte çekilmesi için görev verildiği, servis saatinin saat 19:00 da başlaması üzerine saat 19:20 sıralarında dönen davacı ve arkadaşına neden geç kaldıklarının sorulması üzerine davacının amirine “kes sesini, çene yapma” şeklinde cevap verdiği hususunun gerek davacı savunması ve gerekse tanık beyanları ve dosya içeriğinden anlaşılmasına göre davacının amiri konumundaki kişiye saygı ve nezaket sınırlarını aşacak ve pozisyonuyla bağdaşmayacak şekilde davrandığının sabit olduğu anlaşılmıştır. Davacının eylemleri 4857 sayılı İş Kanunu’nun 25/II. fıkrasının (d) maddesindeki işverenin bir başka işçisine sataşma mahiyetini taşır. Fesih haklı nedene dayandığından davacının kıdem ve ihbar tazminatı isteğinin reddi gerekirken kabulü yönünde hüküm kurulması hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.
3-Fazla mesai hesabında 01.09.2008-04.04.2009 tarihleri arası hafta sayısı 31 olduğu halde bilirkişi raporunda 36 hafta olarak kabul edilerek hesaplama yapılması da hatalı olmuştur.
SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı nedenlerle BOZULMASINA, temyiz harcının davalıya iadesine, 28.05.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.

ÜST ARAMA YETKİSİ BULUNMAYAN MAHALLE BEKÇİSİNİN ARAMA SONUCU ELDE EDİLEN UYUŞTURUCU MADDE SUÇ DELİLİ OLARAK KABUL EDİLEMEZ

T.C
YARGITAY
10. Ceza Dairesi

2020/21042 E. , 2021/12572 K.

“İçtihat Metni”
Mahkeme : İSTANBUL Bölge Adliye Mahkemesi 5. Ceza Dairesi
Suç : Uyuşturucu madde ticareti yapma

Hükümler : 1) Mahkûmiyet; İstanbul 20. Ağır Ceza Mahkemesinin 06/03/2020 tarihli, 2019/666 esas ve 2020/140 sayılı kararı

2) İstinaf başvurularının esastan reddi; İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 5. Ceza Dairesinin 05/10/2020 tarihli, 2020/1657 esas ve 2020/2262 sayılı kararı
Bölge Adliye Mahkemesince verilen hüküm, sanık müdafii tarafından temyiz edilmekle, temyiz edenin sıfatı, başvurunun süresi, kararın niteliği ve temyiz sebeplerine göre dosya incelendi.

GEREĞİ GÖRÜŞÜLÜP DÜŞÜNÜLDÜ:

5271 sayılı CMK’nın 288. ve 294. maddelerinde yer alan düzenlemeler ile 289. maddesinde sayılan kesin hukuka aykırılık halleri dikkate alınarak, sanık müdafiinin temyiz dilekçesindeki sebeplerin hükmün hukuki yönüne ilişkin olduğu değerlendirilerek yapılan incelemede,

Dosya kapsamından, suç tarihi itibarıyla yürürlükte bulunan 772 sayılı Kanun uyarınca arama yetkisi bulunmayan çarşı ve mahalle bekçileri tarafından otogar peronlar bölgesinde şüphe üzerine durdurulan sanığın, önleme araması kararına dayanılarak yapılan üst aramasında, montunun sağ cebinde şeffaf poşete sarılı 51 adet, pantolonunun sol cebinde beyaz peçeteye sarılı 45 adet olmak üzere toplam 96 adet MDMA içeren tabletin ele geçirildiği anlaşılmakla, somut olayda, CMK’nın 116, 117 ve 119. maddeleri ile 2559 sayılı Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu ve suç tarihinde yürürlükte bulunan 772 sayılı Çarşı ve Mahalle Bekçileri Kanununa aykırı şekilde yapılan arama sonucunda ele geçen uyuşturucu maddelerin, “suçun maddi konusu” ve “suç delili” olarak hükme esas alınamayacağı gözetilmeden, sanığın beraati yerine, yazılı şekilde mahkûmiyetine karar verilmesi,

Kanuna aykırı, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu nedenle yerinde olup, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 5. Ceza Dairesinin 05/10/2020 tarihli, 2020/1657 esas ve 2020/2262 karar sayılı hükmü hukuka aykırı bulunduğundan, 5271 sayılı CMK’nın 302/2. maddesi uyarınca hükmün BOZULMASINA, bozma sebebine göre sanığın SALIVERİLMESİNE, başka bir suçtan hükümlü ya da tutuklu bulunmadığı takdirde salıverilmesinin sağlanması için ilgili Cumhuriyet Başsavcılığına yazı yazılmasına,

CMK’nın 304/2 (a) maddesi uyarınca dosyanın İstanbul 20. Ağır Ceza Mahkemesine, kararın bir örneğinin İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 5. Ceza Dairesine gönderilmesine, 29/11/2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

HUKUKİ İLİŞKİYE DAYANAN ALACAĞIN TAHSİLİ AMACIYLA TEHDİT- NİTELİKLİ YAĞMAYA TEŞEBBÜS

T.C
YARGITAY
6. Ceza Dairesi

2021/1153 E. , 2021/14900 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Ağır Ceza Mahkemesi
SUÇ : Hukuki ilişkiye dayanan alacağın tahsili amacıyla tehdit
HÜKÜM : Mahkumiyet

Mahalli mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle dosya incelenerek, gereği düşünüldü:
Diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.

Ancak;

Müşteki annenin olaydan hemen sonra alınan hazırlık ifadesine göre; uyuşturucu madde bağımlısı olan sanığın olaydan önce de zaman zaman ailesinden uyuşturucu madde almak için para istediği, hatta evdeki eşyaları ailesinden habersiz olarak sattığı, olay günü saat 16:30 sıralarında misafirlikten eve gelen müştekinin, sanık olan oğlunun evde para aradığını gördüğü, sanığın annesinden 25 TL istediği, ancak oğlunun para ile uyuşturucu almasından endişelenen annenin sanığa parayı vermediği, yaklaşık 45 dakika sanığın annesinden para istediği, evde başka kimsenin olmadığı ve oğluna para vermediği için oğlunun kendisine kötü bir şey yapacağından korkan annenin dışarıya çıktığı, cadde üzerinde yürüdüğü sırada müştekinin yanına gelen sanığın müştekiyi kolundan tutarak yolun karşısına geçirdiği, tekrardan ondan para istediği, müştekinin vermek istememesi üzerine bu sefer sanığın belinden ekmek bıçağını çıkarıp müştekiye hitaben “ben parayı zorla almasını bilirim” dediğinin anlaşılması karşısında, sanığın eyleminin 5237 sayılı TCK’nın 149/1-a, 150/2, 35/2. maddeleri uyarınca “nitelikli yağmaya teşebbüs” suçuna uyduğu gözetilmeyerek, suç vasfında hata yapılarak TCK’nın 150/1. maddesinin yollamasıyla aynı Kanun’un 106/2-a maddesinde tanımlanan “hukuki ilişkiye dayanan alacağın tahsili amacıyla tehdit” suçundan hüküm kurulması suretiyle eksik ceza tayini,

Bozmayı gerektirmiş, sanık … müdafiinin temyiz itirazı bu bakımdan yerinde görülmüş olduğundan, hükmün açıklanan nedenle tebliğnameye aykırı olarak BOZULMASINA, 5320 sayılı Kanun’un 8/1. maddesi aracılığı ile 1412 sayılı CMUK’un 326/son maddesi uyarınca sonuç ceza miktarı bakımından sanığın kazanılmış hakkının korunmasına, 05.10.2021 gününde oy birliğiyle karar verildi.

İDARECE KENDİLİĞİNDEN CEVAP VERİLMESİ ÜZERİNE YENİ AÇILAN DAVANIN SÜRESİNDE OLDUĞU

T.C.
DANIŞTAY
2. DAİRE
E. 2008/1133
K. 2008/3470
T. 12.9.2008

• İDARİ İŞLEM TESİSİ ( Amacıyla Başvuran Davacının Bu Başvurusu Üzerine Dava Açma Süresi Geçirildikten Sonra İdarece Kendiliğinden Cevap Verilmesi Halinde Açılan Davanın Süresinde Olduğu )

• DAVA AÇMA SÜRESİ ( İdari İşlem Tesis Edilmesi Amacıyla Başvuran Davacının Bu Başvurusu Üzerine Dava Açma Süresi Geçirildikten Sonra İdarece Kendiliğinden Cevap Verilmesi Halinde Açılan Davanın Süresinde Olduğu )

2577/m.7,10

ÖZET : İdari işlem tesis edilmesi amacıyla başvuran davacının bu başvurusu üzerine, dava açma süresi geçirildikten sonra idarece kendiliğinden cevap verilmesi halinde, açılan davanın süresinde olduğu hakkında.

İsteğin Özeti : Ordu İdare Mahkemesi’nin 24.1.2008 günlü, E:2007/1341, K:2008/88 sayılı kararının dilekçede yazılı nedenlerle temyizen incelenerek bozulması isteminden ibarettir.

Cevabın Özeti : Temyizi istenen kararın yöntem ve yasaya uygun olduğu, bu nedenle istemin reddi gerekeceği yolundadır.

Danıştay Tetkik Hakimi : Hürriyet Micozkadıoğlu

Düşüncesi : Davanın süre aşımı nedeniyle reddi yolundaki İdare Mahkemesi kararının bozulması gerektiği düşünülmektedir.

Danıştay Savcısı : S. Sema Kabukçu

Düşüncesi : İdare ve vergi mahkemelerince verilen kararların temyizen incelenerek bozulabilmesi için, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49 uncu maddesinin birinci fıkrasında belirtilen nedenlerin bulunması gerekmektedir.

Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar, söz konusu maddede yazılı nedenlerden hiçbirisine uymadığından, istemin reddi ile temyiz edilen Mahkeme kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir.

TÜRK MİLLETİ ADINA

Hüküm veren Danıştay İkinci Dairesi’nce temyize cevap dilekçesinin geldiği ve dosyanın tekemmül ettiği görülerek, yürütmenin durdurulması istemi hakkında bir karar verilmeksizin işin gereği düşünüldü:

KARAR : Dava, … İli, … İlçesi Milli Eğitim Müdürlüğünde Veri Hazırlama ve Kontrol İşletmeni olarak görev yapan davacının, … Merkez … Lisesine yer değiştirmek suretiyle atanmak üzere yaptığı başvurusunun reddine ilişkin 25.10.2007 günlü, 19674 sayılı işlemin iptali istemiyle açılmıştır.

