SIRA CETVELİNİN İPTALİ ŞİKAYETİ-ALACAĞININ ÜST SINIR İPOTEĞİ KAPSAMINDA KALDIĞI İDDİASI

T.C.

YARGITAY

23.HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2015/2344

KARAR: 2015/6488

TARİH: 12.10.2015

2004/m.142/1-son

4721/m.851/1,875,881/1

ÖZET : Şikayet, şikayetçi bankanın kredi kartı ve bireysel krediden kaynaklanan alacağının üst sınır ipoteği kapsamında kaldığı iddiasıyla sıra cetvelinin iptaline ilişkindir. İpoteğin bir üst limit ipoteği olup olmadığını belirlemek İcra Mahkemesi’nin görevine girmektedir. Diğer anlatımla şikayetçinin, kendisine ipotek limitinden daha az pay ayrıldığı iddiasına dayalı bu itirazı üzerine, mahkemece ipoteğin kapsamının incelenmesi gerekeceğinden bu itiraz, alacağın doğumuna ve miktarına değil, sıraya yönelik olup, icra mahkemesi görevlidir. Bu nedenlerle, mahkemece şikayet olunanın görev itirazı hususunda herhangi bir karar verilmemiş ise de, görevli olduğunun kabulü ile uyuşmazlığın esasının incelenmesi doğru olmuştur.

DAVA : Taraflar arasındaki sıra cetveline şikayetin yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı şikayetin kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde şikayet olunan vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : Şikayetçi vekili, şikayet dışı borçlu H. D. hakkında İzmir 8. İcra Müdürlüğü’nün 2014/7233 Esas sayılı dosyası üzerinden başlatılan takip nedeniyle borçlu adına kayıtlı ipotekli taşınmazın, alacağa mahsuben 10.12.2014 tarihinde üçüncü şahıs G. G.’e satıldığını, ihalenin kesinleşmesi üzerine satış bedelinden gerekli yasal kesintiler yapıldıktan sonra kalan miktarın dağıtılması için İzmir 8. İcra Müdürlüğü’nce 25.12.2014 tarihinde sıra cetveli düzenlendiğini, bu sıra cetvelinde 1. sıra ipotek alacaklısı olmaları nedeniyle taraflarına takibe konu alacak miktarı kadar pay ayrıldığını, oysaki borçlunun takibe konu konut finansman kredisi dışında ve fakat ipotek limiti dahilinde 56.183,00 TL daha borcu bulunduğunu, icra müdürlüğünce limit ipoteği dahilindeki bu alacak için takip yapılmadığı gerekçesi ile taraflarına pay ayrılmadığını, alacağını ipotek limiti dahilinde olması nedeniyle satış bedelinden pay ayrılması için ayrıca takip yapılmasına gerek olmadığını, taşınmaz üzerinde müvekkil banka lehine 1. derece limit ipoteği bulunduğunu, bu nedenle 25.12.2014 günlü sıra cetvelinin usul ve yasaya aykırı olduğunu ileri sürerek, sıra cetvelinin iptali ile yeniden sıra cetveli düzenlenmesine karar verilmesini talep etmiştir.

Şikayet olunan vekili, şikayetçinin, alacaklarının sıra cetvelinde hiç yer almadığı iddiasıyla sıra cetvelinin iptalini talep ettiğini, bu nedenle genel mahkemelerin görevli olduğunu, kredi kartlarından ve bireysel kredilerden doğan bu alacakları için icra takibi yapılmadığından bu alacakların sıra cetvelinde yer almamasının yasalara uygun olduğunu, şikayetin haksız olduğunu savunarak, şikayetin reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkemece, iddia, savunma ve dosya kapsamına göre; şikayetçi tarafça şikayet dışı borçlu H. D. hakkında ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla ilamlı takip başlatıldığı, takibin kesinleşmesi üzerine borçlu adına kayıtlı taşınmazın 10.12.2014 tarihinde açık arttırma yoluyla satıldığı, icra müdürlüğünce şatış bedelinin şikayetçi ipotek alacaklısı ile şikayet olunan vergi dairesi arasında paylaştırıldığı, takibe dayanak 08.10.2010 tarih 16724 yevmiye sayılı ipotek akit tablosu incelendiğinde söz konusu ipoteğin 190.000,00 TL bedelli ve üst sınır ipoteği olduğu, takip konusu alacak miktarının 41.465,14 TL olduğu, satış tarihi itibariyle alacak miktarının 53.425,42 TL ‘ye ulaştığı, söz konusu satış bedelinden kalan miktarın ise yani paylaşıma konu miktarın ise 130.746,00 TL olduğu, bu miktarın 53.425,42 TL’sinin şikayetçi ipotek alacaklısına, kalan 77.302,58 TL’sinin ise 2. sırada haczi bulunan şikayet olunana ödenmesine karar verildiği, üst sınır ipoteğinde limit dahilinde şikayetçi bankanın kalan asıl alacakları ve fer’ileri toplamı için ayrı bir icra takibi yapıp haciz koydurmasına gerek kalmaksızın alacağının ilk sırada ödenmesinin mümkün bulunduğu, bu nedenle icra müdürlüğünün 25.12.2014 günlü sıra cetvelindeki gerekçesinin usulüne uygun olmadığı gerekçesiyle, şikayetin kabulü ile sıra cetvelinin iptaline karar verilmiştir.

Kararı, şikayet olunan vekili temyiz etmiştir.

Şikayet, şikayetçi bankanın kredi kartı ve bireysel krediden kaynaklanan alacağının üst sınır ipoteği kapsammda kaldığı iddiasıyla sıra cetvelinin iptaline ilişkindir.

Borçluya ait mahcuz satış bedelinin bütün alacaklıların alacağını karşılamaması halinde düzenlenecek sıra cetveline itiraz, alacağın; esas ve miktarına ya da bununla birlikte sıraya yönelikse dava yoluyla genel mahkemede ( İİK’nın m. 142/1 ), itiraz sadece sıraya yönelikse şikayet yoluyla icra mahkemesinde ( İİK’nın m. 142 /son ) ileri sürülmelidir.

Dairemizin 16.09.2014 tarih ve 5836 E., 5652 K; 10.12.2014 tarih ve 10197 E., 8047K. sayılı ilamında da açıklandığı üzere;

Öncelikle, ipotek kavramı üzerinde durulması ve kesin borç ( anapara ) ipoteği ile üst limit ( maksimal ) ipoteği arasındaki ayrımın ortaya konulması gerekmektedir.

İpotek ile sağlanan amaç alacağa teminat sağlamaktır. İpotek, rehni verenle alacaklı arasında yapılacak resmi senede dayanır. Rehin hakkı, ayni hak olarak bu senede dayanılarak tapu kütüğüne yapılacak tescille doğar. Doğmuş bir alacağı teminat altına almak için kurulan ipotek kesin borç ipoteğidir. İlerde doğacak ve doğması muhtemel alacaklar için kurulan ipotek ise üst limit ipoteğidir.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 881/1. maddesi hükmüne göre; “Halen mevcut olan veya henüz doğmamış olmakla beraber doğması kesin veya olası bulunan herhangi bir alacak, ipotekle güvence altma alınabilir.” Aynı Kanun’un 851/1. maddesi gereğince, ” Taşınmaz rehni, miktarı Türk parası ile gösterilen belli bir alacak için kurulabilir. Alacağın miktarının belli olmaması ; halinde, alacaklının bütün istemlerini karşılayacak şekilde taşınmazın güvence altına alacağı üst sımr taraflarca belirtilir.”

Kesin borç ve üst sınır ipoteği ayrımı, ipotekle alacak arasındaki ilişkinin yoğunluğu esas alınmak suretiyle yapılmıştır. İpotek tesis edilirken alacağın miktarının belirli ve borcun mevcut olması kaydıyla ipotek miktarı dışındaki faiz ve takip giderlerinin de rehin teminatından yararlanacağının öngörülmüş olması halinde, tarafların anapara ipoteği kurmak istedikleri kabul edilebilir. Rehin sözleşmesinde ipoteğin alacağa bağlı olarak limitli tesis edildiği hallerde üst sınır ipoteği olduğu kabul edilmelidir. İpoteğin kesin borç veya üst sınır ipoteği olması yapılacak takibin türü bakımından önem taşımaktadır.

Kesin borç ipoteğinde temel ilişkiden ( borç ilişkisinden ) doğan bir alacak teminat altına alınmaktadır. Temel borç ilişkisinin geçersiz olması nedeniyle alacak doğmamışsa yapılan tescil görünürde alacaklı lehine bir rehin hakkı doğurmaz. Rehin sözleşmesinde temel borç ilişkisinin gösterilmesi geçerlilik şartı olmamakla beraber hangi alacak için rehin kurulduğunun ispatını kolaylaştırır. Paraya çevirme anında geçerli bir alacağın varlığı rehin hakkının kullanılması için zorunludur. Alacak mevcut değilse, tescil edilmiş ipotek alacaklı için güvence oluşturmaz. Bu halde hakkın kullanılmasında ipoteğin alacağa bağlılığı mutlaktır.

Üst sınır ipoteği, ileride doğacak veya doğması muhtemel olan bir alacağın teminatı olarak tesis edildiği için bu belirsizliğin ileride getireceği sorunları önlemek amacıyla taşınmazın bu belirsiz borca azami ne miktar için teminat teşkil edeceği ipotek akit tablosunda bir limitle belirlenir. İşte bu nedenledir ki ileride vücut bulacak ana borç ile buna eklenecek faiz, icra takip giderleri ile yanlarca kararlaştırılan diğer fer’ileri, yani TMK’nın 875. maddesinde belirtilen ve ipotekle teminat altına alınan toplam borç miktarı, bu tür ipotekte tarafların ipotek tesis edilirken rızaları ile tespit edilen bu limiti aşması mümkün değildir. Bu özellik üst sınır ipoteğini kesin borç ipoteğinden ayıran önemli bir unsur olmaktadır. Zira, kesin borç ipoteğinde ipotek akit tablosunda belirtilen ana alacaktan başka TMK’nın 875. maddesi uyarınca takip giderleri ile faiz ve diğer fer’ileri de teminat kapsamına girmektedir. Üst sınır ipoteğindeki bu ana ilke başlangıçta belirli olmayan bir borca giren ve taşınmazında alacaklı lehine ipotek tesis ettiren borçlu veya borçlu lehine ipotek veren üçüncü kişiler bakımından önem taşıdığı gibi tapu sicilinde kayıtlı ipotek limitine itibar ederek aynı taşınmazda alacakları için ipotek tesis ettirecek üçüncü kişiler yönünden de tapu sicilindeki kayda itibar edilmesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. ( YHGK’nm 22.02.2012 tarih ve 12-778 E., 94 K, sayılı ilamı bu yöndedir. )

İpotek akit tablosunda limit miktarı saptandıktan sonra, “bu meblağa ilaveten ve ayrıca” ibareleri ile ipoteğin kapsamını genişleten kayıtların eklenmesinin, üst sınır ipoteği olarak tesis edilen ipoteğin türünü anapara ipoteğine dönüştürmesi mümkün değildir.

Zira, TMK’nın emredici nitelikteki 851, 881, 875 ve 876. maddeleri hükümlerini bertaraf etmeye yönelik bu kayıtların hukuki sonuç doğurmaları kabul edilemez. ( YHGK’nın 24.05.1989 tarih ve 111-294 E., 378 K. sayılı ilamı bu yöndedir. ) Bu husus, üst sınır ipoteği yönünden kamu düzenine ilişkin olup, süresiz şikayete tabidir ve icra mahkemesince kendiliğinden nazara alınmalıdır. “İpotek kesin borç ipoteği ise, itiraz, süresi içinde olmadığından süre yönünden reddi, üst sınır ipoteği ise kamu düzeni ile ilgisi olması nedeni ile itiraz ve şikayetin süreye bağlı olmadan incelenmesi gerekir.” 12.HD. 04.05.1992, 11390 E, 6000 K. ( Kuru, İcra, C.3, s.2427 dn95d ). Diğer anlatımla, bu ve 12. HD. 26.11.1999, 13828/15115; 12.HD. 09.11.1999, 13025/13863; 12. HD. 01.11.1999, 13412/13233; 12.HD. 22.10.1999, 11726/12747; 12.HD, 22.05.1997, 5095/5972 sayılı ilamlarında, borçlunun 7 gün içinde ödeme emrine itiraz etmemiş olması halinde dahi, icra dairesinin, sıra cetvelini düzenlerken, takibin alacağın tamamı üzerinden kesinleşmiş olmasına rağmen, sıra cetvelinde takip alacaklısının alacağını yalnız, ipotek limiti içinde kalan miktar kadar nazara alınması gerektiğine karar verilmiştir. “Azami limitli ipoteklerde MK.nın 790. maddesinin hükümleri geniş anlamda uygulanamaz ve ipotek veren üçüncü şahısların sorumlulukları azami ipotek miktarı ile sınırlı olur. Teminat ipoteği veren üçüncü kişinin takibe itiraz etmemesi halinde dahi, başka alacaklıların menfaatlerinin muhtel olabileceği durumlarda derece kararının tanzimi sırasında azami limit miktarının nazara alınması gerekir”. 12.HD.10.03.1987, 648/3326 ( Uyar, Rehnin Paraya Çevrilmesi, s.296 ). Kuru ise icra memurunun bu tür bir yetkisi olmadığı, buna sıra cetveline karşı itiraz biçiminde varsa diğer alacaklıların itiraz edebileceği görüşündedir. ( Age. sh. 2431 ) İÎK.m.45 gibi üst sınır ipoteğinin kapsamını icra memuru kendiliğinden; nazara alabilmelidir. Bu maddi hukuk bakımından bir araştırmayı da gerektirmemekte, takip talebine eklenen resmi senetten anlaşılabilmektedir. Nitekim kambiyo senetlerine özgü takipte de İcra memuru bu senedin kambiyo senedi olup olmadığım araştırmaktadır. ( Prof. Dr. Hakan Pekcanıtez, Bankacılar Dergisi, 33. Sayı, 2000 yılı, sh 50 ).

Öte yandan, üst sınır ipoteğinde limit fazlası alacak için alacaklı tarafından ayrıca takip yapılarak haciz konulmadığı sürece, üst sınır limitinden fazla pay ayrılamaz. Diğer anlatımla, üst sınırı aşan alacaklar, teminattan faydalanmazlar ve adi alacak olarak kalırlar. ( Yargıtay 19. H.D.’nin 29.03.2001 tarih ve 1115 E., 2301 K; 14.02.2002 tarih ve 7426 E., 1131 K. sayılı sayılı ilamları bu yöndedir. Ayrıca; Bkz. Prof. Dr. Baki Kuru, İcra ve İflas Hukuku, El Kitabı, 2. Baskı, 2013, sh. 988 ) Yargıtay 19. H.D.’nin 10.11.2005 tarih ve 5720 E., 11011 K; 27.01.2006 tarih ve 9141 E., 581 K. sayılı ilamlarında da açıklandığı üzere, üst sımr ipotek limitine kadar olan alacak ve fer’ileri toplamı için ayrı bir takibe ve hacze gerek bulunmamaktadır.

Somut olayda, şikayetçi tarafın üst sınır ipoteği limiti kapsamında kendisine pay ayrılmadığına dair istemi, icra müdürünün paylaştırma yapılırken alacağın hesaplanmasına ilişkin takip hukuku kurallarını yanlış uygulamasına yönelik olup; şikayet olunan alacağının hiç ya da gösterilen miktarda bulunmadığına yönelik olmadığından, itiraz alacağın doğumuna ve esasına yönelik değildir. İpoteğin bir üst limit ipoteği olup olmadığını belirlemek İcra Mahkemesi’nin görevine girmektedir. Diğer anlatımla şikayetçinin, kendisine ipotek limitinden daha az pay ayrıldığı iddiasına dayalı bu itirazı üzerine, mahkemece ipoteğin kapsamının incelenmesi gerekeceğinden bu itiraz, alacağın doğumuna ve miktarına değil, sıraya yönelik olup, icra mahkemesi görevlidir. Bu nedenlerle, mahkemece şikayet olunanın görev itirazı hususunda herhangi bir karar verilmemiş ise de, görevli olduğunun kabulü ile uyuşmazlığın esasının incelenmesi doğru olmuştur.

Bu açıklamalara ve dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, şikayet olunan vekilinin temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle, şikayet olunan vekilinin tüm temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun bulunan İcra Mahkemesi kararının İİK’nın 366. maddesi uyarınca ONANMASINA, kararın tebliğinden itibaren 10 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.10.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

TAHSİL HARCI BORÇLUDAN TAHSİL EDİLİR

T.C

YARGITAY

12.HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2015/14210

KARAR: 2015/27809

TARİH: 12.11.2015

Alacaklının Haricen Ödeme talebi üzerine sadece Borçluya Muhtıra Çıkartılarak Tahsil Harcını Talep Edilmesi Gerekirken hem Borçlu hemde Alacaklıya Tahsil Harcı İçin Müzekkere Yazılmasının İsabetsizdir.

İİK nun 15 ve 492 maddenin 28. Maddesi…..

Konu özeti: Harç, yapılan bir hizmet karşılığı olarak devletin aldığı paradır. Medeni Usul Hukukunda olduğu gibi, icra hukukunda da harç ve giderler sonuçta haksız çıkan tarafa yükletilir.Tahsil harcı, alacağın ödenmesi sırasında yatırılan paradan tahsil edilir. Aksine hüküm bulunmadıkça, İcra ve iflas hukukundan kaynaklanan bütün harç ve masraflar borçluya ait olup, bunların neticede ayrıca hüküm ve takibe hacet kalmaksızın borçludan tahsil olunur.

Görülen dava : Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :

Karar : Alacaklı tarafından takip borçluları hakkında ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla icra takibi yapıldığı, borçlular tarafından borca kısmi itiraz edildiği, alacaklı tarafından nakdi kredi alacaklarını teşkil eden borçlularca itiraz edilmeyen 226.232,36 TL’lik bölümün borçlularca Avukatlık Ücreti hariç olmak üzere bankalarına haricen ödendiğini, icra müdürlüğüne bu konuda bildirim yapıldığı, toplam 298.674,91 TL haricen ödemeye dair borçluların ödemekle yükümlü oldukları harçların borçlulardan istenilmesi için gereğinin yapılması ve bundan sonraki yapılacak işlemlerde ödenmeyen Avukatlık Ücretinin göz önünde tutulmasının istendiği, icra müdürlüğünün 25.03.2015 tarihli kararı verdiği, tüm harç ve giderlerin borçluya ait bulunduğu, tahsil harcını ödemekle yükümlü borçluya muhtıra çıkarılması gerekirken bu yapılmadan harç müzekkeresi düzenlenerek vergi dairesine bildirim yapılmasının yasaya aykırı olduğunu, icra müdürlüğü kararının iptalini istediği anlaşılmaktadır.

Harç, yapılan bir hizmet karşılığı olarak devletin aldığı paradır. Medeni Usul Hukukunda olduğu gibi, icra hukukunda da harç ve giderler sonuçta haksız çıkan tarafa yükletilir. 492 Sayılı Harçlar Kanunu’nun 28/b maddesine göre, tahsil harcı, alacağın ödenmesi sırasında yatırılan paradan tahsil edilir.

İcra ve İflas Kanunu’nun 15. maddesi ise, kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, bütün harç ve masrafların borçluya ait olduğunu, bunların neticede ayrıca hüküm ve takibe hacet kalmaksızın borçludan tahsil olunacağını öngörmektedir.

Bu durumda icra dosyasına bildirilen haricen ödemelerle ilgili olarak borçluya muhtıra çıkartılarak tahsil harcına talep edilmesi gerekirken hem borçlu hem alacaklıya tahsil harcı için icra müdürlüğünce müzekkere yazılması isabetsizdir.

O halde icra mahkemesince şikayetin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile istemin reddi yönündeki kararı isabetsizdir.

NİHAİ KARAR : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulüyle mahkeme kararının yukarda yazılı sebeplerle İİK’nun 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istenmesi halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

BOZMADAN SONRA ISLAH YAPILABİLECEĞİNE İLİŞKİN KARAR

T.C
YARGITAY

10. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2015/2911
KARAR:2015/4657

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :İş Mahkemesi

Dava, rücuen tazminat istemine ilişkindir.

Mahkemece, ilamında belirtildiği şekilde, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Hükmün, davacı… Başkanlığı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hakimi ……. tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi.

Mahkemece, bozma ilamı sonrası ıslah yapılamayacağı gerekçesi ile davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 16.03.2005 tarihli 2005/13-97-150 sayılı ilamında ayrıntıları açıklandığı üzere; ıslah, taraflardan birinin usule ilişkin bir işlemini, bir defaya mahsus olmak üzere kısmen veya tamamen düzeltmesine olanak tanıyan ve karşı tarafın onayını gerektirmeyen bir yoldur. Hüküm tarihinde yürürlükte bulunan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 177’nci maddesinde (1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 84’üncü maddesi), ıslahın, tahkikatın sona ermesine kadar yapılabileceği belirtilmiştir. Bu bağlamda, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 177’nci maddesindeki kuralın ve o çerçevede tahkikat kavramının irdelenmesinde yarar vardır.

Tahkikat kavramı, layihalarla ve öninceleme aşamasında yeterince aydınlanmamış olan bir davada, tahkikat açılmasıyla başlayıp, çekişmeli yönlere ilişkin taraf delillerinin toplanmasıyla biten ve uygulamada, davaların çoğunda gerçekleşen bir evreyi ifade etmektedir. Vurgulanmalıdır ki; tahkikat evresi, bozmanın içerik ve kapsamına göre, bazı hallerde bozmadan sonra da gerçekleşebilir. Ancak, 177’nci maddedeki, “tahkikatın sona ermesine kadar” ifadesinden, Kanunun tahkikat ve hüküm arasında düzenlediği yargılama evresinde ıslaha izin vermediği sonucu çıkarılabilmektedir.

Yargıtay İçtihadı Birleştirme büyük Genel Kurulu’nun 04.02.1948 gün ve 1944/10 E. 1948/3 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına baktığımızda; ıslahın, iyiniyetli tarafın, davayı açtıktan veya kendisine karşı bir dava açıldıktan sonra öğrendiği olgularla ilgili yanlışlıklarını düzeltmesine, eksiklikleri tamamlamasına, bu çerçevede yeni deliller sunabilmesine olanak sağlayan bir kurum olduğu anlaşılmaktadır. Ne var ki; taraflardan birine davanın herhangi bir aşamasında ıslah olanağı tanınması, davaların sonu alınamayacak şekilde uzamasına neden olmak gibi bir sakıncayı da içermektedir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 177’nci maddesinde ıslahın yalnızca tahkikat bitinceye kadar yapılabileceği öngörüldüğüne ve temyiz faslında da, bozmadan sonra dahi ıslahın olanaklı bulunduğuna dair açık veya örtülü bir hüküm yer almadığına göre, Kanunun bu olanağı bir devre ve zaman ile sınırlandırdığı kabul edilmelidir. Dolayısıyla, 177’nci maddenin soyut iznine bakılarak, bu istisnai yolun bozmadan sonraki aşamalara da yaygınlaştırılması, bozmaya uyulmasıyla kazanılan hakları ihlal edebileceği gibi, davanın tamamen ıslah edildiği hallerde, işin sonuçlandırılmasını da güçleştirir. O halde, ıslahla ilgili kuralların, yargılamanın sadeliği, basitliği ve çabukluğunu amaçlayan diğer usul hukuku ilkeleriyle bağdaşacak şekilde yorumlanması; bozmadan sonra ıslahın mümkün olmadığı sonucuna varılması zorunludur.

Bu saptamalar ışığında, anılan İçtihadı Birleştirme Kararında bozmadan sonra ıslahın mümkün olmadığı sonucuna varılırken, Hukuk Muhakemelerini Kanunu’nun 177’nci maddesindeki kural yanında, bozmaya uyulmakla oluşan usuli kazanılmış hakların ihlali endişesinin de etken olduğu görülmektedir. Bu endişenin nedeni şudur: Bir davada verilen hükme yönelik bozma ilamı doğaldır ki, bozmanın kapsam ve gerekçelerine bağlı olarak değişebilmekle birlikte genellikle, tarafların hak ve borçlarının hukuksal dayanak, nitelik, miktar ve kapsamları gibi yönlerde, davanın ondan sonraki seyrini belirler; Mahkemece bozmaya uyulması halinde, uyma sonrasında hangi işlemlerin ve araştırmaların yapılması gerektiğini ortaya koyar. Dolayısıyla, mahkemenin bozmaya uyması, davanın artık bozmada gösterilen yön, kapsam ve sınırlar çerçevesinde sonuçlandırılacağı anlamını taşır. O nedenle de, uyma kararı, bozma kendisinin yararına olan taraf bakımından usuli kazanılmış hak oluşturur ve mahkeme uyduğu bozma kararının gereklerini yerine getirmekle yükümlü hale gelir. Davanın, bu şekilde, uyulan bozmanın öngördüğü yön ve içeriğe bürünmesinden sonra, salt Kanunun tanıdığı yetkiye dayanılarak, taraflardan birinin ıslah yoluna gitmesi, her davanın kendine özgü yapısı içerisinde, bozmayla diğer taraf yararına oluşan usuli kazanılmış hakkın ortadan kalkması ya da sınırlanması, zayıflaması sonucuna yol açabilir.

