ELEKTRİK ÇARPMASI- GELİŞEN DURUM NEDENİYLE ZARARIN ARTMASI- ADLİ TIP RAPORU İLE ÖĞRENME- KISA ZAMANAŞIMI- MUTLAK ZAMANAŞIMI

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS: 2017/2786
KARAR:2017/2016

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasında birleştirilerek görülen “maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Van 1. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından maddi tazminat isteminin kısmen kabulüne, manevi tazminat isteminin zamanaşımı nedeniyle reddine ilişkin olarak verilen 23.10.2014 gün ve 2014/411 E., 2014/506 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekillerince istenilmesi üzerine karar önce onamış, davacılar vekilinin karar düzeltme isteminde bulunması üzerine de Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 28.10.2015 gün ve 2015/10172 E., 2015/16941 K. sayılı ilamı ile: “…Davacı vekili dilekçesi ile; müvekkili …’in 22.11.2003 tarihinde kendilerine ait arazi içerisinde arkadaşlarıyla oyun oynarken yere çok yakın mesafede olan elektrik tellerine temas ettiğini ve elektrik akımına kapılarak sağ kolundan ve ayağından ağır şekilde yaralandığını ve sakat kaldığını, kolunu kullanabilmesi için protez takılması gerektiğini, tedavisinin halen devam ettiğini, tellerin mevzuata uygun yükseklikte olmadığından temasın gerçekleştiğini iddia ederek (fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla) davacılardan … için 5.000,00 TL, baba … için 500,00 TL, anne … için 500,00 TL olmak üzere toplam 6.000,00 TL maddi tazminat ile tedavi giderlerinin olay tarihinden itibaren işleyen yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsili ile davacılara verilmesini talep etmiş, 11.04.2013 havale tarihli dilekçesi ile dava değerini 228.100,90 TL olarak ıslah etmiş, 27.02.2013 tarihli duruşmada ise protez taleplerinden vazgeçtiklerini beyan etmiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesi ile; davaya konu olayın davacı …’in kusurdan kaynaklandığını, müvekkili kurumun doğrudan veya dolaylı hiçbir kusurunun bulunmadığını, zamanaşımı süresinin dolduğunu, müvekkili kurumda olaya ilişkin hiçbir bilgi ve belgenin bulunmadığını savunarak davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece; davanın kabulü ile 228.072,40 TL iş gücü kaybından doğan tazminat ile 28,50 TL tedavi gideri olmak üzere toplam 228.100,90 TL tazminatın olay tarihinden itibaren işleyen yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline ilişkin verilen karar Dairemizin 08.04.2014 tarih, 2013/20238 E-2014/5605 K sayılı ilamı ile; ”Dava dosyasının Aktüerya uzmanı olan bilirkişiye gönderilip davacının iş göremezlik zararının hesaplanmasında, halen okuduğu 2 yıllık İlahiyat Ön Lisans Programından mezun olduktan sonra devlet memuru olarak başlayacağı, kadro ve derece durumunu tespit edildikten sonra barem cetveli hazırlayarak askerde geçireceği yıllara ilişkin iş gücü kaybına dair gelir mahrumiyetinden çıkarılmak suretiyle hazırlanacak bilirkişi raporu doğrultusunda karar verilmesi gerekirken, (Yargıtay 4.H.D. 23.03.2010 gün ve 2250 E.-3266 K.), (Çelik A.Ç. Tazminat Davaları 2012/İst. Sh.214-215) yetersiz bilirkişi raporuna dayanak yapılarak verilen hüküm doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.” gerekçesi ile bozulmuştur.

Mahkemece bozmaya uyma kararı verilmiş, Dairemizin bozma ilamından sonra yeniden yapılan yargılama sırasında, asıl dava tarihi (26.06.2007)’nden sonra 17.06.2013 tarihinde asıl dava davacıları tarafından, davaya konu olay nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkin açılan davada verilen birleştirme kararı üzerine her iki dava dosyası birleştirilmiş ve mahkemece yapılan yargılama sonucunda; asıl dava yönünden, davanın kısmen kabulü ile; davacı … için 102.185,76 TL iş güç kaybından doğan tazminat ile davacılar Gülizar Sevinç ve … için 28,50 TL tedavi gideri olmak üzere toplam 102.214,26 TL tazminatın olay tarihi olan 22.11.2003 tarihinden itibaren işleyen yasal faizi ile birlikte davalı TEDAŞ’tan tahsili ile davacılara verilmesine, davalı VEDAŞ’ın taraf olmaktan çıkarılmasına, mahkememiz dosyası ile birleşen Van 2.Asliye Hukuk Mahkemesinin 2013/301 Esas sayılı dosyası yönünden; davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiş, hüküm davacılar vekili tarafından temyiz edilmiş, hükmün Dairemizin 03.03.2015 tarih, 2015/2598 E.–3341 K.sayılı ilamı ile onanmasına karar verilmiş, bunun üzerine davacılar vekili tarafından birleşen davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karşı karar düzeltme talebinde bulunulmuştur.

Borçlar Yasası’nın 60/1.maddesinde öngörülen bir yıllık zamanaşımı süresi, zarara uğrayanın, zarara ve faile ıttıla, başka bir ifadeyle zararın varlığını ve zarar vereni öğrendiği günden itibaren işlemeye başlar. Aynı Yasa’nın 60/2. maddesi gereğince zarara yol açan eylemin, aynı zamanda suç sayılan bir eylemden doğmuş olması durumunda olayda uygulanacak zamanaşımı süresi, o suçun bağlı olduğu (uzamış) ceza zamanaşımı süresidir. Zarar veren hakkında uzamış ceza zamanaşımı süresinin uygulanabilmesi için, eylemin suç niteliğinde olması yeterli olup bu konuda ceza davasının açılmış olması zorunlu değildir.

Anılan bu düzenlemelere göre, bedensel zarara yol açan eylemin suç teşkil etmesi karşısında kural olarak uzamış (ceza zamanaşımının) uygulanması gerekmektedir. Ne var ki, somut olayda da olduğu gibi haksız fiil tarihine göre ceza zamanaşımı süresinin geçmiş olması halinde bile, gelişen durumun varlığı nedeniyle zararın tam anlamıyla öğrenildiğinden söz edilemez. Bu durumda, davacının zararı öğrenmesinin anlamı üzerinde durulmalıdır. Burada önemli olan husus, zarar görenin yasanın anlattığı anlamda zarar veren olayın sonuçlarını, gidişatını, kesinleşen durumunu değerlendirecek bilgiye sahip olmasıdır. Zarar tamamlanmadan zarar gören açısından zararın belirli olduğu kabul edilemez. Zararın tamamlanması ise, tüm sonuçlarıyla bilinmesi ile mümkündür. Eşyaya verilen zarar ile insana verilen zarar arasındaki temel fark da budur. Somut olayda, davacı tarafın zarara öğrenme tarihini, beden gücü kayıp oranının taraflar arasında tartışmalı olması ve davacı küçüğün kolunun kesilmesi ihtimali bulunması nedeniyle Adli Tıp Kurumundan rapor istenilmekle, bu kurumun raporunu öğrenme tarihi kabul etmek gerekir. Zira, davacı küçüğün kesin ve son durumu bu raporla açıklığa kavuşmuştur. Buna göre, bu raporun öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık zamanaşımı süresini hesaplamak gerekir. Her ne kadar, davacı küçüğün maluliyet oranı ve son durumu 28/09/2011 tarihli rapor ile belirlenmiş ise de, bölgede yaşanan deprem felaketi nedeniyle ilgili rapor davacı dosyası içerisine 12/11/2012 tarihli havale ile girmiş ve davacı tarafa 27/02/2013 tarihli oturumda okunmuştur. Şu durumda, davacı tarafın gelişen durumun sonlandığını 27/02/2013 tarihinde öğrendiğini ve bu tarihten itibaren bir yıl içerisinde (17/06/2013) maddi ve manevi zararlarının tazminini isteyebileceği açıktır.
Dava konusu uyuşmazlık, gelişen durumun varlığı halinde, önceki davada manevi tazminat istemeyen zarar görenin, gelişen durumun sona ermesinden itibaren tüm manevi zararını öğrenmeden itibaren bir yıllık sürede isteyip isteyemeyeceği noktasındadır. Borçlar Yasası’nda haksız fiiller için öngörülen zamanaşımı süresi maddi ve manevi tazminat istemleri için farklı belirlenmediğinden zamanaşımına ilişkin hükümler hem maddi, hem manevi tazminat için geçerlidir. Ayrıca gelişen durumda maddi tazminatın, gelişen durumun sona erdiği tarihten itibaren istenip, manevi tazminatın istenemeyeceğine dair yasal bir düzenleme de mevcut değildir.

Eldeki davada, davacı taraf, ilk davada maddi tazminatın hüküm altına almasını istemişse de, manevi tazminat istemini ilk davada istememiş, manevi tazminatı bölmek yerine zararının belirli olduğu ve tamamını öğrendiği, Adli Tıp Kurumu raporunu öğrendiği tarihten itibaren bir yıllık yasal sürede ve birleşen dava ile istemiştir. Bu nedenle, davacı küçüğün gelişen zararını, bu gelişmenin son bulduğu tarihte öğrenmiş olacağı gözetilerek, maluliyet oranının son ve kesin olarak belirlendiği raporun öğrenilme tarihinden itibaren bir yıl içinde açılan manevi tazminat davasına yönelik zamanaşımı def’inin reddine karar verilerek işin esasının incelenmesi gerekirken, birleşen davanın zamanaşımından reddi doğru değildir…”
gerekçesiyle birleşen davaya ilişkin istem bakımından oy çokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, bedensel bütünlüğün zarara uğraması nedeniyle oluşan maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir.

Davacılar vekili, müvekkilleri … ile …’ın oğlu olan …’in 22.11.2003 tarihinde kendilerine ait arazide arkadaşlarıyla oyun oynarken yere çok yakın mesafedeki elektrik tellerine teması sonucunda akıma kapılarak sağ kolundan ve ayağından ağır şekilde yaralandığını, kolunu kullanabilmesi için protez takılması gerektiğini, tedavisinin halen devam ettiğini, kolunun kesilmesi ihtimalinin bulunduğunu, bu nedenle tam zararın henüz ortaya çıkmadığını, elektrik tellerinin mevzuata uygun yükseklikte yapılmadığını, çevrede ölüm tehlikesini gösterir herhangi bir levhanın da bulunmadığını, olayın meydana gelmesinde davalı tarafın ağır kusurunun bulunduğunu ileri sürerek asıl davada maddi tazminat isteminde bulunmuş, bu davanın yargılaması sırasında 17.06.2013 tarihinde açtığı davada ise müvekkili Recep’in tedavisi devam ettiğinden maluliyetinin ve bunun yaratacağı manevi etkilerin tam olarak bilinmediğini, maluliyet oranının asıl dava dosyasında mahkemece Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Dairesinden alınan rapor ile kesin bir şekilde öğrenildiğini belirterek, manevi tazminat isteminde bulunmuş, açılan bu dava asıl dava dosyası ile birleştirilmiştir.

Davalı vekili, olay tarihi ile dava tarihi arasında zamanaşımı süresinin dolduğunu, davanın haksız olduğu gibi talep edilen manevi tazminat miktarlarının da fahiş olduğunu belirterek, birleştirilen davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkemece, maddi tazminat istemli asıl dava kısmen kabul edilmiş, manevi tazminat istemli davanın ise olayın taksirle yaralama suçunu oluşturduğu, bu durumda uygulanacak olan ceza zamanaşımı süresinin beş yıl olduğu, davacılar tarafından maddi tazminat davasının 26.06.2007 tarihinde açıldığı, en geç bu tarihe göre hesaplandığında beş yıllık zamanaşımı süresinin birleşen davanın açıldığı 17.06.2013 tarihinde dolduğu gerekçesiyle manevi tazminat isteminin reddine karar verilmiştir.

Karar taraf vekillerince temyiz edilmiş, Özel Dairece önce onanmış ise de davacılar vekilinin karar düzeltme isteminde bulunması üzerine, manevi tazminat istemine ilişkin karar düzeltme talebi kabul edilerek, yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçe ile karar oy çokluğuyla bozulmuştur.

Mahkemece önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiş, direnme kararı davacılar vekilince temyiz edilmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, manevi tazminat istemi ile açılan ikinci davanın zamanaşımı süresi içerisinde açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümü için uygulanacak zamanaşımı süresinin ve bu sürenin hangi tarihte başlayacağının tespiti gerektiği kuşkusuzdur.

Bilindiği üzere, hukuk düzenince korunan kişisel değerlerin tamamı kişilik hakkının konusunu oluşturur. Kişisel değerler, insanın insan oluşu nedeniyle sahip olduğu vücut, sağlık, yaşam gibi bedensel bütünlüğe bağlı değerler ile ruhsal bütünlük, faaliyet özgürlüğü gibi ruhsal değerleri kapsar.

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 56. maddesinde bedensel zararlardan doğan manevi tazminat düzenlenmiş ve bir kimsenin bedensel bütünlüğünün zedelenmesi durumunda, hâkimin olayın özelliklerini göz önünde tutarak, zarar görene uygun bir miktar paranın manevi tazminat olarak ödenmesine karar verebileceği, ağır bedensel zarar veya ölüm hâlinde ise zarar görenin veya ölenin yakınlarının da manevi tazminat olarak uygun bir miktar paranın ödenmesini talep edebileceği hüküm altına alınmıştır.

Olay tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 47. maddesinde ise hâkimin, bir kimsenin hukuka aykırı olarak cismani zarara uğraması veya ölmesi durumunda, zarar görene yahut kişi öldüğü takdirde ölenin ailesine manevi zarar adıyla “adalete muvafık tazminat” verilmesine karar verilebileceği belirtilmiştir.

Maddi ve manevi tazminat istemlerinin bağlı olduğu zamanaşımı süreleri ise 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 72. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 60.) maddesinde özel olarak düzenlenmiştir.

Tazminat ilişkisinden doğan talepler de hukuki nitelikleri itibariyle bir alacak hakkı olmakla birlikte, kanun koyucu bunları tabi oldukları zamanaşımı süresi yönünden, alacak haklarına ilişkin zamanaşımı süresini düzenleyen TBK’nın 146 ve devamı hükümlerinden ayırmıştır. Ancak, bu ayırma yalnız süreler ve bunların başlangıç anı yönünden olup, zamanaşımının durması, kesilmesi gibi konularda genel hükümler uygulanır (Eren, F.; Borçlar Hukuk Genel Hükümler, Ankara 2017, s.852).

TBK’nın 72/1. maddesinde “Tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yılın ve her halde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar. Ancak, tazminat ceza kanunlarının daha uzun bir zamanaşımı öngördüğü cezayı gerektiren bir fiilden doğmuşsa, bu zamanaşımı uygulanır.” denilerek mülga 818 sayılı BK’nın 60. maddesinde olduğu gibi üç türlü zamanaşımı süresi öngörülmüştür.

Görüleceği üzere, kanunda düzenlenen bu üç çeşit zamanaşımı süresi, sübjektif/nispi nitelikteki iki yıllık “kısa zamanaşımı süresi”, objektif /mutlak nitelikteki on yıllık “uzun zamanaşımı süresi” ile olağanüstü nitelikteki “ceza zamanaşımı süresi”dir. Mülga BK’da zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren bir yıl olarak düzenlenen kısa süreli zamanaşımı, yeni TBK’da iki yıl olarak hüküm altına alınmıştır.
Haksız eylemden kaynaklanan tazminat davalarında, özel kanunlarda başka bir zamanaşımı süresi tayin edilmiş olmadıkça uygulanacak olan zamanaşımı süreleri bu süreler olup, bunlar hem maddi hem de manevi tazminat istemi ile açılan davalar hakkında uygulanır.
TBK’nın 72/1. (BK’nın 60/1.) maddesi, özellikle zamanaşımının başlangıç anını belirleyen bir düzenlemedir. Bu düzenlemeye göre tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren iki yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar. Burada, uygulamada “kısa süreli zamanaşımı” olarak adlandırılan süre söz konusu olup, sürenin başlangıcı sübjektif bir koşula bağlanmıştır. Çünkü, sürenin başlaması zarar görenin zararı ve tazminat sorumlusu kişiyi öğrenmesi gibi sübjektif bir koşulun gerçekleşmesi ile mümkündür.
Mutlak nitelikteki “uzun süreli zamanaşımı”nın başlangıç tarihi ise zarar verici eylemin gerçekleştiği tarihtir. Buna göre, tazminat istemi her halde eylemin gerçekleştiği tarihten itibaren on yılın geçmesi ile zamanaşımına uğrar. Burada on yıllık sürenin başlangıç anı, zarar verici eylemin gerçekleştiği tarih gibi objektif bir koşula bağlanmıştır. Bu noktada kısa zamanaşımı süresi ile uzun/mutlak zamanaşımı süresi arasındaki ilişkiye de değinmek gerekir. Olağan zamanaşımı süresi iki yıllık olan kısa zamanaşımı süresidir. Diğer bir anlatımla iki yıllık zamanaşımı süresi on yıllık süre ile sınırlıdır. Zarar ve zararın sorumlusu olan kişi öğrenildiği takdirde davanın kısa zamanaşımı süresi içerisinde açılması gerekir. Zarar veren eylemin işlenmesinden itibaren on yıl geçtikten sonra zarar ve zararı veren kişi öğrenilmiş olsa bile tazminat istemi, zamanaşımı def’î ile karşılaştığında reddedilir.
TBK’nın 72/1. (BK’nın 60/2.) maddesinde düzenlenen üçüncü süre ise “ceza zamanaşımı süresi”dir. Zarara neden olan eylem, aynı zamanda ceza kanunları uyarınca suç teşkil eden bir eylem oluşturuyor ve bu eylem için ceza kanunlarının öngördüğü zamanaşımı süresi daha uzun bir süre ise bu takdirde uygulanacak olan zamanaşımı süresi, o suçun bağlı olduğu ceza zamanaşımı süresidir. Ceza zamanaşımı süresinin başlangıç anı da zarar verici eylemin gerçekleştiği tarihtir.
Somut olaya gelindiğinde, zarar verici eylem 22.11.2003 tarihinde gerçekleşmiş, manevi tazminat istemine konu birleşen dava ise ceza zamanaşımı süresi içerisinde olmamakla birlikte, mutlak zamanaşımı süresi olan on yıllık süre dolmadan 17.06.2013 tarihinde açılmıştır.