Ordu İdare Mahkemesi’nin 24.1.2008 günlü, E:2007/1341, K:2008/88 sayılı kararıyla; 2577 sayılı Yasanın 10. maddesinin son cümlesinde geçen; “dava açılmaması veya davanın süreden reddi” hallerinden kasdedilenin, idari başvuru üzerine 60 gün içerisinde kesin olmayan bir cevabın verilmesiyle dava açmayan ve bekleyen kişinin, maddede öngörülen 6 aylık sürenin geçmesiyle dava açmaması veya 6 ay geçtikten sonra açılan davanın süreden reddi hali olduğu, bu bağlamda idari başvuruyu müteakip 60 gün içerisinde hiçbir cevap verilmemişse bu sürenin bitimini takiben ikinci 60 gün içinde dava açılması gerektiği, 2577 sayılı Yasanın 10. maddesi uyarınca idari başvurunun yapıldığı 12.4.2007 tarihinden 60 gün sonra isteğin zımnen reddedilmiş olduğunun kabulü ile bundan sonraki 60 gün içerisinde, fakat bu tarihin de Adli Tatil dönemine rastlaması sebebiyle en geç 12.9.2007 tarihinde dava açılması gerektiği halde 20.11.2007 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle dava süre aşımı yönünden reddedilmiştir.

Davacı, idarenin verdiği yanıt üzerine davanın süresinde açıldığını öne sürmekte ve İdare Mahkemesi kararının temyizen incelenerek bozulmasını istemektedir.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 7 nci maddesinde, Danıştay’ da ve idare mahkemelerinde idari dava açma süresinin, kural olarak yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden itibaren altmış gün olduğuna işaret edilmiş; aynı Yasa’nın 10 uncu maddesinde ise; “İlgililer haklarında idari davaya konu olabilecek bir işlem veya eylemin yapılması için idari makamlara başvurabilirler. Altmış gün içinde bir cevap verilmezse istek reddedilmiş sayılır. İlgililer altmış günün bittiği tarihten itibaren dava açma süresi içinde, konusuna göre Danıştay’a, idare ve vergi mahkemelerine dava açabilirler. Altmış günlük süre içinde idarece verilen cevap kesin değilse ilgili bu cevabı, isteminin reddi sayarak dava açabileceği gibi, kesin cevabı da bekleyebilir. Bu takdirde dava açma süresi işlemez. Ancak, bekleme süresi başvuru tarihinden itibaren altı ayı geçemez. Dava açılmaması veya davanın süreden reddi hallerinde, altmış günlük sürenin bitmesinden sonra yetkili idari makamlarca cevap verilirse, cevabın tebliğinden itibaren altmış gün içinde dava açabilirler.” hükmü yer almıştır.

Dosyanın incelenmesinden, davacının 12.4.2007 günlü başvurusuyla … , Merkez … Lisesine atanmak istediği, isteminin … Kaymakamlığının aynı günlü yazısıyla Valiliğine bildirildiği, davacının 11.6.2007 günlü dilekçesiyle atanma isteğini yinelediği, bu isteminin de Kaymakamlığın 12.6.2007 günlü yazısıyla Valiliğe sunulduğu, Ordu Valiliğinin 25.10.2007 günlü, 19674 sayılı işlemi ile davacının isteminin reddedildiği, ret işleminin davacıya 6.11.2007 tarihinde tebliği üzerine 20.11.2007 tarihinde bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmıştır.

2577 sayılı Yasanın 10. maddesinin 2. fıkrasının son cümlesinde, dava açılmaması veya davanın süreden reddi hallerinde, altmış günlük sürenin bitmesinden sonra yetkili idari makamlarca cevap verilirse, cevabın tebliğinden itibaren altmış gün içinde dava açabileceğinin düzenlendiği, hakkında idari işlem yapılması amacıyla başvuran davacının bu başvurusu üzerine dava açma süresi geçirildikten sonra idarece kendiliğinden cevap verilerek başvurusunun reddedildiği, 2577 sayılı Yasa’nın 10. maddesinde açıklanan usule göre 6.11.2007 tarihinde tebellüğ ettiği işlemin iptali istemiyle 20.11.2007 tarihinde dava açtığı görülmekte olup; böylece yasal süresinde açıldığı anlaşılan davanın süre aşımı nedeniyle reddi yolunda verilen İdare Mahkemesi kararında hukuka uyarlık bulunmamaktadır.

SONUÇ : Açıklanan nedenlerle davacının temyiz isteminin kabulüyle Ordu İdare Mahkemesinin 24.1.2008 günlü, E:2007/1341, K:2008/88 sayılı kararının, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49. maddesinin 1/b fıkrası uyarınca bozulmasına, aynı maddenin 3622 sayılı Kanunla değişik 3. fıkrası gereğince ve yukarıda belirtilen husus gözetilerek yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın adı geçen Mahkemeye gönderilmesine, kullanılmayan 22.90.-YTL yürütmeyi durdurma harcının isteği halinde davacıya verilmesine, 12.09.2008 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

DAVALI TARAFIN CEVAP DİLEKÇESİNİ ISLAH ETMESİ – ISLAH İLE YENİ DELİL BİLDİRME- ISLAH HANGİ AŞAMADA YAPILABİLİR

T.C.
YARGITAY
11.HUKUK DAİRESİ

Esas No :2015/11858
Karar No :2016/9302
Tarihi :5.12.2016

Taraflar arasında görülen davada …. 1. Asliye Ticaret Mahkemesi’nce verilen 21/07/2015 tarih ve 2014/288-2015/630 sayılı kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Davacı vekili; müvekkilinin banyo aksesuarları üzerine tasarımları olduğunu, müvekkiline ait tescilsiz tasarımların davalı şirket tarafından … Fuar ve Kongre Merkezinde düzenlenen fuarda sergilendiğinin ve satışının yapıldığının …. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2013/323 D.İş. sayılı dosyası ile tespit edildiğini, davalı şirketin üretip satışını yaptığı ürünlerin müvekkiline ait ürünler ile iltibas yaratacak derecede aynı ve benzer olduğunu, bu durumun haksız rekabet teşkil ettiğini ileri sürerek haksız rekabetin tespitini, men’i ve sonuçların ortadan kaldırılmasını, ürünlerin toplanmasını, el konulmasını, imhasını, haksız tecavüzün önlenmesini ve giderilmesini ve şimdilik 10.000,00 TL maddi tazminat ile 5.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili; davacının da müvekkili gibi dava konusu ürünleri…’den ithalat ettiğini, bu ürünlere ait tasarımların yurtdışında yapıldığını ve Türkiye’ye özgü tasarımlar olmadığını, ithal olunan ürünlerin hiç birisinin tasarımının davacıya ait olmadığını, bu ürünlerin harcı alem ürünler olduğunu, ayrıca yenilik ve ayırt edicilik vasfının bulunmadığını savunarak davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, iddia, savunma bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamına göre; dava konusu ürünlerin tasarımı açısından davacının haklı olduğunu gösterilebilecek teknik resim, onaylı üretim resmi, kalıp resmi, kalıp ve benzeri aşamalara ait deliller sunulmadığı, ayrıca davacının dava konusu tescilsiz tasarımları uzun yıllar önce piyasaya sunarak tanınmış hale getirdiğini ve bu tasarımlara sağladığını iddia ettiği emek ve piyasanın varlığının da ispatlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir

1- Dava, haksız rekabetin tespiti, men’i ile maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Davacı vekili, 20.07.2015 tarihli dilekçesi ile yeni delil sunmak için ıslah talebinde bulunmuştur. Mahkemece, yeni delil sunmanın ıslaha konu olamayacağından bahisle ıslah talebi reddedilerek, ispatlanamayan davanın reddine karar verilmiştir. Oysa, 6100 sayılı HMK’nın 176. ve 177/1. maddelerinde, davanın her iki tarafının da, yargılama usulüyle ilgili bir işlemini bir defaya mahsus olmak üzere kısmen veya tamamen ıslah edebileceği ve ıslahın tahkikata tabi olan davalarda tahkikatın bitimine kadar yapılabileceği belirtilmiştir. Taraflarca delil listesinin sunulması işlemi de yargılama usulüyle ilgili bir işlem olup, ıslah ile değiştirilmesi mümkündür.

Diğer bir söyleyişle ıslah, iyi niyetli tarafın, davayı açtıktan veya kendisine karşı bir dava açıldıktan sonra öğrendiği olgularla ilgili yanlışlıkları düzeltmesine, eksiklikleri tamamlamasına, bu çerçevede yeni deliller sunabilmesine olanak sağlayan bir kurumdur. (YİBK, 04.02.1948 gün ve E:1944/10, K:1948/3) Bu durumda, mahkemece, ıslah talebi kabul edilerek sunulan deliller değerlendirildikten sonra sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik incelemeye dayalı karar verilmesi doğru olmamış, kararın bozulması gerekmiştir.

2- Bozma sebep ve şekline göre, davacı vekilinin sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine gerek görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile kararın davacı yararına BOZULMASINA, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine gerek bulunmadığına, ödediği temyiz peşin harcın isteği halinde temyiz edene iadesine, 05.12.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

MİRASÇILAR ARASINDAKİ DEVİRLER İÇİN ADİ YAZILI ŞEKİL YETERLİDİR. ANCAK; MİRASÇILAR ADINA PAYLI MÜLKİYET ŞEKLİNDE TAPUYA KAYITLI OLAN TAŞINMAZLARDA PAYIN TEMLİKİNİN RESMİ ŞEKİLDE YAPILMASI GEREKLİDİR.

T.C.

YARGITAY

8. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2014/24423
KARAR: 2016/16291

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
DAVA TÜRÜ : Tapu İptali ve Tescil

… ile … ve müşterekleri aralarındaki tapu iptali ve tescil davasının reddine dair … Asliye Hukuk Mahkemesi’nden verilen … sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşünüldü:

K A R A R

Davacı, davalıların mirasbırakanları … ve …’nin dava konusu … parsel sayılı taşınmazlardaki hisselerini harici satış senedi ile kendi mirasbırakanı …’e devrettiklerini açıklayarak, dava konusu taşınmazlarda davalılar veya mirasbırakanları adına kayıtlı hisselerin iptali ile adına tesciline karar verilmesini istemiştir.

Davalılardan … mirasçıları olan … ve … davanın reddine karar verilmesini savunmuş, diğer davalılar savunmada bulunmamıştır.