Açıktır ki, söz konusu sakıncaların doğabilmesi için, her şeyden önce, ortada, hakkında tahkikat yapılmış, hükme bağlanmış ve kurulan hüküm Yargıtay tarafından hukuka uygunluk yönünden denetlenerek bozulmuş istem/istemler bulunmalıdır.

Önemle belirtilmelidir ki; İçtihadı Birleştirme Kararları konularıyla sınırlı, gerekçeleriyle açıklayıcı ve sonuçlarıyla bağlayıcı nitelik taşırlar.

Yukarıdaki açıklamaların somut olay bakımından ortaya koyduğu sonuç şudur: İçtihadı Birleştirme Kararıyla kabul edilen, bozmadan sonra ıslahın mümkün olmadığı yönündeki kural, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 177’nci maddesi hükmüyle birlikte değerlendirildiğinde, bir davadaki istem/istemler hakkında mahkemece tahkikat (tarafların duruşmaya çağrılmaları, çekişmeli yönlere ilişkin delillerin toplanması, toplanan delillerin değerlendirilmesi) yapılarak, bunların ortaya koyduğu sonuç çerçevesinde bir hüküm kurulduğu ve Yargıtay’ın ilgili Dairesinin de, kurulan bu hükmü, herhangi bir nedenle usul ve yasaya aykırı görerek bozduğu hallerle sınırlı bir içeriktedir.

Dairemizin bozma kararına uyulduktan sonra yapılan yargılamada, tahkikat evresinin bitmemiş olması nedeniyle davacının davasını ıslah etmesinin mümkün olduğu gözetilmeksizin, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde karar verilmiş olması, usul ve yasaya aykırı olup bozma sebebidir.

O halde, davacı Kurum avukatının bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, 12.03.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

KASTEN YARALAMA NEDENİYLE MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT- PARMAK KISITLILIĞI NEDENİYLE OLUŞAN BEDEN GÜCÜ KAYBI

T.C
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2019/49
KARAR: 2019/5763

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı … vekili Avukat … tarafından, davalı … aleyhine 31/05/2013 gününde verilen dilekçe ile kasten yaralama nedeniyle maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; maddi tazminat isteminin reddine, manevi tazminat isteminin kısmen kabulüne dair verilen 23/10/2018 günlü kararın Yargıtayda duruşmalı olarak incelenmesi davacı vekili tarafından, duruşmasız olarak incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle daha önceden belirlenen 03/12/2019 duruşma günü için yapılan tebligat üzerine duruşmalı temyiz eden davacı vekili Avukat … ile karşı taraftan davalı vekili Avukat … geldiler. Açık duruşmaya başlandı. Süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçelerinin kabulüne karar verildikten ve hazır bulunanların sözlü açıklamaları dinlendikten sonra taraflara duruşmanın bittiği bildirildi. Dosyanın görüşülmesine geçildi. Tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.

1)Dosyadaki yazılara, kararın bozmaya uygun olmasına, delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre yerinde görülmeyen davalının, manevi tazminata ilişkin hükme yönelik temyiz itirazları reddedilmelidir.

2)Davacının temyiz itirazlarına gelince;
Dava, kasten yaralama nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Davacı, 24/08/2012 tarihinde davalının kendisini darp ettiğini ve sol el ikinci parmağını kırması sonucu parmağının eğri kaldığını belirterek, maddi ve manevi zararının giderilmesini istemiştir.

Davalı ise davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece maddi tazminat isteminin kabulüne ve manevi tazminat isteminin kısmen kabulüne dair verilen 16/12/2014 tarihli ilk kararın davalı vekilince temyizi üzerine, Dairemizin 20/04/2016 gün ve 2015/6818 esas, 2016/5342 karar sayılı ilamı ile “davacı hakkında düzenlenen tek hekim imzalı rapora davalının itiraz etmiş olması da nazara alınarak, davacının yaşı ve meslek grubu dikkate alınarak maluliyet raporunun … Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulundan alınarak sonucuna göre zarar kapsamının belirlenmesi gerektiği” şeklindeki gerekçe ile bozulmasına karar verilmiştir.

Mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda, “… Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunun 23/07/2018 tarihli raporuyla, davacının ikinci parmağındaki hareket kısıtlılığına ait travmanın 5 yıl önceye ait olduğunun … Eğitim ve Araştırma Hastanesi uzman hekimi tarafından düzenlenen 05/03/2013 tarihli epikriz raporunda kayıtlı olduğunun anlaşılması nedeniyle davacının parmağındaki hareket kısıtlılığının davaya konu olayla illiyet bağı bulunmadığının tespit edildiği, bu nedenle davacının davaya konu olay nedeniyle herhangi bir maluliyetinin bulunmadığı” gerekçesiyle davacının maddi tazminat isteminin reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Dosyanın incelenmesinde; mahkemece bozmaya uyularak davacının maluliyet raporunun … Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulundan alınmasına karar verilmiş, … Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu ise tüm tıbbi evrak ve grafilerin temini ile davacının bir tıp fakültesi ya da eğitim araştırma hastanesine sevki sağlanarak, yeni bir ortopedi muayenesi sonucu düzenlenecek raporun ve yeni çekilecek grafilerin gönderilmesi için evrakın geri çevrilmesine karar vermiş, bunun üzerine davacının gönderildiği … Eğitim ve Araştırma Hastanesinde ortopedi uzmanı Op. Dr. …’dan 10/05/2017 tarihli rapor alınmış, bu raporda hasta geçmişi kısmında “…… isimli hasta 5 yıl önce sol el 2 parmağını geri bükmüşler, o zamandan beri sol el 2 parmakta ağrı oluyormuş ve 2 parmakta hareketlerinde kısıtlılık kalmış…” ifadesine yer verilen ve davacının parmak eklem açıklıklarını gösterir rapor ve yeni çekilen röntgen filmi tekrar … Adli Tıp Kurumuna gönderilmiştir.

… Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu ise davacıyı 07/05/2018 günü muayene ederek hazırladığı 23/07/2018 tarihli raporunun 6. bendinde ilk olarak davacı hakkında … Eğitim ve Araştırma Hastanesinde düzenlenen 05/03/2013 tarih ve 1665/4670059 protokol numarası ile düzenlenmiş epikriz raporunda eklem ağrısı şikayeti tanısı konulduğunu belirtmiş, yine 05/03/2013 tarih ve 1665/4670059 protokol numarası ile düzenlenmiş epikriz raporunda şeklinde başlayan raporun 7. bendinde ise “… isimli hasta 5 yıl önce sol el 2 parmağını geri bükmüşler, o zamandan beri sol el 2 parmakta ağrı oluyormuş ve 2 parmakta hareketlerinde kısıtlılık kalmış” şeklindeki hasta geçmişi ile başlayan ancak davacının 07/05/2018 tarihinde aynı hastanede muayenesi sonucu düzenlenen yeni tarihli rapor içeriğine yer verilmiştir. Ancak, 05/03/2013 tarihli epikriz raporunda yaralanmanın 5 yıl önce gerçekleştiği yönünde bir ifade bulunmamaktadır. Böylece … Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunca düzenlenen 23/07/2018 tarihli raporda, davacının daha önceki raporları ve rapor tarihleri birbirine karıştırılmak suretiyle, davacının parmağındaki hareket kısıtlılığına sebep olan yaralanmanın, 2013 yılından geriye doğru 5 yıl önce gerçekleştiği ve davaya konu 24/08/2012 tarihli yaralanmayla illiyet bağı bulunmadığı sonucuna varılmıştır. Mahkemece, bu rapordaki sonuç benimsenerek hüküm kurulmuştur.

Yukarıda açıklanan nedenlerle, … Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunca düzenlenen 23/07/2018 tarihli rapor maddi hata içermekte olup usule uygun değildir. Şu halde mahkemece, davaya konu yaralanmaya bağlı parmağında hareket kısıtlılığı iddiasına ilişkin olarak davacının, beden gücü kaybı olup olmadığını bildirir yeniden Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulundan maluliyet raporu alınmalı ve alınacak rapordan sonra sonucuna göre hüküm kurulmalıdır. Mahkemece, maddi hata içeren rapora dayalı olarak hüküm kurulması doğru olmamış, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen kararın yukarıda (2) sayılı bentte açıklanan nedenle davacı yararına BOZULMASINA, bozma nedenine göre davacının diğer temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine yer olmadığına, davalının temyiz itirazlarının ise ilk bentte açıklanan nedenlerle reddine ve davacı yararına takdir olunan 2.037,00 TL duruşma avukatlık ücretinin davalıya yükletilmesine, davacıdan peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 03/12/2019 gününde oy birliğiyle karar verildi.

PARMAK KIRIĞI – BEDEN GÜCÜ KAYBI NEDENİYLE MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT

T.C
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2016/11506
KARAR:2018/7411

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı … vekili Avukat … tarafından, davalı … aleyhine 30/11/2012 gününde verilen dilekçe ile haksız eylem nedeniyle maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın reddine dair verilen 21/06/2016 günlü kararın Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.
Dava, kasten yaralama eylemi nedenine dayalı maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, istemin reddine karar verilmiş, hüküm; davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı vekili, olay tarihinde davacı ile davalı arasında çıkan kavgada müvekkilinin parmağının kırıldığını, bacağında kesi meydana geldiğini ve kalıcı sinir yaralanmasına neden olduğunu, bu nedenle bir ameliyat geçirdiğini, 90 günden fazla iş görmez raporu aldığını, müvekkilinin hem bedenen, hem de ruhen derin acılar çektiğini, öğretmenlik yapmakta olan müvekkilinin bacağındaki yaranın ayakta durmasını oldukça güçleştirdiğini ve iş gücü kaybına uğradığını, bu nedenle müvekkili lehine maddi ve manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

Davalılar, davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece, hükme esas alınan 22/10/2015 tarihli Adli Tıp Kurumu Genel Kurulu raporu doğrultusunda, davacının 01/03/2011 tarihinde geçirmiş olduğu darp olayı sonucu olduğu bildirilen arızası, 11/10/2008 tarih ve 27021 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği hükümleri muvacehesinde maluliyetine neden olacak düzeyde araz bırakmadan iyileşmiş olduğu bu nedenle maluliyet tayinine mahal olmadığı, iyileşme süresinin 01/03/2011 tarihinden itibaren 3 (üç) aya kadar uzayabileceği, kişide saptanan peroneal sinir arızası ile 01/03/2011 tarihli maruz kaldığı darp olayı arasında illiyet bağı bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Toplanan tüm deliller ve özellikle ceza mahkemesince yapılan yargılama sırasında davalıya atfedilen ve sübut bulan eylemler birlikte değerlendirildiğinde, davalının davacıya yönelik etkili eylemi sonucu beden gücü kaybı oluşmadan iyileştiği sabitse de, davacının parmağının kırıldığı anlaşılmaktadır. Bu haliyle, mahkemece davacının dilekçesindeki talepler de dikkate alınmak suretiyle, davacının parmağının kırıldığı gözetilerek maddi ve manevi zararının tespiti ile sonuca gidilmesi gerekirken davanın tümden reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 28/11/2018 gününde oy birliğiyle karar verildi.

TAPU İPTALİ VE TESCİL- TAPU KÜTÜĞÜNDE KAYITLI TAŞINMAZ MALİKİNİN TESPİT EDİLEMEMESİ VEYA ÖLÜ OLMASI- KAZANDIRICI ZAMANAŞIMINA DAYALI ZİLYETLİK

T.C.
YARGITAY
8. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2016/16646
KARAR NO : 2020/1724

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
Y A R G I T A Y İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : Şanlıurfa 2. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 29/06/2016
NUMARASI : 2007/544-2016/574
DAVACI : M. Necmi Y.
VEKİLİ: Av. Selim Hartavi
DAVALI : Maliye Hazinesi vs.
DAVA TÜRÜ : Tapu İptali ve Tescil

Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş olup hükmün davalılar tarafından ayrı ayrı temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.

KARAR

Davacı vekili, dava konusu 311 ada 25 parsel sayılı taşınmazın vekil edeni tarafından 1975 yılından bu yana (32 yıl) malik sıfatıyla, davasız, aralıksız kullanıldığını ve Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 713/2. maddesindeki şartların oluştuğunu belirterek, bahsi geçen taşınmazın tapu kaydının iptali ile vekil edeni adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalılar, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulüne, 311 ada 25 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmiş olup; hüküm, davalılar tarafından ayrı ayrı temyiz edilmiştir.
Dava, TMK’nin 713/2. maddesinde düzenlenen ölüm ve bilinmeme nedenlerine dayanılarak açılan tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.

Dosya kapsamı ve toplanan delillerden; dava konusu 311 ada 25 parsel sayılı avlulu kargir ev niteliğindeki taşınmazın tapulama çalışmalarında, 14.01.1963 tarihinde Süleyman kızı Fatma adına tespit edildiği, Fatma’nın ölü olduğunun şerh düşüldüğü ve tespitin 29.08.1963 tarihinde kesinleştiği, yapılan yargılamada davacı tarafın Mahkemece verilen süre içinde kayıt malikinin hasımlı mirasçılık belgesini almak için açtığı davanın “..yapılan bütün araştırmaya rağmen ölü Süleyman kızı Fatma’nın mirasçıları tespit edilemediğinden..” şeklindeki gerekçeyle reddine karar verildiği ve sonrasında da herhangi bir mirasçılık belgesi ibraz edilmediği anlaşılmıştır.

Kural olarak, tapulu bir taşınmazın veya tapuda kayıtlı bir payın kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilmesi mümkün değildir. Ancak, kanunun açıkça izin verdiği ve düzenlediği ayrık durumlarda tapulu bir yerin veya tapuda kayıtlı bir payın koşulları oluştuğu takdirde kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilmesi mümkün olabilir. Kanunun açıkça izin verdiği hallerden biri de TMK’nin 713/2. maddesindeki düzenlemedir. Anılan madde de, “aynı koşullar altında, maliki tapu kütüğünden anlaşılmayan veya 20 yıl önce ölmüş ….bir kimse adına kayıtlı bulunan taşınmazın tamamının veya bölünmesinde sakınca olmayan bir parçasının zilyedi de o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerindeki mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir” denilmiştir.

Kanundaki “…Maliki tapu kütüğünden anlaşılamayan…” düzenlemesinden; tapu kaydının hukuki durumunun açık olmaması, Yargıtay İçtihatlarına göre, tapu kütüğündeki bilgi ve belgelerden genel olarak gerekli dikkati gösteren kişilerin malikin kim olduğunu anlayamayacağı haller amaçlanmıştır. Tapu kütüğündeki malik sütununun boş ve açık bırakılması, malik adının müphem ve yetersiz gösterilmesi, böyle bir kişinin hiç yaşamamış ve kaydının herhangi bir yerde bulunmaması, malik adının silinmiş ve yenisinin yazılmamış olması gibi hallerde malikin tapu kütüğünden anlaşılamadığı sonucuna varılabilir (Yargıtay HGK’nin 10.4.1991 tarihli ve 1991/8-51 Esas, 194 Karar, 15.04.2011 tarihli ve 2011/8-111 Esas, 2011/180 Karar sayılı ilamları). Soyut ve nam-ı mevhum(sanal, mevcut olmayan hayali kişi) bir kişi adına sicil oluşturulmuş olması halinde de, maliki tapu sicilinden anlaşılamayan kişiden söz edilebilir.

Kayıt malikinin, tanınmıyor, hatırlanmıyor olması, adresinin tespit edilememesi, tebligat yapılamaması, uzun yıllar önce taşınmış ya da ölmüş olması, mirasçılarının belirlenememesi gibi hususlar o kişinin tapu kütüğünde maliki bilinmeyen kişi olarak nitelendirilmesini gerektirmez. Yine, tapu sicili ekindeki kadastro tutanağı, tedavül(el değiştirme) ve bunlara esas kayıt ve belgelerden tapu malikine ilişkin bilginin mevcut olması durumunda da bilinmeyen kişi olarak kabul edilemez.

Somut uyuşmazlıkta; her ne kadar Mahkemece, gerekçe bölümünde davanın, malikin tapu kaydından kim olduğunun anlaşılamadığı sebebine dayanılarak açıldığı kabul edilerek, kayıt malikinin bilinmeyen kişi olduğundan hareketle yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmiş ise de; verilen karar dosya kapsamı ve toplanan delillerle uyuşmamaktadır. Şöyle ki; dava konusu 311 ada 25 parsel 1963 yılında tapulama çalışmalarında, 1945 tarihli vergi kaydı ile Kanuni Sani 290 tarih 142 sıra nolu tapu kaydı uygulanmak suretiyle Süleyman kızı Fatma adına tespit ve tescil edilmiş, kayıt malikinin ölü olduğu da belirtilmek suretiyle tutulan tutanak 29.08.1963 tarihinde kesinleşmiştir.

Neticeten; az yukarıda yazılı Daire ve Yargıtay uygulamaları doğrultusunda, dayanak tapu kaydı, kadastro tutanağı ve dosya kapsamına göre, kayıt malikinin kanun anlamında bilinen kişi olduğu açıktır. Mahkemenin bu nedenle davanın kabulüne karar vermesi doğru olmamıştır.

Bundan ayrı; davacı yan TMK 713/2’de düzenlenen bilinmeme ve ölüm nedenlerinin her ikisine birden dayanmıştır. Ne var ki; Mahkemece, kayıt malikinin ölmüş olması sebebi bakımından herhangi bir inceleme ve değerlendirme yapılmamıştır. O halde; yukarıda yazılı ilkeler, davacının açtığı ve reddedilen mirasçılık belgesine ilişkin dosya ve toplanmış toplanacak deliller hep birlikte değerlendirilerek bu sebep bakımından olumlu olumsuz bir hüküm kurmak üzere kararın bozulması gerekmiştir.

Diğer yandan; TMK’nin 713/2. maddesine dayanan davalarda bilinmeme sebebi bakımından son mirasçının sıfatı ve tapu kütüğünün tutulmasından sorumlu olması sebebiyle Hazinenin; ölüm sebebi bakımından ise kayıt malikinin mirasçıları veya TMK’nin 501.maddesi gereğince Hazinenin davada yer alması gerekmekte olup, davalı Şanlıurfa Büyükşehir Belediye Başkanlığı ile Eyyübiye Belediye Başkanlığı yönünden pasif husumet ehliyeti yokluğu nedeniyle davanın reddine karar verilmesi gerekirken, bu hususun gözden kaçırılmış olması da isabetli olmamıştır.

SONUÇ: Davalı taraf vekillerinin temyiz itirazlarının yukarıda yazılı nedenlerle kabulüyle hükmün 6100 sayılı HMK’nin Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’un 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’un 440/I maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve peşin harcın istek halinde temyiz edenlere ayrı ayrı iadesine 24.02.2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Başkan
F. AKÇİN
Üye
E. SARICALAR
Üye
M. K. ÇETİN
Üye
N. MERAL
Üye
A. SEZER

NE
Karşılaştırıldı

MENFİ TESPİT DAVALARINDA ARABULUCU – BİR MİKTAR ALACAĞIN TAHSİLİ TALEBİ OLMADIĞINDAN, TİCARİ DAVA NİTELİĞİNDEKİ MENFİ TESPİT DAVALARININ AÇILABİLMESİ İÇİN ARABULUCUYA BAŞVURU ZORUNLULUĞU BULUNMADIĞI-

T.C.
İSTANBUL
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
14. HUKUK DAİRESİ

DOSYA NO: 2019/521,
KARAR NO : 2019/423
KARAR TARİHİ: 21.03.2019

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
İ S T İ N A F K A R A R I

İNCELENEN KARARIN MAHKEMESİ: İSTANBUL 7. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ

TARİHİ: 01/02/2019

NUMARASI: 2019/52 E. – 2019 /44 K.

DAVANIN KONUSU: Menfi Tespit (Alım Satım)

Taraflar arasında görülen menfi tespit davasının ilk derece mahkemesince yapılan yargılaması sonucunda, ilamda yazılı nedenlerle davanın reddine ilişkin verilen hükme karşı davacı vekilince istinaf kanun yoluna başvurulması üzerine dairemize gönderilmiş olan dava dosyası incelendi.

TARAFLARIN İDDİA VE SAVUNMALARININ ÖZETİ

Davacı asil dava dilekçesinde özetle: Davalı yanca İstanbul 10. İcra Müdürlüğünün 2017/6592 Esas sayılı dosyası ile icra takibi başlatıldığını ve ödeme emrinin tebliğinden sonra yasal süresi içerisinde icra takibine itiraz ettiğini ve İstanbul 4. İcra Hukuk Mahkemesinin 2018/769 esas sayılı dosyası ile dava açtığını, davaya konu borcu ödediğini, davalı yana borcunun bulunmadığını belirterek, İstanbul 10. İcra Müdürlüğünün 2018/769 esas sayılı dosyası, GOP 3. İcra Müdürlüğünün 2018/13 talimat dosyalarında ihtiyati tedbir kararı verilmesini, davalıya borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalıya dava dilekçesi tebliğ edilmeden, dosya üzerinden karar verilmiş olduğundan, cevap dilekçesi bulunmamaktadır.

İLK DERECE MAHKEMESİNİN KARARININ ÖZETİ

İlk derece mahkemesince dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda; 7155 sayılı Kanun’un 20. maddesi, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’na eklenen 5/A maddesi ve 7155 Sayılı Kanun’un 23. maddesi ile 6325 Sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’na eklenen 18/A-2 maddesi uyarınca, arabulucuya başvurulmadan dava açılmış olması karşısında, davanın Türk Ticaret Kanunu’nun 5/A, 6325 sayılı Kanunun 18/A-2, Hukuk Mahkemeleri Kanunu’nun 114/2 ve 115/2 maddeleri uyarınca dava şartı yokluğu nedeni ile usulden reddine karar verilmiştir.
Bu karara karşı davacı vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulmuştur.

İLERİ SÜRÜLEN İSTİNAF SEBEPLERİ

Davacı vekili istinaf başvuru dilekçesinde özetle;

Müvekkilinin iş bu davayı açmadan önce arabulucuya başvurduğunu, buna ilişkin belgelerin ve arabulucu tarafından düzenlenen son tutanağın dava dilekçesi ekinde sunulmasına rağmen, mahkemenin bu belgeleri incelemeden karar verdiğini, dava şartı eksikliği bulunmadığını belirterek, ilk derece mahkemesinin usul ve yasaya aykırı kararının kaldırılmasına karar verilmesini istemiştir.

İNCELEME VE GEREKÇE

Dava hukuki niteliği itibariyle, İİK’nın 72. maddesi uyarınca, icra takibinden sonra açılmış menfi tespit davasıdır.

İlk derece mahkemesince, davanın ticari dava olup arabulucuya başvurulmadan dava açıldığı, TTK’nın 5/A maddesindeki dava şartının bulunmadığı gerekçesiyle, HMK’nın 115/2. maddesi uyarınca davanın usulden reddine karar verilmiş, bu karara karşı davacı vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulmuştur.

İstinaf incelemesi, HMK’nın 355. maddesi uyarınca, davacı vekili tarafından ileri sürülen istinaf nedenleri ve kamu düzeni yönüyle sınırlı olarak yapılmıştır.

6/12/2018 tarihli, 7155 sayılı Kanun’un 20. maddesiyle TTK’ya eklenen 5/A maddesi uyarınca, “(1) Bu Kanunun 4 üncü maddesinde ve diğer kanunlarda belirtilen ticari davalardan, konusu bir miktar paranın ödenmesi olan alacak ve tazminat talepleri hakkında dava açılmadan önce arabulucuya başvurulmuş olması dava şartıdır.”

6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’ nun 18/A maddesi uyarınca, “(1) İlgili kanunlarda arabulucuya başvurulmuş olması dava şartı olarak kabul edilmiş ise arabuluculuk sürecine aşağıdaki hükümler uygulanır.

(2) Davacı, arabuluculuk faaliyeti sonunda anlaşmaya varılamadığına ilişkin son tutanağın aslını veya arabulucu tarafından onaylanmış bir örneğini dava dilekçesine eklemek zorundadır. Bu zorunluluğa uyulmaması hâlinde mahkemece davacıya, son tutanağın bir haftalık kesin süre içinde mahkemeye sunulması gerektiği, aksi takdirde davanın usulden reddedileceği ihtarını içeren davetiye gönderilir. İhtarın gereği yerine getirilmez ise dava dilekçesi karşı tarafa tebliğe çıkarılmaksızın davanın usulden reddine karar verilir. Arabulucuya başvurulmadan dava açıldığının anlaşılması hâlinde herhangi bir işlem yapılmaksızın davanın, dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddine karar verilir.”

