EVLİLİĞİN BOŞANMA İLE SON BULMASI DAVANIN KONUSUZ KALMASI- AİLE KONUTU ŞERHİ- NİSPİ VEKALET ÜCRETİ

T.C
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2019/6988
KARAR:2019/10924
TARİH:06.11.2019

Davacı, davalı eş Serdar adına kayıtlı olan taşınmazın aile konutu olduğundan bahisle, açık rızası olmaksızın diğer davalı …’a devredildiği gerekçesiyle Türk Medeni Kanunu’nun 194/1. maddesi gereğince tapu iptal ve tescil ile aile konutu şerhi konulması isteğinde bulunmuştur. Yargılama esnasında tarafların 27/05/2014 tarihinde kesinleşen karar ile boşandıkları anlaşılmakla evlilik boşanma ile sona erdiğine göre, dava konusu taşınmaz aile konutu olmaktan artık çıkmış, davanın konusu kalmamıştır. Mahkemece de bu sebeple davanın konusu kalmadığından karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiş, kararın davacı … ile davalı … tarafından temyizi üzerine Dairemizin 2016/8010 Esas ve 2017/11087 Karar sayılı ve 16.10.2017 tarihli bozma ilamı ile davacı kadın dava açmakta haklı olduğundan lehine vekalet ücretine hükmedilmesi gerekçesiyle karar bozulmuştur. Davacının davanın açıldığı tarihte haklı olduğu kabul edildiğine göre, bozma sonrası mahkemece davacı yararına karar tarihinde yürürlükte olan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 6. maddesi dikkate alınarak nispi vekalet ücreti tayini gerekirken, bu husus nazara alınmadan yazılı şekilde vekalet ücretinin maktu tayin edilmesi doğru bulunmamış ve bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 06.11.2019

TRAFİK KAZASI- SAĞ KOL VE BACAĞIN FELÇLİ HALE GELMESİ NEDENİYLE BAKICI GİDERLERİ- ADLİ TIPTAN RAPOR ALINMASI GEREKTİĞİ

TC
YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2018/1504
KARAR:2019/1126

“İçtihat Metni”

Davacılar …,(Kendi adına asaleten …’ye velayeten), …,(Kendi adına asaleten …’ye velateyen) ile davalılar … … Servisi San. Ve Tic. A.Ş., … Anonim Türk Sigorta Şirketi, … arasındaki dava hakkında … 4. Asliye Hukuk Mahkemesi’nden verilen 12.05.2015 gün ve 2010/134 esas, 2015/194 karar sayılı hükmün, Dairemizin 30.11.2017 tarih, 2015/18756 esas, 2017/11392 sayılı kararı ile bozulmasına karar verilmişti. Süresi içinde davacılar vekilince kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla, dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

1-Dosya içeriğine, mahkeme kararında belirtilip Yargıtay ilamında benimsenen gerektirici sebeplere göre, 6100 Sayılı HMK’nin geçici 3. maddesinin 2. fıkrası delaletiyle, 1086 Sayılı HUMK’nin 440. maddesinde sayılan nedenlerden hiç birisine uygun olmayan davacılar vekilinin sair karar düzeltme isteminin reddi gerekmiştir.

2-Taraflar arasındaki maddi ve manevi tazminat istemine yönelik davanın yapılan yargılaması sonunda, davanın kısmen kabul kısmen reddine dair verilen hükmün davacılar vekili, davalı … … Servisi San. Ve Tic. A.Ş vekili, davalı … Şirketi vekili ile davalı … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairemizin 30.11.2017 tarih, 2015/18756 esas, 2017/11392 sayılı kararı ile davalı … … Servisi San. ve Tic. A.Ş vekili, davalı … vekili ve davalı …Ş vekilinin davacı …’e yönelik temyiz dilekçelerinin reddine, davacılar vekilinin tüm, davalı … … Servisi San. ve Tic. A.Ş vekili, davalı … vekili ve davalı …Ş vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, diğer yönlerden temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün bozulmasına karar verilmiş, davacılar vekili karar düzeltme isteminde bulunmuştur.

Dava Borçlar Kanunu’nun 46. maddesi (6098 sayılı TBK m. 54) gereğince bedensel zarara uğranılması nedeniyle maddi tazminat ve BK m. 47 gereğince (6098 sayılı TBK m. 56) manevi tazminat istemine ilişkindir.

Sorumluluğu doğuran olayın, zarar görenin vücut bütünlüğünü ihlâl etmesi hali BK m. 46/I’de özel olarak hükme bağlanmıştır. Bu hüküm gereğince “Cismani bir zarara düçar olan kimse külliyen veya kısmen çalışmaya muktedir olamamasından ve ileride iktisaden maruz kalacağı mahrumiyetten tevellüt eden zarar ve ziyanını ve bütün masraflarını isteyebilir”. Bu hüküm gereğince, vücut bütünlüğünün ihlâli halinde mağdurun malvarlığında meydana gelmesi muhtemel olan azalmanın ve dolayısıyla maddî zararın türleri; masraflar, çalışma gücünün kısmen veya tamamen kaybından doğan zararlar ve ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan zararlar şeklinde düzenlenmiştir. Borçlar Kanunu’nun 46. maddesinde belirtilen “bütün masraflar” deyimi çok geniş kapsamlıdır. Bu giderlere zarara uğrayanın katlanmak zorunda kaldığı bütün giderler dahildir. Bu bakımdan zarara uğrayanın tedavi giderleri yanında, işlerini görememesi nedeniyle tutmak zorunda kaldığı yardımcı ya da hastabakıcı için ödemek zorunda kaldığı giderleri ile yapılması gereken estetik tedavi giderleri de istenebilir.

Dava dilekçesinde, meydana gelen kazadan dolayı müvekkillerinin küçük kızı Merve’nin malul duruma düştüğünü, zekasını kaybettiğini, 5. sınıfta okuması gerekirken orta ağır zihinsel özürlüler sınıfına kaydının yapıldığını ve olayları tam idrak edemediğini, sağ kol ve bacağının felçli hale geldiğini ve ömür boyu bir başkasının yardımına muhtaç olduğunu, iyileşme ve maluliyet süresinin tespiti ve buna ilişkin zararının belirlenerek 500,00 TL maddi, 40.000,00 TL manevi tazminat talebinde bulunmuş, Adli Tıp Kurumu Başkanlığı Genel Kurulu’ndan alınan 21.08.2014 tarihli raporda, davacı Merve’nin  geçirdiği trafik kazası nedeniyle Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği E cetveline göre %32.3 oranında meslekte kazanma gücünü kaybetmiş sayılacağının, iyileşme süresinin ise 18 ay olduğunun belirlendiği, anlaşılmıştır. Davacının … raporu ile belirlenen 18 aylık süre zarfında %100 malül sayılacağı, bakıma muhtaç olduğu ve bakıcı gideri ödemek zorunda kalacağının kabulü gerekir. Yine bakıcı ücretinin hesaplanmasında kaza tarihindeki asgari ücretin brüt tutarının (tamamının) esas alınması gerektiği de Dairemizin yerleşik uygulaması gereğidir.

Bu durumda mahkemece,davacının bakıcı gideri talebi yönünden Adli Tıp Kurumu Başkanlığı Genel Kurulu raporunda belirlenen 18 aylık iyileşme süresi için bilirkişiden kaza tarihinde yürürlükte olan brüt asgari ücret tutarı dikkate alınarak ek rapor alınması ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile hüküm kurulması doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin sair karar düzeltme istemlerinin REDDİNE, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile Dairemizin 30.11.2017 tarih, 2015/18756 esas, 2017/11392 karar sayılı bozma ilamına açıklanan bendin de eklenmek sureti ile hükmün BOZULMASINA, tashihi karar peşin harcın istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine 07/02/2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.

TENSİP İLE KESİN SÜRE VERİLEREK TANIK BİLDİRİLMESİ İSTENEMEYECEĞİ- SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ İLKESİ

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/2-433
K. 2016/63
T. 22.1.2016

• TENSİP İLE KESİN SÜRE VERİLEREK TANIK BİLDİRİLMESİ İSTENEMEYECEĞİ ( Tarafların Henüz Uyuştukları ve Ayrıştıkları Hususlar Belirlenmeden Tanık Bildirilmesi İstenmesi Boşanmaya Dair 4721 S. T.M.K.’nun 184. ve 4787 S. Kanunun 7. Md. ve Anayasanın 41. Md. Yer Verilen Amaç Gözetildiğinde Doğru Olmadığı )

• GENEL BOŞANMA İSTEMİ ( Mahkemece Tarafların Henüz Uyuştukları ve Ayrıştıkları Hususlar Belirlenmeden Tensip İle Birlikte Kesin Süre Verilerek Tanıkların Bildirilmesinin İstenmesi Doğru Olmadığı )

• SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ İLKESİ ( Boşanma İstemi – Tensip Tutanağı İle Verilen Kesin Süreye Rağmen Tanıklarını Bildirmeyen Davacı Tanıklarının Dinlenmesine Karar Verilmesine Karşın Davalı Tanıklarının Bildirilmesi İsteminin Reddine Karar Verilmesi Bozma Nedeni Olduğu )

2709/m.41

4787/m.7

6100/m.137,138,139,140

4721/m.166/1,184

ÖZET : Dava, evlilik birliğinin temelden sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat isteklerine ilişkindir. Mahkemece, tarafların henüz uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar belirlenmeden tensip ile birlikte kesin süre verilerek tanıkların bildirilmesinin evliliği sonlandıran ve istenmesi kamu düzenini ilgilendiren boşanmaya dair 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 184. ve 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 7. maddesinde düzenlenen usul kuralları ve özellikle Anayasanın 41. maddesinde yer verilen amaç gözetildiğinde doğru olmadığı gibi tensip tutanağı ile verilen kesin süreye rağmen tanıklarını bildirmeyen davacı tanıklarının dinlenmesine karar verilmesine karşın davalı tanıklarının bildirilmesi isteminin reddine karar verilmesi silahların eşitliği ilkesi gereğince de doğru bulunmamıştır.

DAVA : Taraflar arasındaki “boşanma, nafaka, velayet ve tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Batı 1. Aile ( Kapatılan Sincan 1.Aile ) Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 15.01.2013 gün ve 2012/198E., 2013/27 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay

2. Hukuk Dairesinin 03.07.2013 gün ve 2013/6356 E., 2013/18904 K. sayılı ilamı ile;

( … Mahkemece; ” davalının cevap dilekçesinde tanık deliline dayanmadığı, daha sonra dilekçeler teatisinde de tanık ve delil bildirmediği” gerekçesiyle davalı tarafın delilleri toplanmadan davacı delilleri ile sonuca gidilmiştir. Davalının davaya süresinde cevap vermemiş olması, delil bildirme ve savunmasını ispat etme hakkını ortadan kaldırmaz. Davaya süresinde cevap verilmemesinin sonucu, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamının inkar edilmiş olmasıdır ( HMK. madde 128 ). Bu böyle olmakla birlikte süresinde davaya cevap vermeyen davalı, Hukuk Muhakemeleri Kanununun 145/1. maddesindeki hal dışında, davacıya kusur isnat edemez ise de, davacının iddiasını dayandırdığı vakıaların gerçekte vukuu bulmadığına, diğer bir ifade ile evlilik birliğini temelinden sarsar nitelikte bir hadisenin mevcut olmadığına yönelik olarak kanunda belirtilen süre içinde olmak koşuluyla delil bildirebilir. Aksinin kabulü, bir kez cevap süresini kaçırmış veya davaya cevap vermemiş olan davalının bundan sonra delil bildirememesi sonucunu doğurur. Bu ise Hukuk Muhakemeleri Kanununun 27. maddesinde yer alan hukuki dinlenilme hakkını zedeler. Tarafların, dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları “belge” niteliğindeki delillerini sunmaları için ön inceleme duruşmasında iki haftalık kesin süre verilmesi yasal olarak mümkün ( HMK. madde 140/5 ) iken, uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar henüz belirlenmeden tarafların, ön inceleme duruşmasından önce davanın daha başında ( tensiple ) ” tanık bildirmelerini” beklemek doğru olmadığı gibi, bu yönde tensiple kesin mehil verilse bile, bu hukuki sonuç doğurmaz. Çünkü delil çekişmeli vakıalar için gösterilir ( HMK. madde 187/1 ).Taraflar arasındaki çelişmeli hususlar ise ön inceleme duruşmasında belirlenir ( HMK. madde 140/1 ). Tahkikat tespit edilen çekişmeli hususların çözümü için yürütülür. O halde davalıya tanıklarını göstermesi için süre verilmeli, gösterdiği takdirde, tanıkları savunması çerçevesinde dinlenmeli ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek hasıl olacak sonucu uyarınca karar verilmelidir. Bu yapılmadan eksik inceleme ile hüküm tesisi doğru bulunmamıştır… ), Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Dava, Türk Medeni Kanununun 166/1. maddesi uyarınca evlilik birliğinin temelden sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat isteklerine ilişkindir.

Davacı vekili, eşinin şiddet uyguladığını, ailesini ziyarete göndermediğini, anne, baba ve kardeşleriyle birlikte yaşadıklarını belirterek evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına dayalı olarak boşanmalarına, 1.000,00 TL tedbir ve yoksulluk nafakasına, çocukların velayetlerinin babalarına bırakılmasına, 50.000,00’er TL maddi ve manevi tazminata hükmedilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, mahkemenin yetkili olmadığını, davacının hasta olan annesini ziyarete geldiğini, onların etkisi ile dönmediğini, ileri sürülen iddiaların doğru olmadığını, evine dönmesi şartıyla davacı eşini affettiğini belirterek davanın reddine karar verilmesi ile Yozgat 2 Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan karşı davanın sonucunun beklenilmesi aksi takdirde birleştirilmesine karar verilmesini, müşterek çocukların velayetlerinin kendisine bırakılmasını savunmuştur. Yerel Mahkemece, davalı tarafa 29.03.2012 tarihli tensip ara kararı ile birlikte davaya dair cevapları ile varsa tüm delillerinin ibrazı için süre verildiği, bu süre içerisinde tanık deliline dayanılmadığı gibi davanın uzamasına sebebiyet vermeyecek şekilde ön inceleme duruşmasının bitimini müteakip dinletmek istedikleri tanıkları hazır edilmediğinden ve istenilen süre usule uygun olmadığından reddine karar verildiği, davacı tarafından gösterilen ve dinlenilen tanık anlatımları, nüfus aile kayıt tablosu ile tüm dosya kapsamı bir bütün halinde değerlendirildiğinde; evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına neden olan hadiselerde Serhat Altın’ın tamamen kusurlu olup Sevgi’den kaynaklanan herhangi bir kusurun varlığının ispat edilemediği, TMK’nın 166/1-2 maddesi koşullarının davacı bakımından gerçekleştiği anlaşılmakla tarafların boşanmalarına, müşterek çocukların velayetlerinin babaya bırakılmasına, müşterek çocuklardan Yasin yararına dava tarihinden geçerli olmak üzere 200,00 TL tedbir nafakasının, hüküm kesinleşinceye kadar davalıdan alınarak davacıya verilmesine, davacı yararına dava tarihinden itibaren geçerli olmak üzere 250,00 TL tedbir ile hükmün kesinleşmesini müteakip 300,00 TL yoksulluk nafakasının davalıdan alınarak davacıya verilmesine,TMK’nın 174/1-2 maddesi gereğince 7.000,00 TL maddi 6.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan alınarak davacıya verilmesine, fazlaya dair taleplerin reddine dair verilen karar davalı vekilinin temyizi üzerine; Özel Dairece yukarda yazılı olan karar ile bozulmuş; mahkemece, önceki gerekçeler tekrar edilip genişletilerek direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararını davalı vekili temyize getirmektedir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ön inceleme duruşması yapılmadan tensip tutanağı ile davalının delillerini sunması için süre verilip verilemeyeceği, cevap dilekçesinde delil bildirmeyen davalıya ön inceleme duruşmasında delillerini bildirmesi için süre verilmesinin gerekip gerekmediği, mahkemece usulüne uygun olarak ön inceleme duruşmasının yapılıp yapılmadığı, tahkikat aşamasında davalıya delillerini bildirme hakkının tanınıp tanınamayacağı; varılacak sonuca göre davalının hukuki dinlenilme hakkının ihlal edilip edilmediği noktasında toplanmaktadır.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile usul hukukumuzda ilk derece yargılamasının beş temel aşamadan oluşması öngörülmüştür. Bunlar sırası ile; dilekçelerin karşılıklı verilmesi, ön inceleme, tahkikat, sözlü yargılama ve hükümdür. Bu aşamalar içinde yeni olan ise ön inceleme aşamasıdır.

Yargılamanın gereksiz yere uzamasının engellenmesi; mahkemenin ve tarafların yargılamada gereken hazırlığı davanın başında yapmasının sağlanması bakımından, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile dilekçelerin verilmesinden sonra ve tahkikat aşamasından önce gelmek üzere “ön inceleme” adıyla yeni bir yargılama aşaması kabul edilmiştir ( H. Pekcanıtez/O. Atalay/ M.Özekes, Medeni Usul Hukuku, 11 Bası, 2011, s.375-376 ).

6100 Sayılı HMK’nın 137. maddesinde, ön incelemenin kapsamı, HMK 138. maddesinde ön inceleme aşamasında dosya üzerinden dava şartları ve ilk itirazlar hakkında verilecek kararlar, HMK 139. maddesinde ön inceleme duruşmasına davet, HMK 140. maddesinde ise yapılması zorunlu olan ön inceleme duruşması düzenlenmiştir. 6100 Sayılı HMK’nın ön incelemenin kapsamı başlıklı 137. maddesinde, dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılacağı, 138. madde dikkate alınarak öncelikle dava şartları ve ilk itirazlar hakkında dosya üzerinden karar vereceği, dava şartları ve ilk itirazlar hakkında gerektiği takdirde kararını vermeden önce, bu konuda tarafları ön inceleme duruşmasında dinleyebileceği, ön inceleme duruşmasında tarafların iddia ve savunmaları kapsamında uyuşmazlık konularını tam olarak belirleyebileceği, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapacağı, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik edeceği ve bu hususların tutanağa geçirileceği belirtilmiştir. Ön inceleme duruşmasında dava şartları ve ilk itirazlar ile sınırlı olmak üzere tanık dinleme, belge inceleme, bilirkişi görüşü alma, keşif yapma ve yemin teklif etme gibi işlemler yapılabilir, ancak tahkikata yönelik işlemler yapılamaz.

HMK’nın 137. maddesinin ikinci fıkrasında ise ön inceleme tamamlanmadan ve gerekli kararlar alınmadan tahkikata geçilemeyeceği ve tahkikat için duruşma günü verilemeyeceği düzenlenmiştir. Gereksiz duruşmalara dair uygulamadaki eski alışkanlıkların devam etmesinin kesin olarak önüne geçilmesi amacıyla kanun koyucu, ön inceleme aşaması tamamlanmadan ve bu aşamada alınması gereken kararlar alınmadan tahkikat aşamasına geçilmesini ve tahkikat için duruşma günü belirlenmesini kesin bir ifade ile ( emredici nitelikteki bir düzenlemeyle ) yasaklamıştır ( H. Pekcanıtez/O. Atalay/M.Özekes, a.g.e., s.375-376 ).

Tüm bu hususlar dikkate alındığında, dilekçeler aşaması tamamlandıktan sonra öncelikle dosya üzerinden dava şartları ve ilk itirazların incelenmesi; bu konularda olumlu veya olumsuz bir karar verilmesi, dosya üzerinden karar verilemeyen dava şartları ile ilk itirazlar hakkında karar verilmek ve diğer ön inceleme işlemlerini yapmak üzere tarafların ön inceleme duruşmasına davet edilmesi, 6100 Sayılı HMK 137 ve 140 maddelerine göre ön inceleme duruşmasında gerekli usul işlemleri yapıldıktan sonra, tahkikat duruşmasına geçilmesi gerekir.

HMK’nın 145. maddesi;

“ Taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler. Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.” hükmünü içermektedir. Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 41. maddesi gereğince toplumu oluşturan en temel kurumlardan biri olan ailenin korunması ve sağlıklı bir şekilde devamı için aile hukukundan doğan ilişkiler esas itibariyle özel hukuka girmesine rağmen diğer özel hukuk dallarına oranla devletin daha fazla müdahalesini gerekmiş bu amacı gerçekleştirmeye yönelik olarak 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 5133 Sayılı Kanun ile değişik 4/1. maddesinde; 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun üçüncü kısmı hariç olmak üzere ikinci kitabından ( TMK. madde 118-494 ) doğan bütün dava ve işlere Aile Mahkemesinde bakılacağı düzenlenmiştir.

Buna göre davaya konu uyuşmazlık, boşanma ve fer’ilerine dair olup bu tür uyuşmazlıkların Aile Mahkemelerinde görülmesi gerekir.

Anılan Kanunun Aile Mahkemelerinin görevi ve görevine giren işlerdeki yargılama usulüne dair 7. maddesi: “ Aile mahkemeleri, önlerine gelen dava ve işlerin özelliklerine göre, esasa girmeden önce, aile içindeki karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörünün korunması bakımından eşlerin ve çocukların karşı karşıya oldukları sorunları tespit ederek bunların sulh yoluyla çözümünü, gerektiğinde uzmanlardan da yararlanarak teşvik eder. Sulh sağlanamadığı takdirde yargılamaya devam olunarak esas hakkında karar verilir.

Özel kanunlardaki hükümler saklı kalmak kaydıyla, bu Kanunda hüküm bulunmayan konularda Türk Medeni Kanununun aile hukukuna dair usul hükümleri ile Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümleri uygulanır.” hükmünü içermektedir.

Diğer taraftan 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun “Boşanmada Yargılama Usulü” başlıklı 184. Maddesi ile boşanma veya ayrılık davasında hakimin vicdanen kanaat getirmesi gerektiği, taraflara yemin öneremeyeceği, tarafların ikrarının hakimi bağlamayacağı, hakimin kanıtları serbestçe takdir edeceğine dair düzenlemeler içermekte olup madde metni aynen:

“ Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tabidir:

1. Hakim, boşanma veya ayrılık davasının dayandığı olguların varlığına vicdanen kanaat getirmedikçe, bunları ispatlanmış sayamaz.

2. Hakim, bu olgular hakkında gerek resen, gerek istem üzerine taraflara yemin öneremez.

3. Tarafların bu konudaki her türlü ikrarları hakimi bağlamaz.

4. Hakim, kanıtları serbestçe takdir eder.

5. Boşanma veya ayrılığın fer’i sonuçlarına dair anlaşmalar, hakim tarafından onaylanmadıkça geçerli olmaz.

6. Hakim, taraflardan birinin istemi üzerine duruşmanın gizli yapılmasına karar verebilir.” şeklindedir. Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler ışığında somut olayın incelenmesinde; dava 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonra 27.03.2012 tarihinde açıldığı anlaşılmaktadır. Mahkemece, 29.03.2012 tarihli tensip tutanağının “ Ç,D,E” bendi ile davalıya tüm delillerini ve varsa tanıklarını bildirmesi için iki hafta süre verilmiş, 18.10.2012 tarihli ön inceleme duruşmasına tarafların vekilleri davet edilmiş, davalı vekilinin mazereti kabul edilmemiştir.20.12.2012 tarihli oturumda ise davacı her ne kadar tanık bildirmemiş ise de hazır olan tanıklarının dinlenmesini istemiş, davalı taraf da delillerini bildirmek için süre istemiştir. Mahkemece, davacı tarafın tanıkları dinlenmiş, tensip tutanağı ile verilen kesin sürede tanık ve delil bildirmediği gerekçesiyle davalı tarafa delillerini bildirmek için talep ettiği süre verilmemiştir.

Mahkemece, tarafların henüz uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar belirlenmeden tensip ile birlikte kesin süre verilerek tanıkların bildirilmesinin evliliği sonlandıran ve istenmesi kamu düzenini ilgilendiren boşanmaya dair 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 184. ve 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 7. maddesinde düzenlenen usul kuralları ve özellikle Anayasanın 41. maddesinde yer verilen amaç gözetildiğinde doğru olmadığı gibi tensip tutanağı ile verilen kesin süreye rağmen tanıklarını bildirmeyen davacı tanıklarının dinlenmesine karar verilmesine karşın davalı tanıklarının bildirilmesi isteminin reddine karar verilmesi silahların eşitliği ilkesi gereğince de doğru bulunmamıştır.

Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, delil gösterme ve sunma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunundan ayrılmayı gerektiren boşanma davalarına özgü bir boşluktan sözedilemeyeceği yönünde görüş bildirilmiş ise de bu görüş çoğunluk tarafından benimsenmemiştir. O halde Özel Daire bozma ilamında ve yukarıdaki belirtilen ilave gerekçelerle Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu sebeple direnme kararın bozulması gerekir.

SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarda belirtilen ilave gerekçe ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istenmesi halinde temyiz peşin harcın yatırana iadesine, 22.01.2016 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY :

Özel Daire ile mahkeme arasındaki uyuşmazlık boşanma davasında cevap dilekçesinde delillerini göstermeyen davalının daha sonra sunduğu delillerin değerlendirilip değerlendirilemeyeceğidir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının en önemli unsurlarından bir tanesi de “yargılamanın makul süre içerisinde bitirilmesi” ilkesidir.

Anayasa’nın 141. maddesinde “Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir” denilmek suretiyle davaların makul bir süre içerisinde bitirilmesi gerekliliği açıkça düzenlenmiştir.

Adil yargılanma hakkı bağlamında usul hukuku, çabuk, basit ve ucuz yargılamayı amaç edinmiştir. Delillerin belirli bir zaman dilimi içinde gösterilip sunulması, sonradan yeni delil bildirme imkânının tanınmaması yargılamayı çabuklaştıracak ve uyuşmazlığı kısa sürede çözüme kavuşturacaktır.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, yargılamanın makul sürede bitirilmesini sağlamak amacıyla hâkimi, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli biçimde yürütmekle yükümlü tutmuş; dava ve cevap dilekçesinin içeriği ve özellikle delillerin bildirilme zamanını özel olarak düzenlemiştir.

HMK.m.30’a göre “Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür”.

HMK.m.119/1-f hükmü uyarınca, gerek yazılı gerekse basit yargılama usulünde, iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin, dava dilekçesinde belirtilmesi gerekir.

“Belgelerin birlikte verilmesi” başlığını taşıyan 121. maddeye göre “Dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunludur.” “Cevap dilekçesinin içeriği” başlığını taşıyan 129.maddenin ( e ) bendinde savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin cevap dilekçesinde bulunması gerektiği belirtilmiş; 2.fıkrada “121. madde hükmü cevap dilekçesi hakkında da uygulanır” denilerek delillerin gösterilme zamanı bakımından dava dilekçesi için öngörülen zorunluluğun cevap dilekçesi için de aranacağı düzenlenmiştir.

HMK’nın 140/5. maddesi uyarınca: “Ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi halinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir.”

Yukarıda belirtilen hükümlerden de anlaşılacağı üzere gerek davacı gerekse davalı bakımından delil gösterme ile delil sunma ayrı olarak ele alınmış; dava ve cevap dilekçelerinde iddia edilen vakıaların hangi delillerle ispatlanacağının belirtilmesi zorunluluğundan söz edildikten sonra, eldeki belgelerin dilekçelere eklenmesi, elde bulunmayan belgeler için ise nereden getirtileceği konusunda bilgi verilmesi gerektiği açıkça öngörülmüştür. HMK.m.140/5 dilekçelerde belirtilen ve fakat henüz sunulmayan belgelerin süresinde sunulmaması halinde uygulanacak yaptırımı da düzenlemiştir. HMK.m.145 “Taraflar, kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler” şeklinde emredici bir düzenleme öngördükten sonra bunun istisnalarını da belirtmiştir. Buna göre “…Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.”

Somut olayda, davalının cevap dilekçesinde delillerini belirtmediği tartışma dışıdır. Sonradan delil gösterilmesi için HMK.m.145’te belirtilen istisnai hallerin mevcudiyeti ileri sürülmediğine göre mahkemece davalının gösterdiği tanıkların dinlenmemesi usule uygundur. Belirtmek gerekir ki, davacı taraf da süresi içinde tanık deliline dayanmadığı halde mahkemece davacı tanıklarının dinlenmiş olması da usule aykırı olmakla birlikte, bu yanlışlık o tanıkların beyanlarının hükme esas alınmaması ile giderilebilir. Davalı tarafa da usule aykırı olarak aynı imkânın sağlanması ile yanlışlığın giderilmesi doğru olmaz. Başka bir anlatımla, “iki yanlış bir doğru etmez”.

Boşanma davalarının özelliği sebebiyle Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun delil gösterme süresini sınırlayan hükümlerinin uygulanamayacağı yönündeki görüşe de katılmak mümkün değildir.

4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu”nun “Boşanmada yargılama usulü” başlıklı TMK.m. 184’te “Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tâbidir” denildikten sonra boşanma davalarına özgü alt usul kuralına yer verilmiştir. Belirtilen istisnai kurallar arasında delillerin gösterilme ve sunulma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunu ilkelerinden ayrılmayı gerektiren bir düzenleme bulunmamaktadır. Boşanma davaları devam ederken iddia ve savunmayı genişletme yasağı çerçevesinde yeni vakıaların ileri sürülebilmesine imkân veren uygulamalar dahi HMK.nın öngördüğü ilkelerin dışına çıkılmasını gerektirmez. Yeni vakıalar için delil gösterilmesine izin verilebilirse de somut olayda yeni bir vakıanın varlığı da ileri sürülmüş değildir. Dava tarihinden önceki vakıalar için süresinde gösterilmeyen delillin dikkate alınması ancak HMK.m.145 şartlarında mümkündür.

Delil gösterme ve sunma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunu hükümleri ayrıntılı olup, bu konuda bir boşluktan da söze edilemez. Belirtmek gerekir ki, Anayasamızın 142.maddesinde mahkemelerin yargılama usullerinin kanunla düzenleneceği belirtilmekle, hâkime bu hususta inisiyatif bırakılmak istenmemiş; her hâkimin ayrı bir usul icat etmesinin önüne geçilmek istenmiş, adeta “oyunun kuralı önceden belli olmalı” denilmiştir. Kanunun açıkça izin vermediği durumlarda usul kuralları değiştirilemez.

Yukarıda açıklanan gerekçelerle mahkemenin direnme kararının usul ve yasaya uygun olduğu, direnme kararının onanması gerektiği kanaati ile Sayın Çoğunluğun bozma yönündeki görüşüne katılamıyorum.

KARŞI OY :

Davacı ile davalı arasındaki 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 166/1. maddesindeki evlilik birliğinin sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat istemine dair davada, davanın kabulüne dair ilk derece mahkemesi kararının özel dairece temyiz incelemesi sonucu, davalının davaya süresinde cevap vermemiş olmasının delil bildirme ve savunmasını ispat etme hakkını ortadan kaldırmayacağı, davaya süresinde cevap verilmemesinin sonucunun, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamının inkar edilmesi olup süresinde davaya cevap vermeyen davalının, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 145/1. maddesindeki hal dışında, davacıya kusur isnat edemez ise de, davacının iddiasını dayandırdığı vakıaların gerçekte meydana gelmediğine yönelik olarak kanunda belirtilen süre içinde olmak şartıyla delil bildirebileceği, aksinin kabulü halinde, bir kez cevap süresini kaçırmış veya davaya cevap vermemiş olan davalının bundan sonra delil bildirmesinin mümkün olmayacağı sonucunu doğuracağı, bu durumun 6100 Sayılı Kanun’un 27. maddesinde yer alan hukuki dinlenilme hakkını zedeleyeceği, tarafların, dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları “belge” niteliğindeki delillerini sunmaları için ön inceleme duruşmasında iki haftalık kesin süre verilmesinin kanuni olarak mümkün iken, anlaştıkları ve anlaşamadıkları konular henüz belirlenmeden taraflardan, ön inceleme duruşmasından önce davanın daha başında ( tensiple ) ” tanık bildirmelerini” beklemenin doğru olmadığı gibi bu yönde tensiple kesin süre verilse bile, hukuki sonuç doğurmayacağı,çünkü delilin çekişmeli vakıalar için gösterileceği, taraflar arasındaki çekişmeli hususların ise ön inceleme duruşmasında belirleneceği, tahkikatın tespit edilen çekişmeli hususların çözümü için yürütüleceği, davalıya tanıklarını göstermesi için süre verilmesi, gösterdiği takdirde, tanıkları savunması çerçevesinde dinlenmesi ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek karar verilmesi gerektiği belirtilerek bozma kararı verilmiştir.

İlk derece mahkemesince, davalının savunmasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri, savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin cevap dilekçesinde yer alması gerektiği, cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı bütün vakaları göstermediği gibi bunları hangi delille ( tanık ) ispat edeceğini de yazmadığı, kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkimin, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamayacağı ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamayacağı, kanunla belirtilen durumlar dışında, hâkimin, kendiliğinden delil toplayamayacağı tarafların, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyeceği, taraflarca getirilme ilkesi ile 6100 Sayılı Kanun’un 145. maddesi birlikte değerlendirildiğinde davalının 4721 Sayılı Kanun’un 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı içerisinde davranmadığı, cevap dilekçesi ile delil bildirebileceği en azından tanık delilinin mevcut olduğunu belirtip isim yazmaması halinde istenen sürenin verilebileceği, özellikle boşanma davalarında davayı uzatarak boşanmanın ferileri bakımından vazgeçme yolu ile sonuçlanması için usul hükümlerini hiçe sayacak şekilde yargılamayı uzatmaya yönelik istek ve taleplerin savunma hakkı kapsamında değerlendirilemeyeceği, tanık deliline süresi içerisinde dayanılmadığı sonradan getirilen bu savunmanın da davayı uzatmaya yönelik hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğu gerekçeleri ile önceki hükümde direnilmesi ve davanın kabulü kararı verilmiştir.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Dava dilekçesinin içeriği” başlıklı 119. maddesinin birinci fıkrasının f bendindeki iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, “Belgelerin birlikte verilmesi” başlıklı 121. maddesindeki dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunluluğu, “Cevap dilekçesinin içeriği” başlıklı 129. maddesinin e bendindeki savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, “Tarafların ikinci dilekçeleri” başlıklı 136. maddesinin 2. fıkrasındaki davacının cevaba cevap, davalının da ikinci cevap dilekçesi hakkında, dava ve cevap dilekçelerine dair hükümler, niteliğine aykırı düşmediği sürece kıyasen uygulanacağına dair hüküm, “Ön incelemenin kapsamı” başlıklı 137. maddesinin 1. fıkrasındaki dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılacağı ön incelemede, dava şartlarını ile ilk itirazların incelenip, uyuşmazlık konularının tam olarak belirlenerek, hazırlık işlemleri ve tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapar, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik eder ve bu hususları tutanağa geçirir, “Ön inceleme duruşması” başlıklı 140. maddesinin 5. fıkrasındaki ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir, bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir, “Sonradan delil gösterilmesi” başlıklı 145. maddesinde taraflar, kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler, ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir, “İspat hakkı ve karşı ispat” başlıklı 189. ve 191. maddelerinde taraflar, kanunda belirtilen süre ve usule uygun olarak ispat hakkına sahiptir, diğer taraf, ispat yükünü taşıyan tarafın iddiasının doğru olmadığı hakkında delil sunabilir, “Somutlaştırma yükü ve delillerin gösterilmesi” başlıklı 194. maddesinde taraflar, dayandıkları vakıaları, ispata elverişli şekilde somutlaştırmalıdırlar, dayandıkları delilleri ve hangi delilin hangi vakıanın ispatı için gösterildiğini açıkça belirtmeleri zorunludur, “Tanık gösterme şekli” başlıklı 240. maddesinin 2. fıkrasındaki ve 243. maddesinin 1. fıkrasındaki tanık gösteren taraf, tanık dinletmek istediği vakıayı ve dinlenilmesi istenen tanıkların adı ve soyadı ile tebliğe elverişli adreslerini içeren listeyi mahkemeye sunar, bu listede gösterilmemiş olan kimseler tanık olarak dinlenemez ve ikinci bir liste verilemez, tanık davetiye ile çağrılır, ancak, davetiye gönderilmeden taraflarca hazır bulundurulan tanık da dinlenir, şu kadar ki, tanık listesi için kesin süre verildiği ve dinlenme gününün belirlendiği hâllerde, liste verilmemiş olsa dahi taraf, o duruşmada hazır bulundurursa tanıklar dinlenir, biçimindeki hükümler dikkate alındığında, dosya kapsamına göre, taraflar arasındaki boşanma davasının yargılaması sırasında davaya cevap veren davalının cevap dilekçesinde yetki itirazında bulunarak davacının iddialarını inkara yönelik açıklamalar yaptığı, ancak dava ile ilgili herhangi bir delil bildirmediği, mahkemece dosya kapsamındaki mevcut delillere göre davacı davasını ispatladığından davanın kabulüne karar verildiği, yukarda açıklanan 6100 Sayılı Kanun hükümlerinin değerlendirmesinden mahkemece ulaşılan kabul hükmü yerinde olduğundan sayın çoğunluk görüşüne katılmıyorum. İlk derece mahkemesi kararının onanması gerektiği düşüncesindeyim.

ELEKTRİK ÇARPMASI- GELİŞEN DURUM NEDENİYLE ZARARIN ARTMASI- ADLİ TIP RAPORU İLE ÖĞRENME- KISA ZAMANAŞIMI- MUTLAK ZAMANAŞIMI

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS: 2017/2786
KARAR:2017/2016

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasında birleştirilerek görülen “maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Van 1. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından maddi tazminat isteminin kısmen kabulüne, manevi tazminat isteminin zamanaşımı nedeniyle reddine ilişkin olarak verilen 23.10.2014 gün ve 2014/411 E., 2014/506 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekillerince istenilmesi üzerine karar önce onamış, davacılar vekilinin karar düzeltme isteminde bulunması üzerine de Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 28.10.2015 gün ve 2015/10172 E., 2015/16941 K. sayılı ilamı ile: “…Davacı vekili dilekçesi ile; müvekkili …’in 22.11.2003 tarihinde kendilerine ait arazi içerisinde arkadaşlarıyla oyun oynarken yere çok yakın mesafede olan elektrik tellerine temas ettiğini ve elektrik akımına kapılarak sağ kolundan ve ayağından ağır şekilde yaralandığını ve sakat kaldığını, kolunu kullanabilmesi için protez takılması gerektiğini, tedavisinin halen devam ettiğini, tellerin mevzuata uygun yükseklikte olmadığından temasın gerçekleştiğini iddia ederek (fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla) davacılardan … için 5.000,00 TL, baba … için 500,00 TL, anne … için 500,00 TL olmak üzere toplam 6.000,00 TL maddi tazminat ile tedavi giderlerinin olay tarihinden itibaren işleyen yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsili ile davacılara verilmesini talep etmiş, 11.04.2013 havale tarihli dilekçesi ile dava değerini 228.100,90 TL olarak ıslah etmiş, 27.02.2013 tarihli duruşmada ise protez taleplerinden vazgeçtiklerini beyan etmiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesi ile; davaya konu olayın davacı …’in kusurdan kaynaklandığını, müvekkili kurumun doğrudan veya dolaylı hiçbir kusurunun bulunmadığını, zamanaşımı süresinin dolduğunu, müvekkili kurumda olaya ilişkin hiçbir bilgi ve belgenin bulunmadığını savunarak davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece; davanın kabulü ile 228.072,40 TL iş gücü kaybından doğan tazminat ile 28,50 TL tedavi gideri olmak üzere toplam 228.100,90 TL tazminatın olay tarihinden itibaren işleyen yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline ilişkin verilen karar Dairemizin 08.04.2014 tarih, 2013/20238 E-2014/5605 K sayılı ilamı ile; ”Dava dosyasının Aktüerya uzmanı olan bilirkişiye gönderilip davacının iş göremezlik zararının hesaplanmasında, halen okuduğu 2 yıllık İlahiyat Ön Lisans Programından mezun olduktan sonra devlet memuru olarak başlayacağı, kadro ve derece durumunu tespit edildikten sonra barem cetveli hazırlayarak askerde geçireceği yıllara ilişkin iş gücü kaybına dair gelir mahrumiyetinden çıkarılmak suretiyle hazırlanacak bilirkişi raporu doğrultusunda karar verilmesi gerekirken, (Yargıtay 4.H.D. 23.03.2010 gün ve 2250 E.-3266 K.), (Çelik A.Ç. Tazminat Davaları 2012/İst. Sh.214-215) yetersiz bilirkişi raporuna dayanak yapılarak verilen hüküm doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.” gerekçesi ile bozulmuştur.

Mahkemece bozmaya uyma kararı verilmiş, Dairemizin bozma ilamından sonra yeniden yapılan yargılama sırasında, asıl dava tarihi (26.06.2007)’nden sonra 17.06.2013 tarihinde asıl dava davacıları tarafından, davaya konu olay nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkin açılan davada verilen birleştirme kararı üzerine her iki dava dosyası birleştirilmiş ve mahkemece yapılan yargılama sonucunda; asıl dava yönünden, davanın kısmen kabulü ile; davacı … için 102.185,76 TL iş güç kaybından doğan tazminat ile davacılar Gülizar Sevinç ve … için 28,50 TL tedavi gideri olmak üzere toplam 102.214,26 TL tazminatın olay tarihi olan 22.11.2003 tarihinden itibaren işleyen yasal faizi ile birlikte davalı TEDAŞ’tan tahsili ile davacılara verilmesine, davalı VEDAŞ’ın taraf olmaktan çıkarılmasına, mahkememiz dosyası ile birleşen Van 2.Asliye Hukuk Mahkemesinin 2013/301 Esas sayılı dosyası yönünden; davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiş, hüküm davacılar vekili tarafından temyiz edilmiş, hükmün Dairemizin 03.03.2015 tarih, 2015/2598 E.–3341 K.sayılı ilamı ile onanmasına karar verilmiş, bunun üzerine davacılar vekili tarafından birleşen davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karşı karar düzeltme talebinde bulunulmuştur.

