PAYLI MÜLKİYETTE FİİLİ ZİLYETLİĞİN ESAS ALINACAĞI ZİLYETLİĞİN HEM PAYDAŞLARA HEMDE MİRASÇILARA KARŞI KORUNMASI GEREKTİĞİ

T.C
GAZİANTEP
BÖLGE İDARE MAHKEMESİ
İKİNCİ İDARİ DAVA DAİRESİ
ESAS NO : 2020/811
KARAR NO : 2020/1285

İSTİNAF İSTEMİNDE BULUNAN (DAVALI): HALFETİ KAYMAKAMLIĞI Halfeti/ŞANLIURFA
KARŞI TARAF (DAVACI) : AHMET HARTAVİ
VEKİLİ : AV. SELİM HARTAVİ(E-Tebligat)

İSTEMİN ÖZETİ : Davacı tarafından, Şanlıurfa İli, Halfeti İlçesi, Macunlu Mahallesi, Ağaçlı Mevkiinde bulunan 468 parsel sayılı taşınmaza tecavüz edildiğinden bahisle 3091 sayılı Kanun uyarınca tesis edilen “Tecavüzün Menine” ilişkin 20.11.2017 tarih ve 35 sayılı Halfeti Kaymakamlığı kararının iptali istemiyle açılan davada; “dava konusu edilen Şanlıurfa İli, Halfeti İlçesi, Macunlu Mahallesi, Ağaçlı Mevkiinde bulunan 468 parsel sayılı taşınmazın, Halfeti Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan ve derdest olan tapu iptali ve tescil davası nedeniyle ihtilaflı olduğu, mahkemece taşınmaz hakkında ihtiyati tedbir kararı verildiği görülmüş olup yukarıda belirtilen mevzuat hükümleri uyarınca 3091 sayılı yasa hükümlerinin uygulanamayacağının emredici olarak kural altına alınması nedeniyle dava konusu işlemin tesis edildiği tarih itibariyle Halfeti Asliye Hukuk Mahkemesi’nde görülmekte olan tapu iptali ve tescili davasının halen derdest olması ve ihtiyati tedbir kararının bulunması nedeniyle, emredici olarak düzenlenen 3091 sayılı yasanın 14.maddesine aykırı olarak tesis edildiği anlaşılan dava konusu işlemin hukuka aykırı olduğu” gerekçesi ile Şanlıurfa 2. İdare Mahkemesince verilen 19/02/2019 gün ve E:2018/6, K:2019/181 sayılı “dava konusu işlemin iptaline” ilişkin kararın, davalı idare tarafından; hukuka aykırı olduğu, Halfeti Asliye Hukuk Mahkemesi’nde görülmekte olan davanın sonuçlandığı ve tapunun Emin Bağlı adına tescil edildiği ileri sürülerek istinaf yoluyla incelenerek kaldırılması istenilmektedir.

SAVUNMANIN ÖZETİ :Davacının taşınmaza 35 yıldır fiili zilyet olduğu, bu nedenle zilyetliğinin hem paydaşlara hem de mirasçılara karşı korunması gerektiği bu nedenle men kararının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek istinaf isteminin reddi ile kararın onanması gerektiği savunulmaktadır.

TÜRK MİLLETİ ADINA

Karar veren Gaziantep Bölge İdare Mahkemesi İkinci İdari Dava Dairesi’nce, dosyadaki bilgi ve belgeler incelenerek işin gereği görüşüldü:

Şanlıurfa 2. İdare Mahkemesince verilen 19/02/2019 gün ve E:2018/6, K:2019/181 sayılı karar usul ve hukuka uygun olup kaldırılmasını gerektiren bir neden bulunmadığından, istinaf isteminin reddine, aşağıda dökümü yapılan 64,00-TL yargılama giderinin istinaf isteminde bulunan taraf üzerinde bırakılmasına, posta gideri avansından artanın 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 333. maddesi uyarınca mahkemesince ilgili tarafa re’sen iadesine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 45/6 maddesi gereğince temyiz yolu kapalı olmak üzere kesin olarak, 10/11/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Başkan
İSMAİL SOLMAZGÜL
102692

Üye
SITKI YILDIRIM
165701

Üye
ABDULLAH DENİZER
165668

YARGILAMA GİDERLERİ :
Posta Gideri :64,00 TL
TOPLAM :64,00 TL
S.Y/O.E 18/11/2020

AYIP NEDENİYLE TAŞINMAZ SATIŞ SÖZLEŞMESİNİN FESHİ, MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2017/13-664
KARAR NO : 2017/573

Y A R G I T A Y İ L A M I

Taraflar arasındaki “ayıp nedeniyle taşınmaz satış sözleşmesinin feshi, maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul Anadolu 11. Asliye Hukuk Mahkemesince (kapatılan Üsküdar 2. Asliye Hukuk Mahkemesince) davanın reddine dair verilen 20.09.2012 gün ve 2011/110 E., 2012/365 K. sayılı karar davacı vekillerinin temyizi üzerine, Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 06.11.2013 gün ve 2013/15624 E., 2013/27427 K. sayılı kararı ile ile;

“… Davacı, davalının 39 nolu parseldeki dairesini 102.000,00 TL bedelle 30.06.2010’da kendisine sattığını, davalının zemin kattaki bu dairede yıllardan beri oturduğunu, herhangi bir rutubet ve su basmasının söz konusu olmadığını taahhüt etmesine rağmen duvarların yağmur suları yüzünden kabarmaya başladığını, mahkeme aracılığıyla yaptırdığı tespitte dairedeki ayıbın gizli ayıp olduğu, hasar ve zarar toplamının 25.000,00 TL olduğunun ortaya çıktığını, tespit sonucu alınan bilirkişi raporunun davalıya tebliğ edildiğini, ancak davalının rapora itirazda bulunmadığını ileri sürerek, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 30.60.2010 tarihli gayrimenkul satış sözleşmesinin feshine, satış bedeli olan 102.000,00 TL’nın ödeme tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile iadesine, tespit raporunda belirlenen miktardan az olmamak üzere belli bir miktarın satış bedelinden tenziline, taşınmazın alım satımı nedeni ile ödediği emlak komisyonu, tapu giderleri, konut kredisi faizi, avukatlık ücreti, tedavi giderleri olmak üzere 5.000,00 TL maddi, uğradığı manevi zarara karşılık olmak üzere 5.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, dava konusu dairenin yarı bodrum kat olup, ana taşınmazın 35 yıl önce, yapıldığı yılın imar ve inşaat tekniğine göre inşa edildiğini, davacının daireyi emlakçı nezaretinde 3 kez gezdiğini, alıcıdan gizlenen hiçbir hususun bulunmadığını savunarak davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, bilirkişi raporu esas alınmak suretiyle, binanın temel bohçalama yalıtımı ile drenaj kanalının yapılmamasından, gizli veya açık ayıptan davalının sorumlu olmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Davanın dayanağı, Borçlar Kanunu’nun 217. maddesi delaletiyle BK’nun 202. maddesidir. Buna göre, “Satıcının tekeffülü altındaki satılanın ayıbı anlaşıldığı zaman alıcı muhayyerdir; dilerse satılanı redde hazır olduğunu beyanla satımın feshedilmesini, dilerse, satılanı alıkoyup kıymetinin noksanı mukabilinde semenin tenzil olunmasını dava eder. Hakim, alıcının satılanı ret davası üzerine hal icabı satımın feshini muhik göstermiyorsa semenin tenzili ile iktifa edebilir. Kıymetinin noksanı satılanın semenine müsavi ise alıcı ancak satımın feshini talep edebilir.” denilmektedir. Açıklandığı üzere, ayıba karşı tekeffül hükümleri uyarınca alıcı, ayıbın anlaşıldığı zaman dilerse fesih hakkını kullanır, dilerse bedel indirimi isteyebilir.

Davaya konu dairenin gizli ayıplı olduğu gerek tespit raporu gerekse mahkemece yapılan keşif sonucu alınan bilirkişi raporuyla sabit olduğuna göre mahkemece, davacının öncelikli talebi olan fesih isteminin değerlendirilerek hasıl olacak sonuca uygun karar verilmesi gerekirken, aksine düşüncelerle yazılı şekilde davanın reddine karar verilmiş olması, usul ve yasaya aykırı olduğu…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN : Davacı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava ayıp nedeniyle taşınmaz satım sözleşmesinden dönme, olmadığı takdirde bedelden indirim yapılması ile maddi ve manevi tazminat isteklerine ilişkindir.

Davacı vekili davalının Üsküdar’da bizzat kullandığı zemin kat daireyi 30.06.2010 tarihinde 102.000,00-TL bedel karşılığında müvekkili davacıya sattığını, meskenin 05.08.2010 tarihinde teslim edildiğini, müvekkilinin sözleşme öncesi görüşmeler sırasında davalıya dairede rutubet olup olmadığını sorduğunu, davalının uzun yıllar dairede bizzat oturduğunu, herhangi bir rutubet veya su basma olayının söz konusu olmadığını beyan ve taahhüt ettiğini, ancak ilk yağmurda daire duvarlarının yağmur sularından nem aldığını ve boyalarının kabardığını, müvekkilinin durumu davalıya bildirildiğini ancak davalının yapacak bir şey olmadığını söylediğini, bu durumun Üsküdar 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2010/1.1 D.İş dosyası ile tespit edildiğini, bilirkişinin hasar ve zararın gizli ayıptan kaynaklandığını; onarım bedelinin 25.000,00-TL, giderilme süresinin 2,5 ay olarak belirlendiğini beyanla 30.06.2010 tarihli satış sözleşmesinin feshi ile satış bedelinin ödeme tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte müvekkiline iadesine veya tespit dosyasında bilirkişinin belirlediği miktardan az olmamak üzere hakkaniyet ölçüleri dahilinde belirli miktarın satış bedelinden tenziline, maddi ve manevi tazminatın tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili müvekkilinin taşınmazda teyzesi, eşi ve iki çocuğu ile birlikte 2,5 yıl oturduğunu, bağımsız bölümün 35 yıl önceki inşaat şart ve tekniğine göre inşa edilmiş binanın yarı bodrum kat dairesi olduğunu, dairenin emlak komisyoncusu aracılığıyla satış arz edildiğini, alıcı davacının daireyi üç kez gezdiğini ve kendisinden hiçbir hususun gizlenmediğini, davacının satıştan bir gün önce daireyi boyatarak taşındığını, taşınmazın bodrum kat oluşu, dış duvarlarının toprakla temas etmesi, koruyucu drenaj ve duvar mantolamasının bulunmamasının gizli veya açık ayıp hükmünde değerlendirilemeyeceğini, alıcının bu konumdaki taşınmazı bilerek ve görerek aldığını, davacının yaşadığı sorunun tamamı ile kat mülkiyeti çerçevesinde çözüme kavuşturulacak bir sorun olduğunu, dairenin iç mekânı ile ilgili bir sorun olmadığını, ortak alan sayılan dış duvarların su yalıtımının apartman yönetimi veya kat malikleri kurulunun kararı ile yapılabileceğini, sorumluluğun arsa payına göre olduğunu beyan ederek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece dava konusu dairenin çok eski bir binanın bodrum katı olduğu, böyle bir taşınmazın satın alınmasında alıcının binanın nem alabileceğini, sel basabileceğini ülkemiz şartlarında düşünüp öngörmesi gerektiği, davalının davacıyı satın almadan önce yanıltıp kandırdığına ilişkin yeterli kanıtlar sunulmadığı, tanıkların davacının çok yakınları olması nedeniyle beyanlarının yeterli kanıt oluşturmadığı, aksine beyanda bulunan davalı tanıklarının beyanları ile binanın konumu ve satış bedeli nazara alındığında satış işleminde iptali gerektirir bir sebep bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, karar davacı vekilinin temyizi üzerine, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde yer alan gerekçe ile bozulmuştur.

Mahkemece önceki gerekçe genişletilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararı, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık satışa konu bağımsız bölümün gizli ayıplı olup olmadığı, ayıba karşı tekeffül hükümleri uyarınca davalının zarardan sorumluluğunun bulunup bulunmadığı, burada varılacak sonuca göre davacının sözleşmeden dönme isteminin değerlendirilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığa olay tarihinde yürürlükte olan (mülga) 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK) hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.

Satım sözleşmesi Borçlar Kanununun 182. maddesinde “satım bir akittir ki onunla satıcı satılanın iltizam ettiği semen mukabilinde alıcıya teslim ve mülkiyeti ona nakleylemek borcunu tahammül eder” şeklinde tanımlanmıştır. Satım sözleşmesi synallagmatik, başka deyişle tam iki tarafa karşılıklı borçlar yükleyen bir sözleşmedir. Tam iki yanlı sözleşmelerde, her iki yan birbirine karşı bir aslı edim ile çeşitli yan ve tali edimler yüklenirler. Eş deyişle bu sözleşmeler nitelikleri gereği yanlardan her birini zorunlu olarak alacaklı ve borçlu kılar. Yanlardan her biri karşı edimi elde etmek için borç altına girer. Satıcının malın teslimi ve mülkiyetinin alıcıya geçirilmesi yükümlülüğü yanında satılanın ayıplardan ari olmasını sağlama yükümlülüğü de bulunmaktadır.

Bu noktada uyuşmazlığın temelinde oluşturan “ayıp ve ayıba karışı tekeffül” kavramları üzerinde durmakta yarar vardır:

Ayıba ilişkin hukuki düzenleme, dava konusu uyuşmazlık bakımından uygulanması gereken 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 194. maddesinde yer almaktadır. Düzenlemede “ Satıcı alıcıya karşı satılanın zikir ve vaadettiği vasıflarını mütekeffil olduğu gibi maddi veya hukuki bir sebeple kıymetini veya maksut olan menfaatini izale veya ehemmiyetli bir surette tenkis eden ayıplardan salim bulunmasını da mütekeffildir. Satıcı, bu ayıpların varlığını bilmese bile onlardan mesuldür.” denilmektedir.

Öğretide ayıp satılanda, hasarın geçtiği anda, vaad edilen nitelikleri bir diğer ifadeyle bulunması gereken bir özelliğin bulunmaması ya da bulunmaması gereken bir kusurun ya da eksikliğin bulunması ya da dürüstlük kuralı gereğince ondan beklenen lüzumlu vasıfları taşımaması hali olarak tanımlanmakta ve maddi, hukuki ya da ekonomik ayıp şeklinde sınıflandırılmaktadır. Maddi ayıp bir malda madden hata bulunmasıdır. (örneğin malın yırtık, kırık, bozuk, lekeli olması gibi).

Hukuki ayıp malın kullanımının hukuken sınırlandırılmış olmasıdır (malın üzerinde rehin, haciz, intifa hakkı gibi kısıtlamalar bulunması gibi). Ekonomik ayıp ise; malın iktisadi vasıflarında eksiklik olmasıdır.

Ayıba ilişkin diğer sınıflandırma, ayıbın açık ve gizli olup olmamasına göre yapılmaktadır. Açık ayıp hemen ilk başta ya da yüzeysel bir muayene ile tespit edilebilen ayıptır. Durumun gerekli kıldığı, muayene ile anlaşılamayan ayıpla, gizli ayıptır.

Alıcı gizli ayıpları araştırmakla yükümlü değil ise ayıp meydana çıkar çıkmaz hemen ihbar etmelidir (DOMANİÇ, H.:Türk Ticaret Kanunu Şerhi, C.I, İstanbul 1988, s.155;YAVUZ, N.: Ayıplı İfa, 2.b., Ankara 2010, s. 107;KARAKAŞ, C.F.: Ticari Satımda Ayıp İhbarının Süresi ve Şekli, XXII. Ticaret Hukuku ve Yargıtay Kararları Sempozyumu, Ankara 2006, s.172).

Eğer alıcı iğfal edilmiş yani maldaki ayıp ondan bilerek saklanmış ise Kanunu öngördüğü çözüm satıcı bakımından ağırlaştırılmış bir sorumluluğu gerektirmektedir. Nitekim 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 200. maddesine (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 225. maddesine ) göre, alıcıyı iğfal etmiş olan satıcı, ayıbın kendisine vaktinde ihbar edilmemiş olduğunu ileri sürerek sorumluluktan kurtulamaz.

Ayıba ilişkin bu genel açıklamalardan sonra hemen belirtmek gerekir ki satıcının ayıptan sorumluluğuna da “ayıba karşı tekeffül” denmektedir. Ayıba karşı tekeffül şartlarının gerçekleşmesi durumunda alıcıya Borçlar Kanunu’nun 202 ve 203. maddelerinde seçimlik haklar tanınmıştır. Buna göre alıcı sözleşmeden dönebileceği gibi semenin indirilmesini ya da malın ayıpsız bir misli ile değiştirilmesini de isteyebilir. Tüketicinin korunmasına ilişkin düzenlemeler de alıcının malın onarılmasını isteme hakkına sahip olduğu da benimsenmiştir (6502 s. Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun m.11/c).

Ayıba karşı tekeffüle ilişkin kuralların uygulanabilmesi için satıcının kusurlu olması şart değildir. Gerçekten de Borçlar Kanunu’nun 194 üncü maddesinin ikinci fıkrası hükmüne göre satıcı, ayıpların varlığını bilmese bile onlardan sorumludur.

Alıcı ihbar külfetini yerine getirmişse artık alıcının ayıpları bildiği ya da bilmesi gerektiği konusunda ispat yükü satıcıya aittir.

Zira bu suretle satıcı yasal olarak kendisine düşen bir sorumluluğu reddetmektedir.

Somut olaya gelince; davacı, yanlar arasında yapılan taşınmaz satış sözleşmesi konusu bağımsız bölümde sonradan ortaya “gizli ayıplar” çıktığını ileri sürerek öncelikle satış sözleşmesinden döndüğünü bildirmiştir. Dava konusu bağımsız bölümün gizli ayıplı olduğu delil tespiti dosyasına sunulan bilirkişi raporu ve mahkemece yapılan keşif sonrası düzenlenen bilirkişi raporuyla sabittir. Davacı da gizli ayıp nedeniyle Borçlar Kanunu’nun 202 inci maddesinden kaynaklanan seçim hakkını sözleşmeden dönme yolunda kullanmıştır. Hal böyle olunca mahkemece, davacının öncelikli talebi olan dönme isteminin değerlendirilerek hasıl olacak sonuca uygun karar verilmesi gerekirken gizli ayıptan davalının sorumlu tutulamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi doğru değildir.

O halde belirtilen bu maddi ve yasal olgular gözetildiğinde Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcın yatırana geri verilmesine, karar düzeltme yolu açık olmak üzere 29.03.2017 gününde oybirliği ile karar verildi.

USULSÜZ TEBLİĞ İDDİASI BULUNMADAN MAHKEMENİN RESEN USULSÜZ TEBLİĞ DEĞERLENDİRMESİ-İTİRAZIN KALDIRILMASI- İNKAR TAZMİNATI-

T.C.
GAZİANTEP
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
12. HUKUK DAİRESİ

DOSYA NO : 2019/2640
KARAR NO : 2020/1876

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
İ S T İ N A F K A R A R I

BAŞKAN : KEMAL KURT (38110)
ÜYE : FAHRİYE ÇİFTCİ HAZNEDAROĞLU (104886)
ÜYE : TAHSİN ÇORAKÇI (151503)
KATİP : TEVHİDE GÜL YENCİLEK (243621)
İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : ŞANLIURFA 2. İCRA HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 21/05/2019
NUMARASI : 2019/326 Esas 2019/143 Karar
DAVACI : MUSTAFA S.
VEKİLİ : Av. SELİM HARTAVİ
[16958-59361-38738] UETS
DAVALI : MEHMET ALİ K.
DAVANIN KONUSU : İcra Takibine İtirazın Kaldırılması
KARAR TARİHİ :19/11/2020
GEREKÇELİ KARAR
YAZIM TARİHİ :19/11/2020

Yukarıda tarih ve numarası yazılı ilk derece mahkemesi kararının Dairemizce istinaf yoluyla tetkikinin istenmesi üzerine, bu işle ilgili dosya mahallinden Dairemize gönderilmiş olup, dosya içerisindeki tüm bilgi ve belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü;

Davacı vekili dava dilekçesinde; davalı aleyhine Şanlıurfa 2. İcra Müdürlüğünün 2019/1277 esas sayılı dosyası ile takip başlattıklarını, borçlu tarafından yetkiye ve borca itiraz edildiğini, takip konusu çekin kambiyo vasfına haiz olup süresi içerisinde bankaya ibraz edilerek karşılıksız kaşesi taşıdığından İİK’nın 68 inci maddesinde belirtilen belgelerden olduğunu, borçlunun İİK’nın 68/1 inci maddedeki belgelerden biri ile borcunun olmadığını ispat edememesi nedeniyle davalının itirazının kaldırılması ve takibin devamı ile davalı borçlunun asıl alacağın %20’sinden aşağı olmamak üzere inkâr tazminatına mahkûm edilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı borçluya dava dilekçesi ekli duruşma gün ve saatini bildirir açıklamalı davetiye usûlüne uygun olarak tebliğ edilmesine rağmen davaya cevap vermediği gibi, duruşmalara da katılmamıştır.

Mahkemece yapılan yargılama neticesinde, borçlu Mehmet Ali K.ya ödeme emrinin 25/02/2019 tarihinde tebliğ edildiği fakat ödeme emri ekinde örnek 7 nolu ödeme emri ile birlikte takibe konu çek suretinin de tebliğ edilmiş olduğuna dair bir ibarenin bulunmadığı böylelikle yapılan tebligatın usûlsüz olduğu ve icra dosyasına Mehmet Ali Kaya tarafında yapılan 27/02/2019 tarihli itirazın ve bu itiraza karşılık icra müdürlüğünce verilen 01/03/2019 tarihli durdurma kararının yerinde olduğu gerekçesiyle şikâyetin reddine karar verildiği görülmüştür.

Davacı vekili istinaf dilekçesinde, ilk derece mahkemesi kararının ve gerekçesinin dava dilekçesinde yer alan taleplerle hiç bir ilgisi bulunmadığını, borçlu Mehmet Ali K. tarafından süresi içerisinde Şanlıurfa 2. İcra Müdürlüğünün 2019/1277 esas sayılı dosyasında gönderilen usûlsüz tebliğ yönünde herhangi bir itirazı bulunmadığı hâlde mahkemece re’sen usûlsüz tebliğ iddiasına dayanarak şikâyetin reddine karar verilmesinin usûl ve yasaya aykırı olduğunu, yetki itirazına ilişkin itirazların değerlendirilmediğini, borçlunun borca itiraz dilekçesinde yetkili icra müdürlüğünü açıkça bildirmediğinden yetki itirazının geçeriz olduğunu, mahkemenin borçlunun İİK’nın 68/1 inci maddedeki belgelerden biri ile borcunun olmadığını ispat edememesi nedeniyle davalının itirazının kaldırılması ve takibin devamı ile davalı borçlunun asıl alacağın %20’sinden aşağı olmamak üzere inkâr tazminatına mahkûm edilmesine karar verilmesi gerekirken şikâyetin reddine karar verilmesinin usûl ve yasaya aykırı olduğunu belirterek ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasını talep ve dava etmiştir.

İİK’nun 68/1. maddesi gereğince, talebine itiraz edilen alacaklının takibi, imzası ikrar veya noterlikçe tasdik edilen borç ikrarını içeren bir senede yahut resmi dairelerin veya yetkili makamların yetkileri dahilinde ve usûlüne göre verdikleri bir makbuz veya belgeye müstenit ise, alacaklı icra mahkemesinden itirazın kaldırılmasını isteyebilir.
Tüm dosya kapsamı ve takip dosyası içeriğine göre, takip dayanağı bononun İİK’nın 68 inci maddedeki belgelerden olduğu, ödeme iddiasını ispatın borçluya düştüğü, davalının yargılama sırasında borcun ödendiği ve/veya olmadığını İİK’nın 68 inci maddesinde belirtilen delillerle ispatlayamadığından ve itiraz dilekçesinde yetkili icra müdürlüğü belirtilmediğinden itirazın kaldırılması ve davalının asıl alacağın %20’si oranında tazminata mahkûm edilmesi gerekirken davalı borçlunun usûlsüz tebliğ yönünde herhangi bir itirazı bulunmadığı hâlde mahkemece re’sen usûlsüz tebliğ iddiasına dayanarak şikâyetin reddi yönündeki kararı usûl ve yasaya uygun bulunmamıştır.
Yukarıda belirtilen nedenlerle, ilk derece mahkemesinin şikâyetin reddi yönündeki kararının kaldırılmasına ve HMK’nın 353/1(b)-2. maddesi uyarınca duruşma yapılmadan dosya üzerinden yapılan inceleme neticesinde istinaf başvurusunun kabulüne ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına, davanın kabulü ile Şanlıurfa 2. İcra Müdürlüğünün 2019/1277 esas sayılı dosyasında davalı borçlunun itirazının kaldırılmasına ve davalı borçlunun alacağın %20’si oranında icra inkâr tazminatına mahkûm edilmesine karar verilerek aşağıda yazılı hüküm tesis edilmiştir.

28/02/2019 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 7165 sayılı Kanunun 1. maddesi ile değişik İİK’nın 364/1 maddesi gereğince Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairelerince verilen ve miktar veya değeri 72.070,00 Türk lirasını geçen nihai kararlara karşı temyiz yoluna başvurulabileceğinden uyuşmazlık konusu miktar (35.000,00 Türk lirası) bu miktarı geçmediğinden karar kesin olarak verilmiştir.

HÜKÜM: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere;
1-Davacının İstinaf talebinin KABULÜNE,
2-Dosya kapsamı, delil durumu ve takip dosyası içeriğine göre ŞANLIURFA 2. İCRA HUKUK MAHKEMESİ’ nin 2019/326 esas, 2019/143 karar sayılı kararının KALDIRILMASINA,
3-Davanın KABULÜ ile, Şanlıurfa 2. İcra Müdürlüğünün 2019/1277 esas sayılı dosyasında davalı borçlunun itirazının KALDIRILMASINA ve takibin devamı ile davalı borçlunun alacağın %20’si oranında icra inkâr tazminatına mahkûm edilmesine,
4-Davacı tarafından yatırılan peşin harcın mahsubi ile 10,00 Türk lirası harcın davalıdan alınarak davacıya verilmesine,
5-Peşin yatırılan istinaf karar harcının talep hâlinde ilk derece mahkemesince davacıya iadesine,
6-Davacı tarafından yapılan toplam 283,90 Türk lirası yargılama giderlerinin davalıdan alınarak davacıya iadesine,
7-Davacı kendisini vekil ile temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT’ye göre hesap edilen 1.130,00 Türk lirası maktu vekâlet ücretinin davalıdan alınarak davacı tarafa verilmesine,
8-Taraflarca yatırılan gider avanslarından arta kalan kısmın karar kesinleştiğinde talep hâlinde ilk derece mahkemesince ilgili taraflara iadesine,
9-Kararın ilk derece mahkemesince taraflara tebliğine,
Dair, dosya üzerinde yapılan inceleme sonunda tarafların yokluğunda miktaren (35.000,00 Türk lirası) kesin olmak üzere oy birliği ile karar verildi.19/11/2020

Kemal KURT
Başkan
38110

¸e-imzalıdır
Fahriye ÇİFTCİ HAZNEDAROĞLU
Üye
104886
¸e-imzalıdır
Tahsin ÇORAKÇI
Üye
151503

¸e-imzalıdır
Tevhide Gül YENCİLEK
Katip
243621
¸e-imzalıdır

İNANÇLI İŞLEM -KREDİ KULLANMA AMAÇLI TAŞINMAZ DEVRİ

T.C
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2019/2240
KARAR: 2019/5701

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : ELATMANIN ÖNLENMESİ-ECRİMİSİL-TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil, elatmanın önlenmesi, ecrimisil davası sonunda, yerel mahkemece asıl davanın kabulüne, birleştirilen davanın reddine ilişkin olarak verilen karar asıl davanın davalısı ile birleştirilen davanın davacısı tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi …’ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

-KARAR-

Asıl dava, bağımsız bölüme yönelik elatmanın önlenmesi ve ecrimisil; birleştirilen dava ise, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.

Davacı …, asıl davada; davalı …’ün oğlu … adına kayıtlı dava konusu … ada … sayılı parseldeki 2 no’lu bağımsız bölümü 01.08.2008 tarihinde satın aldığını, davalının haklı ve geçerli bir nedene dayanmaksızın dairede oturmaya devam ettiğini, yaptığı icra takiplerini de itiraz üzerine durdurduğunu ileri sürerek, davalının çekişmeli bağımsız bölüme el atmasının önlenmesi ile fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 01.08.2008 tarihinden başlamak üzere şimdilik 5.000,00 TL ecrimisilin davalıdan tahsilini istemiş, 05.11.2013 tarihli ıslah dilekçesi ile ecrimisil isteğini 16.678,33 TL’ye arttırmış, birleşen davaya yönelik; davanın reddini savunmuştur.

Birleştirilen davada davacı …, babası …’in isteği üzerine davalı …’ün kredi temini için yardımcı olduğunu, maliki olduğu 2 no’lu bağımsız bölümü davalıya satış yoluyla devrettiğini, davalının satış nedeniyle kullanılan krediyi dava dışı babası …’e verdiğini, kredi ödemelerini de başlangıçta babasının yaptığını, ner var ki kredi kapatılmasına rağmen davalının çekişmeli taşınmazı iade etmediğini ileri sürerek, 2 no’lu bağımsız bölümün tapu kaydının iptali ile adına tescilini istemiştir.

Davalı …, asıl davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, asıl davanın kabulü ile davalı …’in … ada … sayılı parseldeki 2 no’lu bağımsız bölüme el atmasının önlenmesine ve 7.289,44 TL ecrimisilin davalıdan tahsiline, fazlaya ilişkin ecrimisil isteğinin reddine; birleştirilen davanın ise … ve …’in inanç sözleşmesi gereği kendilerine düşen edimi yerine getirmedikleri, kredi borcunu ödemedikleri, bu nedenle mülkiyetin …’a geçtiği gerekçesiyle reddine karar verilmiştir.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden; dava konusu … ada … sayılı parseldeki 2 no’lu bağımsız bölümün tamamı … adına kayıtlı iken, …’in bağımsız bölümün tamamını 11.07.2008 tarih ve … yevmiye no’lu işlemle …’a 2.000,00 TL üzerinden satış göstererek temlik ettiği, 11.07.2008 tarih ve … yevmiye no’lu işlemle de anılan bağımsız bölüm üzerine Vakıflar Bankası lehine 228.000,00 TL’lik ipotek tesis edildiği, ipoteğe dayanak kredi incelendiğinde; …’ın 11.07.2008 tarihinde Vakıflar Bankası’ndan 57.000,00 TL’lik konut kredisi kullandığı anlaşılmıştır.

21.01.2014 tarihli 4. celsede dinlenen asıl davanın davacısı …’ın; “… davalı bana birgün kendisinin paraya ihtiyacı olduğunu …’da oğlu adına kayıtlı bir dairenin bulunduğunu söyledi. Bana burayı sana verelim. bankadan kredi kullan bana ver. parayı ödeyemezsem taşınmaz senin dedi. Ben Vakıf Bank Kırıkkale şubesinden 60.000 TL kredi kullandım. çektiğim krediyi bankanın içerisinde davalıya verdim. Kredinin ilk üç taksitini davalı ödedi. kalan taksitlerinin davalı tarafça ödenmeyen taksitlerini ben ödedim. 20/09/2010 tarihinde kredi ödemesi bitti … ‘’ şeklinde beyanda bulunduğu, yine devam eden celselerde … ile vekilinin inançlı işlemi kabul ettiği tespit edilmiştir.

Bilindiği üzere, bu tür iddialar 05.02.1947 tarih ve 20/6 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı uyarınca yazılı delil ya da yemin delili ile kanıtlanır.

Öte yandan, Hukuk Muhakemeleri Kanunun (HMK) 188/1 maddesinde “Tarafların veya vekillerinin mahkeme önünde ikrar ettikleri vakıalar, çekişmeli olmaktan çıkar ve ispatı gerekmez” düzenlemesine yer verilmiştir.

Somut olayda, taşınmazı temlik alan … yukarıda yer verilen beyanı ile maddi vakayı kabul etmiş, bir başka deyişle kendisine temlikin bedelsiz olarak … yararına kredi kullanılması amacıyla yapıldığını ifade etmiştir. Bu beyan HMK’nin 188. maddesi uyarınca ikrar niteliğindedir. Böyle bir durumda yazılı delile ve yemin deliline gerek olmaksızın birleştirilen davanın davacısı … ile asıl davanın davacısı-birleştirilen davanın davalısı … arasında inançlı işlem bulunduğu hususu tartışmasız hale gelmiştir.

Kaldı ki, … ve … arasında inanç sözleşmesi bulunduğu mahkemenin gerekçesinde de kabul edilmiş, … tarafından gerekçe temyize konu da yapılmamıştır.

Bu aşamada çözümlenecek sorun inançlı temlik nedeniyle … tarafından çekilen ve …’e verilen kredinin kim ya da kimler tarafından, hangi miktarda ödenerek kapatıldığı hususudur.
6098 sayılı TBK’nun 97. maddesinde; “Karşılıklı borç yükleyen bir sözleşmenin ifası isteminde bulunan tarafın, sözleşmenin koşullarına ve özelliklerine göre daha sonra ifa etme hakkı olmadıkça, kendi borcunu ifa etmiş ya da ifasını önermiş olması gerekir.” hükmüne yer verilmiştir.

Davacı …, birleştirilen davayı açarak kendi edimini yerine getirmek istediğini karşı tarafa bildirmiştir. Dava açmadan önce varsa borcunu yerine getirmemiş olması tek başına inançlı işleme dayalı bir davanın ret sebebini teşkil etmez.