Ne var ki, bazı durumlarda zarar verici eylemin gerçekleştiği tarihe göre ceza zamanaşımı süresi dolmuş olsa bile davacının zararını tam anlamıyla öğrenememesi söz konusu olabilir. Uyuşmazlığın üzerinde toplandığı bu yön nedeniyle zararı öğrenme ile amaçlanan şeyin ne olduğu ve buna göre zamanaşımı süresinin hangi tarihte başlayacağı hususlarının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.

Az yukarıda değinildiği gibi kısa süreli zamanaşımının başlaması için zarar görenin zarar ile birlikte zararın sorumlusunu da öğrenmesi gerekir. Zamanaşımı süresinin işlemeye başlaması, bu iki koşulun da gerçekleşmesine bağlıdır. Bu koşullardan birinin gerçekleşmemesi hâlinde zamanaşımı süresi işlemeye başlamaz. Zarar ve tazminat sorumlusundan hangisi daha sonra öğrenilirse, zamanaşımı süresi son öğrenme gününden itibaren işlemeye başlar.

Uyuşmazlıkta önem taşıyan, davacıların zararın varlığını öğrenmeleri koşuludur.

Belirtilmek gerekir ki, kısa süreli zamanaşımının işlemeye başlaması için zarar görenin, zarar veren eylem veya olayı değil, zararı öğrenmesi gerekir.

Zarar, zarar verici fiil veya olayın zarar görenin hukuki varlık ve değerleri üzerindeki olumsuz etki ve sonuçlardır. Zararın öğrenilmesinden amaç, zarar verici olayı değil, zararın varlık ve niteliğini, unsurlarını, kapsamını öğrenmektir (Eren, F.; s 852-853). Zararın varlığı ve bütün unsurları öğrenilmeden, zarar görenin dava yoluyla talep edeceği tazminat hakkında yeterli bir değerlendirme yapamayacağı açıktır. Hukuka aykırı bir eylem işlenilmesine karşın, onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış, zararın ortaya çıkması için eylem tarihinden itibaren bir takım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise zararın bütün unsurlarıyla birlikte öğrenilmesi mümkün değildir. Oysa ki, zarar görenin mahkeme önünde ciddi bir dava açarak tazminat isteminde bulunabilmesi ve bu istemini objektif bir şekilde destekleyen, etkili gerekçelerini ortaya koyabilmesi için oluşan zararın niteliğini, kapsamını ve bütün unsurlarını öğrenmesi gerekir. Aksi hâlde, doğal olarak zamanaşımı süresi de işlemeye başlamayacaktır.

Bazı hâllerde, gerek zararı doğuran eylem veya işlemin ne olduğu ve kim tarafından gerçekleştirildiği ve gerekse zararın kapsam ve miktarı aynı anda ve tam bir açıklıkla belirlenebilir. Böyle durumlarda, zarar görenin uğradığı zararın varlığını, zarar verenin kim olduğunu, kapsam ve miktarının neden ibaret bulunduğunu öğrendiği andan itibaren, zarar verenden bunun tazminini isteme hakkının doğacağı ve bu hakkına ilişkin yasal zamanaşımı süresinin de o tarihte başlayacağı açıktır.

Buna karşılık, ortaya çıkan zarar, kendi özel yapısı içerisinde sonradan değişme eğilimi gösteriyor, zararı doğuran eylem veya işlemin doğurduğu sonuçlarda (zararın nitelik veya kapsamında) bir değişiklik ortaya çıkıyor ise artık “gelişen durum” ve dolayısıyla gelişen bu durumun zararın nitelik ve kapsamı üzerinde ortaya çıkardığı değişiklikler (zarardaki değişme) söz konusu olacaktır. Böyle hâllerde zararın kapsamını belirleyecek husus, gelişmekte olan bu durumdur ve bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle birlikte işlemeye başlayacaktır.

Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 16.11.2002 gün ve 2002/4-882 E., 2002/874 K.; 01.03.2017 gün ve 2014/21-2372 E., 2017/379 K. sayılı kararlarında da aynı hususlar kabul edilmiştir.

Önemle belirtilmelidir ki, burada sözü edilen “gelişen durum” kavramı, uygulamada çoğu kez yanlış anlaşıldığı şekilde zararın kapsamının zarar görence tam olarak öğrenilmesinin herhangi bir nedenle geciktiği (örneğin buna ilişkin bilirkişi raporunun geç alındığı) durumlara ilişkin olan, böylesi bir durumu ifade eden bir kavram değildir. Eş söyleyişle gelişen durum kavramı, salt zarar doğuran işlem ya da eylemin sonuçlarının gelişmesini ve bu nedenle zarar görenin bu konularda bilgi sahibi olabilmesinin zorunlu olarak bu gelişmenin tamamlanacağı ana kadar gecikmesini ifade eder.

Özellikle somut olayda olduğu gibi bedensel bütünlüğün zarar gördüğü ve tedavinin uzunca bir süreye yayıldığı durumlarda, oluşan zararın miktarı tıbbi bakım ve tedavi sonucunda düzenlenen hekim raporuyla belirli bir açıklığa kavuşmaktadır. Yukarıda anlatılan şekilde gelişen durumun bulunduğu, zararın niteliği ve kapsamının bu nedenle sonradan öğrenildiği hallerde zamanaşımının zararın kesin miktarının öğrenildiği tarihten başlayacağı Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun bir çok kararında (21.03.2001 gün ve 2001/4-258 E., 2001/276 K.; 05.06.2002 gün ve 2002/4-470 E., 2002/477 K.; 15.05.2015 gün ve 2013/21-2035 E., 2015/1345 K. ve 01.03.2017 gün ve 2014/21-2372 E., 2017/379 K.) belirtilmiştir.

Kaldı ki, henüz tedavinin tamamlanmadığı, zararın kapsam ve miktarı konusunda belirsizliğin devam ettiği bir aşamada, zarar göreni süre aşımı kaygısıyla dava açmaya zorlamak hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkına da zarar verecektir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, şahsi yaralanmayla ilgili tazminat davalarında dava açma hakkının, tarafların uğradığı zararı gerçekte değerlendirebildiğinde kullanılması gerektiğine (Eşim/Türkiye, Başvuru Numarası: 59601/09, Karar Tarihi:17.09.2013) hükmetmiştir.

Anayasa Mahkemesi de, itfaiye eri olarak çalışan ve yangına müdahale sırasında yaralanan bir başvurucunun, sağlık durumunda meydana gelen değişikliklerin ve buna ilişkin sağlık raporlarının dava açma süresine etkisi hakkında bir gerekçeye yer verilmeksizin, salt zararı doğuran eylemin meydana geldiği tarih baz alınarak açılan davada süre aşımı bulunduğu şeklinde yapılan değerlendirmenin, mahkemeye erişim hakkına yönelik katı bir yorum olduğu sonucuna vararak, başvurucunun mahkemeye erişim ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine (H.K. Başvurusu, Başvuru Numarası: 2013/7400, Karar Tarihi: 05.11.2015) karar vermiştir.

Bu açıklamalar doğrultusunda somut olaya dönüldüğünde; 1990 doğumlu olan …’in 22.11.2003 tarihinde meydana gelen olayda elektrik akımına kapıldığı; sağ kolu, sağ eli ve sağ bacağında ağır yanıkların oluştuğu, olay günü Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Bölümünde tedavi altına alındığı, tedavisinin önce burada sonrasında ise Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Servisinde uzun bir süre devam ettiği, bu süreçte altı kez ameliyat edildiği, önceleri sağ elinin kesilmesi ihtimali varken yapılan tedavilerle kurtarıldığı, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Servisindeki tedavisinin 30.10.2009 tarihinde sona erdiği, ayrıca 26.03.2010 tarihinde nörolojik, 31.01.2011 tarihinde de ürolojik muayenesinin yapılarak gerekli raporların düzenlendiği, klinik tedavisi bittikten sonra Adli Tıp Kurumu Van Şube Müdürlüğünden alınan 12.04.2010 tarihli raporda daimi malûliyet oranın % 44.0 olarak belirlendiği, ancak taraflarca bu rapora itiraz edildiği, bunun üzerine davacı İstanbul Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu’na sevk edilerek burada 14.01.2011 tarihinde muayene edildiği, 28.09.2011 tarihli raporda da olay tarihinden başlamak üzere davacının sağlık durumundaki tüm bu evreler ve gelişen durumu ayrıntılı olarak irdelenerek malûliyet oranının kesin bir şekilde % 44.0 olarak belirlendiği anlaşılmaktadır. Anılan rapor yerel mahkemeye 12.11.2012 tarihinde ulaşmış olup, davacıların da beden gücündeki kaybın oranını, diğer bir anlatımla zararın kapsamını bu tarihten sonra öğrendikleri sabittir.

Diğer taraftan Özel Daire bozma kararında, uyuşmazlık konusu manevi tazminat davasının, Adli Tıp Kurumu raporunun öğrenildiği tarihten itibaren 818 sayılı BK’nın 60/1. maddesindeki bir yıllık süre içerisinde açıldığından bahisle zamanaşımı itirazının reddi gerektiği belirtilmiş ise de, yargılamanın devamı sırasında 01.07. 2012 tarihinde 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu yürürlüğe girmiş ve zamanaşımı süresi 72/1. maddesinde iki yıl olarak düzenlenmiştir. 6101 sayılı Türk Borçlar Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 5/1 maddesinde de yeni TBK’nın yürürlüğe girmesinden önce işlemeye başlamış bulunan hak düşürücü ve zamanaşımı sürelerinin eski kanun hükümlerine tabi olacağı düzenlenmiştir. Eldeki davada ise gelişen durumun varlığı nedeniyle bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi, bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle işlemeye başlayacağından, zamanaşımı süresinin, önceki Borçlar Kanunu döneminde işlemeye başlamadığının kabulü gerekmektedir. Dolayısıyla yeni Kanun döneminde işlemeye başlayan zamanaşımı süresinin de önceki BK’nın 60/1. maddesindeki bir yıllık süre değil, yeni TBK’nın 72/1. maddesindeki iki yıllık süre olduğu kabul edilmelidir.

O hâlde, davacıların yaralanmadan kaynaklanan zararın nihai sonucunu Adli Tıp Kurumu raporu ile öğrendikleri, manevi tazminat istemine ilişkin davanın da öğrenme tarihinden itibaren iki yıllık süre içerisinde açıldığı gözetilerek, zamanaşımı itirazının reddi ile davanın esasının incelenmesi gerekir.

Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, uyuşmazlığın “zamanaşımının başlangıcı” ve “gelişen durum” kavramlarına ilişkin olduğu, hukuki güvenlik açısından davaların süresinde açılması gerektiği, zamanaşımı süresinin başlaması için zarar görenin zararı ve tazminat sorumlusunu öğrenmesi şart ise de, zarardan haberdar olma kavramının, zararın mevcudiyeti ile uğranılan zararın esaslı unsurlarının bilinmesiyle gerçekleşeceği, somut olayda tedavi süreci devam etse bile malûliyet oranının değişmediği, bu nedenle gelişen durumun bulunmadığı, manevi tazminatın takdire dayalı bir tazminat türü olduğu, olayın yaşandığı ilk andan itibaren yaralanmanın boyutu ve vahametinin davacılar tarafından bilindiği gözetildiğinde manevi tazminat isteminin bu andan itibaren mahkeme huzurunda ileri sürülmesine engel bir durumun bulunmadığı, buna karşın davanın yasal zamanaşımı süresi içerisinde açılmadığı, süresinden sonra açılan davanın da zamanaşımı itirazı ile karşılaştığı, bu durumda mahkemece verilen kararın doğru olduğu ve onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş yukarıdaki gerekçelerle kurul çoğunluğunca kabul edilmemiştir.

Hâl böyle olunca, yerel mahkemece Özel Daire bozma kararında gösterilen ve yukarıda ilave olarak belirtilen nedenlerle bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

S O N U Ç : Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen ilave nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatıranlara geri verilmesine, aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca tebliğden itibaren on beş günlük süre içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 20.12.2017 gününde oy çokluğu ile karar verildi.

ELEKTRİK ÇARPMASI SONUCU ÖLÜM ZAMANAŞIMI SÜRESİ

T.C
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2014/21558
KARAR:2015/17389

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : DİYARBAKIR 3. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 28/10/2014
NUMARASI : 2014/273-2014/1863

Taraflar arasındaki tazminat davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilerinin desteği Abdülbaki , 11.10.2006 tarihinde evinin önünde bulunan, korkuluk ve ölüm tehlikesi levhası olmayan elektrik trafosundan sarkan teli, çocuklarının direğe tırmanıp koparmasını engellemek maksadıyla koparmaya çalıştığı sırada elektrik akımına kapılarak hayatını kaybettiğini, desteğin ölümünden, kendisine ait trafoda hiç bir güvenlik tedbiri almayan davalı şirketin sorumlu olduğunu belirterek; fazlaya ilişkin haklarını saklı tutup, her bir müvekkil için ayrı ayrı 1.000,00 TL maddi tazminat ile eş G.. K.. için 40.000,00 TL, çocuk Ferhat için 10.000,00 TL, çocuk Vedat için 8.000,00 TL, çocuk Esra için 5.000,00 TL olmak üzere toplam 63.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesinde; olayın 2006 yılında meydana geldiğini, eldeki tazminat davasının olaydan 8 yıl geçtikten sonra açıldığını, davanın zamanaşımına uğradığını savunarak; davanın reddine karar verilmesini dilemiştir.

Mahkemece; davacı tarafın, fiili ve tazminat yükümlüsünü 2006 yılı Ekim ayında öğrendiği, ölüm olayının meydana geldiği tarih ile dava tarihi olan 12.02.2014 tarihi arasında yedi yıldan fazla zaman geçtiği gerekçesiyle, davanın zamanaşımından reddine karar verilmiş, hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava; desteğin elektrik çarpması sonucu ölümü nedeniyle açılmış maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.

Temyize konu uyuşmazlık; davada, ceza (uzamış) zamanaşımı süresinin uygulanıp uygulanamayacağı ve buradan hareketle davanın zamanaşımı süresi içinde açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır.

Davanın hukuksal dayanağı, haksız fiildir.

Haksız eylemlerden doğan davalarda uygulanacak zamanaşımı süresi, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 60. maddesinde, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 72. maddesinde düzenlenmiştir. Haksız eylemden doğan tazminat davaları BK’nın 60/1 maddesi gereğince 1 ve 10 yıllık zamanaşımı sürelerine tabidir. BK’nın 60/1.maddesinde öngörülen bir yıllık zamanaşımı süresi; zarara uğrayanın, zararın varlığını ve zarar vereni öğrendiği günden itibaren işlemeye başlar. Aynı Yasa’nın 60/2.maddesi gereğince zarara yol açan eylemin aynı zamanda suç sayılan bir eylemden doğmuş olması durumunda olayda uygulanacak zamanaşımı süresi, o suçun bağlı olduğu (uzamış) ceza zamanaşımı süresidir.

Buna göre, haksız eylem aynı zamanda ceza yasası gereğince bir suç teşkil ediyorsa ve ceza yasası ya da ceza hükümlerini ihtiva eden sair yasalar, bu eylem için daha uzun bir zamanaşımı süresi tayin etmişse, tazminat davası da, ceza davasına ilişkin zamanaşımı süresine tabi olur.

Diğer taraftan tüzel kişilerin organlarının işledikleri haksız fiil aynı zamanda suç teşkil ediyorsa, ceza zamanaşımı süresinin tüzel kişi aleyhine açılan tazminat davasında da uygulanması gerektiği, zira, organların fiilinin tüzel kişileri doğrudan doğruya tazmin yükümlüsü yapacağı, tüzel kişi hakkında daha kısa olan zamanaşımı süresinin, organ hakkında ise, daha uzun olan ceza zamanaşımı süresinin kabul edilmesinin uygulamada hakkaniyete uygun olmayan sonuçlar doğuracağı belirtilerek tüzel kişi hakkında da ceza zamanaşımı süresinin kabulünün uygun olacağı kabul edilmelidir.

Ceza zamanaşımı süresinin uygulanması için ceza davasının açılmış olması gerekmez, haksız eylemin suç niteliğinde olması yeterlidir. Takipsizlik kararı verilse dahi ceza zamanaşımı uygulanabilir. Ceza davasının hiç açılmaması durumunda, hukuk hakimi, haksız eylemin suç niteliği taşıdığını saptamışsa, uzamış ceza zamanaşımını uygulayacaktır.

Tüm bu bilgiler ışığında somut olay irdelendiğinde; davada, desteğin ölümünden dolayı uğranılan maddi ve manevi zararın tazmini talep edildiğine göre, olaya uygulanacak zamanaşımı süresi, ceza zamanaşımı süresidir. Davaya konu olay, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanan taksirle ölüme neden olma suçunu oluşturabilecek nitelikte olup; uygulanacak ceza zamanaşımı süresi, aynı Yasası’nın 66. maddesi uyarınca 15 yıldır. Davacıların desteği, 11.10.2006 tarihinde hayatını kaybetmiş olup, eldeki dava, 20.02.2014 tarihinde açılmıştır. Buna göre eldeki davanın açıldığı tarihte ceza zamanaşımı süresinin dolmadığı açıktır.