Borçlar Yasası’nın 60/1.maddesinde öngörülen bir yıllık zamanaşımı süresi, zarara uğrayanın, zarara ve faile ıttıla, başka bir ifadeyle zararın varlığını ve zarar vereni öğrendiği günden itibaren işlemeye başlar. Aynı Yasa’nın 60/2. maddesi gereğince zarara yol açan eylemin, aynı zamanda suç sayılan bir eylemden doğmuş olması durumunda olayda uygulanacak zamanaşımı süresi, o suçun bağlı olduğu (uzamış) ceza zamanaşımı süresidir. Zarar veren hakkında uzamış ceza zamanaşımı süresinin uygulanabilmesi için, eylemin suç niteliğinde olması yeterli olup bu konuda ceza davasının açılmış olması zorunlu değildir.

Anılan bu düzenlemelere göre, bedensel zarara yol açan eylemin suç teşkil etmesi karşısında kural olarak uzamış (ceza zamanaşımının) uygulanması gerekmektedir. Ne var ki, somut olayda da olduğu gibi haksız fiil tarihine göre ceza zamanaşımı süresinin geçmiş olması halinde bile, gelişen durumun varlığı nedeniyle zararın tam anlamıyla öğrenildiğinden söz edilemez. Bu durumda, davacının zararı öğrenmesinin anlamı üzerinde durulmalıdır. Burada önemli olan husus, zarar görenin yasanın anlattığı anlamda zarar veren olayın sonuçlarını, gidişatını, kesinleşen durumunu değerlendirecek bilgiye sahip olmasıdır. Zarar tamamlanmadan zarar gören açısından zararın belirli olduğu kabul edilemez. Zararın tamamlanması ise, tüm sonuçlarıyla bilinmesi ile mümkündür. Eşyaya verilen zarar ile insana verilen zarar arasındaki temel fark da budur. Somut olayda, davacı tarafın zarara öğrenme tarihini, beden gücü kayıp oranının taraflar arasında tartışmalı olması ve davacı küçüğün kolunun kesilmesi ihtimali bulunması nedeniyle Adli Tıp Kurumundan rapor istenilmekle, bu kurumun raporunu öğrenme tarihi kabul etmek gerekir. Zira, davacı küçüğün kesin ve son durumu bu raporla açıklığa kavuşmuştur. Buna göre, bu raporun öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık zamanaşımı süresini hesaplamak gerekir. Her ne kadar, davacı küçüğün maluliyet oranı ve son durumu 28/09/2011 tarihli rapor ile belirlenmiş ise de, bölgede yaşanan deprem felaketi nedeniyle ilgili rapor davacı dosyası içerisine 12/11/2012 tarihli havale ile girmiş ve davacı tarafa 27/02/2013 tarihli oturumda okunmuştur. Şu durumda, davacı tarafın gelişen durumun sonlandığını 27/02/2013 tarihinde öğrendiğini ve bu tarihten itibaren bir yıl içerisinde (17/06/2013) maddi ve manevi zararlarının tazminini isteyebileceği açıktır.
Dava konusu uyuşmazlık, gelişen durumun varlığı halinde, önceki davada manevi tazminat istemeyen zarar görenin, gelişen durumun sona ermesinden itibaren tüm manevi zararını öğrenmeden itibaren bir yıllık sürede isteyip isteyemeyeceği noktasındadır. Borçlar Yasası’nda haksız fiiller için öngörülen zamanaşımı süresi maddi ve manevi tazminat istemleri için farklı belirlenmediğinden zamanaşımına ilişkin hükümler hem maddi, hem manevi tazminat için geçerlidir. Ayrıca gelişen durumda maddi tazminatın, gelişen durumun sona erdiği tarihten itibaren istenip, manevi tazminatın istenemeyeceğine dair yasal bir düzenleme de mevcut değildir.

Eldeki davada, davacı taraf, ilk davada maddi tazminatın hüküm altına almasını istemişse de, manevi tazminat istemini ilk davada istememiş, manevi tazminatı bölmek yerine zararının belirli olduğu ve tamamını öğrendiği, Adli Tıp Kurumu raporunu öğrendiği tarihten itibaren bir yıllık yasal sürede ve birleşen dava ile istemiştir. Bu nedenle, davacı küçüğün gelişen zararını, bu gelişmenin son bulduğu tarihte öğrenmiş olacağı gözetilerek, maluliyet oranının son ve kesin olarak belirlendiği raporun öğrenilme tarihinden itibaren bir yıl içinde açılan manevi tazminat davasına yönelik zamanaşımı def’inin reddine karar verilerek işin esasının incelenmesi gerekirken, birleşen davanın zamanaşımından reddi doğru değildir…”
gerekçesiyle birleşen davaya ilişkin istem bakımından oy çokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, bedensel bütünlüğün zarara uğraması nedeniyle oluşan maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir.

Davacılar vekili, müvekkilleri … ile …’ın oğlu olan …’in 22.11.2003 tarihinde kendilerine ait arazide arkadaşlarıyla oyun oynarken yere çok yakın mesafedeki elektrik tellerine teması sonucunda akıma kapılarak sağ kolundan ve ayağından ağır şekilde yaralandığını, kolunu kullanabilmesi için protez takılması gerektiğini, tedavisinin halen devam ettiğini, kolunun kesilmesi ihtimalinin bulunduğunu, bu nedenle tam zararın henüz ortaya çıkmadığını, elektrik tellerinin mevzuata uygun yükseklikte yapılmadığını, çevrede ölüm tehlikesini gösterir herhangi bir levhanın da bulunmadığını, olayın meydana gelmesinde davalı tarafın ağır kusurunun bulunduğunu ileri sürerek asıl davada maddi tazminat isteminde bulunmuş, bu davanın yargılaması sırasında 17.06.2013 tarihinde açtığı davada ise müvekkili Recep’in tedavisi devam ettiğinden maluliyetinin ve bunun yaratacağı manevi etkilerin tam olarak bilinmediğini, maluliyet oranının asıl dava dosyasında mahkemece Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Dairesinden alınan rapor ile kesin bir şekilde öğrenildiğini belirterek, manevi tazminat isteminde bulunmuş, açılan bu dava asıl dava dosyası ile birleştirilmiştir.

Davalı vekili, olay tarihi ile dava tarihi arasında zamanaşımı süresinin dolduğunu, davanın haksız olduğu gibi talep edilen manevi tazminat miktarlarının da fahiş olduğunu belirterek, birleştirilen davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkemece, maddi tazminat istemli asıl dava kısmen kabul edilmiş, manevi tazminat istemli davanın ise olayın taksirle yaralama suçunu oluşturduğu, bu durumda uygulanacak olan ceza zamanaşımı süresinin beş yıl olduğu, davacılar tarafından maddi tazminat davasının 26.06.2007 tarihinde açıldığı, en geç bu tarihe göre hesaplandığında beş yıllık zamanaşımı süresinin birleşen davanın açıldığı 17.06.2013 tarihinde dolduğu gerekçesiyle manevi tazminat isteminin reddine karar verilmiştir.

Karar taraf vekillerince temyiz edilmiş, Özel Dairece önce onanmış ise de davacılar vekilinin karar düzeltme isteminde bulunması üzerine, manevi tazminat istemine ilişkin karar düzeltme talebi kabul edilerek, yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçe ile karar oy çokluğuyla bozulmuştur.

Mahkemece önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiş, direnme kararı davacılar vekilince temyiz edilmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, manevi tazminat istemi ile açılan ikinci davanın zamanaşımı süresi içerisinde açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümü için uygulanacak zamanaşımı süresinin ve bu sürenin hangi tarihte başlayacağının tespiti gerektiği kuşkusuzdur.

Bilindiği üzere, hukuk düzenince korunan kişisel değerlerin tamamı kişilik hakkının konusunu oluşturur. Kişisel değerler, insanın insan oluşu nedeniyle sahip olduğu vücut, sağlık, yaşam gibi bedensel bütünlüğe bağlı değerler ile ruhsal bütünlük, faaliyet özgürlüğü gibi ruhsal değerleri kapsar.

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 56. maddesinde bedensel zararlardan doğan manevi tazminat düzenlenmiş ve bir kimsenin bedensel bütünlüğünün zedelenmesi durumunda, hâkimin olayın özelliklerini göz önünde tutarak, zarar görene uygun bir miktar paranın manevi tazminat olarak ödenmesine karar verebileceği, ağır bedensel zarar veya ölüm hâlinde ise zarar görenin veya ölenin yakınlarının da manevi tazminat olarak uygun bir miktar paranın ödenmesini talep edebileceği hüküm altına alınmıştır.

Olay tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 47. maddesinde ise hâkimin, bir kimsenin hukuka aykırı olarak cismani zarara uğraması veya ölmesi durumunda, zarar görene yahut kişi öldüğü takdirde ölenin ailesine manevi zarar adıyla “adalete muvafık tazminat” verilmesine karar verilebileceği belirtilmiştir.

Maddi ve manevi tazminat istemlerinin bağlı olduğu zamanaşımı süreleri ise 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 72. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 60.) maddesinde özel olarak düzenlenmiştir.

Tazminat ilişkisinden doğan talepler de hukuki nitelikleri itibariyle bir alacak hakkı olmakla birlikte, kanun koyucu bunları tabi oldukları zamanaşımı süresi yönünden, alacak haklarına ilişkin zamanaşımı süresini düzenleyen TBK’nın 146 ve devamı hükümlerinden ayırmıştır. Ancak, bu ayırma yalnız süreler ve bunların başlangıç anı yönünden olup, zamanaşımının durması, kesilmesi gibi konularda genel hükümler uygulanır (Eren, F.; Borçlar Hukuk Genel Hükümler, Ankara 2017, s.852).

TBK’nın 72/1. maddesinde “Tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yılın ve her halde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar. Ancak, tazminat ceza kanunlarının daha uzun bir zamanaşımı öngördüğü cezayı gerektiren bir fiilden doğmuşsa, bu zamanaşımı uygulanır.” denilerek mülga 818 sayılı BK’nın 60. maddesinde olduğu gibi üç türlü zamanaşımı süresi öngörülmüştür.

Görüleceği üzere, kanunda düzenlenen bu üç çeşit zamanaşımı süresi, sübjektif/nispi nitelikteki iki yıllık “kısa zamanaşımı süresi”, objektif /mutlak nitelikteki on yıllık “uzun zamanaşımı süresi” ile olağanüstü nitelikteki “ceza zamanaşımı süresi”dir. Mülga BK’da zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren bir yıl olarak düzenlenen kısa süreli zamanaşımı, yeni TBK’da iki yıl olarak hüküm altına alınmıştır.
Haksız eylemden kaynaklanan tazminat davalarında, özel kanunlarda başka bir zamanaşımı süresi tayin edilmiş olmadıkça uygulanacak olan zamanaşımı süreleri bu süreler olup, bunlar hem maddi hem de manevi tazminat istemi ile açılan davalar hakkında uygulanır.
TBK’nın 72/1. (BK’nın 60/1.) maddesi, özellikle zamanaşımının başlangıç anını belirleyen bir düzenlemedir. Bu düzenlemeye göre tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren iki yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar. Burada, uygulamada “kısa süreli zamanaşımı” olarak adlandırılan süre söz konusu olup, sürenin başlangıcı sübjektif bir koşula bağlanmıştır. Çünkü, sürenin başlaması zarar görenin zararı ve tazminat sorumlusu kişiyi öğrenmesi gibi sübjektif bir koşulun gerçekleşmesi ile mümkündür.
Mutlak nitelikteki “uzun süreli zamanaşımı”nın başlangıç tarihi ise zarar verici eylemin gerçekleştiği tarihtir. Buna göre, tazminat istemi her halde eylemin gerçekleştiği tarihten itibaren on yılın geçmesi ile zamanaşımına uğrar. Burada on yıllık sürenin başlangıç anı, zarar verici eylemin gerçekleştiği tarih gibi objektif bir koşula bağlanmıştır. Bu noktada kısa zamanaşımı süresi ile uzun/mutlak zamanaşımı süresi arasındaki ilişkiye de değinmek gerekir. Olağan zamanaşımı süresi iki yıllık olan kısa zamanaşımı süresidir. Diğer bir anlatımla iki yıllık zamanaşımı süresi on yıllık süre ile sınırlıdır. Zarar ve zararın sorumlusu olan kişi öğrenildiği takdirde davanın kısa zamanaşımı süresi içerisinde açılması gerekir. Zarar veren eylemin işlenmesinden itibaren on yıl geçtikten sonra zarar ve zararı veren kişi öğrenilmiş olsa bile tazminat istemi, zamanaşımı def’î ile karşılaştığında reddedilir.
TBK’nın 72/1. (BK’nın 60/2.) maddesinde düzenlenen üçüncü süre ise “ceza zamanaşımı süresi”dir. Zarara neden olan eylem, aynı zamanda ceza kanunları uyarınca suç teşkil eden bir eylem oluşturuyor ve bu eylem için ceza kanunlarının öngördüğü zamanaşımı süresi daha uzun bir süre ise bu takdirde uygulanacak olan zamanaşımı süresi, o suçun bağlı olduğu ceza zamanaşımı süresidir. Ceza zamanaşımı süresinin başlangıç anı da zarar verici eylemin gerçekleştiği tarihtir.
Somut olaya gelindiğinde, zarar verici eylem 22.11.2003 tarihinde gerçekleşmiş, manevi tazminat istemine konu birleşen dava ise ceza zamanaşımı süresi içerisinde olmamakla birlikte, mutlak zamanaşımı süresi olan on yıllık süre dolmadan 17.06.2013 tarihinde açılmıştır.

Ne var ki, bazı durumlarda zarar verici eylemin gerçekleştiği tarihe göre ceza zamanaşımı süresi dolmuş olsa bile davacının zararını tam anlamıyla öğrenememesi söz konusu olabilir. Uyuşmazlığın üzerinde toplandığı bu yön nedeniyle zararı öğrenme ile amaçlanan şeyin ne olduğu ve buna göre zamanaşımı süresinin hangi tarihte başlayacağı hususlarının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.

Az yukarıda değinildiği gibi kısa süreli zamanaşımının başlaması için zarar görenin zarar ile birlikte zararın sorumlusunu da öğrenmesi gerekir. Zamanaşımı süresinin işlemeye başlaması, bu iki koşulun da gerçekleşmesine bağlıdır. Bu koşullardan birinin gerçekleşmemesi hâlinde zamanaşımı süresi işlemeye başlamaz. Zarar ve tazminat sorumlusundan hangisi daha sonra öğrenilirse, zamanaşımı süresi son öğrenme gününden itibaren işlemeye başlar.

Uyuşmazlıkta önem taşıyan, davacıların zararın varlığını öğrenmeleri koşuludur.

Belirtilmek gerekir ki, kısa süreli zamanaşımının işlemeye başlaması için zarar görenin, zarar veren eylem veya olayı değil, zararı öğrenmesi gerekir.

Zarar, zarar verici fiil veya olayın zarar görenin hukuki varlık ve değerleri üzerindeki olumsuz etki ve sonuçlardır. Zararın öğrenilmesinden amaç, zarar verici olayı değil, zararın varlık ve niteliğini, unsurlarını, kapsamını öğrenmektir (Eren, F.; s 852-853). Zararın varlığı ve bütün unsurları öğrenilmeden, zarar görenin dava yoluyla talep edeceği tazminat hakkında yeterli bir değerlendirme yapamayacağı açıktır. Hukuka aykırı bir eylem işlenilmesine karşın, onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış, zararın ortaya çıkması için eylem tarihinden itibaren bir takım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise zararın bütün unsurlarıyla birlikte öğrenilmesi mümkün değildir. Oysa ki, zarar görenin mahkeme önünde ciddi bir dava açarak tazminat isteminde bulunabilmesi ve bu istemini objektif bir şekilde destekleyen, etkili gerekçelerini ortaya koyabilmesi için oluşan zararın niteliğini, kapsamını ve bütün unsurlarını öğrenmesi gerekir. Aksi hâlde, doğal olarak zamanaşımı süresi de işlemeye başlamayacaktır.

Bazı hâllerde, gerek zararı doğuran eylem veya işlemin ne olduğu ve kim tarafından gerçekleştirildiği ve gerekse zararın kapsam ve miktarı aynı anda ve tam bir açıklıkla belirlenebilir. Böyle durumlarda, zarar görenin uğradığı zararın varlığını, zarar verenin kim olduğunu, kapsam ve miktarının neden ibaret bulunduğunu öğrendiği andan itibaren, zarar verenden bunun tazminini isteme hakkının doğacağı ve bu hakkına ilişkin yasal zamanaşımı süresinin de o tarihte başlayacağı açıktır.

Buna karşılık, ortaya çıkan zarar, kendi özel yapısı içerisinde sonradan değişme eğilimi gösteriyor, zararı doğuran eylem veya işlemin doğurduğu sonuçlarda (zararın nitelik veya kapsamında) bir değişiklik ortaya çıkıyor ise artık “gelişen durum” ve dolayısıyla gelişen bu durumun zararın nitelik ve kapsamı üzerinde ortaya çıkardığı değişiklikler (zarardaki değişme) söz konusu olacaktır. Böyle hâllerde zararın kapsamını belirleyecek husus, gelişmekte olan bu durumdur ve bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle birlikte işlemeye başlayacaktır.

Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 16.11.2002 gün ve 2002/4-882 E., 2002/874 K.; 01.03.2017 gün ve 2014/21-2372 E., 2017/379 K. sayılı kararlarında da aynı hususlar kabul edilmiştir.

Önemle belirtilmelidir ki, burada sözü edilen “gelişen durum” kavramı, uygulamada çoğu kez yanlış anlaşıldığı şekilde zararın kapsamının zarar görence tam olarak öğrenilmesinin herhangi bir nedenle geciktiği (örneğin buna ilişkin bilirkişi raporunun geç alındığı) durumlara ilişkin olan, böylesi bir durumu ifade eden bir kavram değildir. Eş söyleyişle gelişen durum kavramı, salt zarar doğuran işlem ya da eylemin sonuçlarının gelişmesini ve bu nedenle zarar görenin bu konularda bilgi sahibi olabilmesinin zorunlu olarak bu gelişmenin tamamlanacağı ana kadar gecikmesini ifade eder.

Özellikle somut olayda olduğu gibi bedensel bütünlüğün zarar gördüğü ve tedavinin uzunca bir süreye yayıldığı durumlarda, oluşan zararın miktarı tıbbi bakım ve tedavi sonucunda düzenlenen hekim raporuyla belirli bir açıklığa kavuşmaktadır. Yukarıda anlatılan şekilde gelişen durumun bulunduğu, zararın niteliği ve kapsamının bu nedenle sonradan öğrenildiği hallerde zamanaşımının zararın kesin miktarının öğrenildiği tarihten başlayacağı Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun bir çok kararında (21.03.2001 gün ve 2001/4-258 E., 2001/276 K.; 05.06.2002 gün ve 2002/4-470 E., 2002/477 K.; 15.05.2015 gün ve 2013/21-2035 E., 2015/1345 K. ve 01.03.2017 gün ve 2014/21-2372 E., 2017/379 K.) belirtilmiştir.

Kaldı ki, henüz tedavinin tamamlanmadığı, zararın kapsam ve miktarı konusunda belirsizliğin devam ettiği bir aşamada, zarar göreni süre aşımı kaygısıyla dava açmaya zorlamak hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkına da zarar verecektir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, şahsi yaralanmayla ilgili tazminat davalarında dava açma hakkının, tarafların uğradığı zararı gerçekte değerlendirebildiğinde kullanılması gerektiğine (Eşim/Türkiye, Başvuru Numarası: 59601/09, Karar Tarihi:17.09.2013) hükmetmiştir.

Anayasa Mahkemesi de, itfaiye eri olarak çalışan ve yangına müdahale sırasında yaralanan bir başvurucunun, sağlık durumunda meydana gelen değişikliklerin ve buna ilişkin sağlık raporlarının dava açma süresine etkisi hakkında bir gerekçeye yer verilmeksizin, salt zararı doğuran eylemin meydana geldiği tarih baz alınarak açılan davada süre aşımı bulunduğu şeklinde yapılan değerlendirmenin, mahkemeye erişim hakkına yönelik katı bir yorum olduğu sonucuna vararak, başvurucunun mahkemeye erişim ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine (H.K. Başvurusu, Başvuru Numarası: 2013/7400, Karar Tarihi: 05.11.2015) karar vermiştir.

Bu açıklamalar doğrultusunda somut olaya dönüldüğünde; 1990 doğumlu olan …’in 22.11.2003 tarihinde meydana gelen olayda elektrik akımına kapıldığı; sağ kolu, sağ eli ve sağ bacağında ağır yanıkların oluştuğu, olay günü Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Bölümünde tedavi altına alındığı, tedavisinin önce burada sonrasında ise Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Servisinde uzun bir süre devam ettiği, bu süreçte altı kez ameliyat edildiği, önceleri sağ elinin kesilmesi ihtimali varken yapılan tedavilerle kurtarıldığı, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Servisindeki tedavisinin 30.10.2009 tarihinde sona erdiği, ayrıca 26.03.2010 tarihinde nörolojik, 31.01.2011 tarihinde de ürolojik muayenesinin yapılarak gerekli raporların düzenlendiği, klinik tedavisi bittikten sonra Adli Tıp Kurumu Van Şube Müdürlüğünden alınan 12.04.2010 tarihli raporda daimi malûliyet oranın % 44.0 olarak belirlendiği, ancak taraflarca bu rapora itiraz edildiği, bunun üzerine davacı İstanbul Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu’na sevk edilerek burada 14.01.2011 tarihinde muayene edildiği, 28.09.2011 tarihli raporda da olay tarihinden başlamak üzere davacının sağlık durumundaki tüm bu evreler ve gelişen durumu ayrıntılı olarak irdelenerek malûliyet oranının kesin bir şekilde % 44.0 olarak belirlendiği anlaşılmaktadır. Anılan rapor yerel mahkemeye 12.11.2012 tarihinde ulaşmış olup, davacıların da beden gücündeki kaybın oranını, diğer bir anlatımla zararın kapsamını bu tarihten sonra öğrendikleri sabittir.

Diğer taraftan Özel Daire bozma kararında, uyuşmazlık konusu manevi tazminat davasının, Adli Tıp Kurumu raporunun öğrenildiği tarihten itibaren 818 sayılı BK’nın 60/1. maddesindeki bir yıllık süre içerisinde açıldığından bahisle zamanaşımı itirazının reddi gerektiği belirtilmiş ise de, yargılamanın devamı sırasında 01.07. 2012 tarihinde 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu yürürlüğe girmiş ve zamanaşımı süresi 72/1. maddesinde iki yıl olarak düzenlenmiştir. 6101 sayılı Türk Borçlar Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 5/1 maddesinde de yeni TBK’nın yürürlüğe girmesinden önce işlemeye başlamış bulunan hak düşürücü ve zamanaşımı sürelerinin eski kanun hükümlerine tabi olacağı düzenlenmiştir. Eldeki davada ise gelişen durumun varlığı nedeniyle bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi, bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle işlemeye başlayacağından, zamanaşımı süresinin, önceki Borçlar Kanunu döneminde işlemeye başlamadığının kabulü gerekmektedir. Dolayısıyla yeni Kanun döneminde işlemeye başlayan zamanaşımı süresinin de önceki BK’nın 60/1. maddesindeki bir yıllık süre değil, yeni TBK’nın 72/1. maddesindeki iki yıllık süre olduğu kabul edilmelidir.

O hâlde, davacıların yaralanmadan kaynaklanan zararın nihai sonucunu Adli Tıp Kurumu raporu ile öğrendikleri, manevi tazminat istemine ilişkin davanın da öğrenme tarihinden itibaren iki yıllık süre içerisinde açıldığı gözetilerek, zamanaşımı itirazının reddi ile davanın esasının incelenmesi gerekir.

Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, uyuşmazlığın “zamanaşımının başlangıcı” ve “gelişen durum” kavramlarına ilişkin olduğu, hukuki güvenlik açısından davaların süresinde açılması gerektiği, zamanaşımı süresinin başlaması için zarar görenin zararı ve tazminat sorumlusunu öğrenmesi şart ise de, zarardan haberdar olma kavramının, zararın mevcudiyeti ile uğranılan zararın esaslı unsurlarının bilinmesiyle gerçekleşeceği, somut olayda tedavi süreci devam etse bile malûliyet oranının değişmediği, bu nedenle gelişen durumun bulunmadığı, manevi tazminatın takdire dayalı bir tazminat türü olduğu, olayın yaşandığı ilk andan itibaren yaralanmanın boyutu ve vahametinin davacılar tarafından bilindiği gözetildiğinde manevi tazminat isteminin bu andan itibaren mahkeme huzurunda ileri sürülmesine engel bir durumun bulunmadığı, buna karşın davanın yasal zamanaşımı süresi içerisinde açılmadığı, süresinden sonra açılan davanın da zamanaşımı itirazı ile karşılaştığı, bu durumda mahkemece verilen kararın doğru olduğu ve onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş yukarıdaki gerekçelerle kurul çoğunluğunca kabul edilmemiştir.

Hâl böyle olunca, yerel mahkemece Özel Daire bozma kararında gösterilen ve yukarıda ilave olarak belirtilen nedenlerle bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

S O N U Ç : Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen ilave nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatıranlara geri verilmesine, aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca tebliğden itibaren on beş günlük süre içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 20.12.2017 gününde oy çokluğu ile karar verildi.

ELEKTRİK ÇARPMASI SONUCU ÖLÜM ZAMANAŞIMI SÜRESİ

T.C
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2014/21558
KARAR:2015/17389

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : DİYARBAKIR 3. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 28/10/2014
NUMARASI : 2014/273-2014/1863

Taraflar arasındaki tazminat davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilerinin desteği Abdülbaki , 11.10.2006 tarihinde evinin önünde bulunan, korkuluk ve ölüm tehlikesi levhası olmayan elektrik trafosundan sarkan teli, çocuklarının direğe tırmanıp koparmasını engellemek maksadıyla koparmaya çalıştığı sırada elektrik akımına kapılarak hayatını kaybettiğini, desteğin ölümünden, kendisine ait trafoda hiç bir güvenlik tedbiri almayan davalı şirketin sorumlu olduğunu belirterek; fazlaya ilişkin haklarını saklı tutup, her bir müvekkil için ayrı ayrı 1.000,00 TL maddi tazminat ile eş G.. K.. için 40.000,00 TL, çocuk Ferhat için 10.000,00 TL, çocuk Vedat için 8.000,00 TL, çocuk Esra için 5.000,00 TL olmak üzere toplam 63.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesinde; olayın 2006 yılında meydana geldiğini, eldeki tazminat davasının olaydan 8 yıl geçtikten sonra açıldığını, davanın zamanaşımına uğradığını savunarak; davanın reddine karar verilmesini dilemiştir.

Mahkemece; davacı tarafın, fiili ve tazminat yükümlüsünü 2006 yılı Ekim ayında öğrendiği, ölüm olayının meydana geldiği tarih ile dava tarihi olan 12.02.2014 tarihi arasında yedi yıldan fazla zaman geçtiği gerekçesiyle, davanın zamanaşımından reddine karar verilmiş, hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava; desteğin elektrik çarpması sonucu ölümü nedeniyle açılmış maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.

Temyize konu uyuşmazlık; davada, ceza (uzamış) zamanaşımı süresinin uygulanıp uygulanamayacağı ve buradan hareketle davanın zamanaşımı süresi içinde açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır.

Davanın hukuksal dayanağı, haksız fiildir.

Haksız eylemlerden doğan davalarda uygulanacak zamanaşımı süresi, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 60. maddesinde, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 72. maddesinde düzenlenmiştir. Haksız eylemden doğan tazminat davaları BK’nın 60/1 maddesi gereğince 1 ve 10 yıllık zamanaşımı sürelerine tabidir. BK’nın 60/1.maddesinde öngörülen bir yıllık zamanaşımı süresi; zarara uğrayanın, zararın varlığını ve zarar vereni öğrendiği günden itibaren işlemeye başlar. Aynı Yasa’nın 60/2.maddesi gereğince zarara yol açan eylemin aynı zamanda suç sayılan bir eylemden doğmuş olması durumunda olayda uygulanacak zamanaşımı süresi, o suçun bağlı olduğu (uzamış) ceza zamanaşımı süresidir.

Buna göre, haksız eylem aynı zamanda ceza yasası gereğince bir suç teşkil ediyorsa ve ceza yasası ya da ceza hükümlerini ihtiva eden sair yasalar, bu eylem için daha uzun bir zamanaşımı süresi tayin etmişse, tazminat davası da, ceza davasına ilişkin zamanaşımı süresine tabi olur.

Diğer taraftan tüzel kişilerin organlarının işledikleri haksız fiil aynı zamanda suç teşkil ediyorsa, ceza zamanaşımı süresinin tüzel kişi aleyhine açılan tazminat davasında da uygulanması gerektiği, zira, organların fiilinin tüzel kişileri doğrudan doğruya tazmin yükümlüsü yapacağı, tüzel kişi hakkında daha kısa olan zamanaşımı süresinin, organ hakkında ise, daha uzun olan ceza zamanaşımı süresinin kabul edilmesinin uygulamada hakkaniyete uygun olmayan sonuçlar doğuracağı belirtilerek tüzel kişi hakkında da ceza zamanaşımı süresinin kabulünün uygun olacağı kabul edilmelidir.

Ceza zamanaşımı süresinin uygulanması için ceza davasının açılmış olması gerekmez, haksız eylemin suç niteliğinde olması yeterlidir. Takipsizlik kararı verilse dahi ceza zamanaşımı uygulanabilir. Ceza davasının hiç açılmaması durumunda, hukuk hakimi, haksız eylemin suç niteliği taşıdığını saptamışsa, uzamış ceza zamanaşımını uygulayacaktır.

Tüm bu bilgiler ışığında somut olay irdelendiğinde; davada, desteğin ölümünden dolayı uğranılan maddi ve manevi zararın tazmini talep edildiğine göre, olaya uygulanacak zamanaşımı süresi, ceza zamanaşımı süresidir. Davaya konu olay, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanan taksirle ölüme neden olma suçunu oluşturabilecek nitelikte olup; uygulanacak ceza zamanaşımı süresi, aynı Yasası’nın 66. maddesi uyarınca 15 yıldır. Davacıların desteği, 11.10.2006 tarihinde hayatını kaybetmiş olup, eldeki dava, 20.02.2014 tarihinde açılmıştır. Buna göre eldeki davanın açıldığı tarihte ceza zamanaşımı süresinin dolmadığı açıktır.

Hal böyle olunca mahkemece; açıklanan yönler gözetilerek, davalının zamanaşımı savunmasının reddine karar verilip, işin esasına girilerek, hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı görülmüş, bu husus bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 05.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

HARİCEN SATIŞA DAYALI CEBRİ TESCİL-RESMİ ŞEKİL ŞARTINA UYULMADAN YAPILAN TAŞINMAZ SATIŞLARINA BAZI HALLERDE GEÇERLİLİK TANINABİLECEĞİ- HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI YASAĞI

T.C.

YARGITAY

İÇTİHADI BİRLEŞTİRME GENEL KURULU

ESAS: 1987/2

KARAR:1988/2

TARİH:30.9.1988

TAPUDA KAYITLI TAŞINMAZIN DEVRİ ( Sözleşme Resmi Şekil Şartına Uyulmadan Yapılmışsa Geçersiz Olacağı )

KAT MÜLKİYETİ KANUNUNA TABİ TAŞINMAZ ( Remi Şekil Şartına Uyulmadan Bağımsız Bölüm Satın Alınmasının Bazı Şartlarla Geçerli Olması )

CEBRİ TESCİL DAVASI ( Resmi Şekil Şartına Uyulmadan Yapılan Taşınmaz Satışlarına Bazı Hallerde Geçerlilik Tanınabileceği )

HARİCEN SATIŞ ( Tapuda Kayıtlı Taşınmaz veya Yapımına Başlanan Kat Mülkiyeti Kanununa Tabi Bağımsız Bölüm Olup Olmamasına Geçerliliği )

DÜRÜSTLÜK KURALINA AYKIRILIK ( Karşı Taraf Edimlerini İfa Ettiği Halde Şekil Sakatlığına Dayanmak )

2644/m.26

818/m.213,11

743/m.2,634

ÖZET : Tapuda kayıtlı bir taşınmazın mülkiyetin devir borcu doğuran ve ancak yasanın öngördüğü biçim koşullarına uygun olarak yapılmadığından geçersiz bulunan sözleşmeye dayanılarak açılan bir cebri tescil davasının kural olarak kabul edilmeyeceğine; bununla beraber Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olmak üzere yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satımına ilişkin geçerli bir sözleşme olmadan tarafların bağımsız bölüm satımında anlaşarak alıcının tüm borçlarını eda etmesi ve satıcının da bağımsız bölümü teslim ederek alıcının onu malik gibi kullanmasına rağmen satıcının tapuda mülkiyetin devrine yanaşmaması hallerinde; olayın özelliğine göre hakimin M. K. nun 2. maddesini gözeterek açılan tescil davasını kabul edebileceğine ilk iki toplantıda üçte iki çoğunluk sağlanamadığından 30.9.1988 günlü üçüncü toplantıda salt çoğunlukla karar verildi.

DAVA VE KARAR : “Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olarak yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satımına ilişkin olarak geçerli bir sözleşme olmadan tarafların anlaşarak alıcının tüm borçlarını eda etmesi, satıcının da bağımsız bölümü teslim ederek alıcının uzun süre malik gibi kullandığı halde satıcının tapuda devre yanaşmaması halinde cebri tescil davasının kabul edilip edilemiyeceği” konusunda Yargıtay 1., 8., 14 üncü Hukuk Daireleri ve Hukuk Genel Kurulu Kararları arasında aykırılık bulunduğundan içtihatların birleştirilmesi ( Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararına dayanılarak ) Yargıtay Birinci Başkan vekilliğinin 2.4.1987 günlü yazılarıyla istenilmiştir.

Avukat K. S. ile Avukat N. K.`nin 9.7.1986 ve 18.9.1987 günlü dilekçeleriyle vaki aynı konudaki içtihat aykırılığının giderilmesi istemlerine ilişkin evrak da Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu`nun 3.7.1987 gün 53 sayılı ve 22.10.1987 gün 77 sayılı Kararlarıyla 1987/2 Esas sayılı içtihadı birleştirme evraklarıyla birleştirilmiştir.

Konu böylece Yargıtay Kanununun 45. maddesi uyarınca İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu`nda incelenmiş ve kararlar arasında içtihat aykırılığının varlığı, ilk oturumda ve oybirliğiyle kabul edilmiştir.

I – İçtihat aykırılığının giderilmesi isteminde dayanılan kararlarda beliren görüşlerin özeti ve içtihadı birleştirmeye gerek bulunduğunun kabul edilmesi nedenleri:

Kararlara konu uyuşmazlıklarda; Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olmak üzere yapımına başlanılan taşınmazdan ( inşaatın yapımı sırasında ) geçersiz sözleşmeyle bağımsız bölüm satımı, tarafların anlaşarak ( inşaatın yapımının tamamlanması üzerine ) satışa konu bağımsız bölümün alıcıya teslim edilmesi ve alıcının da sözleşmeyle yükümlendiği tüm borçlarını eda edip bağımsız bölümü malik gibi kullanmakta bulunmasına rağmen satıcının ( sözleşmenin geçersizliğine dayanarak ) tapuda mülkiyetin devrine yanaşmaması nedeniyle açılan cebri tescil davaları söz konusudur.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu`nun 6 Haziran 1979 gün 14/190-799 sayılı kararı ile Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi Kararlarına göre: “… Bir sözleşmenin taraflarından birinin o sözleşmenin ifa olunacağı hususunda o güne kadar süre gelen davranışları ile karşı tarafa tam bir güvence vermiş ve karşı taraf da sözleşmenin yerine getirileceği inancına iyi niyetle bağlanarak kendisine düşen edimleri yerine getirmiş ise, artık sözleşmenin şekil yönünden geçersizliğini ileri sürmek hakkın kötüye kullanılması niteliğini taşır ve bu husus yasal himayeden yoksun kalır. Bu durumlarda sözleşmenin geçersizliğine dayanılarak akdin icrasından kaçınılamaz… olayın özelliğine göre cebri tescil davası kabul edilmelidir…”

Hukuk Genel Kurulunun 22.3.1985 günlü ve 14/399-232, 14/544-233, 14/596- 234, 14/597-235, 14/598-236, 14/649-237 sayılı altı adet kararında da aynı ilke benimsenmiş ve tescil davalarını kabul eden yerel mahkeme kararları onanmıştır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 21.3.1986 gün ve 14/541-257 sayılı kararı ile Yargıtay Sekizinci ve Ondördüncü Hukuk Dairelerinin kararlarına göre ise: “…Geçersiz bir akdin ifası istenememekle beraber taraflar gönül rızası ve serbest iradeleri ile akdin gereklerini tamamen yerine getirdikten ( yani akdi ifa ettikten ) sonra, satıcının akdin aslında geçersiz olduğunu ileri sürmesi halinde dikkate alınacak Medeni Kanunun 2 nci maddesinin devreye girmesi keyfiyetinin olayımızla ilgisi yoktur. Zira tapulu taşınmaz için yapılan sözleşmenin ifası tapuda olur. Taşınmazın mücerret teslimi ifa olarak kabul edilemez… MK`nun 2. maddesi hak veya borcun var olduğu hallerde bunların kullanılması ve yerine getirilmesinde uygulanacak kuralı göstermiştir. Öncelikle davacı ( tescil ) isteminde haklı olmalıdır ki iyi niyet ve kötü niyet tartışma konusu edilebilsin… Tapulu taşınmazların harici alım satımları ve temlik taahhütleri nedeniyle çıkan uyuşmazlıklar 10.7.1940 gün 2/77 sayılı İçtihadı Birleştirme kararında çözüme bağlanmıştır. 25.5.1954 gün 8/18 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına göre de tescil davası dinlenemez…”.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 29.1.1986 gün ve 14/849-57 sayılı; 24.9.1986 günü 8/270-780 sayılı kararlarında da aynı şekilde tescil davalarının reddi gerekeceği kabul edilmiştir. Buna mukabil Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesinin, olayın özelliğine göre MK`nun 2 nci maddesi gözetilerek tescil davasının kabul edilmesi gerektiği yolunda kararları da mevcuttur.

Özetlenen Yargıtay Kararlarından da anlaşılacağı üzere, Yasanın geçerlik şartı olarak öngördüğü şekle uyulmadığı için, içtihadı birleştirmeye konu olaylardaki haricen taşınmaz satımına ilişkin sözleşmelerin geçersiz bulunduğu tartışmasızdır. Kararlar arasındaki aykırılık, içtihadı birleştirmeye konu uyuşmazlıklarda Medeni Kanunun 2 nci maddesi gözetilerek cebri tescil davasının kabul edilip edilemiyeceğinde toplanmaktadır.

Görüşmeler sırasında, 3.11.1980 gün ve 3/2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına dayanarak yapılarak, uygulamaya ilişkin çelişkinin içtihadı birleştirme yoluyla giderilmesine gerek bulunmadığı ileri sürülmüş ise de çoğunluk şu gerekçelerle bu görüşe katılmamıştır:

Gerçi, kiracı ile kiralayan arasında yapılan birden fazla sözleşmenin her birinde tahliye taahhüdü alınması ve önceki sözleşmelerdeki taahhüt sebebiyle tahliye davası açılmadığı ve icra takibi yapılmadığı halde son sözleşmedeki taahhüde dayanarak tahliye isteminde “hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığı” konusunda doğan içtihat aykırılığı üzerine Yargıtay, 3.11.1980 gün ve 3/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında “-Objektif iyi niyet kuralının uygulanmasında kesin sınırlar koymaya imkan olmadığından ve her olayın özelliği nazara alınıp durumun değerlendirilmesi gerektiğinden uygulamaya ilişkin bu çelişkinin içtihadı Birleştirme yolu ile giderilmesine yer olmadığı…-” sonucuna varmıştır. Ancak, bu içtihadı Birleştirmeden hareketle, incelemekte olduğumuz içtihadı birleştirme istemi hakkında da içtihadı birleştirmeye gerek olmadığını benimsemek mümkün değildir. Çünkü, şimdiki içtihadı birleştirmenin konusu, bu uyuşmazlıklarda, hakkın kötüye kuullanılıp kullanılmadığının belirlenmesi değil, hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının ( MK`nun 2. maddesinin ) cebri tescil davası açılmasına cevaz verip vermiyeceğinin tespiti olacaktır. Nitelikleri bakımından açık farklılık nedeniyle 3.11.1980 günlü içtihadı birleştirme kararı, konumuza ilişkin içtihat aykırılığının giderilip içtihatların birleştirilmesine engel olarak kabul edilemez.

Açıklanan nedenlergözetilerek, esasen açık ve belirgin bir şekilde mevcut olan içtihat aykırılığının giderilmesine gerek bulunduğuna ( ilk oturumda ve üçte ikiyi aşan bir çoğunlukla ) karar verilmiştir.

II – TAPUDA KAYITLI TAŞINMAZ MÜLKİYETİNİ DEVİR BORCU DOĞURAN SÖZLEŞMELERDE ŞEKİL

Şekil Kuralı:

Medeni Kanunun 634 ncü maddesinin birinci fıkrası, taşınmaz mülkiyetini devir borcu doğuran sözleşmelerde “-Mülkiyeti nakleden akidler resmi şekilde yapılmadıkça muteber olmazlar-” biçiminde genel bir hüküm getirmiştir. Borçlar Kanunu madde 213`de de, “-Taşınmaz satımı ile taşınmaz satış vaadi sözleşmelerinin geçerli ( muteber ) olması için resmi senede rabdedilmesi şarttır-” hükmüne yer verilmiştir.

Şeklin gerçekleşmesi:

2644 sayılı Tapu Kanununun 26 ncı maddesine göre, taşınmaz mülkiyetinin geçirilmesi sözleşmesi yapmaya yetkili makam, tapu sicil muhafızı veya memurudur. Taşınmaz satış vaadi sözleşmesini ise, 1512 sayılı Noterlik Kanununun 60/3 ve 89 ncu maddeleri uyarınca, düzenleme biçiminde ( re`sen ) Noterler yapabilmektedirler.