O halde yapılacak iş, … ( veya … ) ile … arasında dava konusu taşınmazın inançlı işlem ile devri nedeniyle oluşan alacak-verecek miktarının saptanması, bu kapsamda ilgili bankadan … tarafından temin edilen kredinin kim veya kimler tarafından ödendiği hususları üzerinde durulması, buna ilişkin kayıtların getirtilmesi, varsa kredinin … tarafından yatırılan miktarının tespiti ile bu bedeli mahkeme veznesine depo etmesi için …’e süre verilmesi, yatırdığı takdirde tapu iptal ve tescil isteğinin kabul edilmesi, aksi halde birleştirilen davanın reddine karar verilmesi gerekirken değinilen hususlar gözardı edilerek yazılı olduğu üzere karar verilmesi doğru değildir.

Asıl davanın davalısı ile birleştirilen davanın davacısının yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre asıl davanın incelenmesine şimdilik yer olmadığına, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 06.11.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

HACİZ İHBARNAMESİNE İTİRAZ- BORÇLUNUN HACİZ İHBARNAMESİNİN ÜÇÜNCÜ KİŞİYE TEBLİĞİ TARİHİ İTİBARİYLE ÜÇÜNCÜ KİŞİ NEZDİNDE MADDİ ANLAMDA İSTENEBİLİR BİR ALACAĞIN BULUNMASI GEREKTİĞİ

T.C

YARGITAY
12.HUKUK DAİRESİ
Esas: 2017/ 8109
Karar: 2017 / 14735
Karar Tarihi: 28.11.2017

(2004 S. K. m. 68, 89)

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkikinin davalılar tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

Alacaklı tarafından, üçüncü kişi konumunda bulunan davalının, İİK`nun 89/1. maddesi uyarınca gönderilen haciz ihbarnamesine karşı süresinde yapmış olduğu itirazın gerçeğe aykırı olduğu ileri sürülerek İİK`nun 89/4. maddesi gereğince tazminat talep edildiği, mahkemece, borçlunun imalat bedeli nedeni ile davalılardan alacaklı olduğu gerekçesi ile davanın kabulü ile talep edilen 72.350,00 TL tazminatın davalılardan alınarak davacıya verilmesine karar verildiği görülmektedir.

İİK`nun 89/4. maddesinde; “Üçüncü şahıs, haciz ihbarnamesine müddeti içinde itiraz ederse, alacaklı, üçüncü şahsın verdiği cevabın aksini icra mahkemesinde ispat ederek üçüncü şahsın 338. maddesinin 1. fıkrası hükmüne göre cezalandırılmasını ve ayrıca tazminata mahkum edilmesini isteyebilir. İcra mahkemesi tazminat hakkındaki davayı genel hükümlere göre halleder” düzenlemesi yer almaktadır. Kanun hükmünde yer alan tazminatın konusu, haciz ihbarnamesine karşı üçüncü kişinin gerçeğe aykırı beyanda bulunması sebebiyle takip alacaklısının uğradığı zarardır. Bu davada üçüncü kişinin gerçeğe aykırı beyanda bulunduğunu davacı takip alacaklısı ispat etmelidir. Üçüncü kişinin beyanının aksi, İİK`nun 68. maddesinde sayılan belgelere bağlı olmaksızın her türlü delille ispat edilebilir. Anılan maddenin açık hükmü gereğince; icra mahkemesince, genel hükümlere göre yargılama yapılarak sonuca gidilmelidir.

Somut olayda, davalı üçüncü kişilerce 89/1. haciz ihbarnamesine süresinde yapılan 13.03.2009 tarihli itirazlarında; borçlu ile aralarında düzenlenen kat karşılığı inşaat sözleşmesi gereği borçlunun müteahhit sıfatı ile başladığı inşaatı bitirmekte temerrüde düştüğünü, borçlu ile aralarında düzenlenen ek sözleşme ile verilen süreye rağmen borçlunun sözleşmeden doğan edimini yerine getirmemesi nedeni ile borçlu aleyhine … 3. Asliye Hukuk Mahkemesi`nin 2008/181 E. sayılı dosyasında sözleşmelerin geriye etkili feshi için dava açıldığını ve bu davanın halen devam ettiğini, borçlunun sözleşmeden doğan edimlerini yerine getirmemesi nedeni ile kendilerinden hak ve alacağı olmadığı yönünde itiraz ettikleri anlaşılmıştır.

Borçlu ve davalılar arasında düzenlenen … 6. Noterliği`nin 06.05.2004 ve 17179 yevmiye nolu düzenleme şeklinde taşınmaz mal satış vaadi ve kat karşılığı inşaat sözleşmesi nedeniyle müteahhit borçluya ek süre vermek üzere düzenlenen 18.07.2016 tarihli 30776 yevmiye sayılı ek sözleşme ile; “müteahhit inşaatı sürede teslim edemeyeceğinden kendisine 15.06.2007 tarihine kadar ek süre verildiği, bu sözleşmede esas sözleşmenin şartlarının geçerli olduğu, verilen bu süreye rağmen mücbir sebep dışında inşaat bitirilip teslim edilmezse müteahhidin bugüne kadar yaptığı işlerden ve bu gayrimenkulden hiçbir hak ve alacak talep etmeyeceği”nin hükme bağlandığı anlaşılmıştır.

Davalılar tarafından borçlu aleyhine sözleşmelerin feshi için açılan … 3. Asliye Hukuk Mahkemesi`nin 2008/181 E. sayılı dosyasında verilen 29.11.2012 tarih 2009/562 sayılı karar ile taraflar arasındaki taşınmaz Satış Vaadi ve Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmesi ile 18.07.2006 tarih ve 30676 yevmiye nolu düzenleme şeklindeki ek sözleşmenin geriye etkili olarak feshine karar verildiği, bu kararın 02.05.2013 tarihinde kesinleştiği görülmektedir.

Mahkemenin alacaklının yararına İİK`nun 89/4. maddesine dayalı olarak tazminata hükmedilebilmesi için;haciz ihbarnamesine yapılan itirazın haksızlığının alacaklı tarafından ispatlanması gerekir. Borçlunun haciz ihbarnamesinin üçüncü kişiye tebliği tarihi itibariyle üçüncü kişi nezdinde maddi anlamda istenebilir bir alacağın bulunması gerekir. Üçüncü kişinin sorumluluğu haciz ihbarnamesinin kendisine ulaştığı tarihteki mevcut fiili durum ile sınırlıdır.

İİK`nun 89/1. maddesi gereğince tebliğ edilen haciz ihbarına yapılan itiraz tarihi itibariyle borçlunun üçüncü kişiler nezdinde doğmuş bir alacağı yoktur. İtiraz tarihi itibariyle kat karşılığı inşaat sözleşmesinin ve ek sözleşmenin geriye etkili feshi için açılan sözleşmenin feshi davası henüz derdesttir. İtiraz tarihi itibariyle üçüncü kişilerin itirazı haksız değildir.

Mahkemece yapılan tespitte 89/1. haciz ihbarnamesine itiraz tarihi itibariyle borçlunun üçüncü kişiler nezdinde doğmuş bir alacağının bulunduğu belirlenemediğinden davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile davanın kabulü yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.

Sonuç: Davalıların temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK`nun 366 ve HUMK`nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 28.11.2017 gününde oybirliği ile karar verildi. (¤¤)

GÜVENLİK SORUŞTURMASI VE ARŞİV ARAŞTIRMASININ OLUMSUZ SONUÇLANMASI NEDENİYLE ATAMANIN YAPILMAMASI

T.C.
ANKARA
17. İDARE MAHKEMESİ
ESAS NO : 2020/603
KARAR NO : 2020/1769

DAVACI : MEHMET D.
VEKİLİ : AV. SELİM HARTAVİ (e-tebligat adresi)
DAVALI : SAĞLIK BAKANLIĞI (e-tebligat adresi)
VEKİLİ : AV.

DAVANIN ÖZETİ :Davacı tarafından, 2018/4 dönem KPSS yerleştirmesi sonucunda
yerleştirildiği Şanlıurfa ili, Birecik Devlet Hastanesi sözleşmeli hemşirelik pozisyonuna atamasının yapılması istemiyle yapılan başvurunun reddine ilişkin 08/01/2020 tarih ve 76219013 sayılı işlemin; hukuka aykırı olduğu, işlemin dayanağının 657 sayılı Yasanın 48/1-A-8. maddesi olduğu ve bu maddenin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiği ileri sürülerek iptali istenilmektedir.

SAVUNMANIN ÖZETİ : Davanın süresinde açılmadığı, dava konusu işlemin hukuka uygun olduğu, 657 sayılı Yasanın 48/1-A-8. maddesi gereğince davacı hakkında güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması kapsamında yapılan araştırma neticesinde elde edilen bilgiler Değerlendirme Komisyonu tarafından incelenerek davacıya görev verilmesinin uygun olmayacağına karar verildiği belirtilerek davanın reddi gerektiği savunulmaktadır

TÜRK MİLLETİ ADINA

Karar veren Ankara 17. İdare Mahkemesince gereği görüşüldü:
Dava, davacı tarafından, 2018/4 dönem KPSS yerleştirmesi sonucunda yerleştirildiği Şanlıurfa ili, Birecik Devlet Hastanesi sözleşmeli hemşirelik pozisyonuna atamasının yapılması istemiyle yapılan başvurunun reddine ilişkin 08/01/2020 tarih ve 76219013 sayılı işlemin iptali istemine ilişkindir.

Davalı idarenin süre itirazı yerinde görülmemiştir.

657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4.maddesinin (B) fıkrası hükmü uyarınca, kamu idare, kamu kurum ve kuruluşlarında sözleşmeli olarak çalıştırılacak personelin tabi olacağı esasları belirlemek üzere 06/06/1978 tarih ve 15754 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile çıkarılan “Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslar”ın 20/02/2017 tarih ve 2017/9949 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile değişik 12.maddesinin 1.fıkrasında, sözleşmeli olarak çalışacakların ilgili kurumun saptayacağı özel koşulların yanı sıra, 657 sayılı Kanunun 48. maddesinin 1. fıkrasının (A) bendinin, (4), (5), (6), (7) ve (8) numaralı alt bentlerinde belirtilen koşulları taşımalarının gerekli olduğu hükme bağlanmıştır.

657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na 1/2/2018 tarihli ve 7070 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun’un 60. maddesiyle eklenen 48. maddenin 1. fıkrasının (A) bendinin 8. numaralı alt bendi ile, “güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmış olmak” devlet memurluğuna alınacaklarda aranacak genel şartlar arasında sayılmış iken 29/11/2019 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 24/07/2019 tarih ve E:2018/73, K:2019/65 sayılı Anayasa Mahkemesi Kararı ile anılan düzenlemenin iptaline karar verilmiştir.

Anayasa Mahkemesinin 24/07/2019 tarih ve E:2018/73, K:2019/65 sayılı kararının gerekçesine bakıldığında ” … Anayasa’nın 129. maddesinin birinci fıkrasında memurlar ve kamu görevlilerinin Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunma yükümlülükleri düzenlenmiştir. Belirtilen hususlar gözetilerek kamu görevlerine atanacak kişiler bakımından birtakım şartlar getirilmesi doğaldır. Bu şekilde aranan nitelikler kamu hizmetinin etkin ve sağlıklı bir biçimde yürütülmesi amacına yöneliktir. Dolayısıyla kamu görevine atanmadan önce kişilerin güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasının yapılmasını öngören kural kanun koyucunun takdir yetkisindedir. Ancak bu alanda düzenleme getiren kuralların kamu makamlarına hangi koşullarda ve hangi sınırlar içinde tedbirler uygulama ve özel hayatın gizliliğine yönelik müdahalelerde bulunma yetkisi verildiğini yeterince açık olarak göstermesi ve olası kötüye kullanmalara karşı yeterli güvenceleri sağlaması gerekir. Kuralda güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılması memurluğa alımlarda genel şartlar arasında sayılmasına karşın güvenlik soruşturmasına ve arşiv araştırmasına konu edilecek bilgi ve belgelerin neler olduğuna, bu bilgilerin ne şekilde kullanılacağına, hangi mercilerin soruşturma ve araştırmayı yapacağına ilişkin herhangi bir düzenleme yapılmamıştır. Diğer bir ifadeyle güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasının yapılmasına ve elde edilecek verilerin kullanılmasına ilişkin temel ilkeler belirlenmeksizin kuralla sadece güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılması devlet memurluğuna alımlarda aranacak şartlar arasında sayılmıştır. Güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması sonucunda devlet memurluğuna atanmada esas alınacak kişisel veri niteliğindeki bilgilerin alınmasına, kullanılmasına ve işlenmesine yönelik güvenceler ve temel ilkeler kanunla belirlenmeksizin bunların alınmasına ve kullanılmasına izin verilmesi Anayasa’nın 13., 20. ve 128. Maddeleriyle bağdaşmamaktadır.” şeklinde ifade edilerek 657 sayılı Kanun’un 48. maddenin 1.fıkrasının (A) bendinin 8. numaralı alt bendinin iptaline karar verildiği görülmektedir.

Dava dosyasının incelenmesinden, davacı tarafından, davalı idare tarafından 2018/4 dönem KPSS yerleştirmesi sonucunda yerleştirildiği Şanlıurfa ili, Birecik Devlet Hastanesi sözleşmeli hemşirelik pozisyonuna atamasının yapılması istemiyle yapılan başvurunun, davalı idarenin 08/01/2020 tarih ve 76219013 sayılı işlemi ile reddi üzerine bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.

Kamu hukukunda idari işlemler, idari makam ve mercilerin, kamu gücünü kullanarak, idare işlevine ilişkin olarak gerçekleştirdikleri ve ilgililer üzerinde çeşitli hak ve/veya yükümlülükler doğuran tek yanlı irade açıklamaları olarak tanımlanmaktadır.

Bu irade açıklamaları, özel hukukta olduğu gibi dilediğinde ortaya çıkan, özerk ve subjektif nitelikte değil, objektif bir temelde ve ancak kamu yararını gerçekleştirmek ya da korumak amacıyla, daha önceden mevcut bulunan Yönlendirici nitelikteki hukuk kurallarına bağımlı olarak ortaya çıkan, dışa vurulan açıklamalar olarak somutlaşırlar. Başka bir anlatımla, kamu gücünü kullanan idarenin, idari işlem olarak ortaya çıkan irade açıklamalarının mutlaka hukuksal bir temelinin bulunması ve varlıklarını da bu temele dayalı olarak sürdürmeleri gerekir. Buna idarenin kanuniliği ilkesi de denilir. Kanunilik ilkesi, idarenin işlem ve eylemlerinin kanuna dayalı olarak kurulması ve gerçekleştirilmesini ifade eder. İdare, kanunla düzenlenmemiş bir alanda faaliyette bulunamayacağı gibi, faaliyette bulunabilmesi için de kanundan aldığı bir yetkiye sahip olması gerekir.

Başlangıçta var olan bir yasa hükmüne dayalı olarak kullanılan bir yetkinin yasal dayanağının hukuka aykırılığı nedeniyle sonradan ortadan kalkması, bu yasal yetkiye dayalı olarak gerçekleşen faaliyetlerin, tesis edilmiş olan işlemlerin zincirleme olarak sakatlanmasına, temelden çökmesine neden olur.

Nitekim Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 29/05/2017 tarih ve E:2016/852, K:2017/2326 sayılı kararında “Anayasa’nın 153. maddesinde, Anayasa Mahkemesince verilen iptal kararlarının geriye yürümeyeceği kuralı, iptal edilen hükümlere göre kazanılmış olan hakların korunmasına yönelik olup, Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edilmiş olduğu bilindiği halde görülmekte olan davaların Anayasa’ya aykırılığı saptanmış hükümler dikkate alınarak çözümlenmeleri Anayasa’nın üstünlüğü ve Hukuk Devleti ilkesine aykırı olduğu gibi, temyiz incelemesinin Anayasa’ya aykırılığı belirlenerek iptal edilen kurallara göre yapılmasına da olanak bulunmamaktadır.” denilmek suretiyle, Danıştay 12. Dairesi’nin 27/03/2019 tarih ve E:2018/4273, K:2019/2283 sayılı kararında ise; “Anayasanın 153. maddesinin 3. fıkrası “Kanun, kanun hükmünde kararname veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların hükümleri, iptal kararlarının Resmi Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar. Gereken hallerde Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi ayrıca kararlaştırabilir. Bu tarih, kararın Resmi Gazetede yayımlandığı günden başlayarak bir yılı geçemez.”; 5. fıkrası ise, “İptal kararları geriye yürümez.” kuralını taşımaktaysa da, Anayasa Mahkemesi’nce bir kanunun veya kanun hükmünde kararnamenin tümünün ya da bunların belirli hükümlerinin Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilmiş olduğu bilindiği halde eldeki davaların Anayasaya aykırılığı saptanmış olan kurallara göre görüşülüp çözümlenmesi, Anayasanın üstünlüğü prensibine ve hukuk devleti ilkesine aykırı düşeceği için uygun görülemez.” denilerek bu durumun açıkça ifade edildiği görülmektedir.

Bu durumda, her ne kadar davacı hakkında yapılan güvenlik soruşturmasının olumsuz sonuçlandığından bahisle ataması yapılmamış ise de, 657 sayılı Kanun’un 48. maddesinin 1. fıkrasının (A) bendinin 8. numaralı alt bendinin 29/11/2019 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 24/07/2019 tarih ve E:2018/73, K:2019/65 sayılı Anayasa Mahkemesi kararı ile iptal edildiği, yukarıda alıntısına yer verilen Danıştay kararlarında da belirtildiği gibi Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edilmiş olduğu bilindiği halde görülmekte olan davaların Anayasa’ya aykırılığı saptanmış hükümler dikkate alınarak çözümlenmelerinin Anayasa’nın üstünlüğü ve Hukuk Devleti ilkesine aykırı olacağı açık bulunduğundan, yasal dayanağı ortadan kalkan dava konusu işlemde sebep unsuru yönünden hukuka uygunluk görülmemiştir.

Diğer taraftan, dava konusu işlem sebep unsuru yönünden hukuka aykırı bulunmuş olup, davalı idarece 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve ilgili mevzuatı uyarınca davacının diğer atama şartlarını sağlayıp sağlamadığı hususunda değerlendirme yapılarak atama işlemi tesis edebileceği açıktır.

Açıklanan nedenlerle, dava konusu işlemin iptaline, aşağıda dökümü yapılan 157,60-TL yargılama giderinin ve karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca belirlenen 1.700,00-TL vekalet ücretinin davalı idareden alınarak davacıya verilmesine, kararın tebliğini izleyen günden itibaren 30 gün içerisinde Ankara Bölge İdare Mahkemesi’ne istinaf yolu açık olmak üzere, 04/11/2020 tarihinde esasta oybirliği gerekçede oyçokluğu ile karar verildi.

Başkan
DERYA BEYAZİTOĞLU
MELİKOĞLU
101143
X
Üye
HÜLYA BAYRAKDAR
165680
Üye
ABDULKADİR HOŞAF
191934

AZLIK OYU

Anayasa Mahkemesinin 24/07/2019 tarih ve E:2018/73, K:2019/65 sayılı kararıyla, dava konusu işlemin yasal dayanağı olan, 657 sayılı Kanun’un 48. maddenin 1. fıkrasının (A) bendinin 8.numaralı alt bendinin iptaline karar verilmiştir.

Çoğunluk kararında da belirtildiği gibi, başlangıçta var olan bir yasa hükmüne dayalı olarak tesis edilen bir işlemin yasal dayanağının hukuka aykırı bulunarak sonradan iptal edilmesi, bu yasa hükmüne dayalı olarak tesis edilmiş olan işlemlerin hukuki dayanağını yitirmesine ve hukuka aykırı hale gelmesine yol açar.

Uyuşmazlıkta da, yasal dayanağı hukuka aykırı bulunarak Anayasa Mahkemesince iptaledilen dava konusu işlemin hukuka aykırı olduğu ve iptali gerektiği tartışmasızdır. İptal kararı, idari işlemi ilk tesis edildiği andan itibaren, tüm hukuki sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırır. İdare de, iptal kararının gereklerine uygun olarak işlem tesis etmek zorundadır.

Dava konusu işlemin, davacının “güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılmışolmak” şartını taşımadığı gerekçesiyle tesis edildiği, anılan gerekçenin ise hukuka aykırı olduğu dikkate alındığında bu gerekçeyle verilen iptal kararı, anılan işlemi tüm hukuki sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldıracağından, bu karar davalı idarece davacının atanması suretiyle uygulanmalıdır.

Şüphesiz ki, davacının 657 sayılı Kanun’un 48. maddenin 1. fıkrasının (A) bendinde sayılan diğer şartları ve davalı idarece aranılan özel şartlardan birini taşımadığı yolunda bir bilginin dosyada bulunması durumunda, sebep ikamesi yapılarak, davacının bu nedenle kamu görevine atanamayacağı sonucuna varılabilecektir. Ancak dosyada böyle bir bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca, davacının, kamu görevine atanması ve göreve başlamasından sonra da, memurluğa
alınma şartlarından her hangi birini taşımadığının anlaşılması durumunda, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 98/B maddesi uyarınca görevine son verilmesi mümkündür.

Bu itibarla, davacının “güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılmış olmak” şartını taşımadığı gerekçesiyle tesis edilen işlemin, anılan şartın hukuka aykırı bulunarak iptal edildiği gerekçesiyle verilen iptal kararının davalı idarece uygulanması amacıyla yapılacak atama işleminin “davalı idarece 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve ilgili mevzuatı uyarınca davacının diğer atama şartlarını sağlayıp sağlamadığı hususunda değerlendirme yapılması” şartına bağlayan çoğunluk görüşüne bu gerekçe yönünden katılmıyorum.

Başkan
DERYA BEYAZİTOĞLU
MELİKOĞLU
101143

ELATMANIN ÖNLENMESİ-ECRİMİSİL-TAPU İPTALİ VE TESCİL

T.C
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2019/2240
KARAR: 2019/5701

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : ELATMANIN ÖNLENMESİ-ECRİMİSİL-TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil, elatmanın önlenmesi, ecrimisil davası sonunda, yerel mahkemece asıl davanın kabulüne, birleştirilen davanın reddine ilişkin olarak verilen karar asıl davanın davalısı ile birleştirilen davanın davacısı tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi …’ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

-KARAR-

Asıl dava, bağımsız bölüme yönelik elatmanın önlenmesi ve ecrimisil; birleştirilen dava ise, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.

Davacı …, asıl davada; davalı …’ün oğlu … adına kayıtlı dava konusu … ada … sayılı parseldeki 2 no’lu bağımsız bölümü 01.08.2008 tarihinde satın aldığını, davalının haklı ve geçerli bir nedene dayanmaksızın dairede oturmaya devam ettiğini, yaptığı icra takiplerini de itiraz üzerine durdurduğunu ileri sürerek, davalının çekişmeli bağımsız bölüme el atmasının önlenmesi ile fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 01.08.2008 tarihinden başlamak üzere şimdilik 5.000,00 TL ecrimisilin davalıdan tahsilini istemiş, 05.11.2013 tarihli ıslah dilekçesi ile ecrimisil isteğini 16.678,33 TL’ye arttırmış, birleşen davaya yönelik; davanın reddini savunmuştur.

Birleştirilen davada davacı …, babası …’in isteği üzerine davalı …’ün kredi temini için yardımcı olduğunu, maliki olduğu 2 no’lu bağımsız bölümü davalıya satış yoluyla devrettiğini, davalının satış nedeniyle kullanılan krediyi dava dışı babası …’e verdiğini, kredi ödemelerini de başlangıçta babasının yaptığını, ner var ki kredi kapatılmasına rağmen davalının çekişmeli taşınmazı iade etmediğini ileri sürerek, 2 no’lu bağımsız bölümün tapu kaydının iptali ile adına tescilini istemiştir.

Davalı …, asıl davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, asıl davanın kabulü ile davalı …’in … ada … sayılı parseldeki 2 no’lu bağımsız bölüme el atmasının önlenmesine ve 7.289,44 TL ecrimisilin davalıdan tahsiline, fazlaya ilişkin ecrimisil isteğinin reddine; birleştirilen davanın ise … ve …’in inanç sözleşmesi gereği kendilerine düşen edimi yerine getirmedikleri, kredi borcunu ödemedikleri, bu nedenle mülkiyetin …’a geçtiği gerekçesiyle reddine karar verilmiştir.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden; dava konusu … ada … sayılı parseldeki 2 no’lu bağımsız bölümün tamamı … adına kayıtlı iken, …’in bağımsız bölümün tamamını 11.07.2008 tarih ve … yevmiye no’lu işlemle …’a 2.000,00 TL üzerinden satış göstererek temlik ettiği, 11.07.2008 tarih ve … yevmiye no’lu işlemle de anılan bağımsız bölüm üzerine Vakıflar Bankası lehine 228.000,00 TL’lik ipotek tesis edildiği, ipoteğe dayanak kredi incelendiğinde; …’ın 11.07.2008 tarihinde Vakıflar Bankası’ndan 57.000,00 TL’lik konut kredisi kullandığı anlaşılmıştır.

21.01.2014 tarihli 4. celsede dinlenen asıl davanın davacısı …’ın; “… davalı bana birgün kendisinin paraya ihtiyacı olduğunu …’da oğlu adına kayıtlı bir dairenin bulunduğunu söyledi. Bana burayı sana verelim. bankadan kredi kullan bana ver. parayı ödeyemezsem taşınmaz senin dedi. Ben Vakıf Bank Kırıkkale şubesinden 60.000 TL kredi kullandım. çektiğim krediyi bankanın içerisinde davalıya verdim. Kredinin ilk üc taksitini davalı ödedi. kalan taksitlerinin davalı tarafça ödenmeyen taksitlerini ben ödedim. 20/09/2010 tarihinde kredi ödemesi bitti … ‘’ şeklinde beyanda bulunduğu, yine devam eden celselerde … ile vekilinin inançlı işlemi kabul ettiği tespit edilmiştir.

Bilindiği üzere, bu tür iddialar 05.02.1947 tarih ve 20/6 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı uyarınca yazılı delil ya da yemin delili ile kanıtlanır.

Öte yandan, Hukuk Muhakemeleri Kanunun (HMK) 188/1 maddesinde “Tarafların veya vekillerinin mahkeme önünde ikrar ettikleri vakıalar, çekişmeli olmaktan çıkar ve ispatı gerekmez” düzenlemesine yer verilmiştir.

Somut olayda, taşınmazı temlik alan … yukarıda yer verilen beyanı ile maddi vakayı kabul etmiş, bir başka deyişle kendisine temlikin bedelsiz olarak … yararına kredi kullanılması amacıyla yapıldığını ifade etmiştir. Bu beyan HMK’nin 188. maddesi uyarınca ikrar niteliğindedir. Böyle bir durumda yazılı delile ve yemin deliline gerek olmaksızın birleştirilen davanın davacısı … ile asıl davanın davacısı-birleştirilen davanın davalısı … arasında inançlı işlem bulunduğu hususu tartışmasız hale gelmiştir.

Kaldı ki, … ve … arasında inanç sözleşmesi bulunduğu mahkemenin gerekçesinde de kabul edilmiş, … tarafından gerekçe temyize konu da yapılmamıştır.

Bu aşamada çözümlenecek sorun inançlı temlik nedeniyle … tarafından çekilen ve …’e verilen kredinin kim ya da kimler tarafından, hangi miktarda ödenerek kapatıldığı hususudur.
6098 sayılı TBK’nun 97. maddesinde; “Karşılıklı borç yükleyen bir sözleşmenin ifası isteminde bulunan tarafın, sözleşmenin koşullarına ve özelliklerine göre daha sonra ifa etme hakkı olmadıkça, kendi borcunu ifa etmiş ya da ifasını önermiş olması gerekir.” hükmüne yer verilmiştir.

Davacı …, birleştirilen davayı açarak kendi edimini yerine getirmek istediğini karşı tarafa bildirmiştir. Dava açmadan önce varsa borcunu yerine getirmemiş olması tek başına inançlı işleme dayalı bir davanın ret sebebini teşkil etmez.

O halde yapılacak iş, … ( veya … ) ile … arasında dava konusu taşınmazın inançlı işlem ile devri nedeniyle oluşan alacak-verecek miktarının saptanması, bu kapsamda ilgili bankadan … tarafından temin edilen kredinin kim veya kimler tarafından ödendiği hususları üzerinde durulması, buna ilişkin kayıtların getirtilmesi, varsa kredinin … tarafından yatırılan miktarının tespiti ile bu bedeli mahkeme veznesine depo etmesi için …’e süre verilmesi, yatırdığı takdirde tapu iptal ve tescil isteğinin kabul edilmesi, aksi halde birleştirilen davanın reddine karar verilmesi gerekirken değinilen hususlar gözardı edilerek yazılı olduğu üzere karar verilmesi doğru değildir.

Asıl davanın davalısı ile birleştirilen davanın davacısının yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre asıl davanın incelenmesine şimdilik yer olmadığına, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 06.11.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

ADLİ SİCİL BİLGİLERİNİN SİLİNMESİ- DEVLET MEMURİYETİNE ATANMA KOŞULLARI

T.C.
DANIŞTAY
BİRİNCİ DAİRE
Esas : 2005/1290
Karar : 2006/298
Tarih : 13.03.2006

ADLİ SİCİL BİLGİLERİNİN SİLİNMESİ
DEVLET MEMURİYETİNE ATANMA KOŞULLARI
DEVLET MEMURLARI KANUNU HÜKÜMLERİ

( 5352 s. Adli Sicil K m. 9 )
( 657 s. DMK m. 48 )
( 765 s. TCK m. 20 )
( 5237 s. TCK m. 53 )
( 5252 s. TCK Uygulama Şekli K m. 12 )

ÖZET: 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma başlıklı 53 üncü maddesi ile 5352 sayılı Adli Sicil Kanununun adli sicil bilgilerinin silinmesi başlıklı 9 uncu maddesi hükümleri dikkate alınarak Devlet memuriyetinde iken veya memuriyete girmeden önce 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinde sayılan suçları işlemek suretiyle mahkum olup da cezasını çekenlerin, Devlet memuriyetine atanmalarını talep etmeleri durumunda memuriyete atanmalarının mümkün olup olmadığı hakkında.

5237 sayılı Türk Ceza Kanununun belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma başlıklı 53 üncü maddesi ile 5352 sayılı Adli Sicil Kanununun adli sicili bilgilerinin silinmesi başlıklı 9 uncu maddesi hükümleri dikkate alınarak, Devlet memuriyetinde iken veya memuriyete girmeden önce 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinde sayılan suçları işlemek suretiyle mahkum olup da cezasını çekenlerin, Devlet memuriyetine atanmalarını talep etmeleri durumunda memuriyete atanmalarının mümkün olup olmadığı hususunda düşülen duraksamanın giderilmesi istemine ilişkin Başbakanlığın 5.12.2005 günlü, Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü 5297 sayılı yazışma ekli Devlet Personel Başkanlığının 16.11.2005 günlü, 18913 sayılı yazısında aynen:

“657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin, Devlet memurluğuna alınacaklarda aranacak genel şartların düzenlendiği (A) bendinin 5 inci alt bendinde; “Taksirli suçlar ve aşağıda sayılan suçlar dışında tecil edilmiş hükümler hariç olmak üzere, ağır hapis veya 6 aydan fazla hapis veyahut affa uğramış olsalar bile Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla, zimmet, İhtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyeti kırıcı suçtan veya istimal ve istihlak kaçakçılığı hariç kaçakçılık, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından dolayı hükümlü bulunmamak.” gerektiği kuralına yer verilmiş, aynı Kanunun 98 inci maddesinin (b) bendinde ise Devlet memurlarının “Memurluğa alınma şartlarından herhangi birini taşımadığının sonradan anlaşılması veya memurlukları sırasında bu şartlardan herhangi birini kaybetmesi” halinde memurluğun sona ereceği hükme bağlanmıştır.

Ayrıca, mülga Türk Ceza Kanununun “Memnu Hakların İadesi” başlıklı 121 inci maddesi, kişinin asıl cezasını çektiği veya af ile ortadan kalktığı tarihten itibaren 5 yıl geçtikten sonra memnu hakların İadesini talep edebileceğini ve bu talep üzerine yapılan inceleme sonucunda, memnu hakların iadesine karar verilebileceğini hüküm altına almış idi.

Danıştay 1. Dairesinin 22.4.1992 tarih ve E: 1992/126, K: 1992/150 sayılı Kararında; “657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin A/5 inci fıkrasında öngörülen koşulları, mahkumiyetten dolayı yitirmeleri nedeniyle memuriyetle ilişkileri kesilenlerin, memnu hakların iadesi karart almaları halinde yeniden Devlet Memurluğuna atanabilecekleri, ancak kadro ve ihtiyaç durumları bakımından idarenin bu konuda takdir yetkisi bulunduğu…” belirtilmiş, yine aynı Kararda “Memurluğa engel bir mahkumiyetin saptanması halinde memnu hakların iadesi kararı alınmadıkça veya memurluğa engel sayılanlar dışındaki suçlardan dolayı hükmedilen mahkumiyetler afla ortadan kalkmadıkça yeniden memuriyete atanmanın söz konusu olamayacağı…” ifade edilmiştir.

Yukarıdaki hüküm ve açıklamalar çerçevesinde, Devlet memuriyetine engel bir suçtan dolayı mahkum olup cezasını çekenlerin, bilahare usulüne uygun olarak almış oldukları memnu hakların iadesi kararlarından sonra tekrar ilgili mevzuat çerçevesinde Devlet memurluğuna dönebilmeleri imkanı bulunmakta idi.

Ancak, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinin birinci fıkrasında, “Kişi, kasten işlemiş olduğu suçtan dolayı hapis cezasına mahkumiyetin kanuni sonucu olarak;
a- Sürekli, süreli veya geçici bir kamu görevinin üstlenilmesinden; bu kapsamda, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliğinden veya Devlet, il, belediye, köy veya bunların denetim ve gözetimi altında bulunan kurum ve kuruluşlarca verilen, atamaya veya seçime tabi bütün memuriyet ve hizmetlerde istihdam edilmekten,
b-Seçme ve seçilme ehliyetinden ve diğer siyasi hakları kullanmaktan,
c- Velayet hakkından; vesayet veya kayyımlığa ait bir hizmette bulunmaktan,
d- Vakıf, dernek, sendika, şirket, kooperatif ve siyasi parti tüzel kişiliklerinin yöneticisi veya denetçisi olmaktan,
e- Bir kamu kurumunun veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşunun iznine tabi bir meslek veya sanatı, kendi sorumluluğu altında serbest meslek erbabı veya tacir olarak icra etmekten, yoksun bırakılır.” hükmü, bahsi geçen maddenin ikinci fıkrasında ise; “Kişi, işlemiş bulunduğu suç dolayısıyla mahkum olduğu hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar bu hakları kullanamaz.” hükmü yer almaktadır.

