AİLE KONUTU TAŞINMAZIN TAPU KAYDININ İPTALİ- NİSPİ HARÇ – NİSPİ VEKALET ÜCRETİ

T.C
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2018/3260
KARAR: 2019/2439

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : … Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi
DAVALILAR : 1-… 2-…
DAVA TÜRÜ : Tapu İptali ve Tescil-Aile Konutu Şerhi Konulması

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda bölge adliye mahkemesi hukuk dairesince verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı tarafından tapu iptal-tescil davasının ve aile konutu şerhi davasının reddedilen bölümleri yönünden; davalılardan … tarafından ise; aile konutu şerhi ve tapu iptal tescil davasının kabul edilen bölümü ile, harç, yargılama giderleri ve vekalet ücreti yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davacının tüm, davalı …’nün aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.

2-Davacı tarafından dava konusu 494 ada 6 parsel sayılı taşınmazın aile konutu olduğu, davalı eski malik eşi Mehmet tarafından rızası alınmadan diğer davalı …’ye satıldığı iddia edilerek taşınmazın Halize adına olan tapu kaydının iptali ile eski malik eş Mehmet adına kayıt ve tescili ile taşınmaza aile konutu şerhi konulması talep edilmiş, ilk derece mahkemesince davanının kabulü ile dava konusu 494 ada 6 parsel sayılı taşınmazın Halize adına olan tapu kaydının iptali ile davalı … adına tesciline ve taşınmazın tapu kaydına aile konutu şerhi konulmasına karar verilmiş, davalılardan Halize tarafından istinaf talebinde bulunulması üzerine ise … Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi tarafından hükmün kaldırılarak, davanın kabulü ile 494 ada 6 parsel sayılı kargir ev vasfındaki taşınmaz üzerinde bulunan üç katlı binanın 3. katındaki meskenin tapu kaydının iptali ile davalı eş Mehmet adına tesciline ve aynı taşınmaz bölümü üzerine aile konutu şerhi konulmasına, karar verilmiştir. Yapılan yargılama ve toplanan delillerden dava konusu taşınmaz üzerinde alt kat, orta kat ve çatı katından oluşan binanın bulunduğu, üç katlı binanın 3. katındaki meskenin aile konutu olarak kullanıldığı ve bölge adliye mahkemesince de bu bölüm yönünden tapu kaydının iptali ile aile konutu şerhi konulmasına karar verildiği anlaşılmaktadır. Açıklanan sebeplerle bilirkişilerden ek rapor alınmak suretiyle aile konutu olarak kullanılan ve tapu iptali ile eski malik adına kayıt edilmesine karar verilen katın değerinin belirlenerek, bu değer üzerinden (oranlama yapılarak) nispi karar ilam harcı, yargılama giderine ve vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda 2. bentte gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma kapsamı dışında kalan temyize konu diğer bölümlerin ise yukarıda 1. bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, aşağıda yazılı harcın davacıya yükletilmesine, peşin harcın mahsubuna 176.60 TL temyiz başvuru harcı peşin yatırıldığından başkaca harç alınmasına yer olmadığına, temyiz peşin harcının istek halinde yatıran davalı …’ye geri verilmesine, dosyanın ilgili bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine gönderilmesine oybirliğiyle karar verildi. 07.03.2019 (Prş.)

BELİRSİZ ALACAK DAVASINDA BOZMADAN SONRA “TALEP ARTIRIM DİLEKÇESİ” İLE TALEP SONUCU ARTTIRILABİLİR. HUKUKİ NİTELİK İTİBARİYLE TALEP ARTIRIM İŞLEMİ ISLAH DEĞİLDİR..

               TC
YARGITAY
8. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2017/14704
KARAR:2018/19438

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ : Aile Mahkemesi

Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonucunda Mahkemece verilen davanın kabulüne dair kararın davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Dairemizin 17.05.2017 gün ve … Esas, 2017/7268 Karar sayılı ilamı ile bozulmasına karar verilmişti. Taraf vekilleri tarafından süresinde kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla dosya incelendi gereği düşünüldü:

K A R A R

Davacı … vekili, 21.05.2012 havale tarihli dava dilekçesinde; davanın belirsiz alacak davası olduğunu belirterek, evlilik birliği içinde edinilen 5054 ada 1 parselde 1 numaralı, 1991 ada 1 parselde 5 numaralı bağımsız bölümler ile …plaka sayılı araçtan kaynaklanan katılma alacağı ve katkı payı alacağının davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı … vekili, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemenin davanın reddine dair ilk kararı, davacı vekilinin temyizi üzerine Daire’nin 23.05.2013 tarih, … Esas-2013/7769 Karar sayılı ilamı ile “… Somut olayda taraflar arasında devam eden boşanma davası bulunduğu saptanmış olup bu boşanma davasının açılmasıyla davacının mal rejiminden kaynaklanan alacak hakkı doğmuştur. Ancak tasfiyeye karar verilebilmesi için boşanma davasının sonucunun beklenmesi ve HGK’nin 27.06.2012 tarih 2012/ 8-268 Esas, 2012/ 420 Karar sayılı ilamında belirtildiği üzere boşanma davasının bekletici mesele yapılarak, boşanma davasının olumlu sonuçlanması halinde toplanacak delillere göre bir karar vermek gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması doğru değildir…” gereğine işaret edilerek bozulmuştur. Mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonunda davanın kabulüne, 27.000,00 TL katkı payı alacağının dava tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte, 40.250,00 TL katılma alacağının karar tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesi üzerine; hüküm, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dairenin 17.05.2017 tarih … Esas ve 2017/7268 Karar sayılı ilamıyla; “…HMK’nin 177.maddesine göre ıslah, tahkikatın sona ermesine kadar yapılabilirse de; 04.02.1948 tarih ve 1944/10 Esas-1948/3 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, bozma kararından sonra ıslah yapılamayacağına ilişkindir. İçtihadı Birleştirme Kararları, adeta kanun hükmünde olup, ilke kararlarıdır ve benzer hukuki konularda Yargıtay Genel Kurullarını, dairelerini ve adliye mahkemelerini bağlar (Yarg.Kan.mad.45/5). Durum böyle iken, mahkemece bozma kararından sonra ıslah yapılamayacağına ilişkin az yukarıda açıklanan İçtihadı Birleştirme Kararı göz önüne alınmadan bozma sonrası yapılan ıslahla arttırılan miktarı da kapsar şekilde karar verilmesi doğru olmamıştır…”gereğine işaret edilerek verilen ikinci karar da bozulmuştur. Her iki taraf vekilince bozma kararının düzeltilmesi istenildiğinden dosya yeniden incelenmiştir.

Dava, katkı payı ve katılma alacağı isteklerine ilişkin olup, 21.05.2012 tarihinde açılmıştır.

6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesi ” Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir. Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir…” hükmü ile belirsiz alacak davası düzenlenmiştir.

Davanın açıldığı 21.05.2012 tarihi itibariyle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu yürürlüktedir. Belirsiz alacak davası,yukarıda belirtildiği üzere, 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesiyle kabul edilmiştir. Bu durumda eldeki davanın açıldığı tarihte Hukuk Muhakemeleri Kanunu yürürlükte olduğuna göre, belirsiz alacak davası ile ilgili hükümlerin uygulanması gerekir. Dairece, ilk bozma ilamından sonra ıslah yapılamayacağına işaret edilerek Mahkemece verilen karar yeniden bozulmuş ise de dava belirsiz alacak davası olduğundan davacı tarafça sunulan 29.12.2014 havale tarihli dilekçenin ıslah dilekçesi değil, talep açıklama dilekçesi olduğu kabul edilmelidir. Bu nedenle Daire’nin bu hususa yönelen bozma kararı yerinde olmadığından, bozma kararının kaldırılması ve davalı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.

Davalı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesinde;

1. Dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına, mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verildiğine ve takdirde bir isabetsizlik bulunmadığına göre, davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.

2. Davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarına gelince;

a. 1991 ada 1 parselde bulunan 5 numaralı bağımsız bölüme ilişkin olarak; Mahkemece, davalı adına kayıtlı 5 numaralı bağımsız bölümün edinme tarihi itibariyle edinilmiş mal olduğu kabul edilerek davacı lehine katılma alacağına hükmedilmiş ise de, dosya kapsamı incelendiğinde toplanan delillerin hüküm kurmaya elverişli olmadığı anlaşılmaktadır. Tasfiyeye konu edilen 5 numaralı bağımsız bölümün tapu kaydından 21.08.2007 tarihinde davalı adına tescil edildiği sabittir. Ancak davalı tarafça bu taşınmazın alımında … Şubesinde bulunan parasının kullanıldığı, söz konusu paranın 2002 yılından önceki birikimleri ile oluşturduğu vadeli hesabından geldiği savunulmuş, buna yönelik bir kısım evrak da dosyaya sunulmuştur. Mahkemece, davalının bildirdiği banka hesabındaki para ve paranın kaynağı ile taşınmazın edinilmesinde kullanılıp kullanılmadığı yönünde gereği gibi araştırma ve inceleme yapılmamıştır. Mahkemece bildirilen banka hesapları ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru değildir.

b. … plaka sayılı araca ilişkin olarak; davalı bu aracın edinilmesi için önceden adına kayıtlı … plaka sayılı aracın takasa verildiğini, aracın takas karşılığı 10.000,00 TL’ye sayıldığını, araç bedelinin kalan 11.000,00 TL’sinin de kendisi tarafından banka havalesi ile gönderildiğini, bu nedenle edinilmiş mal niteliğinde olmadığını açıklayarak kişisel mal savunmasında bulunmuş, aracın trafik kayıtlarına delil olarak dayanmıştır. Ne var ki, mahkemece, bahsi geçen aracın kayıtları getirtilmemiş, kişisel mal savunması üzerinde yeterince durulmamıştır. Mahkemece … plaka sayılı araca ilişkin kayıtlar getirtilip tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması da doğru olmadığından hükmün (2) numaralı bentte açıklanan sebeplerle bozulmasına karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle her iki taraf vekilinin karar düzeltme itirazlarının kabulü ile Daire’nin 17.05.2017 tarih … Esas 2017/7268 Karar sayılı bozma kararının KALDIRILMASINA, davalı vekilinin temyiz itirazları yukarıda (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle yerinde görüldüğünden, Yerel Mahkeme hükmünün 6100 Sayılı HMK’nin Geçici 3.maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’un 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarının yukarıda (1) numaralı bentte yazılı nedenlerle REDDİNE, 27,70 TL peşin harcın istek halinde karar düzeltme isteyenlere ayrı ayrı iadesine 29.11.2018 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

KATILMA ALACAĞI-BANKA KREDİSİ İLE ALINAN ARAÇ-HESAPLAMA YÖNTEMİ

T.C
YARGITAY
8. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2019/6186
KARAR:2019/11679

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi

DAVA TÜRÜ : Katılma Alacağı

Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada bozma sonrası yapılan yargılama sonunda Mahkemece, asıl ve birleşen davanın reddine karar verilmiş olup, hükmün davacı-birleşen dosyada davacı … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.

K A R A R

Davacı … vekili, evlilik birliği içinde davalı adına edinilen … plakalı araç nedeniyle 1.000,00 TL alacağın davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiş, birleşen dava dilekçesinde de, evlilik birliği içinde davalı adına edinilen … plakalı araç nedeniyle 12.000,00 TL alacağın davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı … vekili, davanın reddini savunmuştur

Mahkemece, bozma sonrası yapılan yargılama sonucunda, davacının aracın alınmasına katkısını ispatlayamadığı gerekçesiyle asıl ve birleşen davanın reddine karar verilmiştir. Hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Maddi olayları ileri sürmek taraflara, hukuki nitelendirme yapmak ve uygulanacak kanun maddelerini belirlemek hakime aittir (6100 Sayılı HMK mad. 33). İddianın ileri sürülüş şekline göre dava, artık değere katılma alacağı isteğine ilişkindir.

Tasfiyeye konu malın, bedelinin tamamının ya da bir kısmının kredi ile karşılanması durumunda, kredi veren kuruluşa yapılan geri ödemelerin isabet ettiği dönemden, miktarından ve taksit sayısından hareketle mal rejiminin tasfiyesi sonucunda eşlerin alacak miktarları belirlenir. 4721 Sayılı TMK’nin 202/1. maddesi gereğince edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu dönemde yapılan ödemelerde, eşler lehine değer artış payı ve/veya artık değere katılma alacağı hakları doğabilecektir. Kredi borcu ödemelerinin bir kısmının mal rejiminin devamı süresince, bir kısmının da daha sonraki tarihlerde yapılmasında, mal rejiminin geçerli olduğu dönemin sonrasına sarkan ödemeler, dava konusu taşınmazın borcu kabul edilerek tasfiye gerçekleştirilir.

Yukarıda açıklandığı gibi iki döneme yayılan kredi borcu ödeme tablosu mevcut olduğunda; öncelikle, mal rejiminin sona erdiği tarihte henüz vadesi gelmediği için ödenmemiş kredi borç miktarının, toplam kredi borcuna oranı bulunur. Sonra bulunan bu kredi borç oranının, taşınmazın toplam satın alım bedeli karşısındaki oranına dönüşümü gerçekleştirilir. Tespit edilen bu oranın, taşınmazın tasfiye tarihindeki (karara en yakın) sürüm (rayiç) değeri ile çarpılmasıyla borç miktarı belirlenir. Bu ilke ve esaslara göre saptanan taşınmazın borç miktarı, tasfiye tarihindeki sürüm değerinden düşüldükten sonra kalan miktar, değer artış payı ve/veya artık değere katılma alacağı hesaplamasında göz önünde bulundurulur.

Buna göre; öncelikle, tasfiyeye konu malın satın alma bedeli, bunun krediyle ve varsa kredi dışında eşlerin kendi imkanları ile karşıladıkları miktarlar ve oranları ile tasfiye (karara en yakın) tarihindeki sürüm (rayiç) değeri ayrı ayrı belirlenmelidir.

Açıklamalar doğrultusunda hesaplama yapılabilmesi için, iddia ve savunma çerçevesinde, malın satın alınmasına ilişkin akit tablosuyla birlikte tapu/trafik kaydı, kredi sözleşmesi ve kredi borcu ödeme tablosu dahil finans kuruluşu kayıtları, ihtiyaç duyulması halinde eşlerin malın alınmasında katkı olarak kullandıklarını ileri sürdükleri mal varlıklarına ilişkin sair belgeler bulundukları yerlerden getirtilerek uyuşmazlığın çözümünde göz önünde bulundurulmalıdır. Uyuşmazlığın çözümünde kullanılabilecek belirleme ve hesaplamaların yapılabilmesi için gerek görülürse konusunun uzmanı bilirkişi veya bilirkişilerden oluşan kurulundan da yardım alınmalıdır.

Somut olaya gelince; eşler, 20.05.2008 tarihinde evlenmiş, 12.09.2013 tarihinde açılan boşanma davasının kabulüne ilişkin hükmün, kesinleşmesiyle boşanmışlardır. Mal rejimi boşanma davasının açıldığı tarih itibarıyla sona ermiştir (TMK mad.225/son). Sözleşmeyle başka mal rejiminin seçildiği ileri sürülmediğinden evlilik tarihinden mal rejiminin sona erdiği tarihe kadar ise, edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir (4722 Sayılı Yasa mad.10, TMK mad.202/1).Tasfiyeye konu … plakalı araç, eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu 05/05/2010 tarihinde satın alınarak, davalı eş adına tescil edilmiş, 08.07.2013 tarihinde 3.kişiye satılarak devredilmiştir. Mal rejiminin tasfiyesinde eşlerin bağlı bulunduğu rejime ilişkin hükümler uygulanır(TMK mad.179).

Yukarıda açıklanan yasal düzenleme ve ilkeler uyarınca yapılan incelemede;

Tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde; dava dilekçeleri ve tüm beyanlar ile trafik kaydı ve kredi evrakları birlikte değerlendirildiğinde, dava, artık değere katılma alacağı isteğine olduğundan Mahkemenin gerekçesi yerinde değildir. Ayrıca, 23.03.2017 tarihli ilamında sadece davalının savunmasında belirttiği krediler yönünden araştırma yapılması için bozma yapılmış, ne var ki bozmaya uyulmasına rağmen bozma gerekleri tam olarak yerine getirilmemiştir. O halde, Mahkemece, aracın alınmasında kullanılan TEB’den çekilen araç kredisi ile araç kredisinin kapatılmasında kullanılan, boşanma dava tarihine kadar 3 aylık taksiti ödenen toplam 12 ay vadeli 7.500,00 TL bedelli …’tan çekilen kredinin, aracın satın alma bedeli, bunun kredi ile karşılanan miktarı ile araç kredisinin kapatılması için kullanılan …’tan çekilen kredinin kredi borcunun miktarı ve kredi borcunun oranı ayrı ayrı belirlenerek, yukarıda belirtilen Dairemiz ilke ve esasları uyarınca değerlendirme yapılarak, gerektiğinde bu hususta konusunda uzman bilirkişiden gerekçeli ve denetime açık ayrıntılı rapor alınarak hasıl olacak sonuca göre, iddia ve savunma çerçevesinde katılma alacağı talebi hakkında karar verilmesi gerekirken, talebin niteliğinde de hataya düşülerek yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olmuş, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazları yukarıda açıklanan sebeplerle yerinde görüldüğünden kabulü ile 6100 sayılı HMK’nin Geçici 3.maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’un 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’un 440/III-1, 2, 3 ve 4. bentleri gereğince ilama karşı karar düzeltme yolu kapalı bulunduğuna ve peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine, 24.12.2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

İSTİFADAN SONRADA İŞYERİNDE KESİNTİSİZ ÇALIŞMANIN SÜRMESİ İŞ SÖZLEŞMESİNİN İSTİFAYLA SONA ERDİĞİNİN KABUL EDİLEMEYECEĞİ GEÇERSİZ FESİH

T.C
YARGITAY
9.HUKUK DAİRESİ

Esas No: 2006/25699
Karar No: 2006/32649
Tarihi: 11.12.2006

İSTİFADAN SONRADA İŞYERİNDE KESİNTİSİZ ÇALIŞMANIN SÜRMESİ
İŞ SÖZLEŞMESİNİN İSTİFAYLA SONA ERDİĞİNİN KABUL EDİLEMEYECEĞİ
GEÇERSİZ FESİH

ÖZETİ: Mevcut olgulara göre davacı istifa dilekçesi verdikten sonra tarafların anlaşması ile ara vermeden çalışmasına devam etmiş, daha sonra 2.7.2005 tarihinde iş sözleşmesi davalı işverence feshedilmiştir. Bu nedenle, feshin davacının istifası ile son bulduğunu kabul etme olanağı bulunmamaktadır. Davalı işverence iş sözleşmesi geçerli nedenle feshedilmiş olup, davacının işe iade isteğinin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile reddedilmesi hatalıdır.

DAVA: Davacı, feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkeme, davayı reddetmiştir.
Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü

Davacı işçi. iş sözleşmesinin geçerli neden olmadan işverence feshedildiğini ileri sürerek feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini, işe başlatılmama halinde ödenmesi gereken tazminat ile boşta: geçen süre ücretinin belirlenmesini istemiştir.

Davalı işveren, davacının şantiye seli olup, işveren vekili olduğunu, istifa suretiyle iş sözleşmesinin sona erdiğini belirterek davanın reddine karar verilmesi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece davacının istifa suretiyle işten, ayrıldığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

[u]Davalı tanıklarının beyanlarına göre davacının işe alma ve işçi çıkarma yetkisi yoktur. Bu nedenle işveren vekili olduğu kabul edilemez. Oto yandan, dosya içeriğine göre davacı 12.5.2005 tarihinde istifa dilekçesi vermiş ise de daha: sonra tarafların anlaşması ile fesih iradesi ortadan kaldırılmıştır. İstifa dilekçesi üzerine yakınan “54 gün sonra ayrılması uygundur” ibaresinin davacı tarafından kabul edildiğine ilişkin kanıt bulunmamaktadır. Davacı anılan ibarenin bilgisi haricinde yazıldığını ileri sürmüştür. Davalı tanıkları da istifa dilekçesini verdikten sonra davacının ara vermeden çalışmaya devam ettiğini, ancak daha sonra tarafların anlaşamaması nedeni ile davacının çıkışının verildiğini açıklamışlardır. Mevcut olgulara göre davacı istifa dilekçesi verdikten sonra tarafların anlaşması ile ara vermeden çalışmasına devam etmiş, daha sonra 2.7.2005 tarihinde iş sözleşmesi davalı işverence feshedilmiştir. Bu nedenle, feshin davacının istilası ile son bulduğunu kabul etme olanağı bulunmamaktadır. Davalı işverence iş sözleşmesi geçerli nedenle feshedilmiş olup, davacının işe iade isteğinin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile reddedilmesi hatalıdır. Belirtilen nedenlerle, 4857 sayılı İş Kanunun 20.maddesinin 3.fıkrası uyarınca, ‘hükmün bozulmak sureliyle ortadan kaldırılması ve aşağıdaki gibi karar verilmesi gerekmiştir.[/u]

HÜKÜM: Yukarıda belirtilen nedenlerle;
l-) İstanbul I. İş Mahkemesinin 11.7.2006 gün ve 691-483 sayılı kararının bozularak ortadan kaldırılmasına.
2-) İşverence yapılan feshin geçersizliğine ve davacının işe iadesine,
3-) Davacının yasal sürede işe başvurmasına rağmen, işverenin süresi içinde işe başlatmaması halinde ödenmesi gereken tazminat miktarının fesih nedeni ve kıdemi dikkate alınarak 4 aylık ücreti olarak belirlenmesine,
4-) Davacının işe iade için işverene süresi içinde başvurması halinde hak kazanılacak olan ve kararın kesinleşmesine kadar en çok 4 aylık ücret ve diğer haklarının davacıya ödenmesi gerekliğinin belirlenmesine,
Davacının işe başlatılması halinde varsa ödenen ihbar ve kıdem tazminatının bu alacaktan mahsubuna,
5-) Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,
6-) Davacı vekille temsil edildiğinden, karar tarihinde yürürlükte olan tarifeye göre 400.YTL vekalet ücretinin davalıdan alınıp davacıya verilmesine,
7-) Davacı tardından yapılan (31.40) YİL yargılama giderinin davalıdan alınıp davacıya verilmesine, davalının yaptığı yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına,
8- Peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, kesin olarak, oybirliğiyle 11.12.2006 tarihinde karar verildi.

EVLİLİĞİN BOŞANMA İLE SON BULMASI DAVANIN KONUSUZ KALMASI- AİLE KONUTU ŞERHİ- NİSPİ VEKALET ÜCRETİ

T.C
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2019/6988
KARAR:2019/10924
TARİH:06.11.2019

Davacı, davalı eş Serdar adına kayıtlı olan taşınmazın aile konutu olduğundan bahisle, açık rızası olmaksızın diğer davalı …’a devredildiği gerekçesiyle Türk Medeni Kanunu’nun 194/1. maddesi gereğince tapu iptal ve tescil ile aile konutu şerhi konulması isteğinde bulunmuştur. Yargılama esnasında tarafların 27/05/2014 tarihinde kesinleşen karar ile boşandıkları anlaşılmakla evlilik boşanma ile sona erdiğine göre, dava konusu taşınmaz aile konutu olmaktan artık çıkmış, davanın konusu kalmamıştır. Mahkemece de bu sebeple davanın konusu kalmadığından karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiş, kararın davacı … ile davalı … tarafından temyizi üzerine Dairemizin 2016/8010 Esas ve 2017/11087 Karar sayılı ve 16.10.2017 tarihli bozma ilamı ile davacı kadın dava açmakta haklı olduğundan lehine vekalet ücretine hükmedilmesi gerekçesiyle karar bozulmuştur. Davacının davanın açıldığı tarihte haklı olduğu kabul edildiğine göre, bozma sonrası mahkemece davacı yararına karar tarihinde yürürlükte olan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 6. maddesi dikkate alınarak nispi vekalet ücreti tayini gerekirken, bu husus nazara alınmadan yazılı şekilde vekalet ücretinin maktu tayin edilmesi doğru bulunmamış ve bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 06.11.2019

TRAFİK KAZASI- SAĞ KOL VE BACAĞIN FELÇLİ HALE GELMESİ NEDENİYLE BAKICI GİDERLERİ- ADLİ TIPTAN RAPOR ALINMASI GEREKTİĞİ

TC
YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2018/1504
KARAR:2019/1126

“İçtihat Metni”

Davacılar …,(Kendi adına asaleten …’ye velayeten), …,(Kendi adına asaleten …’ye velateyen) ile davalılar … … Servisi San. Ve Tic. A.Ş., … Anonim Türk Sigorta Şirketi, … arasındaki dava hakkında … 4. Asliye Hukuk Mahkemesi’nden verilen 12.05.2015 gün ve 2010/134 esas, 2015/194 karar sayılı hükmün, Dairemizin 30.11.2017 tarih, 2015/18756 esas, 2017/11392 sayılı kararı ile bozulmasına karar verilmişti. Süresi içinde davacılar vekilince kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla, dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

1-Dosya içeriğine, mahkeme kararında belirtilip Yargıtay ilamında benimsenen gerektirici sebeplere göre, 6100 Sayılı HMK’nin geçici 3. maddesinin 2. fıkrası delaletiyle, 1086 Sayılı HUMK’nin 440. maddesinde sayılan nedenlerden hiç birisine uygun olmayan davacılar vekilinin sair karar düzeltme isteminin reddi gerekmiştir.

2-Taraflar arasındaki maddi ve manevi tazminat istemine yönelik davanın yapılan yargılaması sonunda, davanın kısmen kabul kısmen reddine dair verilen hükmün davacılar vekili, davalı … … Servisi San. Ve Tic. A.Ş vekili, davalı … Şirketi vekili ile davalı … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairemizin 30.11.2017 tarih, 2015/18756 esas, 2017/11392 sayılı kararı ile davalı … … Servisi San. ve Tic. A.Ş vekili, davalı … vekili ve davalı …Ş vekilinin davacı …’e yönelik temyiz dilekçelerinin reddine, davacılar vekilinin tüm, davalı … … Servisi San. ve Tic. A.Ş vekili, davalı … vekili ve davalı …Ş vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, diğer yönlerden temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün bozulmasına karar verilmiş, davacılar vekili karar düzeltme isteminde bulunmuştur.

Dava Borçlar Kanunu’nun 46. maddesi (6098 sayılı TBK m. 54) gereğince bedensel zarara uğranılması nedeniyle maddi tazminat ve BK m. 47 gereğince (6098 sayılı TBK m. 56) manevi tazminat istemine ilişkindir.

Sorumluluğu doğuran olayın, zarar görenin vücut bütünlüğünü ihlâl etmesi hali BK m. 46/I’de özel olarak hükme bağlanmıştır. Bu hüküm gereğince “Cismani bir zarara düçar olan kimse külliyen veya kısmen çalışmaya muktedir olamamasından ve ileride iktisaden maruz kalacağı mahrumiyetten tevellüt eden zarar ve ziyanını ve bütün masraflarını isteyebilir”. Bu hüküm gereğince, vücut bütünlüğünün ihlâli halinde mağdurun malvarlığında meydana gelmesi muhtemel olan azalmanın ve dolayısıyla maddî zararın türleri; masraflar, çalışma gücünün kısmen veya tamamen kaybından doğan zararlar ve ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan zararlar şeklinde düzenlenmiştir. Borçlar Kanunu’nun 46. maddesinde belirtilen “bütün masraflar” deyimi çok geniş kapsamlıdır. Bu giderlere zarara uğrayanın katlanmak zorunda kaldığı bütün giderler dahildir. Bu bakımdan zarara uğrayanın tedavi giderleri yanında, işlerini görememesi nedeniyle tutmak zorunda kaldığı yardımcı ya da hastabakıcı için ödemek zorunda kaldığı giderleri ile yapılması gereken estetik tedavi giderleri de istenebilir.

Dava dilekçesinde, meydana gelen kazadan dolayı müvekkillerinin küçük kızı Merve’nin malul duruma düştüğünü, zekasını kaybettiğini, 5. sınıfta okuması gerekirken orta ağır zihinsel özürlüler sınıfına kaydının yapıldığını ve olayları tam idrak edemediğini, sağ kol ve bacağının felçli hale geldiğini ve ömür boyu bir başkasının yardımına muhtaç olduğunu, iyileşme ve maluliyet süresinin tespiti ve buna ilişkin zararının belirlenerek 500,00 TL maddi, 40.000,00 TL manevi tazminat talebinde bulunmuş, Adli Tıp Kurumu Başkanlığı Genel Kurulu’ndan alınan 21.08.2014 tarihli raporda, davacı Merve’nin  geçirdiği trafik kazası nedeniyle Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği E cetveline göre %32.3 oranında meslekte kazanma gücünü kaybetmiş sayılacağının, iyileşme süresinin ise 18 ay olduğunun belirlendiği, anlaşılmıştır. Davacının … raporu ile belirlenen 18 aylık süre zarfında %100 malül sayılacağı, bakıma muhtaç olduğu ve bakıcı gideri ödemek zorunda kalacağının kabulü gerekir. Yine bakıcı ücretinin hesaplanmasında kaza tarihindeki asgari ücretin brüt tutarının (tamamının) esas alınması gerektiği de Dairemizin yerleşik uygulaması gereğidir.