Mahkemece, dava konusu taşınmazların kadastro tespitlerinin 1972 yılında kesinleştiği, kadastro öncesi nedenlere dayalı olarak hak düşürücü süre olan 10 yıllık sürenin geçtiği, kadastro sonrası nedene dayalı olarak tapulu taşınmazın satışının resmi şekile tabi olduğu, dayanılan TMK 712. maddesinin dava konusu taşınmazlarda uygulanma imkanının bulunmadığı, olağanüstü zamanaşımı ile kazanma koşullarının da mevcut olmadığı gerekçeleriyle … parsel sayılı taşınmazlar yönünden davanın esastan reddine, … parsel sayılı taşınmazlar yönünden ise davacının feragat etmesi nedeniyle feragat nedeniyle reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davacı vekili tarafından esastan reddedilen taşınmazlar yönünden temyiz edilmiştir.

1- Davacı vekilinin dava konusu … parsel sayılı taşınmazlara yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde;

Maddi olayları ileri sürmek taraflara, hukuki nitelendirme yapmak ve uygulanacak kanun maddelerini belirlemek hakime aittir (6100 sayılı HMK 33. m). Davacı dava dilekçesinde; yukarıda parsel numaraları belirtilen 13 parça taşınmazda davalıların mirasbırakanlarının hisselerini davacının mirasbırakanına dilekçesine ekli Temmuz 1977 ve Mayıs 1979 tarihli adi nitelikteki senetler ile devrettiklerini, taşınmazların tarafların kök mirasbırakanı …’den intikal ettiğini açıklayarak tapu iptali ve tescil isteminde bulunmuştur. İddianın ileri sürülüş şekline göre dava, miras payının devri sözleşmesine dayalı TMK’nun 677. maddesi uyarınca açılan pay iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Terekenin tamamı veya bir kısmı üzerinde miras payının devri konusunda mirasçılar arasında yapılan sözleşmelerin geçerliliği yazılı şekle bağlıdır (TMK.m.677/1). Mirasçılar arasındaki devirler için söz konusu olan bu yazılı şeklin adi yazılı olarak yapılması yeterlidir. Ancak; mirasçılar adına paylı mülkiyet şeklinde tapuya kayıtlı olan taşınmazlarda payın temlikinin resmi şekilde yapılması (TMK.m.706, 6098S. TBK.m 237) gereklidir.

Somut olaya gelince; dosya kapsamında mevcut dava konusu… parsel sayılı taşınmazlar ile … parsel sayılı taşınmazların evveli olan 119 parsel, 710 parsel sayılı taşınmazın evveli olan … parsel sayılı taşınmazlara ait tapulama tutanakları ve tapu kayıtlarının incelenmesinde; bahsi geçen taşınmazların 1971 tarihinde yapılan tapulama çalışmalarında belgesizden, …’in ceddinden intikalen ve taksimen 30 seneden beri nizasız fasılasız zilyetliğinde bulunduğu, 1970 yılında ölümü ile mirasçıları … (2/8), …(l/8), …(l/8), … (l/8), … (1/8), … (l/8) ve … (1/8) kaldığı belirtilerek, adlarına paylı mülkiyet hükümlerine göre tespit edildikleri ve itiraz edilmeksizin 12.03.1972 tarihinde kesinleşerek tapuya tescil edildikleri anlaşılmıştır. Tarafların ortak mirasbırakanı … ise 20.02.1971 tarihinde vefat etmiştir. Davacının davasına dayanak olarak sunduğu adi nitelikteki senetlerin incelenmesinde ise; 1 Temmuz 1977 tarihli “Köy Senedidir” başlıklı senette; … oğlu …’in kardeşi olan … ile anlaşarak babasından intikal eden arazi, emlak, canlı mal olarak hissesine düşen bilumumu sattığını, değeri olan 40.000 liranın tamamını aldığını belirttiği, 1 Mayıs 1979 tarihli senette ise, …’nin babasından gelen emlak, arazi, canlı mal olan hisseleri karşılığında 40.000 lirayı kardeşleri …’den defaten aldığı, hak talep etmeyeceği belirtilmiştir. Az yukarıda ifade edildiği üzere; mirasçılar arasındaki devirler için söz konusu olan bu yazılı şeklin adi yazılı olarak yapılması yeterlidir. Ancak; mirasçılar adına paylı mülkiyet şeklinde tapuya kayıtlı olan taşınmazlar tereke malı olmaktan çıktığından payın temliki resmi şekilde yapılması (TMK.m.706, 6098S. TBK.m 237) gereklidir. Bu itibarla; davaya konu … parsel sayılı taşınmazların 1972 yılında paylı mülkiyet hükümlerine göre tescil edildikleri, pay devirlerinin ise 1977 ve 1979 tarihlerinde yapıldığı, paylı mülkiyet şeklinde tapuya kayıtlı olan taşınmazlarda pay devirlerinin resmi şekilde yapılması gerekeceğinden, anılan taşınmazlar yönünden davanın reddine karar verilmesinde isabetsizlik görülmediğinden, davacı vekilinin bu taşınmazlar hakkındaki temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

2-Davacı vekilinin dava konusu … prasel sayılı taşınmazlar hakkında kurulan hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesine gelince;

Dosya kapsamında mevcut dava konusu taşınmazlara ilişkin tapulama tutanakları ve tapu kayıtlarının incelenmesinde; … parsel sayılı taşınmazların 1971 yılında yapılan tapulama çalışmalarında belgesizden, zilyetlik nedeni ile tarafların ortak mirasbırakanı … adına tespit edildikleri, itirazsız 12.03.1972 tarihinde kesinleştikleri, 06.08.2009 tarihinde yapılan intikal ile … mirasçıları adına elbirliği mülkiyet hükümlerine göre kayıtlı oldukları anlaşılmıştır. Yukarıda yapılan açıklamalar doğrultusunda; tarafların ortak mirasbırakanı …’in 20.02.1971 tarihinde vefat ettiği, davacının davasına dayanak olarak sunduğu adi nitelikteki 1 Temmuz 1977 tarihli senetle davalılar … ve … mirasbırakanı …’in; 1 Mayıs 1979 tarihli senet ile de diğer davalılar …, …, …, … ve … mirasbırakanı …’nin kök muris …’den intikal eden emlak, arazi, canlı mal olan hisselerini davacının mirasbırakanı …’e devrettikleri, bahsi geçen pay devrine ilişkin sözleşmelerin TMK’nun 677. maddesi uyarınca kural olarak geçerli ve sonuç doğuran sözleşmeler oldukları anlaşılmıştır.

O halde, Mahkemece, TMK’nun 677. maddesi hükmü uyarınca bir mirasçının diğer mirasçıya payını yazılı sözleşme ile devrinin geçerli olduğu ve davalılar tarafından sözleşmelere atılan imzaların da inkar edilmediği göz önünde bulundurularak, dava konusu … parsel sayılı taşınmazlar hakkında miras payının devrine ilişkin 1 Temmuz 1977 tarihli ve 1 Mayıs 1979 tarihli sözleşmelere değer verilerek, dava konusu taşınmazlarda davalılar … ve … mirasbırakanı …’e intikal eden hissenin tamamının, davalılar …, …, …, … ve … mirasbırakanı …’ye intikal eden payın ise 1/2 ‘sinin iptal edilerek davacı adına tescili gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda 2. bentte açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin … parsel sayılı taşınmazlar hakkında kurulan hükme yönelik temyiz itirazları yerinde görüldüğünden kabulü ile usul ve kanuna aykırı bulunan hükmün … parsel sayılı taşınmazlara ilişkin bölümünün 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, davacı vekilinin … parsel sayılı taşınmazlar hakkında kurulan hükme yönelik diğer temyiz itirazlarının 1. bentte yazılı sebeplerle yerinde görülmediğinden REDDİNE, taraflarca HUMK’nun 440/1 maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve 25,20 TL peşin harcın temyiz edene davacıya iadesine, 30.11.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İŞ KAZASI VEYA MESLEK HASTALIĞINDAN DOĞAN TAZMİNAT-CİSMANİ ZARAR-İSKONTO-SERMAYELEŞTİRMEYE GİDİLME

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 1995/9-679
K. 1995/898
T. 1.11.1995
• TAZMİNAT ( İş Kazası ve Meslek Hastalığından Doğan – Hesaplanma Yöntemi )
• İŞ KAZASI VEYA MESLEK HASTALIĞINDAN DOĞAN TAZMİNAT ( Hesaplanma Yöntemi )
• CİSMANİ ZARAR ( Hüküm Tarihindeki Duruma Göre Hesaplanması )
• İSKONTO ( İş Kazası ve Meslek Hastalığından Doğan Tazminatda )
• FAİZ ( İş Kazası ve Meslek Hastalığından Doğan Tazminatda )
• SERMAYELEŞTİRMEYE GİDİLME ( İş Kazası ve Meslek Hastalığından Doğan Tazminatda )
818/m.46/2
506/m.26

ÖZET : İşçinin, iş kazası veya meslek hastalığı sonucu ölüm yada meslekte kazanma gücünü kısmen veya tamamen kaybetmesi nedeniyle açılan tazminat davalarında, cismani zararın hüküm tarihindeki duruma göre hesaplanması kabul edildiğinden, o tarihe en yakın verilerin gözönüne alınarak rapor tarihine kadar gerçekleşen zararın somut olarak hesaplanması gerekir. Bu zararın, olay tarihi itibariyle iskontoya tabi tutulup tutulmayacağı sorusuna gelince:

İskonto; vadesi gelmemiş bir borcun vadesinden önce ödenmiş olması halinde, alınan paranın vadeye kadar değerlendirme olanağı verdiğinden, borcun haksız iktisaba imkan vermeyecek oranda indirilmesidir. Rapor tanzim tarihine kadar hesaplanan beden gücü kaybı zararı, tazmin sorumluları tarafından davacıya henüz ödenmediğinden, vadesinden önce ödenmiş bir borç değildir. Dolayısıyla, iskontoya tabi tutulamaz. Rapor tanziminden sonraki zararda bilinen son gelir gözönüne alınıp, her yıl % 10 oranında artırılmalı ve iskonto edilmek suretiyle hesaplanmalıdır.

Ancak mahkemece belirlenecek tazminat miktarına olay tarihinden itibaren faiz yürütülmesi yerinde ise de, bu tür davalarda tazminat miktarının hesaplanmasında yönteme ilişkin, olay tarihi itibariyle sermayeleştirmeye gidilmek suretiyle hüküm kurulması da doğru değildir.

DAVA : Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; ( Kartal Birinci İş Mahkemesi )’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 21.12.1993 gün ve 1988/332-1993/411 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili ile davalılardan SSK vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Dokuzuncu Hukuk Dairesi’nin 4.10.1994 gün ve 1994/5640-13570 sayılı ilamı ile; ( …1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, tarafların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.