Şeklin Amacı:

Genel olarak şeklin amacı, bazen taraflardan birinin veya her ikisinin, bazen de üçüncü kişilerin veyahut kamunun yararını korumak, hukuki güvenliği sağlamaktır. 26.11.1980 gün ve 5/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında, taşınmaz mülkiyetinin geçirimi borcunu yükleyen sözleşmelerin resmi şekilde yapılmasının tarafları koruyucu amacı şöyle ifade edilmektedir: “- Tarafları dikkate davet etmek, acele ile yanlış kararlara varmamak ve altından kalkılmayacak yüklere girmemek-“. Resmi şekildeki sözleşme belirli bir kamu görevlisi tarafından düzenleneceği için, sözleşmede tarafların irade beyanları açık ve kesin olarak belirlenir. Özellikle taşınmazlarda şekil kuralı sayesinde tapu siciline yapılacak olan tescil işlemi için sağlam ve güvenilir dayanak elde edilmiş olur. Tarafların taşınmazın devrine ilişkin iradelerini resmi memur önünde açıklamaları ve bunun resmi senede geçirilmesiyle; genellikle onların ehliyetsizlik, irade bozukluğu, sözleşme şartlarının resmi senettekinden farklı bulunduğu şeklinde değişik ve gelişi güzel itirazda bulunmaları güçleşir. Bu nedenlerle, taşınmaz mülkiyetini devir borcu doğuran sözleşmelerin resmi şekil şartına bağlı tutulmasında sadece tarafların değil kamunun da yararı bulunduğu kabul edilmektedir.

Şekle Aykırılığın Müeyyidesi:

Gerçekten, Borçlar Kanununun 11. maddesinin ikinci fıkrasına göre kanunun öngördüğü bir şeklin kapsam ve sonuçları hakkında başka bir hüküm konulmamışsa, bu şekle uyulmadan yapılan sözleşme sahih olmaz. Başka bir anlatımla Kanun, öngördüğü şekli, bir geçerlik ( sıhhat ) şartı olarak düzenlemiş bulunmakta ve buna uyulmadan yapılan sözleşmelere, “geçersizlik” müeyyidesini ( hukuki sonucunu ) bağlamaktadır. O halde, Medeni Kanunun 634 ncü maddesi ile Borçlar Kanununun 11 ve 213 ncü maddelerinin bu açıklıkları karşısında, tapuda kayıtlı taşınmazın haricen satımına ve noterde düzenleme biçiminde ( re`sen ) yapılmamış olan taşınmaz satış vaadine ilişkin sözleşmeler geçersizdir.

Bu geçersizliğin hukuki mahiyeti doktrinde tartışmalı olup, klasik olarak nitelenen “butlan” görüşüne karşı son yıllarda “kendine özgün geçersizlik görüşü” de savunulmakta ve şekil kurallarının amaçsal yorumundan hareketle ( Şekil noksanlığının herkes tarafından değil, bundan zarar gören tarafça def`i olarak ileri sürülebileceği; şekil noksanlığının hakim tarafından re`sen gözetilemiyeceği… ) ileri sürülmekte ise de; İsviçre Federal Mahkemesi gibi, Yargıtay butlan görüşünü benimsemektedir. Bu itibarla, kanunda öngörülen şekil şartı, emredici niteliktedir ve hakim şekil noksanlığını ( taraflar ileri sürmemiş olsalar dahi yargılamanın her safhasında ) re`sen gözönüne almak zorundadır. Keza, geçersiz bir sözleşmeyi ifadan kaçınmak, kural olarak, ahlaka aykırılık teşkil etmez; ifa edilmeyen edimlerin ifası istenemez ve karşı tarafın iyi niyeti gözönünde tutulamaz. ( A. von Tuhr; Oser/Schöenberger; Dr. H. Becker; Prof. Dr. H. Tandoğan; BGE 86 II 400 vd; 92 II 324 vd; 95 II 42 vd; 98 II 316; 104 II 101, 106 II 151; 26.5.1954 gün 8/18 ve 12.4.1944 gün 14/13 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları… )

III – ŞEKLE AYKIRILIK İLE HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI YASAĞI KURALININ ÇATIŞMASI

Hakkın Kötüye Kullanılması Yasağı Kuralı:

25.1.1984 gün ve 3/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararında da ifade edildiği üzere, Medeni Kanunun 2 nci maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının amacı, hakime özel ve istisnai hallerde ( adalete uygun düşecek şekilde ) hüküm verme imkanını sağlamaktır. Madde hükmünün bu özelliği, İsviçre Federal Kurulunun Medeni Kanun tasarısını Millet Meclisine sevkine ilişkin 1904 tarihli mesajında şöyle açıklanmaktadır: “Bir hakkın kullanılmasının açıkca adaletsizlik teşkil ettiği ve gerçek hakkın tanınması ve ferdin korunması için bütün hukuki yolların kapalı bulunduğu hallerde MK. m.2.f.2 hükmünün amacı, zaruretten doğan ve olağanüstü bir imkan sağlamaktadır” şeklinde açıklanmaktadır… Medeni Kanunun 2. maddesinin ikinci fıkrasındaki kuralla, kanunun ve hakkın mutlaklığı ilkesine istisna getirilmiştir. Ancak, bu kuralın taliliği ( ikinciliği ) de gözetilerek, öncelikle her meseleye ona ilişkin kanun hükümleri tatbik edilmeli; uygulanan kanun hükümlerinin adalete aykırı olabileceği bazı istisnai durumlarda da, 2 nci maddedeki kural, haksızlığı tashih edici bir şekilde uygulanabilmelidir.

Gerçekten de hukukun her alanında uygulanma niteliğine sahip olan hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının; şekle aykırılığı ileri sürme hakkı için de bir sınır teşkil ettiği, buyurucu niteliği itibariyle hakim tarafından re`sen gözetilmesi gerektiği bugün Türk-İsviçre öğretisi ve uygulamasında tartışmasız olarak kabul edilmektedir ( Yargıtay HGK. nun 13.2.1974 gün ve 524/103 sayılı; 2.10.1974 gün ve 2/810-1043 sayılı; 7.12.1983 gün ve 4/224- 1276 sayılı … kararları ).

Şekle aykırılık ile hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralanın çatışmasını, iki halde incelemek gerekmektedir.

İfa Halinde:

Öncelikle “ifa” sözüyle, taşınmaz mülkiyetini geçirme borcunu doğuran sözleşmede şekil noksanlığı veya şekilsizlik bulunmasına rağmen tapuda tescil işleminin yapılmış olması amaçlanmaktadır. Çünkü, taşınmaz mülkiyetini geçirme borcunun ifası tapuda yapılan bir tescil işlemi ile yerine getirilmiş olur.

Taraflar şekle aykırı bir sözleşmeden doğan edimlerini her türlü yanılgıdan uzak bir şekilde bilerek ve isteyerek tümüyle yerine getirmişlerse ( tapuda tescil işlemi yapılmışsa ), bunun iadesinin istenmesinin hakkın kötüye kullanılması teşkil ettiği Yargıtay uygulamasıyla kabul edilmektedir ( HGK. nun 11.3.1953 gün ve 2/9 sayılı; 10.9.1955 gün ve 1/62-63 sayılı Kararları… ). Hukuk Genel Kurulunun 21.3.1986 gün ve 14/541-257 sayılı kararında da aynı ilke benimsenmektedir.

İfa`dan Kaçınılması Halinde:

İçtihadı Birleştirme bu sorunun halliyle ve ancak konusuyla sınırlı olarak ilgilidir.

Taşınmaz mülkiyetini devir borcu doğuran sözleşme yasanın öngördüğü biçim koşullarına uygun olarak yapılmamış bulunmakla beraber tarafların anlaşarak tapuda tescil işlemi öncesinde kendilerini geçersiz sözleşmeyle bağlı sayarak alıcının satış bedelini ödemesine, satıcının taşınmazın intifaını alıcıya terketmesine ve alıcının da taşınmazı malik gibi kullanmakta olmasına rağmen, satıcının tapuda tescil işleminden kaçınması hallerinde, hakim, satın alanın açacağı cebri tescil davasını kabul edebilir mi? Böyle olaylarda hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralı cebren tescile imkan sağlar mı?

İsviçre Federal Mahkemesine göre, şekil noksanlığı sebebiyle batıl bir taşınmaz satışında henüz tescil yapılmadan butlan ileri sürülmesi halinde, ayni hakların şekille ilgili hükümleri karşısında, hakkın kötüye kullanılmasını önlemek için dahi olsa, hakim, tapu memurunu batıl söleşmeye dayanarak tescile zorlayamaz ( 5 Şubat 1946 günlü karar; BGE. 72. II. 39 ).

Yargıtay`ın 10.7.1940 gün ve 2/77 sayılı içtihadı birleştirme kararında da, “-Haricen taşınmaz satılıp da bedeli satana ve taşınmaz da alana teslim ve bu suretle taşınmaz alanın intifaına terkedildiği ve sonradan bunlardan biri ferağdan veya teferruğdan imtina ettiği takdirde muteber olmayan bu satım zımmında her iki tarafın verdiğini istirdada hakkı olduğu-” ilkesi vurgulanmış ve konusuyla ilgili olarak da ( Ancak, alıcı satış bedelinin iadesine kadar taşınmazı işgal edebilir ve bu yüzden kendisinden semereleri tazmin veya ecrimisil istenemez ) sonucuna varılmıştır.

26.5.1954 gün ve 8/18 sayılı içtihadı birleştirme kararında da teyiden tekrarlanan 7.10.1953 gün 8/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında kabul edilen ilke şöyledir: “-Aralarında mevcut olduğunu iddia ettiği akdi bir münasebete müsteniden tapuda malik sıfatıyla mükayyet bulunan bir şahıstan sicildeki kaydın namına tashihini isteyen kimsenin Medeni Kanunun 634. maddesine uygun şekilde davalı ile beyinlerinde inikat etmiş muteber bir akde istinat etmesi lazımdır. Böyle bir akdin inikat etmediği davacının beyanından anlaşıldıktan sonra kanunun mevcut olmadığını kabul ettiği bir halin ispatı da artık düşünülemez. Bu gibi hallerde davanın hukuki sebepten mahrum bulunması bakımından reddedilmesi iktiza eder…-“.

Gerçekten de şekil şartına ilişkin yasa hükümlerinin emredici niteliği ve söz konusu Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları karşısında, tapuda kayıtlı bir taşınmazın mülkiyetini devir borcu doğuran ve ancak yasanın öngördüğü biçim koşullarına uygun olarak yapılmadığından geçersiz ( batıl ) bulunan sözleşmeye dayanılarak açılan cebri tescil davasının; olayın özelliği gerektirmedikçe, hakkın kötüye kullanılmasını önlemek amacıyla dahi olsa, reddi gerekir. Örneğin, üzerinde bina bulunan bir taşınmazı veya Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olarak yapımı tamamlanmış binadan bir bağımsız bölümü, bir tarlayı ya da arsayı geçersiz sözleşmeyle satın alıp ona zilyet olan ve sözleşmeyle kendisine bağlı sayarak tüm vecibelerini yerine getiren kişinin; velev tapuda devir borcunun yerine getirileceği hususunda satıcı tarafından kendisine tam bir güvence verilerek aldatılmış olsa dahi, cebri tescil isteği reddedilir. Çünkü, nitelikleri itibariyle emredici bulunan ve hakim tarafından re`sen gözetilmesi gereken şekle aykırılık ile hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralı bir uyuşmazlıkta çatıştığında; hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralıyla şekil şartı kuralının aşılabilmesi için olayın özelliği büyük önem taşımaktadır. Bu hal, Medeni Kanunun 2 nci madddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen kuralın taliliğinin ( ikincilliğinin ) tabii bir sonucudur ve hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralı ancak fevkalade zaruri hallerde uygulama yeri bulabilir. Aynı ilkeye 25.1.1984 gün ve 3/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararında da değinilmiş olup, Ord. Prof. Dr. A. B. SCHWARZ`ın bu konudaki görüşü de ( Medeni Hukuka Giriş, Hıfzı Veldet çevirisi, Sh. 201 vd. İst. 1946 ) özetle şöyledir: “-Bu genel hükmün uygulanmasında çok ihtiyatlı davranmak icap eder. Çünkü bugünkü kanunlarda ifadesini bulan bütün rasyonel özel hukukun manası, hukuki meseleleri sarih olmayan hakkaniyet hisleriyle değil, kat`i ve açık prensiplerle halletmektir. Sadece hüsnüniyet ve hakkın suistimaline dayanan bir hukuk tatbikatı bu hedefi tehlikeye koyar. Bu nedenlerle her meseleye ona taaluk eden özel hükmü tatbik etmek ve MK. un 2. maddesini fevkalade zaruri olan hallerde sırf itmam ve tashih edici bir şekilde tatbik eylemek lazımdır…-“

Yargıtay`ın, olayın özelliğini gözeterek, hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralıyla şekil şartı kuralını aştığına ve böylece şekil şartı kuralını ihmal ettiğine örnek olarak ( Geçersiz sözleşme uyarınca aldığı tapulu taşınmaza yapı yapan ya da ağaç diken kimseye Medeni Kanunun 650 nci maddesine göre aranın veya tarlanın adına cebren tescilini isteme hakkını 5.7.1944 gün ve 12/26 sayılı içtihadı birleştirme kararıyla tanımış olması ) gösterilebilir. İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümünde aynen şöyle denilmektedir: “- …Bir gayrimenkulü badehu resmi takririni vermek üzere haricen ahara satıp parasını alarak müşteriye teslim eden ve inşaat ve garsiyatı görüp menetmeyen malikin zımni rıza ve muvafakatı nazarı dikkate alınarak ve hadiseye göre enfüsi hüsnüniyet arayarak bu maddeyi ( MK. m. 650 ) tatbik etmek lüzumu aşikardır.-“.

İçtihadı Birleştirmenin konusu olayların özelliğine gelince: 1965 yılında Kat Mülkiyeti Kanununun yürürlüğe girmesinden sonra ülkemiz inşaat sektöründe hızlı bir ilerleme kaydedilmiş, eskiden hiç görülmeyen “kat karşılığı inşaat sözleşmesi” olarak adlandırılan yaygın bir sözleşme türü doğmuştur. Bu sözleşmelerle müteahhit ( yüklenici ), arsa ( iş ) sahibinin arsası üzerinde inşaat yapmayı üstlenmekte, buna karşılık inşaat bitince kendisine devir edilecek olan bazı daireleri ( bağımsız bölümleri ) bedel olarak almaktadır. Ancak, müteahhit daha inşaata başlar başlamaz ileride mülkiyeti iş sahibi tarafından kendisine devredilecek olan bağımsız bölümleri, yapacağı inşaatın finansmanı için üçüncü kişilere geçersiz sözleşmelerle satmaktadır. Veyahutta bazı müteahhitler mülkiyeti kendilerine ait bulunan taşınmaza Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olmak üzere inşaat yapımı sırasında inşaatı tamamlayabilmek için gerekli parayı temin amacıyla aynı şekilde geçersiz sözleşmelerle ve ileride satışa konu bağımsız bölümün tapusunu vereceği hususunda karşı tarafta tam bir güvence yaratarak satışlar yapmaktadırlar. İşte bu şekilde Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olmak üzere yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satımına ilişkin geçerli bir sözleşme olmadan tarafların bağımsız bölüm satımında anlaşarak alıcının tüm borçlarını eda etmesi ve satıcının da bağımsız bölümü teslim ederek alıcının onu malik gibi kullanmasına rağmen satıcının tapuda mülkiyetin devrine yanaşmaması; genellikle, aslında bağımsız bölümün satış bedeli satım tarihi itibariyle uygun bulunduğu ve satıcı satış bedelinden inşaat sırasında yararlandığı halde, bu arada alıcının ödemiş olduğu para değerinin enflasyon nedeniyle oldukça düşmesinden, buna mukabil satılan bağımsız bölümlerin değerlerinin tapuda devir edileceği zaman da fahiş oranda artmış bulunmasından ileri gelmektedir. Başka bir anlatımla, bunları düşünen satıcı ( müteahhit ) sözleşmeden sıyrılmanın yollarını aramakta ve yasanın öngördüğü resmi şekil şartına sığınarak mülkiyeti devir borcundan kacınmaktadır. Satıcının bu tutumu ise; açıkça, şekil mecburiyeti koyan yasa hükmünden bu hususta korunmaya layık bir yararı olmaksızın yararlanmaya çalışma teşkil eder ve onun hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralını duraksamaya yer vermeyecek şekilde ihlal ettiğini gösterir. Oysa MK.nun 2 nci maddesinin ikinci fıkrasıyla, suistimal karakteri doğrudan doğruya aşikar olan hallerde hakların istimali kanuni himayeden mahrum bırakılmıştır. Böyle uyuşmazlıklarda, hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralı değil, şekil şartı kuralı ihmal edilebilir. Zira İsviçreli Prof. MERZ`in de dediği gibi ( Medeni Kanun Şerhi art. 2, Nr. 21 ), şekli hukuktaki hakkı maddi adalet düşüncesi ve gerekleri sınırlar onu gerçek ölçülerine götürebilir; gerçek hak korunur, şekli veya görünen hak korunmaz. Gerçekten şekle ilişkin hükmün gayesi dışında menfaat temini yoluna gidilmek istenildiği durumlarda yargı hassas olmaya mecburdur. Zira hukuk ancak, meşru menfaatlerin tatminine yarar; başka bir şeye yaradığı takdirde ise mevcudiyet sebebini kaybeder. Öte yandan Medeni Kanunun 4. maddesi hükmüyle de hakim, adalete uygun karar vermeye çağırılmaktadır. O, menfaatların doğru ve adil bir muvazenesini yapmak ve gerçekleri gözetmek zorundadır.

Açıklanan nedenlerle, içtihadı birleştirmenin konusu uyuşmazlıklarda ve onunla sınırlı olmak üzere, olayın özelliğine göre hakimin Medeni Kanunun 2 nci maddesini gözeterek açılan tescil davasını kabul edebileceği sonucuna varılmıştır.

Varılan bu sonuçla Türkiye Cumhuriyet Anayasasının 10 ncu maddesinde öngörülen “Kanun önünde eşitlik ilkesinin” ihlal edildiği yolundaki görüş; gösterilen gerekçeler karşısında varit olmadığı gibi, şekle aykırı sözleşmeye tapulu taşınmaz satımı yapan satıcının tapuda mülkiyeti devir işlemine yanaşmadığı her olayda hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralı gözetilerek cebren tescil isteminin kabul edilmesi de yasamızın sistemiyle bağdaşmaz.

Bu içtihadı birleştirme kararıyla Eşya Hukukuna hakim olan prensiplerin büyük ölçüde değiştirildiği iddiasına da katılmak mümkün olamaz. Cebri tescil istemi, ayni değil, kişisel bir haktır. Geçersiz sözleşmeye dayanarak tescil talebinde bulunan kimsenin bu davasının kabul edilebilmesi, dava açılmadan veya tescil kararı verilmeden önce taşınmazın mülkiyetinin üçüncü şahsa geçmemiş bulunması şartına da bağlıdır. Başka bir anlatımla, kural olarak ifa ( tescil ) davası geçersiz sözleşmenin tarafları arasında rüyet edilecektir. Tapu sicilindeki kayda güvenen iyi niyetli üçüncü şahsa tescil kararından önce taşınmazın mülkiyeti geçirilmiş ise elbette geçersiz sözleşmeye dayanan kişi olarak satın alanın tescil isteminin de yasal dayanağı kalmaz ( MK. md. 931 ).

Görüşmeler sırasında içtihadı birleştirmenin olumlu yönde çözümlenmesi halinde M. K. nun 917. maddesinin uygulanmasında büyük uyuşmazlıklara neden olunacağı, yabancıların taşınmaz edinmelerinin yeterince takibinin engelleneceği, icra hukuku bakımından tereddüt ve ihtilaflara yol açılacağı da ileri sürülmüşse de bütün bu sorunların içtihadı birleştirme ile varılan sonuçtan kaynaklanamıyacağı gerçeği ortadadır.

SONUÇ : Tapuda kayıtlı bur taşınmazın mülkiyetin devir borcu doğuran ve ancak yasanın öngördüğü biçim koşullarına uygun olarak yapılmadığından geçersiz bulunan sözleşmeye dayanılarak açılan bir cebri tescil davasının kural olarak kabul edilmeyeceğine; bununla beraber Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olmak üzere yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satımına ilişkin geçerli bir sözleşme olmadan tarafların bağımsız bölüm satımında anlaşarak alıcının tüm borçlarını eda etmesi ve satıcının da bağımsız bölümü teslim ederek alıcının onu malik gibi kullanmasına rağmen satıcının tapuda mülkiyetin devrine yanaşmaması hallerinde; olayın özelliğine göre hakimin M. K. nun 2. maddesini gözeterek açılan tescil davasını kabul edebileceğine ilk iki toplantıda üçte iki çoğunluk sağlanamadığından 30.9.1988 günlü üçüncü toplantıda salt çoğunlukla karar verildi.

KARŞI DÜŞÜNCE YAZISI:

Bu içtihadı birleştirme kararıyla hukukun 4 ana ilkesine büyük ayrımlar getirilmiş bulunmaktadır.

Bu içtihadı birleştirme kararı ile “getirilen birinci ayrım, kat mülkiyeti kanununa tabi olarak yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satın alınması”, -taşınmazın bir bölümünün satışı olduğu halde-, taşınmaz satımına ilişkin şekil kuralları bir tarafa bırakılarak, taşınır ( menkul ) hükümlerine tabi tutulmuş olmasıdır.

Hukuk ilkelerine getirilen ikinci ayrım, mutlak butlanla malul, baştan itibaren hükümsüz bir sözleşmeye, geçerlik tanınmış olmasıdır.

Üçüncü ayrım taşınmaz satımlarında diğer deyişle taşınmaz mülkiyetinin naklinde ifa, ancak tapuya tescille mümkün olduğu halde ( MK. m. 633 ) zilyetliğin devrinin, ifa sonuçlarını doğuran bir olgu olarak kabul edilmesidir.

Hukuk ilkelerine getirilen dördüncü ayrım ise, mevcut 7.10.1953 gün 8-7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına rağmen Türk Medeni Kanununun 642. maddesi gereğince tescili talep için anılan yasanın 634. maddesine uygun biçimde bir sözleşmenin bulunması şartının ortadan kaldırılmış bulunmasıdır.

Getirilen bu ayrık hükümlere katılmak mümkün olamamıştır.

Taşınmazların taşınırlardan farklı hükümlere tabi tutulmaları, mülkiyetin devrini amaçlayan akitlerin ( sözleşmelerin ) geçerliiği için resmi şeklin mülkiyetin kazanılması ( İktisabı ) için ise tapu kütüğüne tescil şartının ( MK. m. 634, 633 ) aranması; taşınmazlarda zilyetliğin, taşınırların aksine, mülkiyeti göstermeye yeterli olmaması, taşınmazların genellikle taşınırlara nazaran daha kıymetli bulunması, Devletlerin vatan toprağını oluşturan arazinin kimler elinde bulunduğunu bilmesindeki büyük yararı, taşınmaz üzerindeki işlemlerin genellikle uzun süreli bulunması, taşınmazlarda ne gibi yükümlülüklerin bulunduğu, sınırlı ayni hakların mevcudiyeti ve bunların sıralarının ancak tapu kaydıyla anlaşılabilmesi gibi hukuksal, sosyal ve ekonomik emniyet ve ihtiyaçların sonucudur. Cermen hukukunda onuncu yüzyılda; Osmanlı Devletinde ise, 1872 tarihinde başlamak üzere taşınmazların tapuya bağlanması esası, haklı olarak münakaşa edilemez bir gerçek halini almıştır. Bu nedenledir ki, yurdumuzda da tapulama ve kadastro çalışmaları büyük bir hızla devam etmektedir. Bir taraftan Devlet tapusuz taşınmazların tapuya bağlanması hususunda büyük çaba sarfederken, diğer taraftan tapulu bir kısım taşınmazların taşınırlar gibi işlem görmesi sonucunu doğuracak bir içtihadı birleştirmenin benimsenmesi, farklı iki tutum olarak göze çarpmaktadır.

Diğer yandan 21.6.1987 kabul ve 3402 sayılı 21.9.1987 tarihinde yürürlüğe giren çok yeni tarihli bir tasfiye kanunu olan Kadastro Kanununun 13. maddesinin B-b bendinde dahi, harici satışlara hukuki değer verilebilmesi için en az on yıl müddetle çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla zilyet bulunma koşulu arandığı halde, içtihadı birleştirme kararı ile kadastro bölgesinde olmayan “Kat Mülkiyet Kanununa tabi olarak yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satımında”, bu sürede bir zilyetlik dahi öngörülmemesi büyük bir çelişkidir.

Yasa koyucu taşınmazların mülkiyetinin devrini amaçlayan sözleşmelerde, şekle o kadar önem vermiştir ki, Borçlar Kanununun 11. maddesindeki hükümle yetinmemiş, Borçlar Kanununun 213, Türk Medeni Kanununun 634, Tapu Kanununun 26, 3402 Sayılı Kadastro Kanununun 13, Kat Mülkiyeti Kanununun 10. maddesiyle ayrıca özel hükümler getirmiştir.

Şekle aykırılığın sonuçlarının ilgili bulunduğu hukuk dalıyla çok yakın ilişkisi bulunmaktadır. Bu sonuçlar şeklin geçerlik şartı olduğu durumlarda başka, isbat şartı olarak öngörüldüğü durumlarda ise başkadır. Şekil yokluğu ile şekil eksikliğini de birbirinden ayırmakta büyük yarar vardır. Genellikle şeklin amacı taraflara düşünme imkanı, isbat kolaylığı sağlamak, taraflar arasında güveni geliştirmek olarak ifade edilebilir. Fakat taşınmaz satımındaki şeklin fonksiyonu ( işlevi ), bunlara ek olarak taşınmazların mülkiyetinin geçişinin ( tescilin ) sebebe bağlılığında ( illilikte ) ve taşınmaz satımına ilişkin şekil hükümlerinin, Suat Bertan`ın da haklı olarak belirttiği gibi “Kamu düzeni” ile ilgili bulunmasında görülür ( Bkz. Dr. Suat Bertan, Ayni Haklar, Ankara 1976 Cilt 1, Sh. 508 ).

Tescilin sebebe bağlılığı ( illiliği ) ise, gerek şekil gerek muhteva bakımından geçerli bir akdin varlığını amaçlar. Medeni Kanunumuzun 933. maddesinde kabul edilen ilke, taşınmaz mülkiyetinin devrini amaçlayan sözleşme tapu kütüğünde tescil suretiyle ifa edilmiş olsa dahi, şekil veya muhteva eksikliğinin tapu kaydının terkin ve tadiline neden olacağıdır. Şeklin taşınmazların satımındaki bu niteliği gözönünde tutulduğunda, içtihadı birleştirmede varılan sonucu paylaşmak mümkün olmamıştır.

Türk Hukukunda taşınmaz satışında ( mülkiyetin devrini amaçlayan akitlerde ) geçerlik şartı olarak öngörülen şekle riayet edilmemenin sonucu, ( hükümsüzlük ) mutlak butlandır. ( Bkz. Prof. Dr. Feyzi Necmeddin Feyzioğlu, Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, C.I, İst. 1976, 341; 26.5.1954 T. 8/18 sayılı 12.4.1944 T. 14/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararları )

Mutlak butlan sonuçları ise hukuk biliminde ve uygulamasında: 1 – Sözleşmenin başlangıçtan itibaren geçersiz olduğu ve sonuç doğurmayacağı 2 – Bu geçersizliğin herkes tarafından ilri sürülebilmesi 3 – Sözleşmenin butlanla malul olduğu yolundaki iddianın zamanaşımına uğramayacağı 4 – Hakimin butlanı kendiliğinden ( re`sen ) gözönünde tutulması gerektiği 5 – Butlan sebebi ortadan kalksa dahi akdin geçerlik kazanamıyacağı, tarafların icazetinin sonuç doğurmayacağı 6 – Taraflar sözleşmenin gereğini aralarında anlaşarak yerine getirseler dahi, butlan ile malul hukuki işlemi, -meğer ki aynı muhteveda yeni bir sözleşme yapılmış olsun-, geçerli kılmayacağı 7 – Butlanın yargılama hukuku bakımından bir def`i değil, itiraz olduğu şeklinde belirlenmiştir. ( Bkz. Prof. Dr. Sefa Reisoğlu, Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, İstanbul 1988, 7.Bası, Sh. 117 vd.; Tekinay Borçlar Hukuku, C.I, S.502 vd. Prof. Dr. Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C.I, Ankara 1987 s. 355 vd; Dr. Seyfullah Edis, Medeni Hukuka Giriş ve Başlangıç Hükümleri, Ankara 1983, s. 154 ).

Tapu kütüğünde tescil yapılmadan, şekil yokluğunu ileri sürme, hakkın kötüye kullanılması sayılamaz.

İsviçre Federal Mahkemesinin uygulaması da aynı doğrultudadır ( Bkz. Prof. Dr. Haluk Tandoğan, Borçlar Hukuku Özel Borç İlişkileri Cilt 1/1, Ankara 1985 Sh. 237-238; Le Journal des tribunaux 15.2.1987, No: 3, S. 70-78 ).

Ord. Prof. Dr. Andreas B. Schwarz`ın da ifade ettikleri gibi, Medeni Kanunun 2. maddesinin tatbikinde çok ihtiyatlı ve basiretli olmak icabeder… Hüsnüniyet ve hakkın suistimali kat`i surette tarifi mümkün olan mefhumlar olmayıp, müphem ve geniş bir mahiyet arzeden mefhumlardır. Roma hukukunun doğumundan beri geçen ikibin seneden fazla bir zamandaki tekamülün neticesi olarak bugünkü kanunlarda ifadesini bulan bütün rasyonel hususi hukukun manası hukuki meseleleri sarih olmayan hakkaniyet hisleriyle değil, kat`i ve açık prensiplerle halletmektir… Sadece hüsnüniyet ve hakkın suistimaline dayanan bir hukuk tatbikatı bu hedefi tehlikeye koyar ( Bkz. Schwarz, Medeni Hukuka Giriş, s. 197-198; Oğuzman Medeni Hukuk Dersleri, Giriş – Kaynaklar – Genel Kavramlar, İstanbul 1975 Sh. 184 dipn. 80 ).

İçtihadı Birleştirmeye konu olan olaylarda, -şekil, kamu düzeni düşüncesiyle kabul edildiği halde-, şekil yokluğu,- ( şekil eksikliği değil )-, söz konusudur. Bu gibi hallerde şekil yokluğunu ileri sürmenin, hakkın kötüye kullanılması sayılmayacağı, bilimsel incelemelerde de dile getirilmiştir. ( Bkz. Prof. Dr. Fevzi Necmettin Feyzioğlu, Medeni Kanunun 50. Yıldönümünde Hakların Kötüye Kullanılması, Medeni Kanun 50. Yıl Sempozyumu, İstanbul 1978 s. 183, Edis, age; s. 355 ).

İçtihadı Birleştirmeye konu olan olaylarda, kamu düzeni, şekil yokluğu ile butlan ve 3402 Sayılı Kadastro Kanunundaki özel hüküm hep birlikte bir arada bulunmaktadır. Medeni Kanunun 2. maddesinin bu hallerde uygulanması olanaklı değildir.

Yargıtay butlan bakımından görüşünü 22.11.1944 gün, 27/32 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç kısmının son paragrafında “Batıl olan bir aktin, alıcının hüsnüniyet yahut satıcının sebepsiz sözünden dönerek ahlak kaidelerine muhalif hareketi ile sıhhate inkilap etmeyeceği, malum bir keyfiyettir” diyerek açıkça belirtmiştir. ( Bu içtihadı birleştirme kararının sadece tapusuz taşınmazlarla ilgili kısmı 9.10.1946 gün, 6/12 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararıyla yürürlükten kalkmıştır ).

Nitekim İsviçre Federal Mahkemesi de çok yeni bir kararında aynı ilkeyi dile getirmiştir ( Bkz. Jdt. 15.2.1987 No: 3, s. 70-78, İst. Barosu Dergisi Sayı 1987/7, 8, 9, Sh. 579 ). Bu kararda da belirtildiği gibi “şekil eksikliğini re`sen gözönüne alınacak bir butlan sebebi saymak ve bundan sonra Medeni Kanunun 2. maddesinin 2. fıkrasındaki yasak nedeniyle bu geçersizliği ortadan kaldırmak, mantiki de gelmemektedir..”

Ayrıca şekle aykırılığın ileri sürülmesinin hakkın kötüye kullanılması teşkil ettiği açık olmayan, sınırda bulunan durumlarda da, M. K. nun 2. maddesinin uygulama olanağı yoktur. Nitekim bu içtihadı birleştirmede oylar ilk müzakerede 45`e karşı 46 Medeni Kanunun 2. maddesi uygulanailir, ikinci müzakeresinde 44 oya karşı 45 uygulanamaz, son müzakerede ise 44`e karşı 45 uygulanır olarak gerçekleşmiştir. Diğer deyişle sonuç Yargıtay Büyük Genel Kurulunun Kompozisyonuna göre bir oyla değişmektedir.

Kanımızca, bu içtihadı birleştirmenin eleştiriye açık yönlerinden biri de uygulamada doğuracağı sakıncaları gözönünde bulundurmamış olmasıdır.

Bu içtihadı birleştirmeyle; birbirine bitişik iki araziden “kat mülkiyeti kanununa tabi olarak yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satın almaya ilişkin olanda” bu içtihat; fakat buna bitişik olan kat mülkiyeti kanununa tabi olarak yapımına başlanılmış bir faaliyet bulunmayan taşınmazdan bir bölümünün mülkiyetin devrini amaçlayan sözleşmelerde ise, Türk Medeni Kanununun yürürlükteki hükümleri uygulanacaktır. Böylece iki bitişik taşınmaz, farklı hükümlere tabi tutulacaktır. Bu sonucu Anayasa`nın 10. maddesindeki eşitlik ilkesiyle bağdaştırmak ve ayrı hükümlerin uygulanmasını bu iki taşınmaz maliklerine ve bu taşınmazlarla ilgili mülkiyetin naklini amaçlayan sözleşme yapmış kişilere izah edebilmek de mümkün değildir. Getirilen bu ayrıcalık kanımızca isabetli olmamıştır.

Bu içtihadı birleştirme kararıyla sadece Medeni Kanun hükümlerine tabi taşınmazlar bakımından değil, 3402 Sayılı Kanuna tabi taşınmazlar bakımından da farklı uygulama getirilmektedir. Yeterli kültür ve eğitim hizmetlerini götüremediğimiz kişilerden harici satışların hukuki sonuç doğurması için 3402 Sayılı Kanun m. 13/B-b hükmü gereğince 10 yıllık zilyetlik koşulu aranacak, bu taşınmaza bitişik fakat İçtihadı Birleştirme kapsamına giren taşınmaz malikleri bakımından ise bu şart aranmadan harici satın almalar hukuki değer tanınacaktır. Bu sonucu paylaşmak mümkün değildir.

Bu içtihadı birleştirme kararı Medeni Kanunun 931 ve 917. maddelerinin uygulanmaları bakımından da büyük uyuşmazlıklara neden olacaktır. Medeni Kanun Eşya Hukukuna hakim olan prensipler büyük ölçüde değiştirilmiş olmaktadır.

Bu içtihadı birleştirme sadece Türk Medeni Kanunu hükümleri bakımından değil, diğer hukuk dalları bakımından da sakıncalı sonuçlar doğuracaktır.

Yabancı uyrukluların Türkiye`de taşınmaz edinmeleri bazı sınırlamalara tabi tutulmuştur. Bu içtihadı birleştirmeyle tapulu taşınmazların resmi senetle satışına büyük bir istisna getirildiğinden, yabancıların taşınmaz edinmeleri yeterince takip edilemeyecektir.

Diğer yandan Türk Parasının kıymetini koruma hakkındaki 21.6.1984 Tarih ve 30 sayılı karar gereğince Yabancı uyruklulara ait taşınmazların satış paralarının bloke edilmesine ilişkin hükümlerin uygulanması da büyük ölçüde tehlikeye girmiştir.

İçtihadı birleştirmeyle varılan sonuç vergi hukuku bakımından, vergi mükelleflerini tesbit konusunda büyük karışıklığa neden olacaktır. Bugün uygulamada vergi mükelleflerini tesbit bakımından tapu kayıtlarından büyük ölçüde yararlanılıyordu. Örneğin iki taşınmazı olan bir kişi, vergi beyanında bulunmadıysa, birisinde kendisinin ikamet ettiği, diğerinden gelir sağladığı varsayımından hareketle vergi daireleri gerçeği arama durumuna gidebiliyorlardı. Bu içtihat bu imkanı da büyük ölçüde engellemiş olacaktır.

Bu içtihadı birleştirme ayrıca İcra Hukuku bakımından da tereddütlere ve ihtilaflara sebebiyet verecektir.

Bu içtihadı birleştirme kararı, çoğunluğun görüşünün aksine, kanımızca, hakkaniyete uygun sonuçlar doğurmayacak, bilakis bugün günlük basına dahi yansıyan bir dairenin birden fazla kişiye satılması imkanını, daha da kolaylaştıracaktır. Mülkiyetin devrini amaçlayan sözleşmelerin resmi şekilde yapılması yasal zorunluluğuna rağmen bugün uygulamada görülen harici satışlar, daha da artma istidadı gösterecek, aktin resmi şekilde yapılmasını zorunlu kılmayan bu içtihat olumsuz etki yapacaktır. Nasıl ki haricen yapılan evlenmenin müşterek çocuklar meydana gelse dahi, geçerli bir evlilik olarak nüfusa tescili dava yoluyla ileri sürülemezse ve harici evliliğin geçersiz olduğuu ileri sürmek kötü niyetli bir davranış, hakkın suistimali olarak nitelendirilemezse, içtihadı birleştirmeye konu olan olayda da tapu kütüğüne tescil yapılmış bulunmadıkça, diğer ifadeyle ifa yerine getirilmedikçe, akdin şekil noksanlığıyla geçersiz, mutlak butlan ile hükümsüz olduğunu ileri sürmek, hakkın kötüye kullanılmasını oluşturmaz ve böyle bir geçersiz akde dayanılarak Medeni Kanunun 642. maddesi gereğince ifa ( tescil talep etme ) davası açılamaz.

2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 20. maddesinin 2/d bendiyle trafik araçları için dahi Noterlerce satış akdinin düzenlenmesi hükmü getirilirken içtihadı birleştirme kapsamına giren taşınmazlar için harici satışa geçerlilik tanınması kanımızca doğru olmamıştır.

Ayrıca, durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kişinin iyi niyet iddiasında bulunamıyacağınıda gözden uzak tutmamak gerekir. ( MK. m.3.f.2 ).

Bu içtihadı birleştirme kararı, kanımızca kendi içinde de yeterince net değildir. Uzun sürenin niteliği, zamana, mekana ve kişiden kişiye değişik olacak, hukukun önemli unsurlarından biri olan istikrarın gerçekleşmesi de tehlikeye düşecektir.

Her ne kadar içtihadı birleştirme müzakerelerinde dile getirilmediyse de, M.K. nun 633. maddesinde bazı istisnai ( ayrık ) hallerde tescilden evvel dahi malik olma olanağının tanındığından bahisle, bunu örnek gösterecek içtihadı birleştirme kararında varılan sonucun doğru olduğunu söylemek, önceden ifade edelim ki, gerçekçi ve hukuksal olmayacak, yukarda belirtilen tehlikeleri ve sakıncaları ortadan kaldırmayacaktır.

Bütün bu nedenlerle saygıdeğer çoğunluğun görüşüne iştirak edemiyor ve içtihadı birleştirme kararında varılan sonucu paylaşamıyorum.

Turgut UYGUR

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi Başkanı

KARŞI OY YAZISI

  1. Usule İlişkin Karşı Görüşüm:

Ön koşul olarak, kesin sınırlar çizmek suretiyle şu olayda “Dürüstlük Kuralları” uygulanabilir veya uygulanamaz şeklinde yanlış yoldan hareketle, MK.nun 2. maddesinin uygulama alanını kısıtlamak yasanın özüne ve sözüne aykırıdır. En önemlisi İçtihatların birleştirilmesi kararıyla çözüm şekli tehlikeli bir tutum yöntemdir.

Hayatın sonsuz tezahürleri vardır. Hiçbir zaman Ferdi ve Sosyal olaylar tam olarak birbirine benzerlik göstermemişlerdir. Her olay kendine özgü koşulları içinde oluşur ve gelişir. Muhakkak diğer olaylardan ayrılık gösteren saik ve amaçları vardır. Hüsnüniyet ve hakkın suistimali, kesin surette tarih mümkün olan kavramlar olmayıp müphem ve geniş mahiyet arz eden kavramlardır. Bu nedenlerle, dürüstlük kurallarının uygulanmasında peşinen kesin sınırlar çizmek maddeten imkansızdır, zamana, insana göre değişir. Rölatiftir. Şekli eksikliğini ileri sürmek iyi niyetle hareket etmenin sadece bir görüntüsüdür. İyiniyet veya kötü niyetin varlığı veya yokluğu (MK.md. 2’nin uygulanmasının gerekli olup olmadığı) her olayın kendine özgü oluşan koşul ve özelliklerine göre tesbit edilecektir. Bu nedenle henüz nasıl oluşacağını bilmemiz ve kestirmemiz maddeten mümkün olmayan bir olay esas alınıp ve.bu olaydan yola çıkarak, MK.nun 2. maddesinin uygulanmasının mümkün olup olmadığını ön hükümle kararlaştırmak imkansızlığı açıktır. Bunu, hakim, önüne gelen olayın özelliklerini, delillerini değerlendirerek çözümleyecektir, denildiğinde: Tevhidi İçtihatları amaçlanan yarar ne olacaktır? Bu durumda Tevhidi İçtihada gerek olmadığını kabul etmek daha isabetli bir karar olur. Gerçekten de böyle bir noktadan hareket ettiğimizde her olaya bir tevhidi içtihat çözümü getirilmesi gibi, hukuk ve yargılama düzenine ve Tevhidi İçtihad müessesesinin amacına aykırı, çok sakıncalı bir kapı açmış olacağımızıda kabul etmek gerekir. Ayrıca anılan maddenin amaç ve görevini, kendine özgü yüce işlerliğini dondurmuş, bundan böyle tamiri güç bir yolu tercih ettiğimizi söylemek aşırılık olmayacaktır kanaatındayım.