Bu hukuki açıklamalar ışığında somut olaya dönüldüğünde: Davacının iş bu davadaki talebi, menfi tespit istemine ilişkindir. TTK’nın 5/A maddesine göre, konusu bir miktar paranın ödenmesi olan alacak ve tazminat talepleri hakkında dava açılmadan önce arabulucuya başvurulmuş olması dava şartıdır. Davanın konusu (müddeabih), dava dilekçesindeki talep sonucu, yani neticei talep esas alınarak belirlenir. Neticei talebin bir para alacağının tahsili veya tazminat olduğu durumlarda, arabulucuya başvuru yapılmış olması dava şartaıdır.

Menfi tespit davaları bu kapsamda değerlendirilemez. Çünkü, menfi tespit davalarında, bir miktar alacağın tahsili talebi yoktur. Yani, ticari dava niteliğindeki menfi tespit davalarının açılabilmesi için arabulucuya başvuru zorunluluğu bulunmamaktadır. İlk derece mahkemesinin karar gerekçesi bu nedenle usul ve yasaya aykırıdır.

Diğer taraftan, somut olayda davacının, iş bu davayı açmadan önce (ihtiyari olarak) arabulucuya başvurduğu, arabulucunun katılımıyla düzenlenmiş olan anlaşmaya varılamadığına ilişkin tutanağın dava dilekçesine eklendiği, istinafa konu kararın bu yönüyle de usul ve yasaya aykırı olduğu anlaşılmaktadır.

Açıklanan bu gerekçelerle, ilk derece mahkemesince dava şartlarına aykırı karar verildiği anlaşılmakla, HMK’nın 353/1.a.4. maddesi uyarınca, ilk derece mahkemesinin istinafa konu kararının kaldırılmasına ve davanın yeniden görülmesi için dosyanın, kararı veren ilk derece mahkemesine gönderilmesine dair aşağıdaki karar verilmiştir.

KARAR :Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere;

1- HMK 353/1.a.4. maddesi uyarınca, işin esası incelenmeksizin, İlk Derece Mahkemesi kararının KALDIRILMASINA,

2- Davanın yeniden görülmesi için dosyanın kararı veren ilk derece mahkemesine gönderilmesine,

3- Taraflarca yatırılan istinaf peşin harçlarının ilk derece mahkemesi tarafından, talep halinde iadesine,

4- Taraflarca istinaf başvurusu için yapılan yargılama giderlerinin esas hükümle birlikte, İlk Derece Mahkemesi tarafından, yargılama giderleri içinde değerlendirilmesine,

5- Gerekçeli kararın ilk derece mahkemesince taraflara tebliğine dair;

HMK’nın 353/1.a.6. maddesi uyarınca, dosya üzerinde yapılan inceleme sonunda, 21/03/2019 tarihinde, oy birliğiyle ve kesin olarak karar verildi.

KANUN YOLU: HMK’nın 353/1.a. maddesi uyarınca karar kesindir.

AİLE KONUTU TAŞINMAZIN TAPU KAYDININ İPTALİ- NİSPİ HARÇ – NİSPİ VEKALET ÜCRETİ

T.C
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2018/3260
KARAR: 2019/2439

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : … Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi
DAVALILAR : 1-… 2-…
DAVA TÜRÜ : Tapu İptali ve Tescil-Aile Konutu Şerhi Konulması

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda bölge adliye mahkemesi hukuk dairesince verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı tarafından tapu iptal-tescil davasının ve aile konutu şerhi davasının reddedilen bölümleri yönünden; davalılardan … tarafından ise; aile konutu şerhi ve tapu iptal tescil davasının kabul edilen bölümü ile, harç, yargılama giderleri ve vekalet ücreti yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davacının tüm, davalı …’nün aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.

2-Davacı tarafından dava konusu 494 ada 6 parsel sayılı taşınmazın aile konutu olduğu, davalı eski malik eşi Mehmet tarafından rızası alınmadan diğer davalı …’ye satıldığı iddia edilerek taşınmazın Halize adına olan tapu kaydının iptali ile eski malik eş Mehmet adına kayıt ve tescili ile taşınmaza aile konutu şerhi konulması talep edilmiş, ilk derece mahkemesince davanının kabulü ile dava konusu 494 ada 6 parsel sayılı taşınmazın Halize adına olan tapu kaydının iptali ile davalı … adına tesciline ve taşınmazın tapu kaydına aile konutu şerhi konulmasına karar verilmiş, davalılardan Halize tarafından istinaf talebinde bulunulması üzerine ise … Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi tarafından hükmün kaldırılarak, davanın kabulü ile 494 ada 6 parsel sayılı kargir ev vasfındaki taşınmaz üzerinde bulunan üç katlı binanın 3. katındaki meskenin tapu kaydının iptali ile davalı eş Mehmet adına tesciline ve aynı taşınmaz bölümü üzerine aile konutu şerhi konulmasına, karar verilmiştir. Yapılan yargılama ve toplanan delillerden dava konusu taşınmaz üzerinde alt kat, orta kat ve çatı katından oluşan binanın bulunduğu, üç katlı binanın 3. katındaki meskenin aile konutu olarak kullanıldığı ve bölge adliye mahkemesince de bu bölüm yönünden tapu kaydının iptali ile aile konutu şerhi konulmasına karar verildiği anlaşılmaktadır. Açıklanan sebeplerle bilirkişilerden ek rapor alınmak suretiyle aile konutu olarak kullanılan ve tapu iptali ile eski malik adına kayıt edilmesine karar verilen katın değerinin belirlenerek, bu değer üzerinden (oranlama yapılarak) nispi karar ilam harcı, yargılama giderine ve vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda 2. bentte gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma kapsamı dışında kalan temyize konu diğer bölümlerin ise yukarıda 1. bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, aşağıda yazılı harcın davacıya yükletilmesine, peşin harcın mahsubuna 176.60 TL temyiz başvuru harcı peşin yatırıldığından başkaca harç alınmasına yer olmadığına, temyiz peşin harcının istek halinde yatıran davalı …’ye geri verilmesine, dosyanın ilgili bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine gönderilmesine oybirliğiyle karar verildi. 07.03.2019 (Prş.)

HAKSIZ EYLEM NEDENİYLE TAZMİNAT – PARMAK KIRIĞI – İŞ GÜCÜ KAYBI

T.C
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2016/11506
KARAR:2018/7411

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı … vekili Avukat … tarafından, davalı … aleyhine 30/11/2012 gününde verilen dilekçe ile haksız eylem nedeniyle maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın reddine dair verilen 21/06/2016 günlü kararın Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.

Dava, kasten yaralama eylemi nedenine dayalı maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, istemin reddine karar verilmiş, hüküm; davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı vekili, olay tarihinde davacı ile davalı arasında çıkan kavgada müvekkilinin parmağının kırıldığını, bacağında kesi meydana geldiğini ve kalıcı sinir yaralanmasına neden olduğunu, bu nedenle bir ameliyat geçirdiğini, 90 günden fazla iş görmez raporu aldığını, müvekkilinin hem bedenen, hem de ruhen derin acılar çektiğini, öğretmenlik yapmakta olan müvekkilinin bacağındaki yaranın ayakta durmasını oldukça güçleştirdiğini ve iş gücü kaybına uğradığını, bu nedenle müvekkili lehine maddi ve manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

Davalılar, davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece, hükme esas alınan 22/10/2015 tarihli Adli Tıp Kurumu Genel Kurulu raporu doğrultusunda, davacının 01/03/2011 tarihinde geçirmiş olduğu darp olayı sonucu olduğu bildirilen arızası, 11/10/2008 tarih ve 27021 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği hükümleri muvacehesinde maluliyetine neden olacak düzeyde araz bırakmadan iyileşmiş olduğu bu nedenle maluliyet tayinine mahal olmadığı, iyileşme süresinin 01/03/2011 tarihinden itibaren 3 (üç) aya kadar uzayabileceği, kişide saptanan peroneal sinir arızası ile 01/03/2011 tarihli maruz kaldığı darp olayı arasında illiyet bağı bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Toplanan tüm deliller ve özellikle ceza mahkemesince yapılan yargılama sırasında davalıya atfedilen ve sübut bulan eylemler birlikte değerlendirildiğinde, davalının davacıya yönelik etkili eylemi sonucu beden gücü kaybı oluşmadan iyileştiği sabitse de, davacının parmağının kırıldığı anlaşılmaktadır. Bu haliyle, mahkemece davacının dilekçesindeki talepler de dikkate alınmak suretiyle, davacının parmağının kırıldığı gözetilerek maddi ve manevi zararının tespiti ile sonuca gidilmesi gerekirken davanın tümden reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 28/11/2018 gününde oy birliğiyle karar verildi.

İSTİFADAN SONRADA İŞYERİNDE KESİNTİSİZ ÇALIŞMANIN SÜRMESİ İŞ SÖZLEŞMESİNİN İSTİFAYLA SONA ERDİĞİNİN KABUL EDİLEMEYECEĞİ GEÇERSİZ FESİH

T.C
YARGITAY
9.HUKUK DAİRESİ

Esas No: 2006/25699
Karar No: 2006/32649
Tarihi: 11.12.2006

İSTİFADAN SONRADA İŞYERİNDE KESİNTİSİZ ÇALIŞMANIN SÜRMESİ
İŞ SÖZLEŞMESİNİN İSTİFAYLA SONA ERDİĞİNİN KABUL EDİLEMEYECEĞİ
GEÇERSİZ FESİH

ÖZETİ: Mevcut olgulara göre davacı istifa dilekçesi verdikten sonra tarafların anlaşması ile ara vermeden çalışmasına devam etmiş, daha sonra 2.7.2005 tarihinde iş sözleşmesi davalı işverence feshedilmiştir. Bu nedenle, feshin davacının istifası ile son bulduğunu kabul etme olanağı bulunmamaktadır. Davalı işverence iş sözleşmesi geçerli nedenle feshedilmiş olup, davacının işe iade isteğinin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile reddedilmesi hatalıdır.

DAVA: Davacı, feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkeme, davayı reddetmiştir.
Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü

Davacı işçi. iş sözleşmesinin geçerli neden olmadan işverence feshedildiğini ileri sürerek feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini, işe başlatılmama halinde ödenmesi gereken tazminat ile boşta: geçen süre ücretinin belirlenmesini istemiştir.

Davalı işveren, davacının şantiye seli olup, işveren vekili olduğunu, istifa suretiyle iş sözleşmesinin sona erdiğini belirterek davanın reddine karar verilmesi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece davacının istifa suretiyle işten, ayrıldığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

[u]Davalı tanıklarının beyanlarına göre davacının işe alma ve işçi çıkarma yetkisi yoktur. Bu nedenle işveren vekili olduğu kabul edilemez. Oto yandan, dosya içeriğine göre davacı 12.5.2005 tarihinde istifa dilekçesi vermiş ise de daha: sonra tarafların anlaşması ile fesih iradesi ortadan kaldırılmıştır. İstifa dilekçesi üzerine yakınan “54 gün sonra ayrılması uygundur” ibaresinin davacı tarafından kabul edildiğine ilişkin kanıt bulunmamaktadır. Davacı anılan ibarenin bilgisi haricinde yazıldığını ileri sürmüştür. Davalı tanıkları da istifa dilekçesini verdikten sonra davacının ara vermeden çalışmaya devam ettiğini, ancak daha sonra tarafların anlaşamaması nedeni ile davacının çıkışının verildiğini açıklamışlardır. Mevcut olgulara göre davacı istifa dilekçesi verdikten sonra tarafların anlaşması ile ara vermeden çalışmasına devam etmiş, daha sonra 2.7.2005 tarihinde iş sözleşmesi davalı işverence feshedilmiştir. Bu nedenle, feshin davacının istilası ile son bulduğunu kabul etme olanağı bulunmamaktadır. Davalı işverence iş sözleşmesi geçerli nedenle feshedilmiş olup, davacının işe iade isteğinin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile reddedilmesi hatalıdır. Belirtilen nedenlerle, 4857 sayılı İş Kanunun 20.maddesinin 3.fıkrası uyarınca, ‘hükmün bozulmak sureliyle ortadan kaldırılması ve aşağıdaki gibi karar verilmesi gerekmiştir.[/u]

HÜKÜM: Yukarıda belirtilen nedenlerle;
l-) İstanbul I. İş Mahkemesinin 11.7.2006 gün ve 691-483 sayılı kararının bozularak ortadan kaldırılmasına.
2-) İşverence yapılan feshin geçersizliğine ve davacının işe iadesine,
3-) Davacının yasal sürede işe başvurmasına rağmen, işverenin süresi içinde işe başlatmaması halinde ödenmesi gereken tazminat miktarının fesih nedeni ve kıdemi dikkate alınarak 4 aylık ücreti olarak belirlenmesine,
4-) Davacının işe iade için işverene süresi içinde başvurması halinde hak kazanılacak olan ve kararın kesinleşmesine kadar en çok 4 aylık ücret ve diğer haklarının davacıya ödenmesi gerekliğinin belirlenmesine,
Davacının işe başlatılması halinde varsa ödenen ihbar ve kıdem tazminatının bu alacaktan mahsubuna,
5-) Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,
6-) Davacı vekille temsil edildiğinden, karar tarihinde yürürlükte olan tarifeye göre 400.YTL vekalet ücretinin davalıdan alınıp davacıya verilmesine,
7-) Davacı tardından yapılan (31.40) YİL yargılama giderinin davalıdan alınıp davacıya verilmesine, davalının yaptığı yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına,
8- Peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, kesin olarak, oybirliğiyle 11.12.2006 tarihinde karar verildi.

ZORUNLU MALİ MESULİYET SİGORTA POLİÇESİ -HAKSIZ FİİLDEN KAYNAKLI MENFİ TESPİT – UYUŞMAZLIĞIN TÜKETİCİ KANUNU KAPSAMINDA KALIP KALMADIĞI- ARABULUCUYA BAŞVURU

T.C.
GAZİANTEP
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
17. HUKUK DAİRESİ

DOSYA NO : 2020/210
KARAR NO : 2020/148

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
B Ö L G E A D L İ Y E M A H K E M E S İ K A R A R I

 

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : ŞANLIURFA 3. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 27/11/2019
NUMARASI : 2019/422 Esas-2019/924 Karar
DAVACI : MEHMET M. ŞANLIURFA
VEKİLİ : Av. SELİM HARTAVİ
DAVALI : D. SİGORTA ANONİM ŞİRKETİ –

DAVANIN KONUSU : Menfi Tespit (Haksız Eylemden Kaynaklanan)
GEREKÇELİ KARARIN
YAZILDIĞI TARİH : 03/02/2020

Şanlıurfa 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 27/11/2019 tarih ve 2019/422 esas ve 2019/924 karar sayılı kararı aleyhine davacı vekili istinaf başvurusunda bulunduğundan dosyanın yapılan incelemesi sonunda;

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:

Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; 21/12/2014 tarihinde sürücü Mustafa T. sevk ve idaresinde bulunan 63 K 13353 plakalı Haliliye Belediye Başkanlığına ait çöp toplama aracı ile mevlana caddesi üzerinde seyir halinde iken Ali A.’nın sevk ve idaresinde bulunan 17 KE 426 plakalı sayılı aracın çarpışması sonucu ölümlü, yaralanmalı ve maddi hasarlı trafik kazası meydana geldiğini, olay tarihinde Mehmet M. adına ruhsatta kayıtlı bulunan 17 KE 426 plaka sayılı aracın 26/09/2014-26/09/2015 tarihlerini kapsayan 602012 numaralı ZMMS poliçesi ile Doğa Sigorta A.Ş tarafından sigortalandığı, söz konusu sigorta poliçesinde araç başına maddi hasarlar bakımından 26.8000,00 TL’ye kadar teminat altında olduğunu, davalı sigorta şirketi tarafından davacı Mehmet M. hakkında 26.800,00 TL asıl alacak ve 15.687,91 TL işlemiş faiz olmak üzere Şanlıurfa 3.İcra Müdürlüğünün 2018/20435 Esas sayılı icra takip dosyasıyla takibe geçildiğini, davalı sigorta şirketinden Şanlıurfa 3.İcra Müdürlüğünün 2018/20435 esas sayılı takip dosyasında borcun sebebi olarak 17 KE 426 plakalı araç ile 21/12/214 tarihli karışmış olduğu hasar rücü bedeli 26.8000,00 TL olarak belirtildiğini, davacı tarafça 17 KE 421 plaka sayılı aracın karıştığı kaza nedeniyle ilgili sigorta şirketi tarafından ödemelerin Karayolları Motorlu Araçların Zorunlu Mali Mesuliyet sigortası Genel Şartlarına göre sigortalıya rücu imkanı bulunmadığından vekil edenin Şanlıurfa 3.İcra Müdürlüğünün 2018/20435 Esas sayılı takip dosyasına konu 42.487,91 TL borç yönünden borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle ; Müvekkil şirket nezdinde 602012 numaralı sigorta poliçesi ile sigortalı, davacı Mehmet M.in sahibi olduğu, Ali A.’nın sevk ve idaresindeki 17 KE 426 plakalı vasıta ile Mustafa T.sevk ve idaresinde bulunan 63 K 13353 plaka sayılı Haliliye Belediye Başkanlığı’na ait çöp toplama aracı 21/12/2014 tarihinde çarpışması sonucu ölümlü, yaralanmalı ve maddi hasarlı trafik kazası meydana geldiğini beyan etmiş ise de; kaza tarihinde düzenlenen Ölümlü, yaralamalı trafik kazası tespit tutanağı incelendiğinde araç sürücü Ali A’nın %100 kusurlu olduğunu, Zorunlu Mali sorumluluk sigortası genel şartları uyarınca müvekkilinin poliçe sahibine karşı rücu hakkı bulunduğunu, davacı tarafın söz konusu borçtan sorumlu olmadığına ilişkin iddiası gerçeği yansıtmadığını, davacı taraf borcun tahsilini geciktirmek amacı ile icra takibine itiraz yoluna başvurduğunu, davacı taraf aleyhine alacak miktarının %20’sinden az olmamak kaydı ile icra inkar tazminatına hükmedilmesi gerekmekte olduğunu, açılan davanın haksız olduğunu beyan ile davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

İlk derece mahkemesince yapılan yargılama sonunda, 7155 sayılı yasanın 20. maddesi ile 6102 sayılı yasaya eklenen 5/A maddesinin 1. fıkrası uyarınca arabulucuya başvurulmadan açılan davanın dava şartı yokluğu nedeniyle reddine karar verilmiştir.

İstinaf kanun yoluna başvuran davacı vekili dilekçesinde özetle; açılan davanın İİK’nun 72. Maddesi uyarınca menfi tespit davası olduğunu, menfi tespit davalarında bir miktar alacağın tahsili talebi bulunmadığından arabuluculuk dava şartına tabi olmadığını belirterek yerel mahkeme kararının kaldırılmasını talep etmiştir.

Dava, davalı trafik sigortacısı tarafından zarar görenlere ödenen bedelin trafik sigortası sözleşmesine aykırılık nedeniyle davacıdan rücuan tahsili amacıyla girişilen takip nedeniyle menfi tespit istemine ilişkindir.

HMK’nın 355. maddesi uyarınca istinaf itirazları ve kamu düzenine ilişkin hususlarla sınırlı olarak yapılan inceleme sonunda;

Davanın açıldığı mahkemenin uyuşmazlığın çözümü bakımından görevli olması HMK’nun 114/1-c maddesi uyarınca dava koşulu olup, bu husus aynı yasanın 115/1 maddesi uyarınca resen gözetilir.

6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 3.maddesine göre tüketici; ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket eden gerçek veya tüzel kişiyi, tüketici işlemi; mal veya hizmet piyasalarında kamu tüzel kişileri de dâhil olmak üzere ticari veya mesleki amaçlarla hareket eden veya onun adına ya da hesabına hareket eden gerçek veya tüzel kişiler ile tüketiciler arasında kurulan, eser, taşıma, simsarlık, sigorta, vekâlet, bankacılık ve benzeri sözleşmeler de dâhil olmak üzere her türlü sözleşme ve hukuki işlemi ifade eder.

6502 sayılı yasanın 73. maddesi bu kanunun uygulanması ile ilgili her türlü ihtilafa tüketici mahkemelerinde bakılacağını öngörmüştür.

Bir hukuki işlemin sadece 6502 Sayılı yasada düzenlenmiş olması tek başına o işlemden kaynaklanan uyuşmazlığın tüketici mahkemesinde görülmesini gerektirmez. Bir hukuki işlemin 6502 sayılı yasa kapsamında kaldığının kabul edilmesi için taraflardan birinin tüketici olması gerekir.

Somut olayda; taraf beyanlarından davacı ile davalı arasında zorunlu mali mesuliyet (trafik) sigortası sözleşmesi bulunduğu anlaşılmakta ise de, dosyada poliçe örneği ve aracın trafik kaydı bulunmadığından işlemin tüketici işlemi niteliğinde olup olmadığı anlaşılamamıştır.

Bu itibarla, mahkemece sigorta poliçesinin ve aracın trafik kaydının getirtilerek akdi ilişkinin kurulduğu tarihte aracın niteliğinin (hususi araç mı, ticari araç mı olduğunun) belirlenmesinden sonra uyuşmazlığın Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun kapsamında kalıp kalmadığı, dolayısıyla davaya bakmaya Tüketici Mahkemesinin görevli olup olmadığının değerlendirilmesi, tüketici mahkemesinin görevli olduğu belirlendiğinde, o yerde müstakil tüketici mahkemesi varsa görevsizlik kararı verilmesi, müstakil tüketici mahkemesi yoksa Tüketici Mahkemesi sıfatıyla yargılama yapılması gerekirken, eksik araştırmayla yazılı şekilde Asliye Ticaret Mahkemesi sıfatıyla yargılama yapılıp davanın usulden reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir.

Somut uyuşmazlığın TTK.’nın 5/A maddesi uyarınca zorunlu arabulucuk kapsamında olup olmadığı konusunda değerlendirme yapma ve karar verme görevi, esas uyuşmazlığa bakacak görevli mahkemeye aittir.

Bu nedenle davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile HMK’nun 353/1-a,3 maddesi uyarınca ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına karar verilmesi gerekmiştir.

KARAR: Yukarıda açıklandığı üzere;
1-Davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile Şanlıurfa 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 27/11/2019 tarih ve 2019/422 esas ve 2019/924 karar sayılı kararının HMK’nın 353/1-a,3 maddeleri gereğince KALDIRILMASINA,
2-Davanın yeniden görülmesi için dosyanın MAHALLİNE İADESİNE,
3-Davacıdan tahsil edilen istinaf karar harcının istek halinde iadesine,
4-İstinaf yargılama giderinin ilk derece mahkemesince yeniden verilecek kararda değerlendirilmesine,
5-Duruşma açılmadığından istinaf vekalet ücreti takdirine yer olmadığına,
Dosya üzerinde yapılan inceleme sonucu, HMK’nın 353/1-a maddesi gereğince KESİN olarak oybirliğiyle karar verildi. 03/02/2020

Başkan Üye Üye Katip
42666 35912 107504 230138

N.Ö.

EVLİLİĞİN BOŞANMA İLE SON BULMASI DAVANIN KONUSUZ KALMASI- AİLE KONUTU ŞERHİ- NİSPİ VEKALET ÜCRETİ

T.C
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2019/6988
KARAR:2019/10924
TARİH:06.11.2019

Davacı, davalı eş Serdar adına kayıtlı olan taşınmazın aile konutu olduğundan bahisle, açık rızası olmaksızın diğer davalı …’a devredildiği gerekçesiyle Türk Medeni Kanunu’nun 194/1. maddesi gereğince tapu iptal ve tescil ile aile konutu şerhi konulması isteğinde bulunmuştur. Yargılama esnasında tarafların 27/05/2014 tarihinde kesinleşen karar ile boşandıkları anlaşılmakla evlilik boşanma ile sona erdiğine göre, dava konusu taşınmaz aile konutu olmaktan artık çıkmış, davanın konusu kalmamıştır. Mahkemece de bu sebeple davanın konusu kalmadığından karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiş, kararın davacı … ile davalı … tarafından temyizi üzerine Dairemizin 2016/8010 Esas ve 2017/11087 Karar sayılı ve 16.10.2017 tarihli bozma ilamı ile davacı kadın dava açmakta haklı olduğundan lehine vekalet ücretine hükmedilmesi gerekçesiyle karar bozulmuştur. Davacının davanın açıldığı tarihte haklı olduğu kabul edildiğine göre, bozma sonrası mahkemece davacı yararına karar tarihinde yürürlükte olan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 6. maddesi dikkate alınarak nispi vekalet ücreti tayini gerekirken, bu husus nazara alınmadan yazılı şekilde vekalet ücretinin maktu tayin edilmesi doğru bulunmamış ve bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 06.11.2019

TENSİP İLE KESİN SÜRE VERİLEREK TANIK BİLDİRİLMESİ İSTENEMEYECEĞİ- SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ İLKESİ

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/2-433
K. 2016/63
T. 22.1.2016

• TENSİP İLE KESİN SÜRE VERİLEREK TANIK BİLDİRİLMESİ İSTENEMEYECEĞİ ( Tarafların Henüz Uyuştukları ve Ayrıştıkları Hususlar Belirlenmeden Tanık Bildirilmesi İstenmesi Boşanmaya Dair 4721 S. T.M.K.’nun 184. ve 4787 S. Kanunun 7. Md. ve Anayasanın 41. Md. Yer Verilen Amaç Gözetildiğinde Doğru Olmadığı )

• GENEL BOŞANMA İSTEMİ ( Mahkemece Tarafların Henüz Uyuştukları ve Ayrıştıkları Hususlar Belirlenmeden Tensip İle Birlikte Kesin Süre Verilerek Tanıkların Bildirilmesinin İstenmesi Doğru Olmadığı )

• SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ İLKESİ ( Boşanma İstemi – Tensip Tutanağı İle Verilen Kesin Süreye Rağmen Tanıklarını Bildirmeyen Davacı Tanıklarının Dinlenmesine Karar Verilmesine Karşın Davalı Tanıklarının Bildirilmesi İsteminin Reddine Karar Verilmesi Bozma Nedeni Olduğu )

2709/m.41

4787/m.7

6100/m.137,138,139,140

4721/m.166/1,184

ÖZET : Dava, evlilik birliğinin temelden sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat isteklerine ilişkindir. Mahkemece, tarafların henüz uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar belirlenmeden tensip ile birlikte kesin süre verilerek tanıkların bildirilmesinin evliliği sonlandıran ve istenmesi kamu düzenini ilgilendiren boşanmaya dair 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 184. ve 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 7. maddesinde düzenlenen usul kuralları ve özellikle Anayasanın 41. maddesinde yer verilen amaç gözetildiğinde doğru olmadığı gibi tensip tutanağı ile verilen kesin süreye rağmen tanıklarını bildirmeyen davacı tanıklarının dinlenmesine karar verilmesine karşın davalı tanıklarının bildirilmesi isteminin reddine karar verilmesi silahların eşitliği ilkesi gereğince de doğru bulunmamıştır.