5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinin madde gerekçesinde ise; işlediği suç dolayısıyla toplumda kişiye karşı duyulan güven duygusunun sarsıldığı, bu sebeple, suçlu kişinin özellikle güven ilişkisinin varlığını gerekli kılan belli hakların kullanmaktan yoksun bırakıldığı ve madde metninde, işlediği suç dolayısıyla kişinin hangi hakları kullanmaktan yoksun bırakılacağının belirlenmiş olduğu; ancak, bu hak yoksunluğunun süresiz olmadığı, cezalandırılmakla güdülen asıl amacın, işlediği suçtan dolayı kişinin etkin pişmanlık duymasını sağlayıp tekrar topluma kazandırılması olduğuna göre, suça bağlı hak yoksunluklarının da belli bir süreyle sınırlandırılması gerektiğinden madde metninde söz konusu hak yoksunluklarının mahkum olunan cezanın infazı tamamlanıncaya kadar devam etmesi öngörüldüğü; böylece, kişinin mahkum olduğu cezanın infazının gereklerine uygun davranarak bunun tamamlanmasıyla kendisinin tekrar güven duyulan bir kişi olduğu konusunda topluma da bir mesaj verdiği; bu bakımdan hak yoksunluklarının en geç cezanın infazının tamamlanması aşamasına kadar devam etmesi, suç ve ceza politikasıyla güdülen amaçlara daha uygun düşeceği belirtilmiş olup; yeni Türk Ceza Kanunu ile getirilen sistemde süresiz bir hak yoksunluğu söz konusu olmadığı için, yasaklanmış hakların geri verilmesinden artık sözedilemeyeceği ifade edilmiştir.

5352 sayılı Adli Sicil Kanununun 9 uncu maddesinde ise;
“(1) Adli sicildeki bilgiler;
a- Cezanın veya güvenlik tedbirinin infazının tamamlanması,
b- Ceza mahkumiyetini bütün sonuçlarıyla ortadan kaldıran şikayetten vazgeçme veya etkin pişmanlık,
c- Cezazamanaşımının dolması,
d- Genel af,
Halinde Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce silinerek, arşiv kaydına alınır.
(2) Adli sicil bilgileri, ilgilinin ölümü üzerine tamamen silinir,
(3) Türk vatandaşları hakkında yabancı mahkemelerce verilmiş olup 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (f) bendine göre adli sicile kaydedilen hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkumiyet hükümleri, kesinleştiği tarihten itibaren mahkumiyet kararında belirtilen sürenin geçmesiyle, Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce adli sicil kayıtlarından çıkartılarak arşiv kaydına alınır. Adli para cezasına mahkumiyet hükümleri ile cezanın ertelenmesine ilişkin hükümler, adli sicil kaydına alınmadan doğrudan arşive kaydedilir.”hükmüne yer verilmiştir.

Yukarıdaki hüküm ve açıklamalar çerçevesinde, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinin birinci fıkrasında belirtilen hakların kullanma yasağının aynı maddenin ikinci fıkrasında cezanın infazı ile sınırlı tutulmuş olması ve 5352 sayılı Adli Sicil Kanununun 9 uncu maddesi hükmü karşısında, gerek Devlet memuriyetinde iken gerekse Devlet memuriyetine girmeden önce 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin (A) bendinin beşinci alt bendinde sayılan ve Devlet memuriyetine atanmaya engel teşkil eden suçları işlemek suretiyle mahkum olup da cezalarını çektikten sonra, mezkur Kanunun 92 nci maddesinde belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde yeniden Devlet memuriyetine atanmayı talep edenler ile 5352 sayılı Adli Sicil Kanununun 9 uncu maddesinde belirtilen şartların
gerçekleşmesi sonucu adli sicilden hükümlülük kaydını sildirenlerin Devlet memurluğuna dönme taleplerinin kabuledilebileceği düşünülmektedir.

Ancak, yukarıda durumu belirtilenler hakkında yapılacak işlem hususunda Adalet Bakanlığından görüş sorulmuş, bir örneği ekte gönderilen yazıdan da anlaşılacağı üzere bu konunun yeterince açıklığa kavuşturulmadığı görülmüştür.

2575 sayılı Danıştay Kanununun “Danıştay’ın görevleri” başlıklı 23 üncü maddesinin (a) bendinde yer alan, “Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık tarafından gönderilen işler hakkında görüşünü bildirir.” hükmü ile aynı Kanunun 42 nci maddesinin (f) bendinde yer alan “Danıştay’ca istişari mahiyette incelenmek ve düşüncesini bildirmek için Devlet Başkanlığı veya Başbakanlıktan gönderilecek işleri, … inceler ve gereğine göre karara bağlar veya düşüncesini bildirir.” hükmü uyarınca yukarıda bildirilen konu hakkındaki tereddütlerin giderilebilmesi amacıyla Danıştay’dan istişari görüş alınması hususunu müsaadelerinize arz
ederim.” denilmektedir.

Dairemizce yapılan çağrı üzerine gelen Başbakanlık Hukuk Müşaviri …, Devlet Personel Başkanlığı Uzmanı …, Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü Daire Başkanı …, Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü Tetkik Hakimi … ile Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü Şube Müdürü …’ün açıklamaları dinlendikten sonra konu incelenerek,

Gereği Görüşülüp Düşünüldü:

5237 sayılı Türk Ceza Kanununun belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma başlıklı 53 üncü maddesi ile 5352 sayılı Adli Sicil Kanununun adli sicil bilgilerinin silinmesi başlıklı 9 uncu maddesi hükümleri dikkate alınarak, Devlet memuriyetinde iken veya memuriyete girmeden önce 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinde sayılan suçları işlemek suretiyle mahkum olup ta cezasını çekenlerin, Devlet memuriyetine atanmalarını talep etmeleri durumunda memuriyete atanmalarının mümkün olup olmadığı hususunda düşülen duraksamanın giderilmesi istenilmektedir.

657 sayılı Devlet Memurları Kanununun Devlet memurluğuna alınacaklarda aranılacak şartların gösterildiği 48 inci maddesinin (A) bendinin 5 numaralı alt bendinde, Devlet memurluğuna alınacakların, taksirli suçlar ve aşağıda sayılan suçlar dışında tecil edilmiş hükümler hariç olmak üzere, ağır hapis veyahut 6 aydan fazla hapis veyahut affa uğramış olsalar bile Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla, zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyeti kırıcı suçtan veya istimal ve istihlak kaçakçılığı hariç kaçakçılık, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından dolayı hükümlü bulunmamaları gerektiği, aynı Kanunun 98 İnci maddesinin (b) bendinde de, memurluğa alınma şartlarından herhangi birini taşımadığının sonradan anlaşılması veya memurlukları sırasında bu şartlardan herhangi birinin kaybedilmesi halinde memurluğun sona ereceği hükme bağlanmıştır.

765 sayılı Türk Ceza Kanununun 20 nci maddesinde, hakimlerin, bu Kanunda belirtilen şahsi hürriyeti bağlayıcı cezalar yanında hükmedebilecekleri feri cezanın, geçici veya sürekli olarak kamu hizmetlerinden yasaklılık cezası olduğu ve bu cezanın hangi hususlardan oluştuğu hüküm altına alınmıştır. Aynı Kanunun 121 inci maddesinde, “Müebbeden hidematıammeden memnuniyet ve ceza mahkumiyetinden mütevellit diğer nevi ademi ehliyet cezaları memnu hakların iadesi tarikiyle izale olunabilir.”, 122 nci maddesinde, “Yukarıdaki maddede yazılı ceza, şahsi hürriyeti bağlayıcı bir cezaya bağlı olduğu halde, buna mahkum olan ve işlemiş olduğu cürümden dolayı pişmanlık duyduğunu ihsas edecek surette iyi hali görülen kimse, asıl cezasını çektiği veya ceza af ile ortadan kalktığı tarihten itibaren üç ve zamanaşımı ile düşmüş olduğu surette düştüğü tarihten itibaren beş yıl geçtikten sonra memnu hakların iadesini talep edebilir.”, 124 üncü maddesinde de, “Memnu haklar, Usulü Muhakematı Cezaiye Kanununun tayin ettiği suretlerle iade olunur. Memnu hakların iadesine alakadarların talebi üzerine usulü dairesinde karar verilmesi mahkemeye aittir.” hükmüne yer verilmiştir.

26.9.2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlüğe konulmasına ilişkin usul ve esasları belirlemek amacıyla yürürlüğe konulan 5252 sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun 12 nci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde, 1.3.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanununun bütün ek ve değişiklikleri ile birlikte yürürlükten kaldırıldığı, aynı Kanunun 13 üncü maddesinde ise, bu Kanunun infazın ertelenmesi veya durdurulması başlıklı 10 uncu maddesi dışındaki diğer hükümlerinin 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe gireceği hüküm altına alınmıştır. Bu hükümlere göre 765 sayılı Türk Ceza Kanunu, 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır.

5237 sayılı Türk Ceza Kanununun belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma başlıklı 53 üncü maddesinin birinci fıkrasında, kişinin, kasten işlemiş olduğu suçtan dolayı hapis cezasına mahkumiyetinin kanuni sonucu olarak hangi hakları kullanmaktan yoksun bırakılacağı sayılmış, maddenin ikinci fıkrasında, kişinin işlemiş bulunduğu suç dolayısıyla mahkum olduğu hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar yoksun bırakıldığı hakları kullanamayacağı, beşinci fıkrasında, birinci fıkrada sayılan hak ve yetkilerden birinin kötüye kullanılması suretiyle istenen suçlar dolayısıyla hapis cezasına veya adli para cezasına mahkumiyet halinde, hükümde belirtilen cezanın yarısından bir katına kadar bu hak ve yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına karar verileceği, adli para cezası yönünden bu cezanın, para cezasının tamamen infazından sonra işlemeye başlayacağı, altıncı fıkrasında da, belli bir meslek veya sanatın yada trafik düzeninin gerektirdiği dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla işlenen taksirli suçtan dolayı mahkumiyet halinde, üç aydan az ve üç yıldan fazla olmamak üzere, bu meslek veya sanatın icrasının yasaklanmasına yada sürücü belgesinin geri alınmasına karar verilebileceği, yasaklama ve geri almanın, hükmün kesinleşmesiyle yürürlüğe gireceği ve sürenin, cezanın tümüyle infazından itibaren işlemeye başlayacağı, 69 uncu maddesinde ise, cezaya bağlı olan veya hükümde belirtilen hak yoksunluklarının süresinin ceza zamanaşımı doluncaya kadar devam edeceği hüküm altına alınmıştır.

5237 sayılı Kanun, feri ceza olarak maddede sayılan ve mahkumiyete bağlı olarak verilen güvenlik tedbirlerini belirtmiş, 765 sayılı Kanundan farklı olarak, mahkum edilen kişinin, sürekli olarak belli haktan kullanmaktan yasaklanmasını sona erdiren bir düzenleme getirmiş, kasten işlenen suçlarda kişinin mahkum olduğu hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar hak yoksunluğundan mahrumiyeti öngörmüştür. Kanunun 53 üncü maddesinin beşinci ve altıncı fıkralarında, güvenlik tedbirlerinin, mahkumiyetten sonra devam edeceği durumlara ilişkin istisnalar düzenlenmiştir. 5237 sayılı Kanun, hak yoksunluğunu belli bir süreyle, genel olarak ta cezanın infazı ile sınırlandırmıştır. Dolayısıyla ceza infaz edildiğinde mahkumiyete bağlı hak yoksunluğu da herhangi bir mahkeme veya mercii kararına gerek olmaksızın ortadan kaldırılmış, 765 sayılı Kanundan kaynaklanan memnu hakların iadesi uygulaması sona erdirilmiştir.

Ancak, 5352 sayılı Adli Sicil Kanununun 2 nci maddesinde, hakkında Türk mahkemeleri veya yabancı ülke mahkemeleri tarafından kesinleşmiş ve Türk hukukuna göre tanınan mahkumiyet kararı bulunan Türk vatandaşları ile Türkiye’de suç işlemiş olan yabancıların kayıtları da dahil tüm adli sicil bilgilerinin, mahallinde bilgisayar ortamına aktarılmasını takiben, Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğündeki Merkezi Adli Sicilde tutulacağı, 4 üncü maddesinde, Türk mahkemeleri tarafından vatandaş veya yabancı hakkında verilmiş ve kesinleşmiş mahkumiyet hükümlerinin adli sicile kaydedileceği, 7 nci maddesinde, bu bilgilerin, kullanılış amacı belirtilmek suretiyle, kamu kurum ve kuruluşlarına, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına verilebileceği, 9 uncu maddesinde, adli sicildeki bilgilerin, cezanın veya güvenlik tedbirinin infazının tamamlanması, ceza mahkumiyetini bütün sonuçlarıyla ortadan kaldıran şikayetten vazgeçme veya etkin pişmanlık, ceza zamanaşımının dolması ve genel af halinde, Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce silinerek arşiv kaydına alınacağı, 12 nci maddesinde ise, arşiv bilgilerinin, ilgilinin ölümü üzerine ve her halde kaydın girildiği tarihten seksen yılın geçmesiyle tamamen silineceği, fiilin kanunla suç olmaktan çıkarılması halinde, bu suçtan mahkumiyete ilişkin adli sicil ve arşiv kayıtlarının, talep aranmaksızın tamamen silineceği, kanun yararına bozma veya yargılamanın yenilenmesi sonucunda verilen beraat veya ceza verilmesine yer olmadığı kararının kesinleşmesi halinde, önceki mahkumiyet kararına ilişkin adli sicil ve arşiv kaydının tamamen silineceği hüküm altına alınarak, hakkında kesinleşmiş mahkumiyet kararı bulunanların tüm adli sicil bilgilerinin adli sicile kaydedilmesi, Kanunun 9 uncu maddesinde gösterilen hallerden birinin varlığı halinde bu bilgilerin silinerek arşiv kaydına alınması, Kanunun 12 nci maddesinde gösterilen hallerden birinin varlığı halinde de
bu bilgilerin tamamen silinmesi düzenlenmiş, böylece kişilerin sona eren mahkumiyetlerine ilişkin bilgilerin, belli süreyle sınırlı olmak üzere, bu bilgilerin varlığına gerek duyan birimlerce görülebilmesi, değerlendirilebilmesi imkanı getirilmiştir.

Memnu hakların iadesine ilişkin mahkeme kararlan, mahkumiyeti ortadan kaldırmamakla beraber ceza mahkumiyetinden doğan bazı hakların kullanılmasına yönelik ehliyetsizlikleri geleceğe dönük olarak ortadan kaldırmaktadır. Devlet memuriyetinde iken veya memuriyete girmeden önce 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinde sayılan suçları işlemek suretiyle mahkum olan ve bu nedenle bu Kanunun 48 inci maddesinin (A) bendinin 5 numaralı alt bendinde gösterilen şartı taşımayanların, ilgili mahkemelerden memnu hakların iadesi kararı almaları durumunda Devlet memurluğuna atanabilecekleri ancak bu atama konusunda idarenin takdir yetkisi bulunduğu açıktır. Dairemizin 22.4.1992 günlü, E: 1992/126, K:
1992/150 sayılıkararı da bu hususu açıklığa kavuşturmuştur.

5237 sayılı Kanunda memnu hakların iadesine imkan veren hukuki yola yer verilmemekle birlikte, 765 sayılı Kanun süresiz olarak mahkumiyete bağlı hak yoksunluğunu düzenlediği halde memnu hakların iadesi gibi bir düzenlemeye yer vererek kişilerin süresiz şekilde hak yoksunluğuna mahkum olmamalarını sağladığı, 5237 sayılı Kanunun ise, mahkumiyete bağlı hak yoksunluklarını belli sürelerle sınırlayarak, bu yoksunluğun kişinin hayatının sonuna kadar devam etmesine engel olduğu, hak yoksunluğu sona erince de kişinin toplumun diğer bireyleri gibi kanunlar çerçevesinde haklarını kullanabilmesine imkan tanıdığı görülmektedir.

Bu durumda, Devlet memuru iken 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinde sayılan suçların herhangi birinden mahkum olan ve bu mahkumiyete bağlı olarak belli hakları kullanmaktan yasaklanan, söz konusu mahkumiyeti nedeniyle memuriyeti sona eren kişiler ile Devlet memurluğuna atanmadan önce söz konusu suçların herhangi birinden mahkum olan ve bu mahkumiyete bağlı olarak belli hakları kullanmaktan yasaklanan, bu mahkumiyeti nedeniyle Devlet memurluğuna atanma şartlarını taşımayan kişilerin, hak yoksunlukları sona ererek yasaklanan haklarını yeniden kazanmaları durumunda, Devlet memurluğuna atanmalarının mümkün olduğu ancak, ilgililerin arşiv kaydına alınan adli sicil bilgileri de göz önüne alınmak suretiyle idarelerin bu atamalar konusunda takdir yetkileri bulunduğu sonucuna varılarak dosyanın Danıştay Başkanlığına sunulmasına 13.3.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.

TECİL EDİLEN MAHKUMİYET NEDENİYLE MEMURİYETE SON VERİLİP VERİLMEYECEĞİ-ERTELEME

T.C.
DANIŞTAY
1.DAİRE

ESAS:2009/221
KARAR: 2009/535
TARİH:25.3.2009

ÖZET : 657 sayılı Kanunun 48. maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde belirtilen hapis cezaları ve sayılan suçlarla ilgili olarak 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun 6. maddesi ile 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 95. maddesinin yürürlükte bulunduğu dönemde verilmiş mahkumiyetin teciline ilişkin kararlar karşısında; tecil süresi sonunda mahkumiyet esasen vaki olmamış sayılacağından, 765 sayılı Kanunun 95. maddesi uyarınca deneme süresinin beklenmesi gerektiğinden, halen görevde bulunan personelin, 657 sayılı Kanunun 48. maddesinin A bendinin 5 inci alt bendi ile 98 inci maddesinin b bendi hükmü uygulanmak suretiyle görevine son verilemeyecektir.

DAVA : 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun “Hapis cezasının ertelenmesi” ve “Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma” başlıklı 51 inci ve 53 üncü maddeleri, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun “Hükmün açıklanmasının geri bırakılması” başlıklı 231 inci maddesi, lehe olan kanun hükümlerinin uygulanmasına dair 5237 sayılı Kanunun 7 nci maddesi, 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 98 inci ve 101 inci maddeleri ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendi hükümleri dikkate alınarak, 765 sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlükte bulunduğu dönemde işlenen 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde sayılan suçlardan dolayı verilen, ancak tecil edilen mahkumiyet nedeniyle memuriyete son verilip verilmeyeceği hususunda düşülen duraksamanın giderilmesi istemine ilişkin Başbakanlığın 6.2.2009 gün ve Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğünün 215/509 sayılı yazısına ekli Bayındırlık ve İskan Bakanlığının 14.10.2008 gün ve 205/4078 sayılı yazısında aynen;

“Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü, Mersin … Bölge Tapu Sicil Müdürlüğü emrinde ve 657 sayılı Yasa’nın 4/B maddesi kapsamında “Sözleşmeli büro personeli” olarak istihdam edilen … hakkında, Mersin 2. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 10.6.2004 tarihli ve E: 2004/271, K: 2004/582 sayılı mahkumiyet ( Tecilli )kararı ilişik ( Ek-1 )de, Bu konuda Mersin Valiliği İl Emniyet Müdürlüğünden alınan 15.2.2008 tarihli ve 015915 sayılı yazı ( Ek-2 )de, bu konuda İdaremiz Personel Dairesi Başkanlığınca Hukuk Müşavirliği birimine yazılan görüş verilmesi istemli 28.2.2008 tarihli ve 7540 sayılı yazı ( Ek-3 )de sunulmaktadır.

Bu personel hakkında; 765 sayılı ( Mülga )Türk Ceza Kanunu’nun 95 inci maddesindeki tecil ile 5237 sayılı Yeni Türk Ceza Kanunu’nun 51 inci maddesindeki erteleme hükümlerinden hangisinin uygulanması gerektiği konusunda ve yapılacak uygulamaya esas alınacak görüşlerinin bildirilmesi istemiyle Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’ne yazılan 8.5.2005 tarihli ve 2155 sayılı yazımız ( Ek-4 )de, bu yerden cevaben alınan 8.7.2008 tarihli ve 40057 sayılı yazı ile ( Ek-5 )de yer almaktadır.

Sözleşmeli personel çalıştırılmasına ilişkin olarak 28.6.1978 tarih ve 16330 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 6.6.1978 tarih ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının 9.2.1979 tarihinde değiştirilen 12. maddesi hükmüne göre, sözleşmeli olarak çalıştırılacakların, ilgili kurumun saptayacağı özel koşulların yanı sıra 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun değişik 48 inci maddesinin ( A )fıkrasının 4,5,6 ve 7 inci bentlerinde belirtilen koşulları taşımaları da gerekmektedir.

Konuyla ilgili olarak Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’nden cevaben alınan söz konusu yazının sonuç kısmında,

“Bu itibarla;

1- 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 48/A maddesinin beşinci fıkrasında “afta uğramış olsalar bile” şeklinde başlayan ve tek tek sayılan suçlardan dolayı verilen ve tecil edilmiş mahkumiyetlerin Devlet memurluğuna atanmaya veya Devlet memuru görevini sürdürmeye engel teşkil edeceği,

2- Hakkında anılan suçlardan dolayı tecil edilmiş mahkumiyeti bulunan kişilerin deneme süresini iyi halli geçirmesi üzerine adli sicil kayıtları silinse bile, bu bilgiler arşiv kaydına alınacağından ve Adli Sicil Yönetmeliğinin 12 inci maddesi gereğince ilgili kurum ve kuruluşlar, Devlet memuru olarak istihdam edileceklerin arşiv bilgilerine ulaşabileceğinden, yapılacak müracaatlarda kişinin göreve alınıp alınmama veya kişinin göreve devam edip etmemesi hususunun değerlendirilmesinin muhatap idareye ait bir keyfiyet olduğu,

Lüzum görüldüğü takdirde 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun 23/e maddesi gereğince Danıştay Başkanlığından mütalaa talep edilebileceğinin düşünüldüğü” ifade edilmiştir.

Ancak; Adalet Bakanlığı yazısı sonuç kısmının birinci bendinde böyle bir durumdaki ( Elektrik hırsızlığı suçundan tecil edilmiş mahkumiyeti bulunma )personelin tecil edilmiş mahkumiyeti yönünden Devlet memuru ( Sözleşmeli personel olması gerekiyor. )görevini sürdüremeyeceği ifade edilmiş iken, yazının ikinci bendinde bu personelin göreve devam edip etmemesi hususunun muhatap idareye ait olduğu belirtilmekte her iki bendinde aslında birbiriyle çeliştiği kanaati hasıl olmuştur. Diğer taraftan; Adalet Bakanlığı yazısındaki sonuç kısmı birinci bendin, yazının beşinci sayfasında yer alan açıklamalarla da bizatihi çeliştiği düşünülmektedir.

Ayrıca; mahkumiyet ( Erteleme )kararının verildiği tarih itibariyle mer’i olan 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu hükümlerinin, özellikle 95. madde yönünden ilgilisi için müktesep hak teşkil edip etmeyeceği yönünden herhangi bir değerlendirme yapılmadığı da görülmektedir. Halbuki Anayasanın 38 inci maddesinin “Kimse işlediği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.”

Suç ve ceza zamanaşımı ile ceza mahkumiyetinin sonuçları konusunda da yukarıdaki fıkra uygulanır.” hükmü karşısında böyle bir değerlendirmenin yapılmasında mutlak zaruret bulunduğu akla gelmektedir.

Diğer taraftan; aynı sebeplerle, 8.2.2008 tarihinde 5728 sayılı Yasa ile 657 sayılı Yasanın 48/A-5 maddesinde yapılan değişiklikle; tecilin, bu madde metninde sayılan bütün suçlara şamil hale geldiği hususu ile tecil müessesesini bütün yönleriyle açıklayan Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun 15.11.1990 tarihli ve 1990/2-2 E-K sayılı kararında yer alan tespit ve değerlendirmelerin adı geçen personel hakkında mutlaka göz önünde bulundurulması gerektiği de düşünülmektedir. Kaldı ki; adı geçen personel geçici işçi statüsünde çalışmakta iken 21.4.2007 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 5620 sayılı Kanun’un 2 inci maddesine göre sözleşmeli personel statüsü ne geçirilmiş olup, bu statüde çalışmakta iken belirlenen bir tecilli mahkumiyet kararına binaen, görevine son vermek değil, olsa olsa bu mahkumiyet hali ile de çalışmaya devam edebileceği önceki statüsü ne iade edilmesi gerektiği de tarafımızca değerlendirilmektedir.

Belirtilen tüm bu sebeplerle, konunun bir kez de Danıştay Başkanlığınca incelenerek uygulamaya ve yapılacak işleme esas olacak nihai görüşünün alınması amacıyla, yazımız ve eklerinin 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 23/e maddesi gereğince Danıştay Başkanlığına havalesini arz ederim.” denilmektedir.

Dairemizce yapılan çağrı üzerine gelen Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdür Yardımcısı … , Devlet Personel Başkanlığı Daire Başkanı … , Uzman .. ” Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü Daire Başkanı … , Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü Tetkik Hakimi … , Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Hukuk Müşaviri … ile Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Hukuk Müşaviri … ‘ın açıklamaları dinlendikten sonra konu incelenerek,

Gereği Görüşülüp Düşünüldü :

KARAR : 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun “Hapis cezasının ertelenmesi” ve “Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma” başlıklı 51 inci ve 53 üncü maddeleri, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun “Hükmün açıklanmasının geri bırakılması” başlıklı 231 inci maddesi, lehe olan kanun hükümlerinin uygulanmasına dair 5237 sayılı Kanunun 7 nci maddesi, 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 98 inci ve 101 inci maddeleri ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendi hükümleri dikkate alınarak, 765 sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlükte bulunduğu dönemde işlenen, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde sayılan suçlardan dolayı verilen, ancak tecil edilen mahkumiyet nedeniyle memuriyete son verilip verilmeyeceği hususunda düşülen duraksamanın giderilmesi istenilmektedir.

Konu, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde ve Türk Ceza Kanununda yapılan değişiklikler dikkate alınarak üç aşamada ele alınmıştır:

Birinci aşama, 657 sayılı Kanunun 18.1.1991 tarihine kadar yürürlükte kalan 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bent hükmü ile o tarihte yürürlükte bulunan 765 sayılı Türk Ceza Kanununun tecile ilişkin 95 inci maddesi hükmünün uygulanmasına ilişkindir. 657 sayılı Kanunun, 29.11.1984 tarih ve 243 sayılı KHK ile değişik 48 A-5 maddesi;

“Taksirli suçlar hariç olmak üzere ağır hapis veya 6 aydan fazla hapis veyahut afta uğramış olsalar bile Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyeti kıncı suçtan veya istimal ve istihlak kaçakçılığı hariç kaçakçılık, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından dolayı hükümlü bulunmamak” hükmünü içermektedir.

Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 25.1.1991 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 15.11.1990 tarih ve E: 1990/2, K: 1990/2 sayılı kararında; yukarıda açıklanan hüküm, 765 sayılı Ceza Kanununun tecille ilgili hükümleri açısından ayrıntıları ile tartışılmış ve tecilde suç ayrımı yapılmayacağı, tecilin mahkumiyete bağlı ehliyetsizlikleri de kapsamına aldığı ve tecil edilmiş mahkumiyete bağlı ehliyetsizliğin, deneme süresi içinde uygulanmasının mümkün olmadığı, koşullara uygun olarak geçirilen deneme süresi sonunda mahkumiyetin esasen vaki olmamış sayılacağı, bu nedenle, tecil edilmiş mahkumiyetler esas alınarak Devlet memurlarının görevlerine son verilemeyeceği sonucuna varılmıştır.

İkinci aşama, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinde 3697 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle ortaya çıkan hukuki durumla ilgilidir. 657 sayılı Kanunun, 18.1.1991 tarihinde yürürlüğe giren 3697 sayılı Kanunla değişik 48-A-5 maddesi;

“Taksirli suçlar ve aşağıda sayılan suçlar dışında tecil edilmiş hükümler hariç olmak üzere, ağır hapis veya 6 aydan fazla hapis veyahut affa uğramış olsalar bile Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla, zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolaylı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyeti kırıcı suçtan veya istimal ve istihlak kaçakçılığı hariç kaçakçılık, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından dolayı hükümlü bulunmamak” hükmünü taşımaktadır.

Yapılan değişiklikle, 657 sayılı Kanunun 48-A-5 maddesine “aşağıda yazılı suçlar dışında tecil edilmiş hükümler hariç” ibaresi eklenerek anılan hükümde tek tek sayılan suçlarla ilgili olarak verilen tecil kararlarının memuriyete engel olduğu hususu düzenlenmiştir. Bir başka değişle bu değişiklik, yukarıda açıklanan Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun E: 1990/2, K:1990/2 sayılı Kararının, 48-A-5 maddesinde tek tek sayılan suçlar açısından uygulanmayacağını ve bu suçlar nedeniyle tecil edilmiş mahkumiyetlerin, Devlet memurluğuna son verilmesini gerekli kıldığını hükme bağlamıştır.

Nitekim, 657 sayılı Kanunun 48-A-5 maddesindeki değişiklikle ilgili olarak Danıştay Birinci Dairesinin 9.10.1991 tarih ve E: 1991/130, K: 1991/301 sayılı kararında; ” Sonuç olarak 18.1.1991 tarihinden önce işlenen suçlar nedeniyle verilen tecil edilmiş mahkumiyetlerin Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulu kararı karşısında, cezanın süresi veya şekli, suçun nev-i ayrımı yapılmadan Devlet memurunun görevine son verilmesini gerektirmeyeceği, bu şekilde görevine son verilenlerin de görevlerine dönebileceği, 3697 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 18.1.1991 tarihinden sonra işlenen suçlarda ise, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin ( A )bendinin 5 inci fıkrasında sayılan suçlar dışındaki bir suç nedeniyle 6 aydan fazla hapis veya ağır hapis cezası alıp, bu cezaları tecil edilmiş olanların görevlerine dönebilecekleri” yolunda görüş bildirilmiştir.

Uygulama bu yönde devam ederken Türk Ceza Hukukunda geniş kapsamlı değişiklikler yapılmış, 26.9.2004 tarih ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, 4.12.2004 tarih ve 5271 sayılı Ceza Mahkemesi Kanunu ile 13.12.2004 tarih ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun yürürlüğe konulmuştur.

Üçüncü aşama, Türk Ceza Hukukunda yapılan yeni düzenlemeler karşısında, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde değişiklik yapılması sonucu oluşan yeni hukuki durumun değerlendirilmesine ilişkindir.

657 sayılı Kanunun 23.1.2008 tarih ve 5728 sayılı Kanunla değişik 48-A-5 maddesi; “Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, milli savunmaya karşı suçlar, Devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk, zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından dolayı mahkum olmamak” şeklindedir.

Bu değişiklik sonucunda; ” tecil edilmiş hükümler hariç” ifadesiyle tecil müessesesine yapılan gönderme kaldırılmış, yeni Türk Ceza Kanununun “Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma” başlıklı 53 üncü maddesine atıf yapılmış, ceza süresi koşulu yönünden ağır hapis cezası kaldırılarak yerine bir yıl veya üstü hapis cezası getirilmiş, suç türü yönünden de yeni Türk Ceza Kanunundaki sınıflandırmaya uygun belirleme yapılarak suçlar sayılmıştır.

5237 sayılı yeni Ceza Kanununun “Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma” başlıklı 53 üncü maddesi;

” ( 1 )Kişi, kasten işlemiş olduğu suçtan dolayı hapis cezasına mahkumiyetin kanuni sonucu olarak;

a )Sürekli, süreli veya geçici bir kamu görevinin üstlenilmesinden; bu kapsamda, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliğinden veya Devlet, il, belediye, köy veya bunların denetim ve gözetimi altında bulunan kurum ve kuruluşlarca verilen, atamaya veya seçime tabi bütün memuriyet ve hizmetlerde istihdam edilmekten,

b )Seçme ve seçilme ehliyetinden ve diğer siyasi hakları kullanmaktan,

c )Velayet hakkından; vesayet veya kayyımlığa ait bir hizmette bulunmaktan,

d )Vakıf, dernek, sendika, şirket, kooperatif ve siyasi parti tüzel kişiliklerinin yöneticisi veya denetçisi olmaktan,

e )Bir kamu kurumunun veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşunun iznine tabi bir meslek veya sanatı, kendi sorumluluğu altında serbest meslek erbabı veya tacir olarak icra etmekten,

Yoksun bırakılır.

( 2 )Kişi işlemiş bulunduğu suç dolayısıyla mahkum olduğu hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar bu hakları kullanamaz.

( 3 )Mahkum olduğu hapis cezası ertelenen veya koşullu salıverilen hükümlünün kendi altsoyu üzerindeki velayet, vesayet ve kayyımlık yetkileri açısından yukarıdaki fıkralar hükümleri uygulanmaz. Mahkum olduğu hapis cezası ertelenen hükümlü hakkında birinci fıkranın ( e )bendinde söz konusu edilen hak yoksunluğunun uygulanmamasına karar verilebilir. ( 4 )Kısa süreli hapis cezası ertelenmiş veya fiili işlediği sırada onsekiz yaşını doldurmamış olan kişiler hakkında birinci fıkra hükmü uygulanmaz.