Öte yandan, 3.11.1980 gün 3/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararıyla Yüce Yargıtay bu konuya benzer bir konuyu incelemiş ve sonuçta; “Objektif iyiniyet kuralının uygulanmasında kesin sınırlar koymaya imkan olmadığından ve her olayın özelliği nazara alınıp durumun değerlendirilmesi gerektiğinden uygulamaya ilişkin bu çelişkinin İçtihadı birleştirme yolu ile giderilmesine yer olmadığına…. ” karar verilmiştir. 3.11. gün ve 3/2 sayılı bu Tevhidi İçtihat Kararıyla hukuka uygun isabetli bir karar verilmişken, şimdi bunun tam tersi bir karar ittihaz olunmuştur. 13u çelişki kamunun hukuka ve yargı erkine karşı güvenini sarsar. Bu nedenlerle, İçtihat aykırılığının, Tevhidi İçtihat Kararıyla giderilmesine yer olmadığına karar verilme gerekirdi görüşündeyim. 2. Esasa İlişkin Karşı Görüşüm:

  1. a) Medeni Kanunun 2. maddesindeki dürüstlük (objektif hüsnüniyet) kuralı ancak KANUNDA ya da İLMİ ve KAZAİ İÇTİHATLARDA özel bir kural bulunmadığı takdirde uygulanabilir. Buna dürüstlük kuralının “İKİNCİLİĞİ” (taliliği prensibi) adı verilir. Anılan medde yasa koyucunun bir kural koymadığı alanlarda uygulanabilir (Prof Dr. Merz, “Bern Şerhi “1962. Cilt: 1, sh.239, N.49; Prof Dr. İsmet Sungurbey, Medeni Hukuk Sorunları, Cilt V, 1984 İstanbul, Sh. 435). Dürüstlük kuralı, bu konu ile ilgili özel kanun hükümlerinin uygulanmasını tamamen ortadan kaldırmamaktadır.

Özel kanun hükümleri objektif, gerçek anlam ve değerlerini korurken, tamamen ihmal edilerek, doğrudan doğruya dürüstlük kuralına dayanılması genel hükmün özel hükme tercih edilmesi gibi hukuki bakımdan sakınca meydana getirecektir. Bunu gidermek için dürüstlük kuralının özel kanun alanında ancak bu hükümle bağdaşabildiği ölçüde kullanılması yönüne gidilmelidir (Schwarz, Sh.40; Oğuzman, Medeni Hukuk Dersleri (giriş); Kaynaklar, Temel Kurumlar 2. Bası, İst. 1975, Sh. 184, BGE 87, 11, 147; BGE 95,11,109: Prof dr. Bülent Köprülü, Medeni Hukuk, İst. 1979 Sh. 134,135).

  1. W Hedemann; “Umumi Kaidelere Kaçış Hukuk ve Devlet İçin Tehlike” adlı yazısında: Yargı kararlarının hukuki uyuşmazlık ve sorunları, sadece umumi kaidelere (objektif Hüsnüniyet, Hakkın suistimali ahlak, amme intizamı vs.) yollama yapmak suretiyle çözümlemeye alışılmasından doğan tehlikelere dikkat çekerek, bu şekilde çözümleme kolaylığına uyulursa, hukuk ilmi ve hukuki emniyetin ortadan kalkacağını önemli ifade etmektedir.

(Ord.Prof.Dr.Andreas B.Schwarz, Borçlar Hukuku Dersleri, I. Cilt, İstanbul-1948, Çeviren Doç.Dr. Bülend Davran, Sh.324, Not: 27; Sungurbey, age. , Sh. 436).

Yine Schwarz, (Medeni Hukuka Giriş, Çeviren, Dr.H.Veldet, İstanbul-1946 Sh.203/204 eserinde: MK.nun 2. maddesinin uygulanmasında çok ihtiyatlı ve basiretli olmak icab eder. Bu genel hükümleri sık sık uygulamak, yani hukuki meselelerin hallini bunlara dayandırmak, tehlikeli bir temayüldür. Bu yanlış bir hukuki metoddur; zira her hukuki meseleyi, şu keyfiyet hüsnüniyet kaidesi gereğindedir bu keyfiyet hüsnüniyete karşıdır. Şunu talep etmek bir hakkın suistimalidir, diyerek, basit, kolay ve müphem bir takım hakkaniyet duygularıyla çözümlemek tabiatıyla çok mümkündür. Çünkü nihayet hukuken doğru her çözüm şekli hüsniyete uygun olmak zorundadır ve her haksızlıkda bir hakkın kötüye kullanılması olarak nitelendirilebilir. Fakat her zaman bu bakımdan hareket edilecek olursa, bundan hukuki kat’iyyetsizlik ve emniyetsizlik doğar, zira hüsnüniyet ve hakkın kötüye kullanılması, kat’i surette talih mümkün olan mefhumlar olmayıp müphem ve geniş bir mahiyet arz eden mefhumlardır. Roma hukukunun doğumundan beri geçen ikibin seneden fazla bir zamandaki gelişmenin neticesi olarak bugünkü kanunlarda ifadesini bulan bütün rasyonel özel hukukun manası, hukuki mes’eleleri sarih olmıyan hakkaniyet duygularıyla değil, kesin ve açık kurallarla çözümlemektir. Sadece hüsnüniyet ve hakkın suistimaline dayanan bir hukuk tatbikatı, bu hedefi tehlikeye koyar, işbu iki esasın önemi çok büyüktür; fakat hukuki mes’elelerin halline bunlarla başlamayıp, her mes’eleye ona taallük eden özel hükmü uygulamak ve bu umumi kaideleri de fevkalede zaruri olan hallerde sırf itmam ve tashih edici bir şekilde uygulamak lazımdır” Dr.Karl Lorenz’de (Borçlar Hukuku Ders Kitabı) adlı eserinde yukarıda adı geçen yazarları şu sözlerle doğrulamaktadır.

“Hukuka yeni başlayanlar Alman Medeni Kanunu ” 242’ye (Türk Medeni Kanunu 2. maddesi) dayanarak Kanunun özenle gözönünde tutulması ve derinlemesine düşünme çabasından kaçınmak ve çabucak hakkaniyet hükümleri verme tehlikesine karşı ne kadar uyarılsa azdır (Sungurbey, Medeni Hukuk Sorunları, Cilt: II, İstanbul-1974,Sh.123, Cilt: V, Sh.438).

Yine İsviçre-Türk Hukukunda tam bir görüş birliğiyle belirtildiği üzere MK.nun 2’sindeki hakkın kötüye kullanılması yasağının ikinci derecede ve düzeltici bir görevi vardır. Kanunun doğrudan ya da kıyasen uygulanması mümkün ve gerekli olan kural ve ilkeleri; hakkın kötüye kullanılması yasağından söz edilerek ortadan kaldırılamaz. (Prof.Dr.Seyfullah Edis, Medeni Hukuka Giriş ve Başlangıç Hükümleri, Ankara-1979, Sh.322; Dr. Zahit İmre, Medeni Hukuka Giriş, 3. Bası, İstanbul-1980, Sh.307).

  1. b) Şimdi bu anlatımlardan sonra Tevhidi İçtihat konumuzla ilgili kanunda ya da ilmi ve kazai İçtihatlardaki özel kuralları açıklamaya sıra gelmiştir: Taşınmaz mülkiyetini nakil borcu doğuran sözleşmeler resmi biçimde yapılmış bulunmadıkca geçerli olamazlar (MK.md.634; BK.md.213 ; Tapu Kanunu md.26; Noterlik Kanunu md.60/3,89). MK.nun 634. maddesinin birinci cümlesinde öngörülen şekil tarafların irade beyanlarının devletçe görevlendirilen resmi bir memur tarafından yazılı olarak tesbiti, düzenleme ve belgelenmesidir.

22.11.1934 tarih ve 2644 sayılı Tapu Kanununun 26. maddesiyle “mülkiyete, mülkiyetin gayri aynı haklara……. mütedair- resmi senetlerin tapu sicil muhafızları veya memurları tarafından tanzim” edileceği açıkca belirtilmiştir.

BK.md.11/2’ye göre, kanunun öngördüğü bir şeklin kapsamı ve sonuçları için başkaca bir hüküm konulmamışsa, bu şekle uyulmadıkça akit geçerli olmaz. Geçerlik şartı olarak kanunda öngörülen şekle “Kanuni şekil” denir.

Tapu sicil muhafızı veya memuru önünde, Kanunun öngördüğü şekilde yapılmayan her türlü taşınmaz mal satışına “Harici Satış” adı verilir. Hukuken geçersizdir. Buradaki geçersizlik butlan hükmüne tabidir. Batıl bir akit başlangıçtan itibaren geçersiz bir hukuki muamele olup, hiç bir zaman geçerlilik kazanmayacağı gibi, hiçbir hukuki sonuçta doğurmaz. Bu nedenle butlan zamanla ortadan kalkmaz, tarafların icazet ve onanır ile veya edimlerin ifası ile sıhhat kazanmaz. Butlan sebebi ilerde ortadan kalksa bile sonuç değişmez. Kanun butlan müeyyidesini ilke olarak Kamu yararı gerekçesiyle düzenlenmiştir. Bu nedenle hakim butlanı doğrudan doğruya gözönünde tutmak zorundadır. Butlan geçersizlik sonuçlarını kendiliginden doğurduğundan bir akdin butlanını dava etmeye de gerek yoktur. Batıl bir akit başlangıçtan beri hiç bir hukuki sonuç doğurmaz. Kanunda öngörülen şekil şartı buyurucu nitelikte olduğu için taraflar anlaşarak bunu bertaraf edemezler. Böyle bir sözleşmeyi ifadan kaçınmak kural olarak ahlaka aykırılık teşkil etmez. Batıl bir akde dayanarak edimini ifa eden borçlu, bu edim geçerli bir hukuki sebebe dayanmadığı için ancak, yerine göre ya mülkiyet (istikhak) davasıyla (MK.md.618-939) veya sebepsiz zenginleşme davasıyla (BK.md.61 vd) verdiğini geri isteyebilir. (10.7.1940 gün 2/77; 26.5.1954 gün ve 8/18 ve 12.4.1944 gün ve 14/13 sayılı Yargıtay Tevhidi İçtihat Kararları, Andreas von Tuhr, Borçlar Hukukunun Umumi Kısmı, Cilt: I, 1952, Çeviren Avukat Cevat Edege, Sh.234,235 vd; Oser/Schönenberger, Borçlar Hukuku, Recai Seçkin Çevirisi; Becker, İsviçre Borçlar Kanunu Şerhi, Genel Hükümler, Dr. Kemal Recioğlu Çevirisi). Anılan Tevhidi İçtihatlardan 10.7.1940 gün 2/77 sayılı olanın “Harici taşınmaz mal satımında ” alıcı ve satıcının hak ve borçlarını ve bu satımın hukuki niteliğini açıkca tesbit etmiş olması açısından özet olarak buraya almakta yarar görüyorum:

“Haricen taşınmaz satılıpta bedeli satana ve taşınmaz da alana teslim ve bu suretle taşınmaz alanın intifaına (kullanımına) terk edildiği ve sonradan bunlardan biri ferağdan veya teferruğdan imtina ettiği takdirde muteber olmayan bu satım zımmında her iki taraf verdiğini istirdada hakkı vardır. Ancak, alıcı satış bedelinin iadesine kadar taşınmazı işgal edebilir ve bu yüzden kendisinden semereleri tazmin veya ecrimisil istenemez. “

7.10.1953 gün 8/7 sayılı Tevhidi İçtihat Kararı da bunu ve diğerlerini doğrulamakta olup yıllarca Yargıtay Genel Kurul ve Hukuk daireleri temel bu ilkelerden ayrılmaksızın uyuşmazlıklar çözmüşlerdir.

  1. c) Bir ayın hak olan mülkiyet ile sınırlı ayın hakların kazanılması sebebe bağlı (İLLİ) dir. (MK.md 932;933)

Taşınmaz mülkiyetini geçirme borcunun hukuken geçerli ifası tapuda yapılan bir tescil işlemi ile ancak yerine getirilmiş olur. Türk-İsviçre hukukunda bazı istisnai hükümler ayak tutulduğunda (BK.md.238/I; MK.md.611) ifanın sakat bir işleme sıhhat kazandıracağına ilişkin bir hüküm mevcut değildir. Yargıtay ve Federal Mahkeme kararlarının kabulü de bu şekildedir. Tapuda tescil işlemi dışında ifa hareketlerine girişilmesi, örneğin; tevhidi içtihatta konusunda olduğu gibi “Kat mülkiyetine tabi olarak yapımına başlanılan binanın bağımsız bir bölümünün tamamlanarak alıcıya teslim edilmesi, alıcının da satış bedelini ödemesi şeklinde belirecek maddi olgular az yukarıda açıklandığı üzere Hukuki anlamda “İFA” olarak kabul edilemeyecektir. Hukuken korunmaya değer bir ifa söz konusu olmadığı için, ayni hakların resmi şekilde ilgili açık hükümleri karşısında, hakkın kötüye kullanılmasını önlemek için dahi olsa diğer taraf tescile zorlanamaz. Zira; Medeni Kanunun 2. maddesi hak ve borcun varolduğu hallerde bunların kullanılması ve yerine getirilmesinde uygulanacak kuralı göstermiştir. Öncelikle davacı isteminde haklı olmalıdır ki iyi niyet ve kötüniyet tartışma konusu edilebilsin.

Sayın çoğunluk “İFANIN” hukuki tanımında yanılgıya düşerek hareket ettiği için yanlış sonuca kavuşmuş bulunmaktadır.

MK.nun 2. maddesi, ancak hukuken geçerli bir ifanın vucut bulması halinde devreye girebilir. Şöyleki: “Haricen satışlarda” satılan taşınmazın mülkiyeti tescile dayanak olmayacağından alacaklıya intikal etmez. Çünkü şekil şartına uyulmadan yapılmış böyle bir satış akdine dayanılarak mülkiyet hakkı alacaklı namına tescil edilemez. Alıcı MK.md.642/I’e göre satıcıya karşı, tescile zorlama davası açamaz. Bununla birlikte istisnaen de olsa, satıcı, geçerli olmayan böyle bir satış akdine dayanarak tescil talebinde bulunmuş ve Tapu Sicil Mahafızı veya memuru tarafından da her nasılsa tescil yapılmış. Her iki tarafta edimlerini yerine getirmiş ve bundan sonrada aradan uzun bit süre geçmişse artık satıcı şekle aykırılık nedeni ile akdin geçersizliğini ileri sürmesi hakkın kötüye kullanılmasını teşkil eder ve yolsuz tescil geçerliliğini kor İşte ancak bu durumda MK.nun 2. maddesi devreye girme imkanına sahip olabilecektir. Yolsuz tescilin tabi olduğu iptal hükümlerini tamamlayıcı ve düzeltici fonksiyonuyla ifa edecektir. Diğer bir ifadeyle MK.md.2 sayesinde işleme daha müsamahalı gözle bakılarak şekil eksikliğinden doğan butlan tedavi edilmiş olacaktır.

(Akipek, Türk Eşya Hukuku, C:II, Sh.107; Oğuzman-Seliçi, Eşya Hukuku, İstanbul-1975, Sh.286;, Tandoğan, Borçlar Hukuku Özel Borç İlişkileri, Ankara-1974,Sh. 176-177; İBK. 10.7.1940 T.2/77; İBK. 5.7.1944 T.12/26: İBK. 30.4.1940, 47 K.,HGK. 11.3.1953 T.2/9: BGE 90 II 154 JDT 1964; BGE 87 II 121 = JDT 1961 1560; HGK. 21.3.1986 14/541-257; BGE 104 II 99 = JDT 1979 I 16 ve BGE 90 II 21 = JDT 1964 I 528).

  1. d) Taşınmaz mülkiyetinin devri borcunu doğuran muamelelerin resmi şekle tabi tutulmasıyla güdülen amaçlar şu şekilde özetlenebilir:

Taşınmaz mallar taraflar kadar toplumu da ilgilendirir. Resmi şekil sadece tarafları çabuk kararlar almaya karşı korumaya ve onları resmi memurun, bir uzmanın önerilerini almaya yöneltmez; hukuki muamelenin konusunu açık olarak belirterek delillerin muhafazasını ve Hukuk güvenliğini de sağlar. İsbat yükü ve kolaylığı yönünden de kesin bir delil teşkil eder. Diğer bir ifadeyle şekil kuralı sayesinde tapu siciline yapılacak tescil işlemi için Sıhhatli ve güvenilir dayanak elde edilmiş olunur. Yasa koyucunun, resmi şekli öngörürken taraflar yanında, genel yararı muhafazaya yönelik yukarıda belirtilen hususları gözönüne aldığı bir gerçektir (Akipek, Türk Eşya Hukuku E.II Mülkiyet, Ankara-1973, Sh. 104, Esmer, Mevzuatımızda Gayrimenkul Hükümleri, Ankara-1967, Sh. 267, İBK. 7.15.1953 T., 817 K.; Postacıoğlu, Gayrimenkul Ferağına Ait Akitlerde Şekle Riayet Mecburiyeti, İst.1945, Sh.68 vd.; Gürsoy-Eren-Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara-1978, Sh. 504).

İsviçre Federal Mahkemesi Kararı Jdt.15.2.1987 No: 3; 5.70-78, Çev.Doç.Dr. Hasan Erman, İstanbul Barosu Dergisi 1987, cilt: 31, Say. 7,8,9). Tapu sicili, içerisine taşınmazların “kayıt” olunduğu bir defter, bir sicildir. Bu defter içine, yazılı belli bir taşınmazın hukuki durumunu, Fiziki ve geometrik özellikleri gösterir. Bu deftere “Tapu kütüğü” adı verilir. Kütük MK.md:7 anlamında Resmi bir belgedir. MK.nun 910. maddesi gereğince, tapu sicilindeki kayıtlar; bir taşınmazın ilk defa kütüğün bir sahifesine yazılmasına ve bu suretle belli bir arz parçasının hukuken ferdileştirilmesi ve tedavülü mümkün hale getirilmesini sağlar. Taşınmaz kavramı Tapu Siciline bağlıdır. Sicile bakılarak tayin edilir. Her taşınmaz tapu sicili hukukuna tabidir. Tapu sicil hukukuna bağlı her şey taşınmaz maldır. Bu emredici bir hukuk kuralıdır. Bu sürede; Hukuki işlemler hakkında belirlilik, açıklık ve kamu güvenliği sağlanır. Taşınmaza ilişkin hukuki işlemler belli düzen ve disiplin içine alınmış olunmaktadır. Kamu otoritesinin sağladığı bu güvenlik devamlılıktan toplum yarar görür. Demekki, resmi şekil ile tapu sicili düzeninde kamu yararının varlığının kabulü zorunludur.

Sayın çoğunluğun, bu açıklığı kabul etmeyerek resmi biçimin sadece tarafları koruyacağını benimsemesi, harici satımlara geçerlik izafe ederek, Tapu sicil düzenini kısmen de olsa ortadan kaldırmasına katılmak mümkün değildir. Belirtilen toplum yararı örselenmiştir. Bunun sonucunda toplumun sayısız ihtilaf ve kargaşalıklara maruz kalacağını söylemek yerinde olacaktır.

  1. e) Tevhidi İçtihadın şimdilik akla gelebilen diğer olumsuz etki ve çelişkileri:

3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/b maddesi “Harici Satım’a hukuki geçerlik tanırken, tapu dışı yapılan iktisap tarihinden itibaren en az 10 yılın geçmesini ön koşul olarak aramaktadır. Bu ilke bundan evvelki kanunlarda da mevcut idi ve yıllardır mahkemelerde uygulana gelmiştir.

Bir tasfiye kanunu olarak taşınmazları bir an evvel tapuya bağlayıp hukuki durumlarını tesbit etmek çabasında olan anılan Kadastro Kanunu dahi “Harici Satımların ” hukuki geçerlik kazanmalarını 10 yıllık süre koşuluna dayandırma ihtiyacını duymuştur. Halbuki biz, tasfiye kanunlarında güdülen amaçlara benzer bir ihtiyaç ve gerekte olmadığı halde mer’i kanun ve hükümlerin MK.md.634: BK.md.213; Tapu K.md.26; Noterlik Kanunu md.89) amaç ve sözleri dışında “uzun süre” adı altında, herkese göre değişebilen, belirsiz keyfiliğe yol açabilecek bir unsuru kabul ederek “Harici Satım’a Hukuki geçerlik kazandırmamız hiçbir suretle kabul edilemez. Öte yandan neden sadece kat mülkiyetine tabi olarak inşaatına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm alan kişilerin haklarının korunmasında ısrar edildiğini anlamakta güçtür. Gerçekten de Belediye hudutları içinde İmar Kanununa tabi daire satın alan kişinin iktisabı harici sözleşme ile geçerli olacak, hemen bunun bitişiğinde, her nasılsa imar sınırı dışında kalmış daireyi, tüm borçlarını eda ederek satın alan kişinin harici satım akd geçersiz kabul edilecektir. Bunun yanında, köylerce tarla satınalan veya zilyet olan köylü vatandaşın durumu da aynı adaletsizlik içinde mütalaa edilecektir. Bu ayrılacığın izahı mümkün değildir. Ya tamamen, Resmi şekil hukuk ve düzenini kaldıracaksınız veya ayrıcalık getirmeyeceksiniz. Bunun başka türlü telifi yapılamaz. Kaldı ki, yarın kat mülkiyetine tabi olmıyan (şehirde imar dışında kalan veya köylerdeki taşla gibi taşınmazlar) fakat Tevhidi İçtihadın diğer koşullarına tamamen uygun düşen bir taşınmaz mala ilişkin uyuşmazlık önümüze geldiğinde MK.nun 2. maddesini uygulamamak için hangi makul, mantıki hukuki bir nedene dayanacağımızı bulamıyorum. Her halde, bu haktan (MK.md.2) yararlanması gereken taşınmaz mal, kat mülkiyetine tabidir; Sizinki tabi olmadığı için yararlanamayacaksınız gibi hukuk ve adalet dışı cevap verileceği düşünülmemelidir.

Örneklerle açıkladığım üzere: Köydeki tarlalar; şehirlerde imar kanununa tabi olan veya olmıyan taşınmaz mallar arasında, mülk edinme şartlarında ayağın getiren, adaletsiz sonuçlar doğuran ve böylece Anayasamızın 10. maddesinde anlamını bulan “Kanun önünde eşitlik” ilkesine ters düşen karara katılamıyorum.

Gerçekten de “Herkesin Kanunlar önünde eşitliği ” şeklinde Anayasanın 10 uncu maddesinde hükme bağlanan Temel Haklar ihlal edilmiş bulunmaktadır.

-Yasama, yargı ve yürütme organlarının yıllardır süre gelen ortaklaşa çabası Yurdun tüm taşınmazlarını tapu güvenliğine almak olmuştur. Bu nedenle Tapulama Kanunları çıkartılmıştır. Amaç taşınmazları Harita ve Tapuya bağlayarak hukuki Emniyet ve düzenin bir an evvel sağlanmasıdır. Bu cümleden olarak, daha çok yeni (21.6.1987 tarihli) 3402 sayılı Kadastro Kanununun 1. maddesine bakmak, Tapu Sicili düzenlemesine yasa koyucunun verdiği önemi belirtmek açısından yeterlidir.

3402 sayılı Kanun madde “Bu Kanunun amacı, memleketin Kadostral, topoğrafik haritasına dayalı olarak taşınmaz malların sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek hukuki durumlarını tesbit etmek ve bu suretle Türk Medeni Kanununun öngördüğü Tapu sicilini kurmaktır. Harici satışın benimsenmesiyle yasa koyucunun tapu siciline verdiği önemin değeri kalmamaktadır. Bir taşınmazı satın almak isteyen vatandaşın taşınmazın gerçek güvenilir hukuki durumunu devlet teminatı altında bilmesi en doğal hakkıdır. Tevhidi İçtihatla getirilen yeni durum karşısında, vatandaş Tapu Sicili dışında neye güveneceğini bilemeyecek, Devletin garantisinden yoksun kalacaktır. Kötü niyetli kişilerin maksatlı davranışlarına yol açılacaktır. Ayrıca tapu sicilin ispat hukukuna sağladığı yararlar kaldırılmış olacak, yargılamada güçlükler ve uyuşmazlıklar daha çok artacaktır.

-Vatandaş Tapuya müracaat etmekle etmemek arasında bir fark ve yarar göremeyeceği için vergi ve Harçlardan kaçınma yolunu seçecek bundan da devlet zarar görecektir.

-Yıllardır Araçların harici satışından doğan uyuşmazlıkların getirdiği zararları yargı organları çok bilmektedir. Yasa koyucu 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun 20. maddesi ile araç satışlarını resmi şekle bağlamış bu alanda hukuki güveni kurarak uyuşmazlıklara son vermiştir. Yine aynı amaçla 634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasası da resmi şekil şartını önermektedir. Tüm bunlara karşın taşınmaz satışlarında resmi şekil dışında bir şekil yaratmak yanlış bir yorumdur. Birde çarpıcı örnek vermek istiyorum. Kat mülkiyetine tabi bir taşınmazın müteahhidi birden fazla kişilere, aynı daireyi Harici satım sözleşmesi ile aynı günde satılabilir. Alıcılarda müteahhidin bu davranışını bilmeden daireyi satın almış olabilirler. Bu durumda hangi alıcının hakları korunacaktır? Tevhidi İçtihada göre Müteahhitten daireyi teslim alanın hakları hukuken korunacaktır. İşte bu durumda, alıcıların kötüniyetli müteahhidin tek taraflı iradesine mahkum edilecekleri açıkca söylenebilir. Belkide alıcı, müteahhidin sözleşme dışı para tekliflerini kabul zorunda kalacaktır. Zira haklılık için mühim olan müteahhidi memnun edip daireyi fiilen teslim almaktır. Bunun gibi şimdiden tahmin edilmesi güç sayısız, hukuk dışı olaylarla karşılaşacağını kabul etmek gerekir. Tevhidi. İçtihadın konusu ve şartları içinde bulunan alıcının durumu da değerlendirilmelidir. En azından satıcı ile gayri menkul satış vaadi sözleşmesi yapma olanağına sahip iken ve bu konuda kendisinden beklenen ihtimamı göstermeden tapulu taşınmazı haricen almayı yeğliyen kişinin iyi niyetinden söz edilemez (MK.md.3).

– Tevhidi İçtihattaki maddi olgunun sübutu halinde ve özellikle satıcının hareket tarzı sebebiyle BK.nun.41/II. maddesi uyarınca zararın tazmini gündeme getirilebilir.

– Tevhidi İçtihat bir ay farkla cılız bir şekilde doğmuştur. Buna rağmen, üzüntüyle kaydetmek gerekirki az yukarıda açıklanan Anayasa, Medeni, Borçlar, Tapu, Noterlik, Kat Mülkiyeti, Kadastro Kanunlarına, Tevhidi İçtihat ve Federal Mahkeme Kararlarına, Hukukun Ana Temel Kavram ve Müesseselerine ilişkin çelişkili yaşamını az da olsa sürdürecektir. Bu Tevhidi İçtihat ile münferit bir olayın (Kat mülkiyetine tabi taşınmazların harici satanı) çözümüne çare ararken Hukuk düzeninin, kanunların sistematiğini ve birbiriyle olan makamını bozduğumuzu kabul etmek zorundayız. Yarar sağlamaya çalışırken, zarar hasıl olmuştur. Temel hukuki müesseseler, kurallar, kanunlar, sosyal, ekonomik ve kültürel, tarihsel ve gelişim içinde zarar ve yararları göz-ölüp tartışılarak kabul edilmiştir. Bunlar kolaylıkla, ihmal edilemezler. Bu nitelikte,açık ve seçik Kan hükümleri, Yargıtay İçtihatları yürürlükte iken MK.nun 2. maddesi ile uyuşmazlıkları çözümlemeye girişmek, maddeyi her yere sokmak, çok tehlikelidir. Hukuk ilminin ve Hukuki emniyetin ortadan kalkması ve tehlikenin başlıcalarındandır. Yüce Yargıtayın açık kanun hükümlerini bu çapta daraltabilmesinin üstün görülemeyeceği kanaatındayım. Bu nedenlerle Yüce Kurulun sayın Çoğunluğunun görüşlerine katılamıyorum.

A.İsmet ARSLAN

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi

Üyesi

KARŞI OY YAZISI

Kat mülkiyetine tabi olmak üzere yapımına başlanan tapulu taşınmazdan resmi şekil şartına uyulmadan adi senetle veya sözlü olarak bağımsız bölüm satın alan ve satış bedelini tamamen ödeyen alıcının taşınmazı teslim aldıktan ve bir süre oturduktan sonra açtığı tescil davasına karşı satıcının, sözleşmenin resmi şekilde yapılmadığından dolayı geçersiz olduğunu ileri sürmesinin hakkın suistimali sayılıp sayılamayacağı ve bağımsız bölümün alıcı adına tesciline karar. verilip verilemeyeceği hususu, içtihadı birleştirmenin konusunu teşkil etmektedir.

Tapulu taşınmazların yasada öngörülen resmi şekle uyulmadan yapılan satışının geçersiz olduğu; alıcının satış bedelini ödeyerek taşınmazı teslim almış ve bir süreden beri oturmuş olmasının sözleşmeyi geçerli hale getirmeyeceği; geçersiz sözleşmeye dayanılarak tescile karar verilemeyeceği yönleri uyuşmazlık konusu değildir. Ancak, Türk-İsviçre öğretisinde ve uygulamasında baskın olan görüşe göre, sözleşme resmi şekilde düzenlenirken taraflarca veya sözleşmeyi düzenleyen resmi memur tarafından meydana getirilen bir takım şekil eksikliklerine rağmen taraflar bu durumu bile bile serbest iradeleriyle edimlerini yerine getirmişlerse, yani alıcı satış bedelini ödemiş ve satıcıda tapuda ferağ vermiş ise artık bundan sonra tarafların şekil eksikliğini ileri sürerek tapunun iptalini işlemelerinin Medeni Kanunun 2. maddesindeki objektif iyiniyet kuralı ile bağdaşmayacağı ve hakkın kötüye kullanılması sayılacağından böyle bir iddianın dinlenemeyeceği kabul edilmektedir. Bu durumda dahi her somut olayın özelliğine göre hakimin şekil eksikliğine dayanmanın hakkın suistimali sayılıp sayılamayacağını ayrıca değerlendirmesi gerekir denilmektedir. Görülüyor ki burada eksik de olsa resmi şekilde yapılmış bir sözleşme vardır ve tapuda tescil işlemi yapılmıştır. Oysa, İçtihadı birleştirmeye konu olan olaylarda taraflar resmi memur önüne hiç gitmemişler ve tapuda tescil işlerinde yapılmamıştır. Bu durumda şekil eksikliği değil şekil yokluğu söz konusudur ve sözleşmenin ifa edildiğinden de söz edilemez. Tapulu taşınmazların satışında sadece teslim ile sözleşme ifa edilmiş sayılamaz. İfa, ancak tescil ile mümkündür. Öyle ise şekil yokluğu halinde yukarıdaki görüşe dayanılarak tescile karar verilmesi mümkün değildir. Aksi halde, tapulu taşınmazların satışında resmi şekil şartı tümüyle ortadan kaldırılmış olur. Esasen öğretide ve uygulamada şekil yokluğu halinde de Medeni Kanunun 2. maddesine dayanılarak tescile karar verilebileceği yolunda yerleşmiş bir görüş mevcut değildir.

İçtihadı birleştirmeye konu olan kat mülkiyetine tabi bağımsız bölüm satışlarında yukarıdaki ilkeden ayrılmak ve şekil yokluğuna rağmen Medeni Kanunun 2. maddesine dayanılarak tescile karar vermek mümkün müdür? Kat mülkiyeti olgusu böyle bir sapmayı haklı kılabilir mi? Öteki taşınmazlarla kat mülkiyetine tabi taşınmazlar arasında satış yönünden bir ayırım yapılabilirmi? Kanunlarımızda taşınmazın cinsine göre herhangi bir ayırım yapılmamıştır. Bütün tapulu taşınmazların satışı aynı kurallara bağlanmıştır. Böyle bir ayırıma öğretide ve uygulamada da yer verilmemiştir. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununda da satış konusunda Medeni Kanun hükümlerinden farklı hiç bir hüküm yer almamıştır. Buna karşın, içtihadı birleştirme görüşmeleri sırasında karşı görüş sahipleri, kat mülkiyetine tabi bağımsız bölüm satışlarının öteki taşınmaz satışlarına nazaran uygulamada bir takım özellikler gösterdiğini, bu durumun gözönünde bulundurularak resmi şekil şartının burada katı bir şekilde uygulanamayacağını, aksi halde hakkın kötüye kullanılmasına göz yumulmuş olacağını, bu nedenle resmi Şekle hiç uyulmamış olsa bile konu ile sınırlı bir içtihat konulması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Oysa, ayrı birer özellik olarak ileri sürdükleri hususlar öteki taşınmaz satışlarında da söz konusu olabilecek olgulardır. Örneğin, satış bedelinin önceden ödenmesi ve bu para ile bir binanın inşa edilmesi ve taşınmazın teslim edilmesi, alıcının uzun bir süre oturması gibi hususlar kat mülkiyetine tabi olmayan öteki taşınmazların adi satışlarında da söz konusu olabilir. Bina henüz yapılmadan topraktan veya temelden bağımsız bölüm satışları da gayrımenkul satışıdır ve resmi şekle tabidir. Satıcı olan müteahhit için o sırada tapu verilmesinin zorluğu sözleşmenin resmi şekilde yapılmasını imkansız kılmaz. İmkansızlık varsa zaten sözleşme Borçlar Kanununun 20. maddesi gereğince batıl olur. Taraflar noterde satış vaadi sözleşmesi yapabilecekleri gibi (24.4.1987 tarih ve 1978/3-4 sayılı İBK.), tapuda arsa hisse satışı da yapabilirler veya inşaata başlanmadan kat irtifakı kurulabileceğinden irtifak hakla satışı için noterde veya tapuda işlem yapabilirler. Görülüyor ki bu aşamada da resmi satış senedi veya satış vaadi senedi düzenlenmesi mümkündür ve yasal zorunluluktur. Alıcının sadece satıcıya güvenmiş olması veya satıcı tarafından kendisinde güven duygusu yaratılmış olması adi satışı geçerlilik kazandırmaz. Çünkü bütün adi satışlarda böyle bir güven vardır. Buna rağmen kanun resmi şekilde yapılmayan satış sözleşmelerini geçersiz saymıştır. Buradaki resim şekil şartı sadece tarafların yararlarını korumak için değil; enaz onun kadar, hatta ondan daha çok kamu yararını ve kamu düzenini korumak için konulmuştur. Devletin, taşınmazları tapuya bağlaması ve tapulu taşınmazlar üzerindeki ayni hakların devrine resmi memur aracılığıyla katılması sadece tarafların çıkarların korumak için değildir. Devletin buradaki işlevi kamu düzenini ve kamu yararını korumak amacına yöneliktir. Onun için taraflar kendi arzuları ile resmi şekil şartından vazgeçemezler. Devlet kendisi için önem taşıyan resmi şekil şartına uyulmamasının yaptırımını da göstermiş, bu durumda sözleşmenin geçersiz sayılacağı koyduğu yasa hükmü ile bildirmiştir. Görülüyorki resmi şekil şartının böyle çift bir işlemi vardır.

Resmi şekil şartına hiç uyulmamışsa, yani şekil yokluğu söz konusu ise, bu durumun ileri sürülmesi dürüstlüğe aykırı sayılsa bile sözleşme gene geçersiz olmaya devam eder ve tescile karar verilemez. Medeni Kanunun 2. maddesindeki iyiniyet kuralı şekil yokluğunu ortadan kaldırmaz ve resmi şekil yerine geçemez. Geçerli bir sözleşme kurulmadığı için sözleşmenin ifası da istenemez. Ancak satıcı, sözleşmeden önceki davranışları ile alıcıya, ileride geçerli bir sözleşme kurulacağı konusunda güven vermiş, onda güven duygusu uyandırmış fakat sonradan geçerli sözleşme kurulmasından kaçınmış ise, satıcının bu hareketi kusur sayılır ve alıcı bu yüzden uğradığı menfi zararlarının ödetilmesini isteyebilir (von Tuhr, Borçlar Hukukunun Umumi Kısımı, Cilt: 1-2, Cevat Edege çevirisi, Ankara-1983, Sh.232, dipnot: 27).Fakat geçerli bir sözleşme kurulmuş gibi ifa talebinde bulunamaz ve olumlu zararının ödetilmesini veya ifa menfaatini talep edemez.

Öte yandan uygulamada bu içtihadı birleştirme kararı bir takım karışıklıklara ve farklı uygulamalara yol açacak niteliktedir. Kat mülkiyetine tabi olmak üzere yapımına başlanan taşınmazda ileride kat infilaki veya kat mülkiyeti kurulmazsa adi satış gene geçerli sayılacakmıdır? Sözleşmenin ifası nasıl sağlanacaktır? Hangi aşamada yapılan satışlar geçerli sayılacakdır? Bina inşa edilip bittikten sonra veya bilmek üzere iken yapılan satışlarda geçerli olacakmıdır? Topraktan ve temelden bağımsız bölüm satın alanlarla daha sonraki aşamalarda bağımsız bölüm satın alanlar arasında içtihadı birleştirme kararının uygulanması yönünden bir fark olacakmıdır? Aynı binadan çeşitli aşamalarda ve çeşitli tarihlerde adi senetle bağımsız bölümler satın alanların farklı uygulamalara maruz kalmaları nasıl haklı gösterilebilecektir. Bütün bu sorunlara içtihadı birleştirme kararında bir çözüm getirilmemiştir.

Yukarıda açıklanan nedenlerle, resmi şekil yokluğu halinde tescile karar verilemeyeceği, koşulları varsa sadece tazminat talep edilebileceği görüşünde olduğundan içtihadı birleştirme kararında varılan sonuca katılmıyorum.

Mustafa AYKONU

  1. Hukuk Dairesi Üyesi

KARŞI OY YAZISI

30.9.1988 günlü “İÇTİHADI BİRLEŞTİRME BÜYÜK GENEL KURULU” toplantısı; 2797 sayılı Yargıtay Kanunu ve 29.8.1983 günlü “Yargıtay İç Yönetmeliği” hükümlerine aykırı yapılmış ve karar oluşturulmuştur.

Şöyleki:

1) Yargıtay Kanununun 8. ve İç Yönetmeliğin 15. maddesine göre; “İÇTİHADI BİRLEŞTİRME GENEL KURULU”nun toplanma yeter sayısı için zorunlu olan beş adet ceza dairesi başkanı toplantıda hazır bulunmamıştır. Yargıtay Kanununun az önce sözü edilen 8. maddesinin son fıkrası ve Yönetmeliğin aynı maddesinin 2. fıkrası hükmüne göre;

“Başkanların yeter sayısı diğer başkanlarla doldurulmak mümkün oldukça en kıdemli üye ile doldurulamaz”. Sözü geçen toplantıda, Sn. 3. Ceza Dairesi Başkanı ile Sn. 5. Ceza Dairesi Başkanları yerine adı geçen dairelerin en kıdemli üyelerinin başkan vekili kabul edilip bu suretle eksik olan kanuni başkan adedinin tamamlandığı gerekçesiyle karar alınması mümkün değildir.

2) İçtihadı birleştirme konusunun son görüşmesinde (30.9.988 günü) bir kısım üyelerin istemi ile iç yönetmeliğin 27. maddesi uyarınca “ÖN SORUN” olarak, içtihatların birleştirilmesine gerek bulunup bulunmadığına ilişkin görüşme yapılmış ve bu husus oylanmıştır. Oylama sonunda 57 üye görüşmenin yapılmasına gerek yoktur demiş 37 üye ise görüşmelerin yapılması gerektiği yolunda oy kullanmışlardır. Bu sonuca göre karar sayısı olan 2/3 çoğunluğun sağlanamadığı tartışmasızdır. İç yönetmeliğin 28. maddesine göre hukuk ve ceza genel kurullarında toplantıda bulunanların 2/3 oyu ile karar verilir. 1.toplantıda 2/3 oy çoğunluğu sağlanamazsa 2. toplantıda(İçtihadı birleştirme toplantılarında 3. toplantıda)bulunanların çoğunluğu ile karar verilir. Bu ilke ÖN SORUNUN hallinde de aynen uygulanır. İç yönetmeliğin bu açık hükmü karşısında ön sorun ile ilgili oylamanın sonucuna göre ön sorun görüşmelerinin 2. ve 3. toplantıya bırakılıp yeniden oylamaya başvurulması ve hasıl olacak sonuca göre görüşmeye devam edilip edilmeyeceğinin karara bağlanması gerekmekte idi. Yüce genel kurulda böyle yapılmamış ilk oylamada 2/3 çoğunluk elde edilemediğinden dolayı esas hakkındaki görüşmelere geçilmiş görüşmelere devam edilmiş ve aynı gün esasla ilgili olarak karar alınmıştır.

Bu nedenlerle usul yönünden,

Esas ile ilgili olarak da, sayın Turgut Uygur tarafından açıklanan gerekçelerle çoğunluk görüşüne katılamıyoruz.

Tahir ALP

Üye

Tahsin TÜRKÇAPAR

Üye

KARŞI OY YAZISI

Kamu düzeni ile ilgili emredici Hukuk kaidelerine rağmen İçtihadı Birleştirme konusunu MK.nun 2. maddesi hükümlerine göre halledebilir miyiz sorusuna bu açıdan yaklaşmak istiyorum.

Ord. Prof. Dr. H. V. V. , Medeni Kanuna Göre Medeni Hukuk adlı 1956 yılı 2. basım kitabında (Shf. 33) Medeni kanun kaidelerinin mahiyetlerine göre tatbiki bahsinde:

MK.nun ihtiva ettiği kaidelerin hepsi aynı hukuki mahiyeti, daha doğrusu aynı kuvveti haiz değildir: Bazılarının tatbiki mutlak surette mecburi olduğu halde, bazılarınınkine bu mecburiyet yoktur. Bu keyfiyet kanun kaidelerinin ferde tanıdığı veya tanımadığı hareket serbestliği ile ölçülür. İşte bu itibarladır ki hukuk kaideleri bu bakımdan bir takım nevilere ayrılmaktadır. Bunlardan emredici hukuk kaideleri ve amme intizamı: Emredici kaideler mutlaka riayeti mecburi olan kaidelerdir. Bunlara eski tabirle “ahkamı amire”, “amir hükümler” dahi denilir. Bazen “tatbiki mecburi hukuk kaideleri” namı da verilir. İsmi ne olursa olsun, bu nevi hukuk kaidelerinden kasdedilen Şey şudur: Bunlar fertler tarafından aksine mukavele yapılamayan ve riayeti mutlak surette mecburi olan hukuk kaideleridir. Mesela MK.umuzun 11. maddesinde ki “rüşt 18 yaşın ikmaliyle başlar” kaidesi emredici bir hukuk kaidesidir; zira bunun tatbiki mecburidir. Fertler kendi aralarında rüşdün daha erken başlıyacağını kararlaştıramazlar.