DAVA : Taraflar arasındaki “boşanma, nafaka, velayet ve tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Batı 1. Aile ( Kapatılan Sincan 1.Aile ) Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 15.01.2013 gün ve 2012/198E., 2013/27 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay

2. Hukuk Dairesinin 03.07.2013 gün ve 2013/6356 E., 2013/18904 K. sayılı ilamı ile;

( … Mahkemece; ” davalının cevap dilekçesinde tanık deliline dayanmadığı, daha sonra dilekçeler teatisinde de tanık ve delil bildirmediği” gerekçesiyle davalı tarafın delilleri toplanmadan davacı delilleri ile sonuca gidilmiştir. Davalının davaya süresinde cevap vermemiş olması, delil bildirme ve savunmasını ispat etme hakkını ortadan kaldırmaz. Davaya süresinde cevap verilmemesinin sonucu, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamının inkar edilmiş olmasıdır ( HMK. madde 128 ). Bu böyle olmakla birlikte süresinde davaya cevap vermeyen davalı, Hukuk Muhakemeleri Kanununun 145/1. maddesindeki hal dışında, davacıya kusur isnat edemez ise de, davacının iddiasını dayandırdığı vakıaların gerçekte vukuu bulmadığına, diğer bir ifade ile evlilik birliğini temelinden sarsar nitelikte bir hadisenin mevcut olmadığına yönelik olarak kanunda belirtilen süre içinde olmak koşuluyla delil bildirebilir. Aksinin kabulü, bir kez cevap süresini kaçırmış veya davaya cevap vermemiş olan davalının bundan sonra delil bildirememesi sonucunu doğurur. Bu ise Hukuk Muhakemeleri Kanununun 27. maddesinde yer alan hukuki dinlenilme hakkını zedeler. Tarafların, dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları “belge” niteliğindeki delillerini sunmaları için ön inceleme duruşmasında iki haftalık kesin süre verilmesi yasal olarak mümkün ( HMK. madde 140/5 ) iken, uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar henüz belirlenmeden tarafların, ön inceleme duruşmasından önce davanın daha başında ( tensiple ) ” tanık bildirmelerini” beklemek doğru olmadığı gibi, bu yönde tensiple kesin mehil verilse bile, bu hukuki sonuç doğurmaz. Çünkü delil çekişmeli vakıalar için gösterilir ( HMK. madde 187/1 ).Taraflar arasındaki çelişmeli hususlar ise ön inceleme duruşmasında belirlenir ( HMK. madde 140/1 ). Tahkikat tespit edilen çekişmeli hususların çözümü için yürütülür. O halde davalıya tanıklarını göstermesi için süre verilmeli, gösterdiği takdirde, tanıkları savunması çerçevesinde dinlenmeli ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek hasıl olacak sonucu uyarınca karar verilmelidir. Bu yapılmadan eksik inceleme ile hüküm tesisi doğru bulunmamıştır… ), Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Dava, Türk Medeni Kanununun 166/1. maddesi uyarınca evlilik birliğinin temelden sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat isteklerine ilişkindir.

Davacı vekili, eşinin şiddet uyguladığını, ailesini ziyarete göndermediğini, anne, baba ve kardeşleriyle birlikte yaşadıklarını belirterek evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına dayalı olarak boşanmalarına, 1.000,00 TL tedbir ve yoksulluk nafakasına, çocukların velayetlerinin babalarına bırakılmasına, 50.000,00’er TL maddi ve manevi tazminata hükmedilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, mahkemenin yetkili olmadığını, davacının hasta olan annesini ziyarete geldiğini, onların etkisi ile dönmediğini, ileri sürülen iddiaların doğru olmadığını, evine dönmesi şartıyla davacı eşini affettiğini belirterek davanın reddine karar verilmesi ile Yozgat 2 Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan karşı davanın sonucunun beklenilmesi aksi takdirde birleştirilmesine karar verilmesini, müşterek çocukların velayetlerinin kendisine bırakılmasını savunmuştur. Yerel Mahkemece, davalı tarafa 29.03.2012 tarihli tensip ara kararı ile birlikte davaya dair cevapları ile varsa tüm delillerinin ibrazı için süre verildiği, bu süre içerisinde tanık deliline dayanılmadığı gibi davanın uzamasına sebebiyet vermeyecek şekilde ön inceleme duruşmasının bitimini müteakip dinletmek istedikleri tanıkları hazır edilmediğinden ve istenilen süre usule uygun olmadığından reddine karar verildiği, davacı tarafından gösterilen ve dinlenilen tanık anlatımları, nüfus aile kayıt tablosu ile tüm dosya kapsamı bir bütün halinde değerlendirildiğinde; evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına neden olan hadiselerde Serhat Altın’ın tamamen kusurlu olup Sevgi’den kaynaklanan herhangi bir kusurun varlığının ispat edilemediği, TMK’nın 166/1-2 maddesi koşullarının davacı bakımından gerçekleştiği anlaşılmakla tarafların boşanmalarına, müşterek çocukların velayetlerinin babaya bırakılmasına, müşterek çocuklardan Yasin yararına dava tarihinden geçerli olmak üzere 200,00 TL tedbir nafakasının, hüküm kesinleşinceye kadar davalıdan alınarak davacıya verilmesine, davacı yararına dava tarihinden itibaren geçerli olmak üzere 250,00 TL tedbir ile hükmün kesinleşmesini müteakip 300,00 TL yoksulluk nafakasının davalıdan alınarak davacıya verilmesine,TMK’nın 174/1-2 maddesi gereğince 7.000,00 TL maddi 6.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan alınarak davacıya verilmesine, fazlaya dair taleplerin reddine dair verilen karar davalı vekilinin temyizi üzerine; Özel Dairece yukarda yazılı olan karar ile bozulmuş; mahkemece, önceki gerekçeler tekrar edilip genişletilerek direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararını davalı vekili temyize getirmektedir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ön inceleme duruşması yapılmadan tensip tutanağı ile davalının delillerini sunması için süre verilip verilemeyeceği, cevap dilekçesinde delil bildirmeyen davalıya ön inceleme duruşmasında delillerini bildirmesi için süre verilmesinin gerekip gerekmediği, mahkemece usulüne uygun olarak ön inceleme duruşmasının yapılıp yapılmadığı, tahkikat aşamasında davalıya delillerini bildirme hakkının tanınıp tanınamayacağı; varılacak sonuca göre davalının hukuki dinlenilme hakkının ihlal edilip edilmediği noktasında toplanmaktadır.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile usul hukukumuzda ilk derece yargılamasının beş temel aşamadan oluşması öngörülmüştür. Bunlar sırası ile; dilekçelerin karşılıklı verilmesi, ön inceleme, tahkikat, sözlü yargılama ve hükümdür. Bu aşamalar içinde yeni olan ise ön inceleme aşamasıdır.

Yargılamanın gereksiz yere uzamasının engellenmesi; mahkemenin ve tarafların yargılamada gereken hazırlığı davanın başında yapmasının sağlanması bakımından, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile dilekçelerin verilmesinden sonra ve tahkikat aşamasından önce gelmek üzere “ön inceleme” adıyla yeni bir yargılama aşaması kabul edilmiştir ( H. Pekcanıtez/O. Atalay/ M.Özekes, Medeni Usul Hukuku, 11 Bası, 2011, s.375-376 ).

6100 Sayılı HMK’nın 137. maddesinde, ön incelemenin kapsamı, HMK 138. maddesinde ön inceleme aşamasında dosya üzerinden dava şartları ve ilk itirazlar hakkında verilecek kararlar, HMK 139. maddesinde ön inceleme duruşmasına davet, HMK 140. maddesinde ise yapılması zorunlu olan ön inceleme duruşması düzenlenmiştir. 6100 Sayılı HMK’nın ön incelemenin kapsamı başlıklı 137. maddesinde, dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılacağı, 138. madde dikkate alınarak öncelikle dava şartları ve ilk itirazlar hakkında dosya üzerinden karar vereceği, dava şartları ve ilk itirazlar hakkında gerektiği takdirde kararını vermeden önce, bu konuda tarafları ön inceleme duruşmasında dinleyebileceği, ön inceleme duruşmasında tarafların iddia ve savunmaları kapsamında uyuşmazlık konularını tam olarak belirleyebileceği, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapacağı, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik edeceği ve bu hususların tutanağa geçirileceği belirtilmiştir. Ön inceleme duruşmasında dava şartları ve ilk itirazlar ile sınırlı olmak üzere tanık dinleme, belge inceleme, bilirkişi görüşü alma, keşif yapma ve yemin teklif etme gibi işlemler yapılabilir, ancak tahkikata yönelik işlemler yapılamaz.

HMK’nın 137. maddesinin ikinci fıkrasında ise ön inceleme tamamlanmadan ve gerekli kararlar alınmadan tahkikata geçilemeyeceği ve tahkikat için duruşma günü verilemeyeceği düzenlenmiştir. Gereksiz duruşmalara dair uygulamadaki eski alışkanlıkların devam etmesinin kesin olarak önüne geçilmesi amacıyla kanun koyucu, ön inceleme aşaması tamamlanmadan ve bu aşamada alınması gereken kararlar alınmadan tahkikat aşamasına geçilmesini ve tahkikat için duruşma günü belirlenmesini kesin bir ifade ile ( emredici nitelikteki bir düzenlemeyle ) yasaklamıştır ( H. Pekcanıtez/O. Atalay/M.Özekes, a.g.e., s.375-376 ).

Tüm bu hususlar dikkate alındığında, dilekçeler aşaması tamamlandıktan sonra öncelikle dosya üzerinden dava şartları ve ilk itirazların incelenmesi; bu konularda olumlu veya olumsuz bir karar verilmesi, dosya üzerinden karar verilemeyen dava şartları ile ilk itirazlar hakkında karar verilmek ve diğer ön inceleme işlemlerini yapmak üzere tarafların ön inceleme duruşmasına davet edilmesi, 6100 Sayılı HMK 137 ve 140 maddelerine göre ön inceleme duruşmasında gerekli usul işlemleri yapıldıktan sonra, tahkikat duruşmasına geçilmesi gerekir.

HMK’nın 145. maddesi;

“ Taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler. Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.” hükmünü içermektedir. Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 41. maddesi gereğince toplumu oluşturan en temel kurumlardan biri olan ailenin korunması ve sağlıklı bir şekilde devamı için aile hukukundan doğan ilişkiler esas itibariyle özel hukuka girmesine rağmen diğer özel hukuk dallarına oranla devletin daha fazla müdahalesini gerekmiş bu amacı gerçekleştirmeye yönelik olarak 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 5133 Sayılı Kanun ile değişik 4/1. maddesinde; 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun üçüncü kısmı hariç olmak üzere ikinci kitabından ( TMK. madde 118-494 ) doğan bütün dava ve işlere Aile Mahkemesinde bakılacağı düzenlenmiştir.

Buna göre davaya konu uyuşmazlık, boşanma ve fer’ilerine dair olup bu tür uyuşmazlıkların Aile Mahkemelerinde görülmesi gerekir.

Anılan Kanunun Aile Mahkemelerinin görevi ve görevine giren işlerdeki yargılama usulüne dair 7. maddesi: “ Aile mahkemeleri, önlerine gelen dava ve işlerin özelliklerine göre, esasa girmeden önce, aile içindeki karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörünün korunması bakımından eşlerin ve çocukların karşı karşıya oldukları sorunları tespit ederek bunların sulh yoluyla çözümünü, gerektiğinde uzmanlardan da yararlanarak teşvik eder. Sulh sağlanamadığı takdirde yargılamaya devam olunarak esas hakkında karar verilir.

Özel kanunlardaki hükümler saklı kalmak kaydıyla, bu Kanunda hüküm bulunmayan konularda Türk Medeni Kanununun aile hukukuna dair usul hükümleri ile Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümleri uygulanır.” hükmünü içermektedir.

Diğer taraftan 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun “Boşanmada Yargılama Usulü” başlıklı 184. Maddesi ile boşanma veya ayrılık davasında hakimin vicdanen kanaat getirmesi gerektiği, taraflara yemin öneremeyeceği, tarafların ikrarının hakimi bağlamayacağı, hakimin kanıtları serbestçe takdir edeceğine dair düzenlemeler içermekte olup madde metni aynen:

“ Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tabidir:

1. Hakim, boşanma veya ayrılık davasının dayandığı olguların varlığına vicdanen kanaat getirmedikçe, bunları ispatlanmış sayamaz.

2. Hakim, bu olgular hakkında gerek resen, gerek istem üzerine taraflara yemin öneremez.

3. Tarafların bu konudaki her türlü ikrarları hakimi bağlamaz.

4. Hakim, kanıtları serbestçe takdir eder.

5. Boşanma veya ayrılığın fer’i sonuçlarına dair anlaşmalar, hakim tarafından onaylanmadıkça geçerli olmaz.

6. Hakim, taraflardan birinin istemi üzerine duruşmanın gizli yapılmasına karar verebilir.” şeklindedir. Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler ışığında somut olayın incelenmesinde; dava 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonra 27.03.2012 tarihinde açıldığı anlaşılmaktadır. Mahkemece, 29.03.2012 tarihli tensip tutanağının “ Ç,D,E” bendi ile davalıya tüm delillerini ve varsa tanıklarını bildirmesi için iki hafta süre verilmiş, 18.10.2012 tarihli ön inceleme duruşmasına tarafların vekilleri davet edilmiş, davalı vekilinin mazereti kabul edilmemiştir.20.12.2012 tarihli oturumda ise davacı her ne kadar tanık bildirmemiş ise de hazır olan tanıklarının dinlenmesini istemiş, davalı taraf da delillerini bildirmek için süre istemiştir. Mahkemece, davacı tarafın tanıkları dinlenmiş, tensip tutanağı ile verilen kesin sürede tanık ve delil bildirmediği gerekçesiyle davalı tarafa delillerini bildirmek için talep ettiği süre verilmemiştir.

Mahkemece, tarafların henüz uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar belirlenmeden tensip ile birlikte kesin süre verilerek tanıkların bildirilmesinin evliliği sonlandıran ve istenmesi kamu düzenini ilgilendiren boşanmaya dair 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 184. ve 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 7. maddesinde düzenlenen usul kuralları ve özellikle Anayasanın 41. maddesinde yer verilen amaç gözetildiğinde doğru olmadığı gibi tensip tutanağı ile verilen kesin süreye rağmen tanıklarını bildirmeyen davacı tanıklarının dinlenmesine karar verilmesine karşın davalı tanıklarının bildirilmesi isteminin reddine karar verilmesi silahların eşitliği ilkesi gereğince de doğru bulunmamıştır.

Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, delil gösterme ve sunma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunundan ayrılmayı gerektiren boşanma davalarına özgü bir boşluktan sözedilemeyeceği yönünde görüş bildirilmiş ise de bu görüş çoğunluk tarafından benimsenmemiştir. O halde Özel Daire bozma ilamında ve yukarıdaki belirtilen ilave gerekçelerle Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu sebeple direnme kararın bozulması gerekir.

SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarda belirtilen ilave gerekçe ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istenmesi halinde temyiz peşin harcın yatırana iadesine, 22.01.2016 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY :

Özel Daire ile mahkeme arasındaki uyuşmazlık boşanma davasında cevap dilekçesinde delillerini göstermeyen davalının daha sonra sunduğu delillerin değerlendirilip değerlendirilemeyeceğidir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının en önemli unsurlarından bir tanesi de “yargılamanın makul süre içerisinde bitirilmesi” ilkesidir.

Anayasa’nın 141. maddesinde “Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir” denilmek suretiyle davaların makul bir süre içerisinde bitirilmesi gerekliliği açıkça düzenlenmiştir.

Adil yargılanma hakkı bağlamında usul hukuku, çabuk, basit ve ucuz yargılamayı amaç edinmiştir. Delillerin belirli bir zaman dilimi içinde gösterilip sunulması, sonradan yeni delil bildirme imkânının tanınmaması yargılamayı çabuklaştıracak ve uyuşmazlığı kısa sürede çözüme kavuşturacaktır.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, yargılamanın makul sürede bitirilmesini sağlamak amacıyla hâkimi, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli biçimde yürütmekle yükümlü tutmuş; dava ve cevap dilekçesinin içeriği ve özellikle delillerin bildirilme zamanını özel olarak düzenlemiştir.

HMK.m.30’a göre “Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür”.

HMK.m.119/1-f hükmü uyarınca, gerek yazılı gerekse basit yargılama usulünde, iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin, dava dilekçesinde belirtilmesi gerekir.

“Belgelerin birlikte verilmesi” başlığını taşıyan 121. maddeye göre “Dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunludur.” “Cevap dilekçesinin içeriği” başlığını taşıyan 129.maddenin ( e ) bendinde savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin cevap dilekçesinde bulunması gerektiği belirtilmiş; 2.fıkrada “121. madde hükmü cevap dilekçesi hakkında da uygulanır” denilerek delillerin gösterilme zamanı bakımından dava dilekçesi için öngörülen zorunluluğun cevap dilekçesi için de aranacağı düzenlenmiştir.

HMK’nın 140/5. maddesi uyarınca: “Ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi halinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir.”

Yukarıda belirtilen hükümlerden de anlaşılacağı üzere gerek davacı gerekse davalı bakımından delil gösterme ile delil sunma ayrı olarak ele alınmış; dava ve cevap dilekçelerinde iddia edilen vakıaların hangi delillerle ispatlanacağının belirtilmesi zorunluluğundan söz edildikten sonra, eldeki belgelerin dilekçelere eklenmesi, elde bulunmayan belgeler için ise nereden getirtileceği konusunda bilgi verilmesi gerektiği açıkça öngörülmüştür. HMK.m.140/5 dilekçelerde belirtilen ve fakat henüz sunulmayan belgelerin süresinde sunulmaması halinde uygulanacak yaptırımı da düzenlemiştir. HMK.m.145 “Taraflar, kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler” şeklinde emredici bir düzenleme öngördükten sonra bunun istisnalarını da belirtmiştir. Buna göre “…Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.”

Somut olayda, davalının cevap dilekçesinde delillerini belirtmediği tartışma dışıdır. Sonradan delil gösterilmesi için HMK.m.145’te belirtilen istisnai hallerin mevcudiyeti ileri sürülmediğine göre mahkemece davalının gösterdiği tanıkların dinlenmemesi usule uygundur. Belirtmek gerekir ki, davacı taraf da süresi içinde tanık deliline dayanmadığı halde mahkemece davacı tanıklarının dinlenmiş olması da usule aykırı olmakla birlikte, bu yanlışlık o tanıkların beyanlarının hükme esas alınmaması ile giderilebilir. Davalı tarafa da usule aykırı olarak aynı imkânın sağlanması ile yanlışlığın giderilmesi doğru olmaz. Başka bir anlatımla, “iki yanlış bir doğru etmez”.

Boşanma davalarının özelliği sebebiyle Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun delil gösterme süresini sınırlayan hükümlerinin uygulanamayacağı yönündeki görüşe de katılmak mümkün değildir.

4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu”nun “Boşanmada yargılama usulü” başlıklı TMK.m. 184’te “Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tâbidir” denildikten sonra boşanma davalarına özgü alt usul kuralına yer verilmiştir. Belirtilen istisnai kurallar arasında delillerin gösterilme ve sunulma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunu ilkelerinden ayrılmayı gerektiren bir düzenleme bulunmamaktadır. Boşanma davaları devam ederken iddia ve savunmayı genişletme yasağı çerçevesinde yeni vakıaların ileri sürülebilmesine imkân veren uygulamalar dahi HMK.nın öngördüğü ilkelerin dışına çıkılmasını gerektirmez. Yeni vakıalar için delil gösterilmesine izin verilebilirse de somut olayda yeni bir vakıanın varlığı da ileri sürülmüş değildir. Dava tarihinden önceki vakıalar için süresinde gösterilmeyen delillin dikkate alınması ancak HMK.m.145 şartlarında mümkündür.

Delil gösterme ve sunma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunu hükümleri ayrıntılı olup, bu konuda bir boşluktan da söze edilemez. Belirtmek gerekir ki, Anayasamızın 142.maddesinde mahkemelerin yargılama usullerinin kanunla düzenleneceği belirtilmekle, hâkime bu hususta inisiyatif bırakılmak istenmemiş; her hâkimin ayrı bir usul icat etmesinin önüne geçilmek istenmiş, adeta “oyunun kuralı önceden belli olmalı” denilmiştir. Kanunun açıkça izin vermediği durumlarda usul kuralları değiştirilemez.

Yukarıda açıklanan gerekçelerle mahkemenin direnme kararının usul ve yasaya uygun olduğu, direnme kararının onanması gerektiği kanaati ile Sayın Çoğunluğun bozma yönündeki görüşüne katılamıyorum.

KARŞI OY :

Davacı ile davalı arasındaki 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 166/1. maddesindeki evlilik birliğinin sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat istemine dair davada, davanın kabulüne dair ilk derece mahkemesi kararının özel dairece temyiz incelemesi sonucu, davalının davaya süresinde cevap vermemiş olmasının delil bildirme ve savunmasını ispat etme hakkını ortadan kaldırmayacağı, davaya süresinde cevap verilmemesinin sonucunun, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamının inkar edilmesi olup süresinde davaya cevap vermeyen davalının, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 145/1. maddesindeki hal dışında, davacıya kusur isnat edemez ise de, davacının iddiasını dayandırdığı vakıaların gerçekte meydana gelmediğine yönelik olarak kanunda belirtilen süre içinde olmak şartıyla delil bildirebileceği, aksinin kabulü halinde, bir kez cevap süresini kaçırmış veya davaya cevap vermemiş olan davalının bundan sonra delil bildirmesinin mümkün olmayacağı sonucunu doğuracağı, bu durumun 6100 Sayılı Kanun’un 27. maddesinde yer alan hukuki dinlenilme hakkını zedeleyeceği, tarafların, dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları “belge” niteliğindeki delillerini sunmaları için ön inceleme duruşmasında iki haftalık kesin süre verilmesinin kanuni olarak mümkün iken, anlaştıkları ve anlaşamadıkları konular henüz belirlenmeden taraflardan, ön inceleme duruşmasından önce davanın daha başında ( tensiple ) ” tanık bildirmelerini” beklemenin doğru olmadığı gibi bu yönde tensiple kesin süre verilse bile, hukuki sonuç doğurmayacağı,çünkü delilin çekişmeli vakıalar için gösterileceği, taraflar arasındaki çekişmeli hususların ise ön inceleme duruşmasında belirleneceği, tahkikatın tespit edilen çekişmeli hususların çözümü için yürütüleceği, davalıya tanıklarını göstermesi için süre verilmesi, gösterdiği takdirde, tanıkları savunması çerçevesinde dinlenmesi ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek karar verilmesi gerektiği belirtilerek bozma kararı verilmiştir.