Bu durumda mahkemece,davacının bakıcı gideri talebi yönünden Adli Tıp Kurumu Başkanlığı Genel Kurulu raporunda belirlenen 18 aylık iyileşme süresi için bilirkişiden kaza tarihinde yürürlükte olan brüt asgari ücret tutarı dikkate alınarak ek rapor alınması ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile hüküm kurulması doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin sair karar düzeltme istemlerinin REDDİNE, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile Dairemizin 30.11.2017 tarih, 2015/18756 esas, 2017/11392 karar sayılı bozma ilamına açıklanan bendin de eklenmek sureti ile hükmün BOZULMASINA, tashihi karar peşin harcın istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine 07/02/2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.

TENSİP İLE KESİN SÜRE VERİLEREK TANIK BİLDİRİLMESİ İSTENEMEYECEĞİ- SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ İLKESİ

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/2-433
K. 2016/63
T. 22.1.2016

• TENSİP İLE KESİN SÜRE VERİLEREK TANIK BİLDİRİLMESİ İSTENEMEYECEĞİ ( Tarafların Henüz Uyuştukları ve Ayrıştıkları Hususlar Belirlenmeden Tanık Bildirilmesi İstenmesi Boşanmaya Dair 4721 S. T.M.K.’nun 184. ve 4787 S. Kanunun 7. Md. ve Anayasanın 41. Md. Yer Verilen Amaç Gözetildiğinde Doğru Olmadığı )

• GENEL BOŞANMA İSTEMİ ( Mahkemece Tarafların Henüz Uyuştukları ve Ayrıştıkları Hususlar Belirlenmeden Tensip İle Birlikte Kesin Süre Verilerek Tanıkların Bildirilmesinin İstenmesi Doğru Olmadığı )

• SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ İLKESİ ( Boşanma İstemi – Tensip Tutanağı İle Verilen Kesin Süreye Rağmen Tanıklarını Bildirmeyen Davacı Tanıklarının Dinlenmesine Karar Verilmesine Karşın Davalı Tanıklarının Bildirilmesi İsteminin Reddine Karar Verilmesi Bozma Nedeni Olduğu )

2709/m.41

4787/m.7

6100/m.137,138,139,140

4721/m.166/1,184

ÖZET : Dava, evlilik birliğinin temelden sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat isteklerine ilişkindir. Mahkemece, tarafların henüz uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar belirlenmeden tensip ile birlikte kesin süre verilerek tanıkların bildirilmesinin evliliği sonlandıran ve istenmesi kamu düzenini ilgilendiren boşanmaya dair 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 184. ve 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 7. maddesinde düzenlenen usul kuralları ve özellikle Anayasanın 41. maddesinde yer verilen amaç gözetildiğinde doğru olmadığı gibi tensip tutanağı ile verilen kesin süreye rağmen tanıklarını bildirmeyen davacı tanıklarının dinlenmesine karar verilmesine karşın davalı tanıklarının bildirilmesi isteminin reddine karar verilmesi silahların eşitliği ilkesi gereğince de doğru bulunmamıştır.

DAVA : Taraflar arasındaki “boşanma, nafaka, velayet ve tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Batı 1. Aile ( Kapatılan Sincan 1.Aile ) Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 15.01.2013 gün ve 2012/198E., 2013/27 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay

2. Hukuk Dairesinin 03.07.2013 gün ve 2013/6356 E., 2013/18904 K. sayılı ilamı ile;

( … Mahkemece; ” davalının cevap dilekçesinde tanık deliline dayanmadığı, daha sonra dilekçeler teatisinde de tanık ve delil bildirmediği” gerekçesiyle davalı tarafın delilleri toplanmadan davacı delilleri ile sonuca gidilmiştir. Davalının davaya süresinde cevap vermemiş olması, delil bildirme ve savunmasını ispat etme hakkını ortadan kaldırmaz. Davaya süresinde cevap verilmemesinin sonucu, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamının inkar edilmiş olmasıdır ( HMK. madde 128 ). Bu böyle olmakla birlikte süresinde davaya cevap vermeyen davalı, Hukuk Muhakemeleri Kanununun 145/1. maddesindeki hal dışında, davacıya kusur isnat edemez ise de, davacının iddiasını dayandırdığı vakıaların gerçekte vukuu bulmadığına, diğer bir ifade ile evlilik birliğini temelinden sarsar nitelikte bir hadisenin mevcut olmadığına yönelik olarak kanunda belirtilen süre içinde olmak koşuluyla delil bildirebilir. Aksinin kabulü, bir kez cevap süresini kaçırmış veya davaya cevap vermemiş olan davalının bundan sonra delil bildirememesi sonucunu doğurur. Bu ise Hukuk Muhakemeleri Kanununun 27. maddesinde yer alan hukuki dinlenilme hakkını zedeler. Tarafların, dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları “belge” niteliğindeki delillerini sunmaları için ön inceleme duruşmasında iki haftalık kesin süre verilmesi yasal olarak mümkün ( HMK. madde 140/5 ) iken, uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar henüz belirlenmeden tarafların, ön inceleme duruşmasından önce davanın daha başında ( tensiple ) ” tanık bildirmelerini” beklemek doğru olmadığı gibi, bu yönde tensiple kesin mehil verilse bile, bu hukuki sonuç doğurmaz. Çünkü delil çekişmeli vakıalar için gösterilir ( HMK. madde 187/1 ).Taraflar arasındaki çelişmeli hususlar ise ön inceleme duruşmasında belirlenir ( HMK. madde 140/1 ). Tahkikat tespit edilen çekişmeli hususların çözümü için yürütülür. O halde davalıya tanıklarını göstermesi için süre verilmeli, gösterdiği takdirde, tanıkları savunması çerçevesinde dinlenmeli ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek hasıl olacak sonucu uyarınca karar verilmelidir. Bu yapılmadan eksik inceleme ile hüküm tesisi doğru bulunmamıştır… ), Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Dava, Türk Medeni Kanununun 166/1. maddesi uyarınca evlilik birliğinin temelden sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat isteklerine ilişkindir.

Davacı vekili, eşinin şiddet uyguladığını, ailesini ziyarete göndermediğini, anne, baba ve kardeşleriyle birlikte yaşadıklarını belirterek evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına dayalı olarak boşanmalarına, 1.000,00 TL tedbir ve yoksulluk nafakasına, çocukların velayetlerinin babalarına bırakılmasına, 50.000,00’er TL maddi ve manevi tazminata hükmedilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, mahkemenin yetkili olmadığını, davacının hasta olan annesini ziyarete geldiğini, onların etkisi ile dönmediğini, ileri sürülen iddiaların doğru olmadığını, evine dönmesi şartıyla davacı eşini affettiğini belirterek davanın reddine karar verilmesi ile Yozgat 2 Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan karşı davanın sonucunun beklenilmesi aksi takdirde birleştirilmesine karar verilmesini, müşterek çocukların velayetlerinin kendisine bırakılmasını savunmuştur. Yerel Mahkemece, davalı tarafa 29.03.2012 tarihli tensip ara kararı ile birlikte davaya dair cevapları ile varsa tüm delillerinin ibrazı için süre verildiği, bu süre içerisinde tanık deliline dayanılmadığı gibi davanın uzamasına sebebiyet vermeyecek şekilde ön inceleme duruşmasının bitimini müteakip dinletmek istedikleri tanıkları hazır edilmediğinden ve istenilen süre usule uygun olmadığından reddine karar verildiği, davacı tarafından gösterilen ve dinlenilen tanık anlatımları, nüfus aile kayıt tablosu ile tüm dosya kapsamı bir bütün halinde değerlendirildiğinde; evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına neden olan hadiselerde Serhat Altın’ın tamamen kusurlu olup Sevgi’den kaynaklanan herhangi bir kusurun varlığının ispat edilemediği, TMK’nın 166/1-2 maddesi koşullarının davacı bakımından gerçekleştiği anlaşılmakla tarafların boşanmalarına, müşterek çocukların velayetlerinin babaya bırakılmasına, müşterek çocuklardan Yasin yararına dava tarihinden geçerli olmak üzere 200,00 TL tedbir nafakasının, hüküm kesinleşinceye kadar davalıdan alınarak davacıya verilmesine, davacı yararına dava tarihinden itibaren geçerli olmak üzere 250,00 TL tedbir ile hükmün kesinleşmesini müteakip 300,00 TL yoksulluk nafakasının davalıdan alınarak davacıya verilmesine,TMK’nın 174/1-2 maddesi gereğince 7.000,00 TL maddi 6.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan alınarak davacıya verilmesine, fazlaya dair taleplerin reddine dair verilen karar davalı vekilinin temyizi üzerine; Özel Dairece yukarda yazılı olan karar ile bozulmuş; mahkemece, önceki gerekçeler tekrar edilip genişletilerek direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararını davalı vekili temyize getirmektedir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ön inceleme duruşması yapılmadan tensip tutanağı ile davalının delillerini sunması için süre verilip verilemeyeceği, cevap dilekçesinde delil bildirmeyen davalıya ön inceleme duruşmasında delillerini bildirmesi için süre verilmesinin gerekip gerekmediği, mahkemece usulüne uygun olarak ön inceleme duruşmasının yapılıp yapılmadığı, tahkikat aşamasında davalıya delillerini bildirme hakkının tanınıp tanınamayacağı; varılacak sonuca göre davalının hukuki dinlenilme hakkının ihlal edilip edilmediği noktasında toplanmaktadır.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile usul hukukumuzda ilk derece yargılamasının beş temel aşamadan oluşması öngörülmüştür. Bunlar sırası ile; dilekçelerin karşılıklı verilmesi, ön inceleme, tahkikat, sözlü yargılama ve hükümdür. Bu aşamalar içinde yeni olan ise ön inceleme aşamasıdır.

Yargılamanın gereksiz yere uzamasının engellenmesi; mahkemenin ve tarafların yargılamada gereken hazırlığı davanın başında yapmasının sağlanması bakımından, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile dilekçelerin verilmesinden sonra ve tahkikat aşamasından önce gelmek üzere “ön inceleme” adıyla yeni bir yargılama aşaması kabul edilmiştir ( H. Pekcanıtez/O. Atalay/ M.Özekes, Medeni Usul Hukuku, 11 Bası, 2011, s.375-376 ).

6100 Sayılı HMK’nın 137. maddesinde, ön incelemenin kapsamı, HMK 138. maddesinde ön inceleme aşamasında dosya üzerinden dava şartları ve ilk itirazlar hakkında verilecek kararlar, HMK 139. maddesinde ön inceleme duruşmasına davet, HMK 140. maddesinde ise yapılması zorunlu olan ön inceleme duruşması düzenlenmiştir. 6100 Sayılı HMK’nın ön incelemenin kapsamı başlıklı 137. maddesinde, dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılacağı, 138. madde dikkate alınarak öncelikle dava şartları ve ilk itirazlar hakkında dosya üzerinden karar vereceği, dava şartları ve ilk itirazlar hakkında gerektiği takdirde kararını vermeden önce, bu konuda tarafları ön inceleme duruşmasında dinleyebileceği, ön inceleme duruşmasında tarafların iddia ve savunmaları kapsamında uyuşmazlık konularını tam olarak belirleyebileceği, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapacağı, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik edeceği ve bu hususların tutanağa geçirileceği belirtilmiştir. Ön inceleme duruşmasında dava şartları ve ilk itirazlar ile sınırlı olmak üzere tanık dinleme, belge inceleme, bilirkişi görüşü alma, keşif yapma ve yemin teklif etme gibi işlemler yapılabilir, ancak tahkikata yönelik işlemler yapılamaz.

HMK’nın 137. maddesinin ikinci fıkrasında ise ön inceleme tamamlanmadan ve gerekli kararlar alınmadan tahkikata geçilemeyeceği ve tahkikat için duruşma günü verilemeyeceği düzenlenmiştir. Gereksiz duruşmalara dair uygulamadaki eski alışkanlıkların devam etmesinin kesin olarak önüne geçilmesi amacıyla kanun koyucu, ön inceleme aşaması tamamlanmadan ve bu aşamada alınması gereken kararlar alınmadan tahkikat aşamasına geçilmesini ve tahkikat için duruşma günü belirlenmesini kesin bir ifade ile ( emredici nitelikteki bir düzenlemeyle ) yasaklamıştır ( H. Pekcanıtez/O. Atalay/M.Özekes, a.g.e., s.375-376 ).

Tüm bu hususlar dikkate alındığında, dilekçeler aşaması tamamlandıktan sonra öncelikle dosya üzerinden dava şartları ve ilk itirazların incelenmesi; bu konularda olumlu veya olumsuz bir karar verilmesi, dosya üzerinden karar verilemeyen dava şartları ile ilk itirazlar hakkında karar verilmek ve diğer ön inceleme işlemlerini yapmak üzere tarafların ön inceleme duruşmasına davet edilmesi, 6100 Sayılı HMK 137 ve 140 maddelerine göre ön inceleme duruşmasında gerekli usul işlemleri yapıldıktan sonra, tahkikat duruşmasına geçilmesi gerekir.

HMK’nın 145. maddesi;

“ Taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler. Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.” hükmünü içermektedir. Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 41. maddesi gereğince toplumu oluşturan en temel kurumlardan biri olan ailenin korunması ve sağlıklı bir şekilde devamı için aile hukukundan doğan ilişkiler esas itibariyle özel hukuka girmesine rağmen diğer özel hukuk dallarına oranla devletin daha fazla müdahalesini gerekmiş bu amacı gerçekleştirmeye yönelik olarak 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 5133 Sayılı Kanun ile değişik 4/1. maddesinde; 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun üçüncü kısmı hariç olmak üzere ikinci kitabından ( TMK. madde 118-494 ) doğan bütün dava ve işlere Aile Mahkemesinde bakılacağı düzenlenmiştir.

Buna göre davaya konu uyuşmazlık, boşanma ve fer’ilerine dair olup bu tür uyuşmazlıkların Aile Mahkemelerinde görülmesi gerekir.

Anılan Kanunun Aile Mahkemelerinin görevi ve görevine giren işlerdeki yargılama usulüne dair 7. maddesi: “ Aile mahkemeleri, önlerine gelen dava ve işlerin özelliklerine göre, esasa girmeden önce, aile içindeki karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörünün korunması bakımından eşlerin ve çocukların karşı karşıya oldukları sorunları tespit ederek bunların sulh yoluyla çözümünü, gerektiğinde uzmanlardan da yararlanarak teşvik eder. Sulh sağlanamadığı takdirde yargılamaya devam olunarak esas hakkında karar verilir.

Özel kanunlardaki hükümler saklı kalmak kaydıyla, bu Kanunda hüküm bulunmayan konularda Türk Medeni Kanununun aile hukukuna dair usul hükümleri ile Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümleri uygulanır.” hükmünü içermektedir.

Diğer taraftan 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun “Boşanmada Yargılama Usulü” başlıklı 184. Maddesi ile boşanma veya ayrılık davasında hakimin vicdanen kanaat getirmesi gerektiği, taraflara yemin öneremeyeceği, tarafların ikrarının hakimi bağlamayacağı, hakimin kanıtları serbestçe takdir edeceğine dair düzenlemeler içermekte olup madde metni aynen:

“ Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tabidir:

1. Hakim, boşanma veya ayrılık davasının dayandığı olguların varlığına vicdanen kanaat getirmedikçe, bunları ispatlanmış sayamaz.

2. Hakim, bu olgular hakkında gerek resen, gerek istem üzerine taraflara yemin öneremez.

3. Tarafların bu konudaki her türlü ikrarları hakimi bağlamaz.

4. Hakim, kanıtları serbestçe takdir eder.

5. Boşanma veya ayrılığın fer’i sonuçlarına dair anlaşmalar, hakim tarafından onaylanmadıkça geçerli olmaz.

6. Hakim, taraflardan birinin istemi üzerine duruşmanın gizli yapılmasına karar verebilir.” şeklindedir. Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler ışığında somut olayın incelenmesinde; dava 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonra 27.03.2012 tarihinde açıldığı anlaşılmaktadır. Mahkemece, 29.03.2012 tarihli tensip tutanağının “ Ç,D,E” bendi ile davalıya tüm delillerini ve varsa tanıklarını bildirmesi için iki hafta süre verilmiş, 18.10.2012 tarihli ön inceleme duruşmasına tarafların vekilleri davet edilmiş, davalı vekilinin mazereti kabul edilmemiştir.20.12.2012 tarihli oturumda ise davacı her ne kadar tanık bildirmemiş ise de hazır olan tanıklarının dinlenmesini istemiş, davalı taraf da delillerini bildirmek için süre istemiştir. Mahkemece, davacı tarafın tanıkları dinlenmiş, tensip tutanağı ile verilen kesin sürede tanık ve delil bildirmediği gerekçesiyle davalı tarafa delillerini bildirmek için talep ettiği süre verilmemiştir.

Mahkemece, tarafların henüz uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar belirlenmeden tensip ile birlikte kesin süre verilerek tanıkların bildirilmesinin evliliği sonlandıran ve istenmesi kamu düzenini ilgilendiren boşanmaya dair 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 184. ve 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 7. maddesinde düzenlenen usul kuralları ve özellikle Anayasanın 41. maddesinde yer verilen amaç gözetildiğinde doğru olmadığı gibi tensip tutanağı ile verilen kesin süreye rağmen tanıklarını bildirmeyen davacı tanıklarının dinlenmesine karar verilmesine karşın davalı tanıklarının bildirilmesi isteminin reddine karar verilmesi silahların eşitliği ilkesi gereğince de doğru bulunmamıştır.

Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, delil gösterme ve sunma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunundan ayrılmayı gerektiren boşanma davalarına özgü bir boşluktan sözedilemeyeceği yönünde görüş bildirilmiş ise de bu görüş çoğunluk tarafından benimsenmemiştir. O halde Özel Daire bozma ilamında ve yukarıdaki belirtilen ilave gerekçelerle Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu sebeple direnme kararın bozulması gerekir.

SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarda belirtilen ilave gerekçe ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istenmesi halinde temyiz peşin harcın yatırana iadesine, 22.01.2016 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY :

Özel Daire ile mahkeme arasındaki uyuşmazlık boşanma davasında cevap dilekçesinde delillerini göstermeyen davalının daha sonra sunduğu delillerin değerlendirilip değerlendirilemeyeceğidir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının en önemli unsurlarından bir tanesi de “yargılamanın makul süre içerisinde bitirilmesi” ilkesidir.

Anayasa’nın 141. maddesinde “Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir” denilmek suretiyle davaların makul bir süre içerisinde bitirilmesi gerekliliği açıkça düzenlenmiştir.

Adil yargılanma hakkı bağlamında usul hukuku, çabuk, basit ve ucuz yargılamayı amaç edinmiştir. Delillerin belirli bir zaman dilimi içinde gösterilip sunulması, sonradan yeni delil bildirme imkânının tanınmaması yargılamayı çabuklaştıracak ve uyuşmazlığı kısa sürede çözüme kavuşturacaktır.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, yargılamanın makul sürede bitirilmesini sağlamak amacıyla hâkimi, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli biçimde yürütmekle yükümlü tutmuş; dava ve cevap dilekçesinin içeriği ve özellikle delillerin bildirilme zamanını özel olarak düzenlemiştir.

HMK.m.30’a göre “Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür”.

HMK.m.119/1-f hükmü uyarınca, gerek yazılı gerekse basit yargılama usulünde, iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin, dava dilekçesinde belirtilmesi gerekir.

“Belgelerin birlikte verilmesi” başlığını taşıyan 121. maddeye göre “Dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunludur.” “Cevap dilekçesinin içeriği” başlığını taşıyan 129.maddenin ( e ) bendinde savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin cevap dilekçesinde bulunması gerektiği belirtilmiş; 2.fıkrada “121. madde hükmü cevap dilekçesi hakkında da uygulanır” denilerek delillerin gösterilme zamanı bakımından dava dilekçesi için öngörülen zorunluluğun cevap dilekçesi için de aranacağı düzenlenmiştir.

HMK’nın 140/5. maddesi uyarınca: “Ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi halinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir.”

Yukarıda belirtilen hükümlerden de anlaşılacağı üzere gerek davacı gerekse davalı bakımından delil gösterme ile delil sunma ayrı olarak ele alınmış; dava ve cevap dilekçelerinde iddia edilen vakıaların hangi delillerle ispatlanacağının belirtilmesi zorunluluğundan söz edildikten sonra, eldeki belgelerin dilekçelere eklenmesi, elde bulunmayan belgeler için ise nereden getirtileceği konusunda bilgi verilmesi gerektiği açıkça öngörülmüştür. HMK.m.140/5 dilekçelerde belirtilen ve fakat henüz sunulmayan belgelerin süresinde sunulmaması halinde uygulanacak yaptırımı da düzenlemiştir. HMK.m.145 “Taraflar, kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler” şeklinde emredici bir düzenleme öngördükten sonra bunun istisnalarını da belirtmiştir. Buna göre “…Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.”

Somut olayda, davalının cevap dilekçesinde delillerini belirtmediği tartışma dışıdır. Sonradan delil gösterilmesi için HMK.m.145’te belirtilen istisnai hallerin mevcudiyeti ileri sürülmediğine göre mahkemece davalının gösterdiği tanıkların dinlenmemesi usule uygundur. Belirtmek gerekir ki, davacı taraf da süresi içinde tanık deliline dayanmadığı halde mahkemece davacı tanıklarının dinlenmiş olması da usule aykırı olmakla birlikte, bu yanlışlık o tanıkların beyanlarının hükme esas alınmaması ile giderilebilir. Davalı tarafa da usule aykırı olarak aynı imkânın sağlanması ile yanlışlığın giderilmesi doğru olmaz. Başka bir anlatımla, “iki yanlış bir doğru etmez”.

Boşanma davalarının özelliği sebebiyle Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun delil gösterme süresini sınırlayan hükümlerinin uygulanamayacağı yönündeki görüşe de katılmak mümkün değildir.

4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu”nun “Boşanmada yargılama usulü” başlıklı TMK.m. 184’te “Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tâbidir” denildikten sonra boşanma davalarına özgü alt usul kuralına yer verilmiştir. Belirtilen istisnai kurallar arasında delillerin gösterilme ve sunulma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunu ilkelerinden ayrılmayı gerektiren bir düzenleme bulunmamaktadır. Boşanma davaları devam ederken iddia ve savunmayı genişletme yasağı çerçevesinde yeni vakıaların ileri sürülebilmesine imkân veren uygulamalar dahi HMK.nın öngördüğü ilkelerin dışına çıkılmasını gerektirmez. Yeni vakıalar için delil gösterilmesine izin verilebilirse de somut olayda yeni bir vakıanın varlığı da ileri sürülmüş değildir. Dava tarihinden önceki vakıalar için süresinde gösterilmeyen delillin dikkate alınması ancak HMK.m.145 şartlarında mümkündür.

Delil gösterme ve sunma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunu hükümleri ayrıntılı olup, bu konuda bir boşluktan da söze edilemez. Belirtmek gerekir ki, Anayasamızın 142.maddesinde mahkemelerin yargılama usullerinin kanunla düzenleneceği belirtilmekle, hâkime bu hususta inisiyatif bırakılmak istenmemiş; her hâkimin ayrı bir usul icat etmesinin önüne geçilmek istenmiş, adeta “oyunun kuralı önceden belli olmalı” denilmiştir. Kanunun açıkça izin vermediği durumlarda usul kuralları değiştirilemez.

Yukarıda açıklanan gerekçelerle mahkemenin direnme kararının usul ve yasaya uygun olduğu, direnme kararının onanması gerektiği kanaati ile Sayın Çoğunluğun bozma yönündeki görüşüne katılamıyorum.

KARŞI OY :

Davacı ile davalı arasındaki 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 166/1. maddesindeki evlilik birliğinin sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat istemine dair davada, davanın kabulüne dair ilk derece mahkemesi kararının özel dairece temyiz incelemesi sonucu, davalının davaya süresinde cevap vermemiş olmasının delil bildirme ve savunmasını ispat etme hakkını ortadan kaldırmayacağı, davaya süresinde cevap verilmemesinin sonucunun, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamının inkar edilmesi olup süresinde davaya cevap vermeyen davalının, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 145/1. maddesindeki hal dışında, davacıya kusur isnat edemez ise de, davacının iddiasını dayandırdığı vakıaların gerçekte meydana gelmediğine yönelik olarak kanunda belirtilen süre içinde olmak şartıyla delil bildirebileceği, aksinin kabulü halinde, bir kez cevap süresini kaçırmış veya davaya cevap vermemiş olan davalının bundan sonra delil bildirmesinin mümkün olmayacağı sonucunu doğuracağı, bu durumun 6100 Sayılı Kanun’un 27. maddesinde yer alan hukuki dinlenilme hakkını zedeleyeceği, tarafların, dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları “belge” niteliğindeki delillerini sunmaları için ön inceleme duruşmasında iki haftalık kesin süre verilmesinin kanuni olarak mümkün iken, anlaştıkları ve anlaşamadıkları konular henüz belirlenmeden taraflardan, ön inceleme duruşmasından önce davanın daha başında ( tensiple ) ” tanık bildirmelerini” beklemenin doğru olmadığı gibi bu yönde tensiple kesin süre verilse bile, hukuki sonuç doğurmayacağı,çünkü delilin çekişmeli vakıalar için gösterileceği, taraflar arasındaki çekişmeli hususların ise ön inceleme duruşmasında belirleneceği, tahkikatın tespit edilen çekişmeli hususların çözümü için yürütüleceği, davalıya tanıklarını göstermesi için süre verilmesi, gösterdiği takdirde, tanıkları savunması çerçevesinde dinlenmesi ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek karar verilmesi gerektiği belirtilerek bozma kararı verilmiştir.

İlk derece mahkemesince, davalının savunmasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri, savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin cevap dilekçesinde yer alması gerektiği, cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı bütün vakaları göstermediği gibi bunları hangi delille ( tanık ) ispat edeceğini de yazmadığı, kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkimin, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamayacağı ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamayacağı, kanunla belirtilen durumlar dışında, hâkimin, kendiliğinden delil toplayamayacağı tarafların, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyeceği, taraflarca getirilme ilkesi ile 6100 Sayılı Kanun’un 145. maddesi birlikte değerlendirildiğinde davalının 4721 Sayılı Kanun’un 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı içerisinde davranmadığı, cevap dilekçesi ile delil bildirebileceği en azından tanık delilinin mevcut olduğunu belirtip isim yazmaması halinde istenen sürenin verilebileceği, özellikle boşanma davalarında davayı uzatarak boşanmanın ferileri bakımından vazgeçme yolu ile sonuçlanması için usul hükümlerini hiçe sayacak şekilde yargılamayı uzatmaya yönelik istek ve taleplerin savunma hakkı kapsamında değerlendirilemeyeceği, tanık deliline süresi içerisinde dayanılmadığı sonradan getirilen bu savunmanın da davayı uzatmaya yönelik hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğu gerekçeleri ile önceki hükümde direnilmesi ve davanın kabulü kararı verilmiştir.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Dava dilekçesinin içeriği” başlıklı 119. maddesinin birinci fıkrasının f bendindeki iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, “Belgelerin birlikte verilmesi” başlıklı 121. maddesindeki dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunluluğu, “Cevap dilekçesinin içeriği” başlıklı 129. maddesinin e bendindeki savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, “Tarafların ikinci dilekçeleri” başlıklı 136. maddesinin 2. fıkrasındaki davacının cevaba cevap, davalının da ikinci cevap dilekçesi hakkında, dava ve cevap dilekçelerine dair hükümler, niteliğine aykırı düşmediği sürece kıyasen uygulanacağına dair hüküm, “Ön incelemenin kapsamı” başlıklı 137. maddesinin 1. fıkrasındaki dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılacağı ön incelemede, dava şartlarını ile ilk itirazların incelenip, uyuşmazlık konularının tam olarak belirlenerek, hazırlık işlemleri ve tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapar, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik eder ve bu hususları tutanağa geçirir, “Ön inceleme duruşması” başlıklı 140. maddesinin 5. fıkrasındaki ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir, bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir, “Sonradan delil gösterilmesi” başlıklı 145. maddesinde taraflar, kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler, ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir, “İspat hakkı ve karşı ispat” başlıklı 189. ve 191. maddelerinde taraflar, kanunda belirtilen süre ve usule uygun olarak ispat hakkına sahiptir, diğer taraf, ispat yükünü taşıyan tarafın iddiasının doğru olmadığı hakkında delil sunabilir, “Somutlaştırma yükü ve delillerin gösterilmesi” başlıklı 194. maddesinde taraflar, dayandıkları vakıaları, ispata elverişli şekilde somutlaştırmalıdırlar, dayandıkları delilleri ve hangi delilin hangi vakıanın ispatı için gösterildiğini açıkça belirtmeleri zorunludur, “Tanık gösterme şekli” başlıklı 240. maddesinin 2. fıkrasındaki ve 243. maddesinin 1. fıkrasındaki tanık gösteren taraf, tanık dinletmek istediği vakıayı ve dinlenilmesi istenen tanıkların adı ve soyadı ile tebliğe elverişli adreslerini içeren listeyi mahkemeye sunar, bu listede gösterilmemiş olan kimseler tanık olarak dinlenemez ve ikinci bir liste verilemez, tanık davetiye ile çağrılır, ancak, davetiye gönderilmeden taraflarca hazır bulundurulan tanık da dinlenir, şu kadar ki, tanık listesi için kesin süre verildiği ve dinlenme gününün belirlendiği hâllerde, liste verilmemiş olsa dahi taraf, o duruşmada hazır bulundurursa tanıklar dinlenir, biçimindeki hükümler dikkate alındığında, dosya kapsamına göre, taraflar arasındaki boşanma davasının yargılaması sırasında davaya cevap veren davalının cevap dilekçesinde yetki itirazında bulunarak davacının iddialarını inkara yönelik açıklamalar yaptığı, ancak dava ile ilgili herhangi bir delil bildirmediği, mahkemece dosya kapsamındaki mevcut delillere göre davacı davasını ispatladığından davanın kabulüne karar verildiği, yukarda açıklanan 6100 Sayılı Kanun hükümlerinin değerlendirmesinden mahkemece ulaşılan kabul hükmü yerinde olduğundan sayın çoğunluk görüşüne katılmıyorum. İlk derece mahkemesi kararının onanması gerektiği düşüncesindeyim.