Tapu sicili müessesesi gayrimenkullerin hususi durumlarından doğmuştur; zira bir kimsenin bir menkul üzerinde zilyet bulunması hadisesi ile bir gayrimenkulde zilyet bulunması arasında fark vardır. Menkuli zilyet olanın o şey’e malik olduğuna ilk bakışta daha kolayca hükmedebiliriz. Fakat gayrimenkulde zilyet olan kimsenin o şey’in maliki mi yoksa, mesela, kiracısı mı olduğunu ilk bakışta tayin edemeyiz. gayrimenkullerin tamamı memleket topraklarını, yani vatan parçasını teşkil ettiği cihetle, onların kimlere ait olduğunu, ne gibi külfetlerle kayıtlı bulunduğunu bilmek, umumi menfaat bakımından zaruri bir ihtiyaçtır. İşte tapu sicil bu ihtiyaçtan doğmuştur.

  1. umuzun 633. maddesi, gayrimenkul mülkiyetinin iktisabı için tapu siciline kaydı; yani tescili -ayni maddedeki istisnalar haricindeşart kılmıştır. Binaenaleyh taraflar bunun hilafına mukavele yaparak, gayrimenkul mülkiyetinin tescilsiz iktisap edilebileceğini kararlaştıramazlar, kararlaştırırlarsa, böyle bir mukavele hükümsüz olur. BK.muzun 213. maddesi de gayrimenkul satışının muteber olması için, satışın resmi senetle yapılmasını şart kılmıştır. Taraflar bu maddelerdeki kaidelerin aksine mukavele yapamazlar, yaptıkları takdirde bu muameleler tamamen hükümsüzdür. Görülüyorki emredici hukuk kaideleri kanunen riayeti mecburi olan ve aksine mukavele caiz olmıyan hukuk kaideleridir. Bunlarda fertlere hareket serbestisi tanınmamış, bilakis onlar sıkı sıkıya bağlanmıştır demektedir.

Prof. Dr. M. K. Oğuzman, Prof. Dr. Özer Seliçi, 1985 yılı Eşya Hukuku Kitaplarının 4. basışında (shf. 482) Kat Mülkiyetine uygulanacak hükümler başlığında:

Kat Mülkiyeti Kanununun 9. maddesine göre: “Kat mülkiyetine veya kat irtifakına ait kütük kaydında veya kat malikleri arasındaki sözleşmede veya yönetim planında veya bu kanunla hüküm bulunmayan hallerde, kat mülkiyetinden doğan anlaşmazlıklar, Medeni Kanun ve ilgili diğer kanunlar hükümlerine göre karara bağlanır. “

Özel kanunda hüküm bulunmayan hallerde o konuyu düzenleyen genel kanun hükümlerinin uygulanacağı hususunda genel prensibin ifadesinden ibaret bulunan bu maddenin yazılış tarzı pek de başarılı olmuş sayılamaz. Zira madde, Medeni Kanunun ve sair kanunların uygulanmasını sadece Kat mülkiyeti Kanununda hüküm bulunmaması haline değil, kat mülkiyetini ve kat irtifakını tesis eden sicil kaydında kat malikleri arasındaki sözleşmede hüküm bulunmasına bağlı kılmış gözükmektedir. Halbuki bu durum, başka kanunlardaki yedek hukuk kaideleri bakımından söz konusu olabilir. Emredici hukuk kaideleri bakımından böyle bir esas cari olamaz. Diğer bir ifade ile, Kat Mülkiyeti Kanununda ayrıca düzenlenmemiş bir hususta Medeni Kanunda veya başka bir kanunla emredici bir hukuk kaidesi mevcut ise, kat malikleri bu hükme aykırı düşen bir anlaşma yapamazlar, Mesela tesis edilen kat mülkiyetinin devrinin nasıl yapılacağına dair Kat Mülkiyeti Kanununda hiç bir hüküm mevcut değildir. Bu hususta, mülkiyetin tescille iktisap edileceği hususundaki MK.m.633 hükmü ve mülkiyetin devri borcunu yükleyen akdin resmi şekle tabi olduğu hususundaki MK. m.634, Tapu K. m.26 hükümleri uygulanacaktır. Kat malikleri, aralarında yapacakları bir anlaşma ile, kat mülkiyetinin adi yazılı şekilde yapılacak akitle devredilebileceğini kararlaştıramazlar. Kararlaştırmış olsalar bile, MK. m.633, m.634, ve Tapu K.m.26 uygulanacaktır demektedirler.

Bütün bu izahatlar ve kanun koyucu gerek Osmanlı gerek Cumhuriyet döneminde gayrimenkul mülkiyetinin tapuda tescille iktisap edileceği ve mülkiyetin devri borcunu yükleyen akdin resmi şekle tabi olacağı emredici hukuk kaidesini Osmanlı devrindeki bazı aflar ve Cumhuriyet dönemindeki tasfiye konumları olan tapulara ve kadastro kanunlarındaki bazı hükümler dışında 140 yıldan beri devam ettirmektedir. Kat Mülkiyeti Kanunu 2.1.1966 tarihinde yürürlüğe girmiş ve 14.4.1983 tarihli 2914 sayılı Yasa ile bazı değişikliklere uğramış ancak 22 senedir uygulanmasına rağmen kanun koyucu bu kanunda mülkiyetin iktisabı konusunda MK.nun genel hükümlerinden ayrı veya istisnai hükümler getirmeyi düşünmemiştir.

21.6.1987 günü kabul edilen 3402 sayılı Kadastro Kanununun (13.md) si bir tasfiye kanunu olarak zilyedin tapu dışı yolla iktisap ettiğini kanıtlaması ve ayrıca en az on yıl müddetle çekişmesiz ve aralıksız malik sıfatıyla zilyet bulunduğu takdirde zilyet adına tesbiti kabul etmiştir. Bu konuda kanun koyucunun en son görüşü budur. Yüksek Genel Kurul, MK.nun 2. maddesi hükümlerini emredici hükümleri bertaraf edici sayarak süreli de olmayan içtihadı birleştirme konusunda uygulamayı kabul etmekle görevli yasama organı ile de çelişkiye düşmüş ve ayrıcalık yaratmıştır kanaatındayım.

  1. Servet KİTİŞ

Üye

KARŞI OY YAZISI

Her ne kadar tevhid-i içtihadın konusu “Kat Mülkiyeti Kanununa tabii olarak yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satımına ilişkin olarak geçerli bir sözleşme olmadan tarafların anlaşarak alıcının tüm borçlarını eda etmesi, satıcının da bağımsız bölümü teslim ederek alıcının uzun süre malik gibi kullandığı halde satıcının tapuda devre yanaşmama halinde cebri tescil davasının kabul edilip edilmeyeceği ” şeklinde kaleme alınmışsa da, Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olarak yapımına başlanılan apartmanın bağımsız bölümü de tapuda kayıtlı bir gayrimenkuldür. Öyle ise tevhid-i içtihadın konusu tapuda kayıtlı bir gayrimenkulün harici sinir ve satımından sonra tarafların edimlerini yerine getirmesi yani satıcının taşınmazı teslim etmesi, alıcının da taşınmaz bedelini ödemesi bu harici satışa geçerlilik kazandırıp kazandırmayacağı meselesinden ibarettir. Çoğunluk görüşüne gözle böyle bir olayda taşınmazı satıp teslim eden ve bedelini alan kişi tapuda ferağ vermeye yanaşmadığı takdirde onun iyi niyetinden söz edilemez. Bu kişi kötü niyetlidir. Kanunlarının kötü niyeti himaye etmez. Satın alan kişi ise iyi niyetlidir. Satan kişi aleyhine açtığı ferağa icbar davasını kabul etmek gerekir.

Bu görüşü benimsemenin mümkün olup olmadığından söz edebilmek için öncelikle Türk Hukuk Mevzuatında gayrimenkul alım ve satımı ile ilgili hükümlere kısaca göz atmak gerekir. Medeni Kanunun 633. maddesi gayrimenkul mülkiyetini iktisap için tapu siciline kayıt şarttır. 634. maddesi gayrimenkulün mülkiyetini nakleden akitler resmi şekilde yapılmadıkça muteber olamazlar. Borçlar Kanununun 26. maddesi gayrimenkul alım ve satımına ilişkin senetler tapu sicil muhafız veya memurları tarafından tanzim edilir. 13. maddesi gayrimenkul satımı muteber olmak için resmi senede raptedilmek şarttır. 2644 sayılı Tapu Kanununun 26. maddesi, gayrimenkul alım ve satımına ilişkin senetler tapu sicil muhafız veya memurları tarafından tanzim edilir. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13. maddesi harici satışın geçerli olması için satın alanın tesbit tarihine kadar en az 10 yıl müddetle çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla o yerde zilyet olması gerekir der, Görülüyorki kanun koyucu tapuda kayıtlı gayrimenkullerin harici satışa karşı emredici hükümlerle kapıları kapamıştır. Buna rağmen iyi niyet kuralını bir maymuncuk gibi kullanarak bu kapıları açmaya çalışmak demek, kanun koyucunun yerine geçmek demektir. Kazai organın yasama organı yerine geçtiği rejime Cumhuriyet rejimi denmez. Diğer tarafdan çoğunluk görüşünün benimsenmesi Anayasanın eşitlik ilkesine de aykırıdır. Çünkü bugün Türkiye’deki uygulamada tapuda kayıtlı tarla, çayır, arsa, bağ ve bahçe gibi taşınmazların harici satışı geçersiz kabul edilmektedir. Taşınmaz teslim edilse, bedeli de ödense dahi durum değişmemektedir. Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olarak yapımına başlanılan apartmanın bağımsız bölümü için harici satışın geçersiz olduğunu kabul etmek eşitlik ilkesine aykırı olduğunda kuşku etmemek gerekir. Şayet bu durum bir sorun haline gelmişse bu soruna çare bulmak kanun koyucunun meselesidir. Kanun koyucu Kat Mülkiyeti Kanununa tabii olarak yapımına başlanılan apartmanların bağımsız bölümlerinin harici satışının geçerli olduğuna dair bir kanun çıkar ve mesele kökünden halledilmiş olur.

Konunun mühim olan diğer bir noktası da; Tapuda kayıtlı gayri menkullerin alım ve satımı ile ilgili emredici kanun hükümlerinin kamu düzeni ile ilgili olup olmadığı, kamu düzeni ile ilgili hükümlerin uygulanması halinde iyi niyet kurallarına dayanmanın mümkün bulunup bulunmadığıdır. Kamu düzeni deyimi bir memlekette toplumun yararını ve toplumun ahlaki telakilerini çok yakından alakadar eden bir deyimdir. Kamu düzenini ilgilendiren hükümlerin uygulanmasında toplumun kat’i yararı vardır. Bu yağı umumi nizamın veya umumi adabın gerekli kıldığı zaruretten doğar. Ülke toprakları menkul mallar gibi tüketilen, eskiyen veya kaybolan Şeyler değildir. Daimi ve ebedidir. Toprak Türk halkı için çok değerlidir. Bugün memleketimizde kavgaların hatta cinayetlerin ekserisinin temelinde gayrimenkul uyuşmazlıkları yatmaktadır. Gayrimenkule taalluk eden münasebetlerin düzgün olması demek vatandaşlar arasındaki münasebetlerin ve vatandaş ile devlet arasındaki münasebetlerin düzgün olması demektir. Netice itibarı ile toplum düzeninin düzgün olması demektir. İşte bunu düşünen kanun koyucu gayrimenkul alım ve satımı ile ilgili olarak tek bir kanuna hüküm koymakla yetinmemiş, ana kanunlara birçok emredici hükümler koymuştur. Diğer taraftan toprak düzenini sağlamak vatandaşların topraktan adil bir şekilde yararlanmasını temin etmek için Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana hiçbir mal ve müessese için çıkarılmayacak kadar kanun çıkarmıştır. Örneğin; 2644 sayılı Tapu Kanunu, 2510 sayılı İskan Kanunu, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, 2613 sayılı Kadastro Kanunu, 5602, 509 ve 766 sayılı Tapulama Kanunları, 1617 sayılı Toprak Tarım Reformu Öntedbirler Kanunu ve buna bağlı olarak çıkardığı Toprak Tarım Reformu Kanunu, 3402 sayılı Kadastro Kanunu ve daha birçok küçük kapsamlı kanunlar. Kanun koyucu toprak düzenini kamu düzeninin bir parçası olduğunu kabul etmeseydi bu kadar kanun çıkarmasına ana kanunlara gayri menkul alım ve satımı ile ilgili emredici hükümler koymasına gerek yoktu. Ayrıca tarafların iradelerini bir tarafa iterek HUMK.nun 13. maddesinde gayrimenkullerin aynına taalluk eden davalara gayrimenkulun bulunduğu yer mahkemesi bakar demezdi. Bu emredici hükmün kamu düzeni ile ilgili olduğu yönünde gerek uygulamada, gerekse öğretide bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Kanun koyucu gayrimenkul alım ve satımının sadece tapu sicil muhafız veya memurları huzurunda ve onların iştiraki ile yapılacağını emretmiş, başkaca hiçbir daire ve memura bu yetkiyi vermemiştir. Bunun nedeni şudur: Gayri menkullerin sicili Devletin teminat altında tapu dairelerince tutulur. Bu sicil kütüklerinde gayrimenkul mallar üzerindeki bütün hak ve mükellefiyetler yazılıdır. Bu kütükle gayrimenkulün aynası durumundadır. Hem vatandaş ve hem de tapu sicil muhafız veya memurları taşınmazın alım ve satımında sakınca görmedikleri takdirde satış senedi yapacaklar ve kütüğün ilgili sütununa işleyeceklerdir. Bu suretle alım ve satım muamelesi hile, hata ve cebir gibi iradeyi ifsat edici unsurlardan ari bir şekilde Devletin garantisi altında tamamlanacaktır. Bu şekildeki bir alım ve satış işleminde toplumun yararı olduğu açık ve seçiktir. Toplum yararı gözetilerek vaaz edilen emredici kanun hükümlerinin kamu düzeni ile ilgili olduğu kuşkusuzdur. Bu kanun hükümlerini toplumun yararını gözetmeyen diğer emredici hükümlerle karıştırmak gerekir. Örneğin, Borçlar Kanununun 238. ve 434. maddelerindeki hükümler de emredici hükümler olduğu halde, kamu düzeni ile ilgili hükümler değildir. Çünkü sadece tarafların yararlarını ilgilendirmekiedirler. Kamu düzeni ile ilgili kanun hükümlerine dayanılması ve bu hükümlerin uygulanması söz konusu olduğu hallerde bir hakkın suistimalinden sözetmek mümkün değildir. Bu hükümlere karşı iyi niyet kurallarına dayanılamaz. Çünkü bir hakkın suistimalinden söz edebilmek için olayda gerçek bir yararın hele toplum yararının bulunmaması gerekir. Olayımızda ise davacının haricen satın aldığı apartman dairesinin adına tescilini istemesi iddiasına karşı davalı taraf harici satışın geçersiz olduğunu ve emredici kanun hükümlerinin uygulanmasını istemektedir. Emredici bu kanun hükümlerinin kamu düzeni ile ilgili olduğunu az önce açıklamıştık. Kamu düzeni ile ilgili kanun hükümlerinin uygulanmasında toplumun kat’i yararı bulunmaktadır. Toplum yararı feri yararından önce gelir. Bu itibarla iyi niyet kurallarının ileri sürülmesi mümkün değildir. Kamu düzeni ile ilgili hükümlere aykırı olarak yapılan muameleler ölü doğan muamelelerdir. Yok hükümdedirler. Bu muameleler ölü doğan bir çocuğa benzerler. Ölü doğan çocuğun ilaçlarla dirilmesi mümkün olmadığı gibi, ölü doğan muamelelerin iyi niyet kuralları ile dirilmesi de mümkün değildir. Bu muameleler mutlak butlan ile batıldırlar. Bu itibarla tapulu bir taşınmaz olan apartman dairesini haricen satın alan kişinin iyi niyet kurallarına dayanması mümkün değildir. Açtığı ferağa icbar davasının kabul edilmesine de olanak yoktur. Bu nedenlerden ötürü çoğunluk görüşüne karşıyım.

Niyazi DURAK

Yargıtay 16. Hukuk Dairesi

Üyesi

BORCUN TAKİPTEN ÖNCE ÖDENDİĞİ İDDİASINA DAYALI İCRA TAKİBİNİN İPTALİ

T.C
YARGITAY
8. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2013/4637
KARAR:2013/8282

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :İcra Hukuk Mahkemesi
DAVA TÜRÜ : Şikayet

Yukarıda tarih ve numarası yazılı Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki davacı ve davalı taraflarından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden Daire’ye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

K A R A R

T.B.K. 100. maddesinde, ”borçlu faiz veya masrafları tediyede gecikmiş değil ise kısmen icra eylediği tediyeyi resulmale mahsup edebilir.” hükmü yer almaktadır.

Somut olayda … .Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 03.07.2012 tarih 2011/459 E. – 193 K. sayılı ilamında, şikayetçi aleyhine 12.467.00 TL’nin dava tarihi 12.10.2011 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile tahsiline dair hüküm kurulmuş ilamın 04.09.2012 tarihinde infazı için ilamlı takip başlatılarak toplam 15.505,71 TL’nin tahsili talep edilmiştir. Borçlu Banka süresinde İcra Mahkemesi’ne başvurusunda 7.830,75 USD ( 14.275,45 TL’nin ) alacaklı adına şubelerinde açtıkları hesaba 03.09.2012 de yatırıldığı ve 04.09.2012 tarihli yazı ile bildirildiği, borçun takipten önce ödendiğinden ve ilam vekalet ücretine icra vekalet ücreti talep edilemeyeceğinden takibin iptali talebinde bulunulmuştur. Mahkemece alacaklı kendisini vekille temsil ettirdiğinden ilam yargı gideri ve vekalet ücretine, icra vekalet ücreti talebinde bulunmasında bir usulsüzlük olmadığı ancak borcun takipten önce ödendiğinden takibin iptaline karar verilmiştir.

Borçlunun ödeme iddiasını dayandırdığı belgeler incelendiğinde, ödemenin takip tarihinden önce yapıldığı görülmekte ise de, alacaklının bu ödemeden takipten önce haberdar edildiğine dair bilgi ve belge bulunmadığından, alacaklının takibi başlatmasında usule aykırı bir durum bulunmamaktadır.

Bu durumda yapılan ödemenin yukarıda açıklanan yasa hükmü gereğince öncelikle faiz, icra takip harç ve masraflarından düşüleceğinin kabulü gerekir. Mahkemece gerektiğinde bilirkişi aracılığı ile takibin hangi miktar üzerinden devam edeceği tespit edilerek oluşacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken, ödemenin takipten önce yapıldığından bahisle takibin iptali yönünde hüküm tesisi doğru değildir.

SONUÇ: Alacaklı vekilinin temyiz isteminin kabulü ile Mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesinin yollamasıyla sayılı HUMK nun 428. ve İİK’nun 366 .maddeleri uyarınca BOZULMASINA, bozma nedenine göre borçlunun temyiz itirazının şimdilik incelenmesine yer olmadığını, taraflarca HUMK.nun 388/4. (HMK m.297/ç) ve İİK’nun 366/3.maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine 03.06.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

YETİŞTİRME GİDERİNİN ÇALIŞMAYAN ANNE YÖNÜNDEN TAZMİNATTAN İNDİRİLMEMESİ GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2015/8085
KARAR:2018/1448

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ:Ticaret Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davalılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili dava dilekçesinde; 25.06.2010 tarihinde davalı …’in sevk ve idaresindeki … plakalı araç ile … -… ilçesi … Caddesini takiben … köprüsü istikametine seyri esnasında kazanın meydana geldiği, kavşağa yaklaştığında aracının yüklü olması nedeniyle freni tutmayarak ilerisinde sağ şeritte seyreden … plakalı Ego otobüsüne çarparak, ön ilerisinde kırmızı ışıkta bekleyen … plakalı araca çarpıp, bu aracın sağ yan kesimindeki … plakalı araca çarpmasına bu araçlardan da kurtularak ışıkta bekleyen … plakalı araca çarparak sürüklemesi ve bu sırada ışıkta beklemekte olan … … …, …, …, …, …, …, …, … plakalı araçların birbirine çarpması sonucun da maddi hasarlı yaralamalı ve ölümlü trafik kazası meydana geldiğini, müvekkilleri … ve …’nın oğulları …’nin meydana gelen trafik kazasında vefat ettiği, kaza dolayısıyla … 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2010/284 E. 2011/23 karar sayılı dosyasında yargılama yapıldığını, davacıların kaza sebebiyle vefat eden çocuklarının … şehrin de defnedildiğini, defin gideri olarak 1.378,50 euro tutarın da harcama yapıldığını, davacıların küçük …’nin vefatı nedeniyle maddi ve manevi desteğinden mahrum kaldıklarını, küçüğün kaybı nedeniyle her bir müvekkili için HMK 107.madde uyarınca 500,00’er TL maddi tazminat talep ettiklerini, müşterek çocuğun ölümü nedeniyle 50.000,00’er TL manevi tazminat talep ettiklerini, davacı …’ın aynı olayda kız kardeşi …’ı da kaybettiğini kız kardeşin ölümü nedeniyle 10.000,00 TL manevi tazminat talep ettiğini, davacıların kazada kendilerinin de yaralandığını bu nedenle davacı … için 5.000,00 TL, davacı … için 20.000,00 TL manevi tazminat talep ettiklerini, maddi tazminatın davalılardan müteselsilen, manevi tazminatların da davalı …’den kaza tarihinden itibaren işleyecek avans faizi işletilerek tahsilini talep ve dava etmişler, 09.01.2015 tarihli dilekçe ile maddi tazminat taleplerini artırdıklarını, baba …’ın tazminat talebini 86.770,13 TL, anne …’ın maddi tazminat talebini 82.716,29 TL artırdıklarını beyan ederek davayı ıslah etmişlerdir.Davalı …vekili cevap dilekçesinde; davayı kabul anlamına gelmemek kaydıyla …plaka sayılı aracın müvekkili şirket nezdinde 10.11.2009-10.11.2010 tarihlerini kapsar şekilde Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk sigorta poliçesi ile sigortalı olduğunu, müvekkili şirketin, ancak sigortalısının kazadaki kusuru oranında ve maddi zararın varlığı ispat edildiği takdirde, maddi zarardan sorumluluğu poliçe azami teminat limitiyle sınırlı olarak söz konusu olabileceğini, kusur tespiti yapılmasını, müvekkili şirket ancak sigortalısı araç sürücüsünün kusurlu olması halinde ve sigorta teminat limitleri ile sınırlı sorumlu olacağını, SGK’dan davacılara ödeme yapılıp yapılmadığının sorulmasını, davacı yanca avans faizi talep edilemeyeceğini, davanın haksız fiile dayandığını, sigortalı aracın ticari araç olmadığını yasal faiz işletilmesini talep edebileceğini savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.Davalı … davaya cevap vermemiştir.

Mahkemece, toplanan deliller ve benimsenen bilirkişi raporuna göre, davacı … için 87.270,13 TL destekten yoksun kalma, 1.336,50 TL defin gideri olmak üzere toplam 88.606,63 TL (Davalı … şirketi … bakımından 87.270,13 TL destek zararı, 790,29 TL defin gideri toplamı 88.060,42 TL ile sorumludur.), davacı … için 83.216,29 TL destekten yoksun kalma, 1.336,50 TL defin gideri olmak üzere toplam 84.552,79 TL, (davalı … şirketi … bakımından 83.216,29 TL destekten yoksun kalma, 790,29 TL defin gideri olmak üzere 84.006,58 TL ile sorumludur.) olmak üzere her iki davacı bakımından toplam 173.159,42 TL (sigorta şirketi toplam 172.067,00 TL ile sorumludur.) tazminatın davalı … şirketinin kısmi ödeme tarihi olan 30.03.2011, davalı … bakımından kaza tarihi olan 25.06.2010 tarihinden itibaren yasal faiz işletilerek davalılardan müteselsilen tahsili ile davacılara ayrı ayrı ödenmesine, sigorta şirketi bakımından fazla istemin reddine, müşterek çocuğun ölümünden dolayı davacı … için 15.000,00 TL, … için 15.000,00 TL, …’ın yaralanmasından dolayı 2.000,00 TL, …’ın yaralanması için 1.000,00 TL, …’ın ölümünden dolayı 6.000,00 TL olmak üzere … için 22.000,00 TL, … için 17.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihi olan 25.06.2010 tarihinden itibaren yasal faiz işletilerek davalı … Demirden alınarak davacılara ayrı ayrı ödenmesine, fazlaya dair manevi tazminat istemlerinin reddine karar verilmiş; hüküm, davalılar tarafından temyiz edilmiştir.

1)Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına, özellikle, oluşa ve dosya içeriğine uygun olarak düzenlenen uzman bilirkişi raporunda belirtilen kusur oranının hükme esas alınmasında bir usulsüzlük bulunmamasına göre, davalıların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.Dava, trafik kazasından kaynaklanan destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir.
2-Hükme esas alınan bilirkişi raporunda desteğin 28 yaşında evlenmesi kabul edilmiş ise de Dairemiz uygulamalarına göre 18 yaşında gelir elde etmeye başlayan desteğin askere gideceği, askerlik görevini tamamladıktan sonra 2 yıl içinde evleneceği ve bir yıl sonra bir çocuğu daha sonra ikinci çocuğunun olacağı varsayılarak evleninceye kadar desteğe 2, anne-babaya birer pay verilmek çocukları olması nedeniyle çocuklara birer pay verilmek suretiyle tazminat hesabı yapılması gerekirken 28 yaşına kadar anne babaya %50 pay ayrılması doğru görülmemiş olup, bozmayı gerektirmiştir.

3-Türk Medeni Kanunu’nun 185. madde hükmü gereğince, anne-baba birlikte çocukların bakımından sorumludur, aynı Yasa’nın 327. maddesinde ise “Çocuğun bakımı, eğitimi ve korunması için gerekli giderler ana ve baba tarafından karşılanır” denilmektedir.
Her baba ve annenin çocuğunu belli bir yaşa kadar büyütmek, yetiştirmek ödevi olup çocuğun ölümü nedeni ile artık yapılması gerekmeyecek yetiştirme giderlerinin belirlenecek destekten yoksun kalma tazminatından düşülmesi (anne ve babadan birinin ya da her ikisinin çalışıp çalışmadığına ilişkin ayrıksı durumlar da göz önüne alınarak) gerekmektedir.Somut olayda, anne ve baba lehine hesaplanan destekten yoksun kalma tazminatından anne ve babadan ayrı ayrı %2,5’ar yetiştirme gideri düşülmüştür. Daire ilkelerine göre; anne ve baba çalışıyorsa anne ve babadan ayrı ayrı %5’er, anne çalışmıyorsa (Dava dilekçesine ekli belgelerden davacılar …’un işçi, …’nın ise memur olduğu anlaşılmaktadır.) sadece babadan %5 yetiştirme gideri düşülmesi gerekmektedir.

Eldeki davada, hükme esas alınan bilirkişi raporu yukarıda bahsi geçen ilkelere aykırı düzenlenmiş olup denetime ve hüküm kurmaya elverişli değildir.O halde mahkemece, anlatılan bilgiler ışığında hüküm kurmaya ve denetime elverişli başka bir bilirkişiden rapor alınıp sonucuna göre karar vermek gerekmektedir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalıların sair temyiz itirazlarının REDDİNE, (2), (3) nolu bentlerde açıklanan nedenlerle davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile verilen hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalılara geri verilmesine 28.02.2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

İLAMIN BOZULMASI -YENİDEN İCRA EMRİ GÖNDERİLMESİ- BORÇLUNUN İCRA EMRİ VEYA MUHTIRA TEBLİĞİ İLE VERİLEN SÜREDE ÖDEME YAPARAK ERKEN ÖDEME AVANTAJLARINDAN YARARLANABİLME İMKAN VE İHTİMALİ

T.C
YARGITAY
8. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2014/1545
KARAR:2014/19807

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : İstanbul Anadolu 3. İcra Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 18/09/2013
NUMARASI : 2013/193-2013/928

Yukarıda tarih ve numarası yazılı Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki davacı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden Daire’ye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

K A R A R

Borçlu aleyhine ilama dayalı olarak başlatılan takipte, borçlu vekili İcra Mahkemesi’ne başvurarak, icra takibine konu ilamın bozulduğunu, yeni verilen ilam ile alacak kalemlerinin değiştiğini, mahkemenin bozmadan sonra verdiği karar ile hükmedilen ve ilk karar dışındaki alacak tutarı için yeni bir takip yapılmadığını aynı dosya üzerinden icra emri tebliğ edilmediği halde icra takibine konu edilmemiş 115.790,72 TL alacak yönünden İcra Müdürlüğü’nce yapılan kapak hesabı ile icra vekalet ücreti hasaplanması ve tahsil harcı alınması işleminin doğru olmadığını, borçlunun icra tehdidi altında bu şekilde fazladan tahsil harcı ve icra vekalet ücreti ödemek zorunda kaldığını, anılan harç ve vekalet ücretinin alınmaması yönündeki 15.02.2013 tarihli taleplerinin müdürlükçe 18.02.2013 tarihinde reddedildiğini ileri sürerek, 18.02.2013 tarihli işlemin iptaline; 115.790,72 TL üzerinden tahsil edilen vekalet ücreti ve tahsil harcının borçluya iadesine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece, bilirkişi raporu doğrultusunda şikayetin reddine karar verilmesi üzerine hüküm, borçlu vekili tarafından reddedilmiştir.

İstanbul Anadolu 3.İcra Müdürlüğü’nün 2009/2501 Esas sayılı dosyasının incelenmesinden; İstanbul 14.Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 20.10.2008 tarihli ilamına dayanılarak toplam 60.413,14 TL üzerinden takip başlatıldığı, dayanak ilamın bozulması sonrası yeni verilen ilamın dosyaya ibrazı üzerine 12.02.2013 tarihinde takipte kesinleşen miktarın 176.203,86 TL olduğu belirlenerek, bu miktar üzerinden kapak hesabı yapılıp, bakiye borcun 176.815,94 TL olduğunun tespit edildiği, borçlu vekilinin yeni ilama göre borçlu hakkında takip yapılmaması nedeniyle tahsil harcı ve icra vekalet ücretinin ilk takip miktarına göre hesap edilmesi yönündeki itirazının İcra Müdürlüğü’nce 18.02.2013 tarihinde reddedilmesi üzerine borçlunun aynı tarihte dosyaya 176.815,94 TL’yı ödediği anlaşılmaktadır.

Bir ilamın bozulmasından sonra bozmaya uyularak yeni verilen ilamdan kaynaklanan fark alacaklar nedeniyle kapak hesabının yapılabilmesi, bu alacaklar yönünden borçluya aynı takip dosyası üzerinden icra emri veya muhtıra gönderilmesi ve ödeme için verilen sürenin geçirilmesinden sonra mümkündür. Aksi halde borçlunun icra emri veya muhtıra tebliği ile verilen sürede ödeme yaparak erken ödeme avantajlarından yararlanabilme imkan ve ihtimali ortadan kaldırılmış olur. O halde Mahkemece, bu imkanın sağlanması, borçluya ödeme için verilen süre içinde ödeme yapılmak istenmesi halinde kapak hesabı yapılarak, önceki kapak hesabı nedeniyle fazla tahsil edilen icra vekalet ücreti ve tahsil harcı çıkması durumunda İİK’nun 361. maddesine göre borçluya iade edilmesi yönünde İcra Müdürlüğü’ne talimat verilmesi ve şikayete konu işlemin iptal edilmesi gerekir. Başvurunun niteliğine göre HMK 266. maddesi nazara alındığında bilirkişi incelemesini gerektirmediği halde şikayeti çözüme de kavuşturmayan bilirkişi raporuna dayanılarak, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir.

SONUÇ: Borçlu vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile Mahkeme hükmünün yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’nun 388/4. (HMK m.297/ç) ve İİK’nun 366/3. maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, 04.11.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verilmiştir.

BENDE HAKKIN VARSA HELAL ETME, EDERSEN ŞEREFSİZSİN “ SÖZÜNÜN ŞARTA BAĞLI OLDUĞUNDAN HAKARET OLMADIĞI.

T.C.
YARGITAY
18. CEZA DAİRESİ
ESAS NO: 2015/11227
KARAR NO: 2016/14515
KARAR TARİHİ: 19.9.2016

” BENDE HAKKIN VARSA HELAL ETME, EDERSEN ŞEREFSİZSİN”  SÖZÜNÜN ŞARTA BAĞLI OLDUĞUNDAN HAKARET OLMADIĞI.

5237/m. 125

ÖZET : Katılanın sanığa göndermiş olduğu mesajda hakkını helal etmeyeceğine yönelik ifadesine sanığın “…bende hakkın varsa Allah rızası için etme, edersen şerefsizsin…” diyerek karşılık verdiğinin anlaşılması karşısında, isnadın şarta bağlı veya bir olasılık halinde dile getirildiği, hakaret etme kastıyla hareket edilmediği gözetilmeden sanığın mahkûmiyetine karar verilmesi hatalıdır.

DAVA : Yerel Mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle, başvurunun süresi ve kararın niteliği ile suç tarihine göre dosya görüşüldü:

KARAR : Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi. Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre, yapılan incelemede;

Katılanın sanığa göndermiş olduğu mesajda hakkını helal etmeyeceğine yönelik ifadesine sanığın “…bende hakkın varsa Allah rızası için etme, edersen şerefsizsin…” diyerek karşılık verdiğinin anlaşılması karşısında, isnadın şarta bağlı veya bir olasılık halinde dile getirildiği, hakaret etme kastıyla hareket edilmediği gözetilmeden sanığın mahkûmiyetine karar verilmesi,

SONUÇ : Kanuna aykırı ve sanık S. E.’ın ve katılan H. H. O. vekilinin temyiz nedenleri yerinde görüldüğünden tebliğnamedeki isteme uygun olarak, HÜKMÜN BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine, 19.09.2016 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

SANIĞIN KENDİSİNE ZORUNLU MÜDAFİİ ATANDIĞINDAN HABERİNİN OLMAMASI – HIRSIZLIK-MÜDAFİİNİN YASAL SÜRESİNDEN SONRA TEMYİZE BAŞVURDUĞU – SANIĞA HÜKMÜN TEBLİĞ EDİLECEĞİ- TEMYİZ DİLEKÇESİ VERİLMESİ HALİNDE İSE TEMYİZ İSTEMİNİN KABULÜNÜN GEREKECEĞİ

T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2009/6-16
K. 2009/90
T. 7.4.2009

ZORUNLU MÜDAFİİ ( Müdafiinin Yasal Süresinden Sonra Temyize Başvurduğu/Sanığın Kendisine Müdafii Atandığından Haberi Olmadan Öğrenme Üzerine Temyiz Talebinde Bulunduğu – Talebin Kabul Edilerek Dosyanın İnceleneceği )
HIRSIZLIK ( Müdafiinin Yasal Süresinden Sonra Temyize Başvurduğu/Sanığın Kendisine Müdafii Atandığından Haberi Olmadan Öğrenme Üzerine Temyiz Talebinde Bulunduğu – Sanığa Hükmün Tebliğ Edileceği/Temyiz Davasının Açılabileceği )

SANIĞIN KENDİSİNE MÜDAFİİ ATANDIĞINDAN HABERİNİN OLMAMASI ( Hırsızlık/Müdafiinin Yasal Süresinden Sonra Temyize Başvurduğu – Sanığa Hükmün Tebliğ Edileceği/Temyiz Dilekçesi Verilmesi Halinde İse Buna Dayalı Olarak Temyiz Davasının Açılacağı )

MÜDAFİİNİN SÜRESİNDEN SONRA TEMYİZ İSTEMİNDE BULUNMASI ( Hırsızlık/Sanığın Kendisine Müdafii Atandığından Haberi Olmadan Öğrenme Üzerine Temyiz Talebinde Bulunduğu – Talebin Kabul Edilerek Dosyanın İnceleneceği )

ADİL YARGILANMA HAKKI ( Sanığın Kendisine Müdafii Atandığından Haberi Olmadan Öğrenme Üzerine Süresinden Sonra Temyiz Talebinde Bulunduğu – Talebin Kabul Edilerek Dosyanın İnceleneceği )
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi/m.6

5271/m.150

ÖZET: Hırsızlık suçundan sanık hakkında, Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık, kendisinden habersiz atanan zorunlu müdafiin tefhimde hazır bulunmakla birlikte süresinden sonra vaki temyiz isteminin Özel Dairece reddedilmiş olması karşısında; sanığın, öğrenme üzerine yaptığı temyiz yolu başvurusunun geçerli sayılıp sayılamayacağına ilişkindir. Bu sorun Tebligat Hukuku ile değil, münhasıran vazgeçilemez ve gözardı edilemez nitelikteki savunma hakkı ve daha geniş anlamda da adil yargılanma hakkı ile ilgili olduğundan, çözümün tebligata ilişkin hükümler yerine, savunma hakkına ilişkin düzenlemelerde aranması gerekir.

Bu nedenlerle, kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilmeyen sanığın bu müdafie yapılmış bulunan tefhim ve tebliğ kendisine bağlanan hukuki sonuçları doğurmayacağından, hükmün sanığın kendisine de tebliğ edilmesi, tebliğ ya da öğrenme üzerine temyiz dilekçesi verilmesi halinde ise buna dayalı olarak temyiz davasının açılması gerekmektedir.

DAVA : Sanık M… T…n 65 sayılı TCYın 493/2 ve 522. maddeleri uyarınca 3 yıl 6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ilişkin Uşak 1. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 20.09.2006 gün ve 408-401 sayılı hükmün 29.09.2006 tarihinde sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay 6. Ceza Dairesince 10.12.2007 gün ve 3512-13813 sayı ile yasal süre içinde temyiz başvurusunda bulunmayan sanık savunmanının bu konudaki isteğini, 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi yollaması ile 1412 sayılı CMUK’nun 317. maddesi gereğince reddine karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 22.01.2009 gün ve 273612 sayılı itirazı; hükmün tefhiminde hazır bulunan ve süresinden sonra temyiz dilekçesi veren zorunlu müdafiin sanıktan habersiz olarak atanmış olması karşısında, sanığın daha sonra öğrenme üzerine yaptığı temyiz isteminin geçerli sayılması gerektiğine yöneliktir.

Dosya, Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle, Yargıtay Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:

KARAR : Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık, kendisinden habersiz atanan zorunlu müdafiin tefhimde hazır bulunmakla birlikte süresinden sonra vaki temyiz isteminin Özel Dairece reddedilmiş olması karşısında; sanığın, öğrenme üzerine yaptığı temyiz yolu başvurusunun geçerli sayılıp sayılamayacağına ilişkindir.

İncelenen dosya içeriğinden;

Olayımızla ilgili olarak Uşakta başlatılan ve sanığın başka suçlardan İzmir Buca Ceza evinde bulunması nedeniyle yokluğunda sürdürüldüğü gözlemlenen yargılama sürecinde; Uşak Barosuna yazılan müzekkere üzerine, 5271 sayılı CYY’nın 150/3. maddesi uyarınca Av. Ç… A…’ın zorunlu müdafii olarak atandığı, ancak bu hususun sanığa bildirilmediği anlaşılmaktadır.

Atandıktan sonra katıldığı ilk oturumda, dilekçe vermek suretiyle sanık lehine taleplerde bulunan Av. Ç… A…, hükmün tefhim edildiği 20.09.2006 tarihli oturuma da iştirak etmiş olmakla birlikte hükmü ancak 29.09.2006 tarihli dilekçe ile temyiz edebilmiş, Yargıtay 6. Ceza Dairesince de 10.12.2007 gün ve 3512-13813 sayı ile süresinde yapılmayan temyiz isteminin reddine karar verilmiştir.

Bu süreçten hiçbir şekilde haberi olmayan sanık ise 17.07.2008 tarihinde, Ceza evi Müdürlüğü ve Cumhuriyet Başsavcılığı aracılığıyla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına hitaben verdiği dilekçede; Uşak 1. Asliye Ceza Mahkemesi benim yokluğumda karar verip, verilen kararı tarafıma tebliğ etmemiş olup, dosyam Yargıtayca onanıp cezamı infaz ediyorum. Karar tarihinde Alaşehir M Tipi Kapalı Ceza evinde idim. Sayın Savcım, Yargıtayca onanmış olan Dairenin onama kararına itiraz ediyorum. Ve infazımın durdurulmasını talep ediyorum şeklinde talepte bulunmuştur.

Somut olayda, sanığın yargılandığı 765 sayılı TCY’ıın 493/2. maddesinin yasada yazılı cezasının 3 yıldan 8 yıla kadar, 5237 sayılı TCY’ da bu maddenin karşılığını teşkil eden 142/2 ( d ) maddesinin gerektirdiği Ceza nın ise 3 yıldan 7 yıla kadar hapis olması karşısında; yargılanılan suçun gerektirdiği Ceza nın üst sınırı 5 yılın üzerinde olduğundan, hüküm tarihi olan 20.09.2006 tarihi itibarıyla yürürlükte olan 5271 sayılı CYY’ınn 150/3. maddesi uyarınca sanık için müdafii atanması zorunludur. Bu nedenle, 5271 sayılı CYY’ın 156/1-b maddesi uyarınca mahkemenin istemi üzerine Baroca zorunlu müdafii atanmasında bir isabetsizlik bulunmamaktadır.

İlkeleri Ceza Genel Kurulunun 18.03.2008 gün ve 7-56 sayılı kararında açıklandığı üzere; Avukatlık Yasasında atanmış müdafilikle ilgili ayrıntılı bir düzenleme yapılmamış olmakla birlikte, CYY’da sanığın talebi üzerine atanmış olan müdafii ile zorunlu olarak atanan müdafii arasında herhangi bir fark öngörülmemiş, 5271 sayılı CYY’nın 150/son madde ve fıkrası ile de ayrıntıların düzenlenmesi çıkarılacak yönetmeliğe bırakılmıştır.