İlk derece mahkemesince, davalının savunmasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri, savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin cevap dilekçesinde yer alması gerektiği, cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı bütün vakaları göstermediği gibi bunları hangi delille ( tanık ) ispat edeceğini de yazmadığı, kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkimin, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamayacağı ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamayacağı, kanunla belirtilen durumlar dışında, hâkimin, kendiliğinden delil toplayamayacağı tarafların, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyeceği, taraflarca getirilme ilkesi ile 6100 Sayılı Kanun’un 145. maddesi birlikte değerlendirildiğinde davalının 4721 Sayılı Kanun’un 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı içerisinde davranmadığı, cevap dilekçesi ile delil bildirebileceği en azından tanık delilinin mevcut olduğunu belirtip isim yazmaması halinde istenen sürenin verilebileceği, özellikle boşanma davalarında davayı uzatarak boşanmanın ferileri bakımından vazgeçme yolu ile sonuçlanması için usul hükümlerini hiçe sayacak şekilde yargılamayı uzatmaya yönelik istek ve taleplerin savunma hakkı kapsamında değerlendirilemeyeceği, tanık deliline süresi içerisinde dayanılmadığı sonradan getirilen bu savunmanın da davayı uzatmaya yönelik hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğu gerekçeleri ile önceki hükümde direnilmesi ve davanın kabulü kararı verilmiştir.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Dava dilekçesinin içeriği” başlıklı 119. maddesinin birinci fıkrasının f bendindeki iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, “Belgelerin birlikte verilmesi” başlıklı 121. maddesindeki dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunluluğu, “Cevap dilekçesinin içeriği” başlıklı 129. maddesinin e bendindeki savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, “Tarafların ikinci dilekçeleri” başlıklı 136. maddesinin 2. fıkrasındaki davacının cevaba cevap, davalının da ikinci cevap dilekçesi hakkında, dava ve cevap dilekçelerine dair hükümler, niteliğine aykırı düşmediği sürece kıyasen uygulanacağına dair hüküm, “Ön incelemenin kapsamı” başlıklı 137. maddesinin 1. fıkrasındaki dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılacağı ön incelemede, dava şartlarını ile ilk itirazların incelenip, uyuşmazlık konularının tam olarak belirlenerek, hazırlık işlemleri ve tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapar, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik eder ve bu hususları tutanağa geçirir, “Ön inceleme duruşması” başlıklı 140. maddesinin 5. fıkrasındaki ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir, bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir, “Sonradan delil gösterilmesi” başlıklı 145. maddesinde taraflar, kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler, ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir, “İspat hakkı ve karşı ispat” başlıklı 189. ve 191. maddelerinde taraflar, kanunda belirtilen süre ve usule uygun olarak ispat hakkına sahiptir, diğer taraf, ispat yükünü taşıyan tarafın iddiasının doğru olmadığı hakkında delil sunabilir, “Somutlaştırma yükü ve delillerin gösterilmesi” başlıklı 194. maddesinde taraflar, dayandıkları vakıaları, ispata elverişli şekilde somutlaştırmalıdırlar, dayandıkları delilleri ve hangi delilin hangi vakıanın ispatı için gösterildiğini açıkça belirtmeleri zorunludur, “Tanık gösterme şekli” başlıklı 240. maddesinin 2. fıkrasındaki ve 243. maddesinin 1. fıkrasındaki tanık gösteren taraf, tanık dinletmek istediği vakıayı ve dinlenilmesi istenen tanıkların adı ve soyadı ile tebliğe elverişli adreslerini içeren listeyi mahkemeye sunar, bu listede gösterilmemiş olan kimseler tanık olarak dinlenemez ve ikinci bir liste verilemez, tanık davetiye ile çağrılır, ancak, davetiye gönderilmeden taraflarca hazır bulundurulan tanık da dinlenir, şu kadar ki, tanık listesi için kesin süre verildiği ve dinlenme gününün belirlendiği hâllerde, liste verilmemiş olsa dahi taraf, o duruşmada hazır bulundurursa tanıklar dinlenir, biçimindeki hükümler dikkate alındığında, dosya kapsamına göre, taraflar arasındaki boşanma davasının yargılaması sırasında davaya cevap veren davalının cevap dilekçesinde yetki itirazında bulunarak davacının iddialarını inkara yönelik açıklamalar yaptığı, ancak dava ile ilgili herhangi bir delil bildirmediği, mahkemece dosya kapsamındaki mevcut delillere göre davacı davasını ispatladığından davanın kabulüne karar verildiği, yukarda açıklanan 6100 Sayılı Kanun hükümlerinin değerlendirmesinden mahkemece ulaşılan kabul hükmü yerinde olduğundan sayın çoğunluk görüşüne katılmıyorum. İlk derece mahkemesi kararının onanması gerektiği düşüncesindeyim.

ELEKTRİK ÇARPMASI SONUCU ÖLÜM ZAMANAŞIMI SÜRESİ

T.C
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2014/21558
KARAR:2015/17389

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : DİYARBAKIR 3. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 28/10/2014
NUMARASI : 2014/273-2014/1863

Taraflar arasındaki tazminat davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilerinin desteği Abdülbaki , 11.10.2006 tarihinde evinin önünde bulunan, korkuluk ve ölüm tehlikesi levhası olmayan elektrik trafosundan sarkan teli, çocuklarının direğe tırmanıp koparmasını engellemek maksadıyla koparmaya çalıştığı sırada elektrik akımına kapılarak hayatını kaybettiğini, desteğin ölümünden, kendisine ait trafoda hiç bir güvenlik tedbiri almayan davalı şirketin sorumlu olduğunu belirterek; fazlaya ilişkin haklarını saklı tutup, her bir müvekkil için ayrı ayrı 1.000,00 TL maddi tazminat ile eş G.. K.. için 40.000,00 TL, çocuk Ferhat için 10.000,00 TL, çocuk Vedat için 8.000,00 TL, çocuk Esra için 5.000,00 TL olmak üzere toplam 63.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesinde; olayın 2006 yılında meydana geldiğini, eldeki tazminat davasının olaydan 8 yıl geçtikten sonra açıldığını, davanın zamanaşımına uğradığını savunarak; davanın reddine karar verilmesini dilemiştir.

Mahkemece; davacı tarafın, fiili ve tazminat yükümlüsünü 2006 yılı Ekim ayında öğrendiği, ölüm olayının meydana geldiği tarih ile dava tarihi olan 12.02.2014 tarihi arasında yedi yıldan fazla zaman geçtiği gerekçesiyle, davanın zamanaşımından reddine karar verilmiş, hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava; desteğin elektrik çarpması sonucu ölümü nedeniyle açılmış maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.

Temyize konu uyuşmazlık; davada, ceza (uzamış) zamanaşımı süresinin uygulanıp uygulanamayacağı ve buradan hareketle davanın zamanaşımı süresi içinde açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır.

Davanın hukuksal dayanağı, haksız fiildir.

Haksız eylemlerden doğan davalarda uygulanacak zamanaşımı süresi, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 60. maddesinde, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 72. maddesinde düzenlenmiştir. Haksız eylemden doğan tazminat davaları BK’nın 60/1 maddesi gereğince 1 ve 10 yıllık zamanaşımı sürelerine tabidir. BK’nın 60/1.maddesinde öngörülen bir yıllık zamanaşımı süresi; zarara uğrayanın, zararın varlığını ve zarar vereni öğrendiği günden itibaren işlemeye başlar. Aynı Yasa’nın 60/2.maddesi gereğince zarara yol açan eylemin aynı zamanda suç sayılan bir eylemden doğmuş olması durumunda olayda uygulanacak zamanaşımı süresi, o suçun bağlı olduğu (uzamış) ceza zamanaşımı süresidir.

Buna göre, haksız eylem aynı zamanda ceza yasası gereğince bir suç teşkil ediyorsa ve ceza yasası ya da ceza hükümlerini ihtiva eden sair yasalar, bu eylem için daha uzun bir zamanaşımı süresi tayin etmişse, tazminat davası da, ceza davasına ilişkin zamanaşımı süresine tabi olur.

Diğer taraftan tüzel kişilerin organlarının işledikleri haksız fiil aynı zamanda suç teşkil ediyorsa, ceza zamanaşımı süresinin tüzel kişi aleyhine açılan tazminat davasında da uygulanması gerektiği, zira, organların fiilinin tüzel kişileri doğrudan doğruya tazmin yükümlüsü yapacağı, tüzel kişi hakkında daha kısa olan zamanaşımı süresinin, organ hakkında ise, daha uzun olan ceza zamanaşımı süresinin kabul edilmesinin uygulamada hakkaniyete uygun olmayan sonuçlar doğuracağı belirtilerek tüzel kişi hakkında da ceza zamanaşımı süresinin kabulünün uygun olacağı kabul edilmelidir.

Ceza zamanaşımı süresinin uygulanması için ceza davasının açılmış olması gerekmez, haksız eylemin suç niteliğinde olması yeterlidir. Takipsizlik kararı verilse dahi ceza zamanaşımı uygulanabilir. Ceza davasının hiç açılmaması durumunda, hukuk hakimi, haksız eylemin suç niteliği taşıdığını saptamışsa, uzamış ceza zamanaşımını uygulayacaktır.

Tüm bu bilgiler ışığında somut olay irdelendiğinde; davada, desteğin ölümünden dolayı uğranılan maddi ve manevi zararın tazmini talep edildiğine göre, olaya uygulanacak zamanaşımı süresi, ceza zamanaşımı süresidir. Davaya konu olay, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanan taksirle ölüme neden olma suçunu oluşturabilecek nitelikte olup; uygulanacak ceza zamanaşımı süresi, aynı Yasası’nın 66. maddesi uyarınca 15 yıldır. Davacıların desteği, 11.10.2006 tarihinde hayatını kaybetmiş olup, eldeki dava, 20.02.2014 tarihinde açılmıştır. Buna göre eldeki davanın açıldığı tarihte ceza zamanaşımı süresinin dolmadığı açıktır.

Hal böyle olunca mahkemece; açıklanan yönler gözetilerek, davalının zamanaşımı savunmasının reddine karar verilip, işin esasına girilerek, hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı görülmüş, bu husus bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 05.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

MİRASBIRAKANIN SAĞLIĞINDA TARAF MUVAZAASI NEDENİNE DAYALI DAVA AÇMAMASI MİRASÇININ DURUMDAN HABERDAR OLMASI, MİRASÇININ MİRASBIRAKANIN ÖLÜMÜNDEN SONRA ONA TEBAN DAVA AÇMASININ HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI

T.C
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2016/11021
KARAR:2019/4027

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ:ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ: TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasında görülen davada;Davacı, mirasbırakan babasının 107 ada 8 nolu parseldeki 25/150 payını gelini olan davalı Sebahat’e vergi borcu nedeniyle muvazaalı olarak temlik ettiğini, Maliye tarafından açılan 1992/120 esas sayılı davada anılan devrin alacağı karşılıksız bırakma amacıyla yapıldığı gerekçesiyle tasarrufun iptaline karar verildiğini, temlikin mirasçılardan mal kaçırma amacıyla yapıldığını ileri sürerek tapu kaydının iptalini istemiş, yargılama devam ederken ıslah dilekçesi ile tapu iptali ve payı oranında adına tescil talebinde bulunmuş, daha sonra birleştirilen dava ile ayni hukuki nedene dayalı olarak aynı taşınmazın aynı payı için aynı davalıya karşı tapu kaydının iptali ile payı oranında adına tesciline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, 1992/120 esas sayılı davada işlemin taraf muvazaası olarak belirlendiğini, mirasbırakanın taraf muvazaası hukuksal nedenine dayalı olarak bir dava açmadığını, davacının da durumdan haberdar olduğunu, davacının mirasbırakanın ölümünden sonra ona teban dava açmasının hakkın kötüye kullanılması olduğunu, iyi niyet kuralları ile bağdaşmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.Mahkemece, esas dava yönünden temlikin mal kaçırma amacıyla yapılmadığı gerekçesiyle davanın reddine, birleştirilen dava yönünden derdestlik nedeniyle davanın reddine karar verilmiştir.Karar, asıl ve birleştirilen davada davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:

-KARAR-

Dosya içeriğine, toplanan delillere, hükmün dayandığı yasal ve hukuksal gerekçeye ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre; asıl ve birleştirilen davada davacının yerinde bulunmayan temyiz itirazının reddiyle usul ve yasaya uygun olan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı 15.20.-TL. bakiye onama harcının temyiz eden davacıdan alınmasına, 20.06.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

44.40. -O.H.
29.20. -P.H.
15.20.TL

SULAMA BİRLİĞİ SEÇİMLERİ- SAHTE SEÇMEN KAYDI

T.C.
ŞANLIURFA
İDARE MAHKEMESİ

ESAS NO : 2010/160
KARAR NO : 2010/2207

DAVACI : Hamit Ç.
VEKİLİ : Av. Selim HARTAVİ
Atatürk Bulvarı Stad 1.Apt Kat:3 No:10 Merkez/ŞANLIURFA
DAVALILAR : 1- Şanlıurfa Valiliği – ŞANLIURFA
2- Güzelyurt Sulama Birliği Başkanlığı-Akçakale/ŞANLIURFA

DAVANIN ÖZETİ : Davacı tarafından Güzelyurt Sulama Birliği Bilgili Köyü seçmen askı listesine yapılan itiraz üzerine tesis edilen 11.11.2009 tarih ve 3677 sayılı işlemin ve bu listelere göre yapılan delege seçimlerinin; Bilgili Köyü seçmen listelerinde bulunan kişilere ait kira sözleşmelerinin sahte olduğu ve delege seçilen kişilerin tüzükte belirtilen şartları haiz olmadıkları iddiaları ile iptali istenilmektedir.

GÜZELYURT SULAMA BİRLİĞİ BAŞKANLIĞI’NIN
SAVUNMASININ ÖZETİ : Savunma dilekçesi verilmemiştir.
ŞANLIURFA VALİLİĞİ’NİN
SAVUNMASININ ÖZETİ : Savunma dilekçesi verilmemiştir.

TÜRK MİLLETİ ADINA

Karar veren Şanlıurfa İdare Mahkemesi’nce gereği görüşüldü:
Dava, davacı tarafından Güzelyurt Sulama Birliği Bilgili Köyü seçmen askı listesine yapılan itiraz üzerine tesis edilen 11.11.2009 tarih ve 3677 sayılı işlemin ve bu listelere göre yapılan delege seçimlerinin iptali istemiyle açılmıştır.
5355 sayılı Mahallî İdare Birlikleri Kanunu’nun “Birlik Tüzüğü” başlıklı 5. maddesinde, birlik tüzüğünün, birliği kuracak mahallî idarelerin meclislerinde üye tam sayısının üçte iki çoğunluğuyla kabul edildikten sonra valinin; birlik birden fazla ildeki mahallî idarelerin katılımı ile kuruluyorsa İçişleri Bakanının onayı ile kesinleşeceği; tüzük değişikliğinin nasıl yapılacağının birlik tüzüğünde gösterileceği ve onaylanması hakkında tüzüğün onaylanmasına ilişkin usûlün uygulanacağı hükmüne yer verilmiş ve birlik tüzüğünde a) Birliğin adının ve amacının, b) Birlik üyesi mahallî idarelerin adlarının, c) Birliğin merkezinin, d) Birliğin görev süresinin, sona ermesinin ve tasfiyesinin, e) Birliğe devredilen görev ve hizmetlerin, f) Birlik meclisinin ve birlik encümeninin toplantı dönemlerinin, g) Birlik üyesi mahallî idarelerin her birinin birlik meclisinde kaç üye ile temsil edileceğinin ve seçilen üyelerin görev süresinin ve birlik encümeni üye sayısının, h) Birlik üyelerinin, birliğin kuruluş ve faaliyet giderlerine katılma paylarının ve bu payların tespit yönteminin, i) Birliğin gelirlerinin, giderlerinin, bütçe ve çalışma programlarına ilişkin hususların, j) Birlik üyesi mahallî idarelerin ve bu idarelerin hizmet alanında yaşayanların birlik hizmetlerinden yararlanma usûllerinin, k) Tüzük değişikliğinin nasıl yapılacağı hususlarının bulunmasının zorunlu olduğu hüküm altına alınmış; anılan Kanun’un “Birlik Meclisi” başlıklı 8. maddesinde, birlik meclisinin, birliğin karar organı olduğu ve birlik üyesi mahallî idarelerin meclislerinin kendi üyeleri veya belediye meclis üyeliğine seçilmeyi haiz kişiler arasından, birlik tüzüğünde belirlenen sayıda ve gizli oyla seçecekleri üyelerden oluşacağı; ancak dışarıdan seçileceklerin sayısının mahallî idare meclisinden seçileceklerin üçte birini geçemeyeceği; asıl üye sayısının yarısı kadar yedek üye seçileceği hükmüne yer verilmiş; anılan Kanun’un “Sulama Birlikleri” başlıklı 19. maddesinde ise, sadece sulama amaçlı olarak kurulan mahallî idare birliklerinde birlik meclisinin, 8. maddede belirtilen doğal üyeler ile belediye meclisi üyeliğine seçilme şartlarına sahip olan ve birliğin sulama faaliyetinden faydalanan mülk sahibi çiftçiler arasından birlik tüzüğünde gösterilen sayıda seçilecek üyelerden oluşacağı; seçimin, üye mahallî idare sınırları içinde birliğin sulama faaliyetinden faydalanan çiftçilerin katılımıyla o mahallî idare meclisinin gözetiminde yapılacağı; arazinin beş yıldan fazla kiralanması halinde birlik meclis üyeliğine seçilme ve birlik meclisi üye seçimlerinde oy kullanma hakkının kiracıya ait olduğu; birlik üyesi mahallî idarelerin birlik meclisinde kaç üye ile temsil edilecekleri hususlarına yer verilerek, o mahallî idare sınırları içindeki sulanan alanların birliğin sulama faaliyetinden faydalanan toplam alana oranına göre tespit edileceği hüküm altına alınmıştır.

Dosyanın incelenmesinden; İçişleri Bakanlığı’nın 29.07.2009 tarih ve 62415 sayılı yazısı üzerine Bakanlar Kurulu’nun 10.08.2009 tarih ve 15362 sayılı kararı ile kurulması kararlaştırılan ve anılan kararın 03.09.2009 tarih ve 27338 sayılı Resmî Gazete’de yayımını müteakiben 07.10.2009 tarih ve 3303 sayılı Valilik yazısı ile Birlik seçimlerine gözlemci olarak katılmak üzere İl Mahallî İdareler Müdürü Halil A., VHKİ Ahmet P. ve Zehra S. görevlendirilmiş ve görevlendirmenin ardından seçim hazırlıklarının tamamlanması sonrasında, davacı tarafından Güzelyurt Sulama Birliği Bilgili Köyü seçmen askı listesine; Bilgili Köyü seçmen listelerinde bulunan kişilere ait kira sözleşmelerinin sahte olduğu ve delege seçilen kişilerin tüzükte belirtilen şartları haiz olmadıkları iddiasıyla yapılan itiraz üzerine dava konusu 11.11.2009 tarih ve 3677 sayılı işlemin tesis edilmesi üzerine de hem söz konusu işlemin hem de bu listelere göre yapılan delege seçimlerinin iptali istemi ile görülmekte olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.

Yukarıda yer verilen mevzuat hükümleri ile dosya münderecâtının, Güzelyurt Sulama Birliği Tüzüğü’nün ve 2577 sayılı Kanun hükümlerinin birlikte değerlendirilmesinden; Birlik Tüzüğü’nün “Birlik Meclis Üye Sayısı” başlıklı 9. maddesinde, … mahallî idarenin alanının ne kadar küçük olursa olsun doğal üyenin yanında en az bir seçilmiş üyenin de bulunacağı hususu düzenlenmiş, Tüzüğün “Birlik Meclis Üyeliği Seçimine Katılma Şartları” başlıklı 10. maddesinde, …birlikte sulayıcı olarak kayıtlı olan her Türk vatandaşının 18 yaşını doldurduğunda oy verme, 25 yaşını doldurduğunda da aday olma hakkına sahip olduğu ancak, meclis üyeliğine aday olacakların ilâveten a) …(davalı parseller hariç olmak üzere) adına en az 40 dekar arazisi bulunan mülk sahibi olmak gerektiği; b) Doğal üyeler hariç ana, baba, büyükanne, büyükbaba, evlat, torun ve kardeş, karı – koca ve bu derecedeki sıhrî hısımların (evlenme yoluyla edinilen akrabaların) bir mecliste birleşemeyecekleri düzenlemelerine yer verilmiş ve anılan düzenlemelerin 5355 sayılı Mahallî İdare Birlikleri Kanunu’nda yer almayan düzenlemeler oldukları ve Kanun karşısında Birlik Tüzüğü’nün seçimlere ilişkin düzenlemelerde daraltıcı ve kısıtlayıcı kurallar getirdiği görüldüğünden; daraltıcı ve kısıtlayıcı düzenlemelerin normlar hiyerarşisine uygun olup olmayacağı hususunun (2577 sayılı Kanun’un 20. maddesinde düzenlenmiş olan re’sen tahkik kuralı ve anılan Kanun’un 2. maddesi bağlamında incelenerek) ortaya konulması gerekmektedir.

Hukuk düzeni değişik nitelikte kurallardan oluşmakta olup; bir hukuk kuralının bir üstteki hukuk kuralına aykırı olmaması ve nihayetinde de tüm kuralların en üst iç hukuk normu olan Anayasa’ya aykırı olmaması haline normlar hiyerarşisi denilmekte olup; bu hiyerarşiye göre temel kurallar, kanun koyucu tarafından konulan Anayasa – kanun ve kanun hükmünde kararnamelerden; yürütme organı (ve idare) tarafından kanunların emrettiği hususları düzenlemek veya kanunların uygulamasını göstermek üzere tüzüklerden; kanunların ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak ya da emrettiği konuları düzenlemek üzere çıkarılan yönetmeliklerden oluşmakta olduğuna göre; normlar hiyerarşisi teorisi uyarınca bir alt norm geçerliliğini ve varlığını bir üst normdan aldığından; alt normun, üst norma uygun olması gerekmektedir.

Bu itibarla; medenî yargıdan farklı olarak idarî yargının kamu düzeninden olması sebebi ile seçim usulünün düzenlendiği ve dava konusu seçimin dayanağı olan (yukarıda metnine yer verilen) Birlik Tüzüğü’nün bahsi geçen maddelerinin (sebep denetimi bakımından re’sen incelenmesi gerekmekte olduğundan), Birlik Tüzüğü’nün dayanağı olan 5355 sayılı Mahallî İdare Birlikleri Kanunu hükümlerine normlar hiyerarşisi bağlamında uygunluk taşımadığı; Kanun’da sulama birliği meclis üyesi olmak için zorunlu adaylık ve üyelik usulüne ilişkin bir düzenleme bulunmamasına karşın Tüzük’te doğal üyenin yanında en az bir seçilmiş üyenin bulunması zorunluluğu getirildiği; Kanun’da seçimlerde oy kullanabilmek için birliğin sulama faaliyetinden faydalanmak yeterli iken, Tüzük’te üye seçimlerinde oy kullanabilmek için birlikte sulayıcı olarak kayıtlı olma koşulunun getirildiği; Kanun’da meclis üyesi olabilmek için mülk sahibi çiftçinin sahip olduğu mülk bakımından kısıtlayıcı bir hükme yer verilmemesine karşın, Tüzük’te en az 40 dekar arazi maliki olmak gerektiği düzenlemesine yer verildiği; Kanun’da meclis üyesi adayı olabilmek için herhangi bir akrabalık derecesi kısıtlaması bulunmaz iken, Tüzük’te dereceleri sayılan akrabalıkların bir mecliste birleşemeyecekleri düzenlemesine yer verildiği ve bu hali ile Birlik Tüzüğü’nün 5355 sayılı Kanun’a aykırı olduğu, Kanun’a aykırı olan Tüzük uyarınca belirlenen Bilgili Köyü askı listelerine göre yapılan Bilgili Köyü delege seçiminde ise hukuka uyarlılık bulunmadığı sonuç ve kanaatine varılmıştır.