ELEKTRİK ÇARPMASI- GELİŞEN DURUM NEDENİYLE ZARARIN ARTMASI- ADLİ TIP RAPORU İLE ÖĞRENME- KISA ZAMANAŞIMI- MUTLAK ZAMANAŞIMI

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS: 2017/2786
KARAR:2017/2016

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasında birleştirilerek görülen “maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Van 1. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından maddi tazminat isteminin kısmen kabulüne, manevi tazminat isteminin zamanaşımı nedeniyle reddine ilişkin olarak verilen 23.10.2014 gün ve 2014/411 E., 2014/506 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekillerince istenilmesi üzerine karar önce onamış, davacılar vekilinin karar düzeltme isteminde bulunması üzerine de Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 28.10.2015 gün ve 2015/10172 E., 2015/16941 K. sayılı ilamı ile: “…Davacı vekili dilekçesi ile; müvekkili …’in 22.11.2003 tarihinde kendilerine ait arazi içerisinde arkadaşlarıyla oyun oynarken yere çok yakın mesafede olan elektrik tellerine temas ettiğini ve elektrik akımına kapılarak sağ kolundan ve ayağından ağır şekilde yaralandığını ve sakat kaldığını, kolunu kullanabilmesi için protez takılması gerektiğini, tedavisinin halen devam ettiğini, tellerin mevzuata uygun yükseklikte olmadığından temasın gerçekleştiğini iddia ederek (fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla) davacılardan … için 5.000,00 TL, baba … için 500,00 TL, anne … için 500,00 TL olmak üzere toplam 6.000,00 TL maddi tazminat ile tedavi giderlerinin olay tarihinden itibaren işleyen yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsili ile davacılara verilmesini talep etmiş, 11.04.2013 havale tarihli dilekçesi ile dava değerini 228.100,90 TL olarak ıslah etmiş, 27.02.2013 tarihli duruşmada ise protez taleplerinden vazgeçtiklerini beyan etmiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesi ile; davaya konu olayın davacı …’in kusurdan kaynaklandığını, müvekkili kurumun doğrudan veya dolaylı hiçbir kusurunun bulunmadığını, zamanaşımı süresinin dolduğunu, müvekkili kurumda olaya ilişkin hiçbir bilgi ve belgenin bulunmadığını savunarak davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece; davanın kabulü ile 228.072,40 TL iş gücü kaybından doğan tazminat ile 28,50 TL tedavi gideri olmak üzere toplam 228.100,90 TL tazminatın olay tarihinden itibaren işleyen yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline ilişkin verilen karar Dairemizin 08.04.2014 tarih, 2013/20238 E-2014/5605 K sayılı ilamı ile; ”Dava dosyasının Aktüerya uzmanı olan bilirkişiye gönderilip davacının iş göremezlik zararının hesaplanmasında, halen okuduğu 2 yıllık İlahiyat Ön Lisans Programından mezun olduktan sonra devlet memuru olarak başlayacağı, kadro ve derece durumunu tespit edildikten sonra barem cetveli hazırlayarak askerde geçireceği yıllara ilişkin iş gücü kaybına dair gelir mahrumiyetinden çıkarılmak suretiyle hazırlanacak bilirkişi raporu doğrultusunda karar verilmesi gerekirken, (Yargıtay 4.H.D. 23.03.2010 gün ve 2250 E.-3266 K.), (Çelik A.Ç. Tazminat Davaları 2012/İst. Sh.214-215) yetersiz bilirkişi raporuna dayanak yapılarak verilen hüküm doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.” gerekçesi ile bozulmuştur.

Mahkemece bozmaya uyma kararı verilmiş, Dairemizin bozma ilamından sonra yeniden yapılan yargılama sırasında, asıl dava tarihi (26.06.2007)’nden sonra 17.06.2013 tarihinde asıl dava davacıları tarafından, davaya konu olay nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkin açılan davada verilen birleştirme kararı üzerine her iki dava dosyası birleştirilmiş ve mahkemece yapılan yargılama sonucunda; asıl dava yönünden, davanın kısmen kabulü ile; davacı … için 102.185,76 TL iş güç kaybından doğan tazminat ile davacılar Gülizar Sevinç ve … için 28,50 TL tedavi gideri olmak üzere toplam 102.214,26 TL tazminatın olay tarihi olan 22.11.2003 tarihinden itibaren işleyen yasal faizi ile birlikte davalı TEDAŞ’tan tahsili ile davacılara verilmesine, davalı VEDAŞ’ın taraf olmaktan çıkarılmasına, mahkememiz dosyası ile birleşen Van 2.Asliye Hukuk Mahkemesinin 2013/301 Esas sayılı dosyası yönünden; davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiş, hüküm davacılar vekili tarafından temyiz edilmiş, hükmün Dairemizin 03.03.2015 tarih, 2015/2598 E.–3341 K.sayılı ilamı ile onanmasına karar verilmiş, bunun üzerine davacılar vekili tarafından birleşen davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karşı karar düzeltme talebinde bulunulmuştur.

Borçlar Yasası’nın 60/1.maddesinde öngörülen bir yıllık zamanaşımı süresi, zarara uğrayanın, zarara ve faile ıttıla, başka bir ifadeyle zararın varlığını ve zarar vereni öğrendiği günden itibaren işlemeye başlar. Aynı Yasa’nın 60/2. maddesi gereğince zarara yol açan eylemin, aynı zamanda suç sayılan bir eylemden doğmuş olması durumunda olayda uygulanacak zamanaşımı süresi, o suçun bağlı olduğu (uzamış) ceza zamanaşımı süresidir. Zarar veren hakkında uzamış ceza zamanaşımı süresinin uygulanabilmesi için, eylemin suç niteliğinde olması yeterli olup bu konuda ceza davasının açılmış olması zorunlu değildir.

Anılan bu düzenlemelere göre, bedensel zarara yol açan eylemin suç teşkil etmesi karşısında kural olarak uzamış (ceza zamanaşımının) uygulanması gerekmektedir. Ne var ki, somut olayda da olduğu gibi haksız fiil tarihine göre ceza zamanaşımı süresinin geçmiş olması halinde bile, gelişen durumun varlığı nedeniyle zararın tam anlamıyla öğrenildiğinden söz edilemez. Bu durumda, davacının zararı öğrenmesinin anlamı üzerinde durulmalıdır. Burada önemli olan husus, zarar görenin yasanın anlattığı anlamda zarar veren olayın sonuçlarını, gidişatını, kesinleşen durumunu değerlendirecek bilgiye sahip olmasıdır. Zarar tamamlanmadan zarar gören açısından zararın belirli olduğu kabul edilemez. Zararın tamamlanması ise, tüm sonuçlarıyla bilinmesi ile mümkündür. Eşyaya verilen zarar ile insana verilen zarar arasındaki temel fark da budur. Somut olayda, davacı tarafın zarara öğrenme tarihini, beden gücü kayıp oranının taraflar arasında tartışmalı olması ve davacı küçüğün kolunun kesilmesi ihtimali bulunması nedeniyle Adli Tıp Kurumundan rapor istenilmekle, bu kurumun raporunu öğrenme tarihi kabul etmek gerekir. Zira, davacı küçüğün kesin ve son durumu bu raporla açıklığa kavuşmuştur. Buna göre, bu raporun öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık zamanaşımı süresini hesaplamak gerekir. Her ne kadar, davacı küçüğün maluliyet oranı ve son durumu 28/09/2011 tarihli rapor ile belirlenmiş ise de, bölgede yaşanan deprem felaketi nedeniyle ilgili rapor davacı dosyası içerisine 12/11/2012 tarihli havale ile girmiş ve davacı tarafa 27/02/2013 tarihli oturumda okunmuştur. Şu durumda, davacı tarafın gelişen durumun sonlandığını 27/02/2013 tarihinde öğrendiğini ve bu tarihten itibaren bir yıl içerisinde (17/06/2013) maddi ve manevi zararlarının tazminini isteyebileceği açıktır.
Dava konusu uyuşmazlık, gelişen durumun varlığı halinde, önceki davada manevi tazminat istemeyen zarar görenin, gelişen durumun sona ermesinden itibaren tüm manevi zararını öğrenmeden itibaren bir yıllık sürede isteyip isteyemeyeceği noktasındadır. Borçlar Yasası’nda haksız fiiller için öngörülen zamanaşımı süresi maddi ve manevi tazminat istemleri için farklı belirlenmediğinden zamanaşımına ilişkin hükümler hem maddi, hem manevi tazminat için geçerlidir. Ayrıca gelişen durumda maddi tazminatın, gelişen durumun sona erdiği tarihten itibaren istenip, manevi tazminatın istenemeyeceğine dair yasal bir düzenleme de mevcut değildir.

Eldeki davada, davacı taraf, ilk davada maddi tazminatın hüküm altına almasını istemişse de, manevi tazminat istemini ilk davada istememiş, manevi tazminatı bölmek yerine zararının belirli olduğu ve tamamını öğrendiği, Adli Tıp Kurumu raporunu öğrendiği tarihten itibaren bir yıllık yasal sürede ve birleşen dava ile istemiştir. Bu nedenle, davacı küçüğün gelişen zararını, bu gelişmenin son bulduğu tarihte öğrenmiş olacağı gözetilerek, maluliyet oranının son ve kesin olarak belirlendiği raporun öğrenilme tarihinden itibaren bir yıl içinde açılan manevi tazminat davasına yönelik zamanaşımı def’inin reddine karar verilerek işin esasının incelenmesi gerekirken, birleşen davanın zamanaşımından reddi doğru değildir…”
gerekçesiyle birleşen davaya ilişkin istem bakımından oy çokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, bedensel bütünlüğün zarara uğraması nedeniyle oluşan maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir.

Davacılar vekili, müvekkilleri … ile …’ın oğlu olan …’in 22.11.2003 tarihinde kendilerine ait arazide arkadaşlarıyla oyun oynarken yere çok yakın mesafedeki elektrik tellerine teması sonucunda akıma kapılarak sağ kolundan ve ayağından ağır şekilde yaralandığını, kolunu kullanabilmesi için protez takılması gerektiğini, tedavisinin halen devam ettiğini, kolunun kesilmesi ihtimalinin bulunduğunu, bu nedenle tam zararın henüz ortaya çıkmadığını, elektrik tellerinin mevzuata uygun yükseklikte yapılmadığını, çevrede ölüm tehlikesini gösterir herhangi bir levhanın da bulunmadığını, olayın meydana gelmesinde davalı tarafın ağır kusurunun bulunduğunu ileri sürerek asıl davada maddi tazminat isteminde bulunmuş, bu davanın yargılaması sırasında 17.06.2013 tarihinde açtığı davada ise müvekkili Recep’in tedavisi devam ettiğinden maluliyetinin ve bunun yaratacağı manevi etkilerin tam olarak bilinmediğini, maluliyet oranının asıl dava dosyasında mahkemece Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Dairesinden alınan rapor ile kesin bir şekilde öğrenildiğini belirterek, manevi tazminat isteminde bulunmuş, açılan bu dava asıl dava dosyası ile birleştirilmiştir.

Davalı vekili, olay tarihi ile dava tarihi arasında zamanaşımı süresinin dolduğunu, davanın haksız olduğu gibi talep edilen manevi tazminat miktarlarının da fahiş olduğunu belirterek, birleştirilen davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkemece, maddi tazminat istemli asıl dava kısmen kabul edilmiş, manevi tazminat istemli davanın ise olayın taksirle yaralama suçunu oluşturduğu, bu durumda uygulanacak olan ceza zamanaşımı süresinin beş yıl olduğu, davacılar tarafından maddi tazminat davasının 26.06.2007 tarihinde açıldığı, en geç bu tarihe göre hesaplandığında beş yıllık zamanaşımı süresinin birleşen davanın açıldığı 17.06.2013 tarihinde dolduğu gerekçesiyle manevi tazminat isteminin reddine karar verilmiştir.

Karar taraf vekillerince temyiz edilmiş, Özel Dairece önce onanmış ise de davacılar vekilinin karar düzeltme isteminde bulunması üzerine, manevi tazminat istemine ilişkin karar düzeltme talebi kabul edilerek, yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçe ile karar oy çokluğuyla bozulmuştur.

Mahkemece önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiş, direnme kararı davacılar vekilince temyiz edilmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, manevi tazminat istemi ile açılan ikinci davanın zamanaşımı süresi içerisinde açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümü için uygulanacak zamanaşımı süresinin ve bu sürenin hangi tarihte başlayacağının tespiti gerektiği kuşkusuzdur.

Bilindiği üzere, hukuk düzenince korunan kişisel değerlerin tamamı kişilik hakkının konusunu oluşturur. Kişisel değerler, insanın insan oluşu nedeniyle sahip olduğu vücut, sağlık, yaşam gibi bedensel bütünlüğe bağlı değerler ile ruhsal bütünlük, faaliyet özgürlüğü gibi ruhsal değerleri kapsar.

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 56. maddesinde bedensel zararlardan doğan manevi tazminat düzenlenmiş ve bir kimsenin bedensel bütünlüğünün zedelenmesi durumunda, hâkimin olayın özelliklerini göz önünde tutarak, zarar görene uygun bir miktar paranın manevi tazminat olarak ödenmesine karar verebileceği, ağır bedensel zarar veya ölüm hâlinde ise zarar görenin veya ölenin yakınlarının da manevi tazminat olarak uygun bir miktar paranın ödenmesini talep edebileceği hüküm altına alınmıştır.

Olay tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 47. maddesinde ise hâkimin, bir kimsenin hukuka aykırı olarak cismani zarara uğraması veya ölmesi durumunda, zarar görene yahut kişi öldüğü takdirde ölenin ailesine manevi zarar adıyla “adalete muvafık tazminat” verilmesine karar verilebileceği belirtilmiştir.

Maddi ve manevi tazminat istemlerinin bağlı olduğu zamanaşımı süreleri ise 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 72. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 60.) maddesinde özel olarak düzenlenmiştir.

Tazminat ilişkisinden doğan talepler de hukuki nitelikleri itibariyle bir alacak hakkı olmakla birlikte, kanun koyucu bunları tabi oldukları zamanaşımı süresi yönünden, alacak haklarına ilişkin zamanaşımı süresini düzenleyen TBK’nın 146 ve devamı hükümlerinden ayırmıştır. Ancak, bu ayırma yalnız süreler ve bunların başlangıç anı yönünden olup, zamanaşımının durması, kesilmesi gibi konularda genel hükümler uygulanır (Eren, F.; Borçlar Hukuk Genel Hükümler, Ankara 2017, s.852).

TBK’nın 72/1. maddesinde “Tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yılın ve her halde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar. Ancak, tazminat ceza kanunlarının daha uzun bir zamanaşımı öngördüğü cezayı gerektiren bir fiilden doğmuşsa, bu zamanaşımı uygulanır.” denilerek mülga 818 sayılı BK’nın 60. maddesinde olduğu gibi üç türlü zamanaşımı süresi öngörülmüştür.

Görüleceği üzere, kanunda düzenlenen bu üç çeşit zamanaşımı süresi, sübjektif/nispi nitelikteki iki yıllık “kısa zamanaşımı süresi”, objektif /mutlak nitelikteki on yıllık “uzun zamanaşımı süresi” ile olağanüstü nitelikteki “ceza zamanaşımı süresi”dir. Mülga BK’da zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren bir yıl olarak düzenlenen kısa süreli zamanaşımı, yeni TBK’da iki yıl olarak hüküm altına alınmıştır.
Haksız eylemden kaynaklanan tazminat davalarında, özel kanunlarda başka bir zamanaşımı süresi tayin edilmiş olmadıkça uygulanacak olan zamanaşımı süreleri bu süreler olup, bunlar hem maddi hem de manevi tazminat istemi ile açılan davalar hakkında uygulanır.
TBK’nın 72/1. (BK’nın 60/1.) maddesi, özellikle zamanaşımının başlangıç anını belirleyen bir düzenlemedir. Bu düzenlemeye göre tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren iki yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar. Burada, uygulamada “kısa süreli zamanaşımı” olarak adlandırılan süre söz konusu olup, sürenin başlangıcı sübjektif bir koşula bağlanmıştır. Çünkü, sürenin başlaması zarar görenin zararı ve tazminat sorumlusu kişiyi öğrenmesi gibi sübjektif bir koşulun gerçekleşmesi ile mümkündür.
Mutlak nitelikteki “uzun süreli zamanaşımı”nın başlangıç tarihi ise zarar verici eylemin gerçekleştiği tarihtir. Buna göre, tazminat istemi her halde eylemin gerçekleştiği tarihten itibaren on yılın geçmesi ile zamanaşımına uğrar. Burada on yıllık sürenin başlangıç anı, zarar verici eylemin gerçekleştiği tarih gibi objektif bir koşula bağlanmıştır. Bu noktada kısa zamanaşımı süresi ile uzun/mutlak zamanaşımı süresi arasındaki ilişkiye de değinmek gerekir. Olağan zamanaşımı süresi iki yıllık olan kısa zamanaşımı süresidir. Diğer bir anlatımla iki yıllık zamanaşımı süresi on yıllık süre ile sınırlıdır. Zarar ve zararın sorumlusu olan kişi öğrenildiği takdirde davanın kısa zamanaşımı süresi içerisinde açılması gerekir. Zarar veren eylemin işlenmesinden itibaren on yıl geçtikten sonra zarar ve zararı veren kişi öğrenilmiş olsa bile tazminat istemi, zamanaşımı def’î ile karşılaştığında reddedilir.
TBK’nın 72/1. (BK’nın 60/2.) maddesinde düzenlenen üçüncü süre ise “ceza zamanaşımı süresi”dir. Zarara neden olan eylem, aynı zamanda ceza kanunları uyarınca suç teşkil eden bir eylem oluşturuyor ve bu eylem için ceza kanunlarının öngördüğü zamanaşımı süresi daha uzun bir süre ise bu takdirde uygulanacak olan zamanaşımı süresi, o suçun bağlı olduğu ceza zamanaşımı süresidir. Ceza zamanaşımı süresinin başlangıç anı da zarar verici eylemin gerçekleştiği tarihtir.
Somut olaya gelindiğinde, zarar verici eylem 22.11.2003 tarihinde gerçekleşmiş, manevi tazminat istemine konu birleşen dava ise ceza zamanaşımı süresi içerisinde olmamakla birlikte, mutlak zamanaşımı süresi olan on yıllık süre dolmadan 17.06.2013 tarihinde açılmıştır.

Ne var ki, bazı durumlarda zarar verici eylemin gerçekleştiği tarihe göre ceza zamanaşımı süresi dolmuş olsa bile davacının zararını tam anlamıyla öğrenememesi söz konusu olabilir. Uyuşmazlığın üzerinde toplandığı bu yön nedeniyle zararı öğrenme ile amaçlanan şeyin ne olduğu ve buna göre zamanaşımı süresinin hangi tarihte başlayacağı hususlarının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.

Az yukarıda değinildiği gibi kısa süreli zamanaşımının başlaması için zarar görenin zarar ile birlikte zararın sorumlusunu da öğrenmesi gerekir. Zamanaşımı süresinin işlemeye başlaması, bu iki koşulun da gerçekleşmesine bağlıdır. Bu koşullardan birinin gerçekleşmemesi hâlinde zamanaşımı süresi işlemeye başlamaz. Zarar ve tazminat sorumlusundan hangisi daha sonra öğrenilirse, zamanaşımı süresi son öğrenme gününden itibaren işlemeye başlar.

Uyuşmazlıkta önem taşıyan, davacıların zararın varlığını öğrenmeleri koşuludur.

Belirtilmek gerekir ki, kısa süreli zamanaşımının işlemeye başlaması için zarar görenin, zarar veren eylem veya olayı değil, zararı öğrenmesi gerekir.

Zarar, zarar verici fiil veya olayın zarar görenin hukuki varlık ve değerleri üzerindeki olumsuz etki ve sonuçlardır. Zararın öğrenilmesinden amaç, zarar verici olayı değil, zararın varlık ve niteliğini, unsurlarını, kapsamını öğrenmektir (Eren, F.; s 852-853). Zararın varlığı ve bütün unsurları öğrenilmeden, zarar görenin dava yoluyla talep edeceği tazminat hakkında yeterli bir değerlendirme yapamayacağı açıktır. Hukuka aykırı bir eylem işlenilmesine karşın, onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış, zararın ortaya çıkması için eylem tarihinden itibaren bir takım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise zararın bütün unsurlarıyla birlikte öğrenilmesi mümkün değildir. Oysa ki, zarar görenin mahkeme önünde ciddi bir dava açarak tazminat isteminde bulunabilmesi ve bu istemini objektif bir şekilde destekleyen, etkili gerekçelerini ortaya koyabilmesi için oluşan zararın niteliğini, kapsamını ve bütün unsurlarını öğrenmesi gerekir. Aksi hâlde, doğal olarak zamanaşımı süresi de işlemeye başlamayacaktır.

Bazı hâllerde, gerek zararı doğuran eylem veya işlemin ne olduğu ve kim tarafından gerçekleştirildiği ve gerekse zararın kapsam ve miktarı aynı anda ve tam bir açıklıkla belirlenebilir. Böyle durumlarda, zarar görenin uğradığı zararın varlığını, zarar verenin kim olduğunu, kapsam ve miktarının neden ibaret bulunduğunu öğrendiği andan itibaren, zarar verenden bunun tazminini isteme hakkının doğacağı ve bu hakkına ilişkin yasal zamanaşımı süresinin de o tarihte başlayacağı açıktır.

Buna karşılık, ortaya çıkan zarar, kendi özel yapısı içerisinde sonradan değişme eğilimi gösteriyor, zararı doğuran eylem veya işlemin doğurduğu sonuçlarda (zararın nitelik veya kapsamında) bir değişiklik ortaya çıkıyor ise artık “gelişen durum” ve dolayısıyla gelişen bu durumun zararın nitelik ve kapsamı üzerinde ortaya çıkardığı değişiklikler (zarardaki değişme) söz konusu olacaktır. Böyle hâllerde zararın kapsamını belirleyecek husus, gelişmekte olan bu durumdur ve bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle birlikte işlemeye başlayacaktır.

Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 16.11.2002 gün ve 2002/4-882 E., 2002/874 K.; 01.03.2017 gün ve 2014/21-2372 E., 2017/379 K. sayılı kararlarında da aynı hususlar kabul edilmiştir.

Önemle belirtilmelidir ki, burada sözü edilen “gelişen durum” kavramı, uygulamada çoğu kez yanlış anlaşıldığı şekilde zararın kapsamının zarar görence tam olarak öğrenilmesinin herhangi bir nedenle geciktiği (örneğin buna ilişkin bilirkişi raporunun geç alındığı) durumlara ilişkin olan, böylesi bir durumu ifade eden bir kavram değildir. Eş söyleyişle gelişen durum kavramı, salt zarar doğuran işlem ya da eylemin sonuçlarının gelişmesini ve bu nedenle zarar görenin bu konularda bilgi sahibi olabilmesinin zorunlu olarak bu gelişmenin tamamlanacağı ana kadar gecikmesini ifade eder.

Özellikle somut olayda olduğu gibi bedensel bütünlüğün zarar gördüğü ve tedavinin uzunca bir süreye yayıldığı durumlarda, oluşan zararın miktarı tıbbi bakım ve tedavi sonucunda düzenlenen hekim raporuyla belirli bir açıklığa kavuşmaktadır. Yukarıda anlatılan şekilde gelişen durumun bulunduğu, zararın niteliği ve kapsamının bu nedenle sonradan öğrenildiği hallerde zamanaşımının zararın kesin miktarının öğrenildiği tarihten başlayacağı Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun bir çok kararında (21.03.2001 gün ve 2001/4-258 E., 2001/276 K.; 05.06.2002 gün ve 2002/4-470 E., 2002/477 K.; 15.05.2015 gün ve 2013/21-2035 E., 2015/1345 K. ve 01.03.2017 gün ve 2014/21-2372 E., 2017/379 K.) belirtilmiştir.

Kaldı ki, henüz tedavinin tamamlanmadığı, zararın kapsam ve miktarı konusunda belirsizliğin devam ettiği bir aşamada, zarar göreni süre aşımı kaygısıyla dava açmaya zorlamak hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkına da zarar verecektir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, şahsi yaralanmayla ilgili tazminat davalarında dava açma hakkının, tarafların uğradığı zararı gerçekte değerlendirebildiğinde kullanılması gerektiğine (Eşim/Türkiye, Başvuru Numarası: 59601/09, Karar Tarihi:17.09.2013) hükmetmiştir.

Anayasa Mahkemesi de, itfaiye eri olarak çalışan ve yangına müdahale sırasında yaralanan bir başvurucunun, sağlık durumunda meydana gelen değişikliklerin ve buna ilişkin sağlık raporlarının dava açma süresine etkisi hakkında bir gerekçeye yer verilmeksizin, salt zararı doğuran eylemin meydana geldiği tarih baz alınarak açılan davada süre aşımı bulunduğu şeklinde yapılan değerlendirmenin, mahkemeye erişim hakkına yönelik katı bir yorum olduğu sonucuna vararak, başvurucunun mahkemeye erişim ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine (H.K. Başvurusu, Başvuru Numarası: 2013/7400, Karar Tarihi: 05.11.2015) karar vermiştir.

Bu açıklamalar doğrultusunda somut olaya dönüldüğünde; 1990 doğumlu olan …’in 22.11.2003 tarihinde meydana gelen olayda elektrik akımına kapıldığı; sağ kolu, sağ eli ve sağ bacağında ağır yanıkların oluştuğu, olay günü Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Bölümünde tedavi altına alındığı, tedavisinin önce burada sonrasında ise Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Servisinde uzun bir süre devam ettiği, bu süreçte altı kez ameliyat edildiği, önceleri sağ elinin kesilmesi ihtimali varken yapılan tedavilerle kurtarıldığı, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Servisindeki tedavisinin 30.10.2009 tarihinde sona erdiği, ayrıca 26.03.2010 tarihinde nörolojik, 31.01.2011 tarihinde de ürolojik muayenesinin yapılarak gerekli raporların düzenlendiği, klinik tedavisi bittikten sonra Adli Tıp Kurumu Van Şube Müdürlüğünden alınan 12.04.2010 tarihli raporda daimi malûliyet oranın % 44.0 olarak belirlendiği, ancak taraflarca bu rapora itiraz edildiği, bunun üzerine davacı İstanbul Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu’na sevk edilerek burada 14.01.2011 tarihinde muayene edildiği, 28.09.2011 tarihli raporda da olay tarihinden başlamak üzere davacının sağlık durumundaki tüm bu evreler ve gelişen durumu ayrıntılı olarak irdelenerek malûliyet oranının kesin bir şekilde % 44.0 olarak belirlendiği anlaşılmaktadır. Anılan rapor yerel mahkemeye 12.11.2012 tarihinde ulaşmış olup, davacıların da beden gücündeki kaybın oranını, diğer bir anlatımla zararın kapsamını bu tarihten sonra öğrendikleri sabittir.

Diğer taraftan Özel Daire bozma kararında, uyuşmazlık konusu manevi tazminat davasının, Adli Tıp Kurumu raporunun öğrenildiği tarihten itibaren 818 sayılı BK’nın 60/1. maddesindeki bir yıllık süre içerisinde açıldığından bahisle zamanaşımı itirazının reddi gerektiği belirtilmiş ise de, yargılamanın devamı sırasında 01.07. 2012 tarihinde 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu yürürlüğe girmiş ve zamanaşımı süresi 72/1. maddesinde iki yıl olarak düzenlenmiştir. 6101 sayılı Türk Borçlar Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 5/1 maddesinde de yeni TBK’nın yürürlüğe girmesinden önce işlemeye başlamış bulunan hak düşürücü ve zamanaşımı sürelerinin eski kanun hükümlerine tabi olacağı düzenlenmiştir. Eldeki davada ise gelişen durumun varlığı nedeniyle bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi, bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle işlemeye başlayacağından, zamanaşımı süresinin, önceki Borçlar Kanunu döneminde işlemeye başlamadığının kabulü gerekmektedir. Dolayısıyla yeni Kanun döneminde işlemeye başlayan zamanaşımı süresinin de önceki BK’nın 60/1. maddesindeki bir yıllık süre değil, yeni TBK’nın 72/1. maddesindeki iki yıllık süre olduğu kabul edilmelidir.

O hâlde, davacıların yaralanmadan kaynaklanan zararın nihai sonucunu Adli Tıp Kurumu raporu ile öğrendikleri, manevi tazminat istemine ilişkin davanın da öğrenme tarihinden itibaren iki yıllık süre içerisinde açıldığı gözetilerek, zamanaşımı itirazının reddi ile davanın esasının incelenmesi gerekir.

Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, uyuşmazlığın “zamanaşımının başlangıcı” ve “gelişen durum” kavramlarına ilişkin olduğu, hukuki güvenlik açısından davaların süresinde açılması gerektiği, zamanaşımı süresinin başlaması için zarar görenin zararı ve tazminat sorumlusunu öğrenmesi şart ise de, zarardan haberdar olma kavramının, zararın mevcudiyeti ile uğranılan zararın esaslı unsurlarının bilinmesiyle gerçekleşeceği, somut olayda tedavi süreci devam etse bile malûliyet oranının değişmediği, bu nedenle gelişen durumun bulunmadığı, manevi tazminatın takdire dayalı bir tazminat türü olduğu, olayın yaşandığı ilk andan itibaren yaralanmanın boyutu ve vahametinin davacılar tarafından bilindiği gözetildiğinde manevi tazminat isteminin bu andan itibaren mahkeme huzurunda ileri sürülmesine engel bir durumun bulunmadığı, buna karşın davanın yasal zamanaşımı süresi içerisinde açılmadığı, süresinden sonra açılan davanın da zamanaşımı itirazı ile karşılaştığı, bu durumda mahkemece verilen kararın doğru olduğu ve onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş yukarıdaki gerekçelerle kurul çoğunluğunca kabul edilmemiştir.

Hâl böyle olunca, yerel mahkemece Özel Daire bozma kararında gösterilen ve yukarıda ilave olarak belirtilen nedenlerle bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

S O N U Ç : Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen ilave nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatıranlara geri verilmesine, aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca tebliğden itibaren on beş günlük süre içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 20.12.2017 gününde oy çokluğu ile karar verildi.

ELEKTRİK ÇARPMASI SONUCU ÖLÜM ZAMANAŞIMI SÜRESİ

T.C
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2014/21558
KARAR:2015/17389

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : DİYARBAKIR 3. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 28/10/2014
NUMARASI : 2014/273-2014/1863

Taraflar arasındaki tazminat davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilerinin desteği Abdülbaki , 11.10.2006 tarihinde evinin önünde bulunan, korkuluk ve ölüm tehlikesi levhası olmayan elektrik trafosundan sarkan teli, çocuklarının direğe tırmanıp koparmasını engellemek maksadıyla koparmaya çalıştığı sırada elektrik akımına kapılarak hayatını kaybettiğini, desteğin ölümünden, kendisine ait trafoda hiç bir güvenlik tedbiri almayan davalı şirketin sorumlu olduğunu belirterek; fazlaya ilişkin haklarını saklı tutup, her bir müvekkil için ayrı ayrı 1.000,00 TL maddi tazminat ile eş G.. K.. için 40.000,00 TL, çocuk Ferhat için 10.000,00 TL, çocuk Vedat için 8.000,00 TL, çocuk Esra için 5.000,00 TL olmak üzere toplam 63.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesinde; olayın 2006 yılında meydana geldiğini, eldeki tazminat davasının olaydan 8 yıl geçtikten sonra açıldığını, davanın zamanaşımına uğradığını savunarak; davanın reddine karar verilmesini dilemiştir.

Mahkemece; davacı tarafın, fiili ve tazminat yükümlüsünü 2006 yılı Ekim ayında öğrendiği, ölüm olayının meydana geldiği tarih ile dava tarihi olan 12.02.2014 tarihi arasında yedi yıldan fazla zaman geçtiği gerekçesiyle, davanın zamanaşımından reddine karar verilmiş, hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava; desteğin elektrik çarpması sonucu ölümü nedeniyle açılmış maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.

Temyize konu uyuşmazlık; davada, ceza (uzamış) zamanaşımı süresinin uygulanıp uygulanamayacağı ve buradan hareketle davanın zamanaşımı süresi içinde açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır.

Davanın hukuksal dayanağı, haksız fiildir.

Haksız eylemlerden doğan davalarda uygulanacak zamanaşımı süresi, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 60. maddesinde, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 72. maddesinde düzenlenmiştir. Haksız eylemden doğan tazminat davaları BK’nın 60/1 maddesi gereğince 1 ve 10 yıllık zamanaşımı sürelerine tabidir. BK’nın 60/1.maddesinde öngörülen bir yıllık zamanaşımı süresi; zarara uğrayanın, zararın varlığını ve zarar vereni öğrendiği günden itibaren işlemeye başlar. Aynı Yasa’nın 60/2.maddesi gereğince zarara yol açan eylemin aynı zamanda suç sayılan bir eylemden doğmuş olması durumunda olayda uygulanacak zamanaşımı süresi, o suçun bağlı olduğu (uzamış) ceza zamanaşımı süresidir.

Buna göre, haksız eylem aynı zamanda ceza yasası gereğince bir suç teşkil ediyorsa ve ceza yasası ya da ceza hükümlerini ihtiva eden sair yasalar, bu eylem için daha uzun bir zamanaşımı süresi tayin etmişse, tazminat davası da, ceza davasına ilişkin zamanaşımı süresine tabi olur.

Diğer taraftan tüzel kişilerin organlarının işledikleri haksız fiil aynı zamanda suç teşkil ediyorsa, ceza zamanaşımı süresinin tüzel kişi aleyhine açılan tazminat davasında da uygulanması gerektiği, zira, organların fiilinin tüzel kişileri doğrudan doğruya tazmin yükümlüsü yapacağı, tüzel kişi hakkında daha kısa olan zamanaşımı süresinin, organ hakkında ise, daha uzun olan ceza zamanaşımı süresinin kabul edilmesinin uygulamada hakkaniyete uygun olmayan sonuçlar doğuracağı belirtilerek tüzel kişi hakkında da ceza zamanaşımı süresinin kabulünün uygun olacağı kabul edilmelidir.

Ceza zamanaşımı süresinin uygulanması için ceza davasının açılmış olması gerekmez, haksız eylemin suç niteliğinde olması yeterlidir. Takipsizlik kararı verilse dahi ceza zamanaşımı uygulanabilir. Ceza davasının hiç açılmaması durumunda, hukuk hakimi, haksız eylemin suç niteliği taşıdığını saptamışsa, uzamış ceza zamanaşımını uygulayacaktır.

Tüm bu bilgiler ışığında somut olay irdelendiğinde; davada, desteğin ölümünden dolayı uğranılan maddi ve manevi zararın tazmini talep edildiğine göre, olaya uygulanacak zamanaşımı süresi, ceza zamanaşımı süresidir. Davaya konu olay, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanan taksirle ölüme neden olma suçunu oluşturabilecek nitelikte olup; uygulanacak ceza zamanaşımı süresi, aynı Yasası’nın 66. maddesi uyarınca 15 yıldır. Davacıların desteği, 11.10.2006 tarihinde hayatını kaybetmiş olup, eldeki dava, 20.02.2014 tarihinde açılmıştır. Buna göre eldeki davanın açıldığı tarihte ceza zamanaşımı süresinin dolmadığı açıktır.

Hal böyle olunca mahkemece; açıklanan yönler gözetilerek, davalının zamanaşımı savunmasının reddine karar verilip, işin esasına girilerek, hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı görülmüş, bu husus bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 05.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

MİRASBIRAKANIN SAĞLIĞINDA TARAF MUVAZAASI NEDENİNE DAYALI DAVA AÇMAMASI MİRASÇININ DURUMDAN HABERDAR OLMASI, MİRASÇININ MİRASBIRAKANIN ÖLÜMÜNDEN SONRA ONA TEBAN DAVA AÇMASININ HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI

T.C
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2016/11021
KARAR:2019/4027

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ:ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ: TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasında görülen davada;Davacı, mirasbırakan babasının 107 ada 8 nolu parseldeki 25/150 payını gelini olan davalı Sebahat’e vergi borcu nedeniyle muvazaalı olarak temlik ettiğini, Maliye tarafından açılan 1992/120 esas sayılı davada anılan devrin alacağı karşılıksız bırakma amacıyla yapıldığı gerekçesiyle tasarrufun iptaline karar verildiğini, temlikin mirasçılardan mal kaçırma amacıyla yapıldığını ileri sürerek tapu kaydının iptalini istemiş, yargılama devam ederken ıslah dilekçesi ile tapu iptali ve payı oranında adına tescil talebinde bulunmuş, daha sonra birleştirilen dava ile ayni hukuki nedene dayalı olarak aynı taşınmazın aynı payı için aynı davalıya karşı tapu kaydının iptali ile payı oranında adına tesciline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, 1992/120 esas sayılı davada işlemin taraf muvazaası olarak belirlendiğini, mirasbırakanın taraf muvazaası hukuksal nedenine dayalı olarak bir dava açmadığını, davacının da durumdan haberdar olduğunu, davacının mirasbırakanın ölümünden sonra ona teban dava açmasının hakkın kötüye kullanılması olduğunu, iyi niyet kuralları ile bağdaşmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.Mahkemece, esas dava yönünden temlikin mal kaçırma amacıyla yapılmadığı gerekçesiyle davanın reddine, birleştirilen dava yönünden derdestlik nedeniyle davanın reddine karar verilmiştir.Karar, asıl ve birleştirilen davada davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:

-KARAR-

Dosya içeriğine, toplanan delillere, hükmün dayandığı yasal ve hukuksal gerekçeye ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre; asıl ve birleştirilen davada davacının yerinde bulunmayan temyiz itirazının reddiyle usul ve yasaya uygun olan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı 15.20.-TL. bakiye onama harcının temyiz eden davacıdan alınmasına, 20.06.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

44.40. -O.H.
29.20. -P.H.
15.20.TL

İLAMIN BOZULMASI -YENİDEN İCRA EMRİ GÖNDERİLMESİ- BORÇLUNUN İCRA EMRİ VEYA MUHTIRA TEBLİĞİ İLE VERİLEN SÜREDE ÖDEME YAPARAK ERKEN ÖDEME AVANTAJLARINDAN YARARLANABİLME İMKAN VE İHTİMALİ

T.C
YARGITAY
8. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2014/1545
KARAR:2014/19807

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : İstanbul Anadolu 3. İcra Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 18/09/2013
NUMARASI : 2013/193-2013/928

Yukarıda tarih ve numarası yazılı Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki davacı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden Daire’ye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

K A R A R

Borçlu aleyhine ilama dayalı olarak başlatılan takipte, borçlu vekili İcra Mahkemesi’ne başvurarak, icra takibine konu ilamın bozulduğunu, yeni verilen ilam ile alacak kalemlerinin değiştiğini, mahkemenin bozmadan sonra verdiği karar ile hükmedilen ve ilk karar dışındaki alacak tutarı için yeni bir takip yapılmadığını aynı dosya üzerinden icra emri tebliğ edilmediği halde icra takibine konu edilmemiş 115.790,72 TL alacak yönünden İcra Müdürlüğü’nce yapılan kapak hesabı ile icra vekalet ücreti hasaplanması ve tahsil harcı alınması işleminin doğru olmadığını, borçlunun icra tehdidi altında bu şekilde fazladan tahsil harcı ve icra vekalet ücreti ödemek zorunda kaldığını, anılan harç ve vekalet ücretinin alınmaması yönündeki 15.02.2013 tarihli taleplerinin müdürlükçe 18.02.2013 tarihinde reddedildiğini ileri sürerek, 18.02.2013 tarihli işlemin iptaline; 115.790,72 TL üzerinden tahsil edilen vekalet ücreti ve tahsil harcının borçluya iadesine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece, bilirkişi raporu doğrultusunda şikayetin reddine karar verilmesi üzerine hüküm, borçlu vekili tarafından reddedilmiştir.

İstanbul Anadolu 3.İcra Müdürlüğü’nün 2009/2501 Esas sayılı dosyasının incelenmesinden; İstanbul 14.Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 20.10.2008 tarihli ilamına dayanılarak toplam 60.413,14 TL üzerinden takip başlatıldığı, dayanak ilamın bozulması sonrası yeni verilen ilamın dosyaya ibrazı üzerine 12.02.2013 tarihinde takipte kesinleşen miktarın 176.203,86 TL olduğu belirlenerek, bu miktar üzerinden kapak hesabı yapılıp, bakiye borcun 176.815,94 TL olduğunun tespit edildiği, borçlu vekilinin yeni ilama göre borçlu hakkında takip yapılmaması nedeniyle tahsil harcı ve icra vekalet ücretinin ilk takip miktarına göre hesap edilmesi yönündeki itirazının İcra Müdürlüğü’nce 18.02.2013 tarihinde reddedilmesi üzerine borçlunun aynı tarihte dosyaya 176.815,94 TL’yı ödediği anlaşılmaktadır.

Bir ilamın bozulmasından sonra bozmaya uyularak yeni verilen ilamdan kaynaklanan fark alacaklar nedeniyle kapak hesabının yapılabilmesi, bu alacaklar yönünden borçluya aynı takip dosyası üzerinden icra emri veya muhtıra gönderilmesi ve ödeme için verilen sürenin geçirilmesinden sonra mümkündür. Aksi halde borçlunun icra emri veya muhtıra tebliği ile verilen sürede ödeme yaparak erken ödeme avantajlarından yararlanabilme imkan ve ihtimali ortadan kaldırılmış olur. O halde Mahkemece, bu imkanın sağlanması, borçluya ödeme için verilen süre içinde ödeme yapılmak istenmesi halinde kapak hesabı yapılarak, önceki kapak hesabı nedeniyle fazla tahsil edilen icra vekalet ücreti ve tahsil harcı çıkması durumunda İİK’nun 361. maddesine göre borçluya iade edilmesi yönünde İcra Müdürlüğü’ne talimat verilmesi ve şikayete konu işlemin iptal edilmesi gerekir. Başvurunun niteliğine göre HMK 266. maddesi nazara alındığında bilirkişi incelemesini gerektirmediği halde şikayeti çözüme de kavuşturmayan bilirkişi raporuna dayanılarak, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir.

SONUÇ: Borçlu vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile Mahkeme hükmünün yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’nun 388/4. (HMK m.297/ç) ve İİK’nun 366/3. maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, 04.11.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verilmiştir.

BENDE HAKKIN VARSA HELAL ETME, EDERSEN ŞEREFSİZSİN “ SÖZÜNÜN ŞARTA BAĞLI OLDUĞUNDAN HAKARET OLMADIĞI.

T.C.
YARGITAY
18. CEZA DAİRESİ
ESAS NO: 2015/11227
KARAR NO: 2016/14515
KARAR TARİHİ: 19.9.2016

” BENDE HAKKIN VARSA HELAL ETME, EDERSEN ŞEREFSİZSİN”  SÖZÜNÜN ŞARTA BAĞLI OLDUĞUNDAN HAKARET OLMADIĞI.

5237/m. 125

ÖZET : Katılanın sanığa göndermiş olduğu mesajda hakkını helal etmeyeceğine yönelik ifadesine sanığın “…bende hakkın varsa Allah rızası için etme, edersen şerefsizsin…” diyerek karşılık verdiğinin anlaşılması karşısında, isnadın şarta bağlı veya bir olasılık halinde dile getirildiği, hakaret etme kastıyla hareket edilmediği gözetilmeden sanığın mahkûmiyetine karar verilmesi hatalıdır.

DAVA : Yerel Mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle, başvurunun süresi ve kararın niteliği ile suç tarihine göre dosya görüşüldü:

KARAR : Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi. Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre, yapılan incelemede;

Katılanın sanığa göndermiş olduğu mesajda hakkını helal etmeyeceğine yönelik ifadesine sanığın “…bende hakkın varsa Allah rızası için etme, edersen şerefsizsin…” diyerek karşılık verdiğinin anlaşılması karşısında, isnadın şarta bağlı veya bir olasılık halinde dile getirildiği, hakaret etme kastıyla hareket edilmediği gözetilmeden sanığın mahkûmiyetine karar verilmesi,

SONUÇ : Kanuna aykırı ve sanık S. E.’ın ve katılan H. H. O. vekilinin temyiz nedenleri yerinde görüldüğünden tebliğnamedeki isteme uygun olarak, HÜKMÜN BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine, 19.09.2016 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

HUKUKEN KESİNLEŞMİŞ SAYILAMAYACAK NİTELİKTEKİ BİR MAHKUMİYET KARARININ İNFAZ EDİLMESİ VE DAVACININ ÖZGÜRLÜĞÜNDEN YOKSUN BIRAKILMASI – AÇIK VE KESİN KANUN HÜKMÜNE AYKIRILIK NEDENİYLE HAKİMİN SORUMLULUĞUNUN KOŞULLARININ OLUŞTUĞU YARGISAL FAALİYETTEN DOLAYI DEVLET ALEYHİNE AÇILAN TAZMİNAT DAVASI

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/4-371
K. 2014/675
T. 21.5.2014

* HAKİMLERİN HUKUKİ SORUMLULUĞUNA DAYALI TAZMİNAT İSTEMİ ( Mahkumiyet Kararının Usulsüz Tebliğ İşlemine Dayalı Olarak Kesinleştirilmesi/Kişi Özgürlüğünün Yasaya Aykırı Olarak Kısıtlanması – Kanun Hükmüne Aykırı Karar Verildiği Ve Zararın Meydana Geldiği/Hakimin Sorumluluğu Koşullarının Oluştuğu )

* YARGISAL FAALİYETTEN DOLAYI DEVLET ALEYHİNE AÇILAN TAZMİNAT DAVASI ( Hukuken Kesinleşmiş Sayılamayacak Nitelikteki Bir Mahkumiyet Kararının İnfaz Edilmesi Ve Davacının Özgürlüğünden Yoksun Bırakılması – Açık Ve Kesin Kanun Hükmüne Aykırılık Nedeniyle Hakimin Sorumluluğunun Koşullarının Oluştuğu)

* KİŞİ ÖZGÜRLÜĞÜNÜN YASAYA AYKIRI OLARAK KISITLANMASI ( Davacının Müdafii Bulunduğu Halde Mahkumiyetine Dair Kararın Asile Tebliğ Edilerek Kesinleştirildiği Gibi Tebligatın Da Usulsüz Olarak Davacının En Son Sorgusunun Yapıldığı Celsede Bildirdiği Adres Yerine İddianamedeki Adresine Tebliğ Edilmesi/Müdafiinin İnfazın Durdurulması İsteminin Reddedilmesi – Açık Ve Kesin Kanun Hükmüne Aykırılık Nedeniyle Hakimin Sorumluluğunun Koşullarının Oluştuğu )

* AÇIK VE KESİN KANUN HÜKMÜNE AYKIRIRLIK ( Hukuken Kesinleşmiş Sayılamayacak Nitelikteki Bir Mahkumiyet Kararının İnfaz Edilmesi Ve Davacının Özgürlüğünden Yoksun Bırakılması – Hakimin Sorumluluk Koşulları Oluştuğundan Davacı Yararına Uygun Bir Tazminata Hükmedilmesi Gerektiği )

* USULSÜZ TEBLİGAT ( Hakimlerin Hukuki Sorumluluğu – Davacının Müdafii Bulunduğu Halde Mahkumiyetine Dair Kararın Asile Tebliğ Edilerek Kesinleştirildiği Gibi Tebligatın Da Usulsüz Olarak Davacının En Son Sorgusunun Yapıldığı Celsede Bildirdiği Adres Yerine İddianamedeki Adresine Tebliğ Edilmesi/Sorumluluk Koşulları Oluştuğundan Davacı Yararına Uygun Bir Tazminata Hükmedilmesi Gerektiği )

6100/m. 46-49

1086/m. 573-576

7201/m. 11

ÖZET : Dava, hakimlerin hukuki sorumluluğuna dayalı olarak maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir.

Somut olayda, sorumluluğa dayanak yapılan olgular; mahkumiyet kararının usulsüz tebliğ işlemine dayalı olarak kesinleştirilmesi; infazın durdurulması isteminin reddedilmesi ve kesinleşmemiş bir kararın uygulanması sonucunda, kişi özgürlüğünün yasaya aykırı olarak kısıtlanmış bulunmasıdır. Hukuken kesinleşmiş sayılamayacak nitelikteki bir mahkumiyet kararı infaz edilmiş ve davacı özgürlüğünden yoksun bırakılmış olup; zararlı sonuç da meydana gelmiştir.

Davacının müdafii bulunduğu halde mahkumiyetine dair kararın müdafii yerine asile tebliğ edilerek kesinleştirildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca davacıya yapılan bu tebligat da usulsüz olup, davacının en son, sorgusunun yapıldığı celsede bildirdiği adres yerine, iddianamedeki adresine 7201 Sayılı Tebligat Kanunu m. 35’e göre tebliğ işlemi yapılmıştır.

Davacı(sanık) hakkındaki mahkumiyet hükmünün kesinleştirilmesi üzerine cezanın infazı için yakalandığında bu durumu müdafii açıkça dile getirerek, kendisinin sanık müdafii olduğunu, dosyada vekaletnamesinin bulunduğunu, tebligatın kendisine yapılması gerektiğini, kaldı ki dosyada sanığın bilinen son adresine de tebligat yapılmadığını hatırlatarak, infazın durdurulmasını istemesine rağmen, bu talebi ve temyiz talebi mahkemece ret edilmiştir. Bu sebeple hakimin sorumluluğunun koşullarının oluştuğu tartışmasızdır.

Farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı karar verilmiş olması karşısında, hakimlerin yargılama faaliyetinden dolayı davalının sorumluluğu koşulları oluştuğundan davacı yararına uygun bir tazminata hükmedilmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan incelemesi sonucunda ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay 4. Hukuk Dairesince:

“dava: Dava dilekçesinde, davacının istanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 14.5.2008 gün ve 2007/68-2008/115 Sayılı kararı ile 10 ay hapis cezasına mahkum edildiği ve kararın usulsüz olarak kesinleştirildiği; mahkumiyet hükmünden, yakalama kararı çıkarılması üzerine haberdar olunduğu; kararın, infazın durdurulması istemli olarak temyiz edildiği;ancak. mahkemece infazın durdurulmadığı ve davacının 4 ay sonra şartla tahliye edildiği; Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından kararın usulsüz olarak kesinleştirildiğinin tespit edildiği ve zamanaşımı sebebiyle de davanın ortadan kaldırılmasına karar verildiği; usulsüz kesinleştirme işlemine dayalı olarak cezanın infaz edilmesinin hukuka aykırı olduğu ve sorumluluğu gerektirdiği ileri sürülerek; 1.908,72-TL maddi ve 20.000,00-TL manevi tazminata hükmolunması, talep olunmuştur.

cevap: Cevap dilekçesinde, istemin C.M.K.nun 141. vd. maddeleri kapsamında bulunduğu ve ağır ceza mahkemesinin görevli olduğu: hak düşümü süresinin geçirildiği; esası yönünden ise, sorumluluk koşullarının oluşmadığı savunulmuştur.

gerekçe: Dava, hakimlerin hukuki sorumluluğuna dayalı olarak maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir.

Hakimlerin yargısal faaliyetleri sebebiyle sorumlulukları, olay sırasında yürürlükte bulunan H.U.M.K.nun 573-576. maddelerinde ve dava tarihinde yürürlükte olan H.M.K.nun 46-49. maddelerinde düzenlenmiş bulunmaktadır. Her iki Yasa’da da gösterilen sorumluluk nedenleri, örnek niteliğinde olmayıp; sınırlı ve sayılı durumları ifade etmektedir.

Somut olayda, sorumluluğa dayanak yapılan olgular; mahkumiyet kararının usulsüz tebliğ işlemine dayalı olarak kesinleştirilmesi; infazın durdurulması isteminin reddedilmesi ve kesinleşmemiş bir kararın uygulanması sonucunda, kişi özgürlüğünün yasaya aykırı olarak kısıtlanmış bulunmasıdır.

Dosya kapsamından; davacının, sanık sıfatıyla yargılandığı İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 14.5.2008 gün ve 2007/68-2008/115 Sayılı dosyasında 10 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verildiği; karara, 17.7.2008 tarihinde temyiz edilmeksizin kesinleştiği şerhinin düşüldüğü; hükmün infaza verildiği ve bu aşamada sanık müdafii sıfatı ile Av. E.A. tarafından sunulan 23.1.2009 havale tarihli dilekçede; kararın tebliğinin usulsüz olduğunun belirtildiği, infazın durdurulmasının talep ve hükmün de temyiz edildiği; istanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 27.1.2009 tarihli ek kararıyla istemlerin reddedildiği; bu kararın da temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 22.9.2011 gün ve 2010/9593-2011/27183 Sayılı ilamı ile; müdafiiyle temsil edilen sanığın yokluğunda verilen kararın vekil yerine sanığa tebliğinin usulsüz olduğu belirtilerek, ek kararın kaldırılmasına ve zamanaşımı sebebiyle de kamu davasının düşürülmesine karar verildiği; ancak, süreç içerisinde ve 22.1.2009-22.5.2009 tarihleri arasında davacı hakkındaki hükmün, usulsüz kesinleştirme kararına dayalı olarak infaz edildiği, anlaşılmaktadır.

Ön sorun olarak, davanın 6110 Sayılı Kanunun 12. maddesiyle düzenlenen 2802 Sayılı Hakimler ve Savcılar Yasası’nın 93/A maddesinde öngörülen, bir yıllık hak düşümü süresinde açılıp açılmadığı irdelenmelidir.

Dava konusu edilen işlemlerle ilgili ceza yargılaması, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 22.9.2011 tarihli kararıyla sonuçlanmış; eldeki dava ise, 24.9.2012 tarihinde açılmıştır. Sürenin, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin taraflara tebliğ edildiği dosya kapsamından belirlenemeyen 22.9.2011 tarihli kararından başlatılması halinde, sorumluluk davasının en geç 22.9.2012 tarihinde açılması gerekir. Bu tarih ise, cumartesi gününü denk gelmekte olup: takip eden ilk iş günü olan 24.9.2012 tarihinde açılan davanın, süresinde olduğu kabul edilmiştir.

Uyuşmazlığın esası bakımından ise: ceza yargılaması sırasında müdafiiyle temsil edilen davacının yokluğunda verilen kararın, vekil yerine asile tebliğ edilmesi; bu şekilde, usulsüz tebligata dayalı olarak hükmün kesinleştirilmesi; durumun, müdafii tarafından verilen 23.1.2009 havale tarihli dilekçeyle bildirilmesine rağmen, 27.1.2009 tarihli ek kararla infazın durdurulması ve temyiz istemlerinin reddedilmesi; 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 11. maddesi hükmüne aykırıdır. Bu yön, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 22.9.2011 tarihli ve 2010/9593-2011/27183 Sayılı kararında da tespit olunmuştur.

Diğer yandan, hukuken kesinleşmiş sayılamayacak nitelikteki bir mahkumiyet kararı infaz edilmiş ve davacı özgürlüğünden yoksun bırakılmış olup; zararlı sonuç da meydana gelmiştir.

Dava, olay tarihinde yürürlükte bulunan H.U.M.K.nun 573/2.bendiyle dava tarihinde yürürlüğe giren H.M.K.nun 46/c bendi hükümlerine dayalı olarak açılmış olup: yasa hükmüne açık aykırılık gerekçesiyle sorumlu bulunulduğu ileri sürülmüştür.

Dava konusu olayda, davacının sanık sıfatıyla cezalandırıldığı eylemle ilgili iddianamenin 13.12.2000 tarihinde düzenlendiği; davaya konu yazının yer aldığı gazetenin künyesindeki yönetim yeri ve yazışma adresinin:(Tarlabaşı Cad. No: 232/4 Beyoğlu/İstanbul) iddianamede yazılı bulunduğu; yargılama aşamasında görevsizlik ve birleştirme kararları verildiği; sanık ve müdafiinin uzun süre yargılamalara katılmadığı; sanık müdafii Av. E.A.tarafından sunulan 5.12.2005 havale tarihli dilekçeyle dosyanın fotokopisinin talep edildiği ve vekaletname örneğinin sunulduğu; sonrasında, 7.5.2008 tarihli oturumda sanığın sorgusunun yapıldığı ve Yurt Malı. 143. Sok. Emirdoğan Apt. C/Blok No: 5/9-Seyhan/Adana adresinde ikamet ettiğinin tutanaklara geçirildiği; karar örneğinin, iddianamede yazılı adrese 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 35. maddesi uyarınca tebliğ edildiği; infazın durdurulması ve temyiz isteminin reddine dair 27.1.2009 tarihli ek kararın da, davaya konu yazının yer aldığı gazetenin yönetim adresine tebliğ edildiği gerekçesiyle reddedildiği anlaşılmaktadır.

5187 Sayılı Basın Kanunu’nun 29. maddesi gereğince: “Süreli yayının yönetim yeri, tebligat işlemleri yönünden, yayın sahibinin ve temsilcisinin, görevi devam ettiği sürece sorumlu müdürün yerleşim yeri sayılır.”

Mahkemenin, kararın tebliği işlemiyle infazın durdurulması ve temyiz istemlerinin reddine dair ek kararı, yukarda yazılı Yasa hükmüne dayandırılmıştır.

Tüm bu açıklamalardan, sanığın vekil temsil edildiğinin mahkemece gözden kaçırıldığı sonucu ortaya çıkmaktadır.

Sorun, bu durumun: “Farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin kanun hükmüne aykırılık” olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceğine ilişkindir.

Öncelikle mahkemenin, 7201 Sayılı Kanunun 11. maddesine dair bir tespiti ve buna bağlı olarak da değerlendirmesi bulunmamaktadır. Aksine, sanığın vekil temsil edildiği olgusu gözden kaçırılmış; bu durum, sanık müdafii tarafından verilen 23.1.2009 havale tarihli dilekçeyle bildirilmiş; ancak, mahkemece yine gözardı edilmiş ve zararı sonuç ortaya çıkmıştır.