Bu konuda çıkarılması öngörülen ve 02.03.2007 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş bulunan Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafii ve Vekillerin Görevlendirilmeleri İle Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmelik ise hüküm tarihi itibarıyla henüz yürürlüğe girmemiştir.

Bu nedenle sorunun çözümünde, hüküm tarihinde yürürlükte bulunan yasal düzenlemelere itibar edilmesi gerekir.

Bu bağlamda ilk bakışta,

5271 sayılı CYY’nın zorunlu müdafiiliğe, tebligata ve yasa yollarına başvuruya ilişkin hükümleri, 1412 sayılı CYUY’nın halen geçerliliğini koruyan temyize ilişkin hükümleri, 7201 sayılı Tebligat Yasasının 11. maddesi ve buna bağlı Tüzükle, Rehber’de yer alan hükümler birlikte değerlendirildiğinde; sanığa haber verilmeden zorunlu müdafii atanmasında, bu müdafiinin sanığın bulunmadığı ahvalde görev yapmasında ve tebligatın bu müdafie yapılmasında usulsüzlük bulunmadığı, başka bir deyişle olayımız açısından müdafie yapılan tebligatın geçerli olduğu, bu nedenle de müdafiinin temyiz dilekçesinin süreden sonra olması itibarıyla, sanık açısından temyiz davası açma olanağının yitirildiği sonucuna varılabilir ise de; Anayasanın 36. maddesinde yer alan; herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesinin 3. fıkrasının b ve c bentlerinde ise ifade edilen; her sanık en azından aşağıdaki haklara sahiptir: a )b ) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak; c ) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksunsa ve adaletin selameti gerektiriyorsa mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilmek biçimindeki düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde; savunma hakkının, temel insan hakları arasında yer alan hak arama hürriyetinin bir gereği olduğu ve avukat tutmak hakkının da savunma hakkından ayrı düşünülemeyeceği gerçeğidir.

Mevzuatımızda zorunlu müdafiilik sistemini öngören yasanın amacı, kendisini savunmak için yeterli maddi olanağı bulunmayanların bu hakkı kullanamamalarından kaynaklanabilecek muhtemel hak kayıplarının önlenmesi, dolayısıyla da savunma hakkının etkin kullanılabilmesinin sağlanması suretiyle adil yargılanmanın gerçekleştirilmesidir. Bunun doğal sonucu olarak, parası olan sanık nasıl ki vekaletname verdiği avukatı serbestçe tayin edebiliyor, parası olmayan sanığın da aynı şekilde avukatını serbestçe belirleyebilmesi en azından kendisine tayin edilen avukatı beğenmediğinde değiştirme hakkının bulunması, daha da ötesi görülmeye başlayacak davada kendisine bir avukat atanacağının sanığa bildirilmesi gereklidir. Kendisine avukat atandığını dahi bilmeyen ya da kendisine avukat atanmakla birlikte beğenmediği takdirde bu avukatın değiştirilmesini isteme hakkına sahip bulunmayan bir sanığın, atandığını dahi bilmediği veya beğenmediği halde muhatap olduğu bu avukatın tüm tasarruflarından sorumlu tutulması gerektiğini veya bu avukatın yaptığı tüm işlemleri peşinen kabul etmiş sayılacağını söylemek nasıl mümkün değilse, böyle bir durumda savunma hakkının tam anlamıyla kullanılabileceğini düşünmekte olası değildir.

Özelikle vurgulamak gerekirse, bu sorun Tebligat Hukuku ile değil, münhasıran vazgeçilemez ve gözardı edilemez nitelikteki savunma hakkı ve daha geniş anlamda da adil yargılanma hakkı ile ilgili olduğundan, çözümün tebligata ilişkin hükümler yerine, savunma hakkına ilişkin düzenlemelerde aranması gerekir.

Bu nedenlerle, kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilmeyen sanığın bu müdafie yapılmış bulunan tefhim ve tebliğ kendisine bağlanan hukuki sonuçları doğurmayacağından, hükmün sanığın kendisine de tebliğ edilmesi, tebliğ ya da öğrenme üzerine temyiz dilekçesi verilmesi halinde ise buna dayalı olarak temyiz davasının açılması gerekmektedir.

Somut olayda; zorunlu müdafiinin yüzüne karşı yapılmış olan tefhim, kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilmeyen sanık M… T… açısından hukuki sonuç ifade etmediği gibi temyiz süresini de başlatmayacağından; sanığın öğrenme üzerine verdiği 17.07.2008 tarihli temyiz dilekçesine istinaden temyiz davasının incelenmesi zorunluluğu bulunmaktadır.

Bu itibarla; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Dairenin Temyizin reddine ilişkin kararının kaldırılmasına ve sanık temyizi nedeniyle temyiz incelemesi yapılması için dosyanın Yargıtay 6. Ceza Dairesine gönderilmesine karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan bir kısım Genel Kurul Üyesi ise; YY uyarınca atanmış bulunan zorunlu müdafii tarafından süresinden sonra yapılmış bulunan temyiz isteminin reddedilmesinde bir usulsüzlük bulunmadığından itirazın reddedilmesi yönünde karşı oy kullanmıştır.

SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;

1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,

2- Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 10.12.2007 gün ve 3512-13813 sayılı temyizin reddine ilişkin kararının KALDIRILMASINA,

3- Dosyanın sanık M… T…n 17.07.2008 tarihli temyiz dilekçesine dayalı olarak temyiz incelemesi yapılması için Yargıtay 6. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 07.04.2009 günü yapılan müzakerede oyçokluğu ile karar verildi.

AVUKAT KATİBİNİN İCRA MÜDÜRLÜĞÜNÜ ARACI OLARAK KULLANMAK SURETİ İLE DOLANDIRICILIK SUÇU İŞLEMESİ

T.C.
YARGITAY
15. CEZA DAİRESİ
ESAS NO. 2012/13826
KARAR NO. 2014/7818
KARAR TARİHİ. 22.4.2014

AVUKAT KATİBİNİN İCRA MÜDÜRLÜĞÜNÜ ARACI OLARAK KULLANMAK SURETİ İLE DOLANDIRICILIK SUÇU İŞLEMESİ

DAVA : Dosya incelenerek gereği düşünüldü;

KARAR : Dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için;

Failin bir kimseyi kandırabilecek nitelikte hileli davranışlarla hataya düşürüp onun veya başkasının zararına, kendisine veya başkasına yarar sağlaması gerekmektedir. Hile nitelikli bir yalandır. Fail tarafından yapılan hileli davranış belli oranda ağır, yoğun ve ustaca olmalı, sergileniş açısından mağdurun inceleme olanağını ortadan kaldıracak nitelikte bir takım hareketler olmalıdır. Kullanılan hileli davranışlarla mağdur yanılgıya düşürülmeli ve bu yanıltma sonucu yalanlara inanan mağdur tarafından sanık veya bir başkasına haksız çıkar sağlanmalıdır. Hilenin kandırıcı nitelikte olup olmadığı olaysal olarak değerlendirilmeli, olayın özelliği, fiille olan ilişkisi, mağdurun durumu, kullanılmışsa gizlenen veya değiştirilen belgenin nitelikleri ayrı ayrı nazara alınmalıdır.

TCK’nın 158/1-d bendinde belirtilen kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu meslek kuruluşlarının, siyasî parti, vakıf veya dernek tüzel kişiliklerinin araç olarak kullanılması suretiyle dolandırıcılık suçunun işlenmesi nitelikli hâl kabul edilmiştir. Söz konusu kurum yada kuruluşların konumunun suçun işlenmesinde kolaylık sağlayacağı düşüncesi, bu kurum ve kuruluşların bu suçta araç olarak kullanılmasının ağırlaştırıcı neden olmasını gerektirmiştir.

Bu nitelikli halin uygulanabilmesi için, bunların isminin kullanılması yeterli olmayıp maddi varlığının kullanılması gerekmektedir. Araç olarak kullanılma, bu kurum veya kuruluşlara ait yazı veya belgeleri amaç dışı olarak kullanmak şeklinde olabilir. Bu kurumlara ait kimlik belgesinin gösterilmesi, basılı evraklarının, kıyafetlerinin, taşıtlarının kullanılması mağdurda güven oluşumunu sağlayacaktır.

Somut olayda; katılanın Finansbank A.Ş’den çekmiş olduğu kredilerin taksitlerini ödeyememesi üzerine, banka tarafından katılan aleyhine icra takipleri başlatıldığı, sanığın da bankanın vekili olan Av. …’un yanında dava takipçiliği yaptığı, katılanın bankayla yaptığı mutabakat gereği, belirlenen borç miktarının yatırılması halinde borcun kapanacağı söylendiğinden, ipotekli olan evini tanık …’a sattığı, yeni malikin işlem yapmak istediğinde tapu kaydı üzerinde takyidat olduğunu öğrenmesi üzerine, katılan ile birlikte banka yetkilileriyle görüştükleri, icra dosyalarındaki borcun haricen ödendiğine dair yazıyı götürüp tahsil harçlarını ödemeleri halinde tapu kaydındaki şerhin kaldırılabileceği, bu şekilde işlemin tamamlanabileceğini öğrendikleri, banka tarafından bu konuda yazılmış yazıyı alarak bankanın “avukat bey sizi icrada bekleyecek” sözüyle yönlendirilmeleri üzerine katılan, evin yeni maliki … ve tanık olarak dinlenen emlakçı …’nin İzmir 17. İcra Dairesi’ne gittikleri, sanığın katılan ve yanındakileri koridorda karşıladığı, …’un katılan adına, sanığa tahsil harcı olarak 8.500 TL ödediği, sanığın da parayla birlikte icra dairesine girdiği ve bir süre sonra çıkarak katılana icra müdürlüğü tarafından düzenlenmiş gibi üç adet makbuzu verdiği, makbuzlardan birin 1.041,10 TL, diğerinin 5.494,84 TL miktarında olup, üçüncü makbuzun bulunamadığı, sanığın verdiği makbuzların icra dairesi tarafından düzenlenmeyip sahte olduğu, zira icra daireleri tarafından tüm işlemlerin Uyap sistemi üzerinden yürütülmesi sebebiyle makbuzların içerik itibariyle aynı ancak, yazı karakterleri itibariyle farklı olduğunun açıkça belli olduğu, icra dairesi önünde yapılan görüşmede katılan ve yanındakilerin sanığı avukat zannettikleri, hatta konuşma sırasında sanığa Avukat bey diye hitap etmelerine rağmen, sanığın avukat olmadığını açıklamadığı anlaşılmakla; sanığın, icra dairesi yetkililerince verilmiş gibi düzenlenen sahte makbuzlar karşılığında katılan adına …’dan 8.500 TL alması şeklindeki eyleminin kamu kurumu olan icra dairesinin araç olarak kullanılması sebebiyle 5237 Sayılı TCK’nın 158/1-d maddesinde düzenlenen nitelikli dolandırıcılık suçunu oluşturduğuna yönelik kabul ve uygulamada bir isabetsizlik görülmemiştir.

SONUÇ : Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre; sanığın yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle, hükmün ONANMASINA, 22/04/2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

KISMEN ONAMA KISMEN BOZMA İLAMINDA ONANAN KISIM YÖNÜNDEN TEMİNAT PARAYA ÇEVRİLİR, TAKİBE DEVAM EDİLİR.

T.C
YARGITAY
12.HUKUK DAİRESİ
ESAS:2018/4856
KARAR:2019/577
TARİH: 21/01/2019

İçtihat metni

ÖZET: Kısmen onama kısmen bozma ilamında onanan kısım yönünden teminat paraya çevrilir, takibe devam edilir.

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi ** tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :

Alacaklı tarafından başlatılan ilamlı icra takibinde; alacaklı, takibe dayanak ilamın lehe bozulduğunu dolayısıyla bakiye kısım için muhtıra çıkartılması ve teminatın paraya çevrilmesi talebinin reddine ilişkin icra memur muamelesine karşı icra mahkemesine şikayet yoluyla başvurduğu, mahkemece İİK‘nin 40. maddesi uyarınca şikayetin reddine karar verildiği, karara karşı alacaklının temyiz yoluna başvurduğu görülmüştür.

6100 sayılı HMK’nin Geçici 3. maddesi hükmü gereğince uygulanması gerekli 1086 sayılı HUMK’nin 429 vd. maddeleri kapsamında; hükmün temyizi üzerine Yargıtay’ca kısmen onanıp kısmen bozulması ve mahkemece bozmaya uyulması halinde, sadece hükmün bozulan kısımları ile ilgili yargılama yapılarak yeniden karar verilebilir, onanan kısmı ile ilgili yargılama yapılarak yeni hüküm kurulamaz, önceki ilam onanan kısımlar yönünden ayaktadır, taraflar yönünden usuli kazanılmış hak oluşturur ve bu kısımlar yönünden icra kabiliyetini taşır. Bu nedenle hükmün bozulan kısmı yönünden icra işlemleri olduğu yerde durur ise de onanan kısmı yönünden icra işlemlerine devam edilir. (HGK’nun 23.10.2002 tarih ve 2002/11-663 E, 2002/847 K.)

Somut olayda, İstanbul 3. İş Mahkemesi’nin ** sayılı kararından kaynaklanan kıdem tazminat, ihbar tazminatı ve izin ücreti alacağına yönelik ilamlı icra takibi başlatıldığı, borçlunun başvurusu üzerine teminat karşılığı tehiri icra kararı verildiği bilahare Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin ** sayılı ilamı ile sair temyiz itirazları yönünden değilse de fazla çalışma alacağı yönünden ilamın alacaklı lehine bozulması üzerine alacaklının teminatın paraya çevrilmesi, fazla çalışma ücreti için muhtıra çıkartılması talebinin icra müdürlüğünce reddi üzerine; icra mahkemesine şikayet yoluyla başvurulduğu mahkemece şikayete konu kararda bozma konusu yapılmayan hususlar yönünden teminatın paraya çevrilmesi ile fazla mesai ücreti yönünden ise de ek takip talebinde bulunulmadığından talebin reddine karar verilmesi gerekirken, istemin tümden reddedildiği, iş mahkemesince verilen yeni kararın kesinleşmesi gerektiğinden bahisle şikayetin reddine karar verilmişse de, iş mahkemesi kararlarının infazı için kararın kesinleşmesi gerekmediği gibi bozma dışında kalan kıdem ve ihbar tazminatı ile izin ücreti alacağı yönünden teminatın paraya çevrilmesi isteminin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.

SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nin 366. ve HUMK’nin 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 21/01/2019 gününde oy birliğiyle karar verildi.

HUKUKEN KESİNLEŞMİŞ SAYILAMAYACAK NİTELİKTEKİ BİR MAHKUMİYET KARARININ İNFAZ EDİLMESİ VE DAVACININ ÖZGÜRLÜĞÜNDEN YOKSUN BIRAKILMASI – AÇIK VE KESİN KANUN HÜKMÜNE AYKIRILIK NEDENİYLE HAKİMİN SORUMLULUĞUNUN KOŞULLARININ OLUŞTUĞU YARGISAL FAALİYETTEN DOLAYI DEVLET ALEYHİNE AÇILAN TAZMİNAT DAVASI

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/4-371
K. 2014/675
T. 21.5.2014

* HAKİMLERİN HUKUKİ SORUMLULUĞUNA DAYALI TAZMİNAT İSTEMİ ( Mahkumiyet Kararının Usulsüz Tebliğ İşlemine Dayalı Olarak Kesinleştirilmesi/Kişi Özgürlüğünün Yasaya Aykırı Olarak Kısıtlanması – Kanun Hükmüne Aykırı Karar Verildiği Ve Zararın Meydana Geldiği/Hakimin Sorumluluğu Koşullarının Oluştuğu )

* YARGISAL FAALİYETTEN DOLAYI DEVLET ALEYHİNE AÇILAN TAZMİNAT DAVASI ( Hukuken Kesinleşmiş Sayılamayacak Nitelikteki Bir Mahkumiyet Kararının İnfaz Edilmesi Ve Davacının Özgürlüğünden Yoksun Bırakılması – Açık Ve Kesin Kanun Hükmüne Aykırılık Nedeniyle Hakimin Sorumluluğunun Koşullarının Oluştuğu)

* KİŞİ ÖZGÜRLÜĞÜNÜN YASAYA AYKIRI OLARAK KISITLANMASI ( Davacının Müdafii Bulunduğu Halde Mahkumiyetine Dair Kararın Asile Tebliğ Edilerek Kesinleştirildiği Gibi Tebligatın Da Usulsüz Olarak Davacının En Son Sorgusunun Yapıldığı Celsede Bildirdiği Adres Yerine İddianamedeki Adresine Tebliğ Edilmesi/Müdafiinin İnfazın Durdurulması İsteminin Reddedilmesi – Açık Ve Kesin Kanun Hükmüne Aykırılık Nedeniyle Hakimin Sorumluluğunun Koşullarının Oluştuğu )

* AÇIK VE KESİN KANUN HÜKMÜNE AYKIRIRLIK ( Hukuken Kesinleşmiş Sayılamayacak Nitelikteki Bir Mahkumiyet Kararının İnfaz Edilmesi Ve Davacının Özgürlüğünden Yoksun Bırakılması – Hakimin Sorumluluk Koşulları Oluştuğundan Davacı Yararına Uygun Bir Tazminata Hükmedilmesi Gerektiği )

* USULSÜZ TEBLİGAT ( Hakimlerin Hukuki Sorumluluğu – Davacının Müdafii Bulunduğu Halde Mahkumiyetine Dair Kararın Asile Tebliğ Edilerek Kesinleştirildiği Gibi Tebligatın Da Usulsüz Olarak Davacının En Son Sorgusunun Yapıldığı Celsede Bildirdiği Adres Yerine İddianamedeki Adresine Tebliğ Edilmesi/Sorumluluk Koşulları Oluştuğundan Davacı Yararına Uygun Bir Tazminata Hükmedilmesi Gerektiği )

6100/m. 46-49

1086/m. 573-576

7201/m. 11

ÖZET : Dava, hakimlerin hukuki sorumluluğuna dayalı olarak maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir.

Somut olayda, sorumluluğa dayanak yapılan olgular; mahkumiyet kararının usulsüz tebliğ işlemine dayalı olarak kesinleştirilmesi; infazın durdurulması isteminin reddedilmesi ve kesinleşmemiş bir kararın uygulanması sonucunda, kişi özgürlüğünün yasaya aykırı olarak kısıtlanmış bulunmasıdır. Hukuken kesinleşmiş sayılamayacak nitelikteki bir mahkumiyet kararı infaz edilmiş ve davacı özgürlüğünden yoksun bırakılmış olup; zararlı sonuç da meydana gelmiştir.

Davacının müdafii bulunduğu halde mahkumiyetine dair kararın müdafii yerine asile tebliğ edilerek kesinleştirildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca davacıya yapılan bu tebligat da usulsüz olup, davacının en son, sorgusunun yapıldığı celsede bildirdiği adres yerine, iddianamedeki adresine 7201 Sayılı Tebligat Kanunu m. 35’e göre tebliğ işlemi yapılmıştır.

Davacı(sanık) hakkındaki mahkumiyet hükmünün kesinleştirilmesi üzerine cezanın infazı için yakalandığında bu durumu müdafii açıkça dile getirerek, kendisinin sanık müdafii olduğunu, dosyada vekaletnamesinin bulunduğunu, tebligatın kendisine yapılması gerektiğini, kaldı ki dosyada sanığın bilinen son adresine de tebligat yapılmadığını hatırlatarak, infazın durdurulmasını istemesine rağmen, bu talebi ve temyiz talebi mahkemece ret edilmiştir. Bu sebeple hakimin sorumluluğunun koşullarının oluştuğu tartışmasızdır.

Farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı karar verilmiş olması karşısında, hakimlerin yargılama faaliyetinden dolayı davalının sorumluluğu koşulları oluştuğundan davacı yararına uygun bir tazminata hükmedilmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan incelemesi sonucunda ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay 4. Hukuk Dairesince:

“dava: Dava dilekçesinde, davacının istanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 14.5.2008 gün ve 2007/68-2008/115 Sayılı kararı ile 10 ay hapis cezasına mahkum edildiği ve kararın usulsüz olarak kesinleştirildiği; mahkumiyet hükmünden, yakalama kararı çıkarılması üzerine haberdar olunduğu; kararın, infazın durdurulması istemli olarak temyiz edildiği;ancak. mahkemece infazın durdurulmadığı ve davacının 4 ay sonra şartla tahliye edildiği; Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından kararın usulsüz olarak kesinleştirildiğinin tespit edildiği ve zamanaşımı sebebiyle de davanın ortadan kaldırılmasına karar verildiği; usulsüz kesinleştirme işlemine dayalı olarak cezanın infaz edilmesinin hukuka aykırı olduğu ve sorumluluğu gerektirdiği ileri sürülerek; 1.908,72-TL maddi ve 20.000,00-TL manevi tazminata hükmolunması, talep olunmuştur.

cevap: Cevap dilekçesinde, istemin C.M.K.nun 141. vd. maddeleri kapsamında bulunduğu ve ağır ceza mahkemesinin görevli olduğu: hak düşümü süresinin geçirildiği; esası yönünden ise, sorumluluk koşullarının oluşmadığı savunulmuştur.

gerekçe: Dava, hakimlerin hukuki sorumluluğuna dayalı olarak maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir.

Hakimlerin yargısal faaliyetleri sebebiyle sorumlulukları, olay sırasında yürürlükte bulunan H.U.M.K.nun 573-576. maddelerinde ve dava tarihinde yürürlükte olan H.M.K.nun 46-49. maddelerinde düzenlenmiş bulunmaktadır. Her iki Yasa’da da gösterilen sorumluluk nedenleri, örnek niteliğinde olmayıp; sınırlı ve sayılı durumları ifade etmektedir.

Somut olayda, sorumluluğa dayanak yapılan olgular; mahkumiyet kararının usulsüz tebliğ işlemine dayalı olarak kesinleştirilmesi; infazın durdurulması isteminin reddedilmesi ve kesinleşmemiş bir kararın uygulanması sonucunda, kişi özgürlüğünün yasaya aykırı olarak kısıtlanmış bulunmasıdır.

Dosya kapsamından; davacının, sanık sıfatıyla yargılandığı İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 14.5.2008 gün ve 2007/68-2008/115 Sayılı dosyasında 10 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verildiği; karara, 17.7.2008 tarihinde temyiz edilmeksizin kesinleştiği şerhinin düşüldüğü; hükmün infaza verildiği ve bu aşamada sanık müdafii sıfatı ile Av. E.A. tarafından sunulan 23.1.2009 havale tarihli dilekçede; kararın tebliğinin usulsüz olduğunun belirtildiği, infazın durdurulmasının talep ve hükmün de temyiz edildiği; istanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 27.1.2009 tarihli ek kararıyla istemlerin reddedildiği; bu kararın da temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 22.9.2011 gün ve 2010/9593-2011/27183 Sayılı ilamı ile; müdafiiyle temsil edilen sanığın yokluğunda verilen kararın vekil yerine sanığa tebliğinin usulsüz olduğu belirtilerek, ek kararın kaldırılmasına ve zamanaşımı sebebiyle de kamu davasının düşürülmesine karar verildiği; ancak, süreç içerisinde ve 22.1.2009-22.5.2009 tarihleri arasında davacı hakkındaki hükmün, usulsüz kesinleştirme kararına dayalı olarak infaz edildiği, anlaşılmaktadır.

Ön sorun olarak, davanın 6110 Sayılı Kanunun 12. maddesiyle düzenlenen 2802 Sayılı Hakimler ve Savcılar Yasası’nın 93/A maddesinde öngörülen, bir yıllık hak düşümü süresinde açılıp açılmadığı irdelenmelidir.

Dava konusu edilen işlemlerle ilgili ceza yargılaması, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 22.9.2011 tarihli kararıyla sonuçlanmış; eldeki dava ise, 24.9.2012 tarihinde açılmıştır. Sürenin, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin taraflara tebliğ edildiği dosya kapsamından belirlenemeyen 22.9.2011 tarihli kararından başlatılması halinde, sorumluluk davasının en geç 22.9.2012 tarihinde açılması gerekir. Bu tarih ise, cumartesi gününü denk gelmekte olup: takip eden ilk iş günü olan 24.9.2012 tarihinde açılan davanın, süresinde olduğu kabul edilmiştir.

Uyuşmazlığın esası bakımından ise: ceza yargılaması sırasında müdafiiyle temsil edilen davacının yokluğunda verilen kararın, vekil yerine asile tebliğ edilmesi; bu şekilde, usulsüz tebligata dayalı olarak hükmün kesinleştirilmesi; durumun, müdafii tarafından verilen 23.1.2009 havale tarihli dilekçeyle bildirilmesine rağmen, 27.1.2009 tarihli ek kararla infazın durdurulması ve temyiz istemlerinin reddedilmesi; 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 11. maddesi hükmüne aykırıdır. Bu yön, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 22.9.2011 tarihli ve 2010/9593-2011/27183 Sayılı kararında da tespit olunmuştur.

Diğer yandan, hukuken kesinleşmiş sayılamayacak nitelikteki bir mahkumiyet kararı infaz edilmiş ve davacı özgürlüğünden yoksun bırakılmış olup; zararlı sonuç da meydana gelmiştir.

Dava, olay tarihinde yürürlükte bulunan H.U.M.K.nun 573/2.bendiyle dava tarihinde yürürlüğe giren H.M.K.nun 46/c bendi hükümlerine dayalı olarak açılmış olup: yasa hükmüne açık aykırılık gerekçesiyle sorumlu bulunulduğu ileri sürülmüştür.

Dava konusu olayda, davacının sanık sıfatıyla cezalandırıldığı eylemle ilgili iddianamenin 13.12.2000 tarihinde düzenlendiği; davaya konu yazının yer aldığı gazetenin künyesindeki yönetim yeri ve yazışma adresinin:(Tarlabaşı Cad. No: 232/4 Beyoğlu/İstanbul) iddianamede yazılı bulunduğu; yargılama aşamasında görevsizlik ve birleştirme kararları verildiği; sanık ve müdafiinin uzun süre yargılamalara katılmadığı; sanık müdafii Av. E.A.tarafından sunulan 5.12.2005 havale tarihli dilekçeyle dosyanın fotokopisinin talep edildiği ve vekaletname örneğinin sunulduğu; sonrasında, 7.5.2008 tarihli oturumda sanığın sorgusunun yapıldığı ve Yurt Malı. 143. Sok. Emirdoğan Apt. C/Blok No: 5/9-Seyhan/Adana adresinde ikamet ettiğinin tutanaklara geçirildiği; karar örneğinin, iddianamede yazılı adrese 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 35. maddesi uyarınca tebliğ edildiği; infazın durdurulması ve temyiz isteminin reddine dair 27.1.2009 tarihli ek kararın da, davaya konu yazının yer aldığı gazetenin yönetim adresine tebliğ edildiği gerekçesiyle reddedildiği anlaşılmaktadır.

5187 Sayılı Basın Kanunu’nun 29. maddesi gereğince: “Süreli yayının yönetim yeri, tebligat işlemleri yönünden, yayın sahibinin ve temsilcisinin, görevi devam ettiği sürece sorumlu müdürün yerleşim yeri sayılır.”

Mahkemenin, kararın tebliği işlemiyle infazın durdurulması ve temyiz istemlerinin reddine dair ek kararı, yukarda yazılı Yasa hükmüne dayandırılmıştır.

Tüm bu açıklamalardan, sanığın vekil temsil edildiğinin mahkemece gözden kaçırıldığı sonucu ortaya çıkmaktadır.

Sorun, bu durumun: “Farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin kanun hükmüne aykırılık” olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceğine ilişkindir.

Öncelikle mahkemenin, 7201 Sayılı Kanunun 11. maddesine dair bir tespiti ve buna bağlı olarak da değerlendirmesi bulunmamaktadır. Aksine, sanığın vekil temsil edildiği olgusu gözden kaçırılmış; bu durum, sanık müdafii tarafından verilen 23.1.2009 havale tarihli dilekçeyle bildirilmiş; ancak, mahkemece yine gözardı edilmiş ve zararı sonuç ortaya çıkmıştır.

Dosyada mevcut vekaletnamenin gözden kaçırılması, maddi bir olgu olup; insani hata niteliğindedir. Hemen tüm yargılama işlemleri bakımından, eş veya benzer yanılgılara düşülmesi mümkün ve muhtemel olup: bu durum, nispi değer hükmü taşıyan yargısal faaliyetlerin doğasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple olağan yasa yolları düzenlenmiş; yetinilmemiş, olağanüstü yasa yolları öngörülmüş; ötesinde, uluslararası yargı yolu da benimsenmiştir. Şu durumda, hakimin hukuki sorumluluğuna dair koşulların gerçekleştiğinden söz edilemez. Davanın, açıklanan bu sebeplerle reddine karar verilmek gerekmiştir.

Diğer yandan, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 49. maddesi uyarınca, davanın esastan reddi halinde disiplin para cezasının takdir edilerek hüküm altına alınması gerekir. Bu konuda, para cezasında yeniden değerleme oranında yapılması gereken arttırım miktarıyla davaya konu olayın gelişim biçimi ve dosyaya yansıyan olgular göz önünde tutulmuştur.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan gerekçelerle;

1-)Davanın reddine,

2-)H.M.K.nun 49. maddesi uyarınca takdiren 600,00-TL disiplin para cezasının davacıdan alınarak Hazine’ye gelir kaydedilmesine,

3-)Davanın reddi sebebiyle alınması gereken 24,30.-TL maktu karar ve ilam harcının peşin alınan 325,34.-TL’den düşümüyle kalan 301,04.-TL’nin istenmesi halinde davacıya iadesine,

4-)Karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Ücret Tarifesi uyarınca reddedilen maddi ve manevi tazminat istemleri itibariyle davalı yararına takdir olunan (3.080,00)-TL maktu avukatlık ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,

5-)Davacı tarafından yapılan giderlerin üzerinde bırakılmasına…”

Dair oyçokluğuyla verilen 1.10.2013 gün ve 2012/58-2013/69 Sayılı kararın davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine kararın süresinde temyiz edildiğinin anlaşılmasından ve dosyadaki tüm kağıtların okunmasından sonra gereği düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili 6100 Sayılı H.M.K.46. maddesine dayanarak yargısal faaliyetten dolayı devlet aleyhine tazminat davası açmıştır. Mahkemece yukarda başlık bölümüne alınan gerekçeyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Hakimlerin hukuki sorumluluk halleri 1086 sayılı H.U.M.K.m.573 (olay tarihi) ve 6100 sayılı H.M.K.m. 46’da (dava tarihi) düzenlenmiştir. H.M.K.m. 46 uyarınca Hakimlerin yargılama faaliyetinden dolayı hukuki sorumluluk halleri şunlardır:

i. Kayırma veya taraf tutma yahut taraflardan birine olan kin veya düşmanlık sebebiyle hukuka aykırı bir hüküm veya karar verilmiş olması.

ii. Sağlanan veya vaat edilen bir menfaat sebebiyle yasaya aykırı bir hüküm veya karar verilmiş olması.

iii. Farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı karar veya hüküm verilmiş olması.

iv. Duruşma tutanağında mevcut olmayan bir sebebe dayanılarak hüküm verilmiş olması.

v. Duruşma tutanaklarıyla hüküm veya kararların değiştirilmiş yahut tahrif edilmiş veya söylenmeyen bir sözün hüküm ya da karara etkili olacak şekilde söylenmiş gibi gösterilmiş ve buna dayanılarak hüküm verilmiş olması,

iv. Hakkın yerine getirilmesinden kaçınılmış olması.

Görüldüğü üzere, Kanunda sorumluluk halleri sınırlı(tahdidi) olarak düzenlenmiştir. Eş söyleyişle hakimlerin hukuki sorumluluğu için Kanun’da sayılan hallerden birisinin mevcut olması gerekir.

Davacı vekili dava dilekçesinde; davacının istanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 10 ay hapis cezasına mahkum edildiği ve kararın usulsüz olarak kesinleştirildiğini, zira tebligatın müdafii yerine asile tebliğ edildiğini, bu tebligatın dahi usulsüz olduğunu iddiayla maddi ve manevi tazminat talebinde bulunmuştur.

Somut olayda davacının İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2007/68-2008/115 Sayılı kararı ile 10 ay hapis cezasına mahkum edildiği, bu kararın tebliğinde 7201 Sayılı Tebligat Kanun’a aykırı davranıldığı, zira davacının müdafii bulunduğu halde aynı Kanun’un 11. maddesine aykırı olarak mahkumiyetine dair kararın müdafii yerine asile tebliğ edilerek kesinleştirildiği anlaşılmaktadır. Esasen davacıya yapılan bu tebligatın dahi usulsüz olduğu belirgindir. Zira davacının en son, sorgusunun yapıldığı celsede adresini, ‘Yurt Mah. 143. Sok. Emirdoğan Apt. C/Blok No: 5/9- Seyhan/Adana” olarak bildirmiştir. Buna rağmen kendisine karar tebliği bilinen en son adresi yerine, iddianamedeki adres olan sahibi bulunduğu gazetenin künyesindeki “Tariabaşı Cad. no.232/4 Beyoğlu/istanbul” adresine 7201 Sayılı Tebligat Kanunu m. 35’e göre yapılmıştır. Oysa Tebligat Kanunu 10/1. maddesinde; “tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır” hükmüne yer verilmiştir. Olayda davacının bilinen en son adresine dahi tebligat yapılmadan karar kesinleştirilmiştir. Şu halde açık kanun hükmüne aykırı bir karar verildiğinin kabulü gerekir.

Eldeki olayda 7201 sayılı T.K.’nın 11. maddesine aykırı olarak karar kesinleştirilmiştir. Bir an için sanığın vekil temsil edildiğinin mahkemece gözden kaçırıldığı düşünülse bile, belirtmek gerekir ki davacı(sanık) hakkındaki mahkumiyet hükmünün kesinleştirilmesi üzerine cezanın infazı için yakalandığında bu durumu müdafii açıkça dile getirerek, kendisinin sanık müdafii olduğunu, dosyada vekaletnamesinin bulunduğunu, tebligatın kendisine yapılması gerektiğini, kaldı ki dosyada sanığın bilinen son adresine de tebligat yapılmadığını hatırlatarak, infazın durdurulmasını istemesine rağmen, bu talebi ve temyiz talebi mahkemece ret edilmiştir. Bu sebeple hakimin sorumluğunun koşullarının oluştuğu tartışmasızdır. Sanık hakkındaki ceza hükmünün temyizen incelenmesi, temyiz dilekçesinin reddinin temyizi üzerine mümkün olmuş, bu durum Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin “müdafii yerine karar tebliğinin sanığa yapılmasının usulsüz olduğunu tespit ve sanık hakkındaki cezanın zamanaşımının gerçekleştiğinden bahisle düşmesine” dair verdiği, 22.9.2011 gün ve 2010/9593-2011/27183 Sayılı karar ile de tespit edilmiştir.

Cezanın infazına 22.1.2009 tarihinde başlanmış olup, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nce düşme karar verildiği 22.9.2011 tarihinden çok önce, 22.5.2009 tarihinde ceza infaz edilmiştir. Böylece zararda meydana gelmiştir.

Açıklanan tüm bu sebeplerle H.M.K.46/c maddesi uyarınca farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı karar verilmiş olması karşısında, hakimlerin yargılama faaliyetinden dolayı davalının sorumluluğu koşulları oluştuğundan davacı yararına uygun bir tazminata hükmedilmesi gerektiği sonucuna varıldığından bidayet mahkemesi sıfatıyla karar veren Özel Dairenin yazılı şekilde davanın reddine karar vermesi doğru görülmemiş ve hükmün bozulması gerekmiştir.

Görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce. Özel Daire kararının yerinde olduğu, verilen hükmün onanması gerektiği ileri sürülmüş ise de bu görüş belirtilen sebeplerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.

SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararın, yukarda açıklanan sebeple 6217 s Kanunun 30. maddesiyle 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istenmesi halinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 21.05.2014 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

 

Kaynak: http://kazanci.com.tr/gunluk/hgk-2014-4-371.htm

HARİCEN TAHSİLDE , HARÇ SORUMLUSU BORÇLUDUR, TAHSİL HARCI SORUMLUSU BORÇLUYA MUHTIRA ÇIKARILMADAN HARÇ TAHSİL MÜZEKKERESİ YAZILAMAZ.

T.C.
YARGITAY
12.HUKUK DAİRESİ

ESAS NO : 2015/14210
KARAR NO: 2015/27809
KARAR TARİHİ.12/11/2015

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :

Alacaklı tarafından takip borçluları hakkında ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla icra takibi yapıldığı, borçlular tarafından borca kısmi itiraz edildiği, alacaklı tarafından nakdi kredi alacaklarını teşkil eden borçlularca itiraz edilmeyen 226.232,36 TL’lik bölümün borçlularca Avukatlık Ücreti hariç olmak üzere bankalarına haricen ödendiğini, icra müdürlüğüne bu konuda bildirim yapıldığı, toplam 298.674,91 TL haricen ödemeye ilişkin borçluların ödemekle yükümlü oldukları harçların borçlulardan istenilmesi için gereğinin yapılması ve bundan sonraki yapılacak işlemlerde ödenmeyen Avukatlık Ücretinin göz önünde tutulmasının istendiği, icra müdürlüğünün 25.03.2015 tarihli kararı verdiği, tüm harç ve giderlerin borçluya ait bulunduğu, tahsil harcını ödemekle yükümlü borçluya muhtıra çıkarılması gerekirken bu yapılmadan harç müzekkeresi düzenlenerek vergi dairesine bildirim yapılmasının yasaya aykırı olduğunu, icra müdürlüğü kararının
iptalini istediği anlaşılmaktadır.

Harç, yapılan bir hizmet karşılığı olarak devletin aldığı paradır. Medeni Usul Hukukunda olduğu gibi, icra hukukunda da harç ve giderler sonuçta haksız çıkan tarafa yükletilir. 492 sayılı Harçlar Kanunu’nun 28/b maddesine göre, tahsil harcı, alacağın ödenmesi sırasında yatırılan paradan tahsil edilir.

İcra ve İflas Kanunu’nun 15. maddesi ise, kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, bütün harç ve masrafların borçluya ait olduğunu,
bunların neticede ayrıca hüküm ve takibe hacet kalmaksızın borçludan tahsil olunacağını öngörmektedir. Bu durumda icra dosyasına bildirilen haricen ödemelerle ilgili olarak borçluya muhtıra çıkartılarak tahsil harcının talep edilmesi gerekirken hem borçlu hem alacaklıya tahsil harcı için icra müdürlüğünce müzekkere yazılması isabetsizdir.

O halde icra mahkemesince şikayetin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile istemin reddi yönündeki kararı isabetsizdir.

SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12/11/2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

DAYANAK İLAM BOZULDUĞUNDA DAHA ÖNCEDEN YAPILAN TAHSİLATLARIN “MUHTIRA TEBLİĞİ SURETİYLE” ALACAKLIDAN İSTENMESİ- İCRANIN İADESİ İÇİN KARARIN KESİNLEŞMESİ GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY
8.HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2015/13261
KARAR: 2015/19642

ÖZET:Dayanak ilam bozulduğunda, takip olduğu yerde duracağından, daha önceden yapılan tahsilatların “muhtıra tebliği suretiyle” alacaklıdan istenmesi mümkün değildir.
Borçlunun icranın iadesini isteyebilmesi için ( İİK’nun 40/2. maddesi gereğince ) bozmadan sonra verilecek kararın kesinleşmesi zorunludur.

DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki davacı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden Daire’ye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Alacaklı tarafından başlatılan ilamlı takipte, İcra Müdürlüğü’nce alacaklı adına düzenlenen 01.11.2013 tarihli muhtıra ile; dayanak ilamın temyiz incelemesi sonucu bozulması nedeniyle bozma karar tarihinden önce yapılan 6.818,90 TL ödemenin yasal faiziyle birlikte üç gün içinde geri ödenmesinin istendiği; Alacaklının söz konusu işlemin iptali istemi ile İcra Mahkemesi’ne başvurduğu; Mahkeme’ce, borçlunun o kadar borcunun bulunmadığının bozma ilamı ile tespit edilmiş olması nedeniyle şikayete konu memur işleminin usul ve yasaya uygun olduğu gerekçesi ile istemin reddine karar verildiği, hükmün Alacaklı (iade borçlusu) Vekili tarafından temyiz edildiği anlaşılmaktadır.

İİK’nun 40/1. maddesi gereğince; “bir ilamın nakzı icra muamelelerini olduğu yerde durdurur.” Aynı maddenin 2. fıkrasında ise; “bir ilam hükmü icra edildikten sonra nakzedilip de aleyhinde icra takibi yapılmış olan kimsenin hiç veya o kadar borcu olmadığı kat’i bir ilamla tahakkuk ederse ayrıca hükme hacet kalmaksızın icra tamamen veya kısmen eski haline iade olunur.” Bu nedenle borçlunun icranın iadesini isteyebilmesi için (İİK’nun 40/2. maddesi gereğince) bozmadan sonra verilecek kararın kesinleşmesi zorunludur. Dayanak ilam bozulduğunda, takip olduğu yerde duracağından, daha önceden yapılan tahsilatların muhtıra tebliği suretiyle alacaklıdan istenmesi mümkün değildir.

Somut olayda, Alacaklının Bakırköy 11. İş Mahkemesi’nin 29.12.2010 tarih ve 2004/567 Esas 2010/1059 Karar sayılı ilamına dayalı olarak takibe başladığı, Borçlu tarafından icra dosyasına sunulan teminat mektubunun süresinde tehir-i icra kararı getirilmemesi üzerine paraya çevrilerek alacaklıya ödendiği, dayanak ilamın Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nce temyiz incelemesi sonucunda 26.06.2013 tarihinde bozulduğu, Borçlu vekilinin talebi üzerine İİK’nun 40/2.maddesi gereğince Alacaklıya, ödenen paranın iadesi edilmesi hakkında muhtıra gönderildiği görülmektedir.