Ayrıca, Şanlıurfa ili Harran ilçesi Bilgili Köyünde ikamet eden davacı adına vekili Avukat Selim HARTAVİ tarafından Şanlıurfa Valiliğine verilen dilekçede; İlimizde Bakanlar Kurulunun 10/08/2009 tarih ve 2009/15362 sayılı kararıyla yeni kurulan Güzelyurt Sulama Birliğinin kuruluş ve faaliyete geçirilmesi için Birliğinin sulama sahasında bulunan 21 köyde ve 1 belde belediyesindeki çiftçi kayıtlarının Birlik Tüzüğü doğrultusunda güncelleştirilmesi esnasında ve daha sonraki süreçte İlimiz Harran İlçesi Bilgili Köyü Muhtarlığınca askıya çıkartılan ve kesinleşen seçmen listelerinde ki 29 (yirmidokuz) çiftçiye ait Kira Sözleşmelerinin Güzelyurt Sulama Birliği Tüzüğüne aykırı olduğunu, bu şahısların seçmen listelerinde yer alabilmek için 3.000, 4.000 ve 5.000 metre2 alanlı taşınmazları kiraladıklarını, taşınmaz kiralama işinin Şanlıurfa 2. Noterliğinde 02/01/2009 tarihinden geçerli olmak üzere 10 yıllık süreyle 20/10/2009 tarihinde düzenlendiğini, Kira Sözleşmelerinin tanzim tarihi dikkate alındığında Birlik Tüzüğünde “seçimden en az 3 (üç) ay önce ve süresi 5 (beş) yıldan fazla olmak kaydıyla Noter tasdikli olması gerektiği” , ancak Bilgili Köyündeki bazı seçmenlerin seçimden 5-6 gün önce Noterde tanzim edilen kira sözleşmeleri bulunmasına rağmen, Birlik Tüzüğüne aykırı bir şekilde Kira Sözleşmelerinin Şanlıurfa Valiliği İl Mahalli İdareler Müdürlüğüne sunulduğunu, İl Mahalli İdareler Müdürü İ.Halil A.’nın Bilgili Köyündeki usulsüz başvuruları kabul ederek seçmen listelerini hazırladığını ve usulsüz başvuran şahısların seçimlere katılmasını sağladığını, usulsüz başvurulara karşı yaptıkları itirazları dikkate almayan ve usulsüz başvuruda bulunan Bilgili Köyündeki 29 (yirmidokuz) çiftçiye ait hiçbir belgeyi inceletmediği iddiası ile İl Mahalli İdareler Müdürü İ.Halil A.’ın görevin gereklerine aykırı hareket ettiğini ve keyfi muamelede bulunduğundan bahisle idari soruşturma talebinde bulunulduğu, konu ile ilgili Şanlıurfa Valiliği İl İdare Kurulu Müdürlüğünün 19/11/2009 tarih ve B054VLK4630600- 498/2288 sayılı görevlendirme oluru ile konunun araştırılması için görevlendirilen İl Planlama ve Koordinasyon Müdürü Ferudun Cemal Sofuoğlu tarafından düzenlenen ve tamamı Dosya Eki Klasör içerisinde bulunan Araştırma Raporunun sonuç bölümünde; 1-Güzelyurt Sulama Birliği Bilgili Köyü Çiftçi Listelerinin oluşturulması sırasında Valiliğimize teslim edilen bazı kişilere ait belgelerin sahte olduğunun bu Araştırma Raporu ile anlaşılması ve seçimlerinin birlik tüzüğüne aykırı, hakkaniyet çerçevesinde ve hukuka uygun olarak yapılmadığı kanaatine varıldığından, Birlik delege seçimlerin iptali için yetkili makamlara Valilik olarak müracaatta bulunulmasını; 2- Güzelyurt Sulama Birliği yetkili organlarının seçimlerine Bilgili köyü doğal ve asil delegelerinin katılmaları nedeniyle, Birliğin başkanlık ve diğer organlarına ait seçimlerin iptali için yetkili makamlara Valilik olarak müracaatta bulunulmasını; 3- İlimiz Harran İlçesi Bilgili Köyü muhtarı İsa KILIÇ ve köy ihtiyar heyeti hakkında bu Araştırma Raporu doğrultusunda ön inceleme yapılmasını,(4483-3,j) (şikayetçi Hamit Ç. hariç) 4- Valiliğimiz İl Mahalli İdareler Müdürlüğüne teslim edilen 27 (yirmi yedi) kişiye ait Gayrimenkul Kira Sözleşmelerini gerçeğe aykırı olarak düzenleyenlerin, resmi evrakta sahtecilik yapanların ve resmi makamları yanıltanların ortaya çıkartılması amacıyla bu Araştırma Raporu doğrultusunda (EK-107) listede bulunan kişiler hakkında yetkili makamlara suç duyurusunda bulunulmasını, 5- Bilgili Köyünde yapılan usulsüzlüğün sulama sahasında olan belde de ve diğer köylerde de yapılabileceği düşünüldüğünden, çiftçi kayıt listelerinde bulunan kişilerin tamamına ait belgelerinin yeniden incelenmesini, 6- Güzelyurt Sulama Birliği yetkili organlarının seçiminde ve sulama sahasındaki yerleşim bölgelerinde bulunan çiftçilere ait belgeleri inceleyen, seçmen listelerini kesinleştiren, yapılan itirazları karara bağlayan ve dilekçeleri süresi içerisinde eldeki mevcut bilgi ve belgeler doğrultusunda cevaplayan İl Mahalli idareler Müdürü İ.Halil A. Veri Hazırlama ve Kontrol İşletmenleri Ahmet P. ve Zehra S. hakkında, ön inceleme yapılmasına gerek olmadığı yönünde görüş belirtildiği, bu nedenle anılan raporda ve diğer bilgi ve belgelerde yer verilen tespitler uyarınca Güzelyurt Sulama Birliği Bilgili Köyü Çiftçi Listelerinin oluşturulması sırasında bazı kişilere ait belgelerin sahte olduğunun anlaşıldığından, birlik tüzüğüne aykırı olarak belirlenen seçmen listelerine yapılan itirazın reddine ilişkin işlem ile bu listelere göre yapılan delege seçimi işlemlerinde bu yönüyle de hukuku uyarlık bulunmamaktadır.

Açıklanan nedenlerle, dava konusu işlemin iptaline, aşağıda dökümü yapılan 100,65 TL yargılama giderinin davalı idareden alınarak davacıya verilmesine, A.A.Ü.T uyarınca 550,00 TL avukatlık ücretinin davalı idareden alınarak davacı vekiline verilmesine, artan posta ücretinin isteği halinde davacıya iadesine, kararın tebliğini izleyen günden itibaren 30 gün içerisinde Danıştay’a temyiz yolu açık olmak üzere 30/12/2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Başkan
FATİH ZENCİRCİ
38423

Üye
BEKİR DEMİRCİ
94883

Üye
KASIM TAŞDAN
101109

 

İLAMIN BOZULMASI -YENİDEN İCRA EMRİ GÖNDERİLMESİ- BORÇLUNUN İCRA EMRİ VEYA MUHTIRA TEBLİĞİ İLE VERİLEN SÜREDE ÖDEME YAPARAK ERKEN ÖDEME AVANTAJLARINDAN YARARLANABİLME İMKAN VE İHTİMALİ

T.C
YARGITAY
8. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2014/1545
KARAR:2014/19807

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : İstanbul Anadolu 3. İcra Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 18/09/2013
NUMARASI : 2013/193-2013/928

Yukarıda tarih ve numarası yazılı Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki davacı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden Daire’ye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

K A R A R

Borçlu aleyhine ilama dayalı olarak başlatılan takipte, borçlu vekili İcra Mahkemesi’ne başvurarak, icra takibine konu ilamın bozulduğunu, yeni verilen ilam ile alacak kalemlerinin değiştiğini, mahkemenin bozmadan sonra verdiği karar ile hükmedilen ve ilk karar dışındaki alacak tutarı için yeni bir takip yapılmadığını aynı dosya üzerinden icra emri tebliğ edilmediği halde icra takibine konu edilmemiş 115.790,72 TL alacak yönünden İcra Müdürlüğü’nce yapılan kapak hesabı ile icra vekalet ücreti hasaplanması ve tahsil harcı alınması işleminin doğru olmadığını, borçlunun icra tehdidi altında bu şekilde fazladan tahsil harcı ve icra vekalet ücreti ödemek zorunda kaldığını, anılan harç ve vekalet ücretinin alınmaması yönündeki 15.02.2013 tarihli taleplerinin müdürlükçe 18.02.2013 tarihinde reddedildiğini ileri sürerek, 18.02.2013 tarihli işlemin iptaline; 115.790,72 TL üzerinden tahsil edilen vekalet ücreti ve tahsil harcının borçluya iadesine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece, bilirkişi raporu doğrultusunda şikayetin reddine karar verilmesi üzerine hüküm, borçlu vekili tarafından reddedilmiştir.

İstanbul Anadolu 3.İcra Müdürlüğü’nün 2009/2501 Esas sayılı dosyasının incelenmesinden; İstanbul 14.Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 20.10.2008 tarihli ilamına dayanılarak toplam 60.413,14 TL üzerinden takip başlatıldığı, dayanak ilamın bozulması sonrası yeni verilen ilamın dosyaya ibrazı üzerine 12.02.2013 tarihinde takipte kesinleşen miktarın 176.203,86 TL olduğu belirlenerek, bu miktar üzerinden kapak hesabı yapılıp, bakiye borcun 176.815,94 TL olduğunun tespit edildiği, borçlu vekilinin yeni ilama göre borçlu hakkında takip yapılmaması nedeniyle tahsil harcı ve icra vekalet ücretinin ilk takip miktarına göre hesap edilmesi yönündeki itirazının İcra Müdürlüğü’nce 18.02.2013 tarihinde reddedilmesi üzerine borçlunun aynı tarihte dosyaya 176.815,94 TL’yı ödediği anlaşılmaktadır.

Bir ilamın bozulmasından sonra bozmaya uyularak yeni verilen ilamdan kaynaklanan fark alacaklar nedeniyle kapak hesabının yapılabilmesi, bu alacaklar yönünden borçluya aynı takip dosyası üzerinden icra emri veya muhtıra gönderilmesi ve ödeme için verilen sürenin geçirilmesinden sonra mümkündür. Aksi halde borçlunun icra emri veya muhtıra tebliği ile verilen sürede ödeme yaparak erken ödeme avantajlarından yararlanabilme imkan ve ihtimali ortadan kaldırılmış olur. O halde Mahkemece, bu imkanın sağlanması, borçluya ödeme için verilen süre içinde ödeme yapılmak istenmesi halinde kapak hesabı yapılarak, önceki kapak hesabı nedeniyle fazla tahsil edilen icra vekalet ücreti ve tahsil harcı çıkması durumunda İİK’nun 361. maddesine göre borçluya iade edilmesi yönünde İcra Müdürlüğü’ne talimat verilmesi ve şikayete konu işlemin iptal edilmesi gerekir. Başvurunun niteliğine göre HMK 266. maddesi nazara alındığında bilirkişi incelemesini gerektirmediği halde şikayeti çözüme de kavuşturmayan bilirkişi raporuna dayanılarak, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir.

SONUÇ: Borçlu vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile Mahkeme hükmünün yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’nun 388/4. (HMK m.297/ç) ve İİK’nun 366/3. maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, 04.11.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verilmiştir.

HİLE NEDENİYLE TAPU İPTALİ VE TESCİLİ- TAŞINMAZ BEDELİNİN ÖDENMEMESİ- KAMERA KAYITLARI

T.C
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2016/8343
K. 2019/2469
T. 8.4.2019

DAVA : Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi …’nın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

KARAR : Dava tapu iptal ve tescil, olmadığı takdirde tazminat istemine ilişkindir.
Davacı, … parsel sayılı taşınmazdaki payını satılığa çıkardığını, satış işlemlerini yürütmesi için bir emlakçı ile anlaştığını, davalı ile satış konusunda emlakçının huzurunda alım-satım ve komisyon sözleşmesi imzaladıklarını, 21.01.2014 tarihinde tapu dairesinde temlik işleminin yapıldığını, davalının satış bedelini hileli davranışlarla tapu dairesinde vermediğini, çıkışta emlakçıda ödeme yapacağını söylediğini ancak emlakçıya gelmediğini, birkaç gün çeşitli bahanelerle kendisini oyaladıktan sonra telefonda kendisine hakaret ve tehdit ettiğini, bunun üzerine davalı hakkında … Cumhuriyet Savcılığı’nın 2014/ 11382 soruşturma sayılı dosyasında şikayetçi olduğunu, davalının taşınmazın devrini üzerine almasına rağmen hileli davranışlarla satış bedelini ödemediğini ileri sürerek, tapu iptali ve tescile, olmadığı takdirde satış bedelinin tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, dava konusu taşınmazın anlaşılan satış bedeli olarak davacıya komisyon anlaşması düzenlendiği sırada 5.000 TL, tapuya müracaat edip işlemlere başladıklarında 25.000. TL ve tapu işlemleri sırasında bakiye 52.500 TL ödediğini, davacının iddialarının asılsız olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, yemin eda edilen davada iddianın kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Bilindiği üzere; hile, genel olarak bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevketmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı koruma yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Hatada yanılma, hilede yanıltma söz konusudur. Taraflardan biri diğer tarafın kasıtlı aldatmasıyla sözleşme yapmaya yöneltilmişse hata esaslı olmasa bile aldatılan taraf için sözleşme bağlayıcı sayılamaz. Değinilen koşulların varlığı halinde aldatılan taraf hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili (makable Şamil) olarak ortadan kaldırabilir ve verdiği şeyi geri isteyebilir.
Öte yandan, hile her türlü delille ispat edilebileceği gibi iptal hakkının kullanılması hiç bir şekle bağlı değildir. Anılan husus resmi belgeler yönünden de Türk Medeni Kanununun 7/2 maddesinde dile getirilmiştir. Hilenin öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde karşı tarafa yöneltilecek bir irade açıklaması, defi yahut dava yoluyla da kullanılabilir.

Somut olaya gelince; davacının taşınmazını gerçekten satma iradesinin bulunduğu emlak sözleşmesi düzenlenerek kaporo verildiği bakiye bedelin tapuda işlem sırasında ödeneceğinin kararlaştırıldığı, tapuya işlem için gidilirken davalının eşinin satış bedelini kendisinde olduğunu söyleyerek intikal işleminin gerçekleştiği, işlem sonrası satış bedelinin ödeneceğini söylendiği ancak ödemediğinin tanık anlatılmalarıyla tespit edildiği davacının hileli davranışlarla aldatıldığından taşınmazın bedelini almadan temlik ettiği, akdin yapıldığı odanın kamera kayıtlarında davalının semeni ödediğinin görülmediği, akit tanıklarının da semenin ödenmediğini beyan ettikleri, her ne kadar davalı tarafından satış bedelinin ödendiği belirtmiş ise de, bunun yazılı bir belge ile kanıtlanamadığı anlaşılmaktadır.

Hemen belirtilmelidir ki, satış bedeli (semen) satışın asli unsurlarından birisidir. Semen ödeneceği düşüncesi uyandırılarak taşınmazın mülkiyetinin naklinin sağlanması ve ondan sonra semenin ödenmemiş olması yukarıda değinilen ilkeler gözetildiğinde iradeyi fesada uğratan sebeplerin gerçekleştiğinin kabulünü gerektirir.

Bir başka ifade ile, elbetteki taraflarca bedelin yani semenin sonra ödeneceği kararlaştırılabilir. Böylesi bir durumda Borçlar Kanununun 893. maddesi hükmü uyarınca satış bedeli üzerinden ipotek tesisi mümkün bulunduğu gibi, Borçlar Kanununun 217. maddesi delaletiyle 211. maddesi hükmü gereğince bedel ödenmediği takdirde taşınmazın mülkiyetinin iade edileceğine dair ihtirazi kayıt konulabilir. Böylesi bir olgu tapunun iptali ile eski malike intikaline olanak sağlar ise de, koşulsuz olarak bedelin sonradan ödenmesi taraflarca kararlaştırılmış ise satıcının hakkı bedel olup, ödenmemesi halinde yasal yollara müracaat ederek tahsili sağlanabileceğinden ödememe tapu iptal ve tescilin hukuki nedenini teşkil etmez.

Oysa somut olayda; bedelin ileri tarihlerde ödeneceğine dair taraflar arasında bir anlaşma bulunmamakta, hemen ödeneceği yönünde davacıda bir kanı uyandırılarak kayıt maliki bir oldu bittiye getirilerek temlikin sağlandığı görülmektedir. Öyleyse, davacının hileye maruz bırakılmadığını söyleyebilme olanağı yoktur.

Ayrıca, bedelin ödenmediği diğer deliller ile kanıtlanmış iken, mahkemece yemin deliline dayanılarak esas hakkında hüküm kurulması doğru değildir.

Hal böyle olunca, davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir.

SONUÇ : Davacının temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (6100 Sayılı Kanun’un geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 Sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 08.04.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

BENDE HAKKIN VARSA HELAL ETME, EDERSEN ŞEREFSİZSİN “ SÖZÜNÜN ŞARTA BAĞLI OLDUĞUNDAN HAKARET OLMADIĞI.

T.C.
YARGITAY
18. CEZA DAİRESİ
ESAS NO: 2015/11227
KARAR NO: 2016/14515
KARAR TARİHİ: 19.9.2016

” BENDE HAKKIN VARSA HELAL ETME, EDERSEN ŞEREFSİZSİN”  SÖZÜNÜN ŞARTA BAĞLI OLDUĞUNDAN HAKARET OLMADIĞI.

5237/m. 125

ÖZET : Katılanın sanığa göndermiş olduğu mesajda hakkını helal etmeyeceğine yönelik ifadesine sanığın “…bende hakkın varsa Allah rızası için etme, edersen şerefsizsin…” diyerek karşılık verdiğinin anlaşılması karşısında, isnadın şarta bağlı veya bir olasılık halinde dile getirildiği, hakaret etme kastıyla hareket edilmediği gözetilmeden sanığın mahkûmiyetine karar verilmesi hatalıdır.

DAVA : Yerel Mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle, başvurunun süresi ve kararın niteliği ile suç tarihine göre dosya görüşüldü:

KARAR : Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi. Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre, yapılan incelemede;

Katılanın sanığa göndermiş olduğu mesajda hakkını helal etmeyeceğine yönelik ifadesine sanığın “…bende hakkın varsa Allah rızası için etme, edersen şerefsizsin…” diyerek karşılık verdiğinin anlaşılması karşısında, isnadın şarta bağlı veya bir olasılık halinde dile getirildiği, hakaret etme kastıyla hareket edilmediği gözetilmeden sanığın mahkûmiyetine karar verilmesi,

SONUÇ : Kanuna aykırı ve sanık S. E.’ın ve katılan H. H. O. vekilinin temyiz nedenleri yerinde görüldüğünden tebliğnamedeki isteme uygun olarak, HÜKMÜN BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine, 19.09.2016 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

SANIĞIN KENDİSİNE ZORUNLU MÜDAFİİ ATANDIĞINDAN HABERİNİN OLMAMASI – HIRSIZLIK-MÜDAFİİNİN YASAL SÜRESİNDEN SONRA TEMYİZE BAŞVURDUĞU – SANIĞA HÜKMÜN TEBLİĞ EDİLECEĞİ- TEMYİZ DİLEKÇESİ VERİLMESİ HALİNDE İSE TEMYİZ İSTEMİNİN KABULÜNÜN GEREKECEĞİ

T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2009/6-16
K. 2009/90
T. 7.4.2009

ZORUNLU MÜDAFİİ ( Müdafiinin Yasal Süresinden Sonra Temyize Başvurduğu/Sanığın Kendisine Müdafii Atandığından Haberi Olmadan Öğrenme Üzerine Temyiz Talebinde Bulunduğu – Talebin Kabul Edilerek Dosyanın İnceleneceği )
HIRSIZLIK ( Müdafiinin Yasal Süresinden Sonra Temyize Başvurduğu/Sanığın Kendisine Müdafii Atandığından Haberi Olmadan Öğrenme Üzerine Temyiz Talebinde Bulunduğu – Sanığa Hükmün Tebliğ Edileceği/Temyiz Davasının Açılabileceği )

SANIĞIN KENDİSİNE MÜDAFİİ ATANDIĞINDAN HABERİNİN OLMAMASI ( Hırsızlık/Müdafiinin Yasal Süresinden Sonra Temyize Başvurduğu – Sanığa Hükmün Tebliğ Edileceği/Temyiz Dilekçesi Verilmesi Halinde İse Buna Dayalı Olarak Temyiz Davasının Açılacağı )

MÜDAFİİNİN SÜRESİNDEN SONRA TEMYİZ İSTEMİNDE BULUNMASI ( Hırsızlık/Sanığın Kendisine Müdafii Atandığından Haberi Olmadan Öğrenme Üzerine Temyiz Talebinde Bulunduğu – Talebin Kabul Edilerek Dosyanın İnceleneceği )

ADİL YARGILANMA HAKKI ( Sanığın Kendisine Müdafii Atandığından Haberi Olmadan Öğrenme Üzerine Süresinden Sonra Temyiz Talebinde Bulunduğu – Talebin Kabul Edilerek Dosyanın İnceleneceği )
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi/m.6

5271/m.150

ÖZET: Hırsızlık suçundan sanık hakkında, Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık, kendisinden habersiz atanan zorunlu müdafiin tefhimde hazır bulunmakla birlikte süresinden sonra vaki temyiz isteminin Özel Dairece reddedilmiş olması karşısında; sanığın, öğrenme üzerine yaptığı temyiz yolu başvurusunun geçerli sayılıp sayılamayacağına ilişkindir. Bu sorun Tebligat Hukuku ile değil, münhasıran vazgeçilemez ve gözardı edilemez nitelikteki savunma hakkı ve daha geniş anlamda da adil yargılanma hakkı ile ilgili olduğundan, çözümün tebligata ilişkin hükümler yerine, savunma hakkına ilişkin düzenlemelerde aranması gerekir.

Bu nedenlerle, kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilmeyen sanığın bu müdafie yapılmış bulunan tefhim ve tebliğ kendisine bağlanan hukuki sonuçları doğurmayacağından, hükmün sanığın kendisine de tebliğ edilmesi, tebliğ ya da öğrenme üzerine temyiz dilekçesi verilmesi halinde ise buna dayalı olarak temyiz davasının açılması gerekmektedir.

DAVA : Sanık M… T…n 65 sayılı TCYın 493/2 ve 522. maddeleri uyarınca 3 yıl 6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ilişkin Uşak 1. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 20.09.2006 gün ve 408-401 sayılı hükmün 29.09.2006 tarihinde sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay 6. Ceza Dairesince 10.12.2007 gün ve 3512-13813 sayı ile yasal süre içinde temyiz başvurusunda bulunmayan sanık savunmanının bu konudaki isteğini, 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi yollaması ile 1412 sayılı CMUK’nun 317. maddesi gereğince reddine karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 22.01.2009 gün ve 273612 sayılı itirazı; hükmün tefhiminde hazır bulunan ve süresinden sonra temyiz dilekçesi veren zorunlu müdafiin sanıktan habersiz olarak atanmış olması karşısında, sanığın daha sonra öğrenme üzerine yaptığı temyiz isteminin geçerli sayılması gerektiğine yöneliktir.

Dosya, Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle, Yargıtay Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:

KARAR : Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık, kendisinden habersiz atanan zorunlu müdafiin tefhimde hazır bulunmakla birlikte süresinden sonra vaki temyiz isteminin Özel Dairece reddedilmiş olması karşısında; sanığın, öğrenme üzerine yaptığı temyiz yolu başvurusunun geçerli sayılıp sayılamayacağına ilişkindir.

İncelenen dosya içeriğinden;

Olayımızla ilgili olarak Uşakta başlatılan ve sanığın başka suçlardan İzmir Buca Ceza evinde bulunması nedeniyle yokluğunda sürdürüldüğü gözlemlenen yargılama sürecinde; Uşak Barosuna yazılan müzekkere üzerine, 5271 sayılı CYY’nın 150/3. maddesi uyarınca Av. Ç… A…’ın zorunlu müdafii olarak atandığı, ancak bu hususun sanığa bildirilmediği anlaşılmaktadır.

Atandıktan sonra katıldığı ilk oturumda, dilekçe vermek suretiyle sanık lehine taleplerde bulunan Av. Ç… A…, hükmün tefhim edildiği 20.09.2006 tarihli oturuma da iştirak etmiş olmakla birlikte hükmü ancak 29.09.2006 tarihli dilekçe ile temyiz edebilmiş, Yargıtay 6. Ceza Dairesince de 10.12.2007 gün ve 3512-13813 sayı ile süresinde yapılmayan temyiz isteminin reddine karar verilmiştir.

Bu süreçten hiçbir şekilde haberi olmayan sanık ise 17.07.2008 tarihinde, Ceza evi Müdürlüğü ve Cumhuriyet Başsavcılığı aracılığıyla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına hitaben verdiği dilekçede; Uşak 1. Asliye Ceza Mahkemesi benim yokluğumda karar verip, verilen kararı tarafıma tebliğ etmemiş olup, dosyam Yargıtayca onanıp cezamı infaz ediyorum. Karar tarihinde Alaşehir M Tipi Kapalı Ceza evinde idim. Sayın Savcım, Yargıtayca onanmış olan Dairenin onama kararına itiraz ediyorum. Ve infazımın durdurulmasını talep ediyorum şeklinde talepte bulunmuştur.

Somut olayda, sanığın yargılandığı 765 sayılı TCY’ıın 493/2. maddesinin yasada yazılı cezasının 3 yıldan 8 yıla kadar, 5237 sayılı TCY’ da bu maddenin karşılığını teşkil eden 142/2 ( d ) maddesinin gerektirdiği Ceza nın ise 3 yıldan 7 yıla kadar hapis olması karşısında; yargılanılan suçun gerektirdiği Ceza nın üst sınırı 5 yılın üzerinde olduğundan, hüküm tarihi olan 20.09.2006 tarihi itibarıyla yürürlükte olan 5271 sayılı CYY’ınn 150/3. maddesi uyarınca sanık için müdafii atanması zorunludur. Bu nedenle, 5271 sayılı CYY’ın 156/1-b maddesi uyarınca mahkemenin istemi üzerine Baroca zorunlu müdafii atanmasında bir isabetsizlik bulunmamaktadır.