Hal böyle olunca mahkemece; açıklanan yönler gözetilerek, davalının zamanaşımı savunmasının reddine karar verilip, işin esasına girilerek, hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı görülmüş, bu husus bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 05.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

MİRASBIRAKANIN SAĞLIĞINDA TARAF MUVAZAASI NEDENİNE DAYALI DAVA AÇMAMASI MİRASÇININ DURUMDAN HABERDAR OLMASI, MİRASÇININ MİRASBIRAKANIN ÖLÜMÜNDEN SONRA ONA TEBAN DAVA AÇMASININ HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI

T.C
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2016/11021
KARAR:2019/4027

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ:ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ: TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasında görülen davada;Davacı, mirasbırakan babasının 107 ada 8 nolu parseldeki 25/150 payını gelini olan davalı Sebahat’e vergi borcu nedeniyle muvazaalı olarak temlik ettiğini, Maliye tarafından açılan 1992/120 esas sayılı davada anılan devrin alacağı karşılıksız bırakma amacıyla yapıldığı gerekçesiyle tasarrufun iptaline karar verildiğini, temlikin mirasçılardan mal kaçırma amacıyla yapıldığını ileri sürerek tapu kaydının iptalini istemiş, yargılama devam ederken ıslah dilekçesi ile tapu iptali ve payı oranında adına tescil talebinde bulunmuş, daha sonra birleştirilen dava ile ayni hukuki nedene dayalı olarak aynı taşınmazın aynı payı için aynı davalıya karşı tapu kaydının iptali ile payı oranında adına tesciline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, 1992/120 esas sayılı davada işlemin taraf muvazaası olarak belirlendiğini, mirasbırakanın taraf muvazaası hukuksal nedenine dayalı olarak bir dava açmadığını, davacının da durumdan haberdar olduğunu, davacının mirasbırakanın ölümünden sonra ona teban dava açmasının hakkın kötüye kullanılması olduğunu, iyi niyet kuralları ile bağdaşmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.Mahkemece, esas dava yönünden temlikin mal kaçırma amacıyla yapılmadığı gerekçesiyle davanın reddine, birleştirilen dava yönünden derdestlik nedeniyle davanın reddine karar verilmiştir.Karar, asıl ve birleştirilen davada davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:

-KARAR-

Dosya içeriğine, toplanan delillere, hükmün dayandığı yasal ve hukuksal gerekçeye ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre; asıl ve birleştirilen davada davacının yerinde bulunmayan temyiz itirazının reddiyle usul ve yasaya uygun olan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı 15.20.-TL. bakiye onama harcının temyiz eden davacıdan alınmasına, 20.06.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

44.40. -O.H.
29.20. -P.H.
15.20.TL

BENDE HAKKIN VARSA HELAL ETME, EDERSEN ŞEREFSİZSİN “ SÖZÜNÜN ŞARTA BAĞLI OLDUĞUNDAN HAKARET OLMADIĞI.

T.C.
YARGITAY
18. CEZA DAİRESİ
ESAS NO: 2015/11227
KARAR NO: 2016/14515
KARAR TARİHİ: 19.9.2016

” BENDE HAKKIN VARSA HELAL ETME, EDERSEN ŞEREFSİZSİN”  SÖZÜNÜN ŞARTA BAĞLI OLDUĞUNDAN HAKARET OLMADIĞI.

5237/m. 125

ÖZET : Katılanın sanığa göndermiş olduğu mesajda hakkını helal etmeyeceğine yönelik ifadesine sanığın “…bende hakkın varsa Allah rızası için etme, edersen şerefsizsin…” diyerek karşılık verdiğinin anlaşılması karşısında, isnadın şarta bağlı veya bir olasılık halinde dile getirildiği, hakaret etme kastıyla hareket edilmediği gözetilmeden sanığın mahkûmiyetine karar verilmesi hatalıdır.

DAVA : Yerel Mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle, başvurunun süresi ve kararın niteliği ile suç tarihine göre dosya görüşüldü:

KARAR : Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi. Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre, yapılan incelemede;

Katılanın sanığa göndermiş olduğu mesajda hakkını helal etmeyeceğine yönelik ifadesine sanığın “…bende hakkın varsa Allah rızası için etme, edersen şerefsizsin…” diyerek karşılık verdiğinin anlaşılması karşısında, isnadın şarta bağlı veya bir olasılık halinde dile getirildiği, hakaret etme kastıyla hareket edilmediği gözetilmeden sanığın mahkûmiyetine karar verilmesi,

SONUÇ : Kanuna aykırı ve sanık S. E.’ın ve katılan H. H. O. vekilinin temyiz nedenleri yerinde görüldüğünden tebliğnamedeki isteme uygun olarak, HÜKMÜN BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine, 19.09.2016 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

KISMEN ONAMA KISMEN BOZMA İLAMINDA ONANAN KISIM YÖNÜNDEN TEMİNAT PARAYA ÇEVRİLİR, TAKİBE DEVAM EDİLİR.

T.C
YARGITAY
12.HUKUK DAİRESİ
ESAS:2018/4856
KARAR:2019/577
TARİH: 21/01/2019

İçtihat metni

ÖZET: Kısmen onama kısmen bozma ilamında onanan kısım yönünden teminat paraya çevrilir, takibe devam edilir.

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi ** tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :

Alacaklı tarafından başlatılan ilamlı icra takibinde; alacaklı, takibe dayanak ilamın lehe bozulduğunu dolayısıyla bakiye kısım için muhtıra çıkartılması ve teminatın paraya çevrilmesi talebinin reddine ilişkin icra memur muamelesine karşı icra mahkemesine şikayet yoluyla başvurduğu, mahkemece İİK‘nin 40. maddesi uyarınca şikayetin reddine karar verildiği, karara karşı alacaklının temyiz yoluna başvurduğu görülmüştür.

6100 sayılı HMK’nin Geçici 3. maddesi hükmü gereğince uygulanması gerekli 1086 sayılı HUMK’nin 429 vd. maddeleri kapsamında; hükmün temyizi üzerine Yargıtay’ca kısmen onanıp kısmen bozulması ve mahkemece bozmaya uyulması halinde, sadece hükmün bozulan kısımları ile ilgili yargılama yapılarak yeniden karar verilebilir, onanan kısmı ile ilgili yargılama yapılarak yeni hüküm kurulamaz, önceki ilam onanan kısımlar yönünden ayaktadır, taraflar yönünden usuli kazanılmış hak oluşturur ve bu kısımlar yönünden icra kabiliyetini taşır. Bu nedenle hükmün bozulan kısmı yönünden icra işlemleri olduğu yerde durur ise de onanan kısmı yönünden icra işlemlerine devam edilir. (HGK’nun 23.10.2002 tarih ve 2002/11-663 E, 2002/847 K.)

Somut olayda, İstanbul 3. İş Mahkemesi’nin ** sayılı kararından kaynaklanan kıdem tazminat, ihbar tazminatı ve izin ücreti alacağına yönelik ilamlı icra takibi başlatıldığı, borçlunun başvurusu üzerine teminat karşılığı tehiri icra kararı verildiği bilahare Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin ** sayılı ilamı ile sair temyiz itirazları yönünden değilse de fazla çalışma alacağı yönünden ilamın alacaklı lehine bozulması üzerine alacaklının teminatın paraya çevrilmesi, fazla çalışma ücreti için muhtıra çıkartılması talebinin icra müdürlüğünce reddi üzerine; icra mahkemesine şikayet yoluyla başvurulduğu mahkemece şikayete konu kararda bozma konusu yapılmayan hususlar yönünden teminatın paraya çevrilmesi ile fazla mesai ücreti yönünden ise de ek takip talebinde bulunulmadığından talebin reddine karar verilmesi gerekirken, istemin tümden reddedildiği, iş mahkemesince verilen yeni kararın kesinleşmesi gerektiğinden bahisle şikayetin reddine karar verilmişse de, iş mahkemesi kararlarının infazı için kararın kesinleşmesi gerekmediği gibi bozma dışında kalan kıdem ve ihbar tazminatı ile izin ücreti alacağı yönünden teminatın paraya çevrilmesi isteminin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.

SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nin 366. ve HUMK’nin 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 21/01/2019 gününde oy birliğiyle karar verildi.

DAYANAK İLAM BOZULDUĞUNDA DAHA ÖNCEDEN YAPILAN TAHSİLATLARIN “MUHTIRA TEBLİĞİ SURETİYLE” ALACAKLIDAN İSTENMESİ- İCRANIN İADESİ İÇİN KARARIN KESİNLEŞMESİ GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY
8.HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2015/13261
KARAR: 2015/19642

ÖZET:Dayanak ilam bozulduğunda, takip olduğu yerde duracağından, daha önceden yapılan tahsilatların “muhtıra tebliği suretiyle” alacaklıdan istenmesi mümkün değildir.
Borçlunun icranın iadesini isteyebilmesi için ( İİK’nun 40/2. maddesi gereğince ) bozmadan sonra verilecek kararın kesinleşmesi zorunludur.

DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki davacı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden Daire’ye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Alacaklı tarafından başlatılan ilamlı takipte, İcra Müdürlüğü’nce alacaklı adına düzenlenen 01.11.2013 tarihli muhtıra ile; dayanak ilamın temyiz incelemesi sonucu bozulması nedeniyle bozma karar tarihinden önce yapılan 6.818,90 TL ödemenin yasal faiziyle birlikte üç gün içinde geri ödenmesinin istendiği; Alacaklının söz konusu işlemin iptali istemi ile İcra Mahkemesi’ne başvurduğu; Mahkeme’ce, borçlunun o kadar borcunun bulunmadığının bozma ilamı ile tespit edilmiş olması nedeniyle şikayete konu memur işleminin usul ve yasaya uygun olduğu gerekçesi ile istemin reddine karar verildiği, hükmün Alacaklı (iade borçlusu) Vekili tarafından temyiz edildiği anlaşılmaktadır.

İİK’nun 40/1. maddesi gereğince; “bir ilamın nakzı icra muamelelerini olduğu yerde durdurur.” Aynı maddenin 2. fıkrasında ise; “bir ilam hükmü icra edildikten sonra nakzedilip de aleyhinde icra takibi yapılmış olan kimsenin hiç veya o kadar borcu olmadığı kat’i bir ilamla tahakkuk ederse ayrıca hükme hacet kalmaksızın icra tamamen veya kısmen eski haline iade olunur.” Bu nedenle borçlunun icranın iadesini isteyebilmesi için (İİK’nun 40/2. maddesi gereğince) bozmadan sonra verilecek kararın kesinleşmesi zorunludur. Dayanak ilam bozulduğunda, takip olduğu yerde duracağından, daha önceden yapılan tahsilatların muhtıra tebliği suretiyle alacaklıdan istenmesi mümkün değildir.

Somut olayda, Alacaklının Bakırköy 11. İş Mahkemesi’nin 29.12.2010 tarih ve 2004/567 Esas 2010/1059 Karar sayılı ilamına dayalı olarak takibe başladığı, Borçlu tarafından icra dosyasına sunulan teminat mektubunun süresinde tehir-i icra kararı getirilmemesi üzerine paraya çevrilerek alacaklıya ödendiği, dayanak ilamın Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nce temyiz incelemesi sonucunda 26.06.2013 tarihinde bozulduğu, Borçlu vekilinin talebi üzerine İİK’nun 40/2.maddesi gereğince Alacaklıya, ödenen paranın iadesi edilmesi hakkında muhtıra gönderildiği görülmektedir.

Yukarıda sıralanan aşamalardan anlaşıldığı üzere; takibe dayanak ilamın bozulması sonrası henüz Mahkemesi’nce verilmiş ve kesinleşmiş bir karar bulunmamaktadır. Borçlu, bu aşamada yalnızca İİK.nun 40/1.maddesi gereğince takibin durdurulmasını isteyebilir, aynı maddenin ikinci fıkrası gereğince eski hale getirme isteyemez.

O halde, Mahkemece, şikayetin kabulü ile şikayete konu muhtıranın iptaline karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle şikayetin reddi isabetsizdir.

KARAR : Alacaklı Vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile Mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’nun 388/4. (HMK m.297/ç) ve İİK’nun 366/3. maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve 25,20 TL peşin harcın temyiz edene iadesine, 04.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

TRAFİK KAZASI – TRH TABLOSU – HATIR VE KUSUR İNDİRİMİ

T.C

YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2017/3610
KARAR: 2018/4373
TARİH: 19.04.2018

TRAFİK KAZASI – TRH TABLOSU – HATIR VE KUSUR İNDİRİMİ

ÖZET : Mahkemece alınacak 01.06.2015 tarihinde yürürlüğe trafik sigortası genel şartlarına öngörülen esaslara göre ve TRH-2010 tablosu esas alınmak suretiyle hesaplama yapılması gerekirken PMF yaşam tablosu esas alınmak suretiyle hazırlanmış olan rapor çerçevesinde hüküm kurulmuştur. Genel şartların 3 nolu ekinde; tazminat hesabında nelerin esas alınması gerektiği düzenlenmiştir. Buna göre PMF yaşam tablosu kullanılmak suretiyle yapılan hesaplamanın hükme esas alınması hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

MAHKEMESİ : Bölge Adliye Mahkemesi

İLK DERECE MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili ve davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği düşünüldü:

YARGITAY KARARI

Davacı vekili, müvekkilinin desteğinin davalıya zorunlu mali sorumluluk sigortalı araçta yolcu iken gerçekleşen tek taraflı kazada öldüğünü açıklayıp fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydı ile 100,00 TL maddi tazminatın tahsilini talep etmişi, ıslah dilekçesi ile tazminat talebini artırmıştır.

Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece; iddia, savunma, yapılan yargılama ve toplanan delillere göre; davanın kısmen kabulü ile 74.233,04 TL’nin tahsiline karar vermiş; hüküm aleyhine davalı vekilince istinaf yoluna başvurulmuş, … Bölge Adliye Mahkemesi 17.Hukuk Dairesi’nce başvurunun kabulü ile yerel mahkeme kararının kaldırılmasına, buna göre, davanın kısmen kabulü ile; 67.870,21 TL’nin tahsiline karar verilmiş, karar davacı vekili ile davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin
tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davalı vekilinin ve davacı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine, karar vermek gerekmiştir.

2-Dava, trafik kazasından kaynaklanan destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir.
Davacının desteğinin, davalıya zorunlu zorunlu mali sorumluluk sigortalı araçta yolcu iken
gerçekleşen tek taraflı kazada öldüğü dosya kapsamından anlaşılmaktadır.

Türk Ticaret Kanunu’nun 1425. maddesine göre sigorta poliçesi genel ve varsa özel şartları içerir.
Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk (Trafik) Sigortası Yeni Genel Şartları
01.06.2015 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Genel şartların C.10. maddesi ile 12/8/2003 tarihli ve 25197 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartları yürürlükten kaldırılmıştır.

Yeni genel şartların C.11. maddesine göre; yeni genel şartlar, genel şartların yürürlük tarihi olan 01.06.2015 tarihinden sonra akdedilmiş sözleşmelere uygulanacaktır. Bunun doğal sonucu olarak artık eski genel şartların yeni genel şartların yürürlük tarihinden sonra düzenlenen poliçelerde uygulanma imkanı bulunmamaktadır.

Karayolları Trafik Kanunu’nun 93. maddesi gereği zorunlu mali sorumluluk sigortası genel şartları, teminat tutarları ile tarife ve talimatları Hazine Müsteşarlığının bağlı bulunduğu Bakanlıkça tespit edilir ve Resmi Gazetede yayımlanır. Böylece Hazine Müsteşarlığı kanundan aldığı yetki ile zorunlu sigorta genel şartlarını belirler. Bu nedenle zorunlu sigorta genel şartlarını Türk Borçlar Kanunu’nun 20 maddesinde düzenlenen genel işlem koşulu kapsamında değerlendirmek mümkün değildir.

Bir sözleşmenin genel işlem koşulu kapsamında olması için sözleşme yapılırken taraflardan birinin önceden tek taraflı olarak sözleşme şartlarını hazırlayarak diğer tarafa sunması gerekir. Oysa Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigorta Genel Şartları, sözleşmede taraf olmayan Hazine Müsteşarlığı tarafından kanundan aldığı yetkiye dayalı olarak belirlenir. Ayrıca Genel şartları, Türk Borçlar Kanunu 20. maddesinin son fıkrasında “Genel işlem koşullarıyla ilgili hükümler, sundukları hizmetleri kanun veya yetkili makamlar tarafından verilen izinle yürütmekte olan kişi ve kuruluşların hazırladıkları sözleşmelere de, niteliklerine bakılmaksızın uygulanır.” düzenlemesi kapsamında düşünmekte mümkün değildir. Çünkü kanunda açıkça belirtildiği üzere kanun veya yetkili makamlar tarafından verilen izinle kişi ve kuruluşların hazırladıkları sözleşmeler yürütmekte oldukları bir hizmet ile ilgili olmalıdır. Oysa Hazine Müsteşarlığı, zorunlu mali sorumluluk sigortası hizmeti veren bir kuruluş olmadığı gibi hizmeti alan taraf ile bir sözleşme ilişkisi içinde bulunmamaktadır.