2- İşçinin, iş kazası veya meslek hastalığı sonucu ölüm ya da meslekte kazanma gücünü kısmen veya tamamen kaybetmesi nedeniyle açılan tazminat davalarında hakim, kural olarak, zarar ve tazminat hesabına ilişkin tüm verileri belirlemek zorundadır. Bu nedenle, ölen veya cismani zarara uğrayan işçinin net geliri, yaşam ve çalışma süresi, sakatlık derecesi, karşılık kusur oranı, davacıların sosyal durumları, destek süresi ve payları, eşin evlenme olasılığı ve Sosyal Sigortalar Kurumu’nca yapılan yardımların miktari gibi hususlar tam ve eksiksiz olarak belirlendikten sonra, dosya hesap için bilirkişiye verilmelidir.

Bu tür davalarda, olay tarihi ile hüküm tarihi arasındaki sürede zararın somut olarak gerçekleşmiş olması, hüküm tarihinden sonraki geleceğe yönelik devre zararının ise varsayımlara dayanması, tazminat hesabının bu iki dönem için ayrı ayrı yapılmasını zorunlu kılmaktadır.

Şöyle ki;

a ) Olay tarihi ile hüküm ( veya hüküm tarihine mümkün olan en yakın bir tarihte alınacak rapor ) tarihi arasındaki dönem zararı somut olarak gerçekleşmiş bulunduğundan iskonto söz konusu olamaz. Zira, vadesi geldiği halde ödenmemiş bir alacağın iskontoya tabi tutulması, iskonto kavramı ile bağdaşmaz.

Belirtmek gerekir ki, olay tarihi ile hüküm ( veya rapor ) tarihi arasındaki bu devrede, Sosyal Sigortalar Kurumu’nca ödenmiş olan gelirlerin miktarı da tespit edilerek tazminattan düşüldükten sonra kalan miktar, işlemiş tazminatı oluşturacaktır. Ödenen sosyal sigorta gelirleri ile zarar tamamen karşılanmış ise, söz konusu dönem için tazminat ödenmesi gerekmez. Şayet, bu devrede yapılan sigorta yardımları daha fazla ise, kalan miktar, çifte ödemeyi önlemek için ikinci dönemin tazminat hesabından düşülmek gerekir.

Gerçekleşmiş bulunan ( işlemiş ) tazminata, olay tarihi ile hüküm tarihi arasındaki ortalama tarihten itibaren yasal faiz yürütülmelidir. Zira, bu döneme ilişkin zararın tamamı olay tarihinde gerçekleşmiş değildir.

b ) Hüküm ( veya rapor ) tarihinden sonraki döneme ilişkin zararın saptanması varsayımlara dayanmakla birlikte mümkün oldukça gerçeğe en yakın bir hesap yöntemi uygulanmalıdır. Bu nedenle, hüküm tarihinden sonraki gelecek yıllar için zarar ve tazminatın hesabı, uygulamada olduğu gibi yıllık ortalama gelir esas alınarak değil, ölenin veya zarar görenin, hüküm ( veya rapor ) tarihindeki net geliri esas alınıp, bu tarihten itibaren ileriye yönelik her yıl için ayrı ayrı ( yıllık taksitler halinde ) % 10 oranında artırılmak suretiyle yapılmalıdır. Bu şekilde belirlenen yıllık zararlar, yine hüküm ( veya rapor ) tarihi itibariyle ayrı ayrı iskontoya tabi tutularak peşin sermaye değerleri bulunmalıdır.

Çalışılmayan pasif ( yaşlılık ) dönemine ilişkin zarar da, yine aynı yöntemle yıllara göre hesaplanıp, hüküm tarihindeki peşin değeri bulunmalıdır.

Böylece, ikinci dönem için hesaplanan toplam tazminat tutarlarından, hüküm tarihinde yürürlükte bulunan katsayı ile bağlanan sigorta gelirlerinin, bu tarihten sonra ödenecek bölümünün peşin değeri Kurum’dan sorulup tesbit edildikten ve birinci dönemden artan gelir varsa eklendikten sonra, düşülmesi gerekir.

Bu dönem için belirlenen tazminata, hüküm tarihinden başlamak üzere yasal faiz yürütülmelidir.

Kuşkusuz, düzenlenen hesap raporunun açık, anlaşılır ve denetime elverişli olması da zorunludur.

Mahkemece açıklanan bu ilkeler dikkate alınmadan düzenlenen bilirkişi raporuna göre hüküm tesisi isabetsizdir… ) gerekçesiyle bozularak, dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Temyiz eden : Davalılardan SSK. vekili.

KARAR : Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Davada, haksız fiil sonucu % 21 oranında beden gücünün kaybedilmiş olması nedeniyle uğranılan maddi ve manevi zararın tahsili istenmiştir.

Mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık, öncelikle zararın hesaplanmasında rapor tanzim tarihine kadar bilinen verilere göre hesaplanan zararın olay tarihine göre sermayeleştirilip, sermayeleştirilmeyeceği, başka bir anlatımla iskontoya tabi tutulup tutulmayacağı ve belirlenecek zarar miktarına hangi tarihten itibaren faiz uygulanması gerektiği noktalarında toplanmaktadır.

Beden tamlığına karşı işlenen haksız fiillerde zararın gerçek miktar ve şumulü zamanla daha iyi anlaşılabileceğinden, mümkün olduğu kadar geç bir tarihin esas alınması gereği meydandadır. Borçlar Kanununun 46/2. maddesinde, cismani zararın hangi tarih esas alınarak hesaplanacağı hakkında yeterli açıklık bulunmakta, cismani zararın hüküm tarihindeki durumuna göre hesaplanması kabul edilmektedir ( Tekinay, Destekten Mahrum Kalma Tazminatı, S. 201-202 ). Bu itibarla, hüküm tarihine en yakın verilerin nazara alınarak rapor tanzim tarihine kadar gerçekleşen zararın somut olarak hesaplanması gerekir. Bu husus “gerçek belli iken varsayıma gidilemez” ilkesinin de gereğidir.

Rapor tanzim tarihine kadar somut olarak hesaplanan zararın, olay tarihi itibariyle iskontoya tabi tutulup tutulamayacağı sorusuna gelince;

Bilindiği gibi iskonto, vadesi gelmemiş bir borcun vadesinden önce ödenmiş olması halinde, alınan paranın vadeye kadar değerlendirme olanağı bulunduğundan borcun haksız iktisaba imkan vermeyecek oranda indirilmesidir. Rapor tanzim tarihine kadar hesaplanan beden gücü kaybı zararı, tazmin sorumluları tarafından davacıya henüz ödenmemiş bulunduğundan vadesinden önce ödenmiş bir borçtan sözedilemez. Dolayısıyla rapor tanzim tarihine kadar somut olarak saptanan beden gücü kaybı zararı iskontoya tabi tutulamaz. Aksinin kabulü, vadesi gelmiş ve henüz ödenmemiş bir borcun iskontoya tabi tutulması olur ki, iskonto kavramı ile bağdaşmaz. Nitekim, Federal Mahkeme de, haksız fiilden zarar gören kişinin ölmeyip devamlı olarak sakat kalması halinde, iratların hüküm tarihi itibariyle sermayeye çevrilmesi ve haksız fiil tarihi ile hüküm tarihi arasında geçecek süre içinde zararın somut olarak hesap edilmesi görüşündedir. İlmi içtihatlar da bu doğrultudadır ( BGE 77 II 308 jdt 952 I 304, Tekinay Borçlar Hukuku Genel Hükümleri, C: 1, 1995, S. 822 ). Federal Mahkeme, ölümler halinde, iradların sermayeye çevrilmesinde ölüm tarihinin esas alınması gerektiği şeklinde içtihadını değiştirmiş ise de, ( BGE 84 II 300 jdt 1959 I 444-,445 ) bu değişiklik, haksız fiil sonucu ölen kişinin bu fiil olmaması halinde de hüküm tarihine kadar sağ kalmaması ihtimali bulunduğu, gerek ortalama yaşama hadlerine, gerekse ekonomik faaliyet sürelerine ait istatistikler ölüm tarihindeki yaşlara göre düzenlendiği için iratların sermayeye çevrilmesinde bu tarihin esas tutulması gerektiği görüşünden kaynaklanmakta ve doktrinde eleştirilmektedir ( Tekinay, Destekten Mahrum Kalma Tazminatı, S. 226-227 ). Haksız fiil sonucu ölen kişinin haksız fiil olmaması halinde rapor tanzim tarihine kadar her zaman sağ kalmaması olasılığının bulunması ve istatistiklerin ölüm tarihine göre düzenlenmiş olması, bilinen veriler nazara alınarak rapor tanzim tarihine kadar destek kaybı zararının somut olarak belirlenmesine, rapor tanzim tarihinden sonraki zararın da gelirler % 10 oranında artırılıp iskonto edilmek suretiyle varsayıma dayalı olarak hesaplanmasına engel değildir. Örneğin, 70 yaşında ölen bir desteğin PMF tablosuna göre bakiye ömrü 9 yıl olup rapor ölüm tarihinden 3 sene sonra düzenlenmişse, 3 senelik destek zararının bilinen verilere göre somut olarak, 6, yıllık destek zararının da varsayıma dayalı olarak hesaplanması, istatistiklerin aktif ve pasif dönemlerinde aynı şekilde değerlendirilmesi mümkündür.

Ülkemizde zarar hesapları, hakimler tarafından yapılamadığından bu hesapların işin niteliği gereği bilirkişi aracılığı ile yapılmasında ülke gerçekleri bakımından zaruret bulunmaktadır. Hüküm tarihinin önceden bilinememesi nedeniyle bilirkişinin hüküm tarihi itibariyle iratları sermayeleştirilmesi de mümkün değildir. Yurt sathında uygulamada birlik sağlamak için, gerek ölümler nedeniyle destek kaybı zararı, gerekse beden gücü kaybı zararının hesaplanmasında rapor tanzim tarihine kadar gerçekleşen zararın bilinen veriler nazara alınarak ve iskontoya tabi tutulmadan somut olarak, rapor tanzim tarihinden sonraki zarar da bilinen son gelir nazara alınıp her yıl % 10 oranında artırılmak ve iskonto edilmek suretiyle hesaplanmalıdır. Bundan ötürü Federal Mahkeme’nin içtihat değiştirmesine rağmen, ölümler nedeniyle destek kaybı zararının hesabında da meslekte edinme gücünü kaybetmede olduğu gibi bu ilkenin uygulanması Hukuk Genel Kurulu’nun 16.3.1988 tarih 611/249; aynı tarih, 95/269; 13.6.1990 tarih, 215/356 ve 1.5.1991 tarih, 9114/238;15.5.1991 tarih,102-267 sayılı kararlarında benimsenmiştir.