Dosyada mevcut vekaletnamenin gözden kaçırılması, maddi bir olgu olup; insani hata niteliğindedir. Hemen tüm yargılama işlemleri bakımından, eş veya benzer yanılgılara düşülmesi mümkün ve muhtemel olup: bu durum, nispi değer hükmü taşıyan yargısal faaliyetlerin doğasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple olağan yasa yolları düzenlenmiş; yetinilmemiş, olağanüstü yasa yolları öngörülmüş; ötesinde, uluslararası yargı yolu da benimsenmiştir. Şu durumda, hakimin hukuki sorumluluğuna dair koşulların gerçekleştiğinden söz edilemez. Davanın, açıklanan bu sebeplerle reddine karar verilmek gerekmiştir.

Diğer yandan, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 49. maddesi uyarınca, davanın esastan reddi halinde disiplin para cezasının takdir edilerek hüküm altına alınması gerekir. Bu konuda, para cezasında yeniden değerleme oranında yapılması gereken arttırım miktarıyla davaya konu olayın gelişim biçimi ve dosyaya yansıyan olgular göz önünde tutulmuştur.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan gerekçelerle;

1-)Davanın reddine,

2-)H.M.K.nun 49. maddesi uyarınca takdiren 600,00-TL disiplin para cezasının davacıdan alınarak Hazine’ye gelir kaydedilmesine,

3-)Davanın reddi sebebiyle alınması gereken 24,30.-TL maktu karar ve ilam harcının peşin alınan 325,34.-TL’den düşümüyle kalan 301,04.-TL’nin istenmesi halinde davacıya iadesine,

4-)Karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Ücret Tarifesi uyarınca reddedilen maddi ve manevi tazminat istemleri itibariyle davalı yararına takdir olunan (3.080,00)-TL maktu avukatlık ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,

5-)Davacı tarafından yapılan giderlerin üzerinde bırakılmasına…”

Dair oyçokluğuyla verilen 1.10.2013 gün ve 2012/58-2013/69 Sayılı kararın davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine kararın süresinde temyiz edildiğinin anlaşılmasından ve dosyadaki tüm kağıtların okunmasından sonra gereği düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili 6100 Sayılı H.M.K.46. maddesine dayanarak yargısal faaliyetten dolayı devlet aleyhine tazminat davası açmıştır. Mahkemece yukarda başlık bölümüne alınan gerekçeyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Hakimlerin hukuki sorumluluk halleri 1086 sayılı H.U.M.K.m.573 (olay tarihi) ve 6100 sayılı H.M.K.m. 46’da (dava tarihi) düzenlenmiştir. H.M.K.m. 46 uyarınca Hakimlerin yargılama faaliyetinden dolayı hukuki sorumluluk halleri şunlardır:

i. Kayırma veya taraf tutma yahut taraflardan birine olan kin veya düşmanlık sebebiyle hukuka aykırı bir hüküm veya karar verilmiş olması.

ii. Sağlanan veya vaat edilen bir menfaat sebebiyle yasaya aykırı bir hüküm veya karar verilmiş olması.

iii. Farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı karar veya hüküm verilmiş olması.

iv. Duruşma tutanağında mevcut olmayan bir sebebe dayanılarak hüküm verilmiş olması.

v. Duruşma tutanaklarıyla hüküm veya kararların değiştirilmiş yahut tahrif edilmiş veya söylenmeyen bir sözün hüküm ya da karara etkili olacak şekilde söylenmiş gibi gösterilmiş ve buna dayanılarak hüküm verilmiş olması,

iv. Hakkın yerine getirilmesinden kaçınılmış olması.

Görüldüğü üzere, Kanunda sorumluluk halleri sınırlı(tahdidi) olarak düzenlenmiştir. Eş söyleyişle hakimlerin hukuki sorumluluğu için Kanun’da sayılan hallerden birisinin mevcut olması gerekir.

Davacı vekili dava dilekçesinde; davacının istanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 10 ay hapis cezasına mahkum edildiği ve kararın usulsüz olarak kesinleştirildiğini, zira tebligatın müdafii yerine asile tebliğ edildiğini, bu tebligatın dahi usulsüz olduğunu iddiayla maddi ve manevi tazminat talebinde bulunmuştur.

Somut olayda davacının İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2007/68-2008/115 Sayılı kararı ile 10 ay hapis cezasına mahkum edildiği, bu kararın tebliğinde 7201 Sayılı Tebligat Kanun’a aykırı davranıldığı, zira davacının müdafii bulunduğu halde aynı Kanun’un 11. maddesine aykırı olarak mahkumiyetine dair kararın müdafii yerine asile tebliğ edilerek kesinleştirildiği anlaşılmaktadır. Esasen davacıya yapılan bu tebligatın dahi usulsüz olduğu belirgindir. Zira davacının en son, sorgusunun yapıldığı celsede adresini, ‘Yurt Mah. 143. Sok. Emirdoğan Apt. C/Blok No: 5/9- Seyhan/Adana” olarak bildirmiştir. Buna rağmen kendisine karar tebliği bilinen en son adresi yerine, iddianamedeki adres olan sahibi bulunduğu gazetenin künyesindeki “Tariabaşı Cad. no.232/4 Beyoğlu/istanbul” adresine 7201 Sayılı Tebligat Kanunu m. 35’e göre yapılmıştır. Oysa Tebligat Kanunu 10/1. maddesinde; “tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır” hükmüne yer verilmiştir. Olayda davacının bilinen en son adresine dahi tebligat yapılmadan karar kesinleştirilmiştir. Şu halde açık kanun hükmüne aykırı bir karar verildiğinin kabulü gerekir.

Eldeki olayda 7201 sayılı T.K.’nın 11. maddesine aykırı olarak karar kesinleştirilmiştir. Bir an için sanığın vekil temsil edildiğinin mahkemece gözden kaçırıldığı düşünülse bile, belirtmek gerekir ki davacı(sanık) hakkındaki mahkumiyet hükmünün kesinleştirilmesi üzerine cezanın infazı için yakalandığında bu durumu müdafii açıkça dile getirerek, kendisinin sanık müdafii olduğunu, dosyada vekaletnamesinin bulunduğunu, tebligatın kendisine yapılması gerektiğini, kaldı ki dosyada sanığın bilinen son adresine de tebligat yapılmadığını hatırlatarak, infazın durdurulmasını istemesine rağmen, bu talebi ve temyiz talebi mahkemece ret edilmiştir. Bu sebeple hakimin sorumluğunun koşullarının oluştuğu tartışmasızdır. Sanık hakkındaki ceza hükmünün temyizen incelenmesi, temyiz dilekçesinin reddinin temyizi üzerine mümkün olmuş, bu durum Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin “müdafii yerine karar tebliğinin sanığa yapılmasının usulsüz olduğunu tespit ve sanık hakkındaki cezanın zamanaşımının gerçekleştiğinden bahisle düşmesine” dair verdiği, 22.9.2011 gün ve 2010/9593-2011/27183 Sayılı karar ile de tespit edilmiştir.

Cezanın infazına 22.1.2009 tarihinde başlanmış olup, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nce düşme karar verildiği 22.9.2011 tarihinden çok önce, 22.5.2009 tarihinde ceza infaz edilmiştir. Böylece zararda meydana gelmiştir.

Açıklanan tüm bu sebeplerle H.M.K.46/c maddesi uyarınca farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı karar verilmiş olması karşısında, hakimlerin yargılama faaliyetinden dolayı davalının sorumluluğu koşulları oluştuğundan davacı yararına uygun bir tazminata hükmedilmesi gerektiği sonucuna varıldığından bidayet mahkemesi sıfatıyla karar veren Özel Dairenin yazılı şekilde davanın reddine karar vermesi doğru görülmemiş ve hükmün bozulması gerekmiştir.

Görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce. Özel Daire kararının yerinde olduğu, verilen hükmün onanması gerektiği ileri sürülmüş ise de bu görüş belirtilen sebeplerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.

SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararın, yukarda açıklanan sebeple 6217 s Kanunun 30. maddesiyle 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istenmesi halinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 21.05.2014 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

 

Kaynak: http://kazanci.com.tr/gunluk/hgk-2014-4-371.htm

HARİCEN TAHSİLDE , HARÇ SORUMLUSU BORÇLUDUR, TAHSİL HARCI SORUMLUSU BORÇLUYA MUHTIRA ÇIKARILMADAN HARÇ TAHSİL MÜZEKKERESİ YAZILAMAZ.

T.C.
YARGITAY
12.HUKUK DAİRESİ

ESAS NO : 2015/14210
KARAR NO: 2015/27809
KARAR TARİHİ.12/11/2015

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :

Alacaklı tarafından takip borçluları hakkında ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla icra takibi yapıldığı, borçlular tarafından borca kısmi itiraz edildiği, alacaklı tarafından nakdi kredi alacaklarını teşkil eden borçlularca itiraz edilmeyen 226.232,36 TL’lik bölümün borçlularca Avukatlık Ücreti hariç olmak üzere bankalarına haricen ödendiğini, icra müdürlüğüne bu konuda bildirim yapıldığı, toplam 298.674,91 TL haricen ödemeye ilişkin borçluların ödemekle yükümlü oldukları harçların borçlulardan istenilmesi için gereğinin yapılması ve bundan sonraki yapılacak işlemlerde ödenmeyen Avukatlık Ücretinin göz önünde tutulmasının istendiği, icra müdürlüğünün 25.03.2015 tarihli kararı verdiği, tüm harç ve giderlerin borçluya ait bulunduğu, tahsil harcını ödemekle yükümlü borçluya muhtıra çıkarılması gerekirken bu yapılmadan harç müzekkeresi düzenlenerek vergi dairesine bildirim yapılmasının yasaya aykırı olduğunu, icra müdürlüğü kararının
iptalini istediği anlaşılmaktadır.

Harç, yapılan bir hizmet karşılığı olarak devletin aldığı paradır. Medeni Usul Hukukunda olduğu gibi, icra hukukunda da harç ve giderler sonuçta haksız çıkan tarafa yükletilir. 492 sayılı Harçlar Kanunu’nun 28/b maddesine göre, tahsil harcı, alacağın ödenmesi sırasında yatırılan paradan tahsil edilir.

İcra ve İflas Kanunu’nun 15. maddesi ise, kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, bütün harç ve masrafların borçluya ait olduğunu,
bunların neticede ayrıca hüküm ve takibe hacet kalmaksızın borçludan tahsil olunacağını öngörmektedir. Bu durumda icra dosyasına bildirilen haricen ödemelerle ilgili olarak borçluya muhtıra çıkartılarak tahsil harcının talep edilmesi gerekirken hem borçlu hem alacaklıya tahsil harcı için icra müdürlüğünce müzekkere yazılması isabetsizdir.

O halde icra mahkemesince şikayetin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile istemin reddi yönündeki kararı isabetsizdir.

SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12/11/2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

DAYANAK İLAM BOZULDUĞUNDA DAHA ÖNCEDEN YAPILAN TAHSİLATLARIN “MUHTIRA TEBLİĞİ SURETİYLE” ALACAKLIDAN İSTENMESİ- İCRANIN İADESİ İÇİN KARARIN KESİNLEŞMESİ GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY
8.HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2015/13261
KARAR: 2015/19642

ÖZET:Dayanak ilam bozulduğunda, takip olduğu yerde duracağından, daha önceden yapılan tahsilatların “muhtıra tebliği suretiyle” alacaklıdan istenmesi mümkün değildir.
Borçlunun icranın iadesini isteyebilmesi için ( İİK’nun 40/2. maddesi gereğince ) bozmadan sonra verilecek kararın kesinleşmesi zorunludur.

DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki davacı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden Daire’ye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Alacaklı tarafından başlatılan ilamlı takipte, İcra Müdürlüğü’nce alacaklı adına düzenlenen 01.11.2013 tarihli muhtıra ile; dayanak ilamın temyiz incelemesi sonucu bozulması nedeniyle bozma karar tarihinden önce yapılan 6.818,90 TL ödemenin yasal faiziyle birlikte üç gün içinde geri ödenmesinin istendiği; Alacaklının söz konusu işlemin iptali istemi ile İcra Mahkemesi’ne başvurduğu; Mahkeme’ce, borçlunun o kadar borcunun bulunmadığının bozma ilamı ile tespit edilmiş olması nedeniyle şikayete konu memur işleminin usul ve yasaya uygun olduğu gerekçesi ile istemin reddine karar verildiği, hükmün Alacaklı (iade borçlusu) Vekili tarafından temyiz edildiği anlaşılmaktadır.

İİK’nun 40/1. maddesi gereğince; “bir ilamın nakzı icra muamelelerini olduğu yerde durdurur.” Aynı maddenin 2. fıkrasında ise; “bir ilam hükmü icra edildikten sonra nakzedilip de aleyhinde icra takibi yapılmış olan kimsenin hiç veya o kadar borcu olmadığı kat’i bir ilamla tahakkuk ederse ayrıca hükme hacet kalmaksızın icra tamamen veya kısmen eski haline iade olunur.” Bu nedenle borçlunun icranın iadesini isteyebilmesi için (İİK’nun 40/2. maddesi gereğince) bozmadan sonra verilecek kararın kesinleşmesi zorunludur. Dayanak ilam bozulduğunda, takip olduğu yerde duracağından, daha önceden yapılan tahsilatların muhtıra tebliği suretiyle alacaklıdan istenmesi mümkün değildir.

Somut olayda, Alacaklının Bakırköy 11. İş Mahkemesi’nin 29.12.2010 tarih ve 2004/567 Esas 2010/1059 Karar sayılı ilamına dayalı olarak takibe başladığı, Borçlu tarafından icra dosyasına sunulan teminat mektubunun süresinde tehir-i icra kararı getirilmemesi üzerine paraya çevrilerek alacaklıya ödendiği, dayanak ilamın Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nce temyiz incelemesi sonucunda 26.06.2013 tarihinde bozulduğu, Borçlu vekilinin talebi üzerine İİK’nun 40/2.maddesi gereğince Alacaklıya, ödenen paranın iadesi edilmesi hakkında muhtıra gönderildiği görülmektedir.

Yukarıda sıralanan aşamalardan anlaşıldığı üzere; takibe dayanak ilamın bozulması sonrası henüz Mahkemesi’nce verilmiş ve kesinleşmiş bir karar bulunmamaktadır. Borçlu, bu aşamada yalnızca İİK.nun 40/1.maddesi gereğince takibin durdurulmasını isteyebilir, aynı maddenin ikinci fıkrası gereğince eski hale getirme isteyemez.

O halde, Mahkemece, şikayetin kabulü ile şikayete konu muhtıranın iptaline karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle şikayetin reddi isabetsizdir.

KARAR : Alacaklı Vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile Mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’nun 388/4. (HMK m.297/ç) ve İİK’nun 366/3. maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve 25,20 TL peşin harcın temyiz edene iadesine, 04.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

BANKA KREDİSİNİN EMEKLİ MAAŞINDAN ÖDENMESİNİ İHTİRAZI KAYITSIZ KABUL EDEREK DAHA SONRA DAVA AÇIP BLOKENİN KALDIRILMASINI İSTEMESİNİN HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI NİTELİĞİNDE OLDUĞU

T.C.
YARGITAY
13. HUKUK DAİRESİ
E. 2016/9395
K. 2019/6461
T. 22.5.2019

ÖZET : Davacı, davalı Bankadan tüketici kredisi çektiğini, 5-6 taksit ödedikten sonra hastalanması sebebi ile taksitleri ödeyemez duruma geldiğini,taksitleri ödeyememesi üzerine davalının Haziran 2015 tarihinden itibaren haksız bir şekilde emekli maaşının tamamına el koyduğunu, davalının bununla da yetinmeyip çalıştığı iş yerine de maaş haczi yazdığını, davalının geçinmesi için asgari oranları aşıp haksız bir biçimde emekli maaşının hepsine el koyduğunu, şu an hasta olup emekli maaşını alamadığını, yasal mevzuat gereği emekli maaşına haciz konulmasının mümkün olmadığını ileri sürerek, emekli maaşının üstüne konan blokenin kaldırılmasına ve kesinti yapılarak tahsil edilen 3.600,00 TL’nin iadesine karar verilmesini istemiştir. Davacının bankadan aldığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödememesi halinde sözleşme gereğince kullandırılan kredinin teminatı olarak maaşından kesinti yapılmasını kabul etmesi ve diğer teminat öngören hükümlerin sözleşmeye konulmasına rıza göstermesinin haksız şart olarak kabulü de mümkün değildir. Zira davacı yürürlükteki bu yasaları bilerek sözleşmenin her sayfasını ayrı ayrı imzalamış olup, serbest iradesi ile sözleşme şartlarına uygun olarak kredi borcu taksitlerinin bankadan aldığı maaşından kesilmesi için talimat verdiğine göre artık sözleşmenin söz konusu hükmünün müzakere edilerek kararlaştırılmadığı söylenemez.Ayrıca bankanın yaptığı işlemin sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerin dürüstlük kuralına aykırı düşecek şekilde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olduğu kabul edilemez. Davacının bankadan kullandığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödemesi zorunludur. Davacının taksitlerin maaşından ödenmesini ihtirazı kayıtsız kabul edip daha sonra dava açıp blokenin kaldırılmasını istemesi hakkın kötüye kullanılması olup iyiniyet kurallarıyla bağdaşmaz (TMK m.2). Tüketici haklı bir sebep olmadan sözleşmeyi tek taraflı feshedemez, ifası yapılmış bedellerin iadesini isteyemez, bu şekilde edimin tek taraflı geri istenmesi de hukuken himaye göremez. Aksi halde, kredi isteyen kişinin mali durumu ve maaş gelirine göre borcunun ödenebileceği güvencesiyle kredi veren bankanın alacağının imkansızlaşması, kötü niyetli bir kredi borçlusunun borcunu hiç ödememesi gibi bir sonuç doğacaktır. Hal böyle olunca, mahkemece uyuşmazlığın sözleşmeye bağlılık, ahde vefa ilkesi ve tarafları bağlayan sözleşme hükümleri çerçevesinde çözümlenmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne kısmen reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : Davacı, davalı Bankadan tüketici kredisi çektiğini, 5-6 taksit ödedikten sonra hastalanması sebebi ile taksitleri ödeyemez duruma geldiğini,taksitleri ödeyememesi üzerine davalının Haziran 2015 tarihinden itibaren haksız bir şekilde emekli maaşının tamamına el koyduğunu, davalının bununla da yetinmeyip çalıştığı iş yerine de maaş haczi yazdığını, davalının geçinmesi için asgari oranları aşıp haksız bir biçimde emekli maaşının hepsine el koyduğunu, şu an hasta olup emekli maaşını alamadığını, yasal mevzuat gereği emekli maaşına haciz konulmasının mümkün olmadığını ileri sürerek, emekli maaşının üstüne konan blokenin kaldırılmasına ve kesinti yapılarak tahsil edilen 3.600,00 TL’nin iadesine karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, davanın kısmen kabulüyle davacı tüketici ile davalı banka arasında imzalanmış olan tüketici kredisine istinaden, davacının emekli maaşına konulan blokenin, yapılan sözleşme uyarınca, emekli maaşının tamamına bloke konulmasına dair davacının tam ve açık bir rızası ile muvafakatının alınmamış olması, kredi sözleşmesi ekindeki beyanların, henüz muaccel olmamış alacaklar için alınmış olması, davacının rızasının, kredi taksiti kadar var ve mevcut olduğunun kabulü ile, davacının emekli maaşına konulan blokenin, kredi sözleşmesi uyarınca ödenmesi kararlaştırılan aylık 1.444,63-TL üzerinden devamına, bakiye kısım yönünden konulan blokenin iptaline, Bu doğrultuda davacının istirdatını talep ettiği, Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarına ait emekli maaşlarının toplamı olan 3.600,00-TL’nin, kredi sözleşmesi uyarınca ödenmesi kararlaştırılan aylık 1.444,63-TL olmak üzere ( 1.444,63 * 3 ay = 4.333,89-TL) toplam 4.333,89-TL’yi aşmaması sebebi ile, davacının istirdat talebinin reddine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Taraflar arasındaki uyuşmazlık, davacının davalı bankadan kullandığı kredi borcunun muaccel hale gelmiş kredi taksitlerinin maaşından alınıp alınamayacağı, bu yönde bloke konulup konulmayacağına ilişkindir. Mahkemece, davacı tüketici ile davalı banka arasında imzalanmış olan tüketici kredisine istinaden, davacının emekli maaşına konulan blokenin, yapılan sözleşme uyarınca, emekli maaşının tamamına bloke konulmasına dair davacının tam ve açık bir rızası ile muvafakatının alınmamış olması, kredi sözleşmesi ekindeki beyanların, henüz muaccel olmamış alacaklar için alınmış olması, davacının rızasının, kredi taksidi kadar var ve mevcut olduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Somut olayda, yargılama tarihi itibariyle davacının davalı banka nezdinde 05.09.2014 tarihinde 40.000,00 TL tutarında tüketici kredisi sözleşmesi bulunduğu görülmüştür. Dosyanın incelenmesinde; davacı tarafından imzalanan sözleşme ,05.09.2014 tarihli taahhütnamede ve Emekli Maaş Taahhütnamesi Formunda krediye ilişkin ödemelerinin banka nezdinde bulunan emekli maaşı hesabından tarafına ihbarda bulunmaksızın virman-takas-mahsup yapılarak tahsil edilmesine muvafakat etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Sözleşmede bankaya hesaptan tahsilat yetkisi de verilmiştir. Davacı sözleşmeden dönmediğine göre borcu ne şekilde ödeyeceğini açıklamamıştır. Banka da bu taahhüde inanarak başka teminat istemeden davacıya krediyi kullandırmıştır.

Öte yandan davalı banka, kesintileri kredi sözleşmesine istinaden yapmıştır. İcra müdürü tarafından yapılmış bir haciz de bulunmamaktadır. Bu durumda, borcun ödenmemesi üzerine bankanın, davacının maaşına bloke konulacağına dair hükmüne dayanarak kesinti ve tahsilat yapmasında hukuka aykırılık bulunmadığının kabulü gerekir.

Hemen belirtilmelidir ki, davacının bankadan aldığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödememesi halinde sözleşme gereğince kullandırılan kredinin teminatı olarak maaşından kesinti yapılmasını kabul etmesi ve diğer teminat öngören hükümlerin sözleşmeye konulmasına rıza göstermesinin haksız şart olarak kabulü de mümkün değildir. Zira davacı yürürlükteki bu yasaları bilerek sözleşmenin her sayfasını ayrı ayrı imzalamış olup, serbest iradesi ile sözleşme şartlarına uygun olarak kredi borcu taksitlerinin bankadan aldığı maaşından kesilmesi için talimat verdiğine göre artık sözleşmenin söz konusu hükmünün müzakere edilerek kararlaştırılmadığı söylenemez.

Ayrıca bankanın yaptığı işlemin sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerin dürüstlük kuralına aykırı düşecek şekilde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olduğu kabul edilemez. Davacının bankadan kullandığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödemesi zorunludur. Davacının taksitlerin maaşından ödenmesini ihtirazı kayıtsız kabul edip daha sonra dava açıp blokenin kaldırılmasını istemesi hakkın kötüye kullanılması olup iyiniyet kurallarıyla bağdaşmaz (TMK m.2). Tüketici haklı bir sebep olmadan sözleşmeyi tek taraflı feshedemez, ifası yapılmış bedellerin iadesini isteyemez, bu şekilde edimin tek taraflı geri istenmesi de hukuken himaye göremez. Aksi halde, kredi isteyen kişinin mali durumu ve maaş gelirine göre borcunun ödenebileceği güvencesiyle kredi veren bankanın alacağının imkânsızlaşması, kötü niyetli bir kredi borçlusunun borcunu hiç ödememesi gibi bir sonuç doğacaktır.

Hal böyle olunca, mahkemece uyuşmazlığın sözleşmeye bağlılık, ahde vefa ilkesi ve tarafları bağlayan sözleşme hükümleri çerçevesinde çözümlenmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenle hükmün BOZULMASINA, HUMK’nun 440/III-1 maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 22.05.2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.

HACİZ İHBARNAMESİ İLE HACİZ MÜZEKKERESİ ARASINDAKİ FARK- HACİZ MÜZEKKERESİNİN İPTALİNDE ŞİKAYETÇİNİN HUKUKİ YARARI

T.C.
YARGITAY
12.HUKUK DAİRESİ
ESAS NO:2014/32825
KARAR NO:2015/4056
KARAR TARİHİ.26.02.2015

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

Alacaklı tarafından borçlu aleyhinde genel haciz yoluyla ilamsız takibe başlanıldığı, şikayetçi üçüncü şahıs vekilinin icra mahkemesine başvurusunda, müvekkiline İİK’nun 89/1. maddesi uyarınca haciz ihbarnamesi gönderilerek borçlunun doğacak tüm hak ve alacakları ile tüm istihkaklarının haczinin talep edildiğini, borçlunun doğacak alacaklarının haczedilemeyeceğini ileri sürerek 89/1 haciz ihbarnamesinin bu kısmının iptalini talep ettiği, mahkemece, doğacak alacakları ibaresinin iptaline karar verildiği anlaşılmaktadır.

Borçlunun üçüncü kişi nezdindeki alacakları taşınır niteliğinde olduğundan, takibin kesinleşmesinden sonra alacaklı, İİK.nun 78. ve müteakip maddeleri gereğince üçüncü kişiye yazılacak bir haciz yazısı ile haciz konulmasını isteyebileceği gibi, üçüncü kişiye İİK.nun 89. maddesine göre haciz ihbarı gönderilmek suretiyle de haczini talep edebilir. Borçlunun, üçüncü kişi nezdinde ileride doğması muhtemel alacaklarının haczi ise ancak İİK.nun 78. maddesi kapsamında gönderilecek haciz yazısı ile mümkündür.

Her iki hal İİK.nun farklı maddelerinde düzenlenmiş olup sebep ve sonuçları değişiklik arz eder.

İİK.nun 78. maddesi gereği, 3. kişiye doğrudan doğruya haciz müzekkeresi gönderilmek suretiyle borçluya ait hak ve alacaklar üzerine haciz konulması halinde, 3. kişi tarafından yapılması gereken borçluya ait hak ve alacak var ise haciz gereği işlem yapmak, yok ise haczedilecek mal ve hak bulunmadığını icra dairesine bildirmektir. İİK.nun 89. maddesinden farklı olarak 3. kişinin doğrudan doğruya İİK.nun 78. maddesine göre istenen haciz nedeniyle anılan işlemlerin dışında herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Başka bir anlatımla, haciz yazısına cevap vermemesi halinde 3. kişi nezdinde kesinleşen haciz konusu bir alacak yoktur.

Somut olayda 3. kişiye gönderilen 28/11/2012 tarihli yazı, İİK’nun 78. maddesi kapsamında haciz müzekkeresi olup 3. kişi aleyhinde İİK.nun 89. maddesindeki sonuçları doğurmayacağından haciz müzekkeresinin iptalinin istemesinde şikayetçinin hukuki yararı yoktur.

O halde mahkemece, şikayetin reddi yerine kabulüne karar verilerek yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.

SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 26.02.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

SAVUNMANIN İSPATI İÇİN HERHANGİ BİR DELİLE DAYANMAYAN TARAFIN YASAL SÜRE GEÇTİKTEN SONRA DELİL BİLDİRMESİ

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS:2017/2422
KARAR:2019/650

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi

Taraflar arasında “boşanma” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İzmir 15. Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 24.10.2013 tarih ve 2012/866 E., 2013/777 K. sayılı karar davalı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 01.10.2014 tarih ve 2014/7776 E,. 2014/19018 K. sayılı kararı ile;

“…6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununa göre ön inceleme duruşması yapılıp tarafların üzerinde anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususlar belirlenmeden, taraflardan delillerin ibrazı beklenemez. Ön inceleme aşaması tamamlandıktan sonra mahkemece taraflara delil ibrazı imkanı tanınması ve göstermeleri halinde tanıklarının dinlenilmesi (HMK md. 240 ve devamı maddeleri) ve gerçekleşecek sonucu uyarınca bir karar verilmesi gerekir. Mahkemece 12.02.2013 tarihinde yapılan ön inceleme duruşmasında davalıya delillerini bildirmesi için süre verilmediğine göre, davalı (kadın)’ın 16.04.2013 tarihli delil listesinde bildirdiği tanıkların Hukuk Muhakemeleri Kanununun 243 ve devamı maddeleri uyarınca dinlenerek, tüm delillerle birlikte değerlendirilip, gerçekleşecek sonucu uyarınca bir karar verilmesi gerekirken, davalının süresinde delil bildirmediği gerekçesiyle, davalının tanıkları dinlenmeden eksik inceleme ile hüküm kurulması onun savunma hakkını kısıtlayan önemli bir usul hatası olup bozmayı gerektirmiştir…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek temyiz dilekçesinin süresinde verildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, evlilik birliğinin sarsılması hukuksal nedenine dayalı (TMK m. 166/1) boşanma istemine ilişkindir.

Davacı, davalı eşi ile aynı çatı altında daha fazla bir arada kalmalarına imkân olmadığını, ruhen ve fikren de anlaşamadığını ileri sürerek boşanma kararı verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı, eşinin kendisini aldattığını, hâlen aynı evde yaşadıklarını, eşini ve çocuklarını çok sevdiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Davalı (kadın) tahkikat aşamasında davayı vekili aracılığıyla takip etmeye başlamış ve davalı vekili 04.06.2013 tarihli dilekçe ile boşanma talebinin reddini, aksi hâlde velâyetin müvekkiline tevdiini, 600,00TL tedbir ve yoksulluk nafakası ile 400,00TL iştirak nafakasına hükmedilmesini istemiştir.