01.06.2015 tarihinde yürürlüğe giren Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk (Trafik) Sigortası Genel Şartları, yürürlüğe girmesinden sonra düzenlenen poliçelerde
geçerli olacağından, poliçenin düzenlendiği tarih itibarı ile Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk (Trafik) Sigortası’nın kapsamı tüm taraflarca bilinmektedir. Sigortacı, işletenin sorumluluğunu poliçe ve genel şartlar kapsamında üstlendiğine göre, sonradan bir değişiklikten bahsetmek de mümkün olmayacaktır. Kaldı ki; 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 1423. maddesine göre sigortacı, sigorta sözleşmesine ilişkin tüm bilgileri, sigortalının haklarını, sigortalının özel olarak dikkat etmesi gereken hükümleri, gelişmelere bağlı bildirim yükümlülüklerinden oluşan aydınlatma yükümlülüğünü sigortalıya karşı yerine getirmese dahi sigortalı, sözleşmenin yapılmasına 14 gün içinde itiraz etmemiş ise sözleşme poliçede yazılı şartlar ve poliçenin ayrılmaz bir parçası olan genel şartlar kapsamında yapılmış olur.

Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası teminatının kapsamı, poliçe ve poliçenin ayrılmaz bir parçası olan genel şartlara göre belirlenir. Nitekim Karayolları Trafik Kanunu’nun 90. maddesinde yapılan değişiklikle zorunlu sigortacının kapsamındaki tazminatları
belirlemede Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarının göz önüne alınması esası getirilmiştir.

01.06.2015 tarihinde yürürlüğe giren Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartları’nın A.3. maddesinde “sigortacı, poliçede tanımlanan motorlu aracın işletilmesi sırasında, üçüncü şahısların ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına sebebiyet vermiş olmasından dolayı, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununa göre sigortalıya düşen hukuki sorumluluk çerçevesinde Genel Şartlarda içeriği belirlenmiş tazminatlara ilişkin talepleri, kaza tarihi itibariyle geçerli zorunlu sigorta limitleri dahilinde karşılamakla yükümlüdür.

Sigortanın kapsamı üçüncü şahısların, sigortalının Karayolları Trafik Kanunu çerçevesindeki
sorumluluk riski kapsamında, sigortalıdan talep edebilecekleri tazminat talepleri ile sınırlıdır.”
Şeklinde düzenlenmiştir.

Somut olayda, desteğin yolcusu olduğu araç ile seyri sırasında 29.02.2016 tarihinde tek taraflı
kazada öldüğü, poliçenin düzenlenme tarihinin de 18.09.2015 tarihi olduğu anlaşılmaktadır.
Davalının sorumluluğunun kapsamı ise 01.06.2015 yani davaya konu trafik kazasından önce
yürürlüğe giren Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk (Trafik) Sigortası Genel Şartları’na göre belirlenecektir.

Mahkemece alınacak 01.06.2015 tarihinde yürürlüğe trafik sigortası genel şartlarına öngörülen esaslara göre ve TRH-2010 tablosu esas alınmak suretiyle hesaplama yapılması gerekirken PMF yaşam tablosu esas alınmak suretiyle hazırlanmış olan rapor çerçevesinde hüküm kurulmuştur.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun 90.maddesi 14/4/2016 tarihinde kabul edilen 6704 Sayılı Kanun ile değiştirilmiştir. Buna göre zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamındaki tazminatlar bu kanun ve bu kanun çerçevesinde hazırlanan genel şartlarda öngörülen usul ve esaslara tabidir.

Söz konusu tazminatlar ve manevi tazminata ilişkin olarak bu Kanun ve genel şartlarda
düzenlenmeyen hususlar hakkında 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun haksız fiillere ilişkin hükümleri uygulanır.

Yukarıda anlatılanlar çerçevesinde dava konusu poliçe, 01.06.2015 tarihinden sonra akdedilmiş olduğundan bu genel şartların bu dava konusu kaza sonucu meydana gelen zarar hesaplamasında dikkate alınması gerekmektedir.

Genel şartların 3 nolu ekinde; tazminat hesabında nelerin esas alınması gerektiği düzenlenmiştir.

Buna göre PMF yaşam tablosu kullanılmak suretiyle yapılan hesaplamanın hükme esas alınması hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

Davacı vekilinin temyiz itirazı yönünden yapılan incelemede;

3-Davacının desteği, davalıya sigortalı, alkollü sürücünün idaresindeki araçta yolcu iken
gerçekleşen kazada ölmüştür. Davalı vekili, desteğin alkollü sürücünün aracına bilerek binmesi ve emniyet kemeri takmaması sebebi ile müterafik kusurunun bulunduğunu, davacının ayrıca araçta hatır için taşındığını ileri sürerek tazminattan indirim yapılması gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece alınan kusur raporunda desteğin alkollü sürücünün aracına bilerek binmesi sebebi ile %15 oranında kusurlu olduğu bildirilmiş ve aktüer bilirkişince hesaplanan tazminattan desteğin %15 kusuru oranında indirim yapılmış, mahkemece desteğin alkollü kişinin aracına bindiği gerekçesi ile hesaplanan tazminattan BK. 43,44. maddeleri uyarınca %20 oranında, desteğin araçta hatır için taşındığı gerekçesi ile de %20 oranında hatır taşıması indirim yapılarak karar verilmiştir.
Sonuç olarak hesaplanan tazminattan desteğin müterafik kusuru sebebi ile %35, hatır taşıması sebebi ile %20 oranından indirim uygulanması hatalıdır.

Dairemizin yerleşik uygulamasına göre hatır taşıması indirim oranı 20’yi, müterafik kusuru indirimi oranı %20’yi geçemeyecektir.

Somut olayda davacılar desteği yolcu olup, gerçekleşen kazada kusuru bulunmamaktadır, desteğin alkollü sürücünün aracına bilerek binmesi onun kusurunu değil müterafik kusurunu oluşturacak bir olgu olup bu hususun kusur raporunda yer alması doğru olmayıp, mahkemece tartışılması gerekmektedir. O halde yapılacak iş, kusur indirimi yapılmaksızın hesaplanacak tazminattan %40 oranında (%20 müterafik kusur indirimi, %20 hatır indirimi) indirim yapılarak karar verilmesi olup, tazminattan %55 oranında indirim yapılması doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulmasına karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ : Yukarıda 1 nolu bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin ve davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, 2 açıklanan nedenlerle davalı vekilinin, 3 nolu bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile … Bölge Adliye Mahkemesi 17.Hukuk Dairesi’nin kararının BOZULMASINA, 6100 sayılı HMK 373/2 maddesi uyarınca dosyanın karar veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacı ve davalıya geri verilmesine 19.4.2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

BONODA TANZİM TARİHİ İLE VADE TARİHİNİN AYNI OLMASI- VADENİN TANZİM TARİHİNDEN ÖNCE OLMASININ KAMBİYO VASFINA ETKİSİ

T.C
YARGITAY
12. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2009/19965
KARAR:2010/1007 K.
TARİHİ : 18/06/2009

MAHKEMESİ : Mardin İcra Hukuk Mahkemesi

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı vekili tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü :

Alacaklı vekili tarafından borçlu aleyhine bonoya dayalı kambiyo senetlerine mahsus haciz yoluyla takip başlatılmış, borçlu, takip dayanağı senedin vade ve tanzim tarihinin aynı olması nedeniyle kambiyo vasfının bulunmadığından bahisle takibin iptali istemi ile icra mahkemesine müracaat etmiştir.

TTK.nun 690.maddesinin göndermesi ile uygulanması gereken aynı kanunun 615.maddesi hükmüne göre, poliçe görüldüğünde, görüldüğünden muayyen bir müddet sonra veya keşide gününden muayyen bir müddet sonra ya da muayyen bir günde ödenmek üzere keşide olunabilir. Vadesi başka şekilde yazılan veya birbirini takip eden vadeleri gösteren poliçeler batıldır. Ayrıca vade tarihinin tanzim tarihinden önceki bir tarihi taşıması halinde de senet bono niteliğini taşımaz.

Somut olayda, takip dayanağı senedin vade ve tanzim tarihinin 30/10/2007 olduğu görülmektedir. Yukarıda da açıklandığı üzere vadenin, tanzim tarihinden önce olması halinde kambiyo vasfı etkilenecektir. Ancak, her iki tarihin aynı olması bono niteliğini etkilemez. Bu durumda, mahkemece, şikayetin reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile kabulü isabetsizdir.

S O N U Ç  : Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), 19.01.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.

YETERLİ EHLİYETE SAHİP OLMADAN KULLANILAN ARAÇTA YANGIN ÇIKMASI- KASKO BEDELİNİN TAHSİLİ TALEBİ

T.C.
NUSAYBİN
ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

GEREKÇELİ KARAR

ESAS NO : 2009/122 Esas
KARAR NO : 2010/93

HAKİM : Ö. A. 40360
KATİP : A. S. 75755

DAVACI : C… GIDA NAK.OTO.İNŞ.PETR.ÜRÜN.TİC.LMT.ŞTİ. ADINA HASAN Ö…. –
VEKİLİ : Av. SELİM HARTAVİ
DAVALI : R… SİGORTA AŞ . Sarıyer/ İSTANBUL
VEKİLİ : Av. T. A. . Sarıyer/ İSTANBUL
DAVA : Tazminat
DAVA TARİHİ : 14/04/2009
KARAR TARİHİ : 23/02/2010

Yukarıda taraf ve mahiyeti yazılı davanın yapılan açık yargılaması sonucunda;

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: Davacı vekili mahkememize gönderdiği 10.04.2007 havale tarihli dava dilekçesi ile;Müvekkil şirketin davalı sigorta şirketi ile 11.11.2004-11.11.2005 tarihlerini kapsayan 140087 nolu poliçe ile 73 DD … plaka sayılı aracını poliçede belirtilen rizikolara karşı sigortalattırdığını ve sigorta primlerinin tamamını zamanında ödediğini,10.04.2005 günü müvekkil şirketin aracını kullanan Ahmet Ö.’ün Nusaybin-Cizre istikameti 26.kilometrede aracın hakimiyetini kaybetmesi ve yoldan çıkarak tarlaya devrilmesi sonucu yanma olayının meydana geldiğini,müvekkil şirketin kazayı aynı gün davalı şirkete ihbar ettiğini,davalı şirketin 02.09.2005 tarihli yazılarında,görevlendirilen eksper raporunun ibrazı üzerine yapılan incelemede kazaya karışan sürücü Mahmut Ö.’ün yeterli ehliyeti sahip olmadığının anlaşılması sebebiyle Kasko Poliçesi Genel Şartlarının A.5,4 maddesi gereğince tazminat talebinin karşılanamayacağı belirtilerek tazminat talebinin reddedildiğini,Nusaybin C.Savcılığı tarafından yürütülen soruşturma sonucunda araç sürücüsü olan şüpheli Ahmet Ö. hakkında ön ödeme önerisinde bulunulduğunu,ön ödemm miktarı şüpheli tarafından süresi içerisinde yatırıldığından kamu davası açılmasına yer olmadığına ilişkin takipsizlik kararı verildiğini,bir an için aracı Mahmut Ö.’ün kullandığı varsayılsa bile D sınıfı sürücü ehliyet belgesine sahip olup,salt ticari taşıt belgesinin bulunmamasının kazanın oluşumunda tek başına değerlendirilmesinin mümkün olmadığı,sigorta şirketinin ödeme yapmamasının hukuka aykırı olduğunu belirterek fazlaya ilişkin talep ve dava hakları saklı kalmak kaydıyla 34950,00 YTL tazminatın rizikonun gerçekleşme tarihi olan 10.04.2005 tarihinden itibaren ticari faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili mahkememize gönderdiği cevap dilekçesi ile;Dava dilekçesinde davacının adresi yer almadığından dava dilekçesinin iptalinin gerektiğini,iş bölümü ve yetki itirazında bulunduklarını,dosyanın yetkili ve görevli İstanbul Asliye Ticaret Mahkemesine gönderilmesini talep ettiklerini,esas yönünden ise davanın 10.04.2007 tarihinden sonra açılmış olması halinde davanın zamanaşımı nedeniyle reddi gerektiğini,dava dilekçesinde ileri sürülen iddiaların yerinde olmadığını,sigortalı aracın Mahmut Ö. tarafından kullanıldığını,bu sürücünün kullandığı tanker bakımından yetersiz ehliyete sahip bulunduğunu, Kasko Sigortası Genel Şartlarının teminat dışında kalan zararları düzenleyen 5.4.maddesinde bu durumun teminat dışı bırakıldığını,kabul anlamına gelmemekle birlikte davacı tarafından yoksun kalınan ticari kar talep edilmiş ise de poliçede böyle bir teminat verilmediğinden iş bu talebin de reddi gerektiğini belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkememizin 2005/30 D.İş sayılı tespit dosyası,Nusaybin C.Başsavcılığının 2005/571 Hazırlık,2005/140 Karar sayılı soruşturma dosyası,birleşik kasko sigorta poliçesi,kasko kesin ekspertiz raporu celp edilmiş,davacı tanıkları Şeyhmus F. Rıfat Y.ve Ahmet Ö. duruşmada dinlenilmiştir.

Kazanın meydana geldiği yerin Nusaybin olması ve ilçede tek Asliye Hukuk Mahkemesinin bulunması sebebiyle 27.11.2007 tarihli duruşma ara kararı ile davalı vekilinin yetki ve işbölümü itirazının reddine karar verilmiştir.
Davacı vekili mahkememize gönderdiği 30.10.2007 havale tarihli yazılı beyanında fazlaya dair talep ve dava hakkı saklı kalmak kaydıyla ekspertiz araştırması sonucu belirlenen 34950,00 YTL araç kasko bedeli olarak talep ettiklerini,şimdilik yoksun kalınan kara ilişkin tüm haklarını saklı tuttuklarını beyan etmiş,364,00 YTL eksik nisbi harcın ödenmesine ilişkin 10.07.2007 tarih ve 5913 sayılı sayman mutemedi alındısı davacı vekili tarafından dosyaya ibraz edilmiştir.

Mahkememizin 11.12.2007 tarih ve 2007/145 Esas 2007/302 Karar sayılı kararı ile davanın kısmen kabulüne,7000 TL maddi tazminatın 09.05.2005 tarihinden itibaren hesap edilecek faiziyle birlikte davalı şirketten tahsiline,yoksun kalınan kar niteliğinde olan 1000 TL maddi tazminatın tahsili talebinin kasko sigortası teminat kapsamı dışında olması sebebiyle reddine,araç hasar tutarı niteliğinde olan 26950 TL maddi tazminatın tahsili talebinin zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir.Hükmün davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 17.Hukuk Dairesinin 05.02.2009 tarih ve 2008/2977 Esas 2009/395 Karar sayılı ilamı ile dava dilekçesinin esas defterine kayıt edilmeden önce harcın eksik alınmış olmasında davacı tarafın herhangi bir kusurunun bulunmadığı,eksik harcın davacı tarafça tamamlandığı,bu durumda söz konusu 26950 TL’lık dava değeri yönünden de işin esasına girilip,varılacak sonuca göre bir karar verilmesinin gerektiği,kabule göre de davacı aracında meydana gelen gerçek zarar miktarının belilenmesi yönünden HUMK’nun 275.maddesi uyarınca seçilecek makine mühendisi uzman bilirkişiden rapor alınmadan eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulmasının doğru olmadığı gerekçesiyle hükmün davacı taraf yararına bozulmasına karar verilmiştir.

Yargıtay bozma ilamına uyulmasına karar verilerek yargılamaya devam olunmuş,bozma ilamı doğrultusunda Ankara 25.Asliye Hukuk Mahkemesine yazılan talimata istinaden KGM Trafik Şb.Em.Makine Mühendisi bilirkişi Abdullah Taşkıran tarafından düzenlenen 03.11.2009 tarihli bilirkişi raporu ile 73 DD … plaka sayılı tankerde olay nedeniyle meydana gelen gerçek hasar bedelinin 34950 TL olduğunun tespit edildiği bildirilmiştir.

Davalı vekili mahkememize gönderdiği 14.12.2009 tarihli yazılı beyan ile bozmadan önce tahsiline karar verilen 7000 TL hasar bedelinin ferileriyle birlikte Urfa 2.İcra Müdürlüğünün 2008/1199 Esas sayılı dosyasına ödendiğinden bu ödemenin dikkate alınmasını ve sürücünün yeterli ehliyete sahip olmaması nedeniyle davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekilinin yazılı beyanında belirtilen Şanlıurfa 2.İcra Müdürlüğünün 2008/1199 Esas sayılı takip dosyasının onaylı sureti celp edilerek incelenilmiş,davacı vekili duruşmada incelenen dosya içeriğine bir diyeceklerinin olmadığını,7000 TL asıl alacağın ferileriyle birlikte taraflarına ödendiğini beyan etmiştir.

Tüm dosya kapsamı ve delillerin değerlendirilmesi neticesinde;Dava,kasko sigorta sözleşmesinden kaynaklanan tazminat istemine ilişkindir.Ticaret Kanunun 3. ve 4. maddeleri gereğince davaya ticaret mahkemesi sıfatıyla bakılması gerekmiştir.