İlkeleri Ceza Genel Kurulunun 18.03.2008 gün ve 7-56 sayılı kararında açıklandığı üzere; Avukatlık Yasasında atanmış müdafilikle ilgili ayrıntılı bir düzenleme yapılmamış olmakla birlikte, CYY’da sanığın talebi üzerine atanmış olan müdafii ile zorunlu olarak atanan müdafii arasında herhangi bir fark öngörülmemiş, 5271 sayılı CYY’nın 150/son madde ve fıkrası ile de ayrıntıların düzenlenmesi çıkarılacak yönetmeliğe bırakılmıştır.

Bu konuda çıkarılması öngörülen ve 02.03.2007 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş bulunan Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafii ve Vekillerin Görevlendirilmeleri İle Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmelik ise hüküm tarihi itibarıyla henüz yürürlüğe girmemiştir.

Bu nedenle sorunun çözümünde, hüküm tarihinde yürürlükte bulunan yasal düzenlemelere itibar edilmesi gerekir.

Bu bağlamda ilk bakışta,

5271 sayılı CYY’nın zorunlu müdafiiliğe, tebligata ve yasa yollarına başvuruya ilişkin hükümleri, 1412 sayılı CYUY’nın halen geçerliliğini koruyan temyize ilişkin hükümleri, 7201 sayılı Tebligat Yasasının 11. maddesi ve buna bağlı Tüzükle, Rehber’de yer alan hükümler birlikte değerlendirildiğinde; sanığa haber verilmeden zorunlu müdafii atanmasında, bu müdafiinin sanığın bulunmadığı ahvalde görev yapmasında ve tebligatın bu müdafie yapılmasında usulsüzlük bulunmadığı, başka bir deyişle olayımız açısından müdafie yapılan tebligatın geçerli olduğu, bu nedenle de müdafiinin temyiz dilekçesinin süreden sonra olması itibarıyla, sanık açısından temyiz davası açma olanağının yitirildiği sonucuna varılabilir ise de; Anayasanın 36. maddesinde yer alan; herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesinin 3. fıkrasının b ve c bentlerinde ise ifade edilen; her sanık en azından aşağıdaki haklara sahiptir: a )b ) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak; c ) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksunsa ve adaletin selameti gerektiriyorsa mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilmek biçimindeki düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde; savunma hakkının, temel insan hakları arasında yer alan hak arama hürriyetinin bir gereği olduğu ve avukat tutmak hakkının da savunma hakkından ayrı düşünülemeyeceği gerçeğidir.

Mevzuatımızda zorunlu müdafiilik sistemini öngören yasanın amacı, kendisini savunmak için yeterli maddi olanağı bulunmayanların bu hakkı kullanamamalarından kaynaklanabilecek muhtemel hak kayıplarının önlenmesi, dolayısıyla da savunma hakkının etkin kullanılabilmesinin sağlanması suretiyle adil yargılanmanın gerçekleştirilmesidir. Bunun doğal sonucu olarak, parası olan sanık nasıl ki vekaletname verdiği avukatı serbestçe tayin edebiliyor, parası olmayan sanığın da aynı şekilde avukatını serbestçe belirleyebilmesi en azından kendisine tayin edilen avukatı beğenmediğinde değiştirme hakkının bulunması, daha da ötesi görülmeye başlayacak davada kendisine bir avukat atanacağının sanığa bildirilmesi gereklidir. Kendisine avukat atandığını dahi bilmeyen ya da kendisine avukat atanmakla birlikte beğenmediği takdirde bu avukatın değiştirilmesini isteme hakkına sahip bulunmayan bir sanığın, atandığını dahi bilmediği veya beğenmediği halde muhatap olduğu bu avukatın tüm tasarruflarından sorumlu tutulması gerektiğini veya bu avukatın yaptığı tüm işlemleri peşinen kabul etmiş sayılacağını söylemek nasıl mümkün değilse, böyle bir durumda savunma hakkının tam anlamıyla kullanılabileceğini düşünmekte olası değildir.

Özelikle vurgulamak gerekirse, bu sorun Tebligat Hukuku ile değil, münhasıran vazgeçilemez ve gözardı edilemez nitelikteki savunma hakkı ve daha geniş anlamda da adil yargılanma hakkı ile ilgili olduğundan, çözümün tebligata ilişkin hükümler yerine, savunma hakkına ilişkin düzenlemelerde aranması gerekir.

Bu nedenlerle, kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilmeyen sanığın bu müdafie yapılmış bulunan tefhim ve tebliğ kendisine bağlanan hukuki sonuçları doğurmayacağından, hükmün sanığın kendisine de tebliğ edilmesi, tebliğ ya da öğrenme üzerine temyiz dilekçesi verilmesi halinde ise buna dayalı olarak temyiz davasının açılması gerekmektedir.

Somut olayda; zorunlu müdafiinin yüzüne karşı yapılmış olan tefhim, kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilmeyen sanık M… T… açısından hukuki sonuç ifade etmediği gibi temyiz süresini de başlatmayacağından; sanığın öğrenme üzerine verdiği 17.07.2008 tarihli temyiz dilekçesine istinaden temyiz davasının incelenmesi zorunluluğu bulunmaktadır.

Bu itibarla; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Dairenin Temyizin reddine ilişkin kararının kaldırılmasına ve sanık temyizi nedeniyle temyiz incelemesi yapılması için dosyanın Yargıtay 6. Ceza Dairesine gönderilmesine karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan bir kısım Genel Kurul Üyesi ise; YY uyarınca atanmış bulunan zorunlu müdafii tarafından süresinden sonra yapılmış bulunan temyiz isteminin reddedilmesinde bir usulsüzlük bulunmadığından itirazın reddedilmesi yönünde karşı oy kullanmıştır.

SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;

1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,

2- Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 10.12.2007 gün ve 3512-13813 sayılı temyizin reddine ilişkin kararının KALDIRILMASINA,

3- Dosyanın sanık M… T…n 17.07.2008 tarihli temyiz dilekçesine dayalı olarak temyiz incelemesi yapılması için Yargıtay 6. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 07.04.2009 günü yapılan müzakerede oyçokluğu ile karar verildi.

AVUKAT KATİBİNİN İCRA MÜDÜRLÜĞÜNÜ ARACI OLARAK KULLANMAK SURETİ İLE DOLANDIRICILIK SUÇU İŞLEMESİ

T.C.
YARGITAY
15. CEZA DAİRESİ
ESAS NO. 2012/13826
KARAR NO. 2014/7818
KARAR TARİHİ. 22.4.2014

AVUKAT KATİBİNİN İCRA MÜDÜRLÜĞÜNÜ ARACI OLARAK KULLANMAK SURETİ İLE DOLANDIRICILIK SUÇU İŞLEMESİ

DAVA : Dosya incelenerek gereği düşünüldü;

KARAR : Dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için;

Failin bir kimseyi kandırabilecek nitelikte hileli davranışlarla hataya düşürüp onun veya başkasının zararına, kendisine veya başkasına yarar sağlaması gerekmektedir. Hile nitelikli bir yalandır. Fail tarafından yapılan hileli davranış belli oranda ağır, yoğun ve ustaca olmalı, sergileniş açısından mağdurun inceleme olanağını ortadan kaldıracak nitelikte bir takım hareketler olmalıdır. Kullanılan hileli davranışlarla mağdur yanılgıya düşürülmeli ve bu yanıltma sonucu yalanlara inanan mağdur tarafından sanık veya bir başkasına haksız çıkar sağlanmalıdır. Hilenin kandırıcı nitelikte olup olmadığı olaysal olarak değerlendirilmeli, olayın özelliği, fiille olan ilişkisi, mağdurun durumu, kullanılmışsa gizlenen veya değiştirilen belgenin nitelikleri ayrı ayrı nazara alınmalıdır.

TCK’nın 158/1-d bendinde belirtilen kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu meslek kuruluşlarının, siyasî parti, vakıf veya dernek tüzel kişiliklerinin araç olarak kullanılması suretiyle dolandırıcılık suçunun işlenmesi nitelikli hâl kabul edilmiştir. Söz konusu kurum yada kuruluşların konumunun suçun işlenmesinde kolaylık sağlayacağı düşüncesi, bu kurum ve kuruluşların bu suçta araç olarak kullanılmasının ağırlaştırıcı neden olmasını gerektirmiştir.

Bu nitelikli halin uygulanabilmesi için, bunların isminin kullanılması yeterli olmayıp maddi varlığının kullanılması gerekmektedir. Araç olarak kullanılma, bu kurum veya kuruluşlara ait yazı veya belgeleri amaç dışı olarak kullanmak şeklinde olabilir. Bu kurumlara ait kimlik belgesinin gösterilmesi, basılı evraklarının, kıyafetlerinin, taşıtlarının kullanılması mağdurda güven oluşumunu sağlayacaktır.

Somut olayda; katılanın Finansbank A.Ş’den çekmiş olduğu kredilerin taksitlerini ödeyememesi üzerine, banka tarafından katılan aleyhine icra takipleri başlatıldığı, sanığın da bankanın vekili olan Av. …’un yanında dava takipçiliği yaptığı, katılanın bankayla yaptığı mutabakat gereği, belirlenen borç miktarının yatırılması halinde borcun kapanacağı söylendiğinden, ipotekli olan evini tanık …’a sattığı, yeni malikin işlem yapmak istediğinde tapu kaydı üzerinde takyidat olduğunu öğrenmesi üzerine, katılan ile birlikte banka yetkilileriyle görüştükleri, icra dosyalarındaki borcun haricen ödendiğine dair yazıyı götürüp tahsil harçlarını ödemeleri halinde tapu kaydındaki şerhin kaldırılabileceği, bu şekilde işlemin tamamlanabileceğini öğrendikleri, banka tarafından bu konuda yazılmış yazıyı alarak bankanın “avukat bey sizi icrada bekleyecek” sözüyle yönlendirilmeleri üzerine katılan, evin yeni maliki … ve tanık olarak dinlenen emlakçı …’nin İzmir 17. İcra Dairesi’ne gittikleri, sanığın katılan ve yanındakileri koridorda karşıladığı, …’un katılan adına, sanığa tahsil harcı olarak 8.500 TL ödediği, sanığın da parayla birlikte icra dairesine girdiği ve bir süre sonra çıkarak katılana icra müdürlüğü tarafından düzenlenmiş gibi üç adet makbuzu verdiği, makbuzlardan birin 1.041,10 TL, diğerinin 5.494,84 TL miktarında olup, üçüncü makbuzun bulunamadığı, sanığın verdiği makbuzların icra dairesi tarafından düzenlenmeyip sahte olduğu, zira icra daireleri tarafından tüm işlemlerin Uyap sistemi üzerinden yürütülmesi sebebiyle makbuzların içerik itibariyle aynı ancak, yazı karakterleri itibariyle farklı olduğunun açıkça belli olduğu, icra dairesi önünde yapılan görüşmede katılan ve yanındakilerin sanığı avukat zannettikleri, hatta konuşma sırasında sanığa Avukat bey diye hitap etmelerine rağmen, sanığın avukat olmadığını açıklamadığı anlaşılmakla; sanığın, icra dairesi yetkililerince verilmiş gibi düzenlenen sahte makbuzlar karşılığında katılan adına …’dan 8.500 TL alması şeklindeki eyleminin kamu kurumu olan icra dairesinin araç olarak kullanılması sebebiyle 5237 Sayılı TCK’nın 158/1-d maddesinde düzenlenen nitelikli dolandırıcılık suçunu oluşturduğuna yönelik kabul ve uygulamada bir isabetsizlik görülmemiştir.

SONUÇ : Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre; sanığın yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle, hükmün ONANMASINA, 22/04/2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

KISMEN ONAMA KISMEN BOZMA İLAMINDA ONANAN KISIM YÖNÜNDEN TEMİNAT PARAYA ÇEVRİLİR, TAKİBE DEVAM EDİLİR.

T.C
YARGITAY
12.HUKUK DAİRESİ
ESAS:2018/4856
KARAR:2019/577
TARİH: 21/01/2019

İçtihat metni

ÖZET: Kısmen onama kısmen bozma ilamında onanan kısım yönünden teminat paraya çevrilir, takibe devam edilir.

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi ** tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :

Alacaklı tarafından başlatılan ilamlı icra takibinde; alacaklı, takibe dayanak ilamın lehe bozulduğunu dolayısıyla bakiye kısım için muhtıra çıkartılması ve teminatın paraya çevrilmesi talebinin reddine ilişkin icra memur muamelesine karşı icra mahkemesine şikayet yoluyla başvurduğu, mahkemece İİK‘nin 40. maddesi uyarınca şikayetin reddine karar verildiği, karara karşı alacaklının temyiz yoluna başvurduğu görülmüştür.

6100 sayılı HMK’nin Geçici 3. maddesi hükmü gereğince uygulanması gerekli 1086 sayılı HUMK’nin 429 vd. maddeleri kapsamında; hükmün temyizi üzerine Yargıtay’ca kısmen onanıp kısmen bozulması ve mahkemece bozmaya uyulması halinde, sadece hükmün bozulan kısımları ile ilgili yargılama yapılarak yeniden karar verilebilir, onanan kısmı ile ilgili yargılama yapılarak yeni hüküm kurulamaz, önceki ilam onanan kısımlar yönünden ayaktadır, taraflar yönünden usuli kazanılmış hak oluşturur ve bu kısımlar yönünden icra kabiliyetini taşır. Bu nedenle hükmün bozulan kısmı yönünden icra işlemleri olduğu yerde durur ise de onanan kısmı yönünden icra işlemlerine devam edilir. (HGK’nun 23.10.2002 tarih ve 2002/11-663 E, 2002/847 K.)

Somut olayda, İstanbul 3. İş Mahkemesi’nin ** sayılı kararından kaynaklanan kıdem tazminat, ihbar tazminatı ve izin ücreti alacağına yönelik ilamlı icra takibi başlatıldığı, borçlunun başvurusu üzerine teminat karşılığı tehiri icra kararı verildiği bilahare Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin ** sayılı ilamı ile sair temyiz itirazları yönünden değilse de fazla çalışma alacağı yönünden ilamın alacaklı lehine bozulması üzerine alacaklının teminatın paraya çevrilmesi, fazla çalışma ücreti için muhtıra çıkartılması talebinin icra müdürlüğünce reddi üzerine; icra mahkemesine şikayet yoluyla başvurulduğu mahkemece şikayete konu kararda bozma konusu yapılmayan hususlar yönünden teminatın paraya çevrilmesi ile fazla mesai ücreti yönünden ise de ek takip talebinde bulunulmadığından talebin reddine karar verilmesi gerekirken, istemin tümden reddedildiği, iş mahkemesince verilen yeni kararın kesinleşmesi gerektiğinden bahisle şikayetin reddine karar verilmişse de, iş mahkemesi kararlarının infazı için kararın kesinleşmesi gerekmediği gibi bozma dışında kalan kıdem ve ihbar tazminatı ile izin ücreti alacağı yönünden teminatın paraya çevrilmesi isteminin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.

SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nin 366. ve HUMK’nin 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 21/01/2019 gününde oy birliğiyle karar verildi.

HUKUKEN KESİNLEŞMİŞ SAYILAMAYACAK NİTELİKTEKİ BİR MAHKUMİYET KARARININ İNFAZ EDİLMESİ VE DAVACININ ÖZGÜRLÜĞÜNDEN YOKSUN BIRAKILMASI – AÇIK VE KESİN KANUN HÜKMÜNE AYKIRILIK NEDENİYLE HAKİMİN SORUMLULUĞUNUN KOŞULLARININ OLUŞTUĞU YARGISAL FAALİYETTEN DOLAYI DEVLET ALEYHİNE AÇILAN TAZMİNAT DAVASI

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/4-371
K. 2014/675
T. 21.5.2014

* HAKİMLERİN HUKUKİ SORUMLULUĞUNA DAYALI TAZMİNAT İSTEMİ ( Mahkumiyet Kararının Usulsüz Tebliğ İşlemine Dayalı Olarak Kesinleştirilmesi/Kişi Özgürlüğünün Yasaya Aykırı Olarak Kısıtlanması – Kanun Hükmüne Aykırı Karar Verildiği Ve Zararın Meydana Geldiği/Hakimin Sorumluluğu Koşullarının Oluştuğu )

* YARGISAL FAALİYETTEN DOLAYI DEVLET ALEYHİNE AÇILAN TAZMİNAT DAVASI ( Hukuken Kesinleşmiş Sayılamayacak Nitelikteki Bir Mahkumiyet Kararının İnfaz Edilmesi Ve Davacının Özgürlüğünden Yoksun Bırakılması – Açık Ve Kesin Kanun Hükmüne Aykırılık Nedeniyle Hakimin Sorumluluğunun Koşullarının Oluştuğu)

* KİŞİ ÖZGÜRLÜĞÜNÜN YASAYA AYKIRI OLARAK KISITLANMASI ( Davacının Müdafii Bulunduğu Halde Mahkumiyetine Dair Kararın Asile Tebliğ Edilerek Kesinleştirildiği Gibi Tebligatın Da Usulsüz Olarak Davacının En Son Sorgusunun Yapıldığı Celsede Bildirdiği Adres Yerine İddianamedeki Adresine Tebliğ Edilmesi/Müdafiinin İnfazın Durdurulması İsteminin Reddedilmesi – Açık Ve Kesin Kanun Hükmüne Aykırılık Nedeniyle Hakimin Sorumluluğunun Koşullarının Oluştuğu )

* AÇIK VE KESİN KANUN HÜKMÜNE AYKIRIRLIK ( Hukuken Kesinleşmiş Sayılamayacak Nitelikteki Bir Mahkumiyet Kararının İnfaz Edilmesi Ve Davacının Özgürlüğünden Yoksun Bırakılması – Hakimin Sorumluluk Koşulları Oluştuğundan Davacı Yararına Uygun Bir Tazminata Hükmedilmesi Gerektiği )

* USULSÜZ TEBLİGAT ( Hakimlerin Hukuki Sorumluluğu – Davacının Müdafii Bulunduğu Halde Mahkumiyetine Dair Kararın Asile Tebliğ Edilerek Kesinleştirildiği Gibi Tebligatın Da Usulsüz Olarak Davacının En Son Sorgusunun Yapıldığı Celsede Bildirdiği Adres Yerine İddianamedeki Adresine Tebliğ Edilmesi/Sorumluluk Koşulları Oluştuğundan Davacı Yararına Uygun Bir Tazminata Hükmedilmesi Gerektiği )

6100/m. 46-49

1086/m. 573-576

7201/m. 11

ÖZET : Dava, hakimlerin hukuki sorumluluğuna dayalı olarak maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir.

Somut olayda, sorumluluğa dayanak yapılan olgular; mahkumiyet kararının usulsüz tebliğ işlemine dayalı olarak kesinleştirilmesi; infazın durdurulması isteminin reddedilmesi ve kesinleşmemiş bir kararın uygulanması sonucunda, kişi özgürlüğünün yasaya aykırı olarak kısıtlanmış bulunmasıdır. Hukuken kesinleşmiş sayılamayacak nitelikteki bir mahkumiyet kararı infaz edilmiş ve davacı özgürlüğünden yoksun bırakılmış olup; zararlı sonuç da meydana gelmiştir.

Davacının müdafii bulunduğu halde mahkumiyetine dair kararın müdafii yerine asile tebliğ edilerek kesinleştirildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca davacıya yapılan bu tebligat da usulsüz olup, davacının en son, sorgusunun yapıldığı celsede bildirdiği adres yerine, iddianamedeki adresine 7201 Sayılı Tebligat Kanunu m. 35’e göre tebliğ işlemi yapılmıştır.

Davacı(sanık) hakkındaki mahkumiyet hükmünün kesinleştirilmesi üzerine cezanın infazı için yakalandığında bu durumu müdafii açıkça dile getirerek, kendisinin sanık müdafii olduğunu, dosyada vekaletnamesinin bulunduğunu, tebligatın kendisine yapılması gerektiğini, kaldı ki dosyada sanığın bilinen son adresine de tebligat yapılmadığını hatırlatarak, infazın durdurulmasını istemesine rağmen, bu talebi ve temyiz talebi mahkemece ret edilmiştir. Bu sebeple hakimin sorumluluğunun koşullarının oluştuğu tartışmasızdır.

Farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı karar verilmiş olması karşısında, hakimlerin yargılama faaliyetinden dolayı davalının sorumluluğu koşulları oluştuğundan davacı yararına uygun bir tazminata hükmedilmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan incelemesi sonucunda ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay 4. Hukuk Dairesince:

“dava: Dava dilekçesinde, davacının istanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 14.5.2008 gün ve 2007/68-2008/115 Sayılı kararı ile 10 ay hapis cezasına mahkum edildiği ve kararın usulsüz olarak kesinleştirildiği; mahkumiyet hükmünden, yakalama kararı çıkarılması üzerine haberdar olunduğu; kararın, infazın durdurulması istemli olarak temyiz edildiği;ancak. mahkemece infazın durdurulmadığı ve davacının 4 ay sonra şartla tahliye edildiği; Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından kararın usulsüz olarak kesinleştirildiğinin tespit edildiği ve zamanaşımı sebebiyle de davanın ortadan kaldırılmasına karar verildiği; usulsüz kesinleştirme işlemine dayalı olarak cezanın infaz edilmesinin hukuka aykırı olduğu ve sorumluluğu gerektirdiği ileri sürülerek; 1.908,72-TL maddi ve 20.000,00-TL manevi tazminata hükmolunması, talep olunmuştur.

cevap: Cevap dilekçesinde, istemin C.M.K.nun 141. vd. maddeleri kapsamında bulunduğu ve ağır ceza mahkemesinin görevli olduğu: hak düşümü süresinin geçirildiği; esası yönünden ise, sorumluluk koşullarının oluşmadığı savunulmuştur.

gerekçe: Dava, hakimlerin hukuki sorumluluğuna dayalı olarak maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir.

Hakimlerin yargısal faaliyetleri sebebiyle sorumlulukları, olay sırasında yürürlükte bulunan H.U.M.K.nun 573-576. maddelerinde ve dava tarihinde yürürlükte olan H.M.K.nun 46-49. maddelerinde düzenlenmiş bulunmaktadır. Her iki Yasa’da da gösterilen sorumluluk nedenleri, örnek niteliğinde olmayıp; sınırlı ve sayılı durumları ifade etmektedir.

Somut olayda, sorumluluğa dayanak yapılan olgular; mahkumiyet kararının usulsüz tebliğ işlemine dayalı olarak kesinleştirilmesi; infazın durdurulması isteminin reddedilmesi ve kesinleşmemiş bir kararın uygulanması sonucunda, kişi özgürlüğünün yasaya aykırı olarak kısıtlanmış bulunmasıdır.

Dosya kapsamından; davacının, sanık sıfatıyla yargılandığı İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 14.5.2008 gün ve 2007/68-2008/115 Sayılı dosyasında 10 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verildiği; karara, 17.7.2008 tarihinde temyiz edilmeksizin kesinleştiği şerhinin düşüldüğü; hükmün infaza verildiği ve bu aşamada sanık müdafii sıfatı ile Av. E.A. tarafından sunulan 23.1.2009 havale tarihli dilekçede; kararın tebliğinin usulsüz olduğunun belirtildiği, infazın durdurulmasının talep ve hükmün de temyiz edildiği; istanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 27.1.2009 tarihli ek kararıyla istemlerin reddedildiği; bu kararın da temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 22.9.2011 gün ve 2010/9593-2011/27183 Sayılı ilamı ile; müdafiiyle temsil edilen sanığın yokluğunda verilen kararın vekil yerine sanığa tebliğinin usulsüz olduğu belirtilerek, ek kararın kaldırılmasına ve zamanaşımı sebebiyle de kamu davasının düşürülmesine karar verildiği; ancak, süreç içerisinde ve 22.1.2009-22.5.2009 tarihleri arasında davacı hakkındaki hükmün, usulsüz kesinleştirme kararına dayalı olarak infaz edildiği, anlaşılmaktadır.

Ön sorun olarak, davanın 6110 Sayılı Kanunun 12. maddesiyle düzenlenen 2802 Sayılı Hakimler ve Savcılar Yasası’nın 93/A maddesinde öngörülen, bir yıllık hak düşümü süresinde açılıp açılmadığı irdelenmelidir.

Dava konusu edilen işlemlerle ilgili ceza yargılaması, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 22.9.2011 tarihli kararıyla sonuçlanmış; eldeki dava ise, 24.9.2012 tarihinde açılmıştır. Sürenin, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin taraflara tebliğ edildiği dosya kapsamından belirlenemeyen 22.9.2011 tarihli kararından başlatılması halinde, sorumluluk davasının en geç 22.9.2012 tarihinde açılması gerekir. Bu tarih ise, cumartesi gününü denk gelmekte olup: takip eden ilk iş günü olan 24.9.2012 tarihinde açılan davanın, süresinde olduğu kabul edilmiştir.