( 5 )Birinci fıkrada sayılan hak ve yetkilerden birinin kötüye kullanılması suretiyle işlenen suçlar dolayısıyla hapis cezasına mahkumiyet halinde, ayrıca, cezanın infazından sonra işlemek üzere, hükmolunan cezanın yarısından bir katına kadar bu hak ve yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına karar verilir. Bu hak ve yetkilerden birinin kötüye kullanılması suretiyle işlenen suçlar dolayısıyla sadece adli para cezasına mahkumiyet halinde, hükümde belirtilen gün sayısının yarısından bir katına kadar bu hak ve yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına karar verilir. Hükmün kesinleşmesiyle icraya konan yasaklama ile ilgili süre, adli para cezasının tamamen infazından itibaren işlemeye başlar.

( 6 )… “

Bu maddeye göre özetle;

Kasten işlenmiş olan suçtan dolayı hapis cezasına mahkumiyetin kanuni sonucu olarak kişi, birinci fıkrada sayılan hakları kullanmaktan yoksun bırakılacak,

– Mahkum olduğu hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar, kişinin hak ve yetki yoksunluğu sürecek,

– Hapis cezası ertelense bile üçüncü fıkrada sayılan istisnalar hariç, yine bu hak ve yetkileri kullanmaktan yoksun bırakılacak,

– Beşinci fıkradaki koşullar oluştuğunda, cezanın infazından sonra işleyecek süre içinde de hak ve yetki yoksunluğu devam edecek,

– İnfaz tamamlandığında veya infazdan sonra verilen ek süre bittiğinde, kişinin hak ve yetki yoksunluğu ortadan kalkacaktır.

Ancak, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde geçen ”Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile” ifadesi; bu alt bentde süre ( bir yıl veya daha fazla süreli )yönünden belirlenen hapis cezasına veya tür ( casusluk, zimmet, hırsızlık gibi )itibariyle sayılan suçlardan dolayı mahkûmiyet halinde, cezanın infaz süresi veya ek süre tamamlanarak hak ve yetki yoksunluğu kalksa bile, mahkumiyet kararı kalkmadığı için Devlet memurluğuna atama hakkını kazandırmamakta, nitelik kaybı nedeniyle memuriyete son verilmesini gerektirmektedir. Mahkumiyetin ertelenmiş olması da bu durumu değiştirmemektedir. Sonuç olarak, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci altbendi hükmü, bu hükümde belirlenen süreli hapis cezası veya nevi sayılan suçlardan mahkumiyet halinde, Devlet memurluğuna atanma ve memuriyeti sürdürme hak ve yetkisini süresiz olarak ortadan kaldırmaktadır.

5237 sayılı Türk Ceza Kanununun “Hapis cezasının ertelenmesi” başlıklı 51 inci maddesi ise;

” ( 1 )İşlediği suçtan dolayı iki yıl veya daha az süreyle hapis cezasına mahkum edilen kişinin cezası ertelenebilir. Bu sürenin üst sınırı, fiili işlediği sırada onsekiz yaşını doldurmamış veya altmışbeş yaşını bitirmiş olan kişiler bakımından üç yıldır. Ancak, erteleme kararının verilebilmesi için kişinin;

a )Daha önce kasıtlı bir suçtan dolayı üç aydan fazla hapis cezasına mahkum edilmemiş olması,

b )Suçu işledikten sonra yargılama sürecinde gösterdiği pişmanlık dolayısıyla tekrar suç işlemeyeceği konusunda mahkemede bir kanaatin oluşması,

Gerekir.

( 2 )Cezanın ertelenmesi, mağdurun veya kamunun uğradığı zararın aynen iade, suçtan önceki hale getirme veya tazmin suretiyle tamamen giderilmesi koşuluna bağlı tutulabilir. Bu durumda, koşul gerçekleşinceye kadar cezanın infaz kurumunda çektirilmesine devam edilir. Koşulun yerine getirilmesi halinde, hakim kararıyla hükümlü infaz kurumundan derhal salıverilir.

( 3 )Cezası ertelenen hükümlü hakkında, bir yıldan az, üç yıldan fazla olmamak üzere, bir denetim süresi belirlenir. Bu sürenin alt sınırı, mahkum olunan ceza süresinden az olamaz.

( 4 )…

( 5 )…

( 6 )…

( 7 )Hükümlünün denetim süresi içinde kasıtlı bir suç işlemesi veya kendisine yüklenen yükümlülüklere, hakimin uyarısına rağmen, uymamakta ısrar etmesi halinde; ertelenen cezanın kısmen veya tamamen infaz kurumunda çektirilmesine karar verilir.

( 8 )Denetim süresi yükümlülüklere uygun veya iyi halli olarak geçirildiği takdirde, ceza infaz edilmiş sayılır. ” hükmünü içermektedir.

765 sayılı eski Türk Ceza Kanununun “tecil” ile ilgili 95/II maddesinde;

“Cürüm ile mahkum olan kimse hüküm tarihinden itibaren beş sene içinde işlediği diğer bir cürümden dolayı evvelce verilen ceza cinsinden bir cezaya yahut hapis veya ağır hapis cezasına mahkum olmazsa, cezası tecil edilmiş olan mahkumiyeti esasen vaki olmamış sayılır. Aksi takdirde her iki ceza ayrı ayrı tenfiz olunur.” hükmü yer almaktadır.

5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 51 inci maddesi ( erteleme )ile 765 sayılı Ceza Kanununun 95/II maddesi ( tecil )hükümleri karşılaştırıldığında, doğurduğu sonuç açısından bu iki müessese arasındaki en önemli fark; ertelemede, belirlenen denetim süresinin yükümlülüklere uygun veya iyi halli olarak geçirilmesi durumunda “cezanın infaz edilmiş sayılması”, tecilde ise hüküm tarihinden itibaren beş yıl içinde evvelce verilen ceza cinsinden veya hapis cezasını gerektiren yeni bir suç işlenmediği takdirde tecil edilen “mahkumiyetin esasen vaki olmamış sayılması” dır. Ayrıca, ertelemede denetim süresi içinde, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinin üçüncü fıkrası hükmü uyarınca, hak ve yetki yoksunluğu sürmekte; tecilde ise deneme süresi içerisinde mahkumiyete bağlı ehliyetsizlikler, askıya alınmaktadır.

Bu nedenle, hukuki menfaat yönünden tecil, ertelemeye kıyasla kişinin lehinedir.

Tecilin bu özelliği nedeniyle, Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun yukarıda değinilen 15.11.1990 tarih ve E: 1990/2, K: 1990/2 sayılı kararında, deneme süresi sonunda mahkumiyetin esasen vaki olmamış sayılacağı hükmünden hareketle tecil edilmiş mahkumiyetler esas alınarak Devlet memurlarının görevlerine son verilemeyeceği kabul edilmiştir.

Daha önce açıklandığı üzere ertelemede, denetim süresince hak yoksunluğu askıya alınmamakta ve denetim süresi sonunda da ceza infaz edilmiş olmasına rağmen, mahkumiyet ortadan kalkmamaktadır. Ancak, bu hukuki boşluk, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 231 inci maddesinde düzenlenen “hükmün açıklanmasının geri bırakılması” müessesi ile doldurulmuştur.

5271 sayılı Ceza Mahkemesi Kanununun “Hükmün açıklanması ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması” başlıklı 231 inci maddesinin konumuzla ilgili görülen hükümleri aşağıya çıkarılmıştır:

Madde 231- ( 5 )”Sanığa yüklenen suçtan dolayı yapılan yargılama sonunda hükmolunan ceza, iki yıl veya daha az süreli hapis veya adli para cezası ise; mahkemece, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilir. Uzlaşmaya ilişkin hükümler saklıdır. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması, kurulan hükmün sanık hakkında bir hukuki sonuç doğurmamasını ifade eder”

Madde 231- ( 10 )”Denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlenmediği ve denetimli serbestlik tedbirine ilişkin yükümlülüklere uygun davranıldığı takdirde, açıklanması geri bırakılan hüküm ortadan kaldırılarak, davanın düşmesi kararı verilir.”

Buna göre, hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı, yüklenen suçtan dolayı kurulan hükmün, sanık hakkında bir hukuki sonuç doğurmamasını ifade etmekte, denetim süresinin koşulları uygun olarak geçirilmesi durumunda da açıklanması geri bırakılan hüküm ortadan kalkmakta ve ceza davası düşmektedir. Bir başka anlatımla, kişinin sanıklık durumu devam etmekte ve hakkındaki mahkumiyet kararı hiç açıklanmaksızın denetim süresi sonunda ceza davası ortadan kalkmaktadır.

Hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin hükümler ile 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanununun 95 inci maddesinde düzenlenen tecil hükümleri karşılaştırıldığında; beş yıllık denetim süresi sonunda, birinde kişi hakkındaki ceza davası düşmekte, diğerinde ise mahkumiyet esasen vaki olmamış sayılmakta ve denetim süresince hak yoksunluğu uygulanmamaktadır. Bu bakımdan doğurdukları hukuki sonuç itibariyle her iki müessese arasında benzerlik vardır.

Öte yandan, T.C. Anayasasının 38 inci maddesinin; “Kimse, işlediği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.” şeklindeki birinci fıkra hükmüyle aynı maddenin ikinci fıkrasındaki “Suç ve ceza zaman aşımı ile ceza mahkumiyetinin sonuçları konusunda da yukarıdaki fıkra uygulanır.” hükmünün de konunun değerlendirilmesinde dikkate alınması gerekmektedir.

Somut olayda, Mersin … Tapu Sicil Müdürlüğünde geçici işçi olarak çalışan kişinin, daha sonra 657 sayılı Kanunun 4/B maddesine göre sözleşmeli personel statüsüne geçirildiği, işçi statüsünde çalıştığı dönemde elektrik hırsızlığı suçundan Mersin 2 nci Asliye Ceza Mahkemesinde hakkında açılan dava sonucunda, Mahkemenin 10.4.2004 tarih ve E: 2004/271, K: 2004/582 sayılı kararıyla tecilli mahkumiyet kararı verildiği, sözleşmeli personel çalıştırılmasına ilişkin esasları düzenleyen 6.6.1978 tarih ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının 12 inci maddesi hükmü uyarınca sözleşmeli personel statüsünde çalışanların da 657 sayılı Kanunun 48/A-5 bendinde belirtilen koşulları taşıması gerektiği anlaşılmaktadır.

Buradaki duraksama, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde sayılan hapis cezaları ve suçlar açısından 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun 6 ncı maddesi ile 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 95 inci maddesinin yürürlükte bulunduğu dönemde verilen “tecil” kararlarının nasıl uygulanacağına ilişkindir.

657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde yer alan “Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile” ifadesi ile “Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakııma” başlıklı 53 üncü maddeye ve 53. maddenin üçüncü fıkrası ile de 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun “Hapis cezasının ertelenmesi” başlıklı 51 inci maddesine gönderme yapılmıştır. Bu gönderme, 765 sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlükte bulunduğu dönemde verilmiş tecil kararlarının, etki ve sonuç bakımından halen görevde bulunan Devlet memurlarına uygulanmasına engel teşkil etmemektedir. Bir başka ifadeyle, ortada 5237 sayılı Ceza Kanununun 51 inci maddesine göre verilmiş bir erteleme kararı değil, 647 ve 765 sayılı Kanunlara göre verilmiş tecil kararı bulunmaktadır.

SONUÇ : Bu bağlamda Anayasanın yukarıda açıklanan hükmü ve Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 25.1.1991 tarih ve 20766 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 15.11.1990 tarihli, E: 1990/2 ve 1990/2 sayılı kararı da dikkate alınarak 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendinde belirtilen hapis cezaları ve sayılan suçlarla ilgili olarak 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun 6 ıncı maddesi ile 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 95 inci maddesinin yürürlükte bulunduğu dönemde verilmiş mahkumiyetin teciline ilişkin kararlar karşısında; tecil süresi sonunda mahkumiyet esasen vaki olmamış sayılacağından, 765 sayılı Kanunun 95 inci maddesi uyarınca deneme süresinin beklenmesi gerektiğinden, halen görevde bulunan personelin, 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinin A bendinin 5 inci alt bendi ile 98 inci maddesinin b bendi hükmü uygulanmak suretiyle görevine son verilemeyeceği sonucuna varılarak dosyanın Danıştay Başkanlığına sunulmasına, 25.03.2009 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

KAMULAŞTIRMA BEDEL TESPİTİ VE TESCİL DAVASI

T.C.
GAZİANTEP
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
6. HUKUK DAİRESİ

DOSYA NO : 2019/352
KARAR NO : 2020/924
KARAR TARİHİ : 07/10/2020

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
İ S T İ N A F K A R A R I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : Şanlıurfa 3. Asliye Hukuk Mahkemesi
NUMARASI : 2013/573 Esas, 2018/498 Karar
TARİHİ : 05/06/2018
DAVACI :1- Şanlıurfa Belediye Başkanlığı (Yerine)6360 Sayılı yasa uyarınca Şanlıurfa Büyükşehir Belediye Başkanlığı Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü
DAVALILAR : 1- İbrahim Halil A.
2- Münir T.
VEKİLİ : Av. Selim Hartavi
DAVA TÜRÜ : Kamulaştırma (Bedel Tespiti Ve Tescil)
DAVANIN TARİHİ : 26/09/2013
İSTİNAF KARARININ
YAZILDIĞI TARİH : 07/10/2020

İstinaf incelemesine konu dava, kamulaştırma bedelinin tesbiti ve idare adına tescil davası olup, ilk derece mahkemesi tarafından davanın kabulüne karar verilmiş ve taraf vekilleri tarafından istinaf kanun yoluna başvurulmuş olmakla yapılan inceleme sonucunda;
GEREĞİ GÖRÜŞÜLÜP DÜŞÜNÜLDÜ :
Tarafların İddia ve Savunmalarının Özeti:Davacı vekilinin ilk derece mahkemesine sunmuş olduğu dava dilekçesinde özetle; Şanlıurfa Belediyesince imara açılan Yenice Direkli ve Maşuk Bölgelerinin alt yapı projesi ile içme suyu şebekelerinin ana isale hatları projesi kapsamında davalıların da maliki olduğu Şanlıurfa İli, Merkez İlçesi, Dağeteği Köyü, 442 parsel sayılı taşınmazın 417,80m2 daimi irtifak hakkının acele kamulaştırmasına dair el koyma kararı alındığını, kamulaştırma kanunu uyarınca tespit edilen bedelin bankaya bloke edildiğini, bu bedelin taşınmazın gerçek değerinden yüksek olduğunu, fazla yatırılan meblağın iadesi gerekmekte olduğunu, ecele el koyma davasında yapılan tespitleri kabul etmediklerini, öncelikle %200 değer artışını kabul etmenin mümkün olmadığını, yapılacak keşif ve aldırılacak bilirkişi raporu ile taşınmazın gerçek değerinin ortaya çıkacağını belirterek davalılar adına kayıtlı Şanlıurfa İli, Merkez İlçesi, Dağeteği Köyü 442 parsel sayılı taşınmazın 417,80m2 daimi irtifak hakkı kamulaştırma bedelinin tespitine dava konusu Dağeteği Köyü 442 parsel sayılı taşınmazın 417,80 m2 daimi irtifak hakkı nedeniyle taşınmazın kamulaştırılan kısmının müvekkili adına tesciline karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

Davalı vekilinin ilk derece mahkemesine sunmuş olduğu cevap dilekçesinde özetle; Kamulaştırma kanunu 7 ve 8 maddeleri bedel tespiti ve tescil davası için dava şartı niteliğinde olduğundan bu hükümlere riayet edilmeden açılan davanın ön şart yokluğundan reddedilmesi gerektiğini, idarenin kamulaştırılan taşınmaz malın bedelinin tespitini ve idare adına tescilini mahkemeden istemi hakkının doğması için öncelikle yasanın 8.madde hükmü uyarınca mal sahibi ile anlaşma yolu ile satın alma girişiminin sonuçsuz kalması gerektiğini, dava konusu alan mücavir alan sınırları içerisinde yer alıp imar planı içerisinde belediyenin tüm hizmetlerinden yararlanmakta olduğunu, davalı idare tarafından yapılan kısmi kamulaştırma işlemi dava konusu taşınmazın değer azalışına sebebiyet verdiğini öncelikle dava şartı yokluğundan reddine mahkeme aksi kanaatte ise dava konusu taşınmazın gerçek bedelinin tespitine karar verilmesini talep etmiştir.

İlk Derece Mahkemesi Kararının Özeti:

İlk derece mahkemesinde yapılan yargılama sonucunda davanın kabulü ile; Şanlıurfa İli, Merkez Dağeteği Mahallesi 442 parsel sayılı davalılar adına kayıtlı taşınmazın fen bilirkişisi Recep Sürücü tarafından hazırlanan 19/01/2018 tarihli rapor krokide A harfi ile işaretli ve mavi renk ile taranan 417,80m2 yüz ölçümündeki bölümü yönünden davacı Şanlıurfa Büyükşehir Belediye Başkanlığı ŞUSKİ Genel Müdürlüğü lehine daimi irtifak hakkının tesisine ve bu hakkın tapuya kayıt ve tesciline, Şanlıurfa İli, Merkez Dağeteği Mahallesi 442 parsel sayılı taşınmazın fen bilirkişisi Recep Sürücü tarafından hazırlanan 19/01/2018 tarihli rapor krokide A harfi ile işaretli ve mavi renk ile taranan 417,80m2 yüz ölçümündeki bölümünün irtifak kamulaştırması kapsamında kamulaştırma bedelinin 55.453,36-TL olarak tespitine, dair karar verilmiştir.

Taraflarca İleri Sürülen İstinaf Sebepleri:

1-)Davacı vekili tarafından yasal süresi içerisinde ilk derece mahkemesi kararına karşı özet olarak ;
-İlk derece mahkemesince verilen kararın usul ve yasaya aykırı olduğu,
-Dava konusu taşınmaz bakımında acele el koyma kararı alınması nedeniyle bilirkişi raporunda irtifak bedeli belirlenmiş davalının söz konusu ücreti bankadan tahsil ettiği ancak tapuda ferağa yanaşmadığından davanın ikame edildiği,
-Hükme esas alınan bilirkişi raporunun gerçeklikten uzak usul ve yasaya aykırı olarak hazırlandığı ve hükme esas alınamayacak nitelikte olduğu,
-Dava konusu taşınmazı arsa olarak değerlendirmenin hatalı olduğu,
-Dava konusu taşınmaza emsal olarak alınan taşınmazın uygun emsal olmadığı,
-Acele el koyma dosyasında alının bilirkişi raporunun, dosyada alınan bilirkişi raporundan daha nesnel ve güncel olduğu, gerekçeleri ile istinaf kanun yoluna başvurmuştur.
2-)Davalılar vekili tarafından yasal süresi içerisinde ilk derece mahkemesi kararına karşı özet olarak ;
-İlk derece mahkemesince hükme esas alınan bilirkişi kurulu raporunun hüküm kurmaya elverişli olmadığı,
-Dava konusu taşınmaza emsal alınan taşınmazın kıymetini olumlu/olumsuz etkileyen hiç bir unsur belirtilmediği,
-Dava konusu taşınmazın talep fazlalığı olan bir bölge içerisinde olup olmadığı konusunda herhangi bir değerlendirme yapılmadığı,
-İlk derece mahkemesince hükme esas alınan raporlar arasında birim fiyat yönünden çelişki bulunmakta olup bu çelişki de giderilmediği,
– Dava konusu taşınmaza dop oranının %40 şeklinde mutlak olarak esas alınması doğru olmadığı,
-Anapara üzerinden faiz işletilmesi gerekirken bakiye alacak yönünden faiz işletilmesinin yasaya aykırı olduğu gerekçeleri ile istinaf kanun yoluna başvurmuştur.
Delillerin Değerlendirilmesi ve Gerekçe:
Bölge Adliye Mahkemesince istinaf talebinin değerlendirilerek incelemeye alınabilmesi için 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 352. maddesinde sayılan ön inceleme koşullarının gerçekleşmiş olması zorunludur. Bu maddede sayılan koşullardan birinin mevcut olmaması halinde istinaf başvurusunun reddedilmesi gerekir. Bu şartlar kamu düzeninden olup yargılamanın her aşamasında re’sen dikkate alınmaktadır. İstinaf talebine konu eldeki dosya kapsamı incelendiğinde, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 352. maddesinde sayılan ön inceleme koşullarında herhangi bir eksiklik bulunmadığı, istinaf talebinin kabul edilebilir olduğu tespit edilmiştir.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 353/1-a maddesinde 6 bent halinde belirtilen koşulların varlığı durumunda ise davanın esası incelenmeden ilk derece mahkemesinin kararının kaldırılmasına ve davanın yeniden görülmesi için dosyanın ilk derece mahkemesine gönderilmesine karar verileceği aynı maddede düzenlenmiştir. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 353/1-a maddesi 6. bendinde, tarafların davanın esasıyla ilgili olarak gösterdikleri delillerin hiçbiri toplanmadan veya gösterilen deliller hiç değerlendirilmeden ilk derece mahkemesince karar verilmiş olması istinaf aşamasında duruşma yapılmadan istinaf başvurusunun kabulüne dair karar verilecek usul hatası olarak kabul edilmiştir.
İstinaf incelemesine konu dava :Kamulaştırma Kanunundan doğan kamulaştırma bedeli tesbit ve tescil davasıdır.
İstinaf talebine konu kamulaştırma bedel tespiti ve tescil kararına ilişkin dava dosyası incelendiğinde, aşağıda belirtilen hususlarda delillerin eksik toplandığı ve ayrıca ilk derece Mahkemesi kararında esaslı değerlendirme noksanlık ve hatalarının olduğu görülmüştür.
Şöyle ki :
1-)İlk derece mahkemesince hükme esas alınan bilirkişi raporunun yasaya uygun olarak hazırlanmadığı ve dolayısı ile hüküm kurmaya uygun olmadığı anlaşılmıştır.
Aynı kamulaştırma nedeniyle aynı mahallede bulunan 530 parsel sayılı taşınmazın kamulaştırma bedelinin tespiti için açılan ve Şanlıurfa 3. Asliye Hukuk mahkemesi’nin 2013/568 Esas ve 2017/507 Karar sayılı dosyası üzerinden yapılan yargılamada davaya konu taşınmaz arsa olarak değerlendirilmek suretiyle 2013 olan dava tarihi itibariyle metrekare birim değeri 439.73 TLm2 olarak tesbit edilmiş ve kararın istinaf edilmesi üzerine Gaziantep Bölge Adliye Mahkemesi 5. Hukuk Dairesi tarafından istinaf incelemesi yapılarak (Dairenin 2017/937 Esas – 2017/732 Karar sayılı dava dosyasında) aynı değerlendirme tarihi itibariyle 439,73 TL/m² değeri uygun bulunmuş ve istinaf isteminin reddine karar verilmiş olup,iş bu kararının temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 5.H.D. 2018/663 Esas ve 2019/13890 Karar sayılı ilamı ile bölge adliye mahkemesince verilen kararın onandığı anlaşılmıştır.
Böylece aynı kamulaştırma planında birbirine yakın olan iki taşınmaz arasında metrekare bedeli yönünden çelişki yaratılmış ve dava konusu taşınmaza bu taşınmazdan daha düşük bedel verilmesinin gerekçesi tartışılmadan davaya konu taşınmazın metrakaresinin 266,50 TL olarak tespiti uygun görülmemiştir.
Bu nedenle taraflara dava konusu taşınmaza yakın bölgelerden ve yakın zaman içinde satışı yapılan benzer yüzölçümlü satışları bildirmeleri için imkan tanınması, lüzumu halinde resen emsal celbi yoluna gidilmesi, dava konusu taşınmazın, değerlendirme tarihi itibariyle, emsal alınacak taşınmazın ise satış tarihi itibariyle imar ya da kadastro parselleri olup olmadığı ilgili Belediye Başkanlığı ve Tapu Müdürlüğünden sorulması, ayrıca dava konusu taşınmazın; imar planındaki konumu, emsallere olan mesafesini de gösterir krokisi ve dava konusu taşınmaz ile emsal taşınmazların resen belirlenen vergi değerleri ve emsal taşınmazların satış akit tablosu getirtilerek, dava konusu taşınmazın değerlendirmeye esas alınacak emsallere göre ayrı ayrı üstün ve eksik yönleri ve oranları açıklanmak suretiyle yapılacak karşılaştırma sonucu değerinin belirlenmesi bakımından, 24/11/2016 tarihli 29898 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 6754 sayılı Bilirkişilik Kanunu md. 39 ile değiştirilen 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 15. maddesindeki yeni düzenlemeler de nazara alınarak yasaya uygun şekilde yeniden oluşturulacak bilirkişi kurulu ile mahallinde keşif yapılarak alınacak rapor sonucuna göre hüküm kurulması gerektiği halde açıklanan hususlara uygun olmayan bilirkişi raporuna göre hüküm kurulması yasaya uygun görülmemiştir. (Aynı yönde Yargıtay 5. Hukuk Dairesi’nin 2012/23037 E ve 2013/748 K sayılı ilamı) yasaya uygun görülmemiştir.
2-)Dosyaya sunulan istinaf dilekçesinde davaya konu taşınmazın imar uygulamasına tabi tutulduğu iddia edilmiş olup,ilk derece mahkemesince yeniden yapılacak değerlendirmede dava konusu taşınmazın imar uygulamasına tabi tutulup tutulmadığı, tabi ise imar uygulama çalışmalarının bitip bitmediği araştırılarak, uygulamanın tamamlandığı anlaşılır ise imar uygulaması sonucu oluşan yeni parsel yada parsellerin tapu kayıtları, ölçekli krokileri ve imar durumları ilgili kurumlardan getirtildikten sonra mahallinde yeniden keşif yapılarak, yeni tapu kayıtlarına göre dava edilen kısmın imarda kamuya tahsis edilip edilmediği hususları belirlenerek sonucuna göre karar verilmesi gerekmektedir.
Kabule göre de:
3-)Dava konusu taşınmazın kamulaştırma (değerlendirme) tarihi olan 26/09/2013 tarihi, emsal taşınmazın ise 10/10/2012 olan satış tarihi itibariyle imar düzenlemesi sonucu meydana gelen imar parselleri olup olmadıklarının, imar parseli iseler düzenleme ortaklık payının düşülüp düşülmediğinin, düşülmüş ise oranının belediye, imar ve tapu müdürlüklerinden sorulup hükme esas alınan bilirkişi raporu denetlenmeden,
4-)Somut emsal alınarak incelenen Karaköprü Mahallesi, 4174 ada, 3 parsel sayılı taşınmazın bulunduğu cadde veya sokak itibariyle belediyece belirlenen 2013 yılı emlak vergisine esas asgari m² değerlerinin belediye başkanlığından sorulup bilirkişi raporu denetlenmeden,
5-)Dava konusu taşınmaza emsal alınarak incelenen Karaköprü Mahallesi, 4174 ada, 3 parsel sayılı taşınmazın 10/10/2012 tarihli satışına ilişkin (alıcı, satıcı, satış bedeli ve miktarını gösterir) tapu kaydı ve akit tablosunun ilgili tapu müdürlüğünden getirtilip hükme esas bilirkişi raporu denetlenmeden hüküm kurulmuş olması doğru görülmemiştir.
6-) Dava konusu taşınmazlar üzerinde bulunan TEDAŞ lehine eski irtifak hakkı nedeniyle taşınmazın değerinde oluşturması kaçınılmaz olan değer kaybı yönünden bilirkişi kurulundan rapor alınması gerektiğinin düşünülmemesi doğru görülmemiştir.
7-) Dairemizce verilen kaldırma kararı sonrası ilk derece mahkemesince devam edilecek yargılamada 7139 sayılı Kanunla değişik Kamulaştırma Kanununun 10/8 fıkrası gereğince bankaya hak sahibi adına yatırılacak bedel bakımından; 7139 sayılı Kanun ile yapılan değişiklik hükümlerine göre işlem yapılması gerektiği hususunun da nazara alınması gerekmektedir.
Yukarıda ayrıntılı olarak belirtildiği üzere davanın çözümünü sağlayacak ve esasına etki edecek nitelikteki deliller usulünce ve tam manasıyla toplanmadan ve bilirkişi raporu yanlış değerlendirilmek suretiyle kamulaştırma bedeli tespit edilerek hüküm kurulmuş olduğundan ilk derece mahkemesi kararının, duruşma yapılmaksızın, kaldırılması ve davanın yeniden görülmesi için dosyanın kararı veren mahkemeye iadesi için HMK 353/1-a maddesinin 6.bendi uyarınca aşağıdaki şekilde karar verilmiştir.

K A R A R : (Yukarıda ayrıntılı olarak açıklanan sebeplerle)
1-) Tarafların istinaf başvurularının yukarıda belirtilen sebeplerle KABULÜNE;6100 sayılı HMK md. 353/1-a-6 gereğince Şanlıurfa 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 05/06/2018 tarihli, 2013/573 Esas, 2018/498 Karar sayılı kararının KALDIRILMASINA,

2-)Dosyanın, davanın yukarıda belirtilen hususlar değerlendirilerek yeniden görülmesi için MAHKEMESİNE İADESİNE,

3-)Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 2/2. maddesi gereğince ve dairemizce dosya hakkında duruşma yapılmaksızın karar verilmesi gözetilerek; TARAF VEKİLİ LEHİNE VEKALET ÜCRETİ TAKDİRİNE YER OLMADIĞINA,

4-)Taraflarca yatırılan istinaf karar harcının (maktu) karar kesinleştiğinde ve talep halinde iadesine,

5-) Taraflarca yapılan istinaf yargılama giderlerinin ilk derece mahkemesince yeniden yapılacak yargılama sonucu verilecek nihai kararda dikkate alınmasına,

6-) Taraflarca yatırılan gider avansından arta kalan miktarların ilgilisine İADESİNE,

7-)Kararın kesin olması nedeniyle, davanın taraflarına tebligatların İlk Derece Mahkemesi tarafından yapılmasına,
Dair; tarafların yokluğunda, dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda, HMK md. 353/1-a maddesinin 6. bendi uyarınca kesin olmak üzere oy birliği ile karar verildi. 07/10/2020

HAKSIZ EYLEM FAİLİ İHTARA GEREK OLMAKSIZIN ZARARIN DOĞDUĞU ANDA TEMERRÜDE DÜŞMÜŞ SAYILIR- ZARAR GÖREN, GEREK KISMİ DAVAYA GEREKSE SONRADAN AÇTIĞI EK DAVAYA VEYA ISLAHA KONU ETTİĞİ KISIM İÇİN HAKSIZ FİİL TARİHİNDEN İTİBAREN TEMERRÜT FAİZİ İSTEME HAKKINA SAHİPTİR.

T.C
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ

ESAS:2020/136
KARAR:2020/1901

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

Taraflar arasında görülen tazminat davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın kısmen kabulüne yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz, davacı vekili tarafından katılma yoluyla temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçelerinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı; 17/04/2008 olay günü çalışmakta iken, davalı şirketin bakım ve sorumluluğunda bulunan elektrik direğindeki akıma kapılarak ağır şekilde yaralandığını, olayla ilgili soruşturma başlatıldığını, vücut fonksiyonlarını % 51 oranında kaybettiğini, olay nedeniyle elem, ızdırap ve üzüntü yaşadığını ileri sürerek; fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla, şimdilik 2.000,00 TL maddi, 20.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiş; 28/04/2011 havale tarihli dilekçesi ile maddi tazminat talebini 111.144,92 TL’ye yükseltilmiştir.

Davalı; davalı şirkete husumet yöneltilemeyeceğini; 17/04/2008 olay tarihinde, olayın meydana geldiği binanın üst kat dış cephesinin davacı tarafından boyanması sırasında, davacının elinde bulunan 2 metre uzunluğundaki demir boru ekli fırçanın orta gerilime temas etmesi sonucu, davacının elektrik akımına kapıldığını, olaya konu OG hattının Elektrik Kuvvetli Akım Tesisleri Yönetmeliği’nde belirtilen güvenlik mesafesine uygun tesis edildiğini, enerji nakil hatlarının bakım ve onarımlarının periyodik olarak yapıldığını, bu nedenle meydana gelen olayda davalı şirketin herhangi bir ihmal veya kusurunun bulunmadığını; davacı boyacı olup işçi olarak istihdam edildiğini, işveren olarak boyama işini yaptıran şahsın gerekli tedbirleri almakla yükümlü olduğunu ,olayın meydana gelmesinde işverenin ve dikkatsiz çalışan davacının kusurlu olduğunu, yapı ruhsatı olmayan ve yapı kullanma izni bulunmayan binalara hizmet götüren ilgili belediyenin de ayrıca kusurlu olduğunu savunarak; davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, bozmaya uyularak yapılan yargılama neticesinde ve alınan ATK raporu ile; 03/12/2018 tarihli aktüerya raporu doğrultusunda; davacının olay günü çalışmakta iken , elektrik direklerinden sarkan tellerdeki akıma kapılarak ağır şekilde yaralandığı, % 5,1 oranında meslekte kazanma gücünü kaybetmiş sayılacağı, gerçekleşen olayda davacının da % 25 oranında kusurlu olduğu gerekçesiyle, davanın kısmen kabulüne, 2.000,00 TL maddi tazminatın 17/04/2008 olay tarihinden itibaren, 27.687,27 TL maddi tazminatın ise ıslah tarihi olan 28/04/2011 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte; 20.000,00 TL manevi tazminatın ise 17/04/2008 olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz, davacı vekili tarafından katılma yoluyla temyiz edilmiştir.

Dava; elektrik çarpması nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.
1-) Dosyadaki yazılara, mahkemece uyulan bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına ve bozma kapsamı dışında kalarak kesinleşmiş yönlere ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesinin artık mümkün olmamasına göre, davalı vekilinin tüm, davacı vekilinin sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.

edilmiştir. Yine dosya içerisinde bulunan … Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Baştabipliği’nin 08/06/2010 tarihli raporunda ise sürekli maluliyet oranı % 41 olarak belirlenmiştir. Mahkemece hükme esas alınan ATK raporu ile diğer bahse konu raporlar arasında önemli oranda farklılık mevcut olup, ATK 3. İhtisas Kurulu’nun 23/08/2017 tarihli raporu, davacının maluliyet durumunu belirlemek açısından hüküm kurmaya elverişli değildir.