Yukarıda açıklanan, yönteme uygun biçimde belirlenecek tazminat miktarına da olayın haksız fiilden kaynaklandığı gözetilerek, olay tarihinden itibaren faiz uygulaması icabeder. Mahkemenin bu kabule uygun bulunan faiz başlangıcı ile ilgili direnmesi doğrudur.

Ancak; mahkemece her ne kadar belirlenecek tazminat miktarına olay tarihinden itibaren faiz yürütülmesi yerinde ise de, bu tür davalarda tazminat miktarının hesaplanmasında izlenmesi gereken yönteme ilişkin olarak

HUKUK GENEL KURULU
kararlarına uygun bulunan Özel Daire bozma kararına aykırı biçimde, örneğin, olay tarihi itibariyle sermayeleştirmeye gidilmek suretiyle hüküm kurulmuştur.

Direnme kararı yalnızca davalı SSK. tarafından temyiz edilmiştir. O itibarla, yeniden yapılacak hesaplama ile tesbit edilecek tazminat miktarında davacı bakımından usulî kazanılmış hakkın değerlendirilmesi gerektiği de kuşkusuzdur.

Bu durumda, açıklanan gerekçelerle Hukuk Genel Kurulu’nun ilke niteliğindeki devamlı uygulamasına uygun bulunan Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi doğru değildir. O halde, usul ve yasaya aykırı bulunan direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalı Sosyal Sigortalar Kurumu vekilinin, hükmün belirlenecek tazminat miktarına uygulanacak faizin başlangıç tarihinin olay tarihi olması gerektiği hakkındaki kısmına yönelik temyiz itirazlarının reddine, ancak hükmün tazminat hesaplama yöntemine ilişkin kısmına yönelik temyiz itirazlarının kabulü ile kararın yalnızca bu kısmının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda açıklanan nedenlerle ( BOZULMASINA ), 25.10.1995 gününde yapılan ilk görüşmede yeterli çoğunluk sağlanamadığından,1.11.1995 günü yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY YAZISI

Davacı işçinin; 15.9.1987 tarihinde elindeki ameliyat malzemeleri ile merdiven çıkarken, merdivenden düşüp cam malzemelerin elini kesmesiyle meslekte kazanma gücü kaybına uğradığı, olayın kaçınılmazlık sonucu oluşan bir işkazası kabul edildiği, işçinin yerinde çalışmasını da sürdürdüğü ve eski ücretini almaya devam ettiği, Sosyal Sigortalar Kurumu’nun da 100.437.414.TL. peşin değerli gelir bağladığı, davacının açtığı iki dava ile 405.563.768.TL. maddi ve ayrıca manevi tazminat istediği, mahkemenin birleştirerek gördüğü davalar sonunda, davanın kabul edildiği, tarafların temyizi ile kararın Yüksek Dokuzuncu Hukuk Dairesi’nce bozulduğu, yerel mahkemenin kararında direndiği, hükmü davalı Sosyal Sigortalar Kurumu vekilinin temyiz ettiği anlaşılmaktadır. Davanın yasal dayanağı, İş Kanunu m. 73, Borçlar Kanunu m. 332 ve 46’dır. Bu tür davalarda cismani ve iktisaden mahrum kalınan zararın hesabı önem kazanmaktadır.

İş kazasında yaralanma gibi sigorta olaylarında, Anayasa ve 506 sayılı Kanunun iş Kazaları ve Meslek Hastalıkları sigortası hükümleri gereğince, Sosyal Sigortalar Kurumu’nun mecburi gelir bağlaması karşısında, cismani zarara uğrayanlar, Sigorta tahsisleriyle karşılanmayan zararlarının giderimini istemiş olmaktadırlar. Bu zararlar, olayın özelliği icabı olay tarihinde hemen meydana gelen ani zarar türünden değildir. Zira, işçi işkazasında yaralanmasaydı, yaşama yaşı sonuna kadar ve bu devrede de çalışma yaşı süresince aktif dönemde ve emekliliğinde pasif dönemde, her ay ücret veya yaşlılık aylığı olarak,kazanç sağlayacaktı. Sosyal Sigortalar Kurumu da esasen her ay ödenen bir gelir bağlamaktadır. Hiçbir zaman işkazası tarihinde toptan gerçekleşen bir gelir ve işçinin bundan mahrumiyeti gibi bir durum, asla mevcut değildir. Öte yandan, işçinin, ölünceye kadar kazancının ne olacağı konusu, önemli ölçüde belirsizlrk gösterdiğinden farazi hesap yöntemleriyle saptanabilmektedir. Diyelim ki, işçinin yoksun kaldığı irad taksitleri de kesinkes belli değildir. Dolayıs zararları varsayımla tahmin edilebilecektir.

Hesaplamada uygulanacak yöntem konusunda, aslında, olay tarihine göre tüm zararın hesabı uygun olur. Bu hesaplamada, rapor tarihine kadar bilinen hesap dönemleri, özellikle işçinin ücreti, hesap tarihine kadar toplu sözleşme veya asgari ücrette gerçekleşen değişikliklerden yararlanılır. Gerçek bilgilerden uzaklaşma zorunluluğu doğduğu andan itibaren de kazançlar varsayımla belirlenir ve bunlar olay tarihine göre iskonto edilerek olay tarihindeki peşin sermaye değeri bulunur. Böylece, olay tarihinde peşin sermaye değeri tutarında bir zararın gerçekleştiği belirlenmiş farzolunur. Bu yöntemle saptanacak tazminata da, olay tarihinden ötesinde hiçbir ödeme yapılmadığından borçlunun temerrüdü gerçekleşmiş sayılarak, olay tarihinden itibaren faiz yürütülür.

Ne var ki; Yüksek Hukuk Genel Kurulu, hesap yöntemi bakımından, bu sistemi benimsememiştir. Rapor tarihine kadar olan dönemin bilinen dönem olduğu ve bu dönem için varsayıma dayanan hesaba gerek olmadığı, belli dönemlere göre, her yıl için hesap yapılıp, bu zarar henüz ödemediği ve vadesi geldiğinden iskontoya tabi tutulmadan aynen alınması gerektiği, rapor tarihinden sonraki dönemde ise bilinen son gelir, her yıl için % 10 arttırılıp, rapor tarihine göre % 10 iskontoya tabi tutulmak suretiyle hesaplanması icap ettiğini kabul etmiştir. Ve hesaplama yöntemi olarak bu sistemi yeğlemiştir.

Böyle olunca, olay tarihi ile rapor tarihi arasındaki dönemde gerçekleşecek irad taksitleri aynen alınacak ve iskontoya tabi tutulmayacaktır. Rapor tarihinden yaşama yaşı sonuna kadarki döneme ilişkin irad taskitleri ise, son bilinen irad, % 10 arttırım ve % 10 iskontoya tabi tutularak rapor tarihindeki peşin sermaye değeri hesaplanmak suretiyle, rapor tarihinde doğmuş farzolunacaktır.

Yüksek Hukuk Genel Kurulu; bu hesap yöntemini kabul etmesine rağmen, hesaplanacak tazminatın faizinin, olay tarihinden başlayarak yürütüleceğini de kabul etmiştir.

Hesap yöntemi olarak yukarıda sözü edilen metod ve ilkeler, bir kere kabul edildikten sonra, hesap yöntemine kaçınılmaz bir şekilde bağlı olan faiz başlangıcı konusunda, temerrüdün gerçekleşmediği, alacağın henüz doğmadığı bir tarih olan, olay tarihinin esas alınması, hem kararının birinci bölümüyle çelişkili ve hem de yasaya aykırıdır.

Zira, bilinen dönem zararları tedricen, zaman içerisinde ay be ay, irad taksitlerinden mahrum kalınacak şekilde gerçekleştiği için, faizin de her bir irad taksidinin gerçekleştiği tarihler itibariyle, ya da düşüncelerle olay tarihi ve rapor tarihi arasındaki ortalama bir tarihten itibaren yürütülmesi gerekir. Aksine işlem, henüz doğmamiş bir alacak için, temerrüdün gerçekleştiğinin kabulü ve böyle bir alacağa faiz yürütülmesi anlamına gelir ki, hukuken savunulamaz. Örneğin, olay 1984’de olmuş, rapor 1985’te düzenlenmiş ise 1994’te gerçekleşecek bir zarara 10 sene öncesinden faiz yürütülmüş olur ki, bunun haksız iktisaba ve suüstimale yol açacağı ortadadır. Fiilen, hukuken ve lojikman savunulamaz. Nitekim, sayın çoğunluğun kararında bu kabul için, hiçbir inandırıcı gerekçe de gösterilebilmiş değildir. Rapor tarihinden sonraki dönemde de, peşin sermaye değeri, rapor tarihine göre bulunduğu ve böylece o zararlar rapor tarihinde doğmuş farzolunduğu halde, tazminatın bu kesimi için de, olay tarihinden başlayarak faize hükmedilmesi yukarıda birinci dönem için arzedilen mahzurları aynen içermektedir. Bu dönem çoğu zaman daha uzundur ve bu kesime isabet eden tazminat daha yüksektir. Örneğin, olay 1984’te olsa, rapor 1995’te düzenlense, o tarihte gerçekleştiği farzolunan bu kesime, olay tarihi 1984’ten itibaren faiz yürütülürse,10 sene sonra doğacak bir alacağa 10 sene öncesinden başlayarak faiz yürütülmüş olmaktadır. Daha alacağın doğmadığı dönemler için faiz yürütülüp, temerrüd kabul edilmiş bulunmaktadır ki, büyük çapta nedensiz zenginleşmeye yol açılacağı lojik olmayan bir sonuca varılacağı ortadadır. Bu kesim için dahi, neden olay tarihinden geçerli olarak faize hükmolunacağının lojik ve hukuki gerekçelerini, sayın çoğunluğun kararından öğrenmek mümkün olmamıştır.