Her ne kadar kaza sonrası düzenlenen trafik kazası tespit tutanağında davacı şirkete ait tanker sürücüsü olarak Mahmut Ö.’ün ismi yazılı ise de Nusaybin Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2005/571 Hazırlık sayılı dosyası üzerinden yürütülen soruşturma neticesinde 20.04.2005 tarih ve 2005/140 sayılı karar ile sanık Ahmet Ö. hakkında tehlikeli vasıta kullanmak suçundan dolayı ön ödeme ihtaratı gereğini yerine getirmesi sebebiyle takipsizlik kararı verilmesi,Jandarma görevlilerince düzenlenen olay yeri tespit tutanağında kazayı müteakip iki kişinin Nusaybin Devlet Hastanesine götürüldüklerinin ve hafif yaralı olabileceklerinin bildirilmesi,dosya içerisinde sanık Ahmet Ö.ve mağdur Şeyhmus Ö. hakkında Nusaybin Devlet Hastanesince düzenlenen adli raporların mevcut olup Mahmut Ö. hakkında düzenlenen adli raporun mevcut olmaması ve Nusaybin Belediye Başkanlığınca düzenlenen yangın raporunda Ahmet Ö.’ün isminin yer alması ile dinlenilen tanık beyanları dikkate alınarak söz konusu araç sürücüsünün Ahmet Ö. olduğu ve Ahmet Ö.’ün davacı vekili tarafından ibraz edilen ticari taşıt kullanma belgesi ve sürücü belgesi suretleri ile kasko kesin ekspertiz raporu dikkate alınarak yeterli sürücü belgesine sahip olduğu anlaşılmıştır.Davacı vekili dava dilekçesinin başlık kısmında dava konusunu 7000,00 YTL kasko araç bedeli tazminatı ve 1000,00 YTL yoksun kalınan karın tahsili olarak belirtmiş,dava dilekçesinin istem sonucu kısmında ise 34950,00 YTL tazminatın tahsiline karar verilmesini talep etmiş olup 10.04.2007 tarihli sayman mutemedi alındısı ile 8000,00 YTL değer üzerinden 108,00 YTL nisbi harç yatırmıştır.Dava dilekçesinde mevcut çelişkinin giderilmesi için kendisine süre verilmesi üzerine ibraz ettiği yazılı beyanında ıslah yoluna başvurmaksızın 34950,00 YTL araç kasko bedeli talep ettiklerini beyan etmiş ve 26950,00 YTL değer üzerinden yatırılan 364,00 YTL eksik nisbi harcın ödenmesine ilişkin sayman mutemedi alındısı dosyaya ibraz edilmiştir.

Yargıtay bozma ilamından önce verilen mahkememiz kararı ile tahsiline karar verilen 7000 TL maddi tazminatın,yargılama giderleri ve ferileriyle birlikte Şanlıurfa 2.İcra Müdürlüğünün 2008/1199 Esas sayılı takip dosyasına istinaden davacı vekili tarafından yürütülen icra takibinde davalı tarafça ödendiği anlaşılmıştır.
Yargıtay bozma ilamında bozma sebebi olarak gösterilenler dışındaki hususların davacı taraf lehine usuli kazanılmış hak teşkil etmekle kesinleşmesi dikkate alınarak,kasko poliçesi teminatı kapsamındaki 7000,00 YTL kasko araç bedeli tazminatının tahsili talebi yönünden açılan davanın konusuz kalması sebebiyle esas hakkında karar verilmesine yer olmadığına,yine kasko poliçesi teminatı kapsamındaki 26950 TL maddi tazminatın tahsili talebi yönünden sübut bulan davanın kabulüne,kasko poliçesi teminatı kapsamı dışındaki 1000,00 YTL yoksun kalınan karın tahsili talebi yönünden açılan davanın reddine karar verilmesi gerektiği sonuç ve kanaatine varılarak aşağıdaki şekilde hüküm tesis edilmiştir.

HÜKÜM : Yukarıda açıklanan gerekçe ve nedenlerle;

1-DAVANIN KISMEN KABULÜ İLE; Kasko sigorta poliçesi teminat kapsamındaki hasar tutarı niteliğinde olan maddi tazminatın 7.000 TL. kısmının ferileriyle birlikte dava tarihinden sonra davalı sigorta şirketi tarafından davacıya ödenmesi dikkate alınarak 7.000 TL. maddi tazminat yönünden açılan davanın konusuz kalması sebebiyle esas hakkında karar verilmesine yer olmadığına,
2-Kasko sigorta poliçesi teminat kapsamındaki hasar tutarı niteliğinde olan 26.950 TL. maddi tazminatın ekspertiz raporunun düzenlenme tarihi olan 09.05.2005 tarihinden itibaren hesap edilecek ticari reeskont faiziyle birlikte davalı şirketten tahsili ile davacıya verilmesine,
3- Yoksun kalınan kar niteliğinde olan 1.000 TL. maddi tazminatın davalıdan tahsili talebinin kasko sigortası teminat kapsamı dışında olması sebebiyle reddine,

4- Kabulüne karar verilen tazminat miktarı üzerinden hesap edilen 1.455,30 TL nisbi karar ve ilam harcının davalıdan tahsili ile Hazineye irat kaydına,
5- Reddine karar verilen tazminat miktarı üzerinden alınması gerekli 17,15 TL maktu karar ve ilam harcının davacıdan tahsili ile Hazineye irat kaydına,
6-Davacı tarafından bozma ilamı sonrasında sarf edilen 256,50 TL yargılama giderinin tarafların haklı çıktığı oran ve davalı tarafın sarf ettiği 2,50 YTL yargılama gideri nazara alınarak 247,24 TL kısmının davalıdan tahsili ile davacıya verilmesine,geri kalan kısmın davacı üzerinde bırakılmasına,
6-Davacının kendisini vekille temsil ettirmesi sebebiyle karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT uyarınca belirlenen 3.164,50 TL nisbi vekalet ücretinin davalıdan tahsili ile davacıya verilmesine,
7-Davalının kendisini vekille temsil ettirmesi sebebiyle karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT uyarınca belirlenen 1000 TL maktu vekalet ücretinin davacıdan tahsili ile davalıya verilmesine,
Dair, davacı vekilinin yüzüne karşı, davalı vekilinin yokluğunda, gerekçeli kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde Yargıtay’a temyizi kabil olmak üzere verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı. 23/02/2010

Katip 75755

Hakim 40360

CEZAEVİNDE OLAN EŞİN NAFAKADAN SORUMLU TUTULMASI- BOŞANMA NEDENİYLE MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT İSTEMİ- YOKSULLUK NAFAKASI TALEBİNİN REDDEDİLMESİ  

T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
E. 2019/223
K. 2019/849
T. 11.2.2019

BOŞANMA NEDENİYLE MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT İSTEMİ ( Tarafların Ekonomik ve Sosyal Durumları Boşanmaya Yol Açan Olaylardaki Kusur Dereceleri Kişilik Haklarına Yapılan Saldırı ile İhlal Edilen Mevcut ve Beklenen Menfaat Dikkate Alındığında Davacı Kadın Yararına Takdir Edilen Maddi ve Manevi Tazminatın Az Olduğu – Hakkaniyet İlkesi ile TBK’nun Tazminatın Belirlenmesine Dair Hükümleri Uyarınca Daha Uygun Miktarda Tazminat Takdiri Gerektiği )

CEZAEVİNDE OLAN EŞİN NAFAKADAN SORUMLU TUTULMASI ( Davalının Tutuklu veya Hükümlü Olmasının Tedbir ve İştirak Nafakası ile Sorumlu Tutulmamasını Gerektirmeyeceği – Tarafların Ekonomik ve Sosyal Durumları da Gözetilerek Dava Tarihinden Geçerli Olmak Üzere Velayeti Anneye Verilen Ortak Çocuk Yararına Davalının Mali Gücü Oranında Tedbir ve İştirak Nafakasına ve Davacı Kadın Yararına Uygun Miktarda Tedbir Nafakasına Hükmedilmesi Gerektiği )

YOKSULLUK NAFAKASI TALEBİNİN REDDEDİLMESİ ( Kadının Sürekli Gelir Getiren Bir İşte Çalışıp Çalışmadığı ve Varsa Gelirinin Kendisini Yoksulluktan Kurtarıp Kurtarmayacağı ile İşyerinden Ayrılmış ise Tarihinin ve Kendi İsteği ile Ayrılıp Ayrılmadığının Araştırılması Gerektiği – Davalı Erkeğin de Herhangi Bir Geliri ve Malvarlığının Olup Olmadığı Araştırılarak Sonucu Uyarınca Karar Verilmesi Gerektiği/Eksik İnceleme ile Karar Verilmiş Olduğundan Hükmün Bozulduğu )

4721/m.4,169,174,182,185/2,186/3

6098/m.50,51

ÖZET : Dava, boşanma istemi ve ferilerine ilişkindir.

Tarafların tespit edilen ekonomik ve sosyal durumları, boşanmaya yol açan olaylardaki kusur dereceleri, paranın alım gücü, kişilik haklarına yapılan saldırı ile ihlal edilen mevcut ve beklenen menfaat dikkate alındığında davacı kadın yararına takdir edilen maddi ve manevi tazminatın az olup, hakkaniyet ilkesi ile TBK’nun 50 ve 51. maddesi hükmü dikkate alınarak daha uygun miktarda maddi ve manevi tazminat takdiri gerektiğinden;

Davalının cezaevinde tutuklu veya hükümlü olması, tedbir ve iştirak nafakası ile sorumlu tutulmamasını gerektirmeyecek olup, tarafların ekonomik ve sosyal durumları da gözetilerek dava tarihinden geçerli olmak üzere velayeti davacı anneye verilen ortak çocuk yararına davalının mali gücü oranında tedbir ve iştirak nafakasına ve davacı kadın yararına uygun miktarda tedbir nafakasına hükmedilmesi gerekirken, aksi yönde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı bulunduğundan;

Kadının sürekli gelir getiren bir işte çalışıp çalışmadığı, gelir elde ediyorsa bu gelirin kendisini yoksulluktan kurtarıp kurtarmayacağı, işten ayrılmış ise hangi tarihte işten ayrıldığı, kendi rızası ile işten ayrılıp ayrılmadığı ve davalı erkeğin de herhangi bir geliri ve malvarlığının olup olmadığı araştırılarak sonucu uyarınca karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile karar verilmiş olduğundan hükmün bozulması gerekmiştir.

DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı kadın tarafından, tazminat miktarları ve reddedilen nafaka talepleri yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : 1-)Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle ortak çocuk 12.07.1999 doğumlu M.’ın inceleme tarihinde ergin olduğunun anlaşılmasına göre, davacı kadının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.

2-)Tarafların tespit edilen ekonomik ve sosyal durumları, boşanmaya yol açan olaylardaki kusur dereceleri, paranın alım gücü, kişilik haklarına yapılan saldırı ile ihlâl edilen mevcut ve beklenen menfaat dikkate alındığında davacı kadın yararına takdir edilen maddi ve manevi tazminat azdır. Türk Medeni Kanunu’nun 4. maddesindeki hakkaniyet ilkesi ile Türk Borçlar Kanunu’nun 50 ve 51. maddesi hükmü dikkate alınarak daha uygun miktarda maddi (TMK m. 174/1) ve manevi (TMK m. 174/2) tazminat takdiri gerekir. Bu yönler gözetilmeden hüküm tesisi doğru bulunmamıştır.

3-)Boşanma veya ayrılık davası açılınca hakim, davanın devamı süresince, gerekli olan, özellikle eşlerin barınmasına (TMK m. 186/1), geçimine (TMK m. 185/3), malların yönetimine (TMK m. 223, 242, 244, 262, 263, 264, 267, 215) ve çocukların bakım ve korunmasına (TMK m. 185/2) ilişkin geçici önlemleri kendiliğinden (re’sen) almak zorundadır (TMK m. 169). Yine boşanma veya ayrılık vukuunda çocuk kendisine tevdi edilmemiş taraf gücüne göre onun bakım ve eğitim giderlerine katılmakla yükümlüdür (TMK. M. 182). Bu hususu hakim görevi gereği kendiliğinden dikkate alması gerekmektedir. Dosya kapsamından davalı erkeğin cezaevinde hükümlü olduğu anlaşılmaktadır. Davalının cezaevinde tutuklu veya hükümlü olması, tedbir ve iştirak nafakası ile sorumlu tutulmamasını gerektirmez. O halde; Türk Medeni Kanunu’nun 169, 182, 185/2 ve 186/3. maddeleri uyarınca, tarafların ekonomik ve sosyal durumları da gözetilerek dava tarihinden geçerli olmak üzere velayeti davacı anneye verilen ortak çocuk 2002 doğumlu N. yararına davalının mali gücü oranında tedbir ve iştirak nafakasına hükmedilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı bulunmuştur.

4-)Ortak çocuk 12.07.1999 doğumlu M. yararına ergin olduğu tarihe kadar tedbir nafakasına hükmedilmemesi doğru olmayıp, bozmayı gerektirmiştir.

5-)Boşanma veya ayrılık davası açılınca hakim, davanın devamı süresince, gerekli olan, özellikle eşlerin barınmasına (TMK m. 186/1), geçimine (TMK m. 185/3), malların yönetimine (TMK m. 223, 242, 244, 262, 263, 264, 267, 215) ve çocukların bakım ve korunmasına (TMK m. 185/2) ilişkin geçici önlemleri kendiliğinden (re’sen) almak zorundadır (TMK m. 169). O halde; Türk Medeni Kanunu’nun 185/3. ve 186/3. maddeleri uyarınca, tarafların ekonomik ve sosyal durumları da gözetilerek dava tarihinden geçerli olmak üzere davacı kadın yararına uygun miktarda tedbir nafakasına hükmedilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı bulunmuştur.

6-)Mahkemece davacı kadının çalıştığı ve davalı erkeğin hükümlü olması sebebiyle, yoksulluk nafakası talebinin reddine karar verilmişse de, dosya içindeki kolluk araştırmasında davacı kadının ev hanımı olduğunun belirlendiği, ancak bir kısım tanıklarca da organize sanayide çalıştığı beyan edilmiştir. Mahkemece kadının sürekli gelir getiren bir işte çalışıp çalışmadığı, gelir elde ediyorsa bu gelirin kendisini yoksulluktan kurtarıp kurtarmayacağı, işten ayrılmış ise hangi tarihte işten ayrıldığı, kendi rızası ile işten ayrılıp ayrılmadığı ve davalı erkeğin de herhangi bir geliri ve malvarlığının olup olmadığı araştırılarak sonucu uyarınca karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile yoksulluk nafakası hakkında karar verilmesi doğru olmayıp, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarıda (2.), (3.), (4.), (5.) ve (6.) bentlerde gösterilen sebeplerle BOZULMASINA, bozma kapsamı dışında kalan diğer bölümlerinin ise yukarıda (1.) bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi.11.02.2019 (Pzt.)

ARABULUCU TUTANAĞININ GEÇERSİZLİĞİ – ARABULUCUNUN YETKİYİ KÖTÜYE KULLANMASI-İŞÇİLİK ALACAKLARI

T.C.
​YARGITAY
9. Hukuk Dairesi
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
Y A R G I T A Y İ L A M I
ESAS NO​: 2019/3694
KARAR NO​: 2019/13040

DAVA​: Davacı vekili, arabuluculuk tutanağının geçersizliği sebebiyle kıdem ve ihbar tazminatı ile yıllık ücretli izin alacağının tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

​Yerel mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.

​İlk Derece Mahkemesinin red kararına karşı davacı avukatı istinaf başvurusunda bulunmuştur.
​Bursa Bölge Adliye Mahkemesi 3. Hukuk Dairesi davacı avukatının istinaf başvurusunu esastan reddetmiştir.
​Bursa Bölge Adliye Mahkemesi 3. Hukuk Dairesi’nin kararı süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:​

YARGITAY KARARI

A) Davacı İsteminin Özeti:
Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; davalı iş yerinde örgütlü sendikanın toplu iş sözleşmesi görüşmeleri sonrasında grev kararı aldığını, işyerindeki çalışmanın durduğunu, davalı işverenin sendikal gücü yıkmak amacıyla işten çıkarmaya karar verdiği müvekkili ile birçok personeli “tüm tazminatları ödeyeceğini ve arabuluculuk sözleşmesi yapacağını” söyleyerek zorladığını ve kendi istedikleri doğrultuda düzenledikleri belgeleri imzalattıklarını, iş akdini kendisi fesheden davalı tarafça bu iradeyi gizlemeye yönelik olarak imzalatılan arabuluculuk sözleşmesinin ve diğer evrakların geçersizliği sebebi ile bu davayı açtıklarını iddia ederek, 2.000,00 TL ihbar tazminatı, 50,00 TL kıdem tazminatı ve 50,00 TL yıllık izin ücreti alacağının davalıdan tahsil edilerek taraflarına ödenmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı Cevabının Özeti:
Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle; taraflar arasında arabuluculuk anlaşması bulunduğunu, dava açılmasının açıkça hukuka aykırı olduğunu savunarak davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

C) İlk Derece Mahkemesi Kararının Özeti:
İlk derece mahkemesince, eğitim durumu ve iş hayatı tecrübesi nazara alındığında davacının arabuluculuk faaliyetinin anlamını ve önemini anlayacak kapasitesinin bulunduğu ve bu iradesinin sakatlanmasının hayatın olağan akışına aykırı olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Ç) İstinaf başvurusu:
İlk derece mahkemesi kararına karşı davacı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.