Hal böyle olunca, mahkemece; yukarıda açıklanan maddi ve hukuki olgular çerçevesinde, 2659 sayılı Adli Tıp Kurumu Kanunu’nun 15/a maddesinde verilen görev gereği, Adli Tıp Kurumu Genel Kurulu’ndan, olay tarihinde yürürlükte bulunan Sosyal Sigortalar Sağlık İşlemleri Tüzüğü dikkate alınarak, geçici iş göremezlik süresi ve maluliyet oranının belirlenmesi gereği, raporlar arasındaki çelişkiyi giderecek şekilde, ayrıntılı, gerekçeli, taraf ve Yargıtay denetimine elverişli rapor alınarak, hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken; eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.

3-) Kabule göre de;
Haksız eylem faili, ihtar ve ihbara gerek olmaksızın, zararın doğduğu anda, başka bir anlatımla haksız eylem tarihinden itibaren zararın tamamı için temerrüde düşmüş sayılır. Dolayısıyla, zarar gören, gerek kısmi davaya gerekse sonradan açtığı ek davaya veya ıslaha konu ettiği kısma ilişkin olarak haksız fiil tarihinden itibaren temerrüt faizi isteme hakkına sahiptir.

Somut olayda; uyuşmazlık, haksız eylemden kaynaklanmaktadır. Davacı, dava dilekçesinde hükmedilecek tazminata haksız eylem tarihinden itibaren faiz yürütülmesi isteminde bulunmuştur. Mahkemece, ıslaha konu edilen kısma ilişkin hükmedilecek tazminata da haksız fiil tarihinden itibaren yasal faiz işletilmesi gerekirken, ıslah tarihinden itibaren yasal faize hükmedilmiş olması doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda birinci bentte açıklanan nedenlerle davalı vekilinin tüm, davacı vekilinin sair temyiz itirazlarının REDDİNE, ikinci ve üçüncü bentte açıklanan nedenlerle hükmün HUMK’nın 428. maddesi gereğince davacı yararına BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 6100 sayılı HMK’nın geçici madde 3 atfıyla 1086 sayılı HUMK’nın 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren 15 günlük süre içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 02/03/2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

FOTOSELLİ AYDINLATMA DİREĞİNDE BULUNAN KAÇAK ELEKTRİK NEDENİYLE ELEKTRİK ÇARPMASI SONUCU ÖLÜM – USULİ KAZANILMIŞ HAK

T.C
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2020/445
KARAR:2020/2150

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

Taraflar arasındaki tazminat davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın kısmen kabulüne yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davalı tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacılar; davacılardan … ve …’nun oğlu…ve …’nun kardeşi olan Ersin Kordu’nun 06.10.2005 tarihinde,… meydanı… Büyükşehir Belediyesinin önündeki anayoldan karşıdan karşıya geçmek isterken, yolun ortasında bulunan demir refüj üzerinden atlamak amacı ile aydınlatma direğini tuttuğunda direkteki elektrik kaçağı nedeni ile akıma kapılarak vefat ettiğini, aydınlatma direğinin bakım ve onarımını gereği gibi yerine getirmeyen davalının kazanın meydana gelmesinde tam kusurlu olduğunu ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydı ile … ve … lehine ayrı ayrı 50.000,00 TL maddi, 50.000,00 TL manevi tazminatın,… ve …’nun her biri lehine 25.000 TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı; öncelikle davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesi gerektiğini, bunun yanında, olayda kusur ve sorumluluğunun bulunmadığını, dava konusu olayın meydana geldiği yerde bulunan aydınlatma direkleri her ne kadar kendilerine ait ise de meydana gelen olayın elektrik çarpması ile ilgisi bulunmadığını, dava konusu olayın olduğu saat dikkate alındığında hava aydınlanmış durumda olduğundan sistemin fotosel düzeneği sayesinde enerjiyi kapattığını, yapmış oldukları araştırmalarda olay yerinde bulunan elektrik direğinde herhangi bir kaçağın bulunmadığının belirlendiğini, ayrıca talebin de fahiş olduğunu savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkemece; bilirkişi raporu hükme esas alınarak, davalı şirketin meydana gelen olayda %100 kusurlu olduğu kabul edilmek suretiyle davanın kısmen kabulüne, davacı … için 46.335,78 TL, davacı … için 42.875,02 TL maddi tazminatın, … için 15.000,00 TL, … için 15.000,00 TL, … için 5.000,00 TL ve … için 5.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihi olan 06.10.2005 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş, hüküm; taraf vekillerince temyiz edilmiştir.

Dairemizin 25.01.2016 tarih 2015/1985 E. – 2016/557 K. sayılı ilamı ile; davalı kurum açısından, yapı malikinin sorumluluğuna ve tehlike sorumluluğuna davacılar açısından ise, desteklerinin olaydaki bölüşük kusuruna ilişkin değerlendirmeler içeren, taraf ve Yargıtay denetimine elverişli, tarafların kusur oranlarının da gerekçeleriyle açıklandığı, önceki bilirkişiler dışında oluşturulacak üç kişilik uzman bilirkişi kuruluna rapor hazırlatılarak, varılacak sonuca uygun bir karar verilmesi için hükmün bozulmasına karar verilmiştir.

Mahkemece bozmaya uyma kararı verilerek yapılan yargılama sonucunda; bozmadan sonra alınan bilirkişi heyet raporu hükme esas alınarak davanın kısmen kabulüne, davacı … için 46.335,78 TL, davacı … için 42.875,02 TL maddi tazminatın, … için 15.000,00 TL, … için 15.000,00 TL, … için 5.000,00 TL ve … için 5.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihi olan 06.10.2005 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş, hüküm; davalı tarafça temyiz edilmiştir.

Dairemizin 2018/3662 Esas – 2018/9195 Karar sayılı ve 27/09/2018 tarihli kararı ile; “…Buna göre; anılan bilirkişi raporunda müteveffa …’nun yaya geçişi yasaklanmış bir yerden geçmek şeklinde gerçekleşen fiili yalnızca ceza hukuku anlamında irdelenmiş, tazminat hukukunda bu fiilin kusur oluşturup oluşturmadığı tartışılmamıştır. Bu hali ile rapor yetersiz olup, hükme esas alınmaya elverişli değildir. O halde mahkemece; Dairemizin 25.01.2016 tarih 2015/1985 E. – 2016/557 K. sayılı ilamında belirtildiği üzere, davacılar açısından, desteklerinin olaydaki bölüşük kusuruna ilişkin değerlendirmeler içeren, taraf ve Yargıtay denetimine elverişli, önceki bilirkişiler dışında oluşturulacak üç kişilik uzman bilirkişi kurulundan rapor alınarak, varılacak sonuca uygun bir karar verilmelidir…” gerekçesi ile bozulmuştur. Mahkemece, bozma kararına uyulmuş, üç elektrik mühendisi tarafından hazırlanan bilirkişi kurulu raporu dayanak alınarak hüküm oluşturulmuştur .

Mahkemece, davacı … için 46.435,78.-TL, davacı … için 42.785,02.-TL maddi tazminatın kaza tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan alınıp davacılara verilmesine, manevi tazminat talebi yönünden; … için 15.000,00.-TL, … için 15.000,00.-TL manevi tazminatın kaza tarihi olan 06.10.2005 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsili ile davacılara verilmesine, Sibel ve … için 5.000,00.-er TL’den toplam 10.000,00.-TL manevi tazminatın yine kaza tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsili ile davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiş, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir .

09.05.1960 tarih, 1960/21 Esas, 1960/9 Karar sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’nda; Yargıtay bozma kararına uyulmakla orada belirtilen biçimde işlem yapılması yolunda lehine bozma yapılan taraf yararına usulî kazanılmış hak, aynı doğrultuda işlem yapılması yolunda yerel mahkeme için de zorunluluk doğacağı, usulî kazanılmış hakka ilişkin açık kanun hükmü olmasa da temyiz sonucu verilecek bozma kararının hakka ve usule uygun karar verilmesini sağlamaktan ibaret olan amacı ve muhakeme usulünün hakka varma ve hakkı bulma maksadıyla kabul edilmiş olması yanında hukuki alanda istikrar amacıyla kabul edilmiş bulunması bakımından usulî kazanılmış hak müessesesi usul hukukunun dayandığı ana esaslardan olup kamu düzeniyle de ilgili olduğu belirtilmiştir. 6100 sayılı HMK’da da usulî kazanılmış hakka ilişkin açık bir düzenleme bulunmamakta ise de bu ilkenin uygulanma gerekliliği HMK hükümleri karşısında da varlığını sürdürmektedir. Yargıtay’ın bozma kararına uyan mahkeme, bozma kararı uyarınca işlem yapmak ve hüküm vermek zorundadır. Çünkü, mahkemenin bozma kararına uyması ile, bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usulî müktesep hak doğmuştur.

Yargısal ve bilimsel içtihatlarda “usulî kazanılmış hak” ya da “usulî müktesep hak” olarak adlandırılan bu ilke Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 10.02.1988 tarih, 1987/2-520 Esas, 1988/89 Karar sayılı ilâmında “Mahkemenin bozma kararına uymasıyla meydana gelen bozma gereğince işlem yapma ve hüküm verme durumu, taraflardan birisinin lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak bir durumdur ve buna usuli kazanılmış hak denilmektedir…” şeklinde tanımlanmaktadır.

Somut olayda, davacıların desteğinin bölüşük kusurunun değerlendirilmesi gerektiği konusunda davalı yararına oluşmuş kazanılmış hak bulunmaktadır .

Mahkemece; davacıların desteklerinin olaydaki bölüşük kusuruna ilişkin değerlendirmeler içeren, taraf ve Yargıtay denetimine elverişli, tarafların kusur oranlarının da gerekçeleriyle açıklandığı, önceki bilirkişiler dışında oluşturulacak üç kişilik uzman bilirkişi kuruluna (içinde trafik kuralları konusunda uzman bilirkişiye de yer verilerek) rapor hazırlatılarak, varılacak sonuca uygun bir karar verilmesi gerekirken; eksik araştırma, inceleme ve yetersiz rapor doğrultusunda hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 6100 sayılı HMK’nun geçici madde 3 atfıyla 1086 sayılı HUMK’nın 440.maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren 15 günlük süre içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 10/03/2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

SİGORTALI ARACIN UĞRADIĞI HASARI ÖDEYEN SİGORTA ŞİRKETİNİN, ZARARIN İDARECE GİDERİLMESİ İSTEMİNDEN İBARET BULUNAN BİR RÜCUEN TAZMİNAT İSTEMİYLE AÇTIĞI DAVANIN, ADLİ YARGI YERİNDE ÇÖZÜMLENMESİ GEREKTİĞİ

T.C.
UYUŞMAZLIK MAHKEMESİ
HUKUK BÖLÜMÜ

ESAS NO : 2014 / 484
KARAR NO : 2014 / 527
KARAR TR : 05.05.2014

ÖZET : Sigortalı aracın uğradığı hasarı ödeyen sigorta şirketinin, zararın idarece giderilmesi isteminden ibaret bulunan bir rücuen tazminat istemiyle açtığı davanın, ADLİ YARGI YERİNDE çözümlenmesi gerektiği hk.

K A R A R

Davacı : Anadolu Anonim Türk Sigorta Şirketi
Vekili : Av. F.G.
Davalı : Edirne Belediye Başkanlığı
Vekili : Av. A.A.

O L A Y : Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; davacı Anadolu Anonim Türk Sigorta şirketinde 274029309 1-1 no’lu kasko sigortalısı olan A.K.’e ait 22…..plakalı aracın, 22.08.2010 tarihinde D.S.İ kavşağından Zübeyde Hanım caddesi üzeri Cumartesi Pazarı istikametine seyir halindeyken Trakya Birlik binasının yanından geçerken yaya kaldırım çalışması nedeniyle kökü zayıf kalan kaldırımdaki ağacın aracının üzerine devrilmesi sonucu maddi hasara maruz kaldığını, kaza mahallinde tutulan trafik kaza tutanağına göre olay anında ilgili yolda önlem alınmadığını, gerekli özeni bakım ve denetlemeyi yapmaması sebebiyle davalı idarenin asli kusurlu bulunduğunu, davalı idarenin 2918 sayılı kanunun 10. maddesi gereği ve 5126 sayılı Belediyeler Kanunu’nun 7. ve devamı maddeleri gereği yol üzerindeki ağaçların ve Belediye’nin görevleri arasında olan park ve bahçelerin bakım sorumluluğunun ihlali ile kaldırım çalışması yaptıktan sonra ağacın gövde ve kökünü desteklemeyerek çalışmalarında ihmal gösterdiği için hizmet kusuru işlediğini, sigortalı araçta davacı şirket tarafından yaptırılan ekspertiz sonucu faturaya göre 5.016,00-TL hasar tespit edildiğini, davacı şirketin bu hasar bedelini 11.10.2010 tarihinde sigortalılarına ödediğini, kasko tazminatını ödeyen davacı şirketin TTK’nun 1301. maddesine göre sigortalının haklarına halef olduğunu, bu nedenle 5.016,00-TL tazminatın 11.10.2010 tarihli 23/R226240 sayılı yazı ile davalı idareden talep edildiğini, davalının yazıyı 13.12.2010 tarihinde tebellüğ ettiğini, ancak cevap vermediğini ve ödeme yapmadığını ileri sürerek, bu nedenlerle davanın kabulü ile davalı Edirne Belediyesi’nin hukuka aykırı eylemi sonucu oluşan rücuya konu 5.016,00-TL tazminatın başvuru tarihi olan 13.12.2010 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesi istemiyle idari yargı yerinde dava açmıştır.

EDİRNE İDARE MAHKEMESİ : 29.7.2011 gün ve E: 2011/401, K: 2011/817 sayı ile, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunundan doğan sorumluluk uyuşmazlıklarının görüm ve çözümünün adli yargının görev alanına girdiği açık olup, bakılan uyuşmazlığın da davacı şirketin kasko sigortalısı olan aracın karayolu üzerinde seyir halinde iken üzerine ağaç devrilmesi sonucu araçta oluşan ve davacı şirket tarafından sigortalısına ödenen maddi hasarın olayda kusuru olduğu öne sürülen davalıdan tazminine ilişkin olduğu anlaşıldığından, bakılan davanın görüm ve çözümünün adli yargının görev alanına girdiği, mahkemelerinin görevli olmadığı sonucuna varıldığı gerekçesiyle, davanın görev yönünden reddine karar vermiş, bu karar kesinleşmiştir.

Davacı vekili bu kez aynı istemle adli yargı yerinde dava açmıştır.

Edirne 1. Asliye Hukuk Mahkemesi: 17.5.2012 gün ve E:2011/324, K:2012/196 sayı ile, davanın kabulüne, 5.016,00 TL tazminatın başvuru tarihi olan 13.12.2010 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiliyle davacı şirkete ödenmesine karar vermiş, bu karar davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.

Yargıtay 17. Hukuk Dairesi : 19.3.2013 gün ve E: 2012/13619, K: 2013/3687 sayı ile, kamu hizmeti görmekle yükümlü olan belediyenin, kamu hizmeti sırasında verdiği zararlardan dolayı özel hukuk hükümlerine tabi olduğu, hizmet kusurundan dolayı açılan davaların 2577 sayılı İYUY.nın 2. maddesi hükmü uyarınca tam yargı davası olarak ikame edilmesi gerektiği, görev kuralları kamu düzenine ilişkin olup mahkemece kendiliğinden dikkate alınmasının zorunlu olduğu, mahkemece davalı belediye başkanlığı yönünden yargı yolu bakımından görevsizlik kararı verilmesi gerektiği gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar vermiştir.

EDİRNE 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ: 3.10.2013 gün ve E : 2013/367, K: 2013/451 sayı ile, bozma kararına uyarak, hizmet kusurundan dolayı açılan davaların 2577 sayılı İYUY.nın 2. maddesi hükmü uyarınca tam yargı davası olarak ikame edilmesi gerektiği, görev kuralları kamu düzenine ilişkin olup mahkemece kendiliğinden dikkate alınması zorunlu olduğu anlaşılmakla davanın yargı yolu farklılığı nedeniyle reddine karar vermek gerektiği gerekçesiyle davanın yargı yolu farklılığı nedeniyle reddine karar vermiş, bu karar kesinleşmiştir.

Davacı vekili, idari ve adli yargı yerlerince verilmiş olan görevsizlik kararları nedeniyle oluştuğunu ileri sürdüğü olumsuz görev uyuşmazlığının giderilmesi istemiyle başvuruda bulunmuştur.

İNCELEME VE GEREKÇE:

Uyuşmazlık Mahkemesi Hukuk Bölümü’nün, Serdar ÖZGÜLDÜR’ün Başkanlığında, Üyeler: Ali ÇOLAK, Bahri AYDOĞAN, Sıddık YILDIZ, Nurdane TOPUZ, Ayhan AKARSU ve Mehmet AKBULUT’un katılımlarıyla yapılan 5.5.2014 günlü toplantısında:

l-İLK İNCELEME: Dosya üzerinde 2247 sayılı Yasa’nın 27. maddesi uyarınca yapılan incelemeye göre; adli ve idari yargı yerleri arasında 2247 sayılı Yasa’nın 14. maddesinde öngörülen biçimde olumsuz görev uyuşmazlığı doğduğu, idari ve adli yargı dosyalarının 15. maddede belirtilen yönteme uygun olarak davacının istemi üzerine son görevsizlik kararını veren mahkemece Uyuşmazlık Mahkemesi’ne gönderildiği ve usule ilişkin işlemlerde herhangi bir noksanlık bulunmadığı anlaşıldığından görev uyuşmazlığının esasının incelenmesine oy birliği ile karar verildi.

II-ESASIN İNCELENMESİ: Raportör-Hakim Gülşen AKAR PEHLİVAN’ın, davanın çözümünde adli yargının görevli olduğu yolundaki raporu ile dosyadaki belgeler okunduktan; ilgili Başsavcılarca görevlendirilen Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Mehmet BAYHAN ile Danıştay Savcısı Mehmet Ali GÜMÜŞ davada adli yargının görevli olduğu yolundaki sözlü açıklamaları da dinlendikten sonra GEREĞİ GÖRÜŞÜLÜP DÜŞÜNÜLDÜ:

Dava, sigortalı aracın uğradığı hasarı ödeyen sigorta şirketinin, zararın idarece giderilmesi isteminden ibaret bulunan bir rücuen tazminat davasıdır.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun 1. maddesinde, Kanunun amacının karayollarında can ve mal güvenliği yönünden trafik düzenini sağlayacak ve trafik güvenliğini ilgilendiren tüm konularda alınacak önlemleri belirlemek olduğu; “Kapsam” başlıklı 2. maddesinde, bu Kanunun trafikle ilgili kuralları, şartları, hak ve yükümlülükleri bunların uygulamasını ve denetlenmesini ilgili kuruluşları ve bunların görev, yetki ve sorumluluk, çalışma usulleri ile diğer hükümleri kapsadığı ve bu kanunun karayollarında uygulanacağı belirtilmiştir.

Öte yandan 2918 sayılı Yasanın 19.1.2011 günlü Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 6099 sayılı Yasanın 14. maddesiyle değişik 110. maddesinde “İşleteni veya sahibi Devlet ve diğer kamu kuruluşları olan araçların sebebiyet verdiği zararlara ilişkin olanları dahil, bu Kanundan doğan sorumluluk davaları, adli yargıda görülür. Zarar görenin kamu görevlisi olması, bu fıkra hükmünün uygulanmasını önlemez. Hemzemin geçitte meydana gelen tren-trafik kazalarında da bu Kanun hükümleri uygulanır.

Motorlu araç kazalarından dolayı hukuki sorumluluğa ilişkin davalar, sigortacının merkez veya şubesinin veya sigorta sözleşmesini yapan acentenin bulunduğu yer mahkemelerinden birinde açılabileceği gibi kazanın vuku bulduğu yer mahkemesinde de açılabilir”; Geçici 21. maddesinde de “Bu Kanunun 110 uncu maddesinin birinci fıkrasının göreve ilişkin hükmü, yürürlüğe girdiği tarihten önce idari yargıda ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesinde açılmış bulunan davalara uygulanmaz” denilmiştir.

Dosyanın incelenmesinden, dava dosyasında mevcut bilgi ve belgelerin incelenmesi sonucunda; Şirkete sigortalı vasıtanın geçirdiği trafik kazası neticesinde hasarlandığı, bahis konusu olay neticesinde vasıtada maddi hasarın meydana geldiği; tespit edilen hasar bedelinin sigortalı vasıta sahibine ödendiği, olayın meydana gelişinde davalı idarenin kusurunun tespit edildiği, meydana gelen hasar nedeniyle sigortalısına tazminat ödeyen şirketin kusur nispetine göre faiziyle birlikte davalıdan tahsili istemiyle davanın açılmış olduğu anlaşılmaktadır.

2918 sayılı Kanunun 110 uncu maddesinin birinci fıkrasının iptali istemiyle Bursa 3.Asliye Hukuk Mahkemesi ve Batman 2.Asliye Hukuk Mahkemesince yapılan itiraz başvuruları üzerine konuyu inceleyen Anayasa Mahkemesi, şu gerekçesi ile anılan kuralı Anayasaya aykırı görmemiş ve iptal istemini oy birliğiyle reddetmiştir: “… Anayasa Mahkemesi’nin daha önceki kimi kararlarında da belirtildiği üzere, tarihsel gelişime paralel olarak Anayasa’da adli ve idari yargı ayırımına gidilmemiş ve idari uyuşmazlıkların çözümünde idare ve vergi mahkemeleriyle Danıştay yetkili kılınmıştır. Bu nedenle, genel olarak idare hukuku alanına giren konularda idari yargı, özel hukuk alanına giren konularda adli yargı görevli olacaktır. Bu durumda, idari yargının görev alanına giren bir uyuşmazlığın çözümünde adli yargının görevlendirilmesi konusunda kanun koyucunun mutlak bir takdir yetkisinin bulunduğunu söylemek olanaklı değildir. Ancak, idari yargının denetimine bağlı olması gereken idari bir uyuşmazlığın çözümü, haklı neden ve kamu yararının bulunması halinde kanun koyucu tarafından adli yargıya bırakılabilir. İtiraz konusu kural, trafik kazasında zarar görenin asker kişi ya da memur olmasına, aracın askeri hizmete ilişkin olmasına veya olayın hemzemin geçitte meydana gelmesi durumlarına göre farklı yargı kollarında görülmekte olan 2918 sayılı Kanun’dan kaynaklanan tüm sorumluluk davalarının adli yargıda görüleceğini öngörmektedir. İtiraz konusu düzenlemenin gerekçesinde de ifade edildiği gibi, askeri idari yargı, idari yargı veya adli yargı kolları arasında uygulamada var olan yargı yolu belirsizliği giderilerek söz konusu davalarla ilgili olarak yeknesak bir usul belirlenmektedir. Aynı tür davaların aynı yargı yolunda çözümlenmesi sağlanarak davaların görülmesi ve çözümlenmesinin hızlandırıldığı, bu suretle kısa sürede sonuç alınmasının olanaklı kılındığı ve bunun söz konusu davaların adli yargıda görüleceği yolunda getirilen düzenlemenin kamu yararına yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan, 2918 sayılı Kanun’da tanımlanan Karayolu şeridi üzerindeki araç trafiğinden kaynaklanan sorumlulukların, özel hukuk alanına girdiği konusunda bir tartışma bulunmamaktadır. İdare tarafından kamu gücünden kaynaklanan bir yetkinin kullanılması söz konusu olmadığı gibi, aynı karayolu üzerinde aynı seyir çizgisinde hareket eden, bu nedenle aynı tür risk üreten araçlar arasında özel-kamu ayırımı yapılmasını gerektiren bir neden de yoktur. Açıklanan nedenlerle, itiraz konusu kural Anayasa’nın 2.,125. ve 155. maddelerine aykırı değildir. İtirazın reddi gerekir…” (Any. Mah.nin 26.12.2013 tarih ve E.2013/68, K.2013/165 sayılı kararı; R.G. 27.3.2014, Sayı: 28954, s.136-147.)

Anayasa’nın 158 inci maddesinin son fıkrasında “ Diğer mahkemelerle, Anayasa Mahkemesi arasındaki görev uyuşmazlıklarında, Anayasa Mahkemesi’nin kararı esas alınır.” denilmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda gerekçesine yer verilen kararı, yasa koyucunun idari yargının görevine giren bir konuyu adli yargının görevine verebileceğine, dolayısıyla 2918 sayılı Kanunun 110 uncu maddesinin birinci fıkrası ile öngörülen, bu Kanun’dan doğan tüm sorumluluk davalarının adli yargıda görülmesi düzenlemesinin Anayasa’ya aykırı bulunmadığına dair olup, esas itibariyle görev konusunda verilmiş bir karardır ve Anayasa’nın 158 inci maddesi uyarınca, başta Mahkememiz olmak üzere diğer yargı organları bakımından da uyulması zorunlu bir karar mesabesindedir.

Bu durumda, 2918 sayılı Yasanın 19.1.2011 tarihinde yürürlüğe giren 110. maddesi ile Anayasa Mahkemesi’nin işaret edilen kararı gözetildiğinde, bahsi geçen Kanun maddesinin karayollarında, can ve mal güvenliği yönünden trafik düzeninin sağlanarak trafik güvenliğini ilgilendiren tüm konularda alınacak önlemleri kapsadığı ve Kanunun, trafikle ilgili kuralları, şartları, hak ve yükümlülükleri, bunların uygulanmasını ve denetlenmesini, ilgili kuruluşları ve bunların görev yetki ve sorumlulukları ile, çalışma usullerini kapsadığı, dolayısıyla oluşan trafik kazası nedeniyle açılacak sorumluluk davalarının görüm ve çözümünde adli yargının görevli olduğu; meydana gelen zararın tazmini istemiyle açılan bu davanın da adli yargı yerinde çözümlenmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.

Açıklanan nedenlerle davanın görüm ve çözümünde adli yargının görevli olduğu dolayısıyla, Edirne 1. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen görevsizlik kararının kaldırılması gerekmiştir.

S O N U Ç : Davanın görüm ve çözümünde ADLİ YARGININ görevli olduğuna, bu nedenle Edirne 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 3.10.2013 gün ve E : 2013/367, K: 2013/451 sayılı GÖREVSİZLİK KARARININ KALDIRILMASINA, 05.05.2014 gününde OY BİRLİĞİ İLE KESİN OLARAK karar verildi.

AİLE KONUTU NİTELİĞİNDE OLAN TAŞINMAZ ÜZERİNDE KONULAN İPOTEĞİN BAĞLAYICILIĞI BULUNMADIĞINDAN CEBRİ İCRA YOLUYLA İHALE EDİLİP SATILMIŞ OLSA BİLE TAPU KAYDININ İPTALİ GEREKTİĞİ

TC
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS: 2019/318
KARAR: 2019/1238

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi

Taraflar arasında görülen “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Küçükçekmece 5. Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 03.05.2016 tarih ve 2015/429 E., 2016/307 K. sayılı karar davalılardan banka vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 11.07.2017 tarih ve 2016/22562 E., 2017/8749 K. sayılı kararı ile;

“…1-Davacı, davalı eşinin malik olduğu aile konutu üzerine diğer davalı banka lehine ipotek tesis ettirmiş olduğunu, bu işleme rızasının bulunmadığını, davaya konu taşınmazın cebri icra takibi neticesinde banka tarafından alacağına mahsuben alındığını belirterek banka adına olan tapu kaydının iptali ile taşınmazın davalı eşi adına tapuya kayıt ve tescilini istemiştir. İpotek 13.08.2012 tarihinde tesis edilmiş, dava 13.05.2015 tarihinde açılmıştır. İpotek tesis edilen taşınmaz ipoteğin paraya çevrilmesi yolu ile yapılan takip sonucu 07.04.2015 tarihli ihale ile cebri icra sonucu davalı bankaya satılmış, satış işlemi kesinleşmiştir. Türk Medeni Kanunu’nun 705. maddesinde “taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, tescille olur. Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır” hükmü yer almaktadır. Dava konusu taşınmaz cebri icra sonucu satılmakla, davalı erkek adına kayıtlı olmaktan çıkmış, davalı bankanın mülkiyetine geçmiştir. Türk Medeni Kanunu’nun 194. maddesi uyarınca işlem diğer eşin rızasına bağlı olmaktan çıkmış, dava açıldığı tarih itibariyle taşınmaz aile konutu niteliğini yitirmiş durumdadır. Açıklanan sebeple davacının tapu iptali ve tescil talebinin reddine hükmedilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm tesisi bozmayı gerekmiştir.

2- Davacı, dava dilekçesinde tapu iptali ve tescil isteminin kabul edilmemesi halinde taşınmazın ekonomik karşılığının ödenmesini talep etmiştir. Yukarıda 1. bentte gösterilen sebeple tapu iptali ve tescili isteminin reddi gerektiği nazara alındığında görev hususu da düşünülerek, deliller değerlendirilip davacının taşınmazın ekonomik karşılığının ödenmesi talebi yönünden bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde ise taşınmazın ekonomik karşılığının en yüksek faizi ile ödenmesi istemine ilişkindir.

Davacı vekili; dava konusu taşınmazın 2008 yılında satın alındığını, o tarihten beri aile konutu olarak kullanıldığını, davalı eşin müvekkilinin bilgisi dışında 13.08.2012 tarihinde dava dışı şirketin borçlarına karşılık olmak üzere davalı banka lehine taşınmazda ipotek tesisine izin verdiğini, müvekkilinin kıymet takdir raporunu görünce ipotek işleminden haberdar olduğunu, ipotek işlemine açık rızasının bulunmadığını, ipoteğin kaldırılması için Küçükçekmece 6. Aile Mahkemesine ait 2015/234 esas sayılı davayı açtıklarını, ancak taşınmazın icra takibi sonucu ihale ile davalı banka adına tesciline karar verildiği için ipoteğin kaldırılması davasının geçerliliğinin kalmadığını ileri sürerek davalı banka adına olan tapu kaydının iptali ile taşınmazın davalı eş adına tesciline, olmadığı takdirde ise taşınmazın ekonomik karşılığının en yüksek faizi ile ödenmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı banka vekili; dava konusu taşınmazın alacağa mahsuben banka adına tescil edildiğini, davacının kötü niyetli olduğunu, TMK’nın 194. maddesi uyarınca husumet ehliyetinin bulunmadığını, aynı mahiyette Küçükçekmece 6. Aile Mahkemesinde görülen bir dava olduğundan derdestlik itirazında bulunduklarını, tapu kaydında aile konutu şerhi bulunmadığı için iyi niyetli olduklarını belirterek davanın öncelikle usulden, aksi hâlde esastan reddine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkemece; taşınmazın satın alındığı tarihten beri aile konutu olarak kullanıldığı, davalı bankanın ipoteğin tesisinden önce ekspertiz raporu ile taşınmazın özelliklerini ve mesken olduğunu tespit ettiği, bu tespite rağmen aile konutu olan dava konusu taşınmaz üzerinde davalı banka lehine ipotek tesis edildiği, bu işlem sırasında davalı banka tarafından davacı eşin açık rızasının alınmadığı; davalı banka vekili tarafından gerek ekspertiz raporu hazırlanırken gerekse kıymet takdirinde taşınmazın iç mekanın da incelendiği, bu nedenle davacının ipotek işleminden haberdar olduğu, işlem yapılmadan uzun yıllar ipotekle takyit edilmesine rıza göstererek ipotek tesisine ve kredi kullandırılmasına olanak sağladığı, kredinin ödenmemesi nedeniyle başlatılan icra takibi sonucu taşınmazın banka adına tescilinden sonra bu davayı açtığı, davacının kötü niyetli davrandığı ileri sürülmüş ise de, davacının huzuruyla bu işlemlerin yapıldığına ilişkin dosyaya bir delil sunulmadığı gibi aksi ispat edilemeyen yeminli tanık beyanlarında da davacının ipotek işleminden haberinin olmadığının ifade edildiği, taşınmazın aile konutu olduğu bilinmesine rağmen davacı eşin açık rızasını alınmadan ipotek tesis edilmesi nedeniyle davalı banka yönünden TMK’nın 1023. maddesinin uygulanmasının söz konusu olamayacağı, davalı banka lehine tesis edilen ipotek işleminin geçersiz olduğu ve buna bağlı olarak davalı bankanın icra takibi sonucu dava konusu taşınmazı iktisap ederken de taşınmazın aile konutu olduğundan ve davacı eşin açık rızasının bulunmadığından haberdar olması sebebiyle davacı eşin, bu davayı açma hakkının bulunduğu, ihalenin feshi davası açılmamasının sonuca etkili olmadığı, öte yandan davacının daha önce Küçükçekmece 6. Aile Mahkemesine açtığı ipoteğin kaldırılması davasının açılmamış sayılmasına karar verildiği, bu davanın TMK’nın 194. maddesine dayanmakla birlikte taleplerin farklı olması nedeniyle davalı banka vekilinin derdestlik iddiasının yerinde olmadığı gerekçesiyle dava konusu taşınmazın davalı banka adına olan tapu kaydının iptali ile davalı eş adına tesciline karar verilmiştir.

Davalı banka vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık kısmında açıklanan gerekçeyle bozulmuştur.