Yerel mahkemece, tarafların evlilik birliğine ve birbirlerine olan inancı, sevgi ve saygıyı kaybettikleri, davalının duyduğu kıskançlığın boyutları ve davranış biçimi itibariyle taraflar ve çocuklar açısından korunmaya değer bir yarar kalmadığı, evlilik birliğinin sarsıldığı gerekçesiyle tarafların boşanmalarına, dosyadaki deliller, tanık beyanları ve uzman bilirkişi raporu nazara alındığında müşterek çocukların menfaatleri gereği velâyet haklarının davacı babaya tevdiine karar verilmiş, ağır kusurlu olmadığı kanaatine varılan davalı yararına tarafların ekonomik durumları nazara alınarak 200,00TL tedbir ve yoksulluk nafakasına hükmedilmiştir.

Davalı (kadın) vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık kısmında açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.

Yerel mahkemece, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 119. ve devamı maddelerine göre tarafların iddia ve savunmalarını ortaya koyarken buna ilişkin delillerini de bildirmelerinin zorunlu olduğu, HMK’da düzenlenen somutlaştırma yükümlülüğü gereği davacının dava ve cevaba cevap dilekçesinde, davalının ise cevap ve ikinci cevap dilekçesinde iddia ve savunmalarını hangi delillerle ispat edeceğini somutlaştırarak göstermesi gerektiği, zira HMK’nın 145. maddesi uyarınca tarafların kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyeceği, somut olayda dava dilekçesinin davalıya 20.12.2012 tarihinde tebliğ edildiği, davalının ise 31.12.2012 tarihli cevap dilekçesi ile boşanmak istemediğini bildirirken herhangi bir vakıa ve delilden bahsetmediği, 12.02.2013 tarihli ön inceleme duruşmasında tarafların uyuşmazlık konularının tespit edildiği, davacı tarafın dava dilekçesinde tanık deliline dayanmış olması nedeniyle tanıklarının isim ve adreslerini bildirerek delillerini somutlaştırdığı, buna karşın cevap dilekçesinde delil bildirmeyen davalı vekilinin davacı tarafın muvafakatının bulunmaması nedeniyle tahkikat oturumunda ayrıca delil bildirme hakkının bulunmadığı, HMK’nın 145. maddesindeki istisnai durumların gerçekleştiğinin de iddia edilmediği göz önüne alınarak yargılamanın buna göre sürdürüldüğü belirtilmiş ve işin esasına ilişkin olarak önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararı davalı (kadın) vekili tarafından temyiz edilmektedir.

Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, süresinde (31.12.2012) davaya cevap veren davalının cevap dilekçesinde tanık deliline dayanmamasına karşın 12.02.2013 tarihli ön inceleme duruşmasından sonra davalı vekili tarafından sunulan ve 16.04.2013 tarihli dilekçede isimleri bildirilen tanıklarının dinlenmesinin gerekip gerekmediği, varılacak sonuca göre davalının hukuki dinlenilme hakkının ihlal edilip edilmediği noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümü bakımından ilgili yasal düzenlenmelerin incelenmesi gerekmektedir.

Anayasanın 90. maddesinin beşinci fıkra hükmü uyarınca, milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacak olması nedeniyle ilk olarak belirtilmesi gerekir ki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 6. maddesinin birinci fıkrasına göre: “Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir.

Anayasanın 141. maddesinde de “davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir” denilmek suretiyle davaların makul bir süre içerisinde bitirilmesi gerekliliği açıkça düzenlenmiştir.
Açıklanan bu ilkelere paralel olarak 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda yargılamanın makul sürede bitirilmesini sağlamak amacıyla düzenlemeler yapılmış ve bu amaca ulaşılabilmesi için önemli bir katkı sağlayan delillerin bildirilme zamanı özel olarak düzenlenmiştir.

Delillerin belirli bir zaman dilimi içinde gösterilip sunulması yargılamayı çabuklaştıracak olmasının yanı sıra, taraflara da gösterilen delillerden haberdar olarak zamanında bunlara karşı delil veya görüş bildirebilme imkânı tanıyacak, böylece uyuşmazlıklar en kısa sürede adilane çözüme kavuşacaktır.

Bu noktada HMK’nın delillerin ibrazı ile ilgili hükümlerinin açıklanması gerekmektedir.
Şöyle ki; 6100 sayılı HMK’nın “Dava dilekçesinin içeriği” başlıklı 119/1-e-f maddesine göre; davacı, dava dilekçesinde, iddiasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetlerini ve iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğini açıkça göstermek zorundadır”.

Maddenin gerekçesinde bu gerekliliğin, 6100 sayılı HMK’da bir yenilik olarak düzenlendiği ifade edilmiştir. Davacının genel ifadelerle delillerini belirtmesi yeterli sayılmayıp hangi delillere dayandığı dilekçeden anlaşılmalıdır. Delillerin bildirilmesine ilişkin bu düzenleme, somutlaştırma yükünün de bir gereğidir (Pekcanıtez, H: Medeni Usul Hukuku, C.15. Bası, İstanbul 2017, s. 1139).

6100 sayılı HMK’nın “Belgelerin birlikte verilmesi” başlıklı 121/1. maddesine göre; dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunludur. Ayrıca, aynı Kanunun “Cevap dilekçesinin içeriği” başlıklı 129/1-d-e. maddelerine göre, cevap dilekçesinde; davalının savunmasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri ile savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin bildirilmesi gerekir. Bu husus davalının savunmasını somutlaştırma yükünün gereğidir. Davalı da davacı gibi yazılı delillerini cevap dilekçesine ekleyerek mahkemeye vermeli ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamalarda bulunmalıdır (Pekcanıtez, Pekcanıtez Usul, s.1237-1239).

Dava dilekçesinin davalıya tebliğinde, davalının iki hafta içinde davaya cevap verebileceğinin ihtar edilmesi gerektiği HMK’nın 122. maddesinde düzenlendikten sonra aynı süreye “cevap dilekçesini verme süresi” başlıklı 127. maddesinde tekrar yer verilerek “Cevap dilekçesini verme süresi, dava dilekçesinin davalıya tebliğinden itibaren iki haftadır…” şeklinde düzenleme yapılmıştır.

Önemle vurgulanmalıdır ki; HMK’nın 122. maddesinin gerekçesinde de belirtildiği üzere cevap süresi, Kanunla düzenlenmiş, kesin bir süre hâline getirilmiştir.

HMK’nın “Süresinde cevap dilekçesi verilmemesinin sonucu” başlıklı 6100 sayılı HMK’nın 128/1. maddesine göre; “süresi içinde cevap dilekçesi vermemiş olan davalı, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamını inkâr etmiş sayılır.” Davayı inkar etmiş sayılan davalı, daha sonra ikinci cevap dilekçesi veremez. Zira ikinci cevap dilekçesi cevaba cevap dilekçesine karşı verilir.
6100 sayılı HMK’nın “Ön incelemenin kapsamı” başlıklı 137/1. maddesine göre; dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılır. Mahkeme ön incelemede; dava şartlarını ve ilk itirazları inceler, uyuşmazlık konularını tam olarak belirler, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapar, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik eder ve bu hususları tutanağa geçirir.

6100 sayılı HMK’nın “Ön İnceleme duruşması” başlıklı 140/5. maddesine göre; ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir. Aynı Kanunun 119 ve 121. maddelerinde delillerin gösterilmesinden bahsedilmesine rağmen, 137 ve 140. maddelerinde delillerin sunulmasından ve toplanmasından bahsedilmektedir. Burada vurgulanması gereken husus özellikle 140. maddede “dilekçelerinde gösterdikleri” ibaresinin kullanılmış olmasıdır.

6100 sayılı HMK’nın 140. maddesinin gerekçesinde belirtildiği üzere taraflar, delil olarak dayandıkları belgeleri dilekçelerine ekleyerek vermek ya da başka yerden getirilecekse, bunu belirtmek zorundadırlar. Şayet taraflar, bu konuda yapmaları gereken işlemleri eksik bırakmışlarsa, tahkikata başlamadan önce, taraflara son kez kısa bir süre verilerek bu eksiklikleri tamamlamaları düşünülmüştür. Taraflar bu şanslarını da doğru kullanamazlarsa, artık tahkikat mevcut delillerle yürütülecek ve tarafların o delile dayanmaktan vazgeçtikleri kabul edilecektir.

Özetle; 6100 sayılı HMK’nın 119/1-f maddesine göre dava dilekçesinde iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, 129/1-e maddesine göre de cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin belirtilmesi gerekir. 6100 sayılı HMK’nın 137 ve 140. maddelerinde ise; 119 ve 129. maddelerdeki düzenlemenin aksine, delillerin belirtilmesinden değil, tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapmasından bahsedilmiştir. Buna göre; delillerin dava ve cevap dilekçelerinde belirtilmesi, dilekçelerinde belirtikleri delillerin en geç ön inceleme duruşmasında mahkemeye sunulması, başka bir yerden getirtilecek olması hâlinde delillerin toplanması için gerekli işlemlerin yapılması gerekir. Yani dava ve cevap dilekçelerinin verilmesinden sonra tarafların iddia ve savunmalarını kanıtlayıcı delil bildirmeleri mümkün değildir.

Dilekçelerin karşılıklı olarak verilmesi aşamaları bu şekilde net sürelere bağlı olarak düzenlendikten sonra yasa koyucu, delil bildirmenin “süreye” bağlı olduğunu tekrar vurgulayan 145. maddeye yer vermiştir. 6100 sayılı HMK’nın “Sonradan delil gösterilmesi” başlıklı 145. maddesine göre; taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler. Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.

Sözü edilen maddede tarafların Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyeceklerine ilişkin olarak getirilen istisnanın dava ve cevap dilekçelerinde hiç delil belirtmeyen, ön inceleme aşamasında da delillerini sunmayan veya toplanması için gerekli işlemleri yapmayan tarafların tahkikat aşamasında delil bildirme haklarının olduğu şeklinde anlaşılması mümkün değildir. 145. maddenin gerekçesinde, “uygulamada, davaların uzamasının temel sebeplerinden birinin de gereksiz yere yeni delil sunulması ve bu konuda taraflara verilen sürelere uyulmaması olduğunun bilindiği, maddenin ilk fıkrasıyla, Kanunda belirtilen sürelerden sonra, davada yeni delil sunulmasının yasak olduğunun kural olarak benimsendiği, fakat iki istisnanın kabul edildiği, bunun için; yeni delil sunulması talebinin yargılamayı geciktirme amacı taşımaması veya delilin süresinde sunulmamasının ilgili tarafın kusuru dışında bir sebebe dayanması hâlinde, hâkimin gerekçesini de belirtmek şartıyla, yeni delil sunulmasına izin verebileceği, bu şekilde delil sunma kuralına istisna getirilmesinin hukuki dinlenme hakkının tabii bir sonucu olduğu” belirtilmiştir.

Tahkikatın amacı, kural olarak delil toplamak değil, delilleri incelemek ve değerlendirmektir; aksi hâlde tahkikat tamamlanamaz ve yargılama uzar. Bu sebeple 145. maddede belirtilen ve tarafın etki alanı dışında kalan çok özel durumlar dışında, sonradan delil sunulması hâlinde bu deliller dikkate alınmamalıdır. Keza, tarafların 145. madde şartları oluşmadan sonradan delil sunması ya da kanun yoluna başvururken bu şekilde delilleri dilekçesine ekleyip vermeleri kabul edilmemelidir (Özekes, Pekcanıtez Usul, s.1339).

Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde; 6100 sayılı HMK’nın sistematiği içinde; tahkikat aşamasına geçilmeden evvel tarafların uyuşmazlıkların çözümü için ileri sürdükleri delillerin daha işin başında belirlenerek tahkikatın etkin bir şekilde yapılmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Yargılamanın etkin ve makul bir süre içinde bitirilmesi için delil gösterilmesi dilekçelerin teatisi (dava, cevap, cevaba cevap ve ikinci cevap) aşamasına hasredilmiştir. Buna göre, 145. maddesi ile getirilen istisnanın, dilekçelerin karşılıklı olarak verilmesi aşamasında herhangi bir delil bildirmeyen davacı veya davalıya ön inceleme duruşmasında delillerini bildirmesi için yeni bir süre verilmesine imkân tanınmasını içermemektedir.

Somut olayda; davacı 04.02.2012 tarihinde boşanma davası açmış, vakıalarını ve bu vakıaları ispata yarar delillerini bildirmiştir. Davalı ise süresinde cevap dilekçesi ibraz etmiş ise de savunma vakıalarını ispata yarar herhangi bir delil sunmamıştır. Davalının cevap dilekçesi davacıya tebliğ edilmiş, davacı (erkek) süresinde cevaba cevap dilekçesini sunmuş ancak davacı (kadın) ikinci cevap dilekçesi vermemiştir. Dilekçelerin karşılıklı olarak verilmesi aşaması bu şekilde tamamlanmıştır. 12.02.2013 tarihinde yapılan ön inceleme duruşmasında her iki tarafın beyanları zapta geçirilerek uyuşmazlık konuları tespit edilmiş ve ön inceleme aşamasının bitirilmesine karar verilmiştir. Bu duruşmadan sonra davalı adına davayı takip eden vekil tarafından 16.04.2013 tarihli dilekçe ile delil bildirilmiş, tahkikat duruşmasında da bu dilekçe ve dilekçede belirtilen delillerin dikkate alınması talep edilmiş ancak mahkemece ara kararla, sözü edilen dilekçenin değerlendirilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.

Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler dikkate alındığında, cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı olarak herhangi bir delil (HMK. m. 129/1-e) sunmayan ve sonradan delil gösterilebilmesi için HMK’nın 145. maddesinde belirtilen istisnai hâllerin mevcudiyetini de ileri sürmeyen davalının tahkikat aşamasında bildirdiği tanıkların dinlenmesine yasal olarak imkân bulunmamaktadır.

Hâl böyle olunca; cevap dilekçesinde savunmasının ispatı için herhangi bir delile dayanmayan davalı tarafın yasal süre geçtikten sonra bildirdiği tanıkların dinlenilmesi talebinin reddi gerektiğine ilişkin olarak verilen direnme kararı yerindedir.

Ne var ki, esasa ilişkin temyiz itirazları Özel Dairece incelenmediğinden, bu konuda inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme uygun bulunduğundan davalı vekilinin işin esasına yönelik diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 2. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 13.06.2019 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

BONODA TANZİM TARİHİ İLE VADE TARİHİNİN AYNI OLMASI- VADENİN TANZİM TARİHİNDEN ÖNCE OLMASININ KAMBİYO VASFINA ETKİSİ

T.C
YARGITAY
12. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2009/19965
KARAR:2010/1007 K.
TARİHİ : 18/06/2009

MAHKEMESİ : Mardin İcra Hukuk Mahkemesi

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı vekili tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü :

Alacaklı vekili tarafından borçlu aleyhine bonoya dayalı kambiyo senetlerine mahsus haciz yoluyla takip başlatılmış, borçlu, takip dayanağı senedin vade ve tanzim tarihinin aynı olması nedeniyle kambiyo vasfının bulunmadığından bahisle takibin iptali istemi ile icra mahkemesine müracaat etmiştir.

TTK.nun 690.maddesinin göndermesi ile uygulanması gereken aynı kanunun 615.maddesi hükmüne göre, poliçe görüldüğünde, görüldüğünden muayyen bir müddet sonra veya keşide gününden muayyen bir müddet sonra ya da muayyen bir günde ödenmek üzere keşide olunabilir. Vadesi başka şekilde yazılan veya birbirini takip eden vadeleri gösteren poliçeler batıldır. Ayrıca vade tarihinin tanzim tarihinden önceki bir tarihi taşıması halinde de senet bono niteliğini taşımaz.

Somut olayda, takip dayanağı senedin vade ve tanzim tarihinin 30/10/2007 olduğu görülmektedir. Yukarıda da açıklandığı üzere vadenin, tanzim tarihinden önce olması halinde kambiyo vasfı etkilenecektir. Ancak, her iki tarihin aynı olması bono niteliğini etkilemez. Bu durumda, mahkemece, şikayetin reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile kabulü isabetsizdir.

S O N U Ç  : Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), 19.01.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.

YETERLİ EHLİYETE SAHİP OLMADAN KULLANILAN ARAÇTA YANGIN ÇIKMASI- KASKO BEDELİNİN TAHSİLİ TALEBİ

T.C.
NUSAYBİN
ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

GEREKÇELİ KARAR

ESAS NO : 2009/122 Esas
KARAR NO : 2010/93

HAKİM : Ö. A. 40360
KATİP : A. S. 75755

DAVACI : C… GIDA NAK.OTO.İNŞ.PETR.ÜRÜN.TİC.LMT.ŞTİ. ADINA HASAN Ö…. –
VEKİLİ : Av. SELİM HARTAVİ
DAVALI : R… SİGORTA AŞ . Sarıyer/ İSTANBUL
VEKİLİ : Av. T. A. . Sarıyer/ İSTANBUL
DAVA : Tazminat
DAVA TARİHİ : 14/04/2009
KARAR TARİHİ : 23/02/2010

Yukarıda taraf ve mahiyeti yazılı davanın yapılan açık yargılaması sonucunda;

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: Davacı vekili mahkememize gönderdiği 10.04.2007 havale tarihli dava dilekçesi ile;Müvekkil şirketin davalı sigorta şirketi ile 11.11.2004-11.11.2005 tarihlerini kapsayan 140087 nolu poliçe ile 73 DD … plaka sayılı aracını poliçede belirtilen rizikolara karşı sigortalattırdığını ve sigorta primlerinin tamamını zamanında ödediğini,10.04.2005 günü müvekkil şirketin aracını kullanan Ahmet Ö.’ün Nusaybin-Cizre istikameti 26.kilometrede aracın hakimiyetini kaybetmesi ve yoldan çıkarak tarlaya devrilmesi sonucu yanma olayının meydana geldiğini,müvekkil şirketin kazayı aynı gün davalı şirkete ihbar ettiğini,davalı şirketin 02.09.2005 tarihli yazılarında,görevlendirilen eksper raporunun ibrazı üzerine yapılan incelemede kazaya karışan sürücü Mahmut Ö.’ün yeterli ehliyeti sahip olmadığının anlaşılması sebebiyle Kasko Poliçesi Genel Şartlarının A.5,4 maddesi gereğince tazminat talebinin karşılanamayacağı belirtilerek tazminat talebinin reddedildiğini,Nusaybin C.Savcılığı tarafından yürütülen soruşturma sonucunda araç sürücüsü olan şüpheli Ahmet Ö. hakkında ön ödeme önerisinde bulunulduğunu,ön ödemm miktarı şüpheli tarafından süresi içerisinde yatırıldığından kamu davası açılmasına yer olmadığına ilişkin takipsizlik kararı verildiğini,bir an için aracı Mahmut Ö.’ün kullandığı varsayılsa bile D sınıfı sürücü ehliyet belgesine sahip olup,salt ticari taşıt belgesinin bulunmamasının kazanın oluşumunda tek başına değerlendirilmesinin mümkün olmadığı,sigorta şirketinin ödeme yapmamasının hukuka aykırı olduğunu belirterek fazlaya ilişkin talep ve dava hakları saklı kalmak kaydıyla 34950,00 YTL tazminatın rizikonun gerçekleşme tarihi olan 10.04.2005 tarihinden itibaren ticari faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili mahkememize gönderdiği cevap dilekçesi ile;Dava dilekçesinde davacının adresi yer almadığından dava dilekçesinin iptalinin gerektiğini,iş bölümü ve yetki itirazında bulunduklarını,dosyanın yetkili ve görevli İstanbul Asliye Ticaret Mahkemesine gönderilmesini talep ettiklerini,esas yönünden ise davanın 10.04.2007 tarihinden sonra açılmış olması halinde davanın zamanaşımı nedeniyle reddi gerektiğini,dava dilekçesinde ileri sürülen iddiaların yerinde olmadığını,sigortalı aracın Mahmut Ö. tarafından kullanıldığını,bu sürücünün kullandığı tanker bakımından yetersiz ehliyete sahip bulunduğunu, Kasko Sigortası Genel Şartlarının teminat dışında kalan zararları düzenleyen 5.4.maddesinde bu durumun teminat dışı bırakıldığını,kabul anlamına gelmemekle birlikte davacı tarafından yoksun kalınan ticari kar talep edilmiş ise de poliçede böyle bir teminat verilmediğinden iş bu talebin de reddi gerektiğini belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkememizin 2005/30 D.İş sayılı tespit dosyası,Nusaybin C.Başsavcılığının 2005/571 Hazırlık,2005/140 Karar sayılı soruşturma dosyası,birleşik kasko sigorta poliçesi,kasko kesin ekspertiz raporu celp edilmiş,davacı tanıkları Şeyhmus F. Rıfat Y.ve Ahmet Ö. duruşmada dinlenilmiştir.

Kazanın meydana geldiği yerin Nusaybin olması ve ilçede tek Asliye Hukuk Mahkemesinin bulunması sebebiyle 27.11.2007 tarihli duruşma ara kararı ile davalı vekilinin yetki ve işbölümü itirazının reddine karar verilmiştir.
Davacı vekili mahkememize gönderdiği 30.10.2007 havale tarihli yazılı beyanında fazlaya dair talep ve dava hakkı saklı kalmak kaydıyla ekspertiz araştırması sonucu belirlenen 34950,00 YTL araç kasko bedeli olarak talep ettiklerini,şimdilik yoksun kalınan kara ilişkin tüm haklarını saklı tuttuklarını beyan etmiş,364,00 YTL eksik nisbi harcın ödenmesine ilişkin 10.07.2007 tarih ve 5913 sayılı sayman mutemedi alındısı davacı vekili tarafından dosyaya ibraz edilmiştir.

Mahkememizin 11.12.2007 tarih ve 2007/145 Esas 2007/302 Karar sayılı kararı ile davanın kısmen kabulüne,7000 TL maddi tazminatın 09.05.2005 tarihinden itibaren hesap edilecek faiziyle birlikte davalı şirketten tahsiline,yoksun kalınan kar niteliğinde olan 1000 TL maddi tazminatın tahsili talebinin kasko sigortası teminat kapsamı dışında olması sebebiyle reddine,araç hasar tutarı niteliğinde olan 26950 TL maddi tazminatın tahsili talebinin zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir.Hükmün davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 17.Hukuk Dairesinin 05.02.2009 tarih ve 2008/2977 Esas 2009/395 Karar sayılı ilamı ile dava dilekçesinin esas defterine kayıt edilmeden önce harcın eksik alınmış olmasında davacı tarafın herhangi bir kusurunun bulunmadığı,eksik harcın davacı tarafça tamamlandığı,bu durumda söz konusu 26950 TL’lık dava değeri yönünden de işin esasına girilip,varılacak sonuca göre bir karar verilmesinin gerektiği,kabule göre de davacı aracında meydana gelen gerçek zarar miktarının belilenmesi yönünden HUMK’nun 275.maddesi uyarınca seçilecek makine mühendisi uzman bilirkişiden rapor alınmadan eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulmasının doğru olmadığı gerekçesiyle hükmün davacı taraf yararına bozulmasına karar verilmiştir.

Yargıtay bozma ilamına uyulmasına karar verilerek yargılamaya devam olunmuş,bozma ilamı doğrultusunda Ankara 25.Asliye Hukuk Mahkemesine yazılan talimata istinaden KGM Trafik Şb.Em.Makine Mühendisi bilirkişi Abdullah Taşkıran tarafından düzenlenen 03.11.2009 tarihli bilirkişi raporu ile 73 DD … plaka sayılı tankerde olay nedeniyle meydana gelen gerçek hasar bedelinin 34950 TL olduğunun tespit edildiği bildirilmiştir.

Davalı vekili mahkememize gönderdiği 14.12.2009 tarihli yazılı beyan ile bozmadan önce tahsiline karar verilen 7000 TL hasar bedelinin ferileriyle birlikte Urfa 2.İcra Müdürlüğünün 2008/1199 Esas sayılı dosyasına ödendiğinden bu ödemenin dikkate alınmasını ve sürücünün yeterli ehliyete sahip olmaması nedeniyle davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekilinin yazılı beyanında belirtilen Şanlıurfa 2.İcra Müdürlüğünün 2008/1199 Esas sayılı takip dosyasının onaylı sureti celp edilerek incelenilmiş,davacı vekili duruşmada incelenen dosya içeriğine bir diyeceklerinin olmadığını,7000 TL asıl alacağın ferileriyle birlikte taraflarına ödendiğini beyan etmiştir.

Tüm dosya kapsamı ve delillerin değerlendirilmesi neticesinde;Dava,kasko sigorta sözleşmesinden kaynaklanan tazminat istemine ilişkindir.Ticaret Kanunun 3. ve 4. maddeleri gereğince davaya ticaret mahkemesi sıfatıyla bakılması gerekmiştir.

Her ne kadar kaza sonrası düzenlenen trafik kazası tespit tutanağında davacı şirkete ait tanker sürücüsü olarak Mahmut Ö.’ün ismi yazılı ise de Nusaybin Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2005/571 Hazırlık sayılı dosyası üzerinden yürütülen soruşturma neticesinde 20.04.2005 tarih ve 2005/140 sayılı karar ile sanık Ahmet Ö. hakkında tehlikeli vasıta kullanmak suçundan dolayı ön ödeme ihtaratı gereğini yerine getirmesi sebebiyle takipsizlik kararı verilmesi,Jandarma görevlilerince düzenlenen olay yeri tespit tutanağında kazayı müteakip iki kişinin Nusaybin Devlet Hastanesine götürüldüklerinin ve hafif yaralı olabileceklerinin bildirilmesi,dosya içerisinde sanık Ahmet Ö.ve mağdur Şeyhmus Ö. hakkında Nusaybin Devlet Hastanesince düzenlenen adli raporların mevcut olup Mahmut Ö. hakkında düzenlenen adli raporun mevcut olmaması ve Nusaybin Belediye Başkanlığınca düzenlenen yangın raporunda Ahmet Ö.’ün isminin yer alması ile dinlenilen tanık beyanları dikkate alınarak söz konusu araç sürücüsünün Ahmet Ö. olduğu ve Ahmet Ö.’ün davacı vekili tarafından ibraz edilen ticari taşıt kullanma belgesi ve sürücü belgesi suretleri ile kasko kesin ekspertiz raporu dikkate alınarak yeterli sürücü belgesine sahip olduğu anlaşılmıştır.Davacı vekili dava dilekçesinin başlık kısmında dava konusunu 7000,00 YTL kasko araç bedeli tazminatı ve 1000,00 YTL yoksun kalınan karın tahsili olarak belirtmiş,dava dilekçesinin istem sonucu kısmında ise 34950,00 YTL tazminatın tahsiline karar verilmesini talep etmiş olup 10.04.2007 tarihli sayman mutemedi alındısı ile 8000,00 YTL değer üzerinden 108,00 YTL nisbi harç yatırmıştır.Dava dilekçesinde mevcut çelişkinin giderilmesi için kendisine süre verilmesi üzerine ibraz ettiği yazılı beyanında ıslah yoluna başvurmaksızın 34950,00 YTL araç kasko bedeli talep ettiklerini beyan etmiş ve 26950,00 YTL değer üzerinden yatırılan 364,00 YTL eksik nisbi harcın ödenmesine ilişkin sayman mutemedi alındısı dosyaya ibraz edilmiştir.

Yargıtay bozma ilamından önce verilen mahkememiz kararı ile tahsiline karar verilen 7000 TL maddi tazminatın,yargılama giderleri ve ferileriyle birlikte Şanlıurfa 2.İcra Müdürlüğünün 2008/1199 Esas sayılı takip dosyasına istinaden davacı vekili tarafından yürütülen icra takibinde davalı tarafça ödendiği anlaşılmıştır.
Yargıtay bozma ilamında bozma sebebi olarak gösterilenler dışındaki hususların davacı taraf lehine usuli kazanılmış hak teşkil etmekle kesinleşmesi dikkate alınarak,kasko poliçesi teminatı kapsamındaki 7000,00 YTL kasko araç bedeli tazminatının tahsili talebi yönünden açılan davanın konusuz kalması sebebiyle esas hakkında karar verilmesine yer olmadığına,yine kasko poliçesi teminatı kapsamındaki 26950 TL maddi tazminatın tahsili talebi yönünden sübut bulan davanın kabulüne,kasko poliçesi teminatı kapsamı dışındaki 1000,00 YTL yoksun kalınan karın tahsili talebi yönünden açılan davanın reddine karar verilmesi gerektiği sonuç ve kanaatine varılarak aşağıdaki şekilde hüküm tesis edilmiştir.