Öte yandan, işkazası olayı geniş anlamda bir haksız eylem olmakla beraber aslında akte aykırı davranıştan ( BK. 332 ), işkazası 73’ü ihlalden kaynaklanmaktadır. Bu özel niteliği itibariyle, bu hükümlerin uygulama önceliği vardır. Onların suskun olduğu yerlerde haksız eyleme ilişkin kurallar uygulanabilir. Nitekim,1993 tarih ve 3/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da zamanaşımı ve başlangıç konusunda akite ilişkin hükümler uygulanmış, sorun BK. m.125 ve 128’e göre çözülmüştür. Zamanaşımı temerrüd tarihinden başlatılmıştır. Temerrüd için ise öncelikle alacağın doğması lazımdır. İrad taksitlerinden kayıplar şeklinde gerçekleşen alacak, bilinen dönemde her kaybın gerçekleştiği tarihte, bilinmeyen hesap dönemi içinde, ilerideki yılların irad taksitlerinin iskontolama işlemiyle peşin sermaye değerinin hesaplanıp bulunduğu rapor tarihinde gerçekleştiği için ve bu tarihlerden sonra temerrüdden söz edilebileceğinden rapor ve hesaplama tarihinden itibaren faiz başlatılabilir. Çünkü, iskontolama ile bilinmeyen dönem denen kesimdeki zarar iskontolama = hesap = rapor tarihinde doğmuş farzolunmaktadır.

Alacağın henüz doğmadığı dönemler için faize hükmedilemez. Açıklandığı gibi bu tür olaylarda alacağın tümü hep birlikte topluca doğmuş. Bu alacak zararın gerçekleşme biçimine bağlı olarak işçi her ay ücret aldığından ay be ay doğar. Aylık ücretle geçinen işçinin bütün çalışma dönemindeki kazancını peşin sermaye değeri olarak toptan işkazası tarihinde aldığını düşünmek faraziyelerin en gerçek dışı ve sakıncalı olanıdır. Öte yandan bu zarar hesabında, hiçbir zaman işçinin olay tarihindeki kazancı sabitleştirilmemekte, hesap döneminin sonuna kadar geleceğin getirilerinin tahminine çalışılmaktadır. İleride gerçekleşecek ve olay tarihinde tümü asla gerçekleşmemiş alacaklar için olay tarihinden başlayarak faiz yürütmek tipik bir nedensiz zenginleşmedir. Tamamen hukuka aykırıdır.

Diyelim ki, 1984’te olan bir işkazasında 1995’te hesap raporu alınsa 1984-1995 bilinen dönemde zarar toplama 500.000.000.TL. ve 1995’ten 2025 yılına kadarki bilinmeyen dönemde 1.500.000.000.TL. olarak hesaplansa, gerçek alacak toplamı 2.000.000.000.TL. olduğu, halde, bu alacaklara olay tarihinden itibaren 6.600.000.000.TL. faiz ödenmesine karar verilmiş olacaktır ki, gülünç ve korkunç bir sonuca ulaşıldığı ortadadır.

Sayın çoğunluğun kararına açıklanan nedenlerle karşıyım.

Teoman OZANOĞLU
10. Hukuk Dairesi Başkanı

KARŞI OY YAZISI

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun maddi zarar hesabı ile ilgili bozma gerekçesi Dokuzuncu Hukuk Dairesi’nin istikrar kazanan son görüşlerine ve Hukuk Genel Kurulu’nun 1988-1991 yıllarında verdiği kararlara uygundur. Bu nedenle, maddi tazminat hesabı ile ilgili bozmaya katılıyoruz. Ancak belirtmek gerekir ki, bilinmeyen dönemle ilgili zararın peşin sermaye değeri hesaplanırken karara esas rapor tarihindeki son gelir nazara alınarak her yıl için gelirlerin % 10 olarak arttırılıp rapor tarihi itibariyle iskontoya tabi tutulması Hukuk Genel Ku kararında açıklanmış ise de, bu açıklama tatbikatta yine bazı bilirkişilerin yıllar ortalaması gelirini almalarına mani olmayacağı endişesini taşıdığımızdan, Genel Kurul görüşmelerinde de benimsendiği gibi, bilinmeyen dönem zararının sermayeleştirilmesinde 1/Kn formülünün uygulanması gerektiğinin açıkça karara derç edilmesi gerektiği görüşündeyiz.

Hukuk Genel Kurulu’nun faiz başlangıcı ile ilgili olarak verdiği karar ise, hesap yöntemi ile ilgili o kabul ettiği prensipleri red eder derecede çelişkili, adaletsiz ve taraflardan birisi lehine haksız zenginleşme doğurur niteliktedir.

Dairemizin bozma kararı maddi tazminat hesap yöntemi ve faiz başlangıcı yönlerinden birbirinden ayrılmaz bir bütün iken Hukuk Genel Kurulu , Dairemiz kararının birbirini tamamlayan bu iki bölümünü birbirinden farklı mütalaa edip sonuca varmakla bir insanın başı ile vücudunu birbirinden ayırarak, başsız vücudu veya vücutsuz başı insan gibi kabul etmek durumunda kalmıştır.

Faiz başlangıcı ile ilgili Dairemizin son görüşü, Hukuk Genel Kurulu’nun 15.5.1991 gün, 1991/9-102 esas ve 1991/267 karar sayılı kararında açıklanan hesaplama yöntemi ile ilgili ilkelerin ( bu karar HGK.’ca bugün de aynen kabul edilmiştir ) aynen benimsenmesi sonucu oluşmuştur. Açıklanan Hukuk Genel Kurulu ‘nun 15.5.1991 tarihli kararına konu Dokuzuncu Hukuk Dairesi’nin 16.10.1990 gün ve 212-2622 sayılı kararında faiz başlangıcının olay tarihi olarak kabul edilmesi bu kararda benimsenen hesap yöntemine göre doğrudur. Zira, o kararda olay ( ölüm veya maluliyet ) tarihindeki gelirler hesaplamada baz alınmış, maddi zararın sermayeleştirilmesi ve iskontolanması olay tarihine göre yapılmıştır. Bu kararımız kendi içinde tamamen tutarlıdır.

Ancak, yukarıda da anılan 15.5.1991 tarihli HGK. kararında açıklanan hesap şekli Dairemizin 19.10.1990 tarihli kararında benimsenen hesap yönteminden tamamen farklıdır. Dairemiz de, HGK.’nun bu kararını gözönünde bulundurarak 1990 yılındaki kararımızda tamamen farklı bu hesaplama yöntemini benimsemiş ve bu yeni hesap yöntemi ile tamamen tutarlı, doktrinde aktüel hesapları ile ilgilenen üniversite öğretim üyelerince ve maluliyet sonucu doğan zararlarda İsviçre Federal Mahkemesi’nce benimsenen faiz başlangıç tarihlerini kabul etmiştir.

Bu yeni maddi zarar hesabı yönteminde olay ( ölüm ve maluliyet ) tarihindeki veriler nazara alınarak ve tüm zarar dönemi için olay tarihindeki ücret esas alınıp % 10 arttırım ve olay tarihine göre iskontoya tabi tutulup olay tarihi itibariyle maddi,zararın peşin değeri hesaplanmamakta, bu nedenledir ki olay tarihinden itibaren faiz uygulanmamaktadır.

Benimsenen yeni yöntemde, karara esas rapor tarihine kadar olan birinci dönem bilinen ( gerçekleşen ) zarar dönemi, rapor tarihinden sonraki ikinci dönem ise bilinmeyen ( muhtemel ) zarar dönemi olarak ikiye ayrılmaktadır.

İkiye ayrılan bu dönemlerle ilgili etraflı açıklamaya girmeden önce, ölüm ve maluliyetten doğan zararların diğer zararlardan ayırıcı vasıflarını belirtmek gerekir. Örneğin, eşya zararlarında zarar, zarara yol açan olayın vukuu ile derhal meydana gelmektedir. Oysa ki ölüm ve cismani zararların vasfı müstakbel olmaları, başka bir anlatımla zarara yol açan olayın vukuu ile derhal değil, ileride zaman içinde gerçekleşecek olmalarıdır. Bu nedenle, bu gibi olaylarda tazminat talep eden davacılar, muayyen müddetle ay ve sene gibi belirli zaman dilimleri içinde maruz kalacakları periyodik zarar miktarlarının, yani yoksun kalacağı bir iradın tazminini talep etmektedir. İrat, pek kısa olmayan bir süre devam etmek üzere eşit zaman aralıkları ile tekerrür eden edalardan oluşan bir alacaktır. Zarar gören kişinin maruz kaldığı ve mahkemece tesbit edilecek zarar bir irat kaybından ibaret olduğu için en uygun çözüm, irat şeklindeki tazminata hükmolunmasıdır. Hakime, BK.nun 43. maddesi bu yetkiyi tanıdığı halde, tatbikatta mahkemeler sözkonusu iradın peşin değerinin tahsiline karar vermektedirler. Burada esas olan, tazminatın her iki halinde de alacaklıya sağlanan maddi menfaatin değişmemesi ve aynı olmasıdır.

Yukarıda açıklanan olay ( maluliyet veya ölüm ) tarihinden karara esas rapor tarihine kadar olan dönemin zarar ve iradının taksitlerden oluşan kısmı, taksitlerin vadeleri geçmiş bulunduğunda, vadeleri geçmiş alacaklar da bir iskonto ve peşin değer söz konusu olamayacağından, bu dönem zararı peşin sermaye değeri hesabının dışında bırakılmış, bu döneme ilişkin zarar bilinen acretlerle müşahhas olarak tayin ve tesbit olunarak aynen hüküm altına alınması ( peşin değer hesabına dahil edilmeksizin ve iskontoya tabi tutulmaksızın ) HGK.’nca benimsenmiştir. Kabul edilen bu hesap yöntemi sonucu, zararın irat kaybından ibaret olması, zarara yol açan olay tarihinde değil, zaman içerisinde ve her taksit için onun vade tarihinde gerçekleşmesi nedeniyle bu döneme ait taksitlerden herbirine vadesi tarihinden itibaren gecikme faizi uygulanması gerekir. Ancak, her vade tarihinden itibaren ayrı ayrı faiz uygulaması, tatbikatta güçlük yaratacağından, Dairemiz matematiksel olarak fazla fark yaratmayan ve İsviçre Federal Mahkemesi’nce maluliyet hallerinde kabul edilen ortalama tarihten faiz uygulanması görüşünü benimsemiş olup, bu görüşümüz zararın mahiyetinin ve hesaplama yönteminin bir sonucudur.

HGK.’nca bu döneme ait taksitlerin tutarına olay tarihinden itibaren gecikme faizi uygulanması görüşünün benimsenmesi kanuna ve hukuki esaslara tamamen aykırılık teşkil etmektedir.