Yukarıda sıralanan aşamalardan anlaşıldığı üzere; takibe dayanak ilamın bozulması sonrası henüz Mahkemesi’nce verilmiş ve kesinleşmiş bir karar bulunmamaktadır. Borçlu, bu aşamada yalnızca İİK.nun 40/1.maddesi gereğince takibin durdurulmasını isteyebilir, aynı maddenin ikinci fıkrası gereğince eski hale getirme isteyemez.

O halde, Mahkemece, şikayetin kabulü ile şikayete konu muhtıranın iptaline karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle şikayetin reddi isabetsizdir.

KARAR : Alacaklı Vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile Mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’nun 388/4. (HMK m.297/ç) ve İİK’nun 366/3. maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve 25,20 TL peşin harcın temyiz edene iadesine, 04.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

BANKA KREDİSİNİN EMEKLİ MAAŞINDAN ÖDENMESİNİ İHTİRAZI KAYITSIZ KABUL EDEREK DAHA SONRA DAVA AÇIP BLOKENİN KALDIRILMASINI İSTEMESİNİN HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI NİTELİĞİNDE OLDUĞU

T.C.
YARGITAY
13. HUKUK DAİRESİ
E. 2016/9395
K. 2019/6461
T. 22.5.2019

ÖZET : Davacı, davalı Bankadan tüketici kredisi çektiğini, 5-6 taksit ödedikten sonra hastalanması sebebi ile taksitleri ödeyemez duruma geldiğini,taksitleri ödeyememesi üzerine davalının Haziran 2015 tarihinden itibaren haksız bir şekilde emekli maaşının tamamına el koyduğunu, davalının bununla da yetinmeyip çalıştığı iş yerine de maaş haczi yazdığını, davalının geçinmesi için asgari oranları aşıp haksız bir biçimde emekli maaşının hepsine el koyduğunu, şu an hasta olup emekli maaşını alamadığını, yasal mevzuat gereği emekli maaşına haciz konulmasının mümkün olmadığını ileri sürerek, emekli maaşının üstüne konan blokenin kaldırılmasına ve kesinti yapılarak tahsil edilen 3.600,00 TL’nin iadesine karar verilmesini istemiştir. Davacının bankadan aldığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödememesi halinde sözleşme gereğince kullandırılan kredinin teminatı olarak maaşından kesinti yapılmasını kabul etmesi ve diğer teminat öngören hükümlerin sözleşmeye konulmasına rıza göstermesinin haksız şart olarak kabulü de mümkün değildir. Zira davacı yürürlükteki bu yasaları bilerek sözleşmenin her sayfasını ayrı ayrı imzalamış olup, serbest iradesi ile sözleşme şartlarına uygun olarak kredi borcu taksitlerinin bankadan aldığı maaşından kesilmesi için talimat verdiğine göre artık sözleşmenin söz konusu hükmünün müzakere edilerek kararlaştırılmadığı söylenemez.Ayrıca bankanın yaptığı işlemin sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerin dürüstlük kuralına aykırı düşecek şekilde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olduğu kabul edilemez. Davacının bankadan kullandığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödemesi zorunludur. Davacının taksitlerin maaşından ödenmesini ihtirazı kayıtsız kabul edip daha sonra dava açıp blokenin kaldırılmasını istemesi hakkın kötüye kullanılması olup iyiniyet kurallarıyla bağdaşmaz (TMK m.2). Tüketici haklı bir sebep olmadan sözleşmeyi tek taraflı feshedemez, ifası yapılmış bedellerin iadesini isteyemez, bu şekilde edimin tek taraflı geri istenmesi de hukuken himaye göremez. Aksi halde, kredi isteyen kişinin mali durumu ve maaş gelirine göre borcunun ödenebileceği güvencesiyle kredi veren bankanın alacağının imkansızlaşması, kötü niyetli bir kredi borçlusunun borcunu hiç ödememesi gibi bir sonuç doğacaktır. Hal böyle olunca, mahkemece uyuşmazlığın sözleşmeye bağlılık, ahde vefa ilkesi ve tarafları bağlayan sözleşme hükümleri çerçevesinde çözümlenmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne kısmen reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : Davacı, davalı Bankadan tüketici kredisi çektiğini, 5-6 taksit ödedikten sonra hastalanması sebebi ile taksitleri ödeyemez duruma geldiğini,taksitleri ödeyememesi üzerine davalının Haziran 2015 tarihinden itibaren haksız bir şekilde emekli maaşının tamamına el koyduğunu, davalının bununla da yetinmeyip çalıştığı iş yerine de maaş haczi yazdığını, davalının geçinmesi için asgari oranları aşıp haksız bir biçimde emekli maaşının hepsine el koyduğunu, şu an hasta olup emekli maaşını alamadığını, yasal mevzuat gereği emekli maaşına haciz konulmasının mümkün olmadığını ileri sürerek, emekli maaşının üstüne konan blokenin kaldırılmasına ve kesinti yapılarak tahsil edilen 3.600,00 TL’nin iadesine karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, davanın kısmen kabulüyle davacı tüketici ile davalı banka arasında imzalanmış olan tüketici kredisine istinaden, davacının emekli maaşına konulan blokenin, yapılan sözleşme uyarınca, emekli maaşının tamamına bloke konulmasına dair davacının tam ve açık bir rızası ile muvafakatının alınmamış olması, kredi sözleşmesi ekindeki beyanların, henüz muaccel olmamış alacaklar için alınmış olması, davacının rızasının, kredi taksiti kadar var ve mevcut olduğunun kabulü ile, davacının emekli maaşına konulan blokenin, kredi sözleşmesi uyarınca ödenmesi kararlaştırılan aylık 1.444,63-TL üzerinden devamına, bakiye kısım yönünden konulan blokenin iptaline, Bu doğrultuda davacının istirdatını talep ettiği, Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarına ait emekli maaşlarının toplamı olan 3.600,00-TL’nin, kredi sözleşmesi uyarınca ödenmesi kararlaştırılan aylık 1.444,63-TL olmak üzere ( 1.444,63 * 3 ay = 4.333,89-TL) toplam 4.333,89-TL’yi aşmaması sebebi ile, davacının istirdat talebinin reddine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Taraflar arasındaki uyuşmazlık, davacının davalı bankadan kullandığı kredi borcunun muaccel hale gelmiş kredi taksitlerinin maaşından alınıp alınamayacağı, bu yönde bloke konulup konulmayacağına ilişkindir. Mahkemece, davacı tüketici ile davalı banka arasında imzalanmış olan tüketici kredisine istinaden, davacının emekli maaşına konulan blokenin, yapılan sözleşme uyarınca, emekli maaşının tamamına bloke konulmasına dair davacının tam ve açık bir rızası ile muvafakatının alınmamış olması, kredi sözleşmesi ekindeki beyanların, henüz muaccel olmamış alacaklar için alınmış olması, davacının rızasının, kredi taksidi kadar var ve mevcut olduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Somut olayda, yargılama tarihi itibariyle davacının davalı banka nezdinde 05.09.2014 tarihinde 40.000,00 TL tutarında tüketici kredisi sözleşmesi bulunduğu görülmüştür. Dosyanın incelenmesinde; davacı tarafından imzalanan sözleşme ,05.09.2014 tarihli taahhütnamede ve Emekli Maaş Taahhütnamesi Formunda krediye ilişkin ödemelerinin banka nezdinde bulunan emekli maaşı hesabından tarafına ihbarda bulunmaksızın virman-takas-mahsup yapılarak tahsil edilmesine muvafakat etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Sözleşmede bankaya hesaptan tahsilat yetkisi de verilmiştir. Davacı sözleşmeden dönmediğine göre borcu ne şekilde ödeyeceğini açıklamamıştır. Banka da bu taahhüde inanarak başka teminat istemeden davacıya krediyi kullandırmıştır.

Öte yandan davalı banka, kesintileri kredi sözleşmesine istinaden yapmıştır. İcra müdürü tarafından yapılmış bir haciz de bulunmamaktadır. Bu durumda, borcun ödenmemesi üzerine bankanın, davacının maaşına bloke konulacağına dair hükmüne dayanarak kesinti ve tahsilat yapmasında hukuka aykırılık bulunmadığının kabulü gerekir.

Hemen belirtilmelidir ki, davacının bankadan aldığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödememesi halinde sözleşme gereğince kullandırılan kredinin teminatı olarak maaşından kesinti yapılmasını kabul etmesi ve diğer teminat öngören hükümlerin sözleşmeye konulmasına rıza göstermesinin haksız şart olarak kabulü de mümkün değildir. Zira davacı yürürlükteki bu yasaları bilerek sözleşmenin her sayfasını ayrı ayrı imzalamış olup, serbest iradesi ile sözleşme şartlarına uygun olarak kredi borcu taksitlerinin bankadan aldığı maaşından kesilmesi için talimat verdiğine göre artık sözleşmenin söz konusu hükmünün müzakere edilerek kararlaştırılmadığı söylenemez.

Ayrıca bankanın yaptığı işlemin sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerin dürüstlük kuralına aykırı düşecek şekilde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olduğu kabul edilemez. Davacının bankadan kullandığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödemesi zorunludur. Davacının taksitlerin maaşından ödenmesini ihtirazı kayıtsız kabul edip daha sonra dava açıp blokenin kaldırılmasını istemesi hakkın kötüye kullanılması olup iyiniyet kurallarıyla bağdaşmaz (TMK m.2). Tüketici haklı bir sebep olmadan sözleşmeyi tek taraflı feshedemez, ifası yapılmış bedellerin iadesini isteyemez, bu şekilde edimin tek taraflı geri istenmesi de hukuken himaye göremez. Aksi halde, kredi isteyen kişinin mali durumu ve maaş gelirine göre borcunun ödenebileceği güvencesiyle kredi veren bankanın alacağının imkânsızlaşması, kötü niyetli bir kredi borçlusunun borcunu hiç ödememesi gibi bir sonuç doğacaktır.

Hal böyle olunca, mahkemece uyuşmazlığın sözleşmeye bağlılık, ahde vefa ilkesi ve tarafları bağlayan sözleşme hükümleri çerçevesinde çözümlenmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenle hükmün BOZULMASINA, HUMK’nun 440/III-1 maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 22.05.2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.

HACİZ İHBARNAMESİ İLE HACİZ MÜZEKKERESİ ARASINDAKİ FARK- HACİZ MÜZEKKERESİNİN İPTALİNDE ŞİKAYETÇİNİN HUKUKİ YARARI

T.C.
YARGITAY
12.HUKUK DAİRESİ
ESAS NO:2014/32825
KARAR NO:2015/4056
KARAR TARİHİ.26.02.2015

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

Alacaklı tarafından borçlu aleyhinde genel haciz yoluyla ilamsız takibe başlanıldığı, şikayetçi üçüncü şahıs vekilinin icra mahkemesine başvurusunda, müvekkiline İİK’nun 89/1. maddesi uyarınca haciz ihbarnamesi gönderilerek borçlunun doğacak tüm hak ve alacakları ile tüm istihkaklarının haczinin talep edildiğini, borçlunun doğacak alacaklarının haczedilemeyeceğini ileri sürerek 89/1 haciz ihbarnamesinin bu kısmının iptalini talep ettiği, mahkemece, doğacak alacakları ibaresinin iptaline karar verildiği anlaşılmaktadır.

Borçlunun üçüncü kişi nezdindeki alacakları taşınır niteliğinde olduğundan, takibin kesinleşmesinden sonra alacaklı, İİK.nun 78. ve müteakip maddeleri gereğince üçüncü kişiye yazılacak bir haciz yazısı ile haciz konulmasını isteyebileceği gibi, üçüncü kişiye İİK.nun 89. maddesine göre haciz ihbarı gönderilmek suretiyle de haczini talep edebilir. Borçlunun, üçüncü kişi nezdinde ileride doğması muhtemel alacaklarının haczi ise ancak İİK.nun 78. maddesi kapsamında gönderilecek haciz yazısı ile mümkündür.

Her iki hal İİK.nun farklı maddelerinde düzenlenmiş olup sebep ve sonuçları değişiklik arz eder.

İİK.nun 78. maddesi gereği, 3. kişiye doğrudan doğruya haciz müzekkeresi gönderilmek suretiyle borçluya ait hak ve alacaklar üzerine haciz konulması halinde, 3. kişi tarafından yapılması gereken borçluya ait hak ve alacak var ise haciz gereği işlem yapmak, yok ise haczedilecek mal ve hak bulunmadığını icra dairesine bildirmektir. İİK.nun 89. maddesinden farklı olarak 3. kişinin doğrudan doğruya İİK.nun 78. maddesine göre istenen haciz nedeniyle anılan işlemlerin dışında herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Başka bir anlatımla, haciz yazısına cevap vermemesi halinde 3. kişi nezdinde kesinleşen haciz konusu bir alacak yoktur.

Somut olayda 3. kişiye gönderilen 28/11/2012 tarihli yazı, İİK’nun 78. maddesi kapsamında haciz müzekkeresi olup 3. kişi aleyhinde İİK.nun 89. maddesindeki sonuçları doğurmayacağından haciz müzekkeresinin iptalinin istemesinde şikayetçinin hukuki yararı yoktur.

O halde mahkemece, şikayetin reddi yerine kabulüne karar verilerek yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.

SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 26.02.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

SAVUNMANIN İSPATI İÇİN HERHANGİ BİR DELİLE DAYANMAYAN TARAFIN YASAL SÜRE GEÇTİKTEN SONRA DELİL BİLDİRMESİ

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS:2017/2422
KARAR:2019/650

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi

Taraflar arasında “boşanma” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İzmir 15. Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 24.10.2013 tarih ve 2012/866 E., 2013/777 K. sayılı karar davalı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 01.10.2014 tarih ve 2014/7776 E,. 2014/19018 K. sayılı kararı ile;

“…6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununa göre ön inceleme duruşması yapılıp tarafların üzerinde anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususlar belirlenmeden, taraflardan delillerin ibrazı beklenemez. Ön inceleme aşaması tamamlandıktan sonra mahkemece taraflara delil ibrazı imkanı tanınması ve göstermeleri halinde tanıklarının dinlenilmesi (HMK md. 240 ve devamı maddeleri) ve gerçekleşecek sonucu uyarınca bir karar verilmesi gerekir. Mahkemece 12.02.2013 tarihinde yapılan ön inceleme duruşmasında davalıya delillerini bildirmesi için süre verilmediğine göre, davalı (kadın)’ın 16.04.2013 tarihli delil listesinde bildirdiği tanıkların Hukuk Muhakemeleri Kanununun 243 ve devamı maddeleri uyarınca dinlenerek, tüm delillerle birlikte değerlendirilip, gerçekleşecek sonucu uyarınca bir karar verilmesi gerekirken, davalının süresinde delil bildirmediği gerekçesiyle, davalının tanıkları dinlenmeden eksik inceleme ile hüküm kurulması onun savunma hakkını kısıtlayan önemli bir usul hatası olup bozmayı gerektirmiştir…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek temyiz dilekçesinin süresinde verildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, evlilik birliğinin sarsılması hukuksal nedenine dayalı (TMK m. 166/1) boşanma istemine ilişkindir.

Davacı, davalı eşi ile aynı çatı altında daha fazla bir arada kalmalarına imkân olmadığını, ruhen ve fikren de anlaşamadığını ileri sürerek boşanma kararı verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı, eşinin kendisini aldattığını, hâlen aynı evde yaşadıklarını, eşini ve çocuklarını çok sevdiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Davalı (kadın) tahkikat aşamasında davayı vekili aracılığıyla takip etmeye başlamış ve davalı vekili 04.06.2013 tarihli dilekçe ile boşanma talebinin reddini, aksi hâlde velâyetin müvekkiline tevdiini, 600,00TL tedbir ve yoksulluk nafakası ile 400,00TL iştirak nafakasına hükmedilmesini istemiştir.

Yerel mahkemece, tarafların evlilik birliğine ve birbirlerine olan inancı, sevgi ve saygıyı kaybettikleri, davalının duyduğu kıskançlığın boyutları ve davranış biçimi itibariyle taraflar ve çocuklar açısından korunmaya değer bir yarar kalmadığı, evlilik birliğinin sarsıldığı gerekçesiyle tarafların boşanmalarına, dosyadaki deliller, tanık beyanları ve uzman bilirkişi raporu nazara alındığında müşterek çocukların menfaatleri gereği velâyet haklarının davacı babaya tevdiine karar verilmiş, ağır kusurlu olmadığı kanaatine varılan davalı yararına tarafların ekonomik durumları nazara alınarak 200,00TL tedbir ve yoksulluk nafakasına hükmedilmiştir.

Davalı (kadın) vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık kısmında açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.

Yerel mahkemece, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 119. ve devamı maddelerine göre tarafların iddia ve savunmalarını ortaya koyarken buna ilişkin delillerini de bildirmelerinin zorunlu olduğu, HMK’da düzenlenen somutlaştırma yükümlülüğü gereği davacının dava ve cevaba cevap dilekçesinde, davalının ise cevap ve ikinci cevap dilekçesinde iddia ve savunmalarını hangi delillerle ispat edeceğini somutlaştırarak göstermesi gerektiği, zira HMK’nın 145. maddesi uyarınca tarafların kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyeceği, somut olayda dava dilekçesinin davalıya 20.12.2012 tarihinde tebliğ edildiği, davalının ise 31.12.2012 tarihli cevap dilekçesi ile boşanmak istemediğini bildirirken herhangi bir vakıa ve delilden bahsetmediği, 12.02.2013 tarihli ön inceleme duruşmasında tarafların uyuşmazlık konularının tespit edildiği, davacı tarafın dava dilekçesinde tanık deliline dayanmış olması nedeniyle tanıklarının isim ve adreslerini bildirerek delillerini somutlaştırdığı, buna karşın cevap dilekçesinde delil bildirmeyen davalı vekilinin davacı tarafın muvafakatının bulunmaması nedeniyle tahkikat oturumunda ayrıca delil bildirme hakkının bulunmadığı, HMK’nın 145. maddesindeki istisnai durumların gerçekleştiğinin de iddia edilmediği göz önüne alınarak yargılamanın buna göre sürdürüldüğü belirtilmiş ve işin esasına ilişkin olarak önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararı davalı (kadın) vekili tarafından temyiz edilmektedir.

Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, süresinde (31.12.2012) davaya cevap veren davalının cevap dilekçesinde tanık deliline dayanmamasına karşın 12.02.2013 tarihli ön inceleme duruşmasından sonra davalı vekili tarafından sunulan ve 16.04.2013 tarihli dilekçede isimleri bildirilen tanıklarının dinlenmesinin gerekip gerekmediği, varılacak sonuca göre davalının hukuki dinlenilme hakkının ihlal edilip edilmediği noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümü bakımından ilgili yasal düzenlenmelerin incelenmesi gerekmektedir.

Anayasanın 90. maddesinin beşinci fıkra hükmü uyarınca, milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacak olması nedeniyle ilk olarak belirtilmesi gerekir ki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 6. maddesinin birinci fıkrasına göre: “Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir.

Anayasanın 141. maddesinde de “davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir” denilmek suretiyle davaların makul bir süre içerisinde bitirilmesi gerekliliği açıkça düzenlenmiştir.
Açıklanan bu ilkelere paralel olarak 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda yargılamanın makul sürede bitirilmesini sağlamak amacıyla düzenlemeler yapılmış ve bu amaca ulaşılabilmesi için önemli bir katkı sağlayan delillerin bildirilme zamanı özel olarak düzenlenmiştir.

Delillerin belirli bir zaman dilimi içinde gösterilip sunulması yargılamayı çabuklaştıracak olmasının yanı sıra, taraflara da gösterilen delillerden haberdar olarak zamanında bunlara karşı delil veya görüş bildirebilme imkânı tanıyacak, böylece uyuşmazlıklar en kısa sürede adilane çözüme kavuşacaktır.

Bu noktada HMK’nın delillerin ibrazı ile ilgili hükümlerinin açıklanması gerekmektedir.
Şöyle ki; 6100 sayılı HMK’nın “Dava dilekçesinin içeriği” başlıklı 119/1-e-f maddesine göre; davacı, dava dilekçesinde, iddiasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetlerini ve iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğini açıkça göstermek zorundadır”.

Maddenin gerekçesinde bu gerekliliğin, 6100 sayılı HMK’da bir yenilik olarak düzenlendiği ifade edilmiştir. Davacının genel ifadelerle delillerini belirtmesi yeterli sayılmayıp hangi delillere dayandığı dilekçeden anlaşılmalıdır. Delillerin bildirilmesine ilişkin bu düzenleme, somutlaştırma yükünün de bir gereğidir (Pekcanıtez, H: Medeni Usul Hukuku, C.15. Bası, İstanbul 2017, s. 1139).

6100 sayılı HMK’nın “Belgelerin birlikte verilmesi” başlıklı 121/1. maddesine göre; dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunludur. Ayrıca, aynı Kanunun “Cevap dilekçesinin içeriği” başlıklı 129/1-d-e. maddelerine göre, cevap dilekçesinde; davalının savunmasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri ile savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin bildirilmesi gerekir. Bu husus davalının savunmasını somutlaştırma yükünün gereğidir. Davalı da davacı gibi yazılı delillerini cevap dilekçesine ekleyerek mahkemeye vermeli ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamalarda bulunmalıdır (Pekcanıtez, Pekcanıtez Usul, s.1237-1239).

Dava dilekçesinin davalıya tebliğinde, davalının iki hafta içinde davaya cevap verebileceğinin ihtar edilmesi gerektiği HMK’nın 122. maddesinde düzenlendikten sonra aynı süreye “cevap dilekçesini verme süresi” başlıklı 127. maddesinde tekrar yer verilerek “Cevap dilekçesini verme süresi, dava dilekçesinin davalıya tebliğinden itibaren iki haftadır…” şeklinde düzenleme yapılmıştır.

Önemle vurgulanmalıdır ki; HMK’nın 122. maddesinin gerekçesinde de belirtildiği üzere cevap süresi, Kanunla düzenlenmiş, kesin bir süre hâline getirilmiştir.

HMK’nın “Süresinde cevap dilekçesi verilmemesinin sonucu” başlıklı 6100 sayılı HMK’nın 128/1. maddesine göre; “süresi içinde cevap dilekçesi vermemiş olan davalı, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamını inkâr etmiş sayılır.” Davayı inkar etmiş sayılan davalı, daha sonra ikinci cevap dilekçesi veremez. Zira ikinci cevap dilekçesi cevaba cevap dilekçesine karşı verilir.
6100 sayılı HMK’nın “Ön incelemenin kapsamı” başlıklı 137/1. maddesine göre; dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılır. Mahkeme ön incelemede; dava şartlarını ve ilk itirazları inceler, uyuşmazlık konularını tam olarak belirler, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapar, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik eder ve bu hususları tutanağa geçirir.

6100 sayılı HMK’nın “Ön İnceleme duruşması” başlıklı 140/5. maddesine göre; ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir. Aynı Kanunun 119 ve 121. maddelerinde delillerin gösterilmesinden bahsedilmesine rağmen, 137 ve 140. maddelerinde delillerin sunulmasından ve toplanmasından bahsedilmektedir. Burada vurgulanması gereken husus özellikle 140. maddede “dilekçelerinde gösterdikleri” ibaresinin kullanılmış olmasıdır.

6100 sayılı HMK’nın 140. maddesinin gerekçesinde belirtildiği üzere taraflar, delil olarak dayandıkları belgeleri dilekçelerine ekleyerek vermek ya da başka yerden getirilecekse, bunu belirtmek zorundadırlar. Şayet taraflar, bu konuda yapmaları gereken işlemleri eksik bırakmışlarsa, tahkikata başlamadan önce, taraflara son kez kısa bir süre verilerek bu eksiklikleri tamamlamaları düşünülmüştür. Taraflar bu şanslarını da doğru kullanamazlarsa, artık tahkikat mevcut delillerle yürütülecek ve tarafların o delile dayanmaktan vazgeçtikleri kabul edilecektir.

Özetle; 6100 sayılı HMK’nın 119/1-f maddesine göre dava dilekçesinde iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, 129/1-e maddesine göre de cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin belirtilmesi gerekir. 6100 sayılı HMK’nın 137 ve 140. maddelerinde ise; 119 ve 129. maddelerdeki düzenlemenin aksine, delillerin belirtilmesinden değil, tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapmasından bahsedilmiştir. Buna göre; delillerin dava ve cevap dilekçelerinde belirtilmesi, dilekçelerinde belirtikleri delillerin en geç ön inceleme duruşmasında mahkemeye sunulması, başka bir yerden getirtilecek olması hâlinde delillerin toplanması için gerekli işlemlerin yapılması gerekir. Yani dava ve cevap dilekçelerinin verilmesinden sonra tarafların iddia ve savunmalarını kanıtlayıcı delil bildirmeleri mümkün değildir.

Dilekçelerin karşılıklı olarak verilmesi aşamaları bu şekilde net sürelere bağlı olarak düzenlendikten sonra yasa koyucu, delil bildirmenin “süreye” bağlı olduğunu tekrar vurgulayan 145. maddeye yer vermiştir. 6100 sayılı HMK’nın “Sonradan delil gösterilmesi” başlıklı 145. maddesine göre; taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler. Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.

Sözü edilen maddede tarafların Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyeceklerine ilişkin olarak getirilen istisnanın dava ve cevap dilekçelerinde hiç delil belirtmeyen, ön inceleme aşamasında da delillerini sunmayan veya toplanması için gerekli işlemleri yapmayan tarafların tahkikat aşamasında delil bildirme haklarının olduğu şeklinde anlaşılması mümkün değildir. 145. maddenin gerekçesinde, “uygulamada, davaların uzamasının temel sebeplerinden birinin de gereksiz yere yeni delil sunulması ve bu konuda taraflara verilen sürelere uyulmaması olduğunun bilindiği, maddenin ilk fıkrasıyla, Kanunda belirtilen sürelerden sonra, davada yeni delil sunulmasının yasak olduğunun kural olarak benimsendiği, fakat iki istisnanın kabul edildiği, bunun için; yeni delil sunulması talebinin yargılamayı geciktirme amacı taşımaması veya delilin süresinde sunulmamasının ilgili tarafın kusuru dışında bir sebebe dayanması hâlinde, hâkimin gerekçesini de belirtmek şartıyla, yeni delil sunulmasına izin verebileceği, bu şekilde delil sunma kuralına istisna getirilmesinin hukuki dinlenme hakkının tabii bir sonucu olduğu” belirtilmiştir.

Tahkikatın amacı, kural olarak delil toplamak değil, delilleri incelemek ve değerlendirmektir; aksi hâlde tahkikat tamamlanamaz ve yargılama uzar. Bu sebeple 145. maddede belirtilen ve tarafın etki alanı dışında kalan çok özel durumlar dışında, sonradan delil sunulması hâlinde bu deliller dikkate alınmamalıdır. Keza, tarafların 145. madde şartları oluşmadan sonradan delil sunması ya da kanun yoluna başvururken bu şekilde delilleri dilekçesine ekleyip vermeleri kabul edilmemelidir (Özekes, Pekcanıtez Usul, s.1339).

Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde; 6100 sayılı HMK’nın sistematiği içinde; tahkikat aşamasına geçilmeden evvel tarafların uyuşmazlıkların çözümü için ileri sürdükleri delillerin daha işin başında belirlenerek tahkikatın etkin bir şekilde yapılmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Yargılamanın etkin ve makul bir süre içinde bitirilmesi için delil gösterilmesi dilekçelerin teatisi (dava, cevap, cevaba cevap ve ikinci cevap) aşamasına hasredilmiştir. Buna göre, 145. maddesi ile getirilen istisnanın, dilekçelerin karşılıklı olarak verilmesi aşamasında herhangi bir delil bildirmeyen davacı veya davalıya ön inceleme duruşmasında delillerini bildirmesi için yeni bir süre verilmesine imkân tanınmasını içermemektedir.

Somut olayda; davacı 04.02.2012 tarihinde boşanma davası açmış, vakıalarını ve bu vakıaları ispata yarar delillerini bildirmiştir. Davalı ise süresinde cevap dilekçesi ibraz etmiş ise de savunma vakıalarını ispata yarar herhangi bir delil sunmamıştır. Davalının cevap dilekçesi davacıya tebliğ edilmiş, davacı (erkek) süresinde cevaba cevap dilekçesini sunmuş ancak davacı (kadın) ikinci cevap dilekçesi vermemiştir. Dilekçelerin karşılıklı olarak verilmesi aşaması bu şekilde tamamlanmıştır. 12.02.2013 tarihinde yapılan ön inceleme duruşmasında her iki tarafın beyanları zapta geçirilerek uyuşmazlık konuları tespit edilmiş ve ön inceleme aşamasının bitirilmesine karar verilmiştir. Bu duruşmadan sonra davalı adına davayı takip eden vekil tarafından 16.04.2013 tarihli dilekçe ile delil bildirilmiş, tahkikat duruşmasında da bu dilekçe ve dilekçede belirtilen delillerin dikkate alınması talep edilmiş ancak mahkemece ara kararla, sözü edilen dilekçenin değerlendirilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.

Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler dikkate alındığında, cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı olarak herhangi bir delil (HMK. m. 129/1-e) sunmayan ve sonradan delil gösterilebilmesi için HMK’nın 145. maddesinde belirtilen istisnai hâllerin mevcudiyetini de ileri sürmeyen davalının tahkikat aşamasında bildirdiği tanıkların dinlenmesine yasal olarak imkân bulunmamaktadır.

Hâl böyle olunca; cevap dilekçesinde savunmasının ispatı için herhangi bir delile dayanmayan davalı tarafın yasal süre geçtikten sonra bildirdiği tanıkların dinlenilmesi talebinin reddi gerektiğine ilişkin olarak verilen direnme kararı yerindedir.

Ne var ki, esasa ilişkin temyiz itirazları Özel Dairece incelenmediğinden, bu konuda inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme uygun bulunduğundan davalı vekilinin işin esasına yönelik diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 2. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 13.06.2019 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

TRAFİK KAZASI – TRH TABLOSU – HATIR VE KUSUR İNDİRİMİ

T.C

YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2017/3610
KARAR: 2018/4373
TARİH: 19.04.2018

TRAFİK KAZASI – TRH TABLOSU – HATIR VE KUSUR İNDİRİMİ

ÖZET : Mahkemece alınacak 01.06.2015 tarihinde yürürlüğe trafik sigortası genel şartlarına öngörülen esaslara göre ve TRH-2010 tablosu esas alınmak suretiyle hesaplama yapılması gerekirken PMF yaşam tablosu esas alınmak suretiyle hazırlanmış olan rapor çerçevesinde hüküm kurulmuştur. Genel şartların 3 nolu ekinde; tazminat hesabında nelerin esas alınması gerektiği düzenlenmiştir. Buna göre PMF yaşam tablosu kullanılmak suretiyle yapılan hesaplamanın hükme esas alınması hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

MAHKEMESİ : Bölge Adliye Mahkemesi

İLK DERECE MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili ve davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği düşünüldü:

YARGITAY KARARI

Davacı vekili, müvekkilinin desteğinin davalıya zorunlu mali sorumluluk sigortalı araçta yolcu iken gerçekleşen tek taraflı kazada öldüğünü açıklayıp fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydı ile 100,00 TL maddi tazminatın tahsilini talep etmişi, ıslah dilekçesi ile tazminat talebini artırmıştır.

Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece; iddia, savunma, yapılan yargılama ve toplanan delillere göre; davanın kısmen kabulü ile 74.233,04 TL’nin tahsiline karar vermiş; hüküm aleyhine davalı vekilince istinaf yoluna başvurulmuş, … Bölge Adliye Mahkemesi 17.Hukuk Dairesi’nce başvurunun kabulü ile yerel mahkeme kararının kaldırılmasına, buna göre, davanın kısmen kabulü ile; 67.870,21 TL’nin tahsiline karar verilmiş, karar davacı vekili ile davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

1-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin
tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davalı vekilinin ve davacı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine, karar vermek gerekmiştir.

2-Dava, trafik kazasından kaynaklanan destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir.
Davacının desteğinin, davalıya zorunlu zorunlu mali sorumluluk sigortalı araçta yolcu iken
gerçekleşen tek taraflı kazada öldüğü dosya kapsamından anlaşılmaktadır.

Türk Ticaret Kanunu’nun 1425. maddesine göre sigorta poliçesi genel ve varsa özel şartları içerir.
Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk (Trafik) Sigortası Yeni Genel Şartları
01.06.2015 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Genel şartların C.10. maddesi ile 12/8/2003 tarihli ve 25197 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartları yürürlükten kaldırılmıştır.

Yeni genel şartların C.11. maddesine göre; yeni genel şartlar, genel şartların yürürlük tarihi olan 01.06.2015 tarihinden sonra akdedilmiş sözleşmelere uygulanacaktır. Bunun doğal sonucu olarak artık eski genel şartların yeni genel şartların yürürlük tarihinden sonra düzenlenen poliçelerde uygulanma imkanı bulunmamaktadır.

Karayolları Trafik Kanunu’nun 93. maddesi gereği zorunlu mali sorumluluk sigortası genel şartları, teminat tutarları ile tarife ve talimatları Hazine Müsteşarlığının bağlı bulunduğu Bakanlıkça tespit edilir ve Resmi Gazetede yayımlanır. Böylece Hazine Müsteşarlığı kanundan aldığı yetki ile zorunlu sigorta genel şartlarını belirler. Bu nedenle zorunlu sigorta genel şartlarını Türk Borçlar Kanunu’nun 20 maddesinde düzenlenen genel işlem koşulu kapsamında değerlendirmek mümkün değildir.

Bir sözleşmenin genel işlem koşulu kapsamında olması için sözleşme yapılırken taraflardan birinin önceden tek taraflı olarak sözleşme şartlarını hazırlayarak diğer tarafa sunması gerekir. Oysa Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigorta Genel Şartları, sözleşmede taraf olmayan Hazine Müsteşarlığı tarafından kanundan aldığı yetkiye dayalı olarak belirlenir. Ayrıca Genel şartları, Türk Borçlar Kanunu 20. maddesinin son fıkrasında “Genel işlem koşullarıyla ilgili hükümler, sundukları hizmetleri kanun veya yetkili makamlar tarafından verilen izinle yürütmekte olan kişi ve kuruluşların hazırladıkları sözleşmelere de, niteliklerine bakılmaksızın uygulanır.” düzenlemesi kapsamında düşünmekte mümkün değildir. Çünkü kanunda açıkça belirtildiği üzere kanun veya yetkili makamlar tarafından verilen izinle kişi ve kuruluşların hazırladıkları sözleşmeler yürütmekte oldukları bir hizmet ile ilgili olmalıdır. Oysa Hazine Müsteşarlığı, zorunlu mali sorumluluk sigortası hizmeti veren bir kuruluş olmadığı gibi hizmeti alan taraf ile bir sözleşme ilişkisi içinde bulunmamaktadır.

01.06.2015 tarihinde yürürlüğe giren Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk (Trafik) Sigortası Genel Şartları, yürürlüğe girmesinden sonra düzenlenen poliçelerde
geçerli olacağından, poliçenin düzenlendiği tarih itibarı ile Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk (Trafik) Sigortası’nın kapsamı tüm taraflarca bilinmektedir. Sigortacı, işletenin sorumluluğunu poliçe ve genel şartlar kapsamında üstlendiğine göre, sonradan bir değişiklikten bahsetmek de mümkün olmayacaktır. Kaldı ki; 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 1423. maddesine göre sigortacı, sigorta sözleşmesine ilişkin tüm bilgileri, sigortalının haklarını, sigortalının özel olarak dikkat etmesi gereken hükümleri, gelişmelere bağlı bildirim yükümlülüklerinden oluşan aydınlatma yükümlülüğünü sigortalıya karşı yerine getirmese dahi sigortalı, sözleşmenin yapılmasına 14 gün içinde itiraz etmemiş ise sözleşme poliçede yazılı şartlar ve poliçenin ayrılmaz bir parçası olan genel şartlar kapsamında yapılmış olur.

Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası teminatının kapsamı, poliçe ve poliçenin ayrılmaz bir parçası olan genel şartlara göre belirlenir. Nitekim Karayolları Trafik Kanunu’nun 90. maddesinde yapılan değişiklikle zorunlu sigortacının kapsamındaki tazminatları
belirlemede Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarının göz önüne alınması esası getirilmiştir.

01.06.2015 tarihinde yürürlüğe giren Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartları’nın A.3. maddesinde “sigortacı, poliçede tanımlanan motorlu aracın işletilmesi sırasında, üçüncü şahısların ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına sebebiyet vermiş olmasından dolayı, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununa göre sigortalıya düşen hukuki sorumluluk çerçevesinde Genel Şartlarda içeriği belirlenmiş tazminatlara ilişkin talepleri, kaza tarihi itibariyle geçerli zorunlu sigorta limitleri dahilinde karşılamakla yükümlüdür.

Sigortanın kapsamı üçüncü şahısların, sigortalının Karayolları Trafik Kanunu çerçevesindeki
sorumluluk riski kapsamında, sigortalıdan talep edebilecekleri tazminat talepleri ile sınırlıdır.”
Şeklinde düzenlenmiştir.

Somut olayda, desteğin yolcusu olduğu araç ile seyri sırasında 29.02.2016 tarihinde tek taraflı
kazada öldüğü, poliçenin düzenlenme tarihinin de 18.09.2015 tarihi olduğu anlaşılmaktadır.
Davalının sorumluluğunun kapsamı ise 01.06.2015 yani davaya konu trafik kazasından önce
yürürlüğe giren Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk (Trafik) Sigortası Genel Şartları’na göre belirlenecektir.

Mahkemece alınacak 01.06.2015 tarihinde yürürlüğe trafik sigortası genel şartlarına öngörülen esaslara göre ve TRH-2010 tablosu esas alınmak suretiyle hesaplama yapılması gerekirken PMF yaşam tablosu esas alınmak suretiyle hazırlanmış olan rapor çerçevesinde hüküm kurulmuştur.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun 90.maddesi 14/4/2016 tarihinde kabul edilen 6704 Sayılı Kanun ile değiştirilmiştir. Buna göre zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamındaki tazminatlar bu kanun ve bu kanun çerçevesinde hazırlanan genel şartlarda öngörülen usul ve esaslara tabidir.

Söz konusu tazminatlar ve manevi tazminata ilişkin olarak bu Kanun ve genel şartlarda
düzenlenmeyen hususlar hakkında 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun haksız fiillere ilişkin hükümleri uygulanır.

Yukarıda anlatılanlar çerçevesinde dava konusu poliçe, 01.06.2015 tarihinden sonra akdedilmiş olduğundan bu genel şartların bu dava konusu kaza sonucu meydana gelen zarar hesaplamasında dikkate alınması gerekmektedir.

Genel şartların 3 nolu ekinde; tazminat hesabında nelerin esas alınması gerektiği düzenlenmiştir.

Buna göre PMF yaşam tablosu kullanılmak suretiyle yapılan hesaplamanın hükme esas alınması hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

Davacı vekilinin temyiz itirazı yönünden yapılan incelemede;

3-Davacının desteği, davalıya sigortalı, alkollü sürücünün idaresindeki araçta yolcu iken
gerçekleşen kazada ölmüştür. Davalı vekili, desteğin alkollü sürücünün aracına bilerek binmesi ve emniyet kemeri takmaması sebebi ile müterafik kusurunun bulunduğunu, davacının ayrıca araçta hatır için taşındığını ileri sürerek tazminattan indirim yapılması gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece alınan kusur raporunda desteğin alkollü sürücünün aracına bilerek binmesi sebebi ile %15 oranında kusurlu olduğu bildirilmiş ve aktüer bilirkişince hesaplanan tazminattan desteğin %15 kusuru oranında indirim yapılmış, mahkemece desteğin alkollü kişinin aracına bindiği gerekçesi ile hesaplanan tazminattan BK. 43,44. maddeleri uyarınca %20 oranında, desteğin araçta hatır için taşındığı gerekçesi ile de %20 oranında hatır taşıması indirim yapılarak karar verilmiştir.
Sonuç olarak hesaplanan tazminattan desteğin müterafik kusuru sebebi ile %35, hatır taşıması sebebi ile %20 oranından indirim uygulanması hatalıdır.

Dairemizin yerleşik uygulamasına göre hatır taşıması indirim oranı 20’yi, müterafik kusuru indirimi oranı %20’yi geçemeyecektir.

Somut olayda davacılar desteği yolcu olup, gerçekleşen kazada kusuru bulunmamaktadır, desteğin alkollü sürücünün aracına bilerek binmesi onun kusurunu değil müterafik kusurunu oluşturacak bir olgu olup bu hususun kusur raporunda yer alması doğru olmayıp, mahkemece tartışılması gerekmektedir. O halde yapılacak iş, kusur indirimi yapılmaksızın hesaplanacak tazminattan %40 oranında (%20 müterafik kusur indirimi, %20 hatır indirimi) indirim yapılarak karar verilmesi olup, tazminattan %55 oranında indirim yapılması doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulmasına karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ : Yukarıda 1 nolu bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin ve davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, 2 açıklanan nedenlerle davalı vekilinin, 3 nolu bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile … Bölge Adliye Mahkemesi 17.Hukuk Dairesi’nin kararının BOZULMASINA, 6100 sayılı HMK 373/2 maddesi uyarınca dosyanın karar veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacı ve davalıya geri verilmesine 19.4.2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.

BONODA TANZİM TARİHİ İLE VADE TARİHİNİN AYNI OLMASI- VADENİN TANZİM TARİHİNDEN ÖNCE OLMASININ KAMBİYO VASFINA ETKİSİ

T.C
YARGITAY
12. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2009/19965
KARAR:2010/1007 K.
TARİHİ : 18/06/2009

MAHKEMESİ : Mardin İcra Hukuk Mahkemesi

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı vekili tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü :

Alacaklı vekili tarafından borçlu aleyhine bonoya dayalı kambiyo senetlerine mahsus haciz yoluyla takip başlatılmış, borçlu, takip dayanağı senedin vade ve tanzim tarihinin aynı olması nedeniyle kambiyo vasfının bulunmadığından bahisle takibin iptali istemi ile icra mahkemesine müracaat etmiştir.