HÜKÜM : Yukarıda açıklanan gerekçe ve nedenlerle;

1-DAVANIN KISMEN KABULÜ İLE; Kasko sigorta poliçesi teminat kapsamındaki hasar tutarı niteliğinde olan maddi tazminatın 7.000 TL. kısmının ferileriyle birlikte dava tarihinden sonra davalı sigorta şirketi tarafından davacıya ödenmesi dikkate alınarak 7.000 TL. maddi tazminat yönünden açılan davanın konusuz kalması sebebiyle esas hakkında karar verilmesine yer olmadığına,
2-Kasko sigorta poliçesi teminat kapsamındaki hasar tutarı niteliğinde olan 26.950 TL. maddi tazminatın ekspertiz raporunun düzenlenme tarihi olan 09.05.2005 tarihinden itibaren hesap edilecek ticari reeskont faiziyle birlikte davalı şirketten tahsili ile davacıya verilmesine,
3- Yoksun kalınan kar niteliğinde olan 1.000 TL. maddi tazminatın davalıdan tahsili talebinin kasko sigortası teminat kapsamı dışında olması sebebiyle reddine,

4- Kabulüne karar verilen tazminat miktarı üzerinden hesap edilen 1.455,30 TL nisbi karar ve ilam harcının davalıdan tahsili ile Hazineye irat kaydına,
5- Reddine karar verilen tazminat miktarı üzerinden alınması gerekli 17,15 TL maktu karar ve ilam harcının davacıdan tahsili ile Hazineye irat kaydına,
6-Davacı tarafından bozma ilamı sonrasında sarf edilen 256,50 TL yargılama giderinin tarafların haklı çıktığı oran ve davalı tarafın sarf ettiği 2,50 YTL yargılama gideri nazara alınarak 247,24 TL kısmının davalıdan tahsili ile davacıya verilmesine,geri kalan kısmın davacı üzerinde bırakılmasına,
6-Davacının kendisini vekille temsil ettirmesi sebebiyle karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT uyarınca belirlenen 3.164,50 TL nisbi vekalet ücretinin davalıdan tahsili ile davacıya verilmesine,
7-Davalının kendisini vekille temsil ettirmesi sebebiyle karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT uyarınca belirlenen 1000 TL maktu vekalet ücretinin davacıdan tahsili ile davalıya verilmesine,
Dair, davacı vekilinin yüzüne karşı, davalı vekilinin yokluğunda, gerekçeli kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde Yargıtay’a temyizi kabil olmak üzere verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı. 23/02/2010

Katip 75755

Hakim 40360

CEZAEVİNDE OLAN EŞİN NAFAKADAN SORUMLU TUTULMASI- BOŞANMA NEDENİYLE MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT İSTEMİ- YOKSULLUK NAFAKASI TALEBİNİN REDDEDİLMESİ  

T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
E. 2019/223
K. 2019/849
T. 11.2.2019

BOŞANMA NEDENİYLE MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT İSTEMİ ( Tarafların Ekonomik ve Sosyal Durumları Boşanmaya Yol Açan Olaylardaki Kusur Dereceleri Kişilik Haklarına Yapılan Saldırı ile İhlal Edilen Mevcut ve Beklenen Menfaat Dikkate Alındığında Davacı Kadın Yararına Takdir Edilen Maddi ve Manevi Tazminatın Az Olduğu – Hakkaniyet İlkesi ile TBK’nun Tazminatın Belirlenmesine Dair Hükümleri Uyarınca Daha Uygun Miktarda Tazminat Takdiri Gerektiği )

CEZAEVİNDE OLAN EŞİN NAFAKADAN SORUMLU TUTULMASI ( Davalının Tutuklu veya Hükümlü Olmasının Tedbir ve İştirak Nafakası ile Sorumlu Tutulmamasını Gerektirmeyeceği – Tarafların Ekonomik ve Sosyal Durumları da Gözetilerek Dava Tarihinden Geçerli Olmak Üzere Velayeti Anneye Verilen Ortak Çocuk Yararına Davalının Mali Gücü Oranında Tedbir ve İştirak Nafakasına ve Davacı Kadın Yararına Uygun Miktarda Tedbir Nafakasına Hükmedilmesi Gerektiği )

YOKSULLUK NAFAKASI TALEBİNİN REDDEDİLMESİ ( Kadının Sürekli Gelir Getiren Bir İşte Çalışıp Çalışmadığı ve Varsa Gelirinin Kendisini Yoksulluktan Kurtarıp Kurtarmayacağı ile İşyerinden Ayrılmış ise Tarihinin ve Kendi İsteği ile Ayrılıp Ayrılmadığının Araştırılması Gerektiği – Davalı Erkeğin de Herhangi Bir Geliri ve Malvarlığının Olup Olmadığı Araştırılarak Sonucu Uyarınca Karar Verilmesi Gerektiği/Eksik İnceleme ile Karar Verilmiş Olduğundan Hükmün Bozulduğu )

4721/m.4,169,174,182,185/2,186/3

6098/m.50,51

ÖZET : Dava, boşanma istemi ve ferilerine ilişkindir.

Tarafların tespit edilen ekonomik ve sosyal durumları, boşanmaya yol açan olaylardaki kusur dereceleri, paranın alım gücü, kişilik haklarına yapılan saldırı ile ihlal edilen mevcut ve beklenen menfaat dikkate alındığında davacı kadın yararına takdir edilen maddi ve manevi tazminatın az olup, hakkaniyet ilkesi ile TBK’nun 50 ve 51. maddesi hükmü dikkate alınarak daha uygun miktarda maddi ve manevi tazminat takdiri gerektiğinden;

Davalının cezaevinde tutuklu veya hükümlü olması, tedbir ve iştirak nafakası ile sorumlu tutulmamasını gerektirmeyecek olup, tarafların ekonomik ve sosyal durumları da gözetilerek dava tarihinden geçerli olmak üzere velayeti davacı anneye verilen ortak çocuk yararına davalının mali gücü oranında tedbir ve iştirak nafakasına ve davacı kadın yararına uygun miktarda tedbir nafakasına hükmedilmesi gerekirken, aksi yönde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı bulunduğundan;

Kadının sürekli gelir getiren bir işte çalışıp çalışmadığı, gelir elde ediyorsa bu gelirin kendisini yoksulluktan kurtarıp kurtarmayacağı, işten ayrılmış ise hangi tarihte işten ayrıldığı, kendi rızası ile işten ayrılıp ayrılmadığı ve davalı erkeğin de herhangi bir geliri ve malvarlığının olup olmadığı araştırılarak sonucu uyarınca karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile karar verilmiş olduğundan hükmün bozulması gerekmiştir.

DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı kadın tarafından, tazminat miktarları ve reddedilen nafaka talepleri yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : 1-)Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle ortak çocuk 12.07.1999 doğumlu M.’ın inceleme tarihinde ergin olduğunun anlaşılmasına göre, davacı kadının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.

2-)Tarafların tespit edilen ekonomik ve sosyal durumları, boşanmaya yol açan olaylardaki kusur dereceleri, paranın alım gücü, kişilik haklarına yapılan saldırı ile ihlâl edilen mevcut ve beklenen menfaat dikkate alındığında davacı kadın yararına takdir edilen maddi ve manevi tazminat azdır. Türk Medeni Kanunu’nun 4. maddesindeki hakkaniyet ilkesi ile Türk Borçlar Kanunu’nun 50 ve 51. maddesi hükmü dikkate alınarak daha uygun miktarda maddi (TMK m. 174/1) ve manevi (TMK m. 174/2) tazminat takdiri gerekir. Bu yönler gözetilmeden hüküm tesisi doğru bulunmamıştır.

3-)Boşanma veya ayrılık davası açılınca hakim, davanın devamı süresince, gerekli olan, özellikle eşlerin barınmasına (TMK m. 186/1), geçimine (TMK m. 185/3), malların yönetimine (TMK m. 223, 242, 244, 262, 263, 264, 267, 215) ve çocukların bakım ve korunmasına (TMK m. 185/2) ilişkin geçici önlemleri kendiliğinden (re’sen) almak zorundadır (TMK m. 169). Yine boşanma veya ayrılık vukuunda çocuk kendisine tevdi edilmemiş taraf gücüne göre onun bakım ve eğitim giderlerine katılmakla yükümlüdür (TMK. M. 182). Bu hususu hakim görevi gereği kendiliğinden dikkate alması gerekmektedir. Dosya kapsamından davalı erkeğin cezaevinde hükümlü olduğu anlaşılmaktadır. Davalının cezaevinde tutuklu veya hükümlü olması, tedbir ve iştirak nafakası ile sorumlu tutulmamasını gerektirmez. O halde; Türk Medeni Kanunu’nun 169, 182, 185/2 ve 186/3. maddeleri uyarınca, tarafların ekonomik ve sosyal durumları da gözetilerek dava tarihinden geçerli olmak üzere velayeti davacı anneye verilen ortak çocuk 2002 doğumlu N. yararına davalının mali gücü oranında tedbir ve iştirak nafakasına hükmedilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı bulunmuştur.

4-)Ortak çocuk 12.07.1999 doğumlu M. yararına ergin olduğu tarihe kadar tedbir nafakasına hükmedilmemesi doğru olmayıp, bozmayı gerektirmiştir.

5-)Boşanma veya ayrılık davası açılınca hakim, davanın devamı süresince, gerekli olan, özellikle eşlerin barınmasına (TMK m. 186/1), geçimine (TMK m. 185/3), malların yönetimine (TMK m. 223, 242, 244, 262, 263, 264, 267, 215) ve çocukların bakım ve korunmasına (TMK m. 185/2) ilişkin geçici önlemleri kendiliğinden (re’sen) almak zorundadır (TMK m. 169). O halde; Türk Medeni Kanunu’nun 185/3. ve 186/3. maddeleri uyarınca, tarafların ekonomik ve sosyal durumları da gözetilerek dava tarihinden geçerli olmak üzere davacı kadın yararına uygun miktarda tedbir nafakasına hükmedilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı bulunmuştur.

6-)Mahkemece davacı kadının çalıştığı ve davalı erkeğin hükümlü olması sebebiyle, yoksulluk nafakası talebinin reddine karar verilmişse de, dosya içindeki kolluk araştırmasında davacı kadının ev hanımı olduğunun belirlendiği, ancak bir kısım tanıklarca da organize sanayide çalıştığı beyan edilmiştir. Mahkemece kadının sürekli gelir getiren bir işte çalışıp çalışmadığı, gelir elde ediyorsa bu gelirin kendisini yoksulluktan kurtarıp kurtarmayacağı, işten ayrılmış ise hangi tarihte işten ayrıldığı, kendi rızası ile işten ayrılıp ayrılmadığı ve davalı erkeğin de herhangi bir geliri ve malvarlığının olup olmadığı araştırılarak sonucu uyarınca karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile yoksulluk nafakası hakkında karar verilmesi doğru olmayıp, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarıda (2.), (3.), (4.), (5.) ve (6.) bentlerde gösterilen sebeplerle BOZULMASINA, bozma kapsamı dışında kalan diğer bölümlerinin ise yukarıda (1.) bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi.11.02.2019 (Pzt.)

ARABULUCU TUTANAĞININ GEÇERSİZLİĞİ – ARABULUCUNUN YETKİYİ KÖTÜYE KULLANMASI-İŞÇİLİK ALACAKLARI

T.C.
​YARGITAY
9. Hukuk Dairesi
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
Y A R G I T A Y İ L A M I
ESAS NO​: 2019/3694
KARAR NO​: 2019/13040

DAVA​: Davacı vekili, arabuluculuk tutanağının geçersizliği sebebiyle kıdem ve ihbar tazminatı ile yıllık ücretli izin alacağının tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

​Yerel mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.

​İlk Derece Mahkemesinin red kararına karşı davacı avukatı istinaf başvurusunda bulunmuştur.
​Bursa Bölge Adliye Mahkemesi 3. Hukuk Dairesi davacı avukatının istinaf başvurusunu esastan reddetmiştir.
​Bursa Bölge Adliye Mahkemesi 3. Hukuk Dairesi’nin kararı süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:​

YARGITAY KARARI

A) Davacı İsteminin Özeti:
Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; davalı iş yerinde örgütlü sendikanın toplu iş sözleşmesi görüşmeleri sonrasında grev kararı aldığını, işyerindeki çalışmanın durduğunu, davalı işverenin sendikal gücü yıkmak amacıyla işten çıkarmaya karar verdiği müvekkili ile birçok personeli “tüm tazminatları ödeyeceğini ve arabuluculuk sözleşmesi yapacağını” söyleyerek zorladığını ve kendi istedikleri doğrultuda düzenledikleri belgeleri imzalattıklarını, iş akdini kendisi fesheden davalı tarafça bu iradeyi gizlemeye yönelik olarak imzalatılan arabuluculuk sözleşmesinin ve diğer evrakların geçersizliği sebebi ile bu davayı açtıklarını iddia ederek, 2.000,00 TL ihbar tazminatı, 50,00 TL kıdem tazminatı ve 50,00 TL yıllık izin ücreti alacağının davalıdan tahsil edilerek taraflarına ödenmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı Cevabının Özeti:
Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle; taraflar arasında arabuluculuk anlaşması bulunduğunu, dava açılmasının açıkça hukuka aykırı olduğunu savunarak davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

C) İlk Derece Mahkemesi Kararının Özeti:
İlk derece mahkemesince, eğitim durumu ve iş hayatı tecrübesi nazara alındığında davacının arabuluculuk faaliyetinin anlamını ve önemini anlayacak kapasitesinin bulunduğu ve bu iradesinin sakatlanmasının hayatın olağan akışına aykırı olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Ç) İstinaf başvurusu:
İlk derece mahkemesi kararına karşı davacı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.

D) İstinaf Sebepleri:
Davacı vekili istinaf dilekçesinde özetle; arabuluculuk sözleşmesinin kamu düzenine ve mevzuata açıkça aykırı olduğundan geçersiz olduğunu, yerel mahkemece bu durum araştırılmaksızın eksik inceleme ile hüküm tesisinin usul ve yasaya açıkça aykırı olduğunu, arabulucunun davalı holding bünyesinde çalıştığını, tarafsızlığı açısından kuşku uyandıran bu durumun kanun gereği işçilere hatırlatılmamış olduğunu ve işçilerin onaylarının alınmadığını, 6325 Sayılı Hukuk Anlaşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 9/2 maddesine ve Arabuluculuk Daire Başkanlığı tarafından hazırlanan “Arabulucular Etik Kuralları” düzenlemelerine aykırı davranıldığını, davalı işverenin baskısıyla müvekkiline imzalattırılan sözleşmede arabuluculuk görevini üstlenen kişinin davalı işverenin bağlı olduğu holdingin grup şirketlerinin de vekillik görevini yürüttüğünü, somut bu durum arabulucunun tarafsızlığından şüpheye düşülmesine neden olduğunu, arabuluculuk tutanağının aydınlatma yükümlülüğüne aykırı bir biçimde herkese toplu olarak imzalatıldığını, uyuşmazlığa konu arabuluculuk sözleşmesi incelendiğinde görüşmelerin “…..” adresinde yapıldığının belirtildiğini, mahkeme dosyasında davalı tarafça açıkça işçilerle idari binada personel bölümünde arabuluculuk işlemi yapıldığını ikrar ettiğini, yine davalı tarafça Bursa 2. İş Mahkemesi …. E. Sayılı dosyanın 13.04.2018 tarihli celsesinde de bu yöndeki beyanların yinelendiğini, 6325 sayılı Kanunun 11. Maddesine aykırı olarak yapılan bu işlemin arabulucunun kamu düzeninden aldığı bu yetkiyi kötüye kullandığının en açık göstergesi olduğunu, arabulucunun taraflarla hiçbir görüşme yapmadığını, evrak işçilere süreçle ilgisi olmayan şirket idari personelince imzalatıldığını, davalı iş yerinde örgütlü sendikanın TİS görüşmeleri sonunda grev kararı aldığını ve işyerindeki çalışmanın durduğunu, davalı işverenin sendikal gücü yıkmak adına işçilere tüm tazminatlarının ödeneceğini ve grevin bitmesinin ardından yeniden işe başlayacaklarının taahhüdünü vererek kendi istekleri doğrultusunda düzenledikleri sözleşmeleri imzalattığını, yaklaşık 350 işçinin davalı işyerine çağrılarak işyerinin idari personeli tarafından önlerine konulan arabuluculuk tutanağı da dahil olmak üzere çeşitli evrakların imzalatıldığını ve iş ilişkilerinin sona erdirildiğini, imza atan işçilerin yaklaşık 300 kadarının tekrar işyerinde çalışmak için çağrıldığını ve işbaşı yaptırıldığını ancak 50 kadar işçinin işyerinde tekrar işe başlatılmadığını, işçilerin ve arabulucunun bir araya gelmediğini, sözleşmelerin tüm çalışanlara arabuluculuk faaliyeti ile ilgisi olmayan şirketin idari personeli tarafından imzalatıldığını, fesih işleminin yasaya aykırı bir biçimde işverence yapılmasına karşılık işe iade – ihbar tazminatı gibi yükümlülüklerden kurtulmak maksadıyla sözleşme imzalatıldığını, mahkemece verilen red yönündeki kararın gerekçesinin somut olayın gerçeklerinden uzak ve kamu düzenine aykırılıkları göz ardı eder mahiyette olduğunu, arabulucu tarafından kamu düzenine ve kanuna aykırı olarak yapılan bu işlemler nedeniyle suç duyurusunda bulunulduğunu arabuluculuk tutanağının geçersizliğine ilişkin diğer derdest davalarda mahkemece tanıkların dinletilmesine karar verildiğini, Bursa 2. İş Mahkemesi’nin …..Esas sayılı dosyasında arabuluculuk tutanağının geçersizliğine ilişkin olarak iddia edilen hususlar üzerinde tahkikat aşamasına geçilerek delillerin toplanması ve taraf tanıklarının dinlenilmesine karar verildiğini, HMK’nın 27. maddesinde düzenlenen hukuki dinlenilme hakkının gerçekleştirilmesine hizmet eden delillerle doğrudan temas ve sözlülük ilkelerinin gerçekleştirilmesi için önemli olduğunu iddia ederek istinaf başvurunun kabulüne, yerel mahkeme kararının anılan ve resen gözetilecek nedenlerle müvekkili lehine yeniden tesis edilmesine karar verilmesini talep etmiştir.

E) Bölge Adliye Mahkemesi Kararının Özeti
Bölge Adliye Mahkemesince davacının yaşı, hayat tecrübesi, kıdem süresi ve eğitim durumu itibariyle imzaladığı sözleşmenin sonuçlarını bilebilecek konumda olduğu, arabuluculuk son tutanağının sahteliği ispatlanıncaya kadar geçerli ilam niteliğindeki belgelerden olması ve sahteliği konusunda bir iddianın olmaması ayrıca fiil ehliyetsizliği, kısıtlılık halleri dışında irade fesadına dayalı iddiaların somut ve kesin delillerle ortaya konulması gerektiği, bu kapsamda arabuluculuk faaliyeti sonunda anlaşılan konularda dava açılamayacağı gerekçesiyle davacı tarafın istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.

F) Temyiz Başvurusu
Bölge Adliye Mahkemesi kararına karşı davacı vekili temyiz başvurusunda bulunmuştur.
Davacı vekili temyiz başvurusunda özetle; arabuluculuk tutanaklarının toplu bir şekilde imzalatıldığını, mahkemece tanıklarının dinlenmediğini, delillerinin toplanmadığını, irade fesadı iddiasına yönelik hiçbir araştırma yapılmadığını, arabuluculuk sözleşmesinin kamu düzenine ve mevzuata aykırı olduğundan geçersiz olduğunu iddia etmiştir.

G) Gerekçe:
Taraflar arasında, dava öncesinde ihtiyari arabuluculuk sürecinin usulüne uygun olarak tamamlanıp tamamlanmadığı, arabuluculuk anlaşma tutanağının geçerli olup olmadığı ve bağlayıcılığı noktalarında uyuşmazlık bulunmaktadır.

Dava 20.11.2017 tarihide açılmış olup, dava tarihinden sonra 01.01.2018 tarihinde yürürlüğe giren 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 3/1.maddesinde “kanuna, bireysel veya toplu iş sözleşmesine dayanan işçi veya işveren alacağı ve tazminatı ile işe iade talebi ile açılan davalarda arabulucuya başvurulmuş olması dava şartıdır” şeklinde düzenlemeye yer verilerek dava şartı olarak arabuluculuk öngörülmüştür. Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 18/A maddesinde ise “İlgili kanunlarda arabulucuya başvurulmuş olması dava şartı olarak kabul edilmiş ise arabuluculuk sürecine aşağıdaki hükümler uygulanır” şeklinde düzenlemeye yer verilerek dava şartı olarak arabuluculuk esasları belirlenmiştir. Davaya konu ihbar ve kıdem tazminatı ile yıllık izin ücretleri bakımından dava şartı olarak arabuluculuk sürecinin işletilmesi gerekli olmasa da ihtiyari olarak arabuluculuk sürecinin işletilip işletilmediği uyuşmazlık konusudur.

Dosyada yer alan arabuluculuk anlaşma belgesinde uyuşmazlık konusu, “iş ilişkisinin işçi tarafından istifa edilerek sonlandırılması nedeniyle iş ilişkisinden doğan alacak hakları ve miktarları” şeklinde gösterilmiştir.

Tutanakta, arabuluculuk görüşmelerinin …. adresinde yürütülmesinin taraflarca talep edildiği açıklanmıştır.

Anlaşma bölümünde önce işverenin açıklamasına yer verilmiş ve davalı şirket yönetim kurulu üyesinin beyanı “çalışan işçiyi çıkarmak istemediğini, kendisinin istifa ederek ayrılmak istediğini bu nedenle işçi alacağı bulunmadığını” olarak tutanağa geçmiştir.

Anlaşma tutanağında davacının açıklaması ise “grevde geçen 11 ay gibi süreden dolayı mağdur olduğunu mağduriyetin giderilmesi için en azından kıdem tazminatı hesaplaması yapılarak tarafına ödenmesi” şeklinde yer almıştır.

Anlaşma tutanağında davacı içinin istifa ettiği belirtilmiş, diğer yandan kıdem tazminatı olarak 10.437,33 TL’nin üç taksitte ödenmesi yönünde anlaşmaya varıldığı açıklanmıştır. Tutanakta iş ilişkisinin istifa ile sona erdiği bir alt paragrafta tekrarlanmış, 2’nolu bentte ise kıdem ve ihbar tazminatı hakkı bulunmadığı belirtilmiştir.

Anlaşma tutanağında başka bir işçilik alacağı yönünden anlaşmaya varıldığı yönünde bir açıklamaya yer verilmediği halde, “iş ilişkisinden kaynaklanan her ne ad altında olursa olsun hiçbir hak ve alacağın bulunmadığı”, “prim gün sayılarının eksiksiz ve tam olarak Sosyal Güvenlik Kurumuna bildirildiği”, “iş ilişkisinden ile TİS kaynaklanan tazminat, işe iade vb dava ve şikayet haklarından geri dönülmez biçimde kesin ve külliyen feragat ettiği” , “çalıştığı süre buyunca maaşlarını aldığı, ulusal bayram ve genel tatil çalışması aldığı ya da izni kullandığı, hafta tatillerini kullandığı, yıllık izin hakkı, kıdem ve ihbar tazminatı hakkı ve fazla çalışmasının bulunmadığı, psikolojik tacizle karşılaşmadığı”, “şirkete karşı tüm hak ve taleplerinden feragat etmiş olduğu bu nedenle şirketi gayri kabili rücu kayıtsız ve şartsız ibra ettiği” açıklanmıştır.

Anlaşma belgesinin “mahkeme onayına sunulsun veya sunulmasın, onaylansın veya onaylanmasın” taraflar arasında kati delil ve hüküm ifade edeceği de tutanakta ifade edilmiştir.

Dosya içinde davacının arabulucuya başvurusuna dair bir belgeye rastlanmamıştır. Bununa aksine davacı işçi iş sözleşmesinin işveren tarafından feshedildiğini, bu iradesini gizlemek için arabuluculuk sözleşmesi yapmak istediğini, belgeye Türk Borçlar Kanunu’nun 420. maddesine aykırı şekilde ibraname niteliği kazandırılmak istendiğini iddia etmiştir.

Anlaşma tutanağında davacının istifa ettiği belirtilmiş olsa da, dosyaya davacının istifa ettiğine dair bir belge sunulmadığı gibi, istifa etmesine rağmen kıdem tazminatı konusunda anlaşmaya varıldığı, kıdem ve ihbar hakkı bulunmadığı gibi birbiri ile çelişen açıklamalara yer verilmiştir.

Uygulamanın üç yüz kadar işçi için aynı anda yapıldığı da dikkati çeken bir durumdur.

Arabuluculuk görüşmelerinin ….. adresinde yürütülmesi kararlaştırıldığı halde davacı vekili duruşmadaki beyanında, belgenin işyerinde ve personel müdürü tarafından imzalatılmak suretiyle hazırlandığını, arabulucunun aynı adreste olmadığını ve işveren yönetim kurulu üyesi ile hiçbir görüşme yapılmadığını ileri sürmüştür. Davalı vekili de aynı celsede, görüşmelerin şirket idari binasında yapıldığını, yaklaşık üç yüz işçi ile sırayla anlaşma tutanağı düzenlendiğini açıklamıştır.

Arabulucunun aynı zamanda davalı şirketin avukatı olduğu ileri sürülmüş olup, bu durum davalı vekili tarafından verilen cevap dilekçesinde doğrulanmıştır.

Davalı vekili, arabulucunun davalı şirketin avukatı olduğunun davacı işçi tarafından bilinmesi gerektiğini ve buna rağmen arabulucu olarak seçildiğini, arabulucunun, taraflardan birinin avukatı olmasının arabuluculuk faaliyetine engel olmadığını savunmuştur.

6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 9/2. maddesine göre, “Arabulucu olarak görevlendirilen kimse, tarafsızlığında şüphe edilmesini gerektirecek önemli hal ve şartların varlığı halinde, bu hususta tarafları bilgilendirmekle yükümlüdür”. Adalet Bakanlığı Arabuluculuk Daire Başkanlığının hazırladığı Arabulucular Etik Kurallarının 4. maddesinde, arabulucu ile taraflar arasında herhangi bir menfaat ilişkisi veya çatışmasının bulunmaması gerektiği açıklanmıştır. Arabulucu kendisi tarafından makul koşullarda bilinebilecek ve tarafsızlığı hakkında şüphe uyandırabilecek doğmuş veya doğabilecek menfaat ilişkisi veya çatışmasının varlığı halinde mümkün olan en kısa süre içinde tarafları bilgilendirmelidir.

Somut uyuşmazlıkta arabulucunun davalı şirketin avukatı olarak görev yaptığı halde arabuluculuk görüşmeleri öncesinde davacı tarafı bu yönde bilgilendirdiği ortaya konulamamıştır. Anlaşma belgesinde bu yönde bir açıklamaya yer verilmemiştir. Arabulucunun aynı zamanda diğer tarafın avukatı olduğu hususunda özellikle davacı tarafın açıkça bilgilendirildiğinin ve buna rağmen arabuluculuk görüşmelerine devam etmek istediğinin ispatı gerekir. Bu yönüyle ilgili mevzuat çerçevesinde arabulucunun tarafsızlığından şüphe duyulmasını gerektiren önemli hal ve şartların varlığı kabul edilmelidir.

Taraflar arasında imzalandığı ileri sürülen anlaşma tutanağında kıdem tazminatının 10.437,33 TL olarak kararlaştırılmasına rağmen, 2017 yılı Arabuluculuk Asgari Ücret Tarifesinin 2. Kısım 1. maddesine göre nispi %6 oranında arabuluculuk ücreti ödenmesi gerektiği halde asgari tarifeye aykırı biçimde arabuluculuk ücreti 200 TL olarak belirlenmiştir.

Davacı vekili dosyaya istinaf incelemesi öncesinde emsal dosyalarda dinlenen tanık beyanlarını sunmuş olup; emsal dava dosyalarında davacı tanıkları beyanlarında; şirket idari binasında personel müdürü ile bazı çalışanlar tarafından anlaşma tutanaklarının kendilerine imzalatıldığını, arabuluculuk görüşmeleri yapılmadığını, toplantıda şirket yönetim kurulu üyesi ile arabulucunun olmadığını ve imzalarının da o aşamada bulunmadığını açıklamışlardır. Emsal dosyada ifadeleri alınan davalı tanıklarından R.B., anlaşma belgesinin şirket insan kaynakları biriminde işçilere imzalatıldığını, imza aşamasında şirket yönetim kurulu üyesi, şirket avukatı ve arabulucunun bulunmadığını, o dönemde arabulucunun doğum yaptığını evrakların sonradan davacı işçi dışındakilere imzalatıldığını açıklamıştır. Davalının diğer tanığı da anlaşma belgesini imzaladığı anda davalı şirketin yönetim kurulu üyesi ile bir avukatın hazır olduğunu, arabulucunun olup olmadığını hatırlamadığını, işyerinde arabuluculuk toplantısı yapıldıysa da kendisinin katılmadığını beyan etmiştir.

Dosya içindeki bilgi ve belgeler ile aynı mahiyette olan ve aynı gün temyiz incelemesine tabi tutulan dört dosya kapsamından, davacının arabulucuya usulüne uygun bir başvurusunun olmadığı, yapıldığı belirtilen görüşmelerin tutanakta geçen adresten farklı yerde gerçekleştiği, üç yüz kadar işçiye aynı şekilde sırayla işyerinde belgelerin imzalatıldığı, anlaşma metninde yer aldığı halde davacı işçinin istifasına dair belgenin bulunmadığı, anlaşma belgesinin içeriğinin işçinin istifa ettiği/kıdem ihbar tazminatına hak kazanmadığı/kıdem tazminatının ödeneceği şeklinde çelişkiler içerdiği, sadece kıdem tazminatı ödenmesi öngörüldüğü halde diğer tazminat ve işçilik alacakları bakımından hakkın gerçekleşmediği veya karşılığının zamanında tam olarak ödendiği şeklinde sözcüklere yer verilerek Türk Borçlar Kanunu’nun 420. maddesinde aykırı şekilde ibra etkisi kazandırılmaya çalışıldığı, kıdem tazminatı dışındaki tazminat ve alacaklarla ilgili olarak delil oluşturma ve dava açma yasağı oluşturma yönünde çaba içine girildiği anlaşılmaktadır.