D) İstinaf Sebepleri:
Davacı vekili istinaf dilekçesinde özetle; arabuluculuk sözleşmesinin kamu düzenine ve mevzuata açıkça aykırı olduğundan geçersiz olduğunu, yerel mahkemece bu durum araştırılmaksızın eksik inceleme ile hüküm tesisinin usul ve yasaya açıkça aykırı olduğunu, arabulucunun davalı holding bünyesinde çalıştığını, tarafsızlığı açısından kuşku uyandıran bu durumun kanun gereği işçilere hatırlatılmamış olduğunu ve işçilerin onaylarının alınmadığını, 6325 Sayılı Hukuk Anlaşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 9/2 maddesine ve Arabuluculuk Daire Başkanlığı tarafından hazırlanan “Arabulucular Etik Kuralları” düzenlemelerine aykırı davranıldığını, davalı işverenin baskısıyla müvekkiline imzalattırılan sözleşmede arabuluculuk görevini üstlenen kişinin davalı işverenin bağlı olduğu holdingin grup şirketlerinin de vekillik görevini yürüttüğünü, somut bu durum arabulucunun tarafsızlığından şüpheye düşülmesine neden olduğunu, arabuluculuk tutanağının aydınlatma yükümlülüğüne aykırı bir biçimde herkese toplu olarak imzalatıldığını, uyuşmazlığa konu arabuluculuk sözleşmesi incelendiğinde görüşmelerin “…..” adresinde yapıldığının belirtildiğini, mahkeme dosyasında davalı tarafça açıkça işçilerle idari binada personel bölümünde arabuluculuk işlemi yapıldığını ikrar ettiğini, yine davalı tarafça Bursa 2. İş Mahkemesi …. E. Sayılı dosyanın 13.04.2018 tarihli celsesinde de bu yöndeki beyanların yinelendiğini, 6325 sayılı Kanunun 11. Maddesine aykırı olarak yapılan bu işlemin arabulucunun kamu düzeninden aldığı bu yetkiyi kötüye kullandığının en açık göstergesi olduğunu, arabulucunun taraflarla hiçbir görüşme yapmadığını, evrak işçilere süreçle ilgisi olmayan şirket idari personelince imzalatıldığını, davalı iş yerinde örgütlü sendikanın TİS görüşmeleri sonunda grev kararı aldığını ve işyerindeki çalışmanın durduğunu, davalı işverenin sendikal gücü yıkmak adına işçilere tüm tazminatlarının ödeneceğini ve grevin bitmesinin ardından yeniden işe başlayacaklarının taahhüdünü vererek kendi istekleri doğrultusunda düzenledikleri sözleşmeleri imzalattığını, yaklaşık 350 işçinin davalı işyerine çağrılarak işyerinin idari personeli tarafından önlerine konulan arabuluculuk tutanağı da dahil olmak üzere çeşitli evrakların imzalatıldığını ve iş ilişkilerinin sona erdirildiğini, imza atan işçilerin yaklaşık 300 kadarının tekrar işyerinde çalışmak için çağrıldığını ve işbaşı yaptırıldığını ancak 50 kadar işçinin işyerinde tekrar işe başlatılmadığını, işçilerin ve arabulucunun bir araya gelmediğini, sözleşmelerin tüm çalışanlara arabuluculuk faaliyeti ile ilgisi olmayan şirketin idari personeli tarafından imzalatıldığını, fesih işleminin yasaya aykırı bir biçimde işverence yapılmasına karşılık işe iade – ihbar tazminatı gibi yükümlülüklerden kurtulmak maksadıyla sözleşme imzalatıldığını, mahkemece verilen red yönündeki kararın gerekçesinin somut olayın gerçeklerinden uzak ve kamu düzenine aykırılıkları göz ardı eder mahiyette olduğunu, arabulucu tarafından kamu düzenine ve kanuna aykırı olarak yapılan bu işlemler nedeniyle suç duyurusunda bulunulduğunu arabuluculuk tutanağının geçersizliğine ilişkin diğer derdest davalarda mahkemece tanıkların dinletilmesine karar verildiğini, Bursa 2. İş Mahkemesi’nin …..Esas sayılı dosyasında arabuluculuk tutanağının geçersizliğine ilişkin olarak iddia edilen hususlar üzerinde tahkikat aşamasına geçilerek delillerin toplanması ve taraf tanıklarının dinlenilmesine karar verildiğini, HMK’nın 27. maddesinde düzenlenen hukuki dinlenilme hakkının gerçekleştirilmesine hizmet eden delillerle doğrudan temas ve sözlülük ilkelerinin gerçekleştirilmesi için önemli olduğunu iddia ederek istinaf başvurunun kabulüne, yerel mahkeme kararının anılan ve resen gözetilecek nedenlerle müvekkili lehine yeniden tesis edilmesine karar verilmesini talep etmiştir.

E) Bölge Adliye Mahkemesi Kararının Özeti
Bölge Adliye Mahkemesince davacının yaşı, hayat tecrübesi, kıdem süresi ve eğitim durumu itibariyle imzaladığı sözleşmenin sonuçlarını bilebilecek konumda olduğu, arabuluculuk son tutanağının sahteliği ispatlanıncaya kadar geçerli ilam niteliğindeki belgelerden olması ve sahteliği konusunda bir iddianın olmaması ayrıca fiil ehliyetsizliği, kısıtlılık halleri dışında irade fesadına dayalı iddiaların somut ve kesin delillerle ortaya konulması gerektiği, bu kapsamda arabuluculuk faaliyeti sonunda anlaşılan konularda dava açılamayacağı gerekçesiyle davacı tarafın istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.

F) Temyiz Başvurusu
Bölge Adliye Mahkemesi kararına karşı davacı vekili temyiz başvurusunda bulunmuştur.
Davacı vekili temyiz başvurusunda özetle; arabuluculuk tutanaklarının toplu bir şekilde imzalatıldığını, mahkemece tanıklarının dinlenmediğini, delillerinin toplanmadığını, irade fesadı iddiasına yönelik hiçbir araştırma yapılmadığını, arabuluculuk sözleşmesinin kamu düzenine ve mevzuata aykırı olduğundan geçersiz olduğunu iddia etmiştir.

G) Gerekçe:
Taraflar arasında, dava öncesinde ihtiyari arabuluculuk sürecinin usulüne uygun olarak tamamlanıp tamamlanmadığı, arabuluculuk anlaşma tutanağının geçerli olup olmadığı ve bağlayıcılığı noktalarında uyuşmazlık bulunmaktadır.

Dava 20.11.2017 tarihide açılmış olup, dava tarihinden sonra 01.01.2018 tarihinde yürürlüğe giren 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 3/1.maddesinde “kanuna, bireysel veya toplu iş sözleşmesine dayanan işçi veya işveren alacağı ve tazminatı ile işe iade talebi ile açılan davalarda arabulucuya başvurulmuş olması dava şartıdır” şeklinde düzenlemeye yer verilerek dava şartı olarak arabuluculuk öngörülmüştür. Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 18/A maddesinde ise “İlgili kanunlarda arabulucuya başvurulmuş olması dava şartı olarak kabul edilmiş ise arabuluculuk sürecine aşağıdaki hükümler uygulanır” şeklinde düzenlemeye yer verilerek dava şartı olarak arabuluculuk esasları belirlenmiştir. Davaya konu ihbar ve kıdem tazminatı ile yıllık izin ücretleri bakımından dava şartı olarak arabuluculuk sürecinin işletilmesi gerekli olmasa da ihtiyari olarak arabuluculuk sürecinin işletilip işletilmediği uyuşmazlık konusudur.

Dosyada yer alan arabuluculuk anlaşma belgesinde uyuşmazlık konusu, “iş ilişkisinin işçi tarafından istifa edilerek sonlandırılması nedeniyle iş ilişkisinden doğan alacak hakları ve miktarları” şeklinde gösterilmiştir.

Tutanakta, arabuluculuk görüşmelerinin …. adresinde yürütülmesinin taraflarca talep edildiği açıklanmıştır.

Anlaşma bölümünde önce işverenin açıklamasına yer verilmiş ve davalı şirket yönetim kurulu üyesinin beyanı “çalışan işçiyi çıkarmak istemediğini, kendisinin istifa ederek ayrılmak istediğini bu nedenle işçi alacağı bulunmadığını” olarak tutanağa geçmiştir.

Anlaşma tutanağında davacının açıklaması ise “grevde geçen 11 ay gibi süreden dolayı mağdur olduğunu mağduriyetin giderilmesi için en azından kıdem tazminatı hesaplaması yapılarak tarafına ödenmesi” şeklinde yer almıştır.

Anlaşma tutanağında davacı içinin istifa ettiği belirtilmiş, diğer yandan kıdem tazminatı olarak 10.437,33 TL’nin üç taksitte ödenmesi yönünde anlaşmaya varıldığı açıklanmıştır. Tutanakta iş ilişkisinin istifa ile sona erdiği bir alt paragrafta tekrarlanmış, 2’nolu bentte ise kıdem ve ihbar tazminatı hakkı bulunmadığı belirtilmiştir.

Anlaşma tutanağında başka bir işçilik alacağı yönünden anlaşmaya varıldığı yönünde bir açıklamaya yer verilmediği halde, “iş ilişkisinden kaynaklanan her ne ad altında olursa olsun hiçbir hak ve alacağın bulunmadığı”, “prim gün sayılarının eksiksiz ve tam olarak Sosyal Güvenlik Kurumuna bildirildiği”, “iş ilişkisinden ile TİS kaynaklanan tazminat, işe iade vb dava ve şikayet haklarından geri dönülmez biçimde kesin ve külliyen feragat ettiği” , “çalıştığı süre buyunca maaşlarını aldığı, ulusal bayram ve genel tatil çalışması aldığı ya da izni kullandığı, hafta tatillerini kullandığı, yıllık izin hakkı, kıdem ve ihbar tazminatı hakkı ve fazla çalışmasının bulunmadığı, psikolojik tacizle karşılaşmadığı”, “şirkete karşı tüm hak ve taleplerinden feragat etmiş olduğu bu nedenle şirketi gayri kabili rücu kayıtsız ve şartsız ibra ettiği” açıklanmıştır.

Anlaşma belgesinin “mahkeme onayına sunulsun veya sunulmasın, onaylansın veya onaylanmasın” taraflar arasında kati delil ve hüküm ifade edeceği de tutanakta ifade edilmiştir.

Dosya içinde davacının arabulucuya başvurusuna dair bir belgeye rastlanmamıştır. Bununa aksine davacı işçi iş sözleşmesinin işveren tarafından feshedildiğini, bu iradesini gizlemek için arabuluculuk sözleşmesi yapmak istediğini, belgeye Türk Borçlar Kanunu’nun 420. maddesine aykırı şekilde ibraname niteliği kazandırılmak istendiğini iddia etmiştir.

Anlaşma tutanağında davacının istifa ettiği belirtilmiş olsa da, dosyaya davacının istifa ettiğine dair bir belge sunulmadığı gibi, istifa etmesine rağmen kıdem tazminatı konusunda anlaşmaya varıldığı, kıdem ve ihbar hakkı bulunmadığı gibi birbiri ile çelişen açıklamalara yer verilmiştir.

Uygulamanın üç yüz kadar işçi için aynı anda yapıldığı da dikkati çeken bir durumdur.

Arabuluculuk görüşmelerinin ….. adresinde yürütülmesi kararlaştırıldığı halde davacı vekili duruşmadaki beyanında, belgenin işyerinde ve personel müdürü tarafından imzalatılmak suretiyle hazırlandığını, arabulucunun aynı adreste olmadığını ve işveren yönetim kurulu üyesi ile hiçbir görüşme yapılmadığını ileri sürmüştür. Davalı vekili de aynı celsede, görüşmelerin şirket idari binasında yapıldığını, yaklaşık üç yüz işçi ile sırayla anlaşma tutanağı düzenlendiğini açıklamıştır.

Arabulucunun aynı zamanda davalı şirketin avukatı olduğu ileri sürülmüş olup, bu durum davalı vekili tarafından verilen cevap dilekçesinde doğrulanmıştır.

Davalı vekili, arabulucunun davalı şirketin avukatı olduğunun davacı işçi tarafından bilinmesi gerektiğini ve buna rağmen arabulucu olarak seçildiğini, arabulucunun, taraflardan birinin avukatı olmasının arabuluculuk faaliyetine engel olmadığını savunmuştur.

6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 9/2. maddesine göre, “Arabulucu olarak görevlendirilen kimse, tarafsızlığında şüphe edilmesini gerektirecek önemli hal ve şartların varlığı halinde, bu hususta tarafları bilgilendirmekle yükümlüdür”. Adalet Bakanlığı Arabuluculuk Daire Başkanlığının hazırladığı Arabulucular Etik Kurallarının 4. maddesinde, arabulucu ile taraflar arasında herhangi bir menfaat ilişkisi veya çatışmasının bulunmaması gerektiği açıklanmıştır. Arabulucu kendisi tarafından makul koşullarda bilinebilecek ve tarafsızlığı hakkında şüphe uyandırabilecek doğmuş veya doğabilecek menfaat ilişkisi veya çatışmasının varlığı halinde mümkün olan en kısa süre içinde tarafları bilgilendirmelidir.

Somut uyuşmazlıkta arabulucunun davalı şirketin avukatı olarak görev yaptığı halde arabuluculuk görüşmeleri öncesinde davacı tarafı bu yönde bilgilendirdiği ortaya konulamamıştır. Anlaşma belgesinde bu yönde bir açıklamaya yer verilmemiştir. Arabulucunun aynı zamanda diğer tarafın avukatı olduğu hususunda özellikle davacı tarafın açıkça bilgilendirildiğinin ve buna rağmen arabuluculuk görüşmelerine devam etmek istediğinin ispatı gerekir. Bu yönüyle ilgili mevzuat çerçevesinde arabulucunun tarafsızlığından şüphe duyulmasını gerektiren önemli hal ve şartların varlığı kabul edilmelidir.

Taraflar arasında imzalandığı ileri sürülen anlaşma tutanağında kıdem tazminatının 10.437,33 TL olarak kararlaştırılmasına rağmen, 2017 yılı Arabuluculuk Asgari Ücret Tarifesinin 2. Kısım 1. maddesine göre nispi %6 oranında arabuluculuk ücreti ödenmesi gerektiği halde asgari tarifeye aykırı biçimde arabuluculuk ücreti 200 TL olarak belirlenmiştir.

Davacı vekili dosyaya istinaf incelemesi öncesinde emsal dosyalarda dinlenen tanık beyanlarını sunmuş olup; emsal dava dosyalarında davacı tanıkları beyanlarında; şirket idari binasında personel müdürü ile bazı çalışanlar tarafından anlaşma tutanaklarının kendilerine imzalatıldığını, arabuluculuk görüşmeleri yapılmadığını, toplantıda şirket yönetim kurulu üyesi ile arabulucunun olmadığını ve imzalarının da o aşamada bulunmadığını açıklamışlardır. Emsal dosyada ifadeleri alınan davalı tanıklarından R.B., anlaşma belgesinin şirket insan kaynakları biriminde işçilere imzalatıldığını, imza aşamasında şirket yönetim kurulu üyesi, şirket avukatı ve arabulucunun bulunmadığını, o dönemde arabulucunun doğum yaptığını evrakların sonradan davacı işçi dışındakilere imzalatıldığını açıklamıştır. Davalının diğer tanığı da anlaşma belgesini imzaladığı anda davalı şirketin yönetim kurulu üyesi ile bir avukatın hazır olduğunu, arabulucunun olup olmadığını hatırlamadığını, işyerinde arabuluculuk toplantısı yapıldıysa da kendisinin katılmadığını beyan etmiştir.

Dosya içindeki bilgi ve belgeler ile aynı mahiyette olan ve aynı gün temyiz incelemesine tabi tutulan dört dosya kapsamından, davacının arabulucuya usulüne uygun bir başvurusunun olmadığı, yapıldığı belirtilen görüşmelerin tutanakta geçen adresten farklı yerde gerçekleştiği, üç yüz kadar işçiye aynı şekilde sırayla işyerinde belgelerin imzalatıldığı, anlaşma metninde yer aldığı halde davacı işçinin istifasına dair belgenin bulunmadığı, anlaşma belgesinin içeriğinin işçinin istifa ettiği/kıdem ihbar tazminatına hak kazanmadığı/kıdem tazminatının ödeneceği şeklinde çelişkiler içerdiği, sadece kıdem tazminatı ödenmesi öngörüldüğü halde diğer tazminat ve işçilik alacakları bakımından hakkın gerçekleşmediği veya karşılığının zamanında tam olarak ödendiği şeklinde sözcüklere yer verilerek Türk Borçlar Kanunu’nun 420. maddesinde aykırı şekilde ibra etkisi kazandırılmaya çalışıldığı, kıdem tazminatı dışındaki tazminat ve alacaklarla ilgili olarak delil oluşturma ve dava açma yasağı oluşturma yönünde çaba içine girildiği anlaşılmaktadır.

Bütün bu işlemlerin davalı şirketin kayden avukatının arabuluculuğunda gerçekleştiği, arabulucunun davacı tarafı diğer tarafın avukatı olduğu konusunda bilgilendirdiğinin tespit edilemediği, emsal dosyalarda dinlenen tanık anlatımlarına göre, arabuluculuk görüşmelerinin hiç yapılmadığı, hatta arabulucunun da işçilerin imzaladığı aşamada işyerinde olmadığının beyan edilmesi karşısında; usulüne uygun bir arabuluculuk başvurusunun ve görüşmesinin yapılmadığı gibi mevzuat hükümleri çerçevesinde arabuluculuk anlaşma belgesinin düzenlenmediği sonucuna varılmaktadır.

Tüm bu tespitler karşısında; dava tarihi itibariyle taraflar arasında 6325 sayılı Kanun hükümleri dikkate alındığında, yapılan işlemler geçerli ihtiyari arabuluculuk faaliyeti olarak nitelendirilemez. Kanun hükümlerine göre usulüne uygun bir başvuru olmadığı, arabuluculuk görüşmelerinin hiç yapılmadığı ve mevzuat hükümleri çerçevesinde usulüne uygun, geçerli bir tutanak düzenlenmediği ve dava tarihi itibari ile zorunlu arabuluculuk şartının henüz yürürlüğe girmediği de dikkate alınarak, davaya konu ihbar ve kıdem tazminatı ile yıllık izin ücreti yönünden işin esasına girilerek sonuca gidilmesi gerekirken, hukuken geçerli bir anlaşmanın varlığı kabul edilerek “arabuluculuk faaliyeti sonunda anlaşmaya varılan konularda dava açılamayacağı” yönündeki gerekçeyle davanın usulden reddi hatalı olup, bu yönde ilk derece mahkemesi ile Bölge Adliye Mahkemesi kararlarının BOZULMASINA karar vermek gerekmiştir.