Mahkemece ilk kararda yer alan gerekçeye yer verildikten sonra; cebri icra ile yapılan satış sonucu taşınmazın mülkiyetinin tescilden önce davalı bankaya geçmiş olmasının taşınmazın aile konutu niteliğini ortadan kaldırmayacağı, aksi hâlde TMK’nın 194. maddesinin uygulama alanının kalmayacağı, söz konusu Kanun maddesinde cebri icra yolu ile gerçekleşen satışlara ilişkin açık bir hükmün yer almadığı, kaldı ki Özel Dairenin yerleşik içtihadı ile hareket edilse dahi lehine ipotek tesis edilen banka tarafından taşınmaz alacağa mahsuben satın alındığı için farklı bir değerlendirme yapılması gerektiği, davacı tarafından taşınmazın aile konutu olduğu iddiasıyla açılan ipoteğin kaldırılması davasına rağmen davalı bankanın icra takibine devam edip taşınmazın cebri icra ile satılmasına neden olduğu, kesin hükümsüzlük ile geçersiz olan ipotek dayanak yapılarak başlatılan takip sonucu davalı banka tarafından aile konutunun mülkiyetinin kazanılması söz konusu olup TMK’nın 1024. maddesinde tanımlanan yolsuz tescil hükümlerinin uygulanmasının gerektiği, icra takibinin ve ihalenin kesinleşmiş olmasının tescile hukuki geçerlilik sağlamayacağı, Türk hukuk sisteminde illilik prensibinin esas olduğu, cebri icra satışının kesinleşmiş olmasının yolsuz tescil nedenini ortadan kaldırmayacağı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir

Direnme kararı, davalı banka vekilince temyiz edilmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla yapılan takip sonucu dava tarihinden önce davalı banka adına alacağına mahsuben (cebri icra yoluyla) ihale edilen dava konusu taşınmazın Türk Medeni Kanunu’nun 194. maddesi uyarınca tapu kaydının iptali ile davalı eş adına tesciline karar verilip verilmeyeceği, burada varılacak sonuca göre davacının taşınmazın ekonomik karşılığının en yüksek faizi ile ödenmesi isteminin değerlendirilip değerlendirilmeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümüne ilişkin öncelikle ilgili yasal düzenlemelerin incelenmesi gerekmektedir.

Türk Medeni Kanunu’nun “Eşlerin hukuki işlemleri” başlıklı 193. maddesi; “Kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, eşlerden her biri diğeri ve üçüncü kişilerle her türlü hukukî işlemi yapabilir.” şeklindedir.

TMK’nın 194. maddesinin birinci fıkrası; “Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz” hükmünü içermektedir. Aile konutunun tanımına ise anılan maddenin gerekçesinde yer verilmiş; aile konutu “eşlerin bütün yaşam faaliyetlerini gerçekleştirdiği, yaşantısına buna göre yön verdiği, acı ve tatlı günleri içinde yaşadığı anılarla dolu bir alan” olarak tanımlanmıştır.

TMK’nın 193. maddesi dikkate alındığında kural olarak eşlerin birbirleri ve üçüncü kişilerle her türlü hukuki işlem yapma serbestisi kabul edilmişken, aynı Kanun’un 194. maddesi ile bu kurala istisna getirilmiş ve aile konutu üzerindeki hakların sınırlandırılması esası kabul edilmiştir. Bu düzenleme ile malik olmayan eşe, aile konutu ile ilgili tapu kütüğüne şerh verilmesini isteme hakkı tanınmış, eşlerin aile konutu ile ilgili bazı hukuksal işlemlerinin diğer eşin rızasına bağlı olduğu kuralı getirilerek eşlerin hukuki işlem özgürlüğü “aile birliğinin’’ korunması amacıyla sınırlandırılmıştır. Tapu kaydında aile konutu şerhi bulunmasa dahi aile konutuna ilişkin olarak; eşlerden biri diğer eşin açık rızası bulunmadıkça aile konutuyla ilgili kira sözleşmesini feshedemeyecek, aile konutunu devredemeyecek ve aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamayacaktır. Malik olmayan eşin izni için şekil şartı bulunmamakla birlikte, iznin açık olması gerekmektedir. Açık rızanın varlığını ispat yükü ise aile konutu ile ilgili tasarrufta bulunana aittir.

Öte yandan; TMK’nın 194. maddesinde öngörülen sınırlandırma, taşınmazın tapu kaydına aile konutu şerhi konulduğu için değil, konut aile konutu vasfı taşıdığı için getirilmiştir. Bu sebeple taşınmazın tapu kaydında aile konutu şerhi bulunmasa bile o konut aile konutu özelliğini taşır. Nitekim aile konutu şerhi kurucu değil açıklayıcı niteliktedir. Aksi düşünce ile tasarruf yetkisine ilişkin sınırlamanın şerh ile başlayacağı kabul edilmiş olur. Anılan madde hükmü ile getirilen sınırlandırma, emredici niteliktedir. Dolayısıyla bu haktan önceden feragat edilemeyeceği gibi eşlerin anlaşmasıyla da bu vasıf ortadan kaldırılamaz ve açık rıza ancak “belirli olan” bir işlem için verilebilir.

Eş söyleyişle aile konutunun maliki olan eş, aile konutundaki yaşantıyı güçlüğe sokacak biçimde tek başına aile konutunu ayni bir hakla sınırlandıramaz. Bu sınırlandırma ancak diğer eşin açık rızası alınarak yapılabilir. Nitekim bu ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 24.05.2017 tarih, 2017/2-1604 E. ve 2017/967 K. sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.

Mülkiyet hakkının kazanılması ve yolsuz tescil ile ilgili hukuki düzenlemelere gelince;
TMK’nın 705. maddesinde; “Taşınmaz mülkiyetinin kazanılması tescille olur.

Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma hâlleri ile kanunda öngörülen diğer hâllerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hâllerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır” hükmü ile mülkiyet hakkının hangi durumlarda iktisap edileceği belirlenmiştir.

TMK’nın “İyiniyetli üçüncü kişilere karşı” başlıklı 1023. maddesi ise; “Tapu kütüğündeki tescile iyiniyetle dayanarak mülkiyet veya bir başka aynî hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur” hükmüne haiz olup, bu düzenleme ile tapu kütüğüne güven ilkesine dayalı olarak yapılan iyiniyetli iktisap koruma altına alınmıştır.

TMK’nın 1023. maddesine göre; tapu sicilinde ismi geçen kişinin gerçek hak sahibi olduğuna inanan veya kendinden beklenen tüm özeni göstermesine rağmen gerçek malik olmadığını, tapu sicilinde yolsuzluk bulunduğunu bilmesi imkânsız olan kişinin iktisabı korunur. Üçüncü şahıs, yolsuz tescil ile ilgisi bulunmayan, yolsuz işleme taraf olarak katılmamış olan kişidir. Üçüncü şahıs yolsuz kayda dayanarak ayni hak iktisap ederken, tescilin yolsuzluğunu bilmemeli ve bilebilecek durumda olmamalıdır (Kılıç, H., Son Değişikliklerle Gayrimenkul Davaları, Ankara 2007, 4. Baskı, 4. Cilt, s. 4416). Ne var ki; tapulu taşınmazların intikallerinde huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin, iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Sözü edilen iyi niyet, aynı Kanun’un 3. maddesinde deyimini bulan sübjektif iyi niyettir.

TMK’nın 1023. maddesi uyarınca, üçüncü kişinin iyi niyetinin varlığı tek başına kazanımın korunması için yeterli olmayıp, yasadaki diğer koşulların da bulunması gerekmektedir. TMK’nın 1023. maddesinin uygulanabilmesi için “kazananın üçüncü kişi olması”, “üçüncü kişinin sicildeki yolsuz bir tescile dayanmış olması”, “üçüncü kişinin bir aynî hak kazanmış olması”, “üçüncü kişinin aynî hakkı iyi niyetle kazanmış olması” ve “üçüncü kişinin kazanımında tasarruf yetkisi dışında diğer geçerlilik unsurlarının mevcut olması” şartlarının varlığı aranır (Sirmen. A.L., Eşya Hukuku, Ankara 2017, s.196-201). TMK’nın 1023. maddesinde korunan iyi niyet, sadece tasarruf yetkisinin bulunmamasının yarattığı eksikliği gidermektedir. Bu hâlde iyi niyet, tapudaki kaydın doğru olduğuna yöneliktir. İyi niyetli üçüncü kişinin kendi kazanımının korunması, aynî hak üzerinde tasarrufta bulunan kişinin bu konudaki yetkisizliği dışında, diğer bütün unsurlarının geçerli olmasına bağlıdır. Diğer bir anlatımla, üçüncü kişinin kazanımını sakatlayacak sebepler bulunmamalıdır. Üçüncü kişi adına yapılan tescil de yolsuz tescil niteliğinde ise aynî hakkın kazanılması, iyi niyet bulunsa bile mümkün olmayacaktır.

Öte yandan aynı Kanunun “İyiniyetli olmayan üçüncü kişilere karşı” başlıklı 1024. maddesi ise; “Bir aynî hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise, bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz.

Bağlayıcı olmayan bir hukukî işleme dayanan veya hukukî sebepten yoksun bulunan tescil yolsuzdur.

Böyle bir tescil yüzünden aynî hakkı zedelenen kimse, tescilin yolsuz olduğunu iyi niyetli olmayan üçüncü kişilere karşı doğrudan doğruya ileri sürebilir” hükmünü içermektedir. Bu madde ile de yolsuz tescil tanımlanarak, yolsuz tescili bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişinin bu tescille aynî hak kazanamayacağına vurgu yapılmıştır.

Bilindiği üzere; tapu sicilinin tutulması prensiplerinden ilki tescil, ikincisi sicilin aleniliği (güvenilirliliği), üçüncüsü sicilin tutulması nedeniyle hazinenin kusursuz sorumluluğu ve sonuncusu ise sicilin, bir başka ifade ile tescilin, geçerli bir işleme dayalı olması yani sicilin illetten mücerret olmamasıdır.

Türk hukuk sisteminde tapu kayıtlarının oluşumunda “illilik”, diğer bir anlatımla “hukuki sebebe bağlılık” prensibi esas alınmış olup, bu prensip uyarınca tescilin geçerli ve haklı bir sebebe dayanması zorunluluğu bulunmaktadır. Hukuki sebebe dayanmayan işlemler geçerli değildir. TMK’nın 1024. maddesi bu tescili yolsuz tescil olarak ifade eder.

Bu durumda; Türk Medeni Kanunu’nun 194. maddesi uyarınca malik olan eş tarafından diğer eşin açık rızası alınmadan aile konutu üzerindeki hakların sınırlandırılması durumunda yapılan bu işlemin “geçerli” kabul edilemeyeceği emredici hüküm gereğidir. Diğer eşin geçerli olmayan işlemin iptali için dava açabileceği kuşkusuzdur.

Diğer yandan taşınmazın aile konutu niteliği gerek iradi temliklerle, gerekse cebri icra sonucu (ihale yoluyla) mülkiyetin kazanılmasıyla kaybedilmektedir. Ne var ki bu durum geçersiz olan işleme “geçerlilik” kazandırmayacaktır. Başka bir ifade ile “ölü işlem” diriltilemeyecektir. Aynı ilkelere Hukuk Genel Kurulunun 13.12.2017 tarih, 2017/2-2906 E. ve 2017/1723 K. sayılı kararında da yer verilmiştir.

Öyleyse, “geçersiz” bir işlemin icra takibine konu edilmesi ve buna bağlı olarak yapılan cebri ihale sonucu taşınmazın mülkiyetinin işlemin tarafı olan kişiye intikal etmesi hâlinde; ihale edilen kişinin işlemin geçersiz olduğunu bilmesi durumunda lehine oluşan tescilin de yolsuz olduğunu bilen veya bilmesi gereken durumunda olacağı da tartışmasızdır.

Yapılan açıklamalar çerçevesinde somut olaya gelince; dava konusu taşınmazın satın alındığı tarihten itibaren aile konutu olarak kullanıldığı, 24.02.2012 tarihinde ekspertiz incelemesinin yapıldığı, ekspertiz incelemesinde taşınmazın iç mekanının gezildiği ve raporda konut olarak kullanıldığının da belirtildiği, aile konutu olarak kullanıldığı tespit edilmesine rağmen davacının açık rızası alınmadan 13.08.2012 tarihinde dava dışı şirketin kullanmış olduğu krediye teminat olmak üzere 500.000,00TL bedelli davalı banka lehine ipotek tesis edildiği, davalı banka tarafından dava dışı şirket ve davalı … aleyhine ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla icra takibi başlatıldığı ve bu takip dosyasında dava konusu taşınmaza ilişkin alınan kıymet takdir raporunun tebliği için davalı eş Giyasettin’e çıkarılan tebligatın 17.12.2014 tarihinde davacıya tebliği ile davacının ipotek işleminden haberdar olduğu anlaşılmaktadır.

Davacı tarafından eldeki davadan önce 18.03.2015 tarihinde ipoteğin kaldırılması davası açılmasına rağmen davalı banka lehine tesis edilen ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla başlatılan icra takibi sonucunda dava konusu taşınmaz alacağına mahsuben davalı bankaya 07.04.2015 tarihinde ihale edilmiş ve 25.05.2015 tarihinde de tapuya tescil edilmiştir. Davalı banka tarafından çekişmeli taşınmazın aile konutu olduğu yapılan ekspertiz incelemesi ile öğrenilmiş olduğu hâlde davacının açık rızası alınmamış, TMK’nın 194. maddesinde öngörülen açık hükme uyulmayarak banka lehine ipotek tesis edilmiştir. Sonrasında yapılan icra takibi sonucu taşınmazın mülkiyeti alacağa mahsuben cebri ihaleyle bankaya geçmiş ise de, davalı bankanın TMK’nın 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanamayacağı açıktır. Nitekim illilik prensibi gereğince asıl işlem olan ipotek baştan itibaren geçersiz olduğu için buna bağlı olarak banka adına cebri ihale sonucu yapılan tescil de yolsuz tescil niteliğinde olduğundan ihalenin feshi davasının açılıp açılmamasının da bir önemi bulunmamaktadır.

Bu itibarla, aile konutu niteliğinde olduğu hususunda duraksama bulunmayan taşınmaz için davacının açık rızası alınmadan, TMK’nın 194/1. maddesine aykırı olarak tesis edilen ipotek işleminin bağlayıcılığı bulunmadığından cebri icra sonucu davalı banka adına ihale edilen taşınmazın tapu kaydının iptali ile davalı eş Giyasettin adına tesciline karar verilmesi anılan maddenin amacına da uygundur.

Davalı …’in adının kısa karar ve gerekçeli kararın hüküm kısmında Gıyasettin olarak yazılması mahallinde düzeltilebilir maddi hata niteliğinde kabul edilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, davanın TMK’nın 194. maddesine dayalı olduğu ve bu madde uyarınca karar verildiği, iradi tasarruflarda aile konutu iddiasına dayalı tapu iptal ve tescil davasının açılabileceği, aynı Kanunun 705. maddesinde yer alan cebri icra satışlarında TMK’nın 194. maddesinin uygulanamayacağı, dava konusu taşınmazın dava tarihinden önce kesinleşen ihale ile banka adına tescil edildiği, dava tarihinde taşınmazın aile konutu olmadığı, direnme gerekçesinde illiyet prensibinden ve yolsuz tescilden bahsedildiği, aile mahkemesinin yolsuz tescil iddiasını inceleyemeyeceği, açıklanan nedenlerle direnme kararının bozulması gerektiği yönünde görüş bildirilmiş ise de bu görüş yukarıda açıklanan sebeplerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.

O hâlde, yukarıda açıklanan ilkeler ve gerekçelerle direnme kararı usul ve yasaya uygun olup onanması gerekmektedir.

S O N U Ç: Yukarıda açıklanan gerekçe ve nedenlerden dolayı davalı …Ş. vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının ONANMASINA, aşağıda dökümü yazılı (14.857,42TL) harcın temyiz edenden alınmasına, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 28.11.2019 tarihinde oy çokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY

Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, dava konusu olan 394 ada, 7 parsel sayılı taşınmaz üzerinde bulunan 3 nolu bağımsız bölümün, tapu kayıt maliki ve davacının eşi olan davalı … tarafından diğer davalı olan banka lehine 13/08/2012 tarihinde kurdurulan ipotek sonucu, banka tarafından yürütülen ipoteğin paraya çevrilmesi yolu ile yapılan takip nedeniyle ihale ile banka üzerinde oluşturulan tapu kaydının taşınmazın aile konutu olması nedeniyle Medeni Kanunun 194. maddesi uyarınca tapu kaydının iptali ile davalı eş üzerine kayıt edilip edilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Medeni Kanunun 193. maddesi uyarınca ”kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, eşlerden her biri diğeri ve üçüncü kişilerle her türlü hukuki işlemi yapabilir. ”Medeni Kanunun 194. maddesi ise ”Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz” hükmünü düzenlemiştir. Kural olarak bir eş eşinin ya da yetkili makamın onayı olmadan her türlü hukuki işlemi yapabilir, hâkimin müdahalesine gerek yoktur. Ancak Medeni kanuna 01/01/2002 tarihinde getirilen 194. madde eşlerin fiil ehliyetlerine getirilen bir sınırlamadır. Eş, üzerinde kayıtlı bulunan taşınmazını eşinin hem de açık rızası olmadan üzerindeki hakları sınırlandıramayacaktır. Evlilik devam ettiği sürece ve taşınmaz aile konutu niteliğini kaybetmediği müddetçe bu korumadan yararlanacaktır.

Kanun koyucunun amacı ailenin bütün olarak korunmasıdır. Ailenin barınması konusunda malik olan eşin düşüncesiz davranışları ile ailenin ortada kalmasını, yuvanın dağılmasını önlemektir. Bu nedenledir ki iyi niyet iddiası dahi dinlenemez.

Gerek dava dilekçesindeki davacının iddiası, gerek yerel mahkeme gerekse özel daire davanın Medeni Kanunun 194. maddesinde düzenlenen ve aile konutundan kaynaklanan tapu iptali ve tescil davası olduğu konusunda hem fikirdir. Hukuk Genel Kurulunun nitelendirmesinde de bir farklılık bulunmamaktadır. Taraflar evli kaldığı ve taşınmaz aile konutu niteliğini kaybetmediği sürece bu koruma devam edecektir.

Yasal düzenlemeler ışığında somut olayı incelediğimizde; tarafların aile konutu üzerinde malik olan davalı eş tarafından davacının kardeşinin bankadan çektiği kredi nedeniyle 13/08/2012 tarihinde ipotek ettirildi. Banka tarafından ipoteğin paraya çevrilmesi suretiyle yapılan takip sonucunda 07/04/2015 tarihinde davalı bankaya ihale edildi, taşınmaz cebri icra yolu ile bankanın mülkiyetine geçmiş oldu ve Medeni Kanunun 705/2. maddesi uyarınca banka mülkiyeti ihale ile birlikte kazandı. Taşınmaz artık eş üzerinde kayıtlı olmaktan çıkıp 3. kişi olan bankanın mülkiyetine geçmiştir. Kanun ifadesi açıkça ”eş üzerinde kayıtlı taşınmaz”dan bahseder, eş üzerinde kayıtlı olmayan bir taşınmazın aile konutu olma özelliğini yitirdiği ve bu düzenlemenin korumasından yararlanamayacağı açıktır.

Aile konutu olması için hem eş adına kayıtlı olacak, hemde evlilik halen ayakta bulunacak iki şart birden gerçekleşmeden taşınmaza aile konutu niteliğini vermek yasal olarak mümkün değildir. Eşlerden birinin ölümü ya da evliliğin başka bir nedenle sona ermesi hâlinde de, eşlerin aile hayatlarını devam ettirdikleri yerin eskiden aile konutu olarak kullanılması nasıl artık taşınmazın aile konutu olmaktan çıkartıyor ise, 3. kişi adına tescil edilen bir konutta artık aile konutu niteliğini kaybedecektir (Hukuk Genel Kurulunun 13/12/2017 tarih, 2017/2-2810 Esas, 2017/1721 karar sayılı ilamı aynı hususları belirtmektedir.).

İpoteğin eşin rızası olmadan kurulmuş olması nedeniyle ipoteğin hükümsüz olduğu bu nedenle yolsuz tescil olduğu iddiası her zaman ileri sürülebilir ancak bu konuyu inceleme görevi aile mahkemesinin değil asliye hukuk mahkemesinin görevine girmektedir, zaten bu uyuşmazlığı inceleyecek Özel Dairede Yüksek 2. Hukuk Dairesi olmayıp Yüksek 1. Hukuk Dairesidir. Yerel Mahkeme kendi içinde de çelişkiye düşmüştür. İlk kararında tamamen aile konutu üzerinden yargılama ve değerlendirme yapıp gerekçe oluşturmuşken, bozma sonrası kendi yargılama ve görev alanına girmeyip asliye hukuk mahkemesinin görev alanına giren yolsuz tescile dayanarak hüküm kurmuştur.

Sonuç olarak cebri icra ile taşınmaz mülkiyetini davalı eş kaybetmiştir. Taşınmaz artık aile konutu değildir bu nedenle de Medeni Kanun 194. maddede düzenlenen korumadan artık yararlanamaz. Davacı davasını yanlış hukuki nedene dayandırmıştır. Mahkeme ise direnmesinde davanın nedenini farklı yorumlamış, bu yoruma göre görevsizlik kararı vermesi gerekirken işin esasına girip karar vermiş bulunmaktadır.
Yukarıda açıklanan gerekçelerle, yerel mahkemenin direnme kararının bozulması gerektiği düşüncesinde olduğumuzdan, sayın çoğunluğun onama gerekçesine katılınmamıştır.

İCRA KEFALETİ GEÇERLİLİK ŞEKLİ- MENFİ TESPİT DAVASI

T.C
YARGITAY
19.HUKUK DAİRESİ

ESAS NO:1997/5792
KARAR NO:1997/10677
TARİH:15.12.1997

818-Borçlar Kanunu/483

2004-İcra Ve İflas Kanunu ( İİK)/38

KEFALETİN GEÇERLİLİK ŞEKLİ

ÖZET :İcra Kefaletinin Şekli Hakkında İcra İflas Kanununda Özel Bir Hüküm Bulunmadığından, Borçlar Kanunun 483 Ve Takip Eden Maddeleri Hükümleri Gözetildiğinde, Yazılı Şekilde Olması Ve Kefalet Taahhüdünün Altında Kefilin İmzasının Bulunması Yeterlidir.

DAVA : Taraflar arasındaki menfi tespit davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde taraf vekillerince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR: Davacı vekili, Ömer Gülhan tarafından davalı lehine keşide edilen 150.000.000.- TL.’lık bir çeke dayalı olarak davalının keşideci aleyhine ihtiyati haciz kararı aldığını; bunu ise müvekkili davacı şirketin işyerinde infaza giriştiğini; bu infazın fiilen davacı müvekkili şirkete yönelik olarak gerçekleştirilmeye çalışılmasının baskısı altında şirket temsilcisinin şirketle alakası bulunmayan borcu kabul edip 50.000.000.- TL.’lık bölümünü peşinen ödemek ve bakiyesi hakkında da taahhütte bulunmak mecburiyetinde kaldığını; ihtiyati haczin icra takibine dönüştürülmesi ile davacı müvekkiline örnek 53 icra emri gönderildiğini; davalıya borçlu olanın davacı şirket olmaması nedeniyle icra emri tebliğinin doğru olmadığını; kaldı ki borcun, asıl borçlu Ömer Gülhan tarafından ödendiğini belirterek; davacı şirketin davalıya borçlu olmadığının tespitini talep ve dava etmiştir.

Davalı; davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş hüküm, taraf vekillerince temyiz edilmiştir.

İ.İ.K.nun 38. maddesi hükümleri icra kefaletlerinin müteselsil kefalet hükmünde olduğunu ve ilamların icrası hakkındaki hükümlere tabi bulunduğunu düzenlemektedir. Amacı, icra takibine konu edilen ve anında ödenemeyen bir borcun üçüncü kişi ( icra kefili ) tarafından ödenmesini sağlamaya yöneliktir. İcra kefaletinin şekli hakkında İİK’nda özel bir hüküm bulunmadığından, BK.nun 483 ve takip eden maddeleri hükümleri gözetildiğinde, yazılı şekilde olması ve kefalet taahhüdünün altında kefilin imzasının bulunması yeterlidir.

İcra dosyası içindeki icra zaptında imzası bulunan Sıtkı Ayanoğlu’nun davacı şirketi temsile yetkili bulunduğu tartışmasız olup, ihtiyati haciz kararının, takip konusu çekin keşidecisi durumunda olan Ömer Gülhan aleyhine alınıp uygulandığı ve takibin de adı geçen aleyhine yapılıp ödeme emri gönderildiği, davacı şirket aleyhine ise icra zaptındaki beyanına dayalı olarak örnek 53 icra emri gönderildiği gözetildiğinde; davacı şirket temsilcisinin icra zaptına dercolunan, borcun kabul edildiğine ve peşin ödediği 50.000.000.- TL.’nın dışında kalan kısmı belirlenen vadede ödeyeceğine ilişkin beyanının; davacı şirketi bağlayacağı ve sonuç olarak icra kefaleti niteliğinde olduğu kuşkusuzdur.

Bu durumda mahkemece davanın reddi gerekirken yasal olmayan gerekçelerle kabulünde isabet görülmeyip davalı vekilinin temyiz itirazının kabulü gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda yazılı nedenle kararın davalı yararına BOZULMASINA, bozma nedenine göre davacı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, peşin harcın istek halinde iadesine, 15.12.1997 gününde oybirliğiyle karar verildi.

HACİZ İHBARNAMESİ HAKSIZ FİİLE DAYALI TAZMİNAT

T.C.

 YARGITAY

12. HUKUK DAİRESİ

E. 2006/19147

K. 2006/22468

T. 28.11.2006

• HACİZ İHBARNAMESİ ( Üçüncü Kişi 1. Haciz İhbarnamesinde İstenen Miktardan Fazla Tazminatla Sorumlu Tutulamayacağı )

• GERÇEĞE AYKIRI BEYAN ( Haksız Fiile Dayalı Talep – Tazminat Miktarı 1. Haciz İhbarnamesinde İstenen Miktarı Aşamayacağı )

• HAKSIZ FİİLE DAYALI TAZMİNAT ( Tazminat Miktarı 1. Haciz İhbarnamesinde İstenen Miktarı Aşamayacağı )

2004/m.89

ÖZET : İİK’nun 89/4. maddesinde öngörülen tazminat, üçüncü kişinin gerçeğe aykırı beyanından kaynaklanan, haksız fiile dayalı bir taleptir. Tazminat miktarı 1. haciz ihbarnamesinde istenen miktarı aşamaz. Üçüncü kişinin takip borçlusuna daha az borçlu olduğu tespit edilmişse tazminat bu miktar kadardır.

DAVA : Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki üçüncü kişi tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Sair temyiz itirazları yerinde değil ise de; İİK’nun 89/4. maddesi hükmünde öngörülen tazminat üçüncü kişinin gerçeğe aykırı beyanından kaynaklanan ve haksız fiile dayalı bir istektir. Tazminat miktarı 1. haciz ihbarı ile istenen miktarı aşamaz. Adı geçenin takip borçlusuna daha az borçlu olduğu tespit edilmiş ise, tazminat bu miktar kadardır ( Baki Kuru, İcra İflas Hukuku EI Kitabı, İstanbul 2004, s. 421 vd. ).

Bu durumda birinci haciz ihbarnamesi ile üçüncü kişiden yatırılması istenen borç miktarı 33.000.- YTL kadar alacaklı lehine tazminata hükmedilmesi gerekirken sözü edilen miktarı aşacak şekilde 50.500,00.- YTL tazminatın davalı 3. kişiden alınarak alacaklıya ödenmesi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.

SONUÇ : Üçüncü kişinin temyiz itirazlarının kısmen kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK. 366 ve HUMK 428. maddeleri uyarınca ( BOZULMASINA ), 28.11.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.

SIRA CETVELİNİN İPTALİ ŞİKAYETİ-ALACAĞININ ÜST SINIR İPOTEĞİ KAPSAMINDA KALDIĞI İDDİASI

T.C.

YARGITAY

23.HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2015/2344

KARAR: 2015/6488

TARİH: 12.10.2015

2004/m.142/1-son

4721/m.851/1,875,881/1

ÖZET : Şikayet, şikayetçi bankanın kredi kartı ve bireysel krediden kaynaklanan alacağının üst sınır ipoteği kapsamında kaldığı iddiasıyla sıra cetvelinin iptaline ilişkindir. İpoteğin bir üst limit ipoteği olup olmadığını belirlemek İcra Mahkemesi’nin görevine girmektedir. Diğer anlatımla şikayetçinin, kendisine ipotek limitinden daha az pay ayrıldığı iddiasına dayalı bu itirazı üzerine, mahkemece ipoteğin kapsamının incelenmesi gerekeceğinden bu itiraz, alacağın doğumuna ve miktarına değil, sıraya yönelik olup, icra mahkemesi görevlidir. Bu nedenlerle, mahkemece şikayet olunanın görev itirazı hususunda herhangi bir karar verilmemiş ise de, görevli olduğunun kabulü ile uyuşmazlığın esasının incelenmesi doğru olmuştur.

DAVA : Taraflar arasındaki sıra cetveline şikayetin yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı şikayetin kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde şikayet olunan vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : Şikayetçi vekili, şikayet dışı borçlu H. D. hakkında İzmir 8. İcra Müdürlüğü’nün 2014/7233 Esas sayılı dosyası üzerinden başlatılan takip nedeniyle borçlu adına kayıtlı ipotekli taşınmazın, alacağa mahsuben 10.12.2014 tarihinde üçüncü şahıs G. G.’e satıldığını, ihalenin kesinleşmesi üzerine satış bedelinden gerekli yasal kesintiler yapıldıktan sonra kalan miktarın dağıtılması için İzmir 8. İcra Müdürlüğü’nce 25.12.2014 tarihinde sıra cetveli düzenlendiğini, bu sıra cetvelinde 1. sıra ipotek alacaklısı olmaları nedeniyle taraflarına takibe konu alacak miktarı kadar pay ayrıldığını, oysaki borçlunun takibe konu konut finansman kredisi dışında ve fakat ipotek limiti dahilinde 56.183,00 TL daha borcu bulunduğunu, icra müdürlüğünce limit ipoteği dahilindeki bu alacak için takip yapılmadığı gerekçesi ile taraflarına pay ayrılmadığını, alacağını ipotek limiti dahilinde olması nedeniyle satış bedelinden pay ayrılması için ayrıca takip yapılmasına gerek olmadığını, taşınmaz üzerinde müvekkil banka lehine 1. derece limit ipoteği bulunduğunu, bu nedenle 25.12.2014 günlü sıra cetvelinin usul ve yasaya aykırı olduğunu ileri sürerek, sıra cetvelinin iptali ile yeniden sıra cetveli düzenlenmesine karar verilmesini talep etmiştir.

Şikayet olunan vekili, şikayetçinin, alacaklarının sıra cetvelinde hiç yer almadığı iddiasıyla sıra cetvelinin iptalini talep ettiğini, bu nedenle genel mahkemelerin görevli olduğunu, kredi kartlarından ve bireysel kredilerden doğan bu alacakları için icra takibi yapılmadığından bu alacakların sıra cetvelinde yer almamasının yasalara uygun olduğunu, şikayetin haksız olduğunu savunarak, şikayetin reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkemece, iddia, savunma ve dosya kapsamına göre; şikayetçi tarafça şikayet dışı borçlu H. D. hakkında ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla ilamlı takip başlatıldığı, takibin kesinleşmesi üzerine borçlu adına kayıtlı taşınmazın 10.12.2014 tarihinde açık arttırma yoluyla satıldığı, icra müdürlüğünce şatış bedelinin şikayetçi ipotek alacaklısı ile şikayet olunan vergi dairesi arasında paylaştırıldığı, takibe dayanak 08.10.2010 tarih 16724 yevmiye sayılı ipotek akit tablosu incelendiğinde söz konusu ipoteğin 190.000,00 TL bedelli ve üst sınır ipoteği olduğu, takip konusu alacak miktarının 41.465,14 TL olduğu, satış tarihi itibariyle alacak miktarının 53.425,42 TL ‘ye ulaştığı, söz konusu satış bedelinden kalan miktarın ise yani paylaşıma konu miktarın ise 130.746,00 TL olduğu, bu miktarın 53.425,42 TL’sinin şikayetçi ipotek alacaklısına, kalan 77.302,58 TL’sinin ise 2. sırada haczi bulunan şikayet olunana ödenmesine karar verildiği, üst sınır ipoteğinde limit dahilinde şikayetçi bankanın kalan asıl alacakları ve fer’ileri toplamı için ayrı bir icra takibi yapıp haciz koydurmasına gerek kalmaksızın alacağının ilk sırada ödenmesinin mümkün bulunduğu, bu nedenle icra müdürlüğünün 25.12.2014 günlü sıra cetvelindeki gerekçesinin usulüne uygun olmadığı gerekçesiyle, şikayetin kabulü ile sıra cetvelinin iptaline karar verilmiştir.

Kararı, şikayet olunan vekili temyiz etmiştir.

Şikayet, şikayetçi bankanın kredi kartı ve bireysel krediden kaynaklanan alacağının üst sınır ipoteği kapsammda kaldığı iddiasıyla sıra cetvelinin iptaline ilişkindir.

Borçluya ait mahcuz satış bedelinin bütün alacaklıların alacağını karşılamaması halinde düzenlenecek sıra cetveline itiraz, alacağın; esas ve miktarına ya da bununla birlikte sıraya yönelikse dava yoluyla genel mahkemede ( İİK’nın m. 142/1 ), itiraz sadece sıraya yönelikse şikayet yoluyla icra mahkemesinde ( İİK’nın m. 142 /son ) ileri sürülmelidir.

Dairemizin 16.09.2014 tarih ve 5836 E., 5652 K; 10.12.2014 tarih ve 10197 E., 8047K. sayılı ilamında da açıklandığı üzere;

Öncelikle, ipotek kavramı üzerinde durulması ve kesin borç ( anapara ) ipoteği ile üst limit ( maksimal ) ipoteği arasındaki ayrımın ortaya konulması gerekmektedir.