Bütün bu işlemlerin davalı şirketin kayden avukatının arabuluculuğunda gerçekleştiği, arabulucunun davacı tarafı diğer tarafın avukatı olduğu konusunda bilgilendirdiğinin tespit edilemediği, emsal dosyalarda dinlenen tanık anlatımlarına göre, arabuluculuk görüşmelerinin hiç yapılmadığı, hatta arabulucunun da işçilerin imzaladığı aşamada işyerinde olmadığının beyan edilmesi karşısında; usulüne uygun bir arabuluculuk başvurusunun ve görüşmesinin yapılmadığı gibi mevzuat hükümleri çerçevesinde arabuluculuk anlaşma belgesinin düzenlenmediği sonucuna varılmaktadır.

Tüm bu tespitler karşısında; dava tarihi itibariyle taraflar arasında 6325 sayılı Kanun hükümleri dikkate alındığında, yapılan işlemler geçerli ihtiyari arabuluculuk faaliyeti olarak nitelendirilemez. Kanun hükümlerine göre usulüne uygun bir başvuru olmadığı, arabuluculuk görüşmelerinin hiç yapılmadığı ve mevzuat hükümleri çerçevesinde usulüne uygun, geçerli bir tutanak düzenlenmediği ve dava tarihi itibari ile zorunlu arabuluculuk şartının henüz yürürlüğe girmediği de dikkate alınarak, davaya konu ihbar ve kıdem tazminatı ile yıllık izin ücreti yönünden işin esasına girilerek sonuca gidilmesi gerekirken, hukuken geçerli bir anlaşmanın varlığı kabul edilerek “arabuluculuk faaliyeti sonunda anlaşmaya varılan konularda dava açılamayacağı” yönündeki gerekçeyle davanın usulden reddi hatalı olup, bu yönde ilk derece mahkemesi ile Bölge Adliye Mahkemesi kararlarının BOZULMASINA karar vermek gerekmiştir.

H) SONUÇ:
Bölge Adliye Mahkemesi ile İlk Derece Mahkemesinin kararlarının, yukarıda yazılı nedenden dolayı BOZULMASINA, dava dosyasının İlk Derece Mahkemesi’ne, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesi’ne gönderilmesine, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 11/06/2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

OTOBÜS ŞOFÖRÜ – HİZMET TESPİTİ

T.C.
YARGITAY
21. HUKUK DAİRESİ

ESAS NO : 2013/7070
KARAR NO : 2014/7185

Y A R G I T A Y İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : Şanlıurfa 1. İş Mahkemesi
TARİHİ : 19/02/2013
NUMARASI : 2013/112-2013/433
DAVACI : Bekir Sadık D. Vek. Av. Selim Hartavi
DAVALI : 1-Sosyal Güvenlik Kurumu
2-T. Turizm Ve Ticaret Ltd Şti

Davacı, davalılardan işverene ait işyerinde 01/08/2004-01/11/2009 tarihleri arasında geçen çalışmalarının tespitine karar verilmesini istemiştir.

Mahkeme ilamında belirtildiği şekilde, isteğin kısmen kabulüne karar vermiştir.

Hükmün davalılardan Kurum vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hakimi Mahmut Kalemci tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi.

K A R A R

1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerektirici nedenlere göre davalı Kurumun aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazlarının reddine,

2-Dava, davacının 01.08.2004 – 01.11.2009 tarihleri arasında davalı işverene ait iş yerinde geçen ve Kuruma bildirilmeyen sigortalı çalışmalarının tespiti istemine ilişkindir.

Mahkemece, davanın kabulü ile hükümde yazılı şekilde karar verilmiş ise de bu sonuca eksik araştırma ve inceleme ile gidilmiştir.

Davanın yasal dayanağını oluşturan 506 sayılı Yasa’nın 79/10. ve 5510 sayılı Yasa’nın 86/9. maddeleri bu tip hizmet tespiti davaları için özel bir ispat yöntemi öngörmemiş ise de, davanın niteliği kamu düzenini ilgilendirdiği ve bu nedenle özel bir duyarlılık ve özenle yürütülmesi gerektiği Yargıtay’ın ve giderek Dairemizin yerleşmiş içtihadı gereğidir.

Dosyadaki kayıt ve belgelerden; davalı işyerlerinden 16162 sicil numaralı işyerinin 01.03.1995 tarihinden itibaren, 18748 sicil numaralı işyerinin 20.01.1998 – 31.01.2006 tarihleri arasında 506 sayılı Kanun kapsamında olduğu, bu işyerlerinden 16162 sicil numaralı işyerinden davacı adına 26.04.2008 tarihinde işe giriş bildirgesinin verildiği, ihtilaflı dönemde 16162 sicil numaralı işyerinden 26.4.2008 – 31.8.2009 tarihleri arasında çalışmalarının bildirildiği, aynı zamanda davalı işyeri ile irtibatlı olup olmadığı anlaşılamayan 1012423 sicil numaralı işyerinden de 22.06.2007 – 22.08.2008 tarih aralığında davacı adına çalışmanın bildirildiği, Nisan 2008 – Ağustos 2009 arasındaki dönemlere ait imzalı ücret bordrolarının olduğu, davacının çeşitli otogarlara giriş – çıkış yaptığına dair makbuzların olduğu görülmüştür.

Somut olayda; davacı tanıklarının, dava konusu dönemde davacının çalışmasını doğrulamalarına rağmen, davalı tanıklarının davacının bildirilen dönem haricinde çalışmadığını beyan ettikleri, resen tanık seçilerek dinlenilmediği ve tanık beyanları arasındaki çelişkinin giderilmediği, hüküm altına alınan dönemde davacının şoförlüğünü yaptığı 34 YUU …., 34 AR …. ve 63 YV …., plakalı otobüslerinin kime ait olduğunun, davalı şirketle ilgisi olup olmadığının araştırılmadığı, hizmet tespiti davası yönünden kesin delil teşkil etmeyen ancak kuvvetli delil niteliğinde olan Yargıtay incelemesinden geçerek kesinleşen alacak davasında 01.08.2004 – 01.06.2007 ve 01.09.2007 – 25.04.2008 tarihleri arasında geçen çalışmalara göre alacak miktarının hesaplandığı, imzalı ücret bordrolarına rağmen Nisan 2008 tarihinde eksik bildirilen sürenin 30 güne tamamlanacak şekilde hüküm kurulduğu anlaşılmıştır.

Yapılacak iş; hüküm altına alınan dönemde davacının şoförlüğünü yaptığı 34 YUU …, 34 AR …. ve 63 YV…., plakalı otobüslerinin kime ait olduğunu ve davalı şirketle ilgisi olup olmadığının araştırmak, ihtilaflı döneme ilişkin tüm dönem bordrolarından, ihtilaflı dönemin tamamında kayıtlı ve tarafsız tanıklar saptanarak bunların bilgilerine başvurmak, bordrolarda adı geçen kişilerin adreslerinin tespit edilememesi veya beyanları ile yetinilmediği takdirde, Sosyal Güvenlik Kurumu, zabıta, maliye ve meslek odası aracılığıyla işyerine o tarihte komşu olan diğer işyerlerinde uyuşmazlık konusu dönemde çalıştığı tespit edilen kayıtlı komşu işyeri çalışanları; yoksa işyeri sahipleri araştırılıp tespit edilerek çalışmanın niteliği ile gerçek bir çalışma olup olmadığı yönünde yöntemince beyanlarını almak, imzalı ücret bordrolarındaki imzaların davacının eli ürünü olup olmadığını davacıya sormak, inkâr halinde imza incelemesi yaptırmak, imzaların davacının eli ürünü olduğu anlaşılırsa, imzalı ücret bordrosu olan dönemlerde imzalı ücret bordrosu kadar, imzalı ücret bordrosu olmayan veya olup da itiraz edilen imzaların davacıya ait olmadığı anlaşılan dönemler yönünden ispat edilen duruma göre karar vermekten ibarettir.

Mahkemece, bu maddi ve hukuki olgular göz önünde tutulmaksızın eksik inceleme ve araştırma ile yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.

O halde, davalı Kurumun bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.

SONUÇ: Hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, 08/04/2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Başkan
Mesut BALCI
Üye
H. KARA
Üye
T. TOPRAK
Üye
İ. KIR
Üye
A. YENER

Ö.O.B.

ŞUF’A DAVASINDA HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRENİN BAŞLANGICI

T.C.
YARGITAY
6. HUKUK DAİRESİ
E. 2001/5825
K. 2001/8011
T. 16.10.2001

• ŞUF’A DAVASINDA HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRENİN BAŞLANGICI ( İştirak Halinde Mülkiyet Konusu Taşınmaz Payının Satışında )
• İŞTİRAK HALİNDE MÜLKİYETE TABİ PAYIN PAYDAŞLARINCA AÇILAN ŞUF’A DAVASI ( Hak Düşürücü Sürenin Başlangıcı )
• HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRENİN BAŞLANGICI ( Terekeye Ait Paya Dayanarak Mirasçılarca Satılan Pay İçin Açılan Şuf’a Davasında )
• TEREKEYE AİT PAYA DAYANARAK AÇILAN ŞUF’A DAVASI ( Hak Düşürücü Sürenin Başlangıcı )
743/m.658/son
ÖZET : Şuf a davasında Davacının dayandığı pay iştirak halinde mülkiyete konu ise, bir aylık hak düşürücü süre iştirakçi ortaklardan satışı en geç öğrenenin öğrenme tarihine göre saptanır. Hak düşürücü sürenin geçtiğini iddia eden bunu ispatla mükelleftir.

DAVA : Mahalli mahkemesinderı verilrniş bulunan şuf’a davasına dair kararın temyiz incelemesi duruşmalı olarak davacı tarafından süresi içinde istenilmekte dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü.

KARAR : Dava, şuf’alı payın iptali ile davacılar adına tescili istemine ilişkindir: Mahkemece davanın süreden reddine karar verilmiş, hüküm davacı miras şirketi temsilcisi tarafından temyiz edilmiştir.

Davacının dayandığı pay iştirak halinde mülkiyete konu ise tüm iştirakçilerin birlikte dava açması veya birinin açtığı davaya diğerlerinin muvafakat etmesi gerekir. Çünkü bu gibi hallerde 11.10.1982 gün 3/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın tereke adına açıldığının kabulü icabeder. Muvafakat duruşmaya gelip bu konuda beyanda bulunmakla veya imzası noterce tasdikli muvafakat belgesi ibrazı suretiyle yahut davacı adına davayı takip eden avukata vekâlet vermekle yapılabilir. Bunlardan birinin gerçekleşmesi halinde muvafakat veren ortağın davacı safında yer alarak davayı takip etmesine gerek kalmaz. Muvafakat veren ortak haktan vazgeçtiğini de beyan ederse davanın kabulü halinde şuf’alı pay diğerleri adına davacı dışındakilerin hepsi haktan vazgeçerse şuf’alı pay sadece davacı adına tescil edilir. Bu yolda ortakların tümünün muvafakati sağlanamazsa payı bırakan murisin terekesine MK. 581-630. maddeleri uyarınca görevli mahkemede mümessil tayini için davacıya süre verilir. Mümessil davacı dışında biri olursa davacının sıfatı biter, davayı mümessil takip eder. Mümessille takip edilen davanın kabulü halinde şuf’alı payın tereke adına tescili gerekir. Dava hakkına ilişkin olan bu hususun hakim tarafından kendiliğinden öncelikle nazara alınması icabeder.

Şuf’a hakkının tapuda yapılan satışın öğrenilmesinden itibaren bir ay içinde kullanılması gerekir. İştirakçi ortaklarda da bunlardan satışı en geç öğrenenin öğrenme tarihine göre bir aylık hak düşürücü süre saptanır. Diğer ortakların daha önce öğrenmesi önem taşımaz. Bu hak her türlü irade bildirimiyle kullanılabileceği gibi doğrudan doğruya dava açılarak suretiyle de kullanılabilir. Dava dışı kullanılan irade bildirimi süreyi koruyacağından yasal süresi içinde her zaman dava açılabilir. Şuf’a hakkı tapudaki satış işleminden sonra doğacağından şuf’alı payın daha önce satılacağının öğrenilmesi veya hak sahibine vaki satın alma teklifinin kabul edilmemesi hiçbir hukuki değer taşımaz. Davalı hak düşürücü süre geçirildiği savunmasında bulunmuşsa bunu isbat etmesi gerekir. Bu konuda tanık dahil her türlü delil ikamesi mümkündür. Önce davalı delillerinin, daha sonra varsa davacı delillerinin toplanması gerekir:

Olayımızda; davacıların şuf’alı payın ilişkin olduğu taşınmazda müstakil payları yoktur. Pay miras bırakanları Selma adına kayıtlı olup, Sarıyer Sulh Hukuk Mahkemesinin 20.12.1999 gün 1999/1166-1317 esas karar sayılı kararı ile Selma’nın terekesine Ayşe ( EI Jabsheh ) temsilci olarak atanmıştır. Miras şirketi temsilcisi davayı yürüten avukata vekalet vermiş, yargılamaya bu şekilde devam olunmuştur. Bu nedenle davanın yürütülmesinde bir usulsüzlük bulunmamaktadır. Davalı davanın öğrenmeye nazaran bir aylık hak düşürücü süre geçtikten sonra açıldığını, taşınmazda fiili taksim olduğunu, davacıların şuf’a hakkından zımnen feragat ettiklerini savunmuş, mahkemece davanın süreden reddine karar verilmiş, hüküm gerekçesi davalı tarafından temyiz edilmediğinden uyuşmazlık davanın bir aylık hak düşürücü sürede açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır. Dava konusu pay davalıya 24.4.1996 günü ihtiyari ihale ile satılmış tapuya 19.6.1999 tarihinde tescil edilmiştir. Davalı satıştan Ayşe ile Murat’ın haberdar olduğunu savunmuş ise de diğer mirasçı Emine’nin hangi tarihte satışı öğrendiğine dair bir beyanda bulunmadığı gibi gerek dava dosyasında gerekse içerisinde bulunan Sarıyer İkinci Asliye Hukuk Mahkemesine ait 1998/411 ve 1998/120 esas sayılı dava dosyalarında mirasçı Emine’nin satıştan haberdar olduğuna dair bir bilgiye rastlanılmamıştır. Yukarıda açıklandığı gibi süre iştirakçi ortaklardan satışı en geç öğrenenin öğrendiği tarihe göre hesaplanacağından ve iştirakçi ortak Emine’nin öğrendiği savunma olarak kanıtlanamadığından dava süresindedir. Dava süresinde açıldığına göre şuf’a hakkının tanınmasına karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçeyle istemin reddi hatalı olmuştur.

Hüküm bu nedenle bozulmalıdır.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenle temyiz itirazlarının kabulü ile HUMK.nun 428. maddesi uyarınca hükmün ( BOZULMASINA ) ve istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine 16.10.2001 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

BELİRSİZ ALACAK DAVASINDA YARGILAMA SIRASINDA ARTTIRILAN TALEPLERE KARŞI ZAMANAŞIMI DEFİ

T.C
YARGITAY
9.HUKUK DAİRESİ

ESAS:2015/5101
KARAR:2016/19654
TARİH :10/11/2016

MAHKEMESİ :İŞ MAHKEMESİ

DAVA : Davacı, kıdem tazminatı ile fazla mesai ücreti, ulusal bayram ve genel tatil ücreti, izin ücreti, ücret alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Hüküm süresi içinde taraflar avukatlarınca temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Y A R G I T A Y    K A R A R I

A) Davacı İsteminin Özeti:Davacı vekili, davacının 01.06.1995 tarihinde davalı iş yerinde çalışmaya başladığını, 1475 sayılı Kanun’un 14/5. maddesi uyarınca davacının iş sözleşmesini feshetmek istediğini davalı işverene 18.03.2013 tarihinde bildirdiğini, bunun üzerine davalının, davacının iş yerinde çalışan evli bir bayanla ilişkisinin tespit edildiğini ve bu nedenle 15.03.2013 tarihinde davacının iş sözleşmesini haklı nedenle feshettiği yönündeki yanıtı verdiğini, bu tarihte davacının raporlu olduğunu, davacının bu iddialarının doğru olmadığını bu nedenle feshin haksız olduğunu ileri sürerek, kıdem tazminatı, ücret, fazla mesai ücreti, ulusal bayram-genel tatil ücreti ve yıllık izin ücreti alacaklarının davalıdan tahsilini istemiştir.

B) Davalı Cevabının Özeti:Davalı vekili, davacının 01.06.1995-15.03.2013 tarihleri arasında davalı iş yerinde çalıştığını, davacının iş yerinde çalışan evli bir bayanla evlilik dışı ilişki yaşaması ve bu durumun iş yerinin huzur ve güvenliğini etkilediğini, ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranış gerçekleştirdiği gerekçesiyle davacının iş akdinin haklı nedenle 15.03.2013 tarihli ihtarname ile feshedildiğini, bu nedenle davacının kıdem tazminatı alacağına hak kazanamayacağını savunarak, davanın reddini istemiştir.

C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:Mahkemece, toplanan delillere ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davalının iş sözleşmesini fesihte haksız olduğu gerekçesiyle, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

D) Temyiz:Kararı taraflar vekilleri temyiz etmiştir.

E) Gerekçe:
1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre davalının tüm, davacının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.

2-Davaya konu işçilik alacalarının belirsiz alacak davasına konu olup olamayacağı noktasında taraflar arasında uyuşmazlık bulunmaktadır.

Belirsiz alacak davası 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile öngörülen ve alacaklıya bazı avantajlar sağlayan yeni bir dava türüdür. Sözü edilen hükme göre “Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir”. Şu hale göre davanın açıldığı tarihte alacak miktarının belirlenmesi imkansız ise belirsiz alacak davası açılabilir. Öte yandan alacaklı tarafından alacağın miktar veya değerinin tam olarak belirlenmesi beklenemez ise yine belirsiz alacak davası açılabilir.

Belirsiz alacak davasını öngören hükümde biri sübjektif, diğer objektif iki unsur karşımıza çıkmaktadır. Alacağın veya dava değerinin belirlenmesini objektif olarak imkansız olması halinde belirsiz alacak davası açılabilecektir. Örneğin iş kazası geçiren işçinin açacağı davada işveren ve işçinin karşılıklı kusur oranları, kusursuz sorumluluk olup olmadığı ve varsa kaçınılmazlık durumu ve maluliyet oranlarının dava açma aşamasında belirlenmesi imkansızdır.

Sübjektif unsur ise alacaklının talep konusu miktarı belirlemesinin alacaklıdan beklenememesidir. İşçinin yasal hakları ödenmeksizin işten çıkarıldığı bir durumda yukarıda belirtilen masraflara ek olarak uzman hesap raporu aldırarak olası işçilik alacaklarını belirlemesi de hak arama özgürlüğü önünde engel olarak değerlendirilebilir.
Talep sonucunun rakam olarak ifadesinin imkansızlığı, davacının tam olarak miktarını bilmediği ve bu bilgisizliğini davalının sahasında bulunan vakıalardan kaynaklandığı durumlarda söz konusudur.
Dairemizin kısmi dava ile ilgili verdiği bu ölçütleri kabul eden Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 17.10.2012 gün ve 2012/9-838 E, 2012/715 K sayılı kararında “İşçilik alacaklarının özelliği de dikkate alınarak, bu alacaklarda, talep konusunun miktarının taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli olduğunu söylemek mutlak olarak doğru olmadığı gibi, aksinin kabulü de doğru olmayacağını, talep konusu işçilik alacakları belirli olup olmadığının somut olayın özelliğine göre değerlendirilmesi ve sonuca gidilmesinin daha doğru olacağını” açıkça belirmiştir.

Aynı dava dilekçesinde birden fazla işçilik alacaklarının talep edildiği durumlarda davaların yığılmasından söz edilir ki, alacağın belirli olup olmadığı her bir alacak kalemi bakımından somut olayın özelliğine göre değerlendirilmelidir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17.10.2012 gün, 2012/ 9-838 E, 2012/ 715 K sayılı kararı da bu yöndedir.

Davaya konu işçilik alacaklarının bir kısmının ya da bazılarının belirsiz alacak davasına konu olamayacağı belirlendiği taktirde, hakim hemen davayı reddetmemeli, HMK.’nun 115/2 maddesi uyarınca eksikliği tamamlaması yani alacağını belirleyerek buna göre talepte bulunması için davacıya kesin süre vermeli, gereğinin yerine getirilmemesi halinde dava şartı eksikliğinden dava reddedilmelidir. Dairemiz kararları ile Yargıtay 19. Hukuk Dairesinin kararları bu yöndedir(Yargıtay 9.HD. 26.01.2014 gün, 2014/1962 E, 2014/6034 K. ; Yargıtay 9.HD. 27.02.2012 gün ve 2012/1757 E, 2012/5742 K. ; Yargıtay 19. HD. 16.01.2014 gün, 2013/ 17491 E, 2014/ 1332 K. Yargıtay 19. HD, 16.01.2014 gün, 2013/ 17366 E, 2014/ 1329 K.).

Alacağın belirsiz olması halinde alacaklı, belirsiz alacak davası açabileceği gibi kısmi dava olarak da alacağın tahsilini talep edebilir.

Dava dilekçesinde alacağın belirsiz olduğundan söz edilmiş olsa da, kısmi dava açıldığının ifade edilmesi halinde davanın türünün kısmi dava olarak kabulü gerekir. Zira alacak belirsiz ise kısmi dava yoluyla alacağın istenmesine engel bir durum yoktur. Bu ihtimalde kısmi dava ancak talep edilen kısım itibarıyla zamanaşımını keser. Yargılama ile alacağın belirlenen kalan kısmı ıslah veya ek dava ile talep edildiğinde arttırılan miktarlar bakımından faiz başlangıcı -kural olarak- talep tarihidir. Bu nedenle davanın türünün belirsiz alacak davası veya kısmi dava oluşunun sonuçları farklı olup, tereddüt halinde hakim tarafından bu husus davacıya açıklatılmalı ve davanın türü ön inceleme tutanağına yazılarak tahkikat aşamasına geçilmelidir.

Belirsiz alacak davası ise mevcut yasal düzenleme çerçevesinde üç değişik şekilde açılabilir. Eda (tahsil talebi ile) davası niteliğinde belirsiz alacak davasının açılabileceği HMK’nun 107. maddesinin 1. ve 2. fıkralarında öngörülmüştür. Tespit niteliğinde belirsiz alacağı tespit davası ise aynı maddenin 3. fıkrasına dayanmaktadır. Maddenin gerekçesine göre ise alacaklı kısmi eda külli tespit davası da açabilir. Her bir dava türünün farklı özellikleri bulunmaktadır.

Tahsil talepli belirsiz alacak davasında, alacaklı belirleyebildiği miktarı davaya konu etmelidir. Bu konuda rastgele bir miktarı talep etmesi doğru olmaz. Örneğin, işveren ve … kayıtlarında 10 yıl ve asgari ücretten hizmeti görünen bir işçi, çalışma süresini 12 yıl ve ücretini net 2.000,00 TL olarak açıklamak suretiyle kıdem tazminatıyla ilgili belirsiz alacak tahsil davası açabilir. Bu davada, kayıtlarda geçen süre ve asgari ücrete göre belirlenebilen miktar talep edilmelidir. Başka bir anlatımla tahsil amaçlı belirsiz alacak davasında alacaklı belirleyebildiği kadarıyla bir hesaplama yapmalı ve bu miktarı talep etmelidir. Dava dilekçesinde şimdilik kaydıyla farazi bir miktar (100,00 TL) gösterilmesi halinde,davanın, tahsil amaçlı belirsiz alacak davası olarak kabulü doğru olmaz.

Tahsil amaçlı belirsiz alacak davasında, işverenin vereceği cevap, ön inceleme aşamasında bu yönde uzlaşı veya tahkikat aşamasında belirsizlik ortadan kalktığında, 107/2. maddeye göre davacı miktarı arttırabilir ve alacağın tümünün tahsilini talep edebilir. Bu aşamada iddianın genişletilmesi yasağı devreye girmez.

HMK’nun 107. maddesinin gerekçesine göre, alacak belirli hale geldiğinde artırım, sadece bir kez yapılabilir. İkinci kez artırım yapılmak istenirse, iddianın genişletilmesi yasağı ile karşı karşıya kalınır.

Tahsil talepli belirsiz alacak davasında, dava tarihinde alacağın tamamı için zamanaşımı kesilir. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 157. maddesi uyarınca, dava süresince tarafların yargılamaya ilişkin her işleminden veya hâkimin her kararından sonra zamanaşımı yeniden işlemeye başlar. Bu nedenle yargılama sırasında alacağın zamanaşımına uğradığından söz edilemeyeceğinden, davacının talep artırım dilekçesi üzerine ileri sürülen zamanaşımı definin de sonuca bir etkisi olmaz.

Tahsil talepli belirsiz alacak davasında faiz başlangıcı, davadan önce temerrüt söz konusu değilse dava tarihi olmalıdır. Alacak belirlendikten sonra arttırılan kısım için faiz başlangıcı temerrüt ya da dava tarihidir. Belirtmek gerekir ki, belirsiz alacak davasının alacaklıya sağladığı bütün imkanlar bir tek tahsil amaçlı belirsiz alacak davasında ortaya çıkar.

Belirsiz alacak davasının tespit davası olarak açılabileceği HMK’nun 107/3. maddesinde kabul edilmiş olmakla, davanın miktar belirtmeden açılması da imkan dahilindedir. Bu halde hukuki yarar yokluğu ile ilgili tartışmalara mahal vermemek için, 107. maddenin son cümlesinde, belirsiz alacak davasının tespit davası olarak açılmasında hukuki yararın bulunduğu ifade edilmiştir.

Belirsiz alacak davasının tespit davası olarak açılabilmesinin en önemli sonucu, belirsiz alacak tespit davasının da alacağın tamamı için zamanaşımını kesmesidir. Bu husus, 107. maddenin gerekçesinde açıklanmıştır.

Belirsiz alacak davasının tespit davası olarak açılmasının ardından, alacağın yargılama sırasında belirlenmesi üzerine HMK’nun 107/2. maddesine göre miktarın arttırılması mümkün değildir. Zira sözü edilen hüküm, belirsiz alacak davasının miktar belirtilmesi yoluyla eda davası biçiminde açılması halinde uygulama alanı bulabilir. Ancak belirsiz alacak tespit davasında yapılan yargılama ile alacak belirlendikten sonra, davanın tamamen ıslahı suretiyle alacağın tahsili talep edilebilir.

Belirsiz alacak davasının tespit davası olarak açılması ve ardından ıslahla eda davasına dönüştürülmesinin, davanın belirli bir miktar üzerinden açılmasından farkı, faiz başlangıcı noktasında kendisini gösterir. Belirsiz alacak davası tespit davası olarak açıldığında faiz başlangıcı, alacakların rakam olarak talep edildiği ıslah tarihi olmalıdır. Belirsiz alacak davası ile kesilmiş olan zamanaşımı yargılama sırasındaki işlemler ve hakimin her kararı ile kesileceğinden ıslaha karşı ileri sürülen zamanaşımı defi sonuca etkili değildir.

HMK 107. maddesinin gerekçesine göre belirsiz alacak davasının, kısmen eda davasıyla birlikte külli tespit davası olarak da açılabilmesi imkan dahilindedir. O halde belirsiz alacak davasında bir miktarın tahsili yanında, kalan tutarın tespiti istenebilecek ve yargılama sırasında belirlendiğinde kalan miktar da talep edilebilecektir.

Bunun tam eda davasından farkı, belirlenebilen miktarın talebi yerine, kısmi bir miktarın istenebilmesidir. Örneğin belirsiz bir alacak için alacaklı tarafından belirsiz alacak davası açıldığında ve 100,00 TL için tahsil, kalan miktarı için ise alacağın tespiti istendiğinde kısmi eda külli tespit davasından söz edilir. Zira alacaklı işveren veya resmi kurum kayıtlarında geçen belirleyebildiği miktarı davaya konu etmek yerine, farazi bir miktar için talepte bulunmuştur. Sözü edilen davanın kısmi davadan farkı ise, alacaklının kısmi dava açtığını belirtmeksizin belirsiz alacak davasından söz ederek taleplerde bulunmasına dayanır. Yukarıda açıklandığı üzere belirsiz bir alacak için alacaklının açıkça kısmi dava açtığını belirterek talepte bulunması veya belirsiz alacaktan söz edilmeksizin kısmi taleplerde bulunulması halinde davanın kısmi dava olarak açıldığı kabul edilir.

Kısmi eda külli tespit davasının açıldığı anda alacağın tamamı için zamanaşımı kesilir. Yargılama sırasındaki işleminden veya hâkimin her kararından sonra yeniden işlemeye başlayacağından yargılama sırasında alacağın zamanaşımına uğradığından söz edilemez. Bu nedenle yargılama sırasında arttırılan taleplere karşı yapılan zamanaşımı defi sonuca etkili değildir. Ancak faiz başlangıcı açısından tahsil amaçlı belirsiz alacak davasından farklı bir durum vardır. Davaya konu edilen miktar bakımından faiz başlangıcı olarak dava tarihi kabul edilmelidir. Alacağın kalan kısmın sadece tespiti istenmiş olmakla, belirlenen bakiye alacak miktarının ilerde talep edildiği tarihten itibaren faize karar verilmelidir.

Somut uyuşmazlıkta, davacı vekili kısmi eda külli tespit istemli belirsiz alacak davası açmıştır. Yukarıda da belirtildiği üzere yargılama sırasında arttırılan taleplere karşı yapılan zamanaşımı definin hukuki sonucu olmadığından davacı vekilinin talep artırım dilekçesi üzerine davalı vekili tarafından ileri sürülen zamanaşımı definin dikkate alınarak sonuca gidilmesi hatalıdır.

F) Sonuç:Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebepten dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine 10.11.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Exit mobile version