H) SONUÇ:
Bölge Adliye Mahkemesi ile İlk Derece Mahkemesinin kararlarının, yukarıda yazılı nedenden dolayı BOZULMASINA, dava dosyasının İlk Derece Mahkemesi’ne, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesi’ne gönderilmesine, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 11/06/2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

ŞUF’A DAVASINDA HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRENİN BAŞLANGICI

T.C.
YARGITAY
6. HUKUK DAİRESİ
E. 2001/5825
K. 2001/8011
T. 16.10.2001

• ŞUF’A DAVASINDA HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRENİN BAŞLANGICI ( İştirak Halinde Mülkiyet Konusu Taşınmaz Payının Satışında )
• İŞTİRAK HALİNDE MÜLKİYETE TABİ PAYIN PAYDAŞLARINCA AÇILAN ŞUF’A DAVASI ( Hak Düşürücü Sürenin Başlangıcı )
• HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRENİN BAŞLANGICI ( Terekeye Ait Paya Dayanarak Mirasçılarca Satılan Pay İçin Açılan Şuf’a Davasında )
• TEREKEYE AİT PAYA DAYANARAK AÇILAN ŞUF’A DAVASI ( Hak Düşürücü Sürenin Başlangıcı )
743/m.658/son
ÖZET : Şuf a davasında Davacının dayandığı pay iştirak halinde mülkiyete konu ise, bir aylık hak düşürücü süre iştirakçi ortaklardan satışı en geç öğrenenin öğrenme tarihine göre saptanır. Hak düşürücü sürenin geçtiğini iddia eden bunu ispatla mükelleftir.

DAVA : Mahalli mahkemesinderı verilrniş bulunan şuf’a davasına dair kararın temyiz incelemesi duruşmalı olarak davacı tarafından süresi içinde istenilmekte dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü.

KARAR : Dava, şuf’alı payın iptali ile davacılar adına tescili istemine ilişkindir: Mahkemece davanın süreden reddine karar verilmiş, hüküm davacı miras şirketi temsilcisi tarafından temyiz edilmiştir.

Davacının dayandığı pay iştirak halinde mülkiyete konu ise tüm iştirakçilerin birlikte dava açması veya birinin açtığı davaya diğerlerinin muvafakat etmesi gerekir. Çünkü bu gibi hallerde 11.10.1982 gün 3/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın tereke adına açıldığının kabulü icabeder. Muvafakat duruşmaya gelip bu konuda beyanda bulunmakla veya imzası noterce tasdikli muvafakat belgesi ibrazı suretiyle yahut davacı adına davayı takip eden avukata vekâlet vermekle yapılabilir. Bunlardan birinin gerçekleşmesi halinde muvafakat veren ortağın davacı safında yer alarak davayı takip etmesine gerek kalmaz. Muvafakat veren ortak haktan vazgeçtiğini de beyan ederse davanın kabulü halinde şuf’alı pay diğerleri adına davacı dışındakilerin hepsi haktan vazgeçerse şuf’alı pay sadece davacı adına tescil edilir. Bu yolda ortakların tümünün muvafakati sağlanamazsa payı bırakan murisin terekesine MK. 581-630. maddeleri uyarınca görevli mahkemede mümessil tayini için davacıya süre verilir. Mümessil davacı dışında biri olursa davacının sıfatı biter, davayı mümessil takip eder. Mümessille takip edilen davanın kabulü halinde şuf’alı payın tereke adına tescili gerekir. Dava hakkına ilişkin olan bu hususun hakim tarafından kendiliğinden öncelikle nazara alınması icabeder.

Şuf’a hakkının tapuda yapılan satışın öğrenilmesinden itibaren bir ay içinde kullanılması gerekir. İştirakçi ortaklarda da bunlardan satışı en geç öğrenenin öğrenme tarihine göre bir aylık hak düşürücü süre saptanır. Diğer ortakların daha önce öğrenmesi önem taşımaz. Bu hak her türlü irade bildirimiyle kullanılabileceği gibi doğrudan doğruya dava açılarak suretiyle de kullanılabilir. Dava dışı kullanılan irade bildirimi süreyi koruyacağından yasal süresi içinde her zaman dava açılabilir. Şuf’a hakkı tapudaki satış işleminden sonra doğacağından şuf’alı payın daha önce satılacağının öğrenilmesi veya hak sahibine vaki satın alma teklifinin kabul edilmemesi hiçbir hukuki değer taşımaz. Davalı hak düşürücü süre geçirildiği savunmasında bulunmuşsa bunu isbat etmesi gerekir. Bu konuda tanık dahil her türlü delil ikamesi mümkündür. Önce davalı delillerinin, daha sonra varsa davacı delillerinin toplanması gerekir:

Olayımızda; davacıların şuf’alı payın ilişkin olduğu taşınmazda müstakil payları yoktur. Pay miras bırakanları Selma adına kayıtlı olup, Sarıyer Sulh Hukuk Mahkemesinin 20.12.1999 gün 1999/1166-1317 esas karar sayılı kararı ile Selma’nın terekesine Ayşe ( EI Jabsheh ) temsilci olarak atanmıştır. Miras şirketi temsilcisi davayı yürüten avukata vekalet vermiş, yargılamaya bu şekilde devam olunmuştur. Bu nedenle davanın yürütülmesinde bir usulsüzlük bulunmamaktadır. Davalı davanın öğrenmeye nazaran bir aylık hak düşürücü süre geçtikten sonra açıldığını, taşınmazda fiili taksim olduğunu, davacıların şuf’a hakkından zımnen feragat ettiklerini savunmuş, mahkemece davanın süreden reddine karar verilmiş, hüküm gerekçesi davalı tarafından temyiz edilmediğinden uyuşmazlık davanın bir aylık hak düşürücü sürede açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır. Dava konusu pay davalıya 24.4.1996 günü ihtiyari ihale ile satılmış tapuya 19.6.1999 tarihinde tescil edilmiştir. Davalı satıştan Ayşe ile Murat’ın haberdar olduğunu savunmuş ise de diğer mirasçı Emine’nin hangi tarihte satışı öğrendiğine dair bir beyanda bulunmadığı gibi gerek dava dosyasında gerekse içerisinde bulunan Sarıyer İkinci Asliye Hukuk Mahkemesine ait 1998/411 ve 1998/120 esas sayılı dava dosyalarında mirasçı Emine’nin satıştan haberdar olduğuna dair bir bilgiye rastlanılmamıştır. Yukarıda açıklandığı gibi süre iştirakçi ortaklardan satışı en geç öğrenenin öğrendiği tarihe göre hesaplanacağından ve iştirakçi ortak Emine’nin öğrendiği savunma olarak kanıtlanamadığından dava süresindedir. Dava süresinde açıldığına göre şuf’a hakkının tanınmasına karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçeyle istemin reddi hatalı olmuştur.

Hüküm bu nedenle bozulmalıdır.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenle temyiz itirazlarının kabulü ile HUMK.nun 428. maddesi uyarınca hükmün ( BOZULMASINA ) ve istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine 16.10.2001 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

ELBİRLİĞİ MÜLKİYETİNİN PAYLI MÜLKİYETE ÇEVRİLMESİNE DAİR İLAMIN İNFAZININ SAĞLANMASI

T.C
YARGITAY
14. HUKUK DAİRESİ
E. 2018/1272
K. 2018/5005
T. 3.7.2018

4721/m.640,732

11.10.1982 T. 3/2 S. İBK

ÖZET : Dava ve birleştirilen davalar, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.

Dava tarihi itibariyle davacının dayandığı pay elbirliği mülkiyetine konu olduğundan davacının tereke adına dava açtığı gözetilerek davada iştirakin sağlanması gerektiği, diğer elbirliği ortaklarının muvafakatinin alınması gerektiği ile davacının dayandığı elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete çevrilmesine dair Sulh Hukuk Mahkemesi ilamının kesinleşmesine rağmen infaz edilmediği hususlarına önceki bozma ilamında değinilmişse de bozmaya uygun karar verilmediği anlaşılmakla;

Davanın görülebilirlik koşulu itibariyle davacının eldeki davayı kendi adına sürdürebilmesi için tapu kaydında iştirakin çözülmesi, elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete çevrilmesine dair ilamın infazının sağlanması gerektiği; aksi halde davanın tereke adına sürdürülmesi zorunluluğu gözetilerek TMK’nun 640. maddesi uyarınca işlem yapılması gerektiği kuşkusuz olduğundan hükmün bozulması gerekmiştir.

DAVA : Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 26.11.2010 gününde verilen dilekçeyle önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil talebi üzerine bozma ilamına uyularak yapılan duruşma sonunda; dava şartı yokluğundan davanın usulden reddine dair verilen 09.02.2016 tarihli hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı- birleştirilen davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:

KARAR : Dava ve birleştirilen davalar, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.

Davacı- birleştirilen davacı vekili, müvekkilinin elbirliği maliklerinden biri olduğu 427, 617, 444, 431, 430 ve 428 parsel sayılı taşınmazların dava dışı önceki paydaşları tarafından 13/240 payının 31.03.2009 tarihinde davalıya satıldığını, müvekkiline satışla ilgili noter bildirimi yapılmadığını ileri sürerek önalım hakkı sebebiyle tapuda davalı adına kayıtlı payın iptali ile müvekkili adına tescilini istemiştir.

Davalı- birleştirilen davalı vekili, resmi senette gösterilen bedellerin gerçek satış bedelinden daha düşük olduğunu, müvekkilince 03.04.2009 tarihinde Vergi Dairesine verilen dilekçeyle gerçek bedeller üzerinden verginin ödendiğini, davanın satış tarihinden uzun bir süre geçtikten sonra açılması ve taşınmazların değerinin artması sebebiyle yeni belirlenecek değerler üzerinden depo kararı verilmesi gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, dava ve birleştirilen davaların kabulüne dair verilen kararın davalı- birleştirilen davalı vekilince temyizi üzerine; Dairemizin 30.04.2015 tarih, 2015/4244 Esas, 2015/4938 karar sayılı ilamı ile “… davaya konu 427, 428, 430, 431, 444 ve 617 parsel sayılı taşınmazlarda davacı 26.01.2011 tarihinde intikal suretiyle diğer mirasçılar ile birlikte elbirliği ortaklığı şeklinde malik olup diğer iştirakli malikler adına da davacı tarafından yasal önalım hakkı kullanılmak amacıyla bu davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Ancak davacı dışında 26.01.2011 tarihinde intikal suretiyle pay maliki olan diğer iştirakçi maliklerin davada yer almadıkları anlaşılmaktadır.

Diğer taraftan, Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 2011/442 Esas, 2012/100 Karar sayılı “dava konusu taşınmazlardaki elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete çevrilmesine” dair verilen kararının kesinleştiği görülmektedir.

O halde anılan ilamın kesinleşmesiyle artık bu davada terekeye temsilci atanması yoluna gidilemeyeceği de gözetilerek yukarda açıklandığı şekilde işlem yapılarak (elbirliği maliklerinin muvafakatları alınarak) taraf teşkilinin sağlanması, daha sonra işin esasının incelenmesi gerekirken yazılı şekilde asıl ve birleştirilen davaların kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiş” gerekçesiyle bozulmasına karar verilmiştir.

Mahkemece, bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda, dava şartı yokluğundan davanın usulden reddine karar verilmiştir.

Hükmü, davacı- birleştirilen davacı vekili temyiz etmiştir.

Önalım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlarda bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını kısmen veya tamamen üçüncü bir kişiye satması halinde diğer paydaşlara bu satılan payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve satışın yapılmasıyla kullanılabilir hale gelir.

Önalım hakkının kullanılmasında davacının dayandığı pay elbirliği mülkiyetine konu ise tüm ortakların birlikte dava açması veya birinin açtığı davaya diğerlerinin muvafakat etmesi gerekir. Çünkü bu gibi hallerde 11.10.1982 gün 3/2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın tereke adına açıldığının kabulü gerekir. Muvafakat duruşmaya gelip bu konuda beyanda bulunmakla veya imzası noterce onaylı muvafakat belgesi ibraz edilmesi suretiyle yahut davacı adına davayı takip eden avukata vekalet verilmesi ile sağlanabilir. Bu yolda ortakların tümünün muvafakatı sağlanamazsa Türk Medeni Kanununun 640.maddesi hükmü uyarınca miras bırakanın terekesine görevli mahkemede temsilci atanması için davacıya süre verilir. Temsilci davacı dışında biri olursa davacının sıfatı biter, davayı temsilci takip eder. Dava hakkına dair olan bu hususun hakim tarafından kendiliğinden öncelikle nazara alınması gerekir.

Somut olaya gelince, mahkemece bozma ilamına uyulmasına rağmen bozma gereklerinin tamamen yerine getirildiği söylenemez. Davanın açıldığı tarih itibariyle davacının dayandığı pay elbirliği mülkiyetine konu olduğu için davacının tereke adına dava açtığı gözetilerek davada iştirakin sağlanması gerektiği Dairemizin önceki bozma ilamında vurgulanarak bu bağlamda diğer elbirliği ortaklarının muvafakatinin alınması gereğine değinilmiştir. Ayrıca davacının dayandığı elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete çevrilmesine dair Sulh Hukuk Mahkemesinin, 09.02.2012 tarih, 2011/442 Esas, 2012/100 Karar sayılı ilamın kesinleşmesine rağmen infaz edilmediği hususuna da yer verilmiştir.

O halde, davanın görülebilirlik koşulu itibariyle davacının eldeki davayı kendi adına sürdürebilmesi için tapu kaydında iştirakın çözülmesi, başka bir ifadeyle anılan elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete çevrilmesine dair ilamın infazının sağlanması gerektiği açıktır. Aksi halde davanın tereke adına sürdürülmesi zorunluluğu gözetilerek TMK’nun 640. maddesi uyarınca işlem yapılması gerektiği kuşkusuzdur.

Mahkemece, elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete çevrilmesine dair kararın tapu kaydına yansıtılması için davacı tarafa uygun bir süre verilmesi, verilen süre içerisinde kararın tapu kaydına yansıtılıp yansıtılmadığı güncel tapu kayıtlarının getirtilmesi suretiyle denetlendikten başka bir ifadeyle, yukarda değinilen ilkeler gözetilmek suretiyle davanın görülebilirlik koşulu yerine getirildikten sonra işin esasına girilerek oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken noksan inceleme ve araştırmayla yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan sebeplerle davacı-birleştirilen davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istenmesi halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 03.07.2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

YIKIM – ELATMANIN ÖNLENMESİ- DAVA KONUSUNUN DEVRİ

T.C
YARGITAY
8. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2018/3693
KARAR:2019/6170

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
DAVA TÜRÜ : Elatmanın Önlenmesi – Yıkım

Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın usulden reddine karar verilmiş olup hükmün davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.

K A R A R

Davacı vekili; kayden maliki olduğu 1303 ada 756 parsel sayılı taşınmazına, komşu 755 parsel maliki davalının taşınmazının bir kısmına ihata duvarı yapmak suretiyle müdahale ettiğini ileri sürerek eldeki davayı açmış; davalı ise, maliki olduğu 755 parsel sayılı taşınmaz üzerinde inşaat yapabilmek için Belediyeden 09.08.1978 tarihinde imar çapı aldığını, daha sonrada ruhsat alarak inşaata başladığını, inşaatı bitirip 1987 yılında ise yapı kullanma izin belgesi aldığını, anılan taşınmazın imar parseli olduğunu, 30 yıldan fazla zamandır mevcut haliyle taşınmazı kullandığını, işgalinin söz konusu olmadığını belirterek, temliken tescil taleplerinin kabulü ile davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece; (ilk kararda) davanın kabulü ile davalının el atmasının önlenmesine ve muhtesatın yıkımına, muhtesat bedeli 3.704,43 TL’nin karar kesinleştiğinde davalıya ödenmesine karar verilmiş, verilen karar davalı vekilince temyiz edilmiştir. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 27.11.2014 tarihli ve 2014/8484 Esas, 2014/18474 karar sayılı ilamı ile “…. somut olayda davacı adına kayıtlı 755 parsel sayılı taşınmazın yargılama sırasında el değiştirmiş, yeni malikin davaya katılmadığı görülmüştür.Mahkemece yapılacak işin 6100 sayılı HMK’nin 125. (1086 sayılı HUMK’un 186.) maddesinin öngördüğü usuli işlemlerin uygulanmasının gerekeceğinde kuşku yoktur. Öyle ise; davacının yargılama sırasında taşınmazını 3.kişiye devretmesi karşısında HMK’nin 125. maddesi uyarınca yukarıda değinilen usulü eksikliklerin giderilmesi, ondan sonra işin esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir.” gerekçeleriyle bozma kararı verilmiştir

Mahkemesince, bozmaya uyma kararı verilerek yeniden yapılan yargılama neticesinde, davacının davasının aktif husumet ehliyeti bulunmaması nedeniyle HMK’nin 114/1 maddesi gereğince usulden reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davacının kayden maliki olduğu çekişme konusu 756 parsel sayılı taşınmazını 24.03.2010 tarihinde satın alma suretiyle edindiği, eldeki davanın 23.07.2010 tarihinde açıldığı, davacının dava konusu taşınmazını yargılama sırasında 28.07.2010 tarihinde dava dışı …’a devrettiği, … tarafından (13.06.2012 tarihinde) dava dışı …’e devredilen taşınmazın en son 09.10.2014 tarihinde … tarafından da dava dışı … Oğlu …’a aktarıldığı, komşu 755 parsel sayılı taşınmazın da halen davalı adına kayıtlı olduğu anlaşılmaktadır.
Dava konusunun devri 6100 sayılı HMK’nin 125. maddesinde düzenlenmiştir. Söz konusu maddenin 1. bent a ve b fıkralarında davanın açılmasından sonra davalı tarafın dava konusunu üçüncü bir kişiye devretmesi halinde davacının seçimlik hakları gösterilmiştir. Somut uyuşmazlıkta bu husus konumuzun dışındadır. Dava konusunun davacı tarafından devri 125. maddelerin 2. bendinde düzenlenmiş ve madde metninde aynen “davanın açılmasından sonra, dava konusu davacı tarafından devir edilecek olursa, devralmış olan kişi görülmekte olan davada davacı yerine geçer ve dava kaldığı yerden devam eder” denilmiştir.