TTK.nun 690.maddesinin göndermesi ile uygulanması gereken aynı kanunun 615.maddesi hükmüne göre, poliçe görüldüğünde, görüldüğünden muayyen bir müddet sonra veya keşide gününden muayyen bir müddet sonra ya da muayyen bir günde ödenmek üzere keşide olunabilir. Vadesi başka şekilde yazılan veya birbirini takip eden vadeleri gösteren poliçeler batıldır. Ayrıca vade tarihinin tanzim tarihinden önceki bir tarihi taşıması halinde de senet bono niteliğini taşımaz.

Somut olayda, takip dayanağı senedin vade ve tanzim tarihinin 30/10/2007 olduğu görülmektedir. Yukarıda da açıklandığı üzere vadenin, tanzim tarihinden önce olması halinde kambiyo vasfı etkilenecektir. Ancak, her iki tarihin aynı olması bono niteliğini etkilemez. Bu durumda, mahkemece, şikayetin reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile kabulü isabetsizdir.

S O N U Ç  : Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), 19.01.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.

ARABULUCU TUTANAĞININ GEÇERSİZLİĞİ – ARABULUCUNUN YETKİYİ KÖTÜYE KULLANMASI-İŞÇİLİK ALACAKLARI

T.C.
​YARGITAY
9. Hukuk Dairesi
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
Y A R G I T A Y İ L A M I
ESAS NO​: 2019/3694
KARAR NO​: 2019/13040

DAVA​: Davacı vekili, arabuluculuk tutanağının geçersizliği sebebiyle kıdem ve ihbar tazminatı ile yıllık ücretli izin alacağının tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

​Yerel mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.

​İlk Derece Mahkemesinin red kararına karşı davacı avukatı istinaf başvurusunda bulunmuştur.
​Bursa Bölge Adliye Mahkemesi 3. Hukuk Dairesi davacı avukatının istinaf başvurusunu esastan reddetmiştir.
​Bursa Bölge Adliye Mahkemesi 3. Hukuk Dairesi’nin kararı süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:​

YARGITAY KARARI

A) Davacı İsteminin Özeti:
Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; davalı iş yerinde örgütlü sendikanın toplu iş sözleşmesi görüşmeleri sonrasında grev kararı aldığını, işyerindeki çalışmanın durduğunu, davalı işverenin sendikal gücü yıkmak amacıyla işten çıkarmaya karar verdiği müvekkili ile birçok personeli “tüm tazminatları ödeyeceğini ve arabuluculuk sözleşmesi yapacağını” söyleyerek zorladığını ve kendi istedikleri doğrultuda düzenledikleri belgeleri imzalattıklarını, iş akdini kendisi fesheden davalı tarafça bu iradeyi gizlemeye yönelik olarak imzalatılan arabuluculuk sözleşmesinin ve diğer evrakların geçersizliği sebebi ile bu davayı açtıklarını iddia ederek, 2.000,00 TL ihbar tazminatı, 50,00 TL kıdem tazminatı ve 50,00 TL yıllık izin ücreti alacağının davalıdan tahsil edilerek taraflarına ödenmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı Cevabının Özeti:
Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle; taraflar arasında arabuluculuk anlaşması bulunduğunu, dava açılmasının açıkça hukuka aykırı olduğunu savunarak davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

C) İlk Derece Mahkemesi Kararının Özeti:
İlk derece mahkemesince, eğitim durumu ve iş hayatı tecrübesi nazara alındığında davacının arabuluculuk faaliyetinin anlamını ve önemini anlayacak kapasitesinin bulunduğu ve bu iradesinin sakatlanmasının hayatın olağan akışına aykırı olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Ç) İstinaf başvurusu:
İlk derece mahkemesi kararına karşı davacı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.

D) İstinaf Sebepleri:
Davacı vekili istinaf dilekçesinde özetle; arabuluculuk sözleşmesinin kamu düzenine ve mevzuata açıkça aykırı olduğundan geçersiz olduğunu, yerel mahkemece bu durum araştırılmaksızın eksik inceleme ile hüküm tesisinin usul ve yasaya açıkça aykırı olduğunu, arabulucunun davalı holding bünyesinde çalıştığını, tarafsızlığı açısından kuşku uyandıran bu durumun kanun gereği işçilere hatırlatılmamış olduğunu ve işçilerin onaylarının alınmadığını, 6325 Sayılı Hukuk Anlaşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 9/2 maddesine ve Arabuluculuk Daire Başkanlığı tarafından hazırlanan “Arabulucular Etik Kuralları” düzenlemelerine aykırı davranıldığını, davalı işverenin baskısıyla müvekkiline imzalattırılan sözleşmede arabuluculuk görevini üstlenen kişinin davalı işverenin bağlı olduğu holdingin grup şirketlerinin de vekillik görevini yürüttüğünü, somut bu durum arabulucunun tarafsızlığından şüpheye düşülmesine neden olduğunu, arabuluculuk tutanağının aydınlatma yükümlülüğüne aykırı bir biçimde herkese toplu olarak imzalatıldığını, uyuşmazlığa konu arabuluculuk sözleşmesi incelendiğinde görüşmelerin “…..” adresinde yapıldığının belirtildiğini, mahkeme dosyasında davalı tarafça açıkça işçilerle idari binada personel bölümünde arabuluculuk işlemi yapıldığını ikrar ettiğini, yine davalı tarafça Bursa 2. İş Mahkemesi …. E. Sayılı dosyanın 13.04.2018 tarihli celsesinde de bu yöndeki beyanların yinelendiğini, 6325 sayılı Kanunun 11. Maddesine aykırı olarak yapılan bu işlemin arabulucunun kamu düzeninden aldığı bu yetkiyi kötüye kullandığının en açık göstergesi olduğunu, arabulucunun taraflarla hiçbir görüşme yapmadığını, evrak işçilere süreçle ilgisi olmayan şirket idari personelince imzalatıldığını, davalı iş yerinde örgütlü sendikanın TİS görüşmeleri sonunda grev kararı aldığını ve işyerindeki çalışmanın durduğunu, davalı işverenin sendikal gücü yıkmak adına işçilere tüm tazminatlarının ödeneceğini ve grevin bitmesinin ardından yeniden işe başlayacaklarının taahhüdünü vererek kendi istekleri doğrultusunda düzenledikleri sözleşmeleri imzalattığını, yaklaşık 350 işçinin davalı işyerine çağrılarak işyerinin idari personeli tarafından önlerine konulan arabuluculuk tutanağı da dahil olmak üzere çeşitli evrakların imzalatıldığını ve iş ilişkilerinin sona erdirildiğini, imza atan işçilerin yaklaşık 300 kadarının tekrar işyerinde çalışmak için çağrıldığını ve işbaşı yaptırıldığını ancak 50 kadar işçinin işyerinde tekrar işe başlatılmadığını, işçilerin ve arabulucunun bir araya gelmediğini, sözleşmelerin tüm çalışanlara arabuluculuk faaliyeti ile ilgisi olmayan şirketin idari personeli tarafından imzalatıldığını, fesih işleminin yasaya aykırı bir biçimde işverence yapılmasına karşılık işe iade – ihbar tazminatı gibi yükümlülüklerden kurtulmak maksadıyla sözleşme imzalatıldığını, mahkemece verilen red yönündeki kararın gerekçesinin somut olayın gerçeklerinden uzak ve kamu düzenine aykırılıkları göz ardı eder mahiyette olduğunu, arabulucu tarafından kamu düzenine ve kanuna aykırı olarak yapılan bu işlemler nedeniyle suç duyurusunda bulunulduğunu arabuluculuk tutanağının geçersizliğine ilişkin diğer derdest davalarda mahkemece tanıkların dinletilmesine karar verildiğini, Bursa 2. İş Mahkemesi’nin …..Esas sayılı dosyasında arabuluculuk tutanağının geçersizliğine ilişkin olarak iddia edilen hususlar üzerinde tahkikat aşamasına geçilerek delillerin toplanması ve taraf tanıklarının dinlenilmesine karar verildiğini, HMK’nın 27. maddesinde düzenlenen hukuki dinlenilme hakkının gerçekleştirilmesine hizmet eden delillerle doğrudan temas ve sözlülük ilkelerinin gerçekleştirilmesi için önemli olduğunu iddia ederek istinaf başvurunun kabulüne, yerel mahkeme kararının anılan ve resen gözetilecek nedenlerle müvekkili lehine yeniden tesis edilmesine karar verilmesini talep etmiştir.

E) Bölge Adliye Mahkemesi Kararının Özeti
Bölge Adliye Mahkemesince davacının yaşı, hayat tecrübesi, kıdem süresi ve eğitim durumu itibariyle imzaladığı sözleşmenin sonuçlarını bilebilecek konumda olduğu, arabuluculuk son tutanağının sahteliği ispatlanıncaya kadar geçerli ilam niteliğindeki belgelerden olması ve sahteliği konusunda bir iddianın olmaması ayrıca fiil ehliyetsizliği, kısıtlılık halleri dışında irade fesadına dayalı iddiaların somut ve kesin delillerle ortaya konulması gerektiği, bu kapsamda arabuluculuk faaliyeti sonunda anlaşılan konularda dava açılamayacağı gerekçesiyle davacı tarafın istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.

F) Temyiz Başvurusu
Bölge Adliye Mahkemesi kararına karşı davacı vekili temyiz başvurusunda bulunmuştur.
Davacı vekili temyiz başvurusunda özetle; arabuluculuk tutanaklarının toplu bir şekilde imzalatıldığını, mahkemece tanıklarının dinlenmediğini, delillerinin toplanmadığını, irade fesadı iddiasına yönelik hiçbir araştırma yapılmadığını, arabuluculuk sözleşmesinin kamu düzenine ve mevzuata aykırı olduğundan geçersiz olduğunu iddia etmiştir.

G) Gerekçe:
Taraflar arasında, dava öncesinde ihtiyari arabuluculuk sürecinin usulüne uygun olarak tamamlanıp tamamlanmadığı, arabuluculuk anlaşma tutanağının geçerli olup olmadığı ve bağlayıcılığı noktalarında uyuşmazlık bulunmaktadır.

Dava 20.11.2017 tarihide açılmış olup, dava tarihinden sonra 01.01.2018 tarihinde yürürlüğe giren 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 3/1.maddesinde “kanuna, bireysel veya toplu iş sözleşmesine dayanan işçi veya işveren alacağı ve tazminatı ile işe iade talebi ile açılan davalarda arabulucuya başvurulmuş olması dava şartıdır” şeklinde düzenlemeye yer verilerek dava şartı olarak arabuluculuk öngörülmüştür. Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 18/A maddesinde ise “İlgili kanunlarda arabulucuya başvurulmuş olması dava şartı olarak kabul edilmiş ise arabuluculuk sürecine aşağıdaki hükümler uygulanır” şeklinde düzenlemeye yer verilerek dava şartı olarak arabuluculuk esasları belirlenmiştir. Davaya konu ihbar ve kıdem tazminatı ile yıllık izin ücretleri bakımından dava şartı olarak arabuluculuk sürecinin işletilmesi gerekli olmasa da ihtiyari olarak arabuluculuk sürecinin işletilip işletilmediği uyuşmazlık konusudur.

Dosyada yer alan arabuluculuk anlaşma belgesinde uyuşmazlık konusu, “iş ilişkisinin işçi tarafından istifa edilerek sonlandırılması nedeniyle iş ilişkisinden doğan alacak hakları ve miktarları” şeklinde gösterilmiştir.

Tutanakta, arabuluculuk görüşmelerinin …. adresinde yürütülmesinin taraflarca talep edildiği açıklanmıştır.

Anlaşma bölümünde önce işverenin açıklamasına yer verilmiş ve davalı şirket yönetim kurulu üyesinin beyanı “çalışan işçiyi çıkarmak istemediğini, kendisinin istifa ederek ayrılmak istediğini bu nedenle işçi alacağı bulunmadığını” olarak tutanağa geçmiştir.

Anlaşma tutanağında davacının açıklaması ise “grevde geçen 11 ay gibi süreden dolayı mağdur olduğunu mağduriyetin giderilmesi için en azından kıdem tazminatı hesaplaması yapılarak tarafına ödenmesi” şeklinde yer almıştır.

Anlaşma tutanağında davacı içinin istifa ettiği belirtilmiş, diğer yandan kıdem tazminatı olarak 10.437,33 TL’nin üç taksitte ödenmesi yönünde anlaşmaya varıldığı açıklanmıştır. Tutanakta iş ilişkisinin istifa ile sona erdiği bir alt paragrafta tekrarlanmış, 2’nolu bentte ise kıdem ve ihbar tazminatı hakkı bulunmadığı belirtilmiştir.

Anlaşma tutanağında başka bir işçilik alacağı yönünden anlaşmaya varıldığı yönünde bir açıklamaya yer verilmediği halde, “iş ilişkisinden kaynaklanan her ne ad altında olursa olsun hiçbir hak ve alacağın bulunmadığı”, “prim gün sayılarının eksiksiz ve tam olarak Sosyal Güvenlik Kurumuna bildirildiği”, “iş ilişkisinden ile TİS kaynaklanan tazminat, işe iade vb dava ve şikayet haklarından geri dönülmez biçimde kesin ve külliyen feragat ettiği” , “çalıştığı süre buyunca maaşlarını aldığı, ulusal bayram ve genel tatil çalışması aldığı ya da izni kullandığı, hafta tatillerini kullandığı, yıllık izin hakkı, kıdem ve ihbar tazminatı hakkı ve fazla çalışmasının bulunmadığı, psikolojik tacizle karşılaşmadığı”, “şirkete karşı tüm hak ve taleplerinden feragat etmiş olduğu bu nedenle şirketi gayri kabili rücu kayıtsız ve şartsız ibra ettiği” açıklanmıştır.

Anlaşma belgesinin “mahkeme onayına sunulsun veya sunulmasın, onaylansın veya onaylanmasın” taraflar arasında kati delil ve hüküm ifade edeceği de tutanakta ifade edilmiştir.

Dosya içinde davacının arabulucuya başvurusuna dair bir belgeye rastlanmamıştır. Bununa aksine davacı işçi iş sözleşmesinin işveren tarafından feshedildiğini, bu iradesini gizlemek için arabuluculuk sözleşmesi yapmak istediğini, belgeye Türk Borçlar Kanunu’nun 420. maddesine aykırı şekilde ibraname niteliği kazandırılmak istendiğini iddia etmiştir.

Anlaşma tutanağında davacının istifa ettiği belirtilmiş olsa da, dosyaya davacının istifa ettiğine dair bir belge sunulmadığı gibi, istifa etmesine rağmen kıdem tazminatı konusunda anlaşmaya varıldığı, kıdem ve ihbar hakkı bulunmadığı gibi birbiri ile çelişen açıklamalara yer verilmiştir.

Uygulamanın üç yüz kadar işçi için aynı anda yapıldığı da dikkati çeken bir durumdur.

Arabuluculuk görüşmelerinin ….. adresinde yürütülmesi kararlaştırıldığı halde davacı vekili duruşmadaki beyanında, belgenin işyerinde ve personel müdürü tarafından imzalatılmak suretiyle hazırlandığını, arabulucunun aynı adreste olmadığını ve işveren yönetim kurulu üyesi ile hiçbir görüşme yapılmadığını ileri sürmüştür. Davalı vekili de aynı celsede, görüşmelerin şirket idari binasında yapıldığını, yaklaşık üç yüz işçi ile sırayla anlaşma tutanağı düzenlendiğini açıklamıştır.

Arabulucunun aynı zamanda davalı şirketin avukatı olduğu ileri sürülmüş olup, bu durum davalı vekili tarafından verilen cevap dilekçesinde doğrulanmıştır.

Davalı vekili, arabulucunun davalı şirketin avukatı olduğunun davacı işçi tarafından bilinmesi gerektiğini ve buna rağmen arabulucu olarak seçildiğini, arabulucunun, taraflardan birinin avukatı olmasının arabuluculuk faaliyetine engel olmadığını savunmuştur.

6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun 9/2. maddesine göre, “Arabulucu olarak görevlendirilen kimse, tarafsızlığında şüphe edilmesini gerektirecek önemli hal ve şartların varlığı halinde, bu hususta tarafları bilgilendirmekle yükümlüdür”. Adalet Bakanlığı Arabuluculuk Daire Başkanlığının hazırladığı Arabulucular Etik Kurallarının 4. maddesinde, arabulucu ile taraflar arasında herhangi bir menfaat ilişkisi veya çatışmasının bulunmaması gerektiği açıklanmıştır. Arabulucu kendisi tarafından makul koşullarda bilinebilecek ve tarafsızlığı hakkında şüphe uyandırabilecek doğmuş veya doğabilecek menfaat ilişkisi veya çatışmasının varlığı halinde mümkün olan en kısa süre içinde tarafları bilgilendirmelidir.

Somut uyuşmazlıkta arabulucunun davalı şirketin avukatı olarak görev yaptığı halde arabuluculuk görüşmeleri öncesinde davacı tarafı bu yönde bilgilendirdiği ortaya konulamamıştır. Anlaşma belgesinde bu yönde bir açıklamaya yer verilmemiştir. Arabulucunun aynı zamanda diğer tarafın avukatı olduğu hususunda özellikle davacı tarafın açıkça bilgilendirildiğinin ve buna rağmen arabuluculuk görüşmelerine devam etmek istediğinin ispatı gerekir. Bu yönüyle ilgili mevzuat çerçevesinde arabulucunun tarafsızlığından şüphe duyulmasını gerektiren önemli hal ve şartların varlığı kabul edilmelidir.

Taraflar arasında imzalandığı ileri sürülen anlaşma tutanağında kıdem tazminatının 10.437,33 TL olarak kararlaştırılmasına rağmen, 2017 yılı Arabuluculuk Asgari Ücret Tarifesinin 2. Kısım 1. maddesine göre nispi %6 oranında arabuluculuk ücreti ödenmesi gerektiği halde asgari tarifeye aykırı biçimde arabuluculuk ücreti 200 TL olarak belirlenmiştir.

Davacı vekili dosyaya istinaf incelemesi öncesinde emsal dosyalarda dinlenen tanık beyanlarını sunmuş olup; emsal dava dosyalarında davacı tanıkları beyanlarında; şirket idari binasında personel müdürü ile bazı çalışanlar tarafından anlaşma tutanaklarının kendilerine imzalatıldığını, arabuluculuk görüşmeleri yapılmadığını, toplantıda şirket yönetim kurulu üyesi ile arabulucunun olmadığını ve imzalarının da o aşamada bulunmadığını açıklamışlardır. Emsal dosyada ifadeleri alınan davalı tanıklarından R.B., anlaşma belgesinin şirket insan kaynakları biriminde işçilere imzalatıldığını, imza aşamasında şirket yönetim kurulu üyesi, şirket avukatı ve arabulucunun bulunmadığını, o dönemde arabulucunun doğum yaptığını evrakların sonradan davacı işçi dışındakilere imzalatıldığını açıklamıştır. Davalının diğer tanığı da anlaşma belgesini imzaladığı anda davalı şirketin yönetim kurulu üyesi ile bir avukatın hazır olduğunu, arabulucunun olup olmadığını hatırlamadığını, işyerinde arabuluculuk toplantısı yapıldıysa da kendisinin katılmadığını beyan etmiştir.

Dosya içindeki bilgi ve belgeler ile aynı mahiyette olan ve aynı gün temyiz incelemesine tabi tutulan dört dosya kapsamından, davacının arabulucuya usulüne uygun bir başvurusunun olmadığı, yapıldığı belirtilen görüşmelerin tutanakta geçen adresten farklı yerde gerçekleştiği, üç yüz kadar işçiye aynı şekilde sırayla işyerinde belgelerin imzalatıldığı, anlaşma metninde yer aldığı halde davacı işçinin istifasına dair belgenin bulunmadığı, anlaşma belgesinin içeriğinin işçinin istifa ettiği/kıdem ihbar tazminatına hak kazanmadığı/kıdem tazminatının ödeneceği şeklinde çelişkiler içerdiği, sadece kıdem tazminatı ödenmesi öngörüldüğü halde diğer tazminat ve işçilik alacakları bakımından hakkın gerçekleşmediği veya karşılığının zamanında tam olarak ödendiği şeklinde sözcüklere yer verilerek Türk Borçlar Kanunu’nun 420. maddesinde aykırı şekilde ibra etkisi kazandırılmaya çalışıldığı, kıdem tazminatı dışındaki tazminat ve alacaklarla ilgili olarak delil oluşturma ve dava açma yasağı oluşturma yönünde çaba içine girildiği anlaşılmaktadır.

Bütün bu işlemlerin davalı şirketin kayden avukatının arabuluculuğunda gerçekleştiği, arabulucunun davacı tarafı diğer tarafın avukatı olduğu konusunda bilgilendirdiğinin tespit edilemediği, emsal dosyalarda dinlenen tanık anlatımlarına göre, arabuluculuk görüşmelerinin hiç yapılmadığı, hatta arabulucunun da işçilerin imzaladığı aşamada işyerinde olmadığının beyan edilmesi karşısında; usulüne uygun bir arabuluculuk başvurusunun ve görüşmesinin yapılmadığı gibi mevzuat hükümleri çerçevesinde arabuluculuk anlaşma belgesinin düzenlenmediği sonucuna varılmaktadır.

Tüm bu tespitler karşısında; dava tarihi itibariyle taraflar arasında 6325 sayılı Kanun hükümleri dikkate alındığında, yapılan işlemler geçerli ihtiyari arabuluculuk faaliyeti olarak nitelendirilemez. Kanun hükümlerine göre usulüne uygun bir başvuru olmadığı, arabuluculuk görüşmelerinin hiç yapılmadığı ve mevzuat hükümleri çerçevesinde usulüne uygun, geçerli bir tutanak düzenlenmediği ve dava tarihi itibari ile zorunlu arabuluculuk şartının henüz yürürlüğe girmediği de dikkate alınarak, davaya konu ihbar ve kıdem tazminatı ile yıllık izin ücreti yönünden işin esasına girilerek sonuca gidilmesi gerekirken, hukuken geçerli bir anlaşmanın varlığı kabul edilerek “arabuluculuk faaliyeti sonunda anlaşmaya varılan konularda dava açılamayacağı” yönündeki gerekçeyle davanın usulden reddi hatalı olup, bu yönde ilk derece mahkemesi ile Bölge Adliye Mahkemesi kararlarının BOZULMASINA karar vermek gerekmiştir.

H) SONUÇ:
Bölge Adliye Mahkemesi ile İlk Derece Mahkemesinin kararlarının, yukarıda yazılı nedenden dolayı BOZULMASINA, dava dosyasının İlk Derece Mahkemesi’ne, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesi’ne gönderilmesine, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 11/06/2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

OTOBÜS ŞOFÖRÜ – HİZMET TESPİTİ

T.C.
YARGITAY
21. HUKUK DAİRESİ

ESAS NO : 2013/7070
KARAR NO : 2014/7185

Y A R G I T A Y İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : Şanlıurfa 1. İş Mahkemesi
TARİHİ : 19/02/2013
NUMARASI : 2013/112-2013/433
DAVACI : Bekir Sadık D. Vek. Av. Selim Hartavi
DAVALI : 1-Sosyal Güvenlik Kurumu
2-T. Turizm Ve Ticaret Ltd Şti

Davacı, davalılardan işverene ait işyerinde 01/08/2004-01/11/2009 tarihleri arasında geçen çalışmalarının tespitine karar verilmesini istemiştir.

Mahkeme ilamında belirtildiği şekilde, isteğin kısmen kabulüne karar vermiştir.

Hükmün davalılardan Kurum vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hakimi Mahmut Kalemci tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi.

K A R A R

1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerektirici nedenlere göre davalı Kurumun aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazlarının reddine,

2-Dava, davacının 01.08.2004 – 01.11.2009 tarihleri arasında davalı işverene ait iş yerinde geçen ve Kuruma bildirilmeyen sigortalı çalışmalarının tespiti istemine ilişkindir.

Mahkemece, davanın kabulü ile hükümde yazılı şekilde karar verilmiş ise de bu sonuca eksik araştırma ve inceleme ile gidilmiştir.

Davanın yasal dayanağını oluşturan 506 sayılı Yasa’nın 79/10. ve 5510 sayılı Yasa’nın 86/9. maddeleri bu tip hizmet tespiti davaları için özel bir ispat yöntemi öngörmemiş ise de, davanın niteliği kamu düzenini ilgilendirdiği ve bu nedenle özel bir duyarlılık ve özenle yürütülmesi gerektiği Yargıtay’ın ve giderek Dairemizin yerleşmiş içtihadı gereğidir.

Dosyadaki kayıt ve belgelerden; davalı işyerlerinden 16162 sicil numaralı işyerinin 01.03.1995 tarihinden itibaren, 18748 sicil numaralı işyerinin 20.01.1998 – 31.01.2006 tarihleri arasında 506 sayılı Kanun kapsamında olduğu, bu işyerlerinden 16162 sicil numaralı işyerinden davacı adına 26.04.2008 tarihinde işe giriş bildirgesinin verildiği, ihtilaflı dönemde 16162 sicil numaralı işyerinden 26.4.2008 – 31.8.2009 tarihleri arasında çalışmalarının bildirildiği, aynı zamanda davalı işyeri ile irtibatlı olup olmadığı anlaşılamayan 1012423 sicil numaralı işyerinden de 22.06.2007 – 22.08.2008 tarih aralığında davacı adına çalışmanın bildirildiği, Nisan 2008 – Ağustos 2009 arasındaki dönemlere ait imzalı ücret bordrolarının olduğu, davacının çeşitli otogarlara giriş – çıkış yaptığına dair makbuzların olduğu görülmüştür.

Somut olayda; davacı tanıklarının, dava konusu dönemde davacının çalışmasını doğrulamalarına rağmen, davalı tanıklarının davacının bildirilen dönem haricinde çalışmadığını beyan ettikleri, resen tanık seçilerek dinlenilmediği ve tanık beyanları arasındaki çelişkinin giderilmediği, hüküm altına alınan dönemde davacının şoförlüğünü yaptığı 34 YUU …., 34 AR …. ve 63 YV …., plakalı otobüslerinin kime ait olduğunun, davalı şirketle ilgisi olup olmadığının araştırılmadığı, hizmet tespiti davası yönünden kesin delil teşkil etmeyen ancak kuvvetli delil niteliğinde olan Yargıtay incelemesinden geçerek kesinleşen alacak davasında 01.08.2004 – 01.06.2007 ve 01.09.2007 – 25.04.2008 tarihleri arasında geçen çalışmalara göre alacak miktarının hesaplandığı, imzalı ücret bordrolarına rağmen Nisan 2008 tarihinde eksik bildirilen sürenin 30 güne tamamlanacak şekilde hüküm kurulduğu anlaşılmıştır.

Yapılacak iş; hüküm altına alınan dönemde davacının şoförlüğünü yaptığı 34 YUU …, 34 AR …. ve 63 YV…., plakalı otobüslerinin kime ait olduğunu ve davalı şirketle ilgisi olup olmadığının araştırmak, ihtilaflı döneme ilişkin tüm dönem bordrolarından, ihtilaflı dönemin tamamında kayıtlı ve tarafsız tanıklar saptanarak bunların bilgilerine başvurmak, bordrolarda adı geçen kişilerin adreslerinin tespit edilememesi veya beyanları ile yetinilmediği takdirde, Sosyal Güvenlik Kurumu, zabıta, maliye ve meslek odası aracılığıyla işyerine o tarihte komşu olan diğer işyerlerinde uyuşmazlık konusu dönemde çalıştığı tespit edilen kayıtlı komşu işyeri çalışanları; yoksa işyeri sahipleri araştırılıp tespit edilerek çalışmanın niteliği ile gerçek bir çalışma olup olmadığı yönünde yöntemince beyanlarını almak, imzalı ücret bordrolarındaki imzaların davacının eli ürünü olup olmadığını davacıya sormak, inkâr halinde imza incelemesi yaptırmak, imzaların davacının eli ürünü olduğu anlaşılırsa, imzalı ücret bordrosu olan dönemlerde imzalı ücret bordrosu kadar, imzalı ücret bordrosu olmayan veya olup da itiraz edilen imzaların davacıya ait olmadığı anlaşılan dönemler yönünden ispat edilen duruma göre karar vermekten ibarettir.

Mahkemece, bu maddi ve hukuki olgular göz önünde tutulmaksızın eksik inceleme ve araştırma ile yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.

O halde, davalı Kurumun bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.

SONUÇ: Hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, 08/04/2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Başkan
Mesut BALCI
Üye
H. KARA
Üye
T. TOPRAK
Üye
İ. KIR
Üye
A. YENER

Ö.O.B.

ŞUF’A DAVASINDA HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRENİN BAŞLANGICI

T.C.
YARGITAY
6. HUKUK DAİRESİ
E. 2001/5825
K. 2001/8011
T. 16.10.2001

• ŞUF’A DAVASINDA HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRENİN BAŞLANGICI ( İştirak Halinde Mülkiyet Konusu Taşınmaz Payının Satışında )
• İŞTİRAK HALİNDE MÜLKİYETE TABİ PAYIN PAYDAŞLARINCA AÇILAN ŞUF’A DAVASI ( Hak Düşürücü Sürenin Başlangıcı )
• HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRENİN BAŞLANGICI ( Terekeye Ait Paya Dayanarak Mirasçılarca Satılan Pay İçin Açılan Şuf’a Davasında )
• TEREKEYE AİT PAYA DAYANARAK AÇILAN ŞUF’A DAVASI ( Hak Düşürücü Sürenin Başlangıcı )
743/m.658/son
ÖZET : Şuf a davasında Davacının dayandığı pay iştirak halinde mülkiyete konu ise, bir aylık hak düşürücü süre iştirakçi ortaklardan satışı en geç öğrenenin öğrenme tarihine göre saptanır. Hak düşürücü sürenin geçtiğini iddia eden bunu ispatla mükelleftir.

DAVA : Mahalli mahkemesinderı verilrniş bulunan şuf’a davasına dair kararın temyiz incelemesi duruşmalı olarak davacı tarafından süresi içinde istenilmekte dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü.

KARAR : Dava, şuf’alı payın iptali ile davacılar adına tescili istemine ilişkindir: Mahkemece davanın süreden reddine karar verilmiş, hüküm davacı miras şirketi temsilcisi tarafından temyiz edilmiştir.

Davacının dayandığı pay iştirak halinde mülkiyete konu ise tüm iştirakçilerin birlikte dava açması veya birinin açtığı davaya diğerlerinin muvafakat etmesi gerekir. Çünkü bu gibi hallerde 11.10.1982 gün 3/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın tereke adına açıldığının kabulü icabeder. Muvafakat duruşmaya gelip bu konuda beyanda bulunmakla veya imzası noterce tasdikli muvafakat belgesi ibrazı suretiyle yahut davacı adına davayı takip eden avukata vekâlet vermekle yapılabilir. Bunlardan birinin gerçekleşmesi halinde muvafakat veren ortağın davacı safında yer alarak davayı takip etmesine gerek kalmaz. Muvafakat veren ortak haktan vazgeçtiğini de beyan ederse davanın kabulü halinde şuf’alı pay diğerleri adına davacı dışındakilerin hepsi haktan vazgeçerse şuf’alı pay sadece davacı adına tescil edilir. Bu yolda ortakların tümünün muvafakati sağlanamazsa payı bırakan murisin terekesine MK. 581-630. maddeleri uyarınca görevli mahkemede mümessil tayini için davacıya süre verilir. Mümessil davacı dışında biri olursa davacının sıfatı biter, davayı mümessil takip eder. Mümessille takip edilen davanın kabulü halinde şuf’alı payın tereke adına tescili gerekir. Dava hakkına ilişkin olan bu hususun hakim tarafından kendiliğinden öncelikle nazara alınması icabeder.

Şuf’a hakkının tapuda yapılan satışın öğrenilmesinden itibaren bir ay içinde kullanılması gerekir. İştirakçi ortaklarda da bunlardan satışı en geç öğrenenin öğrenme tarihine göre bir aylık hak düşürücü süre saptanır. Diğer ortakların daha önce öğrenmesi önem taşımaz. Bu hak her türlü irade bildirimiyle kullanılabileceği gibi doğrudan doğruya dava açılarak suretiyle de kullanılabilir. Dava dışı kullanılan irade bildirimi süreyi koruyacağından yasal süresi içinde her zaman dava açılabilir. Şuf’a hakkı tapudaki satış işleminden sonra doğacağından şuf’alı payın daha önce satılacağının öğrenilmesi veya hak sahibine vaki satın alma teklifinin kabul edilmemesi hiçbir hukuki değer taşımaz. Davalı hak düşürücü süre geçirildiği savunmasında bulunmuşsa bunu isbat etmesi gerekir. Bu konuda tanık dahil her türlü delil ikamesi mümkündür. Önce davalı delillerinin, daha sonra varsa davacı delillerinin toplanması gerekir:

Olayımızda; davacıların şuf’alı payın ilişkin olduğu taşınmazda müstakil payları yoktur. Pay miras bırakanları Selma adına kayıtlı olup, Sarıyer Sulh Hukuk Mahkemesinin 20.12.1999 gün 1999/1166-1317 esas karar sayılı kararı ile Selma’nın terekesine Ayşe ( EI Jabsheh ) temsilci olarak atanmıştır. Miras şirketi temsilcisi davayı yürüten avukata vekalet vermiş, yargılamaya bu şekilde devam olunmuştur. Bu nedenle davanın yürütülmesinde bir usulsüzlük bulunmamaktadır. Davalı davanın öğrenmeye nazaran bir aylık hak düşürücü süre geçtikten sonra açıldığını, taşınmazda fiili taksim olduğunu, davacıların şuf’a hakkından zımnen feragat ettiklerini savunmuş, mahkemece davanın süreden reddine karar verilmiş, hüküm gerekçesi davalı tarafından temyiz edilmediğinden uyuşmazlık davanın bir aylık hak düşürücü sürede açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır. Dava konusu pay davalıya 24.4.1996 günü ihtiyari ihale ile satılmış tapuya 19.6.1999 tarihinde tescil edilmiştir. Davalı satıştan Ayşe ile Murat’ın haberdar olduğunu savunmuş ise de diğer mirasçı Emine’nin hangi tarihte satışı öğrendiğine dair bir beyanda bulunmadığı gibi gerek dava dosyasında gerekse içerisinde bulunan Sarıyer İkinci Asliye Hukuk Mahkemesine ait 1998/411 ve 1998/120 esas sayılı dava dosyalarında mirasçı Emine’nin satıştan haberdar olduğuna dair bir bilgiye rastlanılmamıştır. Yukarıda açıklandığı gibi süre iştirakçi ortaklardan satışı en geç öğrenenin öğrendiği tarihe göre hesaplanacağından ve iştirakçi ortak Emine’nin öğrendiği savunma olarak kanıtlanamadığından dava süresindedir. Dava süresinde açıldığına göre şuf’a hakkının tanınmasına karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçeyle istemin reddi hatalı olmuştur.

Hüküm bu nedenle bozulmalıdır.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenle temyiz itirazlarının kabulü ile HUMK.nun 428. maddesi uyarınca hükmün ( BOZULMASINA ) ve istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine 16.10.2001 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

ELBİRLİĞİ MÜLKİYETİNİN PAYLI MÜLKİYETE ÇEVRİLMESİNE DAİR İLAMIN İNFAZININ SAĞLANMASI

T.C
YARGITAY
14. HUKUK DAİRESİ
E. 2018/1272
K. 2018/5005
T. 3.7.2018

4721/m.640,732

11.10.1982 T. 3/2 S. İBK

ÖZET : Dava ve birleştirilen davalar, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.

Dava tarihi itibariyle davacının dayandığı pay elbirliği mülkiyetine konu olduğundan davacının tereke adına dava açtığı gözetilerek davada iştirakin sağlanması gerektiği, diğer elbirliği ortaklarının muvafakatinin alınması gerektiği ile davacının dayandığı elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete çevrilmesine dair Sulh Hukuk Mahkemesi ilamının kesinleşmesine rağmen infaz edilmediği hususlarına önceki bozma ilamında değinilmişse de bozmaya uygun karar verilmediği anlaşılmakla;

Davanın görülebilirlik koşulu itibariyle davacının eldeki davayı kendi adına sürdürebilmesi için tapu kaydında iştirakin çözülmesi, elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete çevrilmesine dair ilamın infazının sağlanması gerektiği; aksi halde davanın tereke adına sürdürülmesi zorunluluğu gözetilerek TMK’nun 640. maddesi uyarınca işlem yapılması gerektiği kuşkusuz olduğundan hükmün bozulması gerekmiştir.

DAVA : Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 26.11.2010 gününde verilen dilekçeyle önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil talebi üzerine bozma ilamına uyularak yapılan duruşma sonunda; dava şartı yokluğundan davanın usulden reddine dair verilen 09.02.2016 tarihli hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı- birleştirilen davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:

KARAR : Dava ve birleştirilen davalar, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.

Davacı- birleştirilen davacı vekili, müvekkilinin elbirliği maliklerinden biri olduğu 427, 617, 444, 431, 430 ve 428 parsel sayılı taşınmazların dava dışı önceki paydaşları tarafından 13/240 payının 31.03.2009 tarihinde davalıya satıldığını, müvekkiline satışla ilgili noter bildirimi yapılmadığını ileri sürerek önalım hakkı sebebiyle tapuda davalı adına kayıtlı payın iptali ile müvekkili adına tescilini istemiştir.

Davalı- birleştirilen davalı vekili, resmi senette gösterilen bedellerin gerçek satış bedelinden daha düşük olduğunu, müvekkilince 03.04.2009 tarihinde Vergi Dairesine verilen dilekçeyle gerçek bedeller üzerinden verginin ödendiğini, davanın satış tarihinden uzun bir süre geçtikten sonra açılması ve taşınmazların değerinin artması sebebiyle yeni belirlenecek değerler üzerinden depo kararı verilmesi gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, dava ve birleştirilen davaların kabulüne dair verilen kararın davalı- birleştirilen davalı vekilince temyizi üzerine; Dairemizin 30.04.2015 tarih, 2015/4244 Esas, 2015/4938 karar sayılı ilamı ile “… davaya konu 427, 428, 430, 431, 444 ve 617 parsel sayılı taşınmazlarda davacı 26.01.2011 tarihinde intikal suretiyle diğer mirasçılar ile birlikte elbirliği ortaklığı şeklinde malik olup diğer iştirakli malikler adına da davacı tarafından yasal önalım hakkı kullanılmak amacıyla bu davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Ancak davacı dışında 26.01.2011 tarihinde intikal suretiyle pay maliki olan diğer iştirakçi maliklerin davada yer almadıkları anlaşılmaktadır.

Diğer taraftan, Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 2011/442 Esas, 2012/100 Karar sayılı “dava konusu taşınmazlardaki elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete çevrilmesine” dair verilen kararının kesinleştiği görülmektedir.

O halde anılan ilamın kesinleşmesiyle artık bu davada terekeye temsilci atanması yoluna gidilemeyeceği de gözetilerek yukarda açıklandığı şekilde işlem yapılarak (elbirliği maliklerinin muvafakatları alınarak) taraf teşkilinin sağlanması, daha sonra işin esasının incelenmesi gerekirken yazılı şekilde asıl ve birleştirilen davaların kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiş” gerekçesiyle bozulmasına karar verilmiştir.

Mahkemece, bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda, dava şartı yokluğundan davanın usulden reddine karar verilmiştir.

Hükmü, davacı- birleştirilen davacı vekili temyiz etmiştir.

Önalım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlarda bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını kısmen veya tamamen üçüncü bir kişiye satması halinde diğer paydaşlara bu satılan payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve satışın yapılmasıyla kullanılabilir hale gelir.

Önalım hakkının kullanılmasında davacının dayandığı pay elbirliği mülkiyetine konu ise tüm ortakların birlikte dava açması veya birinin açtığı davaya diğerlerinin muvafakat etmesi gerekir. Çünkü bu gibi hallerde 11.10.1982 gün 3/2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın tereke adına açıldığının kabulü gerekir. Muvafakat duruşmaya gelip bu konuda beyanda bulunmakla veya imzası noterce onaylı muvafakat belgesi ibraz edilmesi suretiyle yahut davacı adına davayı takip eden avukata vekalet verilmesi ile sağlanabilir. Bu yolda ortakların tümünün muvafakatı sağlanamazsa Türk Medeni Kanununun 640.maddesi hükmü uyarınca miras bırakanın terekesine görevli mahkemede temsilci atanması için davacıya süre verilir. Temsilci davacı dışında biri olursa davacının sıfatı biter, davayı temsilci takip eder. Dava hakkına dair olan bu hususun hakim tarafından kendiliğinden öncelikle nazara alınması gerekir.

Somut olaya gelince, mahkemece bozma ilamına uyulmasına rağmen bozma gereklerinin tamamen yerine getirildiği söylenemez. Davanın açıldığı tarih itibariyle davacının dayandığı pay elbirliği mülkiyetine konu olduğu için davacının tereke adına dava açtığı gözetilerek davada iştirakin sağlanması gerektiği Dairemizin önceki bozma ilamında vurgulanarak bu bağlamda diğer elbirliği ortaklarının muvafakatinin alınması gereğine değinilmiştir. Ayrıca davacının dayandığı elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete çevrilmesine dair Sulh Hukuk Mahkemesinin, 09.02.2012 tarih, 2011/442 Esas, 2012/100 Karar sayılı ilamın kesinleşmesine rağmen infaz edilmediği hususuna da yer verilmiştir.

O halde, davanın görülebilirlik koşulu itibariyle davacının eldeki davayı kendi adına sürdürebilmesi için tapu kaydında iştirakın çözülmesi, başka bir ifadeyle anılan elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete çevrilmesine dair ilamın infazının sağlanması gerektiği açıktır. Aksi halde davanın tereke adına sürdürülmesi zorunluluğu gözetilerek TMK’nun 640. maddesi uyarınca işlem yapılması gerektiği kuşkusuzdur.

Mahkemece, elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete çevrilmesine dair kararın tapu kaydına yansıtılması için davacı tarafa uygun bir süre verilmesi, verilen süre içerisinde kararın tapu kaydına yansıtılıp yansıtılmadığı güncel tapu kayıtlarının getirtilmesi suretiyle denetlendikten başka bir ifadeyle, yukarda değinilen ilkeler gözetilmek suretiyle davanın görülebilirlik koşulu yerine getirildikten sonra işin esasına girilerek oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken noksan inceleme ve araştırmayla yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan sebeplerle davacı-birleştirilen davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istenmesi halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 03.07.2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

Exit mobile version