İpotek ile sağlanan amaç alacağa teminat sağlamaktır. İpotek, rehni verenle alacaklı arasında yapılacak resmi senede dayanır. Rehin hakkı, ayni hak olarak bu senede dayanılarak tapu kütüğüne yapılacak tescille doğar. Doğmuş bir alacağı teminat altına almak için kurulan ipotek kesin borç ipoteğidir. İlerde doğacak ve doğması muhtemel alacaklar için kurulan ipotek ise üst limit ipoteğidir.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 881/1. maddesi hükmüne göre; “Halen mevcut olan veya henüz doğmamış olmakla beraber doğması kesin veya olası bulunan herhangi bir alacak, ipotekle güvence altma alınabilir.” Aynı Kanun’un 851/1. maddesi gereğince, ” Taşınmaz rehni, miktarı Türk parası ile gösterilen belli bir alacak için kurulabilir. Alacağın miktarının belli olmaması ; halinde, alacaklının bütün istemlerini karşılayacak şekilde taşınmazın güvence altına alacağı üst sımr taraflarca belirtilir.”

Kesin borç ve üst sınır ipoteği ayrımı, ipotekle alacak arasındaki ilişkinin yoğunluğu esas alınmak suretiyle yapılmıştır. İpotek tesis edilirken alacağın miktarının belirli ve borcun mevcut olması kaydıyla ipotek miktarı dışındaki faiz ve takip giderlerinin de rehin teminatından yararlanacağının öngörülmüş olması halinde, tarafların anapara ipoteği kurmak istedikleri kabul edilebilir. Rehin sözleşmesinde ipoteğin alacağa bağlı olarak limitli tesis edildiği hallerde üst sınır ipoteği olduğu kabul edilmelidir. İpoteğin kesin borç veya üst sınır ipoteği olması yapılacak takibin türü bakımından önem taşımaktadır.

Kesin borç ipoteğinde temel ilişkiden ( borç ilişkisinden ) doğan bir alacak teminat altına alınmaktadır. Temel borç ilişkisinin geçersiz olması nedeniyle alacak doğmamışsa yapılan tescil görünürde alacaklı lehine bir rehin hakkı doğurmaz. Rehin sözleşmesinde temel borç ilişkisinin gösterilmesi geçerlilik şartı olmamakla beraber hangi alacak için rehin kurulduğunun ispatını kolaylaştırır. Paraya çevirme anında geçerli bir alacağın varlığı rehin hakkının kullanılması için zorunludur. Alacak mevcut değilse, tescil edilmiş ipotek alacaklı için güvence oluşturmaz. Bu halde hakkın kullanılmasında ipoteğin alacağa bağlılığı mutlaktır.

Üst sınır ipoteği, ileride doğacak veya doğması muhtemel olan bir alacağın teminatı olarak tesis edildiği için bu belirsizliğin ileride getireceği sorunları önlemek amacıyla taşınmazın bu belirsiz borca azami ne miktar için teminat teşkil edeceği ipotek akit tablosunda bir limitle belirlenir. İşte bu nedenledir ki ileride vücut bulacak ana borç ile buna eklenecek faiz, icra takip giderleri ile yanlarca kararlaştırılan diğer fer’ileri, yani TMK’nın 875. maddesinde belirtilen ve ipotekle teminat altına alınan toplam borç miktarı, bu tür ipotekte tarafların ipotek tesis edilirken rızaları ile tespit edilen bu limiti aşması mümkün değildir. Bu özellik üst sınır ipoteğini kesin borç ipoteğinden ayıran önemli bir unsur olmaktadır. Zira, kesin borç ipoteğinde ipotek akit tablosunda belirtilen ana alacaktan başka TMK’nın 875. maddesi uyarınca takip giderleri ile faiz ve diğer fer’ileri de teminat kapsamına girmektedir. Üst sınır ipoteğindeki bu ana ilke başlangıçta belirli olmayan bir borca giren ve taşınmazında alacaklı lehine ipotek tesis ettiren borçlu veya borçlu lehine ipotek veren üçüncü kişiler bakımından önem taşıdığı gibi tapu sicilinde kayıtlı ipotek limitine itibar ederek aynı taşınmazda alacakları için ipotek tesis ettirecek üçüncü kişiler yönünden de tapu sicilindeki kayda itibar edilmesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. ( YHGK’nm 22.02.2012 tarih ve 12-778 E., 94 K, sayılı ilamı bu yöndedir. )

İpotek akit tablosunda limit miktarı saptandıktan sonra, “bu meblağa ilaveten ve ayrıca” ibareleri ile ipoteğin kapsamını genişleten kayıtların eklenmesinin, üst sınır ipoteği olarak tesis edilen ipoteğin türünü anapara ipoteğine dönüştürmesi mümkün değildir.

Zira, TMK’nın emredici nitelikteki 851, 881, 875 ve 876. maddeleri hükümlerini bertaraf etmeye yönelik bu kayıtların hukuki sonuç doğurmaları kabul edilemez. ( YHGK’nın 24.05.1989 tarih ve 111-294 E., 378 K. sayılı ilamı bu yöndedir. ) Bu husus, üst sınır ipoteği yönünden kamu düzenine ilişkin olup, süresiz şikayete tabidir ve icra mahkemesince kendiliğinden nazara alınmalıdır. “İpotek kesin borç ipoteği ise, itiraz, süresi içinde olmadığından süre yönünden reddi, üst sınır ipoteği ise kamu düzeni ile ilgisi olması nedeni ile itiraz ve şikayetin süreye bağlı olmadan incelenmesi gerekir.” 12.HD. 04.05.1992, 11390 E, 6000 K. ( Kuru, İcra, C.3, s.2427 dn95d ). Diğer anlatımla, bu ve 12. HD. 26.11.1999, 13828/15115; 12.HD. 09.11.1999, 13025/13863; 12. HD. 01.11.1999, 13412/13233; 12.HD. 22.10.1999, 11726/12747; 12.HD, 22.05.1997, 5095/5972 sayılı ilamlarında, borçlunun 7 gün içinde ödeme emrine itiraz etmemiş olması halinde dahi, icra dairesinin, sıra cetvelini düzenlerken, takibin alacağın tamamı üzerinden kesinleşmiş olmasına rağmen, sıra cetvelinde takip alacaklısının alacağını yalnız, ipotek limiti içinde kalan miktar kadar nazara alınması gerektiğine karar verilmiştir. “Azami limitli ipoteklerde MK.nın 790. maddesinin hükümleri geniş anlamda uygulanamaz ve ipotek veren üçüncü şahısların sorumlulukları azami ipotek miktarı ile sınırlı olur. Teminat ipoteği veren üçüncü kişinin takibe itiraz etmemesi halinde dahi, başka alacaklıların menfaatlerinin muhtel olabileceği durumlarda derece kararının tanzimi sırasında azami limit miktarının nazara alınması gerekir”. 12.HD.10.03.1987, 648/3326 ( Uyar, Rehnin Paraya Çevrilmesi, s.296 ). Kuru ise icra memurunun bu tür bir yetkisi olmadığı, buna sıra cetveline karşı itiraz biçiminde varsa diğer alacaklıların itiraz edebileceği görüşündedir. ( Age. sh. 2431 ) İÎK.m.45 gibi üst sınır ipoteğinin kapsamını icra memuru kendiliğinden; nazara alabilmelidir. Bu maddi hukuk bakımından bir araştırmayı da gerektirmemekte, takip talebine eklenen resmi senetten anlaşılabilmektedir. Nitekim kambiyo senetlerine özgü takipte de İcra memuru bu senedin kambiyo senedi olup olmadığım araştırmaktadır. ( Prof. Dr. Hakan Pekcanıtez, Bankacılar Dergisi, 33. Sayı, 2000 yılı, sh 50 ).

Öte yandan, üst sınır ipoteğinde limit fazlası alacak için alacaklı tarafından ayrıca takip yapılarak haciz konulmadığı sürece, üst sınır limitinden fazla pay ayrılamaz. Diğer anlatımla, üst sınırı aşan alacaklar, teminattan faydalanmazlar ve adi alacak olarak kalırlar. ( Yargıtay 19. H.D.’nin 29.03.2001 tarih ve 1115 E., 2301 K; 14.02.2002 tarih ve 7426 E., 1131 K. sayılı sayılı ilamları bu yöndedir. Ayrıca; Bkz. Prof. Dr. Baki Kuru, İcra ve İflas Hukuku, El Kitabı, 2. Baskı, 2013, sh. 988 ) Yargıtay 19. H.D.’nin 10.11.2005 tarih ve 5720 E., 11011 K; 27.01.2006 tarih ve 9141 E., 581 K. sayılı ilamlarında da açıklandığı üzere, üst sımr ipotek limitine kadar olan alacak ve fer’ileri toplamı için ayrı bir takibe ve hacze gerek bulunmamaktadır.

Somut olayda, şikayetçi tarafın üst sınır ipoteği limiti kapsamında kendisine pay ayrılmadığına dair istemi, icra müdürünün paylaştırma yapılırken alacağın hesaplanmasına ilişkin takip hukuku kurallarını yanlış uygulamasına yönelik olup; şikayet olunan alacağının hiç ya da gösterilen miktarda bulunmadığına yönelik olmadığından, itiraz alacağın doğumuna ve esasına yönelik değildir. İpoteğin bir üst limit ipoteği olup olmadığını belirlemek İcra Mahkemesi’nin görevine girmektedir. Diğer anlatımla şikayetçinin, kendisine ipotek limitinden daha az pay ayrıldığı iddiasına dayalı bu itirazı üzerine, mahkemece ipoteğin kapsamının incelenmesi gerekeceğinden bu itiraz, alacağın doğumuna ve miktarına değil, sıraya yönelik olup, icra mahkemesi görevlidir. Bu nedenlerle, mahkemece şikayet olunanın görev itirazı hususunda herhangi bir karar verilmemiş ise de, görevli olduğunun kabulü ile uyuşmazlığın esasının incelenmesi doğru olmuştur.

Bu açıklamalara ve dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, şikayet olunan vekilinin temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle, şikayet olunan vekilinin tüm temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun bulunan İcra Mahkemesi kararının İİK’nın 366. maddesi uyarınca ONANMASINA, kararın tebliğinden itibaren 10 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.10.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

TAHSİL HARCI BORÇLUDAN TAHSİL EDİLİR

T.C

YARGITAY

12.HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2015/14210

KARAR: 2015/27809

TARİH: 12.11.2015

Alacaklının Haricen Ödeme talebi üzerine sadece Borçluya Muhtıra Çıkartılarak Tahsil Harcını Talep Edilmesi Gerekirken hem Borçlu hemde Alacaklıya Tahsil Harcı İçin Müzekkere Yazılmasının İsabetsizdir.

İİK nun 15 ve 492 maddenin 28. Maddesi…..

Konu özeti: Harç, yapılan bir hizmet karşılığı olarak devletin aldığı paradır. Medeni Usul Hukukunda olduğu gibi, icra hukukunda da harç ve giderler sonuçta haksız çıkan tarafa yükletilir.Tahsil harcı, alacağın ödenmesi sırasında yatırılan paradan tahsil edilir. Aksine hüküm bulunmadıkça, İcra ve iflas hukukundan kaynaklanan bütün harç ve masraflar borçluya ait olup, bunların neticede ayrıca hüküm ve takibe hacet kalmaksızın borçludan tahsil olunur.

Görülen dava : Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :

Karar : Alacaklı tarafından takip borçluları hakkında ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla icra takibi yapıldığı, borçlular tarafından borca kısmi itiraz edildiği, alacaklı tarafından nakdi kredi alacaklarını teşkil eden borçlularca itiraz edilmeyen 226.232,36 TL’lik bölümün borçlularca Avukatlık Ücreti hariç olmak üzere bankalarına haricen ödendiğini, icra müdürlüğüne bu konuda bildirim yapıldığı, toplam 298.674,91 TL haricen ödemeye dair borçluların ödemekle yükümlü oldukları harçların borçlulardan istenilmesi için gereğinin yapılması ve bundan sonraki yapılacak işlemlerde ödenmeyen Avukatlık Ücretinin göz önünde tutulmasının istendiği, icra müdürlüğünün 25.03.2015 tarihli kararı verdiği, tüm harç ve giderlerin borçluya ait bulunduğu, tahsil harcını ödemekle yükümlü borçluya muhtıra çıkarılması gerekirken bu yapılmadan harç müzekkeresi düzenlenerek vergi dairesine bildirim yapılmasının yasaya aykırı olduğunu, icra müdürlüğü kararının iptalini istediği anlaşılmaktadır.

Harç, yapılan bir hizmet karşılığı olarak devletin aldığı paradır. Medeni Usul Hukukunda olduğu gibi, icra hukukunda da harç ve giderler sonuçta haksız çıkan tarafa yükletilir. 492 Sayılı Harçlar Kanunu’nun 28/b maddesine göre, tahsil harcı, alacağın ödenmesi sırasında yatırılan paradan tahsil edilir.

İcra ve İflas Kanunu’nun 15. maddesi ise, kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, bütün harç ve masrafların borçluya ait olduğunu, bunların neticede ayrıca hüküm ve takibe hacet kalmaksızın borçludan tahsil olunacağını öngörmektedir.

Bu durumda icra dosyasına bildirilen haricen ödemelerle ilgili olarak borçluya muhtıra çıkartılarak tahsil harcına talep edilmesi gerekirken hem borçlu hem alacaklıya tahsil harcı için icra müdürlüğünce müzekkere yazılması isabetsizdir.

O halde icra mahkemesince şikayetin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile istemin reddi yönündeki kararı isabetsizdir.

NİHAİ KARAR : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulüyle mahkeme kararının yukarda yazılı sebeplerle İİK’nun 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istenmesi halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

BOZMADAN SONRA ISLAH YAPILABİLECEĞİNE İLİŞKİN KARAR

T.C
YARGITAY

10. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2015/2911
KARAR:2015/4657

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :İş Mahkemesi

Dava, rücuen tazminat istemine ilişkindir.

Mahkemece, ilamında belirtildiği şekilde, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Hükmün, davacı… Başkanlığı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hakimi ……. tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi.

Mahkemece, bozma ilamı sonrası ıslah yapılamayacağı gerekçesi ile davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 16.03.2005 tarihli 2005/13-97-150 sayılı ilamında ayrıntıları açıklandığı üzere; ıslah, taraflardan birinin usule ilişkin bir işlemini, bir defaya mahsus olmak üzere kısmen veya tamamen düzeltmesine olanak tanıyan ve karşı tarafın onayını gerektirmeyen bir yoldur. Hüküm tarihinde yürürlükte bulunan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 177’nci maddesinde (1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 84’üncü maddesi), ıslahın, tahkikatın sona ermesine kadar yapılabileceği belirtilmiştir. Bu bağlamda, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 177’nci maddesindeki kuralın ve o çerçevede tahkikat kavramının irdelenmesinde yarar vardır.

Tahkikat kavramı, layihalarla ve öninceleme aşamasında yeterince aydınlanmamış olan bir davada, tahkikat açılmasıyla başlayıp, çekişmeli yönlere ilişkin taraf delillerinin toplanmasıyla biten ve uygulamada, davaların çoğunda gerçekleşen bir evreyi ifade etmektedir. Vurgulanmalıdır ki; tahkikat evresi, bozmanın içerik ve kapsamına göre, bazı hallerde bozmadan sonra da gerçekleşebilir. Ancak, 177’nci maddedeki, “tahkikatın sona ermesine kadar” ifadesinden, Kanunun tahkikat ve hüküm arasında düzenlediği yargılama evresinde ıslaha izin vermediği sonucu çıkarılabilmektedir.

Yargıtay İçtihadı Birleştirme büyük Genel Kurulu’nun 04.02.1948 gün ve 1944/10 E. 1948/3 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına baktığımızda; ıslahın, iyiniyetli tarafın, davayı açtıktan veya kendisine karşı bir dava açıldıktan sonra öğrendiği olgularla ilgili yanlışlıklarını düzeltmesine, eksiklikleri tamamlamasına, bu çerçevede yeni deliller sunabilmesine olanak sağlayan bir kurum olduğu anlaşılmaktadır. Ne var ki; taraflardan birine davanın herhangi bir aşamasında ıslah olanağı tanınması, davaların sonu alınamayacak şekilde uzamasına neden olmak gibi bir sakıncayı da içermektedir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 177’nci maddesinde ıslahın yalnızca tahkikat bitinceye kadar yapılabileceği öngörüldüğüne ve temyiz faslında da, bozmadan sonra dahi ıslahın olanaklı bulunduğuna dair açık veya örtülü bir hüküm yer almadığına göre, Kanunun bu olanağı bir devre ve zaman ile sınırlandırdığı kabul edilmelidir. Dolayısıyla, 177’nci maddenin soyut iznine bakılarak, bu istisnai yolun bozmadan sonraki aşamalara da yaygınlaştırılması, bozmaya uyulmasıyla kazanılan hakları ihlal edebileceği gibi, davanın tamamen ıslah edildiği hallerde, işin sonuçlandırılmasını da güçleştirir. O halde, ıslahla ilgili kuralların, yargılamanın sadeliği, basitliği ve çabukluğunu amaçlayan diğer usul hukuku ilkeleriyle bağdaşacak şekilde yorumlanması; bozmadan sonra ıslahın mümkün olmadığı sonucuna varılması zorunludur.

Bu saptamalar ışığında, anılan İçtihadı Birleştirme Kararında bozmadan sonra ıslahın mümkün olmadığı sonucuna varılırken, Hukuk Muhakemelerini Kanunu’nun 177’nci maddesindeki kural yanında, bozmaya uyulmakla oluşan usuli kazanılmış hakların ihlali endişesinin de etken olduğu görülmektedir. Bu endişenin nedeni şudur: Bir davada verilen hükme yönelik bozma ilamı doğaldır ki, bozmanın kapsam ve gerekçelerine bağlı olarak değişebilmekle birlikte genellikle, tarafların hak ve borçlarının hukuksal dayanak, nitelik, miktar ve kapsamları gibi yönlerde, davanın ondan sonraki seyrini belirler; Mahkemece bozmaya uyulması halinde, uyma sonrasında hangi işlemlerin ve araştırmaların yapılması gerektiğini ortaya koyar. Dolayısıyla, mahkemenin bozmaya uyması, davanın artık bozmada gösterilen yön, kapsam ve sınırlar çerçevesinde sonuçlandırılacağı anlamını taşır. O nedenle de, uyma kararı, bozma kendisinin yararına olan taraf bakımından usuli kazanılmış hak oluşturur ve mahkeme uyduğu bozma kararının gereklerini yerine getirmekle yükümlü hale gelir. Davanın, bu şekilde, uyulan bozmanın öngördüğü yön ve içeriğe bürünmesinden sonra, salt Kanunun tanıdığı yetkiye dayanılarak, taraflardan birinin ıslah yoluna gitmesi, her davanın kendine özgü yapısı içerisinde, bozmayla diğer taraf yararına oluşan usuli kazanılmış hakkın ortadan kalkması ya da sınırlanması, zayıflaması sonucuna yol açabilir.

Açıktır ki, söz konusu sakıncaların doğabilmesi için, her şeyden önce, ortada, hakkında tahkikat yapılmış, hükme bağlanmış ve kurulan hüküm Yargıtay tarafından hukuka uygunluk yönünden denetlenerek bozulmuş istem/istemler bulunmalıdır.

Önemle belirtilmelidir ki; İçtihadı Birleştirme Kararları konularıyla sınırlı, gerekçeleriyle açıklayıcı ve sonuçlarıyla bağlayıcı nitelik taşırlar.

Yukarıdaki açıklamaların somut olay bakımından ortaya koyduğu sonuç şudur: İçtihadı Birleştirme Kararıyla kabul edilen, bozmadan sonra ıslahın mümkün olmadığı yönündeki kural, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 177’nci maddesi hükmüyle birlikte değerlendirildiğinde, bir davadaki istem/istemler hakkında mahkemece tahkikat (tarafların duruşmaya çağrılmaları, çekişmeli yönlere ilişkin delillerin toplanması, toplanan delillerin değerlendirilmesi) yapılarak, bunların ortaya koyduğu sonuç çerçevesinde bir hüküm kurulduğu ve Yargıtay’ın ilgili Dairesinin de, kurulan bu hükmü, herhangi bir nedenle usul ve yasaya aykırı görerek bozduğu hallerle sınırlı bir içeriktedir.

Dairemizin bozma kararına uyulduktan sonra yapılan yargılamada, tahkikat evresinin bitmemiş olması nedeniyle davacının davasını ıslah etmesinin mümkün olduğu gözetilmeksizin, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde karar verilmiş olması, usul ve yasaya aykırı olup bozma sebebidir.

O halde, davacı Kurum avukatının bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, 12.03.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

AİLE KONUTU TAŞINMAZIN TAPU KAYDININ İPTALİ- NİSPİ HARÇ – NİSPİ VEKALET ÜCRETİ

T.C
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2018/3260
KARAR: 2019/2439

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : … Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi
DAVALILAR : 1-… 2-…
DAVA TÜRÜ : Tapu İptali ve Tescil-Aile Konutu Şerhi Konulması

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda bölge adliye mahkemesi hukuk dairesince verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı tarafından tapu iptal-tescil davasının ve aile konutu şerhi davasının reddedilen bölümleri yönünden; davalılardan … tarafından ise; aile konutu şerhi ve tapu iptal tescil davasının kabul edilen bölümü ile, harç, yargılama giderleri ve vekalet ücreti yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davacının tüm, davalı …’nün aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.

2-Davacı tarafından dava konusu 494 ada 6 parsel sayılı taşınmazın aile konutu olduğu, davalı eski malik eşi Mehmet tarafından rızası alınmadan diğer davalı …’ye satıldığı iddia edilerek taşınmazın Halize adına olan tapu kaydının iptali ile eski malik eş Mehmet adına kayıt ve tescili ile taşınmaza aile konutu şerhi konulması talep edilmiş, ilk derece mahkemesince davanının kabulü ile dava konusu 494 ada 6 parsel sayılı taşınmazın Halize adına olan tapu kaydının iptali ile davalı … adına tesciline ve taşınmazın tapu kaydına aile konutu şerhi konulmasına karar verilmiş, davalılardan Halize tarafından istinaf talebinde bulunulması üzerine ise … Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi tarafından hükmün kaldırılarak, davanın kabulü ile 494 ada 6 parsel sayılı kargir ev vasfındaki taşınmaz üzerinde bulunan üç katlı binanın 3. katındaki meskenin tapu kaydının iptali ile davalı eş Mehmet adına tesciline ve aynı taşınmaz bölümü üzerine aile konutu şerhi konulmasına, karar verilmiştir. Yapılan yargılama ve toplanan delillerden dava konusu taşınmaz üzerinde alt kat, orta kat ve çatı katından oluşan binanın bulunduğu, üç katlı binanın 3. katındaki meskenin aile konutu olarak kullanıldığı ve bölge adliye mahkemesince de bu bölüm yönünden tapu kaydının iptali ile aile konutu şerhi konulmasına karar verildiği anlaşılmaktadır. Açıklanan sebeplerle bilirkişilerden ek rapor alınmak suretiyle aile konutu olarak kullanılan ve tapu iptali ile eski malik adına kayıt edilmesine karar verilen katın değerinin belirlenerek, bu değer üzerinden (oranlama yapılarak) nispi karar ilam harcı, yargılama giderine ve vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda 2. bentte gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma kapsamı dışında kalan temyize konu diğer bölümlerin ise yukarıda 1. bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, aşağıda yazılı harcın davacıya yükletilmesine, peşin harcın mahsubuna 176.60 TL temyiz başvuru harcı peşin yatırıldığından başkaca harç alınmasına yer olmadığına, temyiz peşin harcının istek halinde yatıran davalı …’ye geri verilmesine, dosyanın ilgili bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine gönderilmesine oybirliğiyle karar verildi. 07.03.2019 (Prş.)

HAKSIZ EYLEM NEDENİYLE TAZMİNAT – PARMAK KIRIĞI – İŞ GÜCÜ KAYBI

T.C
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2016/11506
KARAR:2018/7411

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı … vekili Avukat … tarafından, davalı … aleyhine 30/11/2012 gününde verilen dilekçe ile haksız eylem nedeniyle maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın reddine dair verilen 21/06/2016 günlü kararın Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.

Dava, kasten yaralama eylemi nedenine dayalı maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, istemin reddine karar verilmiş, hüküm; davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı vekili, olay tarihinde davacı ile davalı arasında çıkan kavgada müvekkilinin parmağının kırıldığını, bacağında kesi meydana geldiğini ve kalıcı sinir yaralanmasına neden olduğunu, bu nedenle bir ameliyat geçirdiğini, 90 günden fazla iş görmez raporu aldığını, müvekkilinin hem bedenen, hem de ruhen derin acılar çektiğini, öğretmenlik yapmakta olan müvekkilinin bacağındaki yaranın ayakta durmasını oldukça güçleştirdiğini ve iş gücü kaybına uğradığını, bu nedenle müvekkili lehine maddi ve manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

Davalılar, davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece, hükme esas alınan 22/10/2015 tarihli Adli Tıp Kurumu Genel Kurulu raporu doğrultusunda, davacının 01/03/2011 tarihinde geçirmiş olduğu darp olayı sonucu olduğu bildirilen arızası, 11/10/2008 tarih ve 27021 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği hükümleri muvacehesinde maluliyetine neden olacak düzeyde araz bırakmadan iyileşmiş olduğu bu nedenle maluliyet tayinine mahal olmadığı, iyileşme süresinin 01/03/2011 tarihinden itibaren 3 (üç) aya kadar uzayabileceği, kişide saptanan peroneal sinir arızası ile 01/03/2011 tarihli maruz kaldığı darp olayı arasında illiyet bağı bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Toplanan tüm deliller ve özellikle ceza mahkemesince yapılan yargılama sırasında davalıya atfedilen ve sübut bulan eylemler birlikte değerlendirildiğinde, davalının davacıya yönelik etkili eylemi sonucu beden gücü kaybı oluşmadan iyileştiği sabitse de, davacının parmağının kırıldığı anlaşılmaktadır. Bu haliyle, mahkemece davacının dilekçesindeki talepler de dikkate alınmak suretiyle, davacının parmağının kırıldığı gözetilerek maddi ve manevi zararının tespiti ile sonuca gidilmesi gerekirken davanın tümden reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 28/11/2018 gününde oy birliğiyle karar verildi.

İSTİFADAN SONRADA İŞYERİNDE KESİNTİSİZ ÇALIŞMANIN SÜRMESİ İŞ SÖZLEŞMESİNİN İSTİFAYLA SONA ERDİĞİNİN KABUL EDİLEMEYECEĞİ GEÇERSİZ FESİH

T.C
YARGITAY
9.HUKUK DAİRESİ

Esas No: 2006/25699
Karar No: 2006/32649
Tarihi: 11.12.2006

İSTİFADAN SONRADA İŞYERİNDE KESİNTİSİZ ÇALIŞMANIN SÜRMESİ
İŞ SÖZLEŞMESİNİN İSTİFAYLA SONA ERDİĞİNİN KABUL EDİLEMEYECEĞİ
GEÇERSİZ FESİH

ÖZETİ: Mevcut olgulara göre davacı istifa dilekçesi verdikten sonra tarafların anlaşması ile ara vermeden çalışmasına devam etmiş, daha sonra 2.7.2005 tarihinde iş sözleşmesi davalı işverence feshedilmiştir. Bu nedenle, feshin davacının istifası ile son bulduğunu kabul etme olanağı bulunmamaktadır. Davalı işverence iş sözleşmesi geçerli nedenle feshedilmiş olup, davacının işe iade isteğinin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile reddedilmesi hatalıdır.

DAVA: Davacı, feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkeme, davayı reddetmiştir.
Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü

Davacı işçi. iş sözleşmesinin geçerli neden olmadan işverence feshedildiğini ileri sürerek feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini, işe başlatılmama halinde ödenmesi gereken tazminat ile boşta: geçen süre ücretinin belirlenmesini istemiştir.

Davalı işveren, davacının şantiye seli olup, işveren vekili olduğunu, istifa suretiyle iş sözleşmesinin sona erdiğini belirterek davanın reddine karar verilmesi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece davacının istifa suretiyle işten, ayrıldığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

[u]Davalı tanıklarının beyanlarına göre davacının işe alma ve işçi çıkarma yetkisi yoktur. Bu nedenle işveren vekili olduğu kabul edilemez. Oto yandan, dosya içeriğine göre davacı 12.5.2005 tarihinde istifa dilekçesi vermiş ise de daha: sonra tarafların anlaşması ile fesih iradesi ortadan kaldırılmıştır. İstifa dilekçesi üzerine yakınan “54 gün sonra ayrılması uygundur” ibaresinin davacı tarafından kabul edildiğine ilişkin kanıt bulunmamaktadır. Davacı anılan ibarenin bilgisi haricinde yazıldığını ileri sürmüştür. Davalı tanıkları da istifa dilekçesini verdikten sonra davacının ara vermeden çalışmaya devam ettiğini, ancak daha sonra tarafların anlaşamaması nedeni ile davacının çıkışının verildiğini açıklamışlardır. Mevcut olgulara göre davacı istifa dilekçesi verdikten sonra tarafların anlaşması ile ara vermeden çalışmasına devam etmiş, daha sonra 2.7.2005 tarihinde iş sözleşmesi davalı işverence feshedilmiştir. Bu nedenle, feshin davacının istilası ile son bulduğunu kabul etme olanağı bulunmamaktadır. Davalı işverence iş sözleşmesi geçerli nedenle feshedilmiş olup, davacının işe iade isteğinin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile reddedilmesi hatalıdır. Belirtilen nedenlerle, 4857 sayılı İş Kanunun 20.maddesinin 3.fıkrası uyarınca, ‘hükmün bozulmak sureliyle ortadan kaldırılması ve aşağıdaki gibi karar verilmesi gerekmiştir.[/u]

HÜKÜM: Yukarıda belirtilen nedenlerle;
l-) İstanbul I. İş Mahkemesinin 11.7.2006 gün ve 691-483 sayılı kararının bozularak ortadan kaldırılmasına.
2-) İşverence yapılan feshin geçersizliğine ve davacının işe iadesine,
3-) Davacının yasal sürede işe başvurmasına rağmen, işverenin süresi içinde işe başlatmaması halinde ödenmesi gereken tazminat miktarının fesih nedeni ve kıdemi dikkate alınarak 4 aylık ücreti olarak belirlenmesine,
4-) Davacının işe iade için işverene süresi içinde başvurması halinde hak kazanılacak olan ve kararın kesinleşmesine kadar en çok 4 aylık ücret ve diğer haklarının davacıya ödenmesi gerekliğinin belirlenmesine,
Davacının işe başlatılması halinde varsa ödenen ihbar ve kıdem tazminatının bu alacaktan mahsubuna,
5-) Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,
6-) Davacı vekille temsil edildiğinden, karar tarihinde yürürlükte olan tarifeye göre 400.YTL vekalet ücretinin davalıdan alınıp davacıya verilmesine,
7-) Davacı tardından yapılan (31.40) YİL yargılama giderinin davalıdan alınıp davacıya verilmesine, davalının yaptığı yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına,
8- Peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, kesin olarak, oybirliğiyle 11.12.2006 tarihinde karar verildi.

EVLİLİĞİN BOŞANMA İLE SON BULMASI DAVANIN KONUSUZ KALMASI- AİLE KONUTU ŞERHİ- NİSPİ VEKALET ÜCRETİ

T.C
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2019/6988
KARAR:2019/10924
TARİH:06.11.2019

Davacı, davalı eş Serdar adına kayıtlı olan taşınmazın aile konutu olduğundan bahisle, açık rızası olmaksızın diğer davalı …’a devredildiği gerekçesiyle Türk Medeni Kanunu’nun 194/1. maddesi gereğince tapu iptal ve tescil ile aile konutu şerhi konulması isteğinde bulunmuştur. Yargılama esnasında tarafların 27/05/2014 tarihinde kesinleşen karar ile boşandıkları anlaşılmakla evlilik boşanma ile sona erdiğine göre, dava konusu taşınmaz aile konutu olmaktan artık çıkmış, davanın konusu kalmamıştır. Mahkemece de bu sebeple davanın konusu kalmadığından karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiş, kararın davacı … ile davalı … tarafından temyizi üzerine Dairemizin 2016/8010 Esas ve 2017/11087 Karar sayılı ve 16.10.2017 tarihli bozma ilamı ile davacı kadın dava açmakta haklı olduğundan lehine vekalet ücretine hükmedilmesi gerekçesiyle karar bozulmuştur. Davacının davanın açıldığı tarihte haklı olduğu kabul edildiğine göre, bozma sonrası mahkemece davacı yararına karar tarihinde yürürlükte olan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 6. maddesi dikkate alınarak nispi vekalet ücreti tayini gerekirken, bu husus nazara alınmadan yazılı şekilde vekalet ücretinin maktu tayin edilmesi doğru bulunmamış ve bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 06.11.2019

TRAFİK KAZASI- SAĞ KOL VE BACAĞIN FELÇLİ HALE GELMESİ NEDENİYLE BAKICI GİDERLERİ- ADLİ TIPTAN RAPOR ALINMASI GEREKTİĞİ

TC
YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2018/1504
KARAR:2019/1126

“İçtihat Metni”

Davacılar …,(Kendi adına asaleten …’ye velayeten), …,(Kendi adına asaleten …’ye velateyen) ile davalılar … … Servisi San. Ve Tic. A.Ş., … Anonim Türk Sigorta Şirketi, … arasındaki dava hakkında … 4. Asliye Hukuk Mahkemesi’nden verilen 12.05.2015 gün ve 2010/134 esas, 2015/194 karar sayılı hükmün, Dairemizin 30.11.2017 tarih, 2015/18756 esas, 2017/11392 sayılı kararı ile bozulmasına karar verilmişti. Süresi içinde davacılar vekilince kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla, dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

1-Dosya içeriğine, mahkeme kararında belirtilip Yargıtay ilamında benimsenen gerektirici sebeplere göre, 6100 Sayılı HMK’nin geçici 3. maddesinin 2. fıkrası delaletiyle, 1086 Sayılı HUMK’nin 440. maddesinde sayılan nedenlerden hiç birisine uygun olmayan davacılar vekilinin sair karar düzeltme isteminin reddi gerekmiştir.