Dava konusunun davacı tarafından üçüncü bir kişiye devredilmesi halini düzenleyen HMK’nin 125/2. maddesi hükmü, devralan üçüncü kişinin hukuk gereği davacı sıfat ve buna bağlı olarak dava takip yetkisi kazanacağı ve davanın yeni davacı ile süreceği gerekçesiyle devralan kişinin kendiliğinden davacı yerine geçerek davaya kaldığı yerden devam olunacağı esasını getirmiştir. Bu hükme göre dava, davayı devralan üçüncü kişi ile davalı arasında devam edecektir. Bunun için davalının bu konuda karar vermesi veya devralan üçüncü kişinin davacı yerine geçmesi için onayı aranmaz . Dava konusu şey, dava açıldıktan sonra davacı tarafından başka bir kişiye devredilirse, bu durumda devralmış olan kişi davacı yerine geçerek görülmekte olan davaya kaldığı yerden devam eder. Ancak bu halde davalı yeni davacıya karşı, kişisel savunma sebeplerini ileri sürebilir

Somut olayda, dava konusu taşınmaz yargılama aşamasında son olarak dava dışı …’a devredildiğine göre … davacıların yerine geçmiştir. Bu nedenle (çekişmeli taşınmazı devreden) ilk davacılar vekiline son malikin vekaletnamesini sunması için kesin süre verilmesi doğru değildir. Mahkemenin resen son malike ihbar yapması gerekmektedir.

Bu durumda mahkemece, dava açıldıktan sonra dava konusu taşınmaz ( en son) dava dışı …’a devredildiğinden, …’ın HMK’nin 125/2. maddesi gereği dava açan davacıların yerine geçtiği, aktif dava ehliyeti bulunduğu ve son malike ihbar yapılmak suretiyle davaya kaldığı yerden devam edilmesi gerektiğinden, işin esasına girilip taraf delilleri toplandıktan sonra sonucuna uygun bir karar verilmesi gerekirken yanlış değerlendirme ile davanın usulden reddi doğru olmamıştır.

SONUÇ: Açıklanan nedenlerle, davacılar vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan kabulü ile Yerel Mahkeme hükmünün 6100 sayılı HMK’nin Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’un 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’un 440/I maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine, 19/06/2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

ŞİRKETE AİT ÇEKE TEK İMZA ATARAK MAL ALMASI SONRADAN ŞİRKET ÇEKİ ÇİFT İMZALI DEĞİL DİYEREK ÖDEME YASAĞI KOYDURMASI, NİTELİKLİ DOLANDIRICILIK SUÇUNUN OLUŞTUĞU.

T.C.
YARGITAY
15. CEZA DAİRESİ
ESAS NO: 2015/209
KARAR NO:2018/51
KARAR TARİHİ: 8.1.2018

Nitelikli dolandırıcılık suçundan sanığın mahkumiyetine dair hüküm, sanık müdafii tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek Gereği düşünüldü:

KARAR

Sanık hakkında, 5237 Sayılı TCK.nun 158/1-h maddesine aykırılık suçundan kamu davası açıldığı ve ek savunma hakkı verilmeden aynı maddenin (f) fıkrasıyla cezalandırıldığı anlaşılmış ise de, iddianamede sanığın şirkete ait çeki tek başına keşide ederek vermek suretiyle atılı suçu işlemiş olduğundan bahisle cezalandırılmasının talep edilmesi sebebiyle bankanın aracı kılınması suretiyle nitelikli dolandırıcılık suçunun anlatılmış olduğu, sanığın alınan savunması öncesinde de iddianamenin okunarak atılı suçun anlatılmış olması, ek savunma hakkı yönünden bozma nedeni yapılmamıştır.

Suça konu çek bedeli ve sanık hakkında verilen ceza miktarı karşısında, tebliğ namede yer alan orantılılık kuralları gözetilmeden, hak ve nesafet kurallarına aykırı olarak, sanık hakkında asgari sınır üzerinden ceza tayin edildiği gerekçesiyle bozma görüşüne iştirak edilmemiştir.

Katılanın ticari ilişkisi sebebiyle … isimli şahıstan Finansbank Adana Şubesine ait 31/01/2008 keşide tarihli 20,000 TL bedelli … Ticaret A.Ş’ye ait çeki aldığı, katılanın sanık ilede görüşerek çekin doğruluğunu teyit ettikten sonra bankaya ibrazında, bankadan bildirilen cevabi yazıya göre de çek ile ilgili ödemeden men yasağı bulunması sebebiyle ödemenin yapılamadığı, sanığın şirketi tek başına temsil ve imza yetkisi olmadığı halde çeki keşide ettiği ve ödeme yasağı sebebiyle çek bedelinin ödenmediği, katılanın alınan beyanın da sonradan öldüğü anlaşılan … isimli kişi ile canlı hayvan alış verişi sonucunda aldığı şirket çekini sanık ile görüşüp doğruluğunu teyit ettikten sonra tahsil için bankaya götürdüğünde sanığın yetkilisi olduğu şirketin yazılı talebi üzerine çek ile ilgili ödemeden men yasağının bulunduğunu öğrendiğini, bu sebeple zararının olduğunu beyan ettiği, sanığın alınan savunmasında ise, … Mefruşat Ticaret A.Ş’nin yetkilisi ve ortağı olduğunu, şirket çeklerinde kızının ve kendisinin imzasının bulunması gerektiğini ancak tek başına imzaladığını, çekteki keşideci imzasının kendisine ait olduğunu, bankaya ödemeden men talimatını kendisinin verdiğini, bahse konu çeki de malzeme alış verişi için … isimli şahsa verdiğini beyan ettiği, sanığın bu şekilde şirkete ait çeki tek başına keşide ederek ve daha sonra da ödemeden men talimatı vererek haksız menfaat sağladığı, sanık savunması, katılan beyanı ve tüm dosya kapsamından anlaşıldığından, sanığın nitelikli dolandırıcılık suçunu işlediğinin sabit olduğu gerekçesine dayanan mahkemenin mahkumiyet hükmünde bir isabetsizlik görülmemiştir.

SONUÇ : Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, sanık müdafiinin verilen kararın usul ve yasalara aykırı olduğuna ve sanığa alt sınırdan uzaklaşılarak ceza verilmesinin bozma nedeni oluşturduğuna dair yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle mahkumiyet hükmünün ONANMASINA, 08/01/2018 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

AİLE KONUTUNUN EŞ RIZASI ALINMADAN DEVRİ

T.C
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2016/16259
KARAR:2016/16213

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk (Aile) Mahkemesi

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

Davacı aile konutu olarak özgülenen eşi adına kayıtlı taşınmazın diğer davalıya rızası dışında devredildiğini ileri sürerek davalılardan …adına olan tapu kaydının iptali ile davalı eşi adına tescili ve tapu kaydına aile konutu şerhi konulmasını talep etmiştir. Mahkemece davalı …’un kötüniyetli olduğunun kanıtlanamadığı ve dava konu taşınmazda davacının yılın belli aylarında ikamet ettiği bu sebeple aile konutu olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Yapılan yargılama ve toplanan delillerden davacı ile davalı eşin dava konusu taşınmazın alt katında bir yıl süre ile birlikte oturdukları, davalı eşin 1995 yılında ortak konutu terk ederek başka bir kadınla yaşamaya başladığı, davacı kadının bu taşınmazın alt katında kalmaya devam ettiği, üst katında ise kiracının bulunduğu, ancak taşınmazın ısınma problemlerinin olması nedeniyle davacının kış aylarında çocuklarının yanında ….’da bulunduğu, yaz aylarında ise dava konusu taşınmaza gelerek kaldığı, dava konusu taşınmazın bulunduğu Ağın ilçesinde başka bir taşınmazın bulunmadığı anlaşılmaktadır. Davacının kış aylarında çocuklarının yanına gidip onlarla kalıyor olması aile konutu vasfını ortadan kaldırmayacağı gibi ,eşyaların halen dava konusu konutta bulunması ve taraflar arasında evlilik birliğinin devam etmesi karşısında taşınmazın aile konutu olduğunun kabulü gerekir. Aile konutunun, hak sahibi eş tarafından devri ve konut üzerindeki hakların sınırlandırılması, diğer eşin açık rızasına bağlıdır. (TMK m. 194). Türk Medeni Kanunu madde 194 hükmü ile eşlerin fiil ehliyetine getirilen sınırlama aile konutuna şerhin konulması ya da konulmaması koşuluna bağlanmadığı gibi işlem tarafı olan üçüncü kişinin iyiniyetli olup olmamasının da herhangi bir önemi bulunmamaktadır

… Davacı eşin taşınmazın devrine açık rızası bulunmamaktadır. O halde eşin açık rızası alınmadan yapılan işlemin geçerli olduğunu kabul etmek imkansızdır. Eş söyleyişle eşin “açık rızası alınmadan” yapılan işlemin “geçersiz olduğunu” kabul etmek zorunludur. Gerçekleşen bu durum karşısında dava konusu taşınmazın alt katının aile konutu olduğu tanık beyanları ve mahkemece yapılan keşifle anlaşıldığına göre bu bölümün tapusunun iptali ile davalı eş adına tescilini ve bu bölüm üzerine aile konutu şerhi konulmasına karar verilecek yerde yazı şekilde hüküm tesisi bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma sebebine göre diğer temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 20.12.2016 (Salı)

SOYBAĞININ DÜZELTİLMESİ-GÖREV UYUŞMAZLIĞI- ÖZEL MAHKEME – AİLE MAHKEMESİ

T.C.
YARGITAY
20. HUKUK DAİRESİ
ESAS NO : 2016/9004
KARAR NO : 2016/8799

Y A R G I T A Y İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : Şanlıurfa 1. Aile Mahkemesi
TARİHİ : 07/04/2016
NUMARASI : 2015/789-2016/330
DAVACI : Emine H.
VEKİLİ: Av. Selim Hartavi
DAVALILAR : Suruç İlçe Nüfus Müdürlüğü – Mehmet T. – Emine T. – Cemile Y. ve Ark.

Taraflar arasında görülen davada Şanlıurfa 1. Aile ve Şanlıurfa 4. Asliye Hukuk Mahkemelerince ayrı ayrı görevsizlik kararı verilmesi nedeni ile yargı yerinin belirlenmesi için gönderilen dosya içindeki tüm belgeler incelendi, gereği düşünüldü:

K A R A R

Dava, soybağının düzeltimi istemine ilişkindir.

Şanlıurfa 4. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın soybağının kurulması istemine ilişkin olduğu, bu nedenle davaya bakma görevinin aile mahkemesine ait bulunduğu gerekçesiyle görevsizlik kararı verilmiştir.

Şanlıurfa 1. Aile Mahkemesince, davanın nüfus kaydında düzeltim davası olduğu gerekçesiyle görevsizlik yönünde hüküm kurulmuştur.

4787 sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanununun 4. maddesi uyarınca, 4721 sayılı Türk Medenî Kanununun “Vesayet” başlıklı üçüncü kısımı hariç olmak üzere “Aile Hukuku” başlıklı İkinci Kitabından (m. 118 ilâ 395 arası) kaynaklanan davalara bakmak görevi aile mahkemelerine aittir. Bu nedenle, TMK’nın “Hısımlık” başlıklı 282 ilâ 363. maddeleri arasında yer alan soybağına ilişkin davalar, aile mahkemeleri tarafından çözümlenmelidir.

Diğer taraftan, 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanununun 36/1-a maddesi gereğince, nüfus kayıtlarının düzeltilmesi istemlerine ilişkin davalara bakmak görevi ise asliye hukuk mahkemelerine ait bulunmaktadır.

Davanın kabulü halinde, her iki dava türünde de nüfus kayıtlarında değişiklik yapılmasının gerekmesi nedeniyle, benzer sonuçlara sahip bu davalar arasında görevli mahkemenin belirlenebilmesi için davanın vasfının doğru olarak tayin edilmesi önem kazanmaktadır.

4721 sayılı TMK’nın 282. maddesi uyarınca, anne ile çocuk arasındaki soybağı doğum ile; baba ile çocuk arasındaki soybağı ise “Anne ile evlenme”, “Tanıma” ve “Hakimin hükmü” ile kurulmaktadır.
Diğer taraftan, evlat edinme de soybağı oluşturan hallerdendir.

TMK’nın 285. maddesinde yer alan “Babalık karinesi” uyarınca, evlilik devam ederken veya evliliğin sona ermesinden başlayarak üçyüz gün içinde doğan çocuğun babası kocadır.

Çocuk ile anne arasındaki soybağı doğum ile kendiliğinden kurulacağından, anne yönünden soybağı tesisi amacıyla değil, sadece, çocuğu doğuran kadının kim olduğunun tespiti amacıyla dava açılabilir.

Nüfusta kayıtlı anne ve baba adının gerçeği yansıtmadığı ve bu nedenle gerçek anne ve baba adının yazılması istemiyle açılacak ve nüfusa kayıtlı bulunan hanenin de değiştirilmesi sonucunu doğuracak davalarda, esasen iki iddia bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi, çocuğun kayden anne olan kadından değil, başka bir anneden doğduğu; ikincisi ise, kayden baba olarak gözüken kişinin genetik baba olmadığı iddiasıdır. Bu davada, kayden anne gözüken kişinin çocuğu doğurmadığı, genetik annenin başka bir kadın olduğunun tespit edilmesi halinde, yukarıda sözü edilen babalık karinesi aksi yönde işleyecek ve “Genetik annenin kocası olmayan” kayden babanın, babalık sıfatı kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Mahkemece belirlenen genetik annenin, çocuğun doğduğu tarihte evli bulunduğunun anlaşılması halinde, TMK’nın 285. maddesinde yazılı babalık karinesi nedeniyle genetik annenin kocası olan erkek, kendiliğinden baba sıfatını kazanacaktır. Bu durumda soybağı ihtilafı ortaya çıkmadığından, açıklanan muhtevadaki davalar, sadece nüfus kayıtlarında düzeltim davasından ibaret kalacaklar ve görevli mahkeme, 5490 sayılı Kanunun 36/1-a maddesi uyarınca asliye hukuk mahkemeleri olacaktır. Ancak, çocuğun doğduğu tarihte, genetik annenin evli bulunmaması halinde, anne yönünden dava, kayıt düzeltim davası olarak kalmakla birlikte, genetik anne ile evli olmayan genetik baba yönünden babalık karinesi gerçekleşmeyeceğinden, genetik babanın nüfus kaydına işlenmesi talebi “Soybağı davası” niteliğini kazanacaktır. Bu takdirde uyuşmazlığın, 4787 sayılı Kanunun 4. maddesi uyarınca aile mahkemesi tarafından incelenip çözüme kavuşturulması gerekecektir. (Yargıtay HGK 2013/354-1554, 18. HD 2015/1360-3281, 2015/1591-4537)

Aynı davada, talebin bir bölümü hakkında genel mahkemenin, bir bölümü hakkında ise özel mahkemenin görevli bulunması halinde, taleplerden birisi hakkında verilecek karar diğerini doğrudan ilgilendirecek nitelikte ise ve sözkonusu özel mahkeme ile genel mahkeme arasında “Yargılama usulüne” ilişkin esaslı farklılıklar bulunmuyorsa, bütün talepler hakkında özel yetkili mahkemenin yargılama yaparak uyuşmazlığı çözmesi, hukukun öngörülebilir olmasının, usul ekonomisinin ve davaların makul süre içinde bitirilmesi yükümlülüğünün gereğidir. Aile mahkemeleri, asliye mahkemeleri ile aynı düzeyde mahkemeler olup aralarında yargılama usulü yönünden esaslı farklılıklar bulunmamaktadır. O halde, yukarıda açıklanan şekilde dava, bir kısım talepler yönünden nüfus kayıtlarında düzeltme yapılması ve bir kısım talepler yönünden de soybağının düzeltilmesi istemi niteliğinde ise nihai talebi bir bütün oluşturan ve biri hakkında verilecek karar diğerini doğrudan ilgilendiren bu uyuşmazlığın, bütün olarak özel yetkili aile mahkemesinde çözümlenmesi gerekir.

Somut olaya gelince; dosya içinde mevcut nüfus kayıtlarından, anne-baba adının değiştirilmesi talep edilen Emine H’nın doğum tarihi olan 01/01/1970 tarihinde, iddia edilen genetik anne Cemile Y. nin, babası olduğu iddia edilen Mehmet T. ile evli olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda dava, anne adının silinip genetik anne adının yazılması ve kayden baba olan kişinin isminin silinmesi talepleri yönünden nüfus kayıt düzeltim davası olmakla birlikte, nüfus kaydına genetik baba isminin yazılması yönünden soybağı davası niteliğindedir. Yukarıda açıklanan nedenlerle, tüm talepler yönünden uyuşmazlığın, özel mahkeme olan aile mahkemesi tarafından çözümlenmesi gerekmektedir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle; 6100 sayılı HMK’nın 21 ve 22. maddeleri gereğince; Şanlıurfa 1. Aile Mahkemesinin YARGI YERİ OLARAK BELİRLENMESİNE 11/10/2016 gününde oy birliği ile karar verildi.

Başkan
R. SARITAŞ
Üye
N. KOYUNCU
Üye
U. YÜKSEL
Üye
M. ERDOĞAN
Üye
Ü. GÖRMEZ

Okundu: S/Y

Exit mobile version