Karara esas rapor tarihinden sonraki bakiye yaşam süresine ait ikinci dönem ( bilinmeyen devre ) zararı, müstakbel gelir hakkında yapılan tahminlere müsteniden hesap ve tayin olunmaktadır. Bu döneme ilişkin irat gelir taksitlerinin henüz vadesi gelmediğinden ve peşin değer iratlarda henüz vadesi gelmemiş olan taksitler için sözkonusu olduğundan, davacıların bu dönem zararlarının peşin sermaye değeri hesaplanmaktadır. HGK. bu peşin sermayenin belirlenmesinde karara esas rapor tarihindeki verileri ( ücret ve gelirleri ) esas alıp bu tarihten itibaren artırıma tabi tutup rapor tarihi itibariyle iskontolaştırarak bu devre zararının peşi sermaye değerinin belirlenmesi gerektiği ilkesini benimsediğine ve bu döneme ilişkin zararların da olay tarihinde değil, rapor tarihinden sonra zaman içerisinde gerçekleşmesine göre, bu döneme ilişkin faiz başlangıcının hüküm veya karara esas olan rapor tarihi olarak kabul edilmesi yansıtılamaz en tabii bir sonuçtur. Bu nedenledir ki, Dairemiz bu dönem için faiz başlangıç tarihini hüküm tarihi olarak kabul etmiştir. HGK.’nda ve tatbikatta hükme esas rapor tarihi ile karar tarihi arasında uzun bir zaman geçebileceği, bunun da davacı aleyhine sonuç doğuracağı endişesi açıklandığından, bizler bu dönem için faiz başlangıç tarihinin hükme esas hesap rapor tarihi olarak kabul edilmesi gerektiği sonucuna ulaşmış bulunuyoruz.

Olay tarihindeki veriler nazara alınmadığı ve iskonto olay tarihine götürülmediği ve zararın peşin değeri olay tarihi itibariyle sermayeleştirilmediği halde HGK.’nun bu dönem zararının faiz başlangıcını da olay tarihi olarak kabul etmesinin hiçbir izah tarzı ve hukuki dayanağı yoktur. Bu sebeple benimsenemez.

Tüm yukarıda açıkladığımız nedenlerle HGK.’nun faiz başlangıcı ile ilgili kararına katılamıyoruz.

Emin Aydın ÖZKUL
9. Hukuk Dairesi Başkanı

Osman Güven ÇANKAYA
9. Hukuk Dairesi Üyesi

yarx

TRAFİK KAZASI- MOTORLU BİSİKLETLERİN KULLANMASINDAN KAYNAKLANAN ZARARLAR- GÜVENCE HESABI

T.C
YARGITAY
11.HUKUK DAİRESİ
2007/11474 Esas

2009/420 Karar
Tarih 19.1.2009

– KARAYOLLARI TRAFİK GARANTİ FONU YÖNETMELİĞİ m.14
– 2918 sayılı KARAYOLLARI TRAFİK KANUNU m.108

Özet: Dava, trafik kazası sonucu yaralanma nedeniyle Garanti Hesabından maddi tazminat talebine ilişkindir. Zorunlu mali sorumluluk sigortasına tabi motorlu araçların sebep olacakları zararları işletenin sorumluluğuna ilişkin kurallar uyarınca teminat tutarları dahilinde karşılamak üzere garanti hesabı oluşturulmuştur. Karayolları Trafik Garanti Sigortası Hesabı, motorlu bisikletlerin kullanmasından kaynaklanan zararları karşılamaz. Bu durumda kazaya karışan aracın motorlu bisiklet olup olmadığı araştırılmalıdır

Taraflar arasında görülen davada Şanlıurfa 1. Asliye Hukuk Mahkemesi`nce verilen 14.06.2007 tarih ve 2005/351 – 2007/670 sayılı kararın Yargıtay`ca incelenmesi davalı Türkiye Sigorta ve Reasürans Şirketler Birliği vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi G.G. tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup incelendikten sonra, işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Davacı vekili, müvekkilinin benzin ücretini verdiği araçla işyerine götürülürken diğer bir aracın çarpması nedeniyle yaralandığını, uzun süre tedavi olduğunu, karşı aracın sigorta poliçesinin aranmasına rağmen bulunamadığını, bu nedenle Garanti Sigorta Hesabının davalı olarak gösterildiğini, diğer davalının ise müvekkilinin bulunduğu aracın sigorta şirketi olduğunu, müvekkilinin zararının davalılar tarafından karşılanması gerektiğini ileri sürerek, 18.000.-YTL`nın davalılardan tahsilini talep ve dava etmiş, yargılama sırasında ıslah ile 16.188.-YTL tedavi gideri ve 30.000.-YTL işgöremezlik zararı talep etmiştir.

Davalı Garanti Sigorta Hesabı vekili, poliçenin araştırılması, kusurların belirlenmesi, zararın ispatlanması gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece, iddia, savunma ve dosyadaki belgelere göre, davacının yolcu olarak bulunduğu sırada meydana gelen kazada işgöremezlik zararı ve tedavi harcamaları bulunduğu gerekçesiyle, 16.188.-YTL tedavi gideri zararı ile, 30.000.-YTL işgöremezlik zararının davalılardan tahsiline karar verilmiştir.

Kararı, davalı Türkiye Sigorta ve Reasürans Şirketleri Birliği vekili temyiz etmiştir.

1- Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, mümeyyiz davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.

2- Dava, trafik kazası sonucu yaralanma nedeniyle Garanti Hesabından maddi tazminat istemine ilişkindir.
2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu`nun 108`nci maddesine göre zorunlu mali sorumluluk sigortasına tabi motorlu araçların sebep olacakları zararlar, işletenin sorumluluğuna ilişkin kurallar uyarınca geçerli teminat tutarları dâhilinde ödenmek üzere garanti hesabı oluşturulmuştur. Bu kanuna göre oluşturulan Karayolu Trafik Garanti Sigortası Hesabı Yönetmeliği`nin 14/ı maddesine göre motorlu bisikletlerin kullanılmasından ileri gelen zararlar hesaptan karşılanmaz.

Somut olayda dosya içerisinde zarara neden olan araca ait açık bilgi yer almayıp, sadece ceza mahkemesi bilirkişi raporunda mobilet olarak tanımlanmaktadır. O halde mahkemece bu konu üzerinde araştırma yapılmak suretiyle zararın davalı Garanti Hesabının karşılayacağı zararlar içerisinde kalıp kalmadığının belirlenerek hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken eksik incelemeye dayalı olarak karar verilmesi doğru görülmemiştir.

3- Öte yandan Garanti Hesabı, limit dâhilinde sorumlu olup, olay tarihinde geçerli olan limitlerin belirlenerek davalı Garanti Hesabının sorumluluğunun belirlenmesi gerekirken yazılı olduğu şekilde limitin gösterilmemesi de doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda 1 numaralı bentte açıklanan nedenlerle, mümeyyiz davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, 2 ve 3 numaralı bentlerde açıklanan nedenlerle mümeyyiz davalı vekilinin temyiz itirazının kabulü ile kararın BOZULMASINA, ödediği temyiz peşin harcın isteği halinde temyiz edene iadesine, 19.01.2009 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

BOZMADAN ÖNCE SANIK HAKKINDA TEKERRÜR HÜKÜMLERİNİN UYGULANMAMIŞ OLMASININ KAZANILMIŞ HAK TEŞKİL EDECEĞİ

T.C
YARGITAY
10. Ceza Dairesi
2020/4518 E. , 2021/9853 K.

“İçtihat Metni”
Mahkeme : … 4. Ağır Ceza Mahkemesi
Suç : Uyuşturucu madde ticareti yapma
Hükümler : Mahkûmiyet

Dosya İncelendi.

GEREĞİ GÖRÜŞÜLÜP DÜŞÜNÜLDÜ:

Bozmaya uyulduğu, yargılama sürecindeki işlemlerin kanuna uygun olarak yapıldığı, aşamalarda ileri sürülen iddia ve savunmaların toplanan tüm delillerle birlikte gerekçeli kararda gösterilip tartışıldığı, vicdanî kanının dosya içindeki belge ve bilgilerle uyumlu olarak kesin verilere dayandırıldığı, eylemin sanıklar tarafından gerçekleştirildiğinin saptandığı, eyleme uyan suç tipi ile aşağıda belirtilenler dışında yaptırımların doğru biçimde belirlendiği anlaşıldığından; yerinde görülmeyen diğer temyiz itirazlarının reddine, ancak;

1)Hükümden sonra 15/04/2020 tarihinde yürürlüğe giren 7242 sayılı Kanunla TCK’nın 53. maddesinde yapılan değişiklik nedeniyle, bu maddenin uygulanması açısından, sanıkların durumunun yeniden belirlenmesinde zorunluluk bulunması,

2)Bozmadan önce sanık … tarafından lehe temyiz edilen 09/07/2014 tarihli hükümde, sanık hakkında tekerrür hükümlerinin uygulanmamış olmasının CMUK’nun 326/4. maddesi uyarınca kazanılmış hak teşkil edeceği gözetilmeden, bozmadan sonra sanık … hakkında hükmedilen cezanın TCK’nın 58/6. maddesi uyarınca mükerrirlere özgü infaz rejimine göre çektirilmesine karar verilmesi, Kanuna aykırı, sanıklar ve müdafilerinin temyiz itirazları bu nedenle yerinde olduğundan, CMUK’nun 321. maddesi gereğince hükümlerin BOZULMASINA; ancak bu aykırılıkların yeniden duruşma yapılmaksızın aynı Kanunun 322. maddesi uyarınca düzeltilmesi mümkün bulunduğundan;

1)Sanıklar hakkında TCK’nın 53. maddesinin uygulanması ile ilgili bölümlerin hüküm fıkrasından çıkarılması ve yerlerine, “Anayasa Mahkemesinin 08/10/2015 tarihli iptal kararı ve 15/04/2020 tarihinde yürürlüğe giren 7242 sayılı Kanunun 10. maddesi ile TCK’nın 53/3. fıkrasında yapılan değişiklikten sonra oluşan durumuna göre, sanık hakkında, TCK’nın 53. maddesinin 1 ve 2. fıkraları ile 3. fıkrasının birinci cümlesinin uygulanmasına” ibarelerinin yazılması,

2)Sanık … hakkında tekerrür uygulanmasına ilişkin “B)5-” ibareli bendin hüküm fıkrasından çıkarılması,
Suretiyle, hükümlerin DÜZELTİLEREK ONANMASINA, 11/10/2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

EVDE ODA İÇERİSİNDE SAKSILARA KENEVİR BİTKİSİ EKME – UYUŞTURUCU MADDE TİCARETİ

T.C
YARGITAY
20. Ceza Dairesi

2016/2065 E. , 2017/2756 K.