2-Taraflar arasındaki maddi ve manevi tazminat istemine yönelik davanın yapılan yargılaması sonunda, davanın kısmen kabul kısmen reddine dair verilen hükmün davacılar vekili, davalı … … Servisi San. Ve Tic. A.Ş vekili, davalı … Şirketi vekili ile davalı … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairemizin 30.11.2017 tarih, 2015/18756 esas, 2017/11392 sayılı kararı ile davalı … … Servisi San. ve Tic. A.Ş vekili, davalı … vekili ve davalı …Ş vekilinin davacı …’e yönelik temyiz dilekçelerinin reddine, davacılar vekilinin tüm, davalı … … Servisi San. ve Tic. A.Ş vekili, davalı … vekili ve davalı …Ş vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, diğer yönlerden temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün bozulmasına karar verilmiş, davacılar vekili karar düzeltme isteminde bulunmuştur.

Dava Borçlar Kanunu’nun 46. maddesi (6098 sayılı TBK m. 54) gereğince bedensel zarara uğranılması nedeniyle maddi tazminat ve BK m. 47 gereğince (6098 sayılı TBK m. 56) manevi tazminat istemine ilişkindir.

Sorumluluğu doğuran olayın, zarar görenin vücut bütünlüğünü ihlâl etmesi hali BK m. 46/I’de özel olarak hükme bağlanmıştır. Bu hüküm gereğince “Cismani bir zarara düçar olan kimse külliyen veya kısmen çalışmaya muktedir olamamasından ve ileride iktisaden maruz kalacağı mahrumiyetten tevellüt eden zarar ve ziyanını ve bütün masraflarını isteyebilir”. Bu hüküm gereğince, vücut bütünlüğünün ihlâli halinde mağdurun malvarlığında meydana gelmesi muhtemel olan azalmanın ve dolayısıyla maddî zararın türleri; masraflar, çalışma gücünün kısmen veya tamamen kaybından doğan zararlar ve ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan zararlar şeklinde düzenlenmiştir. Borçlar Kanunu’nun 46. maddesinde belirtilen “bütün masraflar” deyimi çok geniş kapsamlıdır. Bu giderlere zarara uğrayanın katlanmak zorunda kaldığı bütün giderler dahildir. Bu bakımdan zarara uğrayanın tedavi giderleri yanında, işlerini görememesi nedeniyle tutmak zorunda kaldığı yardımcı ya da hastabakıcı için ödemek zorunda kaldığı giderleri ile yapılması gereken estetik tedavi giderleri de istenebilir.

Dava dilekçesinde, meydana gelen kazadan dolayı müvekkillerinin küçük kızı Merve’nin malul duruma düştüğünü, zekasını kaybettiğini, 5. sınıfta okuması gerekirken orta ağır zihinsel özürlüler sınıfına kaydının yapıldığını ve olayları tam idrak edemediğini, sağ kol ve bacağının felçli hale geldiğini ve ömür boyu bir başkasının yardımına muhtaç olduğunu, iyileşme ve maluliyet süresinin tespiti ve buna ilişkin zararının belirlenerek 500,00 TL maddi, 40.000,00 TL manevi tazminat talebinde bulunmuş, Adli Tıp Kurumu Başkanlığı Genel Kurulu’ndan alınan 21.08.2014 tarihli raporda, davacı Merve’nin  geçirdiği trafik kazası nedeniyle Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği E cetveline göre %32.3 oranında meslekte kazanma gücünü kaybetmiş sayılacağının, iyileşme süresinin ise 18 ay olduğunun belirlendiği, anlaşılmıştır. Davacının … raporu ile belirlenen 18 aylık süre zarfında %100 malül sayılacağı, bakıma muhtaç olduğu ve bakıcı gideri ödemek zorunda kalacağının kabulü gerekir. Yine bakıcı ücretinin hesaplanmasında kaza tarihindeki asgari ücretin brüt tutarının (tamamının) esas alınması gerektiği de Dairemizin yerleşik uygulaması gereğidir.

Bu durumda mahkemece,davacının bakıcı gideri talebi yönünden Adli Tıp Kurumu Başkanlığı Genel Kurulu raporunda belirlenen 18 aylık iyileşme süresi için bilirkişiden kaza tarihinde yürürlükte olan brüt asgari ücret tutarı dikkate alınarak ek rapor alınması ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile hüküm kurulması doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin sair karar düzeltme istemlerinin REDDİNE, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile Dairemizin 30.11.2017 tarih, 2015/18756 esas, 2017/11392 karar sayılı bozma ilamına açıklanan bendin de eklenmek sureti ile hükmün BOZULMASINA, tashihi karar peşin harcın istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine 07/02/2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.

TENSİP İLE KESİN SÜRE VERİLEREK TANIK BİLDİRİLMESİ İSTENEMEYECEĞİ- SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ İLKESİ

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/2-433
K. 2016/63
T. 22.1.2016

• TENSİP İLE KESİN SÜRE VERİLEREK TANIK BİLDİRİLMESİ İSTENEMEYECEĞİ ( Tarafların Henüz Uyuştukları ve Ayrıştıkları Hususlar Belirlenmeden Tanık Bildirilmesi İstenmesi Boşanmaya Dair 4721 S. T.M.K.’nun 184. ve 4787 S. Kanunun 7. Md. ve Anayasanın 41. Md. Yer Verilen Amaç Gözetildiğinde Doğru Olmadığı )

• GENEL BOŞANMA İSTEMİ ( Mahkemece Tarafların Henüz Uyuştukları ve Ayrıştıkları Hususlar Belirlenmeden Tensip İle Birlikte Kesin Süre Verilerek Tanıkların Bildirilmesinin İstenmesi Doğru Olmadığı )

• SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ İLKESİ ( Boşanma İstemi – Tensip Tutanağı İle Verilen Kesin Süreye Rağmen Tanıklarını Bildirmeyen Davacı Tanıklarının Dinlenmesine Karar Verilmesine Karşın Davalı Tanıklarının Bildirilmesi İsteminin Reddine Karar Verilmesi Bozma Nedeni Olduğu )

2709/m.41

4787/m.7

6100/m.137,138,139,140

4721/m.166/1,184

ÖZET : Dava, evlilik birliğinin temelden sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat isteklerine ilişkindir. Mahkemece, tarafların henüz uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar belirlenmeden tensip ile birlikte kesin süre verilerek tanıkların bildirilmesinin evliliği sonlandıran ve istenmesi kamu düzenini ilgilendiren boşanmaya dair 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 184. ve 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 7. maddesinde düzenlenen usul kuralları ve özellikle Anayasanın 41. maddesinde yer verilen amaç gözetildiğinde doğru olmadığı gibi tensip tutanağı ile verilen kesin süreye rağmen tanıklarını bildirmeyen davacı tanıklarının dinlenmesine karar verilmesine karşın davalı tanıklarının bildirilmesi isteminin reddine karar verilmesi silahların eşitliği ilkesi gereğince de doğru bulunmamıştır.

DAVA : Taraflar arasındaki “boşanma, nafaka, velayet ve tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Batı 1. Aile ( Kapatılan Sincan 1.Aile ) Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 15.01.2013 gün ve 2012/198E., 2013/27 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay

2. Hukuk Dairesinin 03.07.2013 gün ve 2013/6356 E., 2013/18904 K. sayılı ilamı ile;

( … Mahkemece; ” davalının cevap dilekçesinde tanık deliline dayanmadığı, daha sonra dilekçeler teatisinde de tanık ve delil bildirmediği” gerekçesiyle davalı tarafın delilleri toplanmadan davacı delilleri ile sonuca gidilmiştir. Davalının davaya süresinde cevap vermemiş olması, delil bildirme ve savunmasını ispat etme hakkını ortadan kaldırmaz. Davaya süresinde cevap verilmemesinin sonucu, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamının inkar edilmiş olmasıdır ( HMK. madde 128 ). Bu böyle olmakla birlikte süresinde davaya cevap vermeyen davalı, Hukuk Muhakemeleri Kanununun 145/1. maddesindeki hal dışında, davacıya kusur isnat edemez ise de, davacının iddiasını dayandırdığı vakıaların gerçekte vukuu bulmadığına, diğer bir ifade ile evlilik birliğini temelinden sarsar nitelikte bir hadisenin mevcut olmadığına yönelik olarak kanunda belirtilen süre içinde olmak koşuluyla delil bildirebilir. Aksinin kabulü, bir kez cevap süresini kaçırmış veya davaya cevap vermemiş olan davalının bundan sonra delil bildirememesi sonucunu doğurur. Bu ise Hukuk Muhakemeleri Kanununun 27. maddesinde yer alan hukuki dinlenilme hakkını zedeler. Tarafların, dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları “belge” niteliğindeki delillerini sunmaları için ön inceleme duruşmasında iki haftalık kesin süre verilmesi yasal olarak mümkün ( HMK. madde 140/5 ) iken, uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar henüz belirlenmeden tarafların, ön inceleme duruşmasından önce davanın daha başında ( tensiple ) ” tanık bildirmelerini” beklemek doğru olmadığı gibi, bu yönde tensiple kesin mehil verilse bile, bu hukuki sonuç doğurmaz. Çünkü delil çekişmeli vakıalar için gösterilir ( HMK. madde 187/1 ).Taraflar arasındaki çelişmeli hususlar ise ön inceleme duruşmasında belirlenir ( HMK. madde 140/1 ). Tahkikat tespit edilen çekişmeli hususların çözümü için yürütülür. O halde davalıya tanıklarını göstermesi için süre verilmeli, gösterdiği takdirde, tanıkları savunması çerçevesinde dinlenmeli ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek hasıl olacak sonucu uyarınca karar verilmelidir. Bu yapılmadan eksik inceleme ile hüküm tesisi doğru bulunmamıştır… ), Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Dava, Türk Medeni Kanununun 166/1. maddesi uyarınca evlilik birliğinin temelden sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat isteklerine ilişkindir.

Davacı vekili, eşinin şiddet uyguladığını, ailesini ziyarete göndermediğini, anne, baba ve kardeşleriyle birlikte yaşadıklarını belirterek evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına dayalı olarak boşanmalarına, 1.000,00 TL tedbir ve yoksulluk nafakasına, çocukların velayetlerinin babalarına bırakılmasına, 50.000,00’er TL maddi ve manevi tazminata hükmedilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, mahkemenin yetkili olmadığını, davacının hasta olan annesini ziyarete geldiğini, onların etkisi ile dönmediğini, ileri sürülen iddiaların doğru olmadığını, evine dönmesi şartıyla davacı eşini affettiğini belirterek davanın reddine karar verilmesi ile Yozgat 2 Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan karşı davanın sonucunun beklenilmesi aksi takdirde birleştirilmesine karar verilmesini, müşterek çocukların velayetlerinin kendisine bırakılmasını savunmuştur. Yerel Mahkemece, davalı tarafa 29.03.2012 tarihli tensip ara kararı ile birlikte davaya dair cevapları ile varsa tüm delillerinin ibrazı için süre verildiği, bu süre içerisinde tanık deliline dayanılmadığı gibi davanın uzamasına sebebiyet vermeyecek şekilde ön inceleme duruşmasının bitimini müteakip dinletmek istedikleri tanıkları hazır edilmediğinden ve istenilen süre usule uygun olmadığından reddine karar verildiği, davacı tarafından gösterilen ve dinlenilen tanık anlatımları, nüfus aile kayıt tablosu ile tüm dosya kapsamı bir bütün halinde değerlendirildiğinde; evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına neden olan hadiselerde Serhat Altın’ın tamamen kusurlu olup Sevgi’den kaynaklanan herhangi bir kusurun varlığının ispat edilemediği, TMK’nın 166/1-2 maddesi koşullarının davacı bakımından gerçekleştiği anlaşılmakla tarafların boşanmalarına, müşterek çocukların velayetlerinin babaya bırakılmasına, müşterek çocuklardan Yasin yararına dava tarihinden geçerli olmak üzere 200,00 TL tedbir nafakasının, hüküm kesinleşinceye kadar davalıdan alınarak davacıya verilmesine, davacı yararına dava tarihinden itibaren geçerli olmak üzere 250,00 TL tedbir ile hükmün kesinleşmesini müteakip 300,00 TL yoksulluk nafakasının davalıdan alınarak davacıya verilmesine,TMK’nın 174/1-2 maddesi gereğince 7.000,00 TL maddi 6.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan alınarak davacıya verilmesine, fazlaya dair taleplerin reddine dair verilen karar davalı vekilinin temyizi üzerine; Özel Dairece yukarda yazılı olan karar ile bozulmuş; mahkemece, önceki gerekçeler tekrar edilip genişletilerek direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararını davalı vekili temyize getirmektedir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ön inceleme duruşması yapılmadan tensip tutanağı ile davalının delillerini sunması için süre verilip verilemeyeceği, cevap dilekçesinde delil bildirmeyen davalıya ön inceleme duruşmasında delillerini bildirmesi için süre verilmesinin gerekip gerekmediği, mahkemece usulüne uygun olarak ön inceleme duruşmasının yapılıp yapılmadığı, tahkikat aşamasında davalıya delillerini bildirme hakkının tanınıp tanınamayacağı; varılacak sonuca göre davalının hukuki dinlenilme hakkının ihlal edilip edilmediği noktasında toplanmaktadır.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile usul hukukumuzda ilk derece yargılamasının beş temel aşamadan oluşması öngörülmüştür. Bunlar sırası ile; dilekçelerin karşılıklı verilmesi, ön inceleme, tahkikat, sözlü yargılama ve hükümdür. Bu aşamalar içinde yeni olan ise ön inceleme aşamasıdır.

Yargılamanın gereksiz yere uzamasının engellenmesi; mahkemenin ve tarafların yargılamada gereken hazırlığı davanın başında yapmasının sağlanması bakımından, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile dilekçelerin verilmesinden sonra ve tahkikat aşamasından önce gelmek üzere “ön inceleme” adıyla yeni bir yargılama aşaması kabul edilmiştir ( H. Pekcanıtez/O. Atalay/ M.Özekes, Medeni Usul Hukuku, 11 Bası, 2011, s.375-376 ).

6100 Sayılı HMK’nın 137. maddesinde, ön incelemenin kapsamı, HMK 138. maddesinde ön inceleme aşamasında dosya üzerinden dava şartları ve ilk itirazlar hakkında verilecek kararlar, HMK 139. maddesinde ön inceleme duruşmasına davet, HMK 140. maddesinde ise yapılması zorunlu olan ön inceleme duruşması düzenlenmiştir. 6100 Sayılı HMK’nın ön incelemenin kapsamı başlıklı 137. maddesinde, dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılacağı, 138. madde dikkate alınarak öncelikle dava şartları ve ilk itirazlar hakkında dosya üzerinden karar vereceği, dava şartları ve ilk itirazlar hakkında gerektiği takdirde kararını vermeden önce, bu konuda tarafları ön inceleme duruşmasında dinleyebileceği, ön inceleme duruşmasında tarafların iddia ve savunmaları kapsamında uyuşmazlık konularını tam olarak belirleyebileceği, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapacağı, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik edeceği ve bu hususların tutanağa geçirileceği belirtilmiştir. Ön inceleme duruşmasında dava şartları ve ilk itirazlar ile sınırlı olmak üzere tanık dinleme, belge inceleme, bilirkişi görüşü alma, keşif yapma ve yemin teklif etme gibi işlemler yapılabilir, ancak tahkikata yönelik işlemler yapılamaz.

HMK’nın 137. maddesinin ikinci fıkrasında ise ön inceleme tamamlanmadan ve gerekli kararlar alınmadan tahkikata geçilemeyeceği ve tahkikat için duruşma günü verilemeyeceği düzenlenmiştir. Gereksiz duruşmalara dair uygulamadaki eski alışkanlıkların devam etmesinin kesin olarak önüne geçilmesi amacıyla kanun koyucu, ön inceleme aşaması tamamlanmadan ve bu aşamada alınması gereken kararlar alınmadan tahkikat aşamasına geçilmesini ve tahkikat için duruşma günü belirlenmesini kesin bir ifade ile ( emredici nitelikteki bir düzenlemeyle ) yasaklamıştır ( H. Pekcanıtez/O. Atalay/M.Özekes, a.g.e., s.375-376 ).

Tüm bu hususlar dikkate alındığında, dilekçeler aşaması tamamlandıktan sonra öncelikle dosya üzerinden dava şartları ve ilk itirazların incelenmesi; bu konularda olumlu veya olumsuz bir karar verilmesi, dosya üzerinden karar verilemeyen dava şartları ile ilk itirazlar hakkında karar verilmek ve diğer ön inceleme işlemlerini yapmak üzere tarafların ön inceleme duruşmasına davet edilmesi, 6100 Sayılı HMK 137 ve 140 maddelerine göre ön inceleme duruşmasında gerekli usul işlemleri yapıldıktan sonra, tahkikat duruşmasına geçilmesi gerekir.

HMK’nın 145. maddesi;

“ Taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler. Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.” hükmünü içermektedir. Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 41. maddesi gereğince toplumu oluşturan en temel kurumlardan biri olan ailenin korunması ve sağlıklı bir şekilde devamı için aile hukukundan doğan ilişkiler esas itibariyle özel hukuka girmesine rağmen diğer özel hukuk dallarına oranla devletin daha fazla müdahalesini gerekmiş bu amacı gerçekleştirmeye yönelik olarak 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 5133 Sayılı Kanun ile değişik 4/1. maddesinde; 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun üçüncü kısmı hariç olmak üzere ikinci kitabından ( TMK. madde 118-494 ) doğan bütün dava ve işlere Aile Mahkemesinde bakılacağı düzenlenmiştir.

Buna göre davaya konu uyuşmazlık, boşanma ve fer’ilerine dair olup bu tür uyuşmazlıkların Aile Mahkemelerinde görülmesi gerekir.

Anılan Kanunun Aile Mahkemelerinin görevi ve görevine giren işlerdeki yargılama usulüne dair 7. maddesi: “ Aile mahkemeleri, önlerine gelen dava ve işlerin özelliklerine göre, esasa girmeden önce, aile içindeki karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörünün korunması bakımından eşlerin ve çocukların karşı karşıya oldukları sorunları tespit ederek bunların sulh yoluyla çözümünü, gerektiğinde uzmanlardan da yararlanarak teşvik eder. Sulh sağlanamadığı takdirde yargılamaya devam olunarak esas hakkında karar verilir.

Özel kanunlardaki hükümler saklı kalmak kaydıyla, bu Kanunda hüküm bulunmayan konularda Türk Medeni Kanununun aile hukukuna dair usul hükümleri ile Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümleri uygulanır.” hükmünü içermektedir.

Diğer taraftan 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun “Boşanmada Yargılama Usulü” başlıklı 184. Maddesi ile boşanma veya ayrılık davasında hakimin vicdanen kanaat getirmesi gerektiği, taraflara yemin öneremeyeceği, tarafların ikrarının hakimi bağlamayacağı, hakimin kanıtları serbestçe takdir edeceğine dair düzenlemeler içermekte olup madde metni aynen:

“ Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tabidir:

1. Hakim, boşanma veya ayrılık davasının dayandığı olguların varlığına vicdanen kanaat getirmedikçe, bunları ispatlanmış sayamaz.

2. Hakim, bu olgular hakkında gerek resen, gerek istem üzerine taraflara yemin öneremez.

3. Tarafların bu konudaki her türlü ikrarları hakimi bağlamaz.

4. Hakim, kanıtları serbestçe takdir eder.

5. Boşanma veya ayrılığın fer’i sonuçlarına dair anlaşmalar, hakim tarafından onaylanmadıkça geçerli olmaz.

6. Hakim, taraflardan birinin istemi üzerine duruşmanın gizli yapılmasına karar verebilir.” şeklindedir. Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler ışığında somut olayın incelenmesinde; dava 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonra 27.03.2012 tarihinde açıldığı anlaşılmaktadır. Mahkemece, 29.03.2012 tarihli tensip tutanağının “ Ç,D,E” bendi ile davalıya tüm delillerini ve varsa tanıklarını bildirmesi için iki hafta süre verilmiş, 18.10.2012 tarihli ön inceleme duruşmasına tarafların vekilleri davet edilmiş, davalı vekilinin mazereti kabul edilmemiştir.20.12.2012 tarihli oturumda ise davacı her ne kadar tanık bildirmemiş ise de hazır olan tanıklarının dinlenmesini istemiş, davalı taraf da delillerini bildirmek için süre istemiştir. Mahkemece, davacı tarafın tanıkları dinlenmiş, tensip tutanağı ile verilen kesin sürede tanık ve delil bildirmediği gerekçesiyle davalı tarafa delillerini bildirmek için talep ettiği süre verilmemiştir.

Mahkemece, tarafların henüz uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar belirlenmeden tensip ile birlikte kesin süre verilerek tanıkların bildirilmesinin evliliği sonlandıran ve istenmesi kamu düzenini ilgilendiren boşanmaya dair 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 184. ve 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 7. maddesinde düzenlenen usul kuralları ve özellikle Anayasanın 41. maddesinde yer verilen amaç gözetildiğinde doğru olmadığı gibi tensip tutanağı ile verilen kesin süreye rağmen tanıklarını bildirmeyen davacı tanıklarının dinlenmesine karar verilmesine karşın davalı tanıklarının bildirilmesi isteminin reddine karar verilmesi silahların eşitliği ilkesi gereğince de doğru bulunmamıştır.

Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, delil gösterme ve sunma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunundan ayrılmayı gerektiren boşanma davalarına özgü bir boşluktan sözedilemeyeceği yönünde görüş bildirilmiş ise de bu görüş çoğunluk tarafından benimsenmemiştir. O halde Özel Daire bozma ilamında ve yukarıdaki belirtilen ilave gerekçelerle Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu sebeple direnme kararın bozulması gerekir.

SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarda belirtilen ilave gerekçe ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istenmesi halinde temyiz peşin harcın yatırana iadesine, 22.01.2016 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY :

Özel Daire ile mahkeme arasındaki uyuşmazlık boşanma davasında cevap dilekçesinde delillerini göstermeyen davalının daha sonra sunduğu delillerin değerlendirilip değerlendirilemeyeceğidir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının en önemli unsurlarından bir tanesi de “yargılamanın makul süre içerisinde bitirilmesi” ilkesidir.

Anayasa’nın 141. maddesinde “Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir” denilmek suretiyle davaların makul bir süre içerisinde bitirilmesi gerekliliği açıkça düzenlenmiştir.

Adil yargılanma hakkı bağlamında usul hukuku, çabuk, basit ve ucuz yargılamayı amaç edinmiştir. Delillerin belirli bir zaman dilimi içinde gösterilip sunulması, sonradan yeni delil bildirme imkânının tanınmaması yargılamayı çabuklaştıracak ve uyuşmazlığı kısa sürede çözüme kavuşturacaktır.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, yargılamanın makul sürede bitirilmesini sağlamak amacıyla hâkimi, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli biçimde yürütmekle yükümlü tutmuş; dava ve cevap dilekçesinin içeriği ve özellikle delillerin bildirilme zamanını özel olarak düzenlemiştir.

HMK.m.30’a göre “Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür”.

HMK.m.119/1-f hükmü uyarınca, gerek yazılı gerekse basit yargılama usulünde, iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin, dava dilekçesinde belirtilmesi gerekir.

“Belgelerin birlikte verilmesi” başlığını taşıyan 121. maddeye göre “Dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunludur.” “Cevap dilekçesinin içeriği” başlığını taşıyan 129.maddenin ( e ) bendinde savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin cevap dilekçesinde bulunması gerektiği belirtilmiş; 2.fıkrada “121. madde hükmü cevap dilekçesi hakkında da uygulanır” denilerek delillerin gösterilme zamanı bakımından dava dilekçesi için öngörülen zorunluluğun cevap dilekçesi için de aranacağı düzenlenmiştir.

HMK’nın 140/5. maddesi uyarınca: “Ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi halinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir.”

Yukarıda belirtilen hükümlerden de anlaşılacağı üzere gerek davacı gerekse davalı bakımından delil gösterme ile delil sunma ayrı olarak ele alınmış; dava ve cevap dilekçelerinde iddia edilen vakıaların hangi delillerle ispatlanacağının belirtilmesi zorunluluğundan söz edildikten sonra, eldeki belgelerin dilekçelere eklenmesi, elde bulunmayan belgeler için ise nereden getirtileceği konusunda bilgi verilmesi gerektiği açıkça öngörülmüştür. HMK.m.140/5 dilekçelerde belirtilen ve fakat henüz sunulmayan belgelerin süresinde sunulmaması halinde uygulanacak yaptırımı da düzenlemiştir. HMK.m.145 “Taraflar, kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler” şeklinde emredici bir düzenleme öngördükten sonra bunun istisnalarını da belirtmiştir. Buna göre “…Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.”

Somut olayda, davalının cevap dilekçesinde delillerini belirtmediği tartışma dışıdır. Sonradan delil gösterilmesi için HMK.m.145’te belirtilen istisnai hallerin mevcudiyeti ileri sürülmediğine göre mahkemece davalının gösterdiği tanıkların dinlenmemesi usule uygundur. Belirtmek gerekir ki, davacı taraf da süresi içinde tanık deliline dayanmadığı halde mahkemece davacı tanıklarının dinlenmiş olması da usule aykırı olmakla birlikte, bu yanlışlık o tanıkların beyanlarının hükme esas alınmaması ile giderilebilir. Davalı tarafa da usule aykırı olarak aynı imkânın sağlanması ile yanlışlığın giderilmesi doğru olmaz. Başka bir anlatımla, “iki yanlış bir doğru etmez”.

Boşanma davalarının özelliği sebebiyle Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun delil gösterme süresini sınırlayan hükümlerinin uygulanamayacağı yönündeki görüşe de katılmak mümkün değildir.

4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu”nun “Boşanmada yargılama usulü” başlıklı TMK.m. 184’te “Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tâbidir” denildikten sonra boşanma davalarına özgü alt usul kuralına yer verilmiştir. Belirtilen istisnai kurallar arasında delillerin gösterilme ve sunulma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunu ilkelerinden ayrılmayı gerektiren bir düzenleme bulunmamaktadır. Boşanma davaları devam ederken iddia ve savunmayı genişletme yasağı çerçevesinde yeni vakıaların ileri sürülebilmesine imkân veren uygulamalar dahi HMK.nın öngördüğü ilkelerin dışına çıkılmasını gerektirmez. Yeni vakıalar için delil gösterilmesine izin verilebilirse de somut olayda yeni bir vakıanın varlığı da ileri sürülmüş değildir. Dava tarihinden önceki vakıalar için süresinde gösterilmeyen delillin dikkate alınması ancak HMK.m.145 şartlarında mümkündür.

Delil gösterme ve sunma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunu hükümleri ayrıntılı olup, bu konuda bir boşluktan da söze edilemez. Belirtmek gerekir ki, Anayasamızın 142.maddesinde mahkemelerin yargılama usullerinin kanunla düzenleneceği belirtilmekle, hâkime bu hususta inisiyatif bırakılmak istenmemiş; her hâkimin ayrı bir usul icat etmesinin önüne geçilmek istenmiş, adeta “oyunun kuralı önceden belli olmalı” denilmiştir. Kanunun açıkça izin vermediği durumlarda usul kuralları değiştirilemez.

Yukarıda açıklanan gerekçelerle mahkemenin direnme kararının usul ve yasaya uygun olduğu, direnme kararının onanması gerektiği kanaati ile Sayın Çoğunluğun bozma yönündeki görüşüne katılamıyorum.

KARŞI OY :

Davacı ile davalı arasındaki 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 166/1. maddesindeki evlilik birliğinin sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat istemine dair davada, davanın kabulüne dair ilk derece mahkemesi kararının özel dairece temyiz incelemesi sonucu, davalının davaya süresinde cevap vermemiş olmasının delil bildirme ve savunmasını ispat etme hakkını ortadan kaldırmayacağı, davaya süresinde cevap verilmemesinin sonucunun, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamının inkar edilmesi olup süresinde davaya cevap vermeyen davalının, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 145/1. maddesindeki hal dışında, davacıya kusur isnat edemez ise de, davacının iddiasını dayandırdığı vakıaların gerçekte meydana gelmediğine yönelik olarak kanunda belirtilen süre içinde olmak şartıyla delil bildirebileceği, aksinin kabulü halinde, bir kez cevap süresini kaçırmış veya davaya cevap vermemiş olan davalının bundan sonra delil bildirmesinin mümkün olmayacağı sonucunu doğuracağı, bu durumun 6100 Sayılı Kanun’un 27. maddesinde yer alan hukuki dinlenilme hakkını zedeleyeceği, tarafların, dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları “belge” niteliğindeki delillerini sunmaları için ön inceleme duruşmasında iki haftalık kesin süre verilmesinin kanuni olarak mümkün iken, anlaştıkları ve anlaşamadıkları konular henüz belirlenmeden taraflardan, ön inceleme duruşmasından önce davanın daha başında ( tensiple ) ” tanık bildirmelerini” beklemenin doğru olmadığı gibi bu yönde tensiple kesin süre verilse bile, hukuki sonuç doğurmayacağı,çünkü delilin çekişmeli vakıalar için gösterileceği, taraflar arasındaki çekişmeli hususların ise ön inceleme duruşmasında belirleneceği, tahkikatın tespit edilen çekişmeli hususların çözümü için yürütüleceği, davalıya tanıklarını göstermesi için süre verilmesi, gösterdiği takdirde, tanıkları savunması çerçevesinde dinlenmesi ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek karar verilmesi gerektiği belirtilerek bozma kararı verilmiştir.

İlk derece mahkemesince, davalının savunmasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri, savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin cevap dilekçesinde yer alması gerektiği, cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı bütün vakaları göstermediği gibi bunları hangi delille ( tanık ) ispat edeceğini de yazmadığı, kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkimin, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamayacağı ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamayacağı, kanunla belirtilen durumlar dışında, hâkimin, kendiliğinden delil toplayamayacağı tarafların, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyeceği, taraflarca getirilme ilkesi ile 6100 Sayılı Kanun’un 145. maddesi birlikte değerlendirildiğinde davalının 4721 Sayılı Kanun’un 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı içerisinde davranmadığı, cevap dilekçesi ile delil bildirebileceği en azından tanık delilinin mevcut olduğunu belirtip isim yazmaması halinde istenen sürenin verilebileceği, özellikle boşanma davalarında davayı uzatarak boşanmanın ferileri bakımından vazgeçme yolu ile sonuçlanması için usul hükümlerini hiçe sayacak şekilde yargılamayı uzatmaya yönelik istek ve taleplerin savunma hakkı kapsamında değerlendirilemeyeceği, tanık deliline süresi içerisinde dayanılmadığı sonradan getirilen bu savunmanın da davayı uzatmaya yönelik hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğu gerekçeleri ile önceki hükümde direnilmesi ve davanın kabulü kararı verilmiştir.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Dava dilekçesinin içeriği” başlıklı 119. maddesinin birinci fıkrasının f bendindeki iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, “Belgelerin birlikte verilmesi” başlıklı 121. maddesindeki dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunluluğu, “Cevap dilekçesinin içeriği” başlıklı 129. maddesinin e bendindeki savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, “Tarafların ikinci dilekçeleri” başlıklı 136. maddesinin 2. fıkrasındaki davacının cevaba cevap, davalının da ikinci cevap dilekçesi hakkında, dava ve cevap dilekçelerine dair hükümler, niteliğine aykırı düşmediği sürece kıyasen uygulanacağına dair hüküm, “Ön incelemenin kapsamı” başlıklı 137. maddesinin 1. fıkrasındaki dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılacağı ön incelemede, dava şartlarını ile ilk itirazların incelenip, uyuşmazlık konularının tam olarak belirlenerek, hazırlık işlemleri ve tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapar, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik eder ve bu hususları tutanağa geçirir, “Ön inceleme duruşması” başlıklı 140. maddesinin 5. fıkrasındaki ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir, bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir, “Sonradan delil gösterilmesi” başlıklı 145. maddesinde taraflar, kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler, ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir, “İspat hakkı ve karşı ispat” başlıklı 189. ve 191. maddelerinde taraflar, kanunda belirtilen süre ve usule uygun olarak ispat hakkına sahiptir, diğer taraf, ispat yükünü taşıyan tarafın iddiasının doğru olmadığı hakkında delil sunabilir, “Somutlaştırma yükü ve delillerin gösterilmesi” başlıklı 194. maddesinde taraflar, dayandıkları vakıaları, ispata elverişli şekilde somutlaştırmalıdırlar, dayandıkları delilleri ve hangi delilin hangi vakıanın ispatı için gösterildiğini açıkça belirtmeleri zorunludur, “Tanık gösterme şekli” başlıklı 240. maddesinin 2. fıkrasındaki ve 243. maddesinin 1. fıkrasındaki tanık gösteren taraf, tanık dinletmek istediği vakıayı ve dinlenilmesi istenen tanıkların adı ve soyadı ile tebliğe elverişli adreslerini içeren listeyi mahkemeye sunar, bu listede gösterilmemiş olan kimseler tanık olarak dinlenemez ve ikinci bir liste verilemez, tanık davetiye ile çağrılır, ancak, davetiye gönderilmeden taraflarca hazır bulundurulan tanık da dinlenir, şu kadar ki, tanık listesi için kesin süre verildiği ve dinlenme gününün belirlendiği hâllerde, liste verilmemiş olsa dahi taraf, o duruşmada hazır bulundurursa tanıklar dinlenir, biçimindeki hükümler dikkate alındığında, dosya kapsamına göre, taraflar arasındaki boşanma davasının yargılaması sırasında davaya cevap veren davalının cevap dilekçesinde yetki itirazında bulunarak davacının iddialarını inkara yönelik açıklamalar yaptığı, ancak dava ile ilgili herhangi bir delil bildirmediği, mahkemece dosya kapsamındaki mevcut delillere göre davacı davasını ispatladığından davanın kabulüne karar verildiği, yukarda açıklanan 6100 Sayılı Kanun hükümlerinin değerlendirmesinden mahkemece ulaşılan kabul hükmü yerinde olduğundan sayın çoğunluk görüşüne katılmıyorum. İlk derece mahkemesi kararının onanması gerektiği düşüncesindeyim.

Exit mobile version