Uyuşmazlığın esası bakımından ise: ceza yargılaması sırasında müdafiiyle temsil edilen davacının yokluğunda verilen kararın, vekil yerine asile tebliğ edilmesi; bu şekilde, usulsüz tebligata dayalı olarak hükmün kesinleştirilmesi; durumun, müdafii tarafından verilen 23.1.2009 havale tarihli dilekçeyle bildirilmesine rağmen, 27.1.2009 tarihli ek kararla infazın durdurulması ve temyiz istemlerinin reddedilmesi; 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 11. maddesi hükmüne aykırıdır. Bu yön, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 22.9.2011 tarihli ve 2010/9593-2011/27183 Sayılı kararında da tespit olunmuştur.

Diğer yandan, hukuken kesinleşmiş sayılamayacak nitelikteki bir mahkumiyet kararı infaz edilmiş ve davacı özgürlüğünden yoksun bırakılmış olup; zararlı sonuç da meydana gelmiştir.

Dava, olay tarihinde yürürlükte bulunan H.U.M.K.nun 573/2.bendiyle dava tarihinde yürürlüğe giren H.M.K.nun 46/c bendi hükümlerine dayalı olarak açılmış olup: yasa hükmüne açık aykırılık gerekçesiyle sorumlu bulunulduğu ileri sürülmüştür.

Dava konusu olayda, davacının sanık sıfatıyla cezalandırıldığı eylemle ilgili iddianamenin 13.12.2000 tarihinde düzenlendiği; davaya konu yazının yer aldığı gazetenin künyesindeki yönetim yeri ve yazışma adresinin:(Tarlabaşı Cad. No: 232/4 Beyoğlu/İstanbul) iddianamede yazılı bulunduğu; yargılama aşamasında görevsizlik ve birleştirme kararları verildiği; sanık ve müdafiinin uzun süre yargılamalara katılmadığı; sanık müdafii Av. E.A.tarafından sunulan 5.12.2005 havale tarihli dilekçeyle dosyanın fotokopisinin talep edildiği ve vekaletname örneğinin sunulduğu; sonrasında, 7.5.2008 tarihli oturumda sanığın sorgusunun yapıldığı ve Yurt Malı. 143. Sok. Emirdoğan Apt. C/Blok No: 5/9-Seyhan/Adana adresinde ikamet ettiğinin tutanaklara geçirildiği; karar örneğinin, iddianamede yazılı adrese 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 35. maddesi uyarınca tebliğ edildiği; infazın durdurulması ve temyiz isteminin reddine dair 27.1.2009 tarihli ek kararın da, davaya konu yazının yer aldığı gazetenin yönetim adresine tebliğ edildiği gerekçesiyle reddedildiği anlaşılmaktadır.

5187 Sayılı Basın Kanunu’nun 29. maddesi gereğince: “Süreli yayının yönetim yeri, tebligat işlemleri yönünden, yayın sahibinin ve temsilcisinin, görevi devam ettiği sürece sorumlu müdürün yerleşim yeri sayılır.”

Mahkemenin, kararın tebliği işlemiyle infazın durdurulması ve temyiz istemlerinin reddine dair ek kararı, yukarda yazılı Yasa hükmüne dayandırılmıştır.

Tüm bu açıklamalardan, sanığın vekil temsil edildiğinin mahkemece gözden kaçırıldığı sonucu ortaya çıkmaktadır.

Sorun, bu durumun: “Farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin kanun hükmüne aykırılık” olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceğine ilişkindir.

Öncelikle mahkemenin, 7201 Sayılı Kanunun 11. maddesine dair bir tespiti ve buna bağlı olarak da değerlendirmesi bulunmamaktadır. Aksine, sanığın vekil temsil edildiği olgusu gözden kaçırılmış; bu durum, sanık müdafii tarafından verilen 23.1.2009 havale tarihli dilekçeyle bildirilmiş; ancak, mahkemece yine gözardı edilmiş ve zararı sonuç ortaya çıkmıştır.

Dosyada mevcut vekaletnamenin gözden kaçırılması, maddi bir olgu olup; insani hata niteliğindedir. Hemen tüm yargılama işlemleri bakımından, eş veya benzer yanılgılara düşülmesi mümkün ve muhtemel olup: bu durum, nispi değer hükmü taşıyan yargısal faaliyetlerin doğasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple olağan yasa yolları düzenlenmiş; yetinilmemiş, olağanüstü yasa yolları öngörülmüş; ötesinde, uluslararası yargı yolu da benimsenmiştir. Şu durumda, hakimin hukuki sorumluluğuna dair koşulların gerçekleştiğinden söz edilemez. Davanın, açıklanan bu sebeplerle reddine karar verilmek gerekmiştir.

Diğer yandan, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 49. maddesi uyarınca, davanın esastan reddi halinde disiplin para cezasının takdir edilerek hüküm altına alınması gerekir. Bu konuda, para cezasında yeniden değerleme oranında yapılması gereken arttırım miktarıyla davaya konu olayın gelişim biçimi ve dosyaya yansıyan olgular göz önünde tutulmuştur.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan gerekçelerle;

1-)Davanın reddine,

2-)H.M.K.nun 49. maddesi uyarınca takdiren 600,00-TL disiplin para cezasının davacıdan alınarak Hazine’ye gelir kaydedilmesine,

3-)Davanın reddi sebebiyle alınması gereken 24,30.-TL maktu karar ve ilam harcının peşin alınan 325,34.-TL’den düşümüyle kalan 301,04.-TL’nin istenmesi halinde davacıya iadesine,

4-)Karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Ücret Tarifesi uyarınca reddedilen maddi ve manevi tazminat istemleri itibariyle davalı yararına takdir olunan (3.080,00)-TL maktu avukatlık ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,

5-)Davacı tarafından yapılan giderlerin üzerinde bırakılmasına…”

Dair oyçokluğuyla verilen 1.10.2013 gün ve 2012/58-2013/69 Sayılı kararın davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine kararın süresinde temyiz edildiğinin anlaşılmasından ve dosyadaki tüm kağıtların okunmasından sonra gereği düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili 6100 Sayılı H.M.K.46. maddesine dayanarak yargısal faaliyetten dolayı devlet aleyhine tazminat davası açmıştır. Mahkemece yukarda başlık bölümüne alınan gerekçeyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Hakimlerin hukuki sorumluluk halleri 1086 sayılı H.U.M.K.m.573 (olay tarihi) ve 6100 sayılı H.M.K.m. 46’da (dava tarihi) düzenlenmiştir. H.M.K.m. 46 uyarınca Hakimlerin yargılama faaliyetinden dolayı hukuki sorumluluk halleri şunlardır:

i. Kayırma veya taraf tutma yahut taraflardan birine olan kin veya düşmanlık sebebiyle hukuka aykırı bir hüküm veya karar verilmiş olması.

ii. Sağlanan veya vaat edilen bir menfaat sebebiyle yasaya aykırı bir hüküm veya karar verilmiş olması.

iii. Farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı karar veya hüküm verilmiş olması.

iv. Duruşma tutanağında mevcut olmayan bir sebebe dayanılarak hüküm verilmiş olması.

v. Duruşma tutanaklarıyla hüküm veya kararların değiştirilmiş yahut tahrif edilmiş veya söylenmeyen bir sözün hüküm ya da karara etkili olacak şekilde söylenmiş gibi gösterilmiş ve buna dayanılarak hüküm verilmiş olması,

iv. Hakkın yerine getirilmesinden kaçınılmış olması.

Görüldüğü üzere, Kanunda sorumluluk halleri sınırlı(tahdidi) olarak düzenlenmiştir. Eş söyleyişle hakimlerin hukuki sorumluluğu için Kanun’da sayılan hallerden birisinin mevcut olması gerekir.

Davacı vekili dava dilekçesinde; davacının istanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 10 ay hapis cezasına mahkum edildiği ve kararın usulsüz olarak kesinleştirildiğini, zira tebligatın müdafii yerine asile tebliğ edildiğini, bu tebligatın dahi usulsüz olduğunu iddiayla maddi ve manevi tazminat talebinde bulunmuştur.

Somut olayda davacının İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2007/68-2008/115 Sayılı kararı ile 10 ay hapis cezasına mahkum edildiği, bu kararın tebliğinde 7201 Sayılı Tebligat Kanun’a aykırı davranıldığı, zira davacının müdafii bulunduğu halde aynı Kanun’un 11. maddesine aykırı olarak mahkumiyetine dair kararın müdafii yerine asile tebliğ edilerek kesinleştirildiği anlaşılmaktadır. Esasen davacıya yapılan bu tebligatın dahi usulsüz olduğu belirgindir. Zira davacının en son, sorgusunun yapıldığı celsede adresini, ‘Yurt Mah. 143. Sok. Emirdoğan Apt. C/Blok No: 5/9- Seyhan/Adana” olarak bildirmiştir. Buna rağmen kendisine karar tebliği bilinen en son adresi yerine, iddianamedeki adres olan sahibi bulunduğu gazetenin künyesindeki “Tariabaşı Cad. no.232/4 Beyoğlu/istanbul” adresine 7201 Sayılı Tebligat Kanunu m. 35’e göre yapılmıştır. Oysa Tebligat Kanunu 10/1. maddesinde; “tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır” hükmüne yer verilmiştir. Olayda davacının bilinen en son adresine dahi tebligat yapılmadan karar kesinleştirilmiştir. Şu halde açık kanun hükmüne aykırı bir karar verildiğinin kabulü gerekir.

Eldeki olayda 7201 sayılı T.K.’nın 11. maddesine aykırı olarak karar kesinleştirilmiştir. Bir an için sanığın vekil temsil edildiğinin mahkemece gözden kaçırıldığı düşünülse bile, belirtmek gerekir ki davacı(sanık) hakkındaki mahkumiyet hükmünün kesinleştirilmesi üzerine cezanın infazı için yakalandığında bu durumu müdafii açıkça dile getirerek, kendisinin sanık müdafii olduğunu, dosyada vekaletnamesinin bulunduğunu, tebligatın kendisine yapılması gerektiğini, kaldı ki dosyada sanığın bilinen son adresine de tebligat yapılmadığını hatırlatarak, infazın durdurulmasını istemesine rağmen, bu talebi ve temyiz talebi mahkemece ret edilmiştir. Bu sebeple hakimin sorumluğunun koşullarının oluştuğu tartışmasızdır. Sanık hakkındaki ceza hükmünün temyizen incelenmesi, temyiz dilekçesinin reddinin temyizi üzerine mümkün olmuş, bu durum Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin “müdafii yerine karar tebliğinin sanığa yapılmasının usulsüz olduğunu tespit ve sanık hakkındaki cezanın zamanaşımının gerçekleştiğinden bahisle düşmesine” dair verdiği, 22.9.2011 gün ve 2010/9593-2011/27183 Sayılı karar ile de tespit edilmiştir.

Cezanın infazına 22.1.2009 tarihinde başlanmış olup, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nce düşme karar verildiği 22.9.2011 tarihinden çok önce, 22.5.2009 tarihinde ceza infaz edilmiştir. Böylece zararda meydana gelmiştir.

Açıklanan tüm bu sebeplerle H.M.K.46/c maddesi uyarınca farklı bir anlam yüklenemeyecek kadar açık ve kesin bir kanun hükmüne aykırı karar verilmiş olması karşısında, hakimlerin yargılama faaliyetinden dolayı davalının sorumluluğu koşulları oluştuğundan davacı yararına uygun bir tazminata hükmedilmesi gerektiği sonucuna varıldığından bidayet mahkemesi sıfatıyla karar veren Özel Dairenin yazılı şekilde davanın reddine karar vermesi doğru görülmemiş ve hükmün bozulması gerekmiştir.

Görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce. Özel Daire kararının yerinde olduğu, verilen hükmün onanması gerektiği ileri sürülmüş ise de bu görüş belirtilen sebeplerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.

SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararın, yukarda açıklanan sebeple 6217 s Kanunun 30. maddesiyle 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istenmesi halinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 21.05.2014 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

 

Kaynak: http://kazanci.com.tr/gunluk/hgk-2014-4-371.htm

DAYANAK İLAM BOZULDUĞUNDA DAHA ÖNCEDEN YAPILAN TAHSİLATLARIN “MUHTIRA TEBLİĞİ SURETİYLE” ALACAKLIDAN İSTENMESİ- İCRANIN İADESİ İÇİN KARARIN KESİNLEŞMESİ GEREKTİĞİ

T.C
YARGITAY
8.HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2015/13261
KARAR: 2015/19642

ÖZET:Dayanak ilam bozulduğunda, takip olduğu yerde duracağından, daha önceden yapılan tahsilatların “muhtıra tebliği suretiyle” alacaklıdan istenmesi mümkün değildir.
Borçlunun icranın iadesini isteyebilmesi için ( İİK’nun 40/2. maddesi gereğince ) bozmadan sonra verilecek kararın kesinleşmesi zorunludur.

DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki davacı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden Daire’ye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Alacaklı tarafından başlatılan ilamlı takipte, İcra Müdürlüğü’nce alacaklı adına düzenlenen 01.11.2013 tarihli muhtıra ile; dayanak ilamın temyiz incelemesi sonucu bozulması nedeniyle bozma karar tarihinden önce yapılan 6.818,90 TL ödemenin yasal faiziyle birlikte üç gün içinde geri ödenmesinin istendiği; Alacaklının söz konusu işlemin iptali istemi ile İcra Mahkemesi’ne başvurduğu; Mahkeme’ce, borçlunun o kadar borcunun bulunmadığının bozma ilamı ile tespit edilmiş olması nedeniyle şikayete konu memur işleminin usul ve yasaya uygun olduğu gerekçesi ile istemin reddine karar verildiği, hükmün Alacaklı (iade borçlusu) Vekili tarafından temyiz edildiği anlaşılmaktadır.

İİK’nun 40/1. maddesi gereğince; “bir ilamın nakzı icra muamelelerini olduğu yerde durdurur.” Aynı maddenin 2. fıkrasında ise; “bir ilam hükmü icra edildikten sonra nakzedilip de aleyhinde icra takibi yapılmış olan kimsenin hiç veya o kadar borcu olmadığı kat’i bir ilamla tahakkuk ederse ayrıca hükme hacet kalmaksızın icra tamamen veya kısmen eski haline iade olunur.” Bu nedenle borçlunun icranın iadesini isteyebilmesi için (İİK’nun 40/2. maddesi gereğince) bozmadan sonra verilecek kararın kesinleşmesi zorunludur. Dayanak ilam bozulduğunda, takip olduğu yerde duracağından, daha önceden yapılan tahsilatların muhtıra tebliği suretiyle alacaklıdan istenmesi mümkün değildir.

Somut olayda, Alacaklının Bakırköy 11. İş Mahkemesi’nin 29.12.2010 tarih ve 2004/567 Esas 2010/1059 Karar sayılı ilamına dayalı olarak takibe başladığı, Borçlu tarafından icra dosyasına sunulan teminat mektubunun süresinde tehir-i icra kararı getirilmemesi üzerine paraya çevrilerek alacaklıya ödendiği, dayanak ilamın Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nce temyiz incelemesi sonucunda 26.06.2013 tarihinde bozulduğu, Borçlu vekilinin talebi üzerine İİK’nun 40/2.maddesi gereğince Alacaklıya, ödenen paranın iadesi edilmesi hakkında muhtıra gönderildiği görülmektedir.

Yukarıda sıralanan aşamalardan anlaşıldığı üzere; takibe dayanak ilamın bozulması sonrası henüz Mahkemesi’nce verilmiş ve kesinleşmiş bir karar bulunmamaktadır. Borçlu, bu aşamada yalnızca İİK.nun 40/1.maddesi gereğince takibin durdurulmasını isteyebilir, aynı maddenin ikinci fıkrası gereğince eski hale getirme isteyemez.

O halde, Mahkemece, şikayetin kabulü ile şikayete konu muhtıranın iptaline karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle şikayetin reddi isabetsizdir.

KARAR : Alacaklı Vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile Mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’nun 388/4. (HMK m.297/ç) ve İİK’nun 366/3. maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve 25,20 TL peşin harcın temyiz edene iadesine, 04.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

BANKA KREDİSİNİN EMEKLİ MAAŞINDAN ÖDENMESİNİ İHTİRAZI KAYITSIZ KABUL EDEREK DAHA SONRA DAVA AÇIP BLOKENİN KALDIRILMASINI İSTEMESİNİN HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI NİTELİĞİNDE OLDUĞU

T.C.
YARGITAY
13. HUKUK DAİRESİ
E. 2016/9395
K. 2019/6461
T. 22.5.2019

ÖZET : Davacı, davalı Bankadan tüketici kredisi çektiğini, 5-6 taksit ödedikten sonra hastalanması sebebi ile taksitleri ödeyemez duruma geldiğini,taksitleri ödeyememesi üzerine davalının Haziran 2015 tarihinden itibaren haksız bir şekilde emekli maaşının tamamına el koyduğunu, davalının bununla da yetinmeyip çalıştığı iş yerine de maaş haczi yazdığını, davalının geçinmesi için asgari oranları aşıp haksız bir biçimde emekli maaşının hepsine el koyduğunu, şu an hasta olup emekli maaşını alamadığını, yasal mevzuat gereği emekli maaşına haciz konulmasının mümkün olmadığını ileri sürerek, emekli maaşının üstüne konan blokenin kaldırılmasına ve kesinti yapılarak tahsil edilen 3.600,00 TL’nin iadesine karar verilmesini istemiştir. Davacının bankadan aldığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödememesi halinde sözleşme gereğince kullandırılan kredinin teminatı olarak maaşından kesinti yapılmasını kabul etmesi ve diğer teminat öngören hükümlerin sözleşmeye konulmasına rıza göstermesinin haksız şart olarak kabulü de mümkün değildir. Zira davacı yürürlükteki bu yasaları bilerek sözleşmenin her sayfasını ayrı ayrı imzalamış olup, serbest iradesi ile sözleşme şartlarına uygun olarak kredi borcu taksitlerinin bankadan aldığı maaşından kesilmesi için talimat verdiğine göre artık sözleşmenin söz konusu hükmünün müzakere edilerek kararlaştırılmadığı söylenemez.Ayrıca bankanın yaptığı işlemin sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerin dürüstlük kuralına aykırı düşecek şekilde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olduğu kabul edilemez. Davacının bankadan kullandığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödemesi zorunludur. Davacının taksitlerin maaşından ödenmesini ihtirazı kayıtsız kabul edip daha sonra dava açıp blokenin kaldırılmasını istemesi hakkın kötüye kullanılması olup iyiniyet kurallarıyla bağdaşmaz (TMK m.2). Tüketici haklı bir sebep olmadan sözleşmeyi tek taraflı feshedemez, ifası yapılmış bedellerin iadesini isteyemez, bu şekilde edimin tek taraflı geri istenmesi de hukuken himaye göremez. Aksi halde, kredi isteyen kişinin mali durumu ve maaş gelirine göre borcunun ödenebileceği güvencesiyle kredi veren bankanın alacağının imkansızlaşması, kötü niyetli bir kredi borçlusunun borcunu hiç ödememesi gibi bir sonuç doğacaktır. Hal böyle olunca, mahkemece uyuşmazlığın sözleşmeye bağlılık, ahde vefa ilkesi ve tarafları bağlayan sözleşme hükümleri çerçevesinde çözümlenmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne kısmen reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : Davacı, davalı Bankadan tüketici kredisi çektiğini, 5-6 taksit ödedikten sonra hastalanması sebebi ile taksitleri ödeyemez duruma geldiğini,taksitleri ödeyememesi üzerine davalının Haziran 2015 tarihinden itibaren haksız bir şekilde emekli maaşının tamamına el koyduğunu, davalının bununla da yetinmeyip çalıştığı iş yerine de maaş haczi yazdığını, davalının geçinmesi için asgari oranları aşıp haksız bir biçimde emekli maaşının hepsine el koyduğunu, şu an hasta olup emekli maaşını alamadığını, yasal mevzuat gereği emekli maaşına haciz konulmasının mümkün olmadığını ileri sürerek, emekli maaşının üstüne konan blokenin kaldırılmasına ve kesinti yapılarak tahsil edilen 3.600,00 TL’nin iadesine karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, davanın kısmen kabulüyle davacı tüketici ile davalı banka arasında imzalanmış olan tüketici kredisine istinaden, davacının emekli maaşına konulan blokenin, yapılan sözleşme uyarınca, emekli maaşının tamamına bloke konulmasına dair davacının tam ve açık bir rızası ile muvafakatının alınmamış olması, kredi sözleşmesi ekindeki beyanların, henüz muaccel olmamış alacaklar için alınmış olması, davacının rızasının, kredi taksiti kadar var ve mevcut olduğunun kabulü ile, davacının emekli maaşına konulan blokenin, kredi sözleşmesi uyarınca ödenmesi kararlaştırılan aylık 1.444,63-TL üzerinden devamına, bakiye kısım yönünden konulan blokenin iptaline, Bu doğrultuda davacının istirdatını talep ettiği, Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarına ait emekli maaşlarının toplamı olan 3.600,00-TL’nin, kredi sözleşmesi uyarınca ödenmesi kararlaştırılan aylık 1.444,63-TL olmak üzere ( 1.444,63 * 3 ay = 4.333,89-TL) toplam 4.333,89-TL’yi aşmaması sebebi ile, davacının istirdat talebinin reddine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Taraflar arasındaki uyuşmazlık, davacının davalı bankadan kullandığı kredi borcunun muaccel hale gelmiş kredi taksitlerinin maaşından alınıp alınamayacağı, bu yönde bloke konulup konulmayacağına ilişkindir. Mahkemece, davacı tüketici ile davalı banka arasında imzalanmış olan tüketici kredisine istinaden, davacının emekli maaşına konulan blokenin, yapılan sözleşme uyarınca, emekli maaşının tamamına bloke konulmasına dair davacının tam ve açık bir rızası ile muvafakatının alınmamış olması, kredi sözleşmesi ekindeki beyanların, henüz muaccel olmamış alacaklar için alınmış olması, davacının rızasının, kredi taksidi kadar var ve mevcut olduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Somut olayda, yargılama tarihi itibariyle davacının davalı banka nezdinde 05.09.2014 tarihinde 40.000,00 TL tutarında tüketici kredisi sözleşmesi bulunduğu görülmüştür. Dosyanın incelenmesinde; davacı tarafından imzalanan sözleşme ,05.09.2014 tarihli taahhütnamede ve Emekli Maaş Taahhütnamesi Formunda krediye ilişkin ödemelerinin banka nezdinde bulunan emekli maaşı hesabından tarafına ihbarda bulunmaksızın virman-takas-mahsup yapılarak tahsil edilmesine muvafakat etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Sözleşmede bankaya hesaptan tahsilat yetkisi de verilmiştir. Davacı sözleşmeden dönmediğine göre borcu ne şekilde ödeyeceğini açıklamamıştır. Banka da bu taahhüde inanarak başka teminat istemeden davacıya krediyi kullandırmıştır.

Öte yandan davalı banka, kesintileri kredi sözleşmesine istinaden yapmıştır. İcra müdürü tarafından yapılmış bir haciz de bulunmamaktadır. Bu durumda, borcun ödenmemesi üzerine bankanın, davacının maaşına bloke konulacağına dair hükmüne dayanarak kesinti ve tahsilat yapmasında hukuka aykırılık bulunmadığının kabulü gerekir.

Hemen belirtilmelidir ki, davacının bankadan aldığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödememesi halinde sözleşme gereğince kullandırılan kredinin teminatı olarak maaşından kesinti yapılmasını kabul etmesi ve diğer teminat öngören hükümlerin sözleşmeye konulmasına rıza göstermesinin haksız şart olarak kabulü de mümkün değildir. Zira davacı yürürlükteki bu yasaları bilerek sözleşmenin her sayfasını ayrı ayrı imzalamış olup, serbest iradesi ile sözleşme şartlarına uygun olarak kredi borcu taksitlerinin bankadan aldığı maaşından kesilmesi için talimat verdiğine göre artık sözleşmenin söz konusu hükmünün müzakere edilerek kararlaştırılmadığı söylenemez.

Ayrıca bankanın yaptığı işlemin sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerin dürüstlük kuralına aykırı düşecek şekilde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olduğu kabul edilemez. Davacının bankadan kullandığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödemesi zorunludur. Davacının taksitlerin maaşından ödenmesini ihtirazı kayıtsız kabul edip daha sonra dava açıp blokenin kaldırılmasını istemesi hakkın kötüye kullanılması olup iyiniyet kurallarıyla bağdaşmaz (TMK m.2). Tüketici haklı bir sebep olmadan sözleşmeyi tek taraflı feshedemez, ifası yapılmış bedellerin iadesini isteyemez, bu şekilde edimin tek taraflı geri istenmesi de hukuken himaye göremez. Aksi halde, kredi isteyen kişinin mali durumu ve maaş gelirine göre borcunun ödenebileceği güvencesiyle kredi veren bankanın alacağının imkânsızlaşması, kötü niyetli bir kredi borçlusunun borcunu hiç ödememesi gibi bir sonuç doğacaktır.

Hal böyle olunca, mahkemece uyuşmazlığın sözleşmeye bağlılık, ahde vefa ilkesi ve tarafları bağlayan sözleşme hükümleri çerçevesinde çözümlenmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenle hükmün BOZULMASINA, HUMK’nun 440/III-1 maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 22.05.2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Exit mobile version