“İçtihat Metni”
Mahkeme : 12. Ağır Ceza Mahkemesi
Suç : 1- Kenevir Ekme (sanık … hakkında)
2- Uyuşturucu madde ticareti yapma (Her iki sanık hakkında)
Hükümler : 1- Sanık … hakkında her iki suçtan; beraat
2- Sanık … hakkında uyuşturucu madde ticareti yapma suçundan; Mahkûmiyet

Dosya incelendi.
GEREĞİ GÖRÜŞÜLÜP DÜŞÜNÜLDÜ:

A- Sanık … hakkında uyuşturucu made ticareti suçundan kurulan mahkûmiyet hükmünün incelenmesinde ;

Yargılama sürecindeki işlemlerin kanuna uygun olarak yapıldığı, aşamalarda ileri sürülen iddia ve savunmaların toplanan tüm delillerle birlikte gerekçeli kararda gösterilip tartışıldığı, eylemin sanık tarafından gerçekleştirildiğinin saptandığı, vicdanî kanının dosya içindeki belge ve bilgilerle uyumlu olarak kesin verilere dayandırıldığı, eyleme uyan suç tipi ile yaptırımların doğru biçimde belirlendiği anlaşıldığından; sanık ve müdafinin yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle, hükmün ONANMASINA, hükmolunan ceza miktarı ile tutuklu kalınan süre göz önüne alınarak sanık hakkındaki salıverilme talebinin reddine,

B- Sanık … hakkında hint keneviri ekme ve uyuşturucu madde ticareti yapma suçlarından verilen beraat hükümlerinin incelenmesinde ;

İzmir Emniyet Müdürlüğünce yapılan çalışmalar sonucunda “İlimiz Narlıdere ilçesi 2.İnönü mahallesi …. Caddesi no:…sayılı adreste…numaralı GSM hattını kullanan… ve Narlıdere ilçesi 2.İnönü mahallesi Özkarakaya Caddesi no:25 sayılı adreste … isimli şahısların uyuşturucu maddelerden esrar maddesinin satışını ve ticaretini yaptığı, şahısların birbiriyle sürekli irtibatlı olduğu ve bu uyuşturucu maddeleri yukarıda belirtilen adreslerde, polise yakalanmamak için bazı zamanlarda… isimli şahsa ait numara … de, bazen ise …’na ait ..de bulunan dairede zula olarak tabir edilen yerde sakladıkları,…n kullanmış olduğu…ttı üzerinden anlaştığı uyuşturucu madde almak isteyen şahıslara … isimli şahıs tarafından bizzat götürüldüğü bazı şahıslara da no: 33’den ve 25’de bulunan dairelerden satış yaptığı … isimli şahsında uyuşturucu madde alımlarında …. … maddi olarak destek sağladığı ve beraber hareket ettikleri yönünde bilgi elde edilmiştir” şeklinde istihbari rapor düzenlendiği, edinilen bilgilere istinaden mahkemeden alınan arama kararına istinaden sanıkların adreslerinde arama işlemi yapıldığı, sanık …’a ait evde uyuşturucu maddeler ve hassas terazi bulunduğu, eşzamanlı olarak sanık …’e ait 25 numaralı daireye arama işlemi yapılmak üzere gidildiğinde sanık tarafından kapının açıldığı, sanığın evinde ele geçen esrar maddeleri dışında, bir odanın kenevir yetiştirilmek üzere tahsis edildiği, odaya kenevirlerin kolay yetişebilmesi için ısıtma ve sulama düzeneği kurulmuş olduğu, ayrıca oda içerisinde saksılara ekilmiş vaziyette 48 kök boyları 1-1,5 metre boylarında değişen kenevir bitkilerinin bulunması karşısında, diğer sanık … ve sanık …’in kendisini suçtan kurtarmaya yönelik beyanlarına itibar edilerek dosya kapsamına uygun düşmeyen gerekçeyle, sanığın uyuşturucu ticareti yapma ve izinsiz kenevir ekme suçlarından beraatine karar verilmesi,Kanuna aykırı, Cumhuriyet savcısının temyiz itirazları bu nedenle yerinde görüldüğünden hükümlerin BOZULMASINA,02.05.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

HAKİMİN KATİBE SÖVMESİ- ZİNCİRLEME ŞEKLİNDE GÖREVLİ MEMURA SÖVME SUÇU

T.C
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
ESAS:2006/4.MD-251
KARAR: 2006/324

• HÜKMÜN BOZULMASI
• ZİNCİRLEME ŞEKLİNDE GÖREVLİ MEMURA SÖVME SUÇU

“İçtihat Metni”

Zincirleme biçimde görevliye sövme suçundan sanık N… U… Ş…’nın beraatine ilişkin olarak Yargıtay 4. Ceza Dairesinden verilen 13.07.2006 gün ve 26-19 sayılı hükmün süresi içinde Yargıtay C.Savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya Yargıtay C.Başsavcılığının “hükmün bozulması” görüşünü içeren 31.10.2006 gün ve 138811 sayılı tebliğnamesiyle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nca okundu, gereği görüşülüp düşünüldü.

TÜRK MİLLETİ ADINA

CEZA GENEL KURULU KARARI

İncelenen dosyada;

B… Ağır Ceza Mahkemesi üyesi sanık N… U… Ş…’nın, aynı mahkemenin zabıt katibi mağdur Ö… S… U…’a mahkeme kaleminde, diğer personelin de hazır bulunduğu bir ortamda “şişko” diye hitap edip “sen dincisin, para harcamazsın, hadi seninle içmeye gidelim” dediği, sonraki günlerde de adıyla seslenmeyip “şişko” diye hitap etmeyi sürdürdüğü, yine bir başka tarihte naip hakim sıfatıyla keşfe gittiğinde görevli zabıt katibi mağdur Ö…’e “aptal herif, size laf söyleyince çarşafa dolanıyorsunuz” diyerek aşağıladığı, sanıkla kısa süre birlikte görev yapan ve suç atması için kabul edilebilir bir neden bulunmayan mağdur Ö… S… U…’un aşamalarda değişmeyen istikrarlı anlatımları, sanığın “ağır ceza katibi Ö… S… U…’a, şişko, adam gibi yaz diyerek kırıcı davrandığı, bunun da yaşadığı olağandışı stres ve koşullardan kaynaklandığına” dair adalet başmüfettişine verdiği 20.12.2004 tarihli yazılı savunmasında ve yine “katip Ö… S… U…’u fırçaladığına, sert şekilde uyardığına” ilişkin olarak duruşmada savunma yerine geçmek üzere verdiği 11.05.2006 tarihli dilekçesindeki kaçamaklı ikrarı, mahkeme kaleminde gerçekleşen olaya ilişkin olarak diğer suçlamaların mağdurları Z… Ü… ve G… T…’un anlatımları ile keşifteki eylemin tanıkları F… Ö…, H… K… ve M…K…’ün ifadeleriyle kanıtlanmış bulunmaktadır.

Suç tarihinden çok kısa bir süre önce bu göreve atanmış bulunan sanığın mahkeme kaleminde gerçekleşen konuşma öncesinde diğer personele yönelik olarak da olumsuz söz ve davranışlar sergilemesi, olağan duyarlılıkla değerlendirildiğinde bir kamu görevlisinin kendisini aşağılanmış sayacağı nitelikteki “şişko” hitabını mağdurun alınganlık gösterdiğini bilerek ve yazı işleri müdürünün uyarısına karşın ısrarla her fırsatta ve çalışma ortamında yinelemiş olması karşısında, beraat kararında belirtilenin aksine bu sözlerin şaka yollu söylenmediği, maiyetinde çalışan ve henüz aday memur olması nedeniyle mukabele gücünden mahrum bulunan mağdur Ö…’i aşağıladığını bilerek bu hitabı sürdüren sanığın, neticeyi “bilme” ve “isteme”den ibaret suç kastı ile hareket ettiği anlaşıldığından, Yargıtay C.savcısının temyiz itirazının kabulü ile Yargıtay 4. Ceza Dairesince verilen beraat hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan bir Kurul Üyesi; temyiz itirazının reddi gerektiğini belirterek karşı oy kullanmıştır.

Öte yandan, bizzat sanığın 20.12.2004 tarihli dilekçesinde; haksız bir tasarrufla B… Ağır Ceza Mahkemesi üyeliğine atandığını, bu atama nedeniyle herkesin kendisine önyargılı baktığını, yaşadıklarından dolayı normal olmadığını, bir kaç ay önce depresyon tedavisi gördüğünü, halen de ilaç kullanmayı sürdürdüğünü, bir kısım davranışlarının ve tepkilerinin aşırı olduğunu, diğer insanların kullandıkları cümleleri daha sert kullandığını, başka birisi söylediği takdirde kimsenin alınmayacağı insancıl davranışlar olarak nitelendireceği veya espri olarak algılayacağı hususların, kendisinin davranışlarındaki sertlik ve insanların ağır ceza üyesi olmuş birine karşı duydukları önyargı yahut da kendisini yeterince tanımamaları nedeniyle yanlış anlaşıldığını, kendisine yönelik isnatlar içinde haklılık payı bulunan tek hususun ağır ceza mahkemesi katibi Ö… S… U…’a, “şişko, adam gibi yaz” diyerek kırıcı davranması olduğunu, bunun da yaşadığı olağandışı stres ve koşullardan kaynaklandığını belirtmesi karşısında, şuurunun tetkiki ile, açıkladığı rahatsızlığının, işlediği fiilin anlam ve sonuçlarını algılamasını ortadan kaldıracak veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneğinin önemli derecede azalmasına neden olacak nitelikte bulunup bulunmadığı hususunda uzman bilirkişiden rapor aldırılması gerekli görüldüğünden, hüküm bu nedenle de bozulmalıdır.

Çoğunluk görüşüne katılmayan üç Kurul Üyesi ise; sanığın şuurunun tetkikine ve bu hususta bilirkişiden mütalaa alınmasına gerek bulunmadığını belirterek karşı oy kullanmışlardır.

SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;

1- Yargıtay C.savcısının temyiz itirazının KABULÜNE,

2- Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 13.07.2006 gün ve 26-19 sayılı hükmünün BOZULMASINA,
3- Dosyanın Yargıtay 4. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay C.Başsavcılığına TEVDİİNE, 26.12.2006 günü oyçokluğuyla tebliğnamedeki düşünceye uygun olarak karar verildi.

Exit mobile version