HACİZ İHBARNAMESİ HAKSIZ FİİLE DAYALI TAZMİNAT

T.C.

 YARGITAY

12. HUKUK DAİRESİ

E. 2006/19147

K. 2006/22468

T. 28.11.2006

• HACİZ İHBARNAMESİ ( Üçüncü Kişi 1. Haciz İhbarnamesinde İstenen Miktardan Fazla Tazminatla Sorumlu Tutulamayacağı )

• GERÇEĞE AYKIRI BEYAN ( Haksız Fiile Dayalı Talep – Tazminat Miktarı 1. Haciz İhbarnamesinde İstenen Miktarı Aşamayacağı )

• HAKSIZ FİİLE DAYALI TAZMİNAT ( Tazminat Miktarı 1. Haciz İhbarnamesinde İstenen Miktarı Aşamayacağı )

2004/m.89

ÖZET : İİK’nun 89/4. maddesinde öngörülen tazminat, üçüncü kişinin gerçeğe aykırı beyanından kaynaklanan, haksız fiile dayalı bir taleptir. Tazminat miktarı 1. haciz ihbarnamesinde istenen miktarı aşamaz. Üçüncü kişinin takip borçlusuna daha az borçlu olduğu tespit edilmişse tazminat bu miktar kadardır.

DAVA : Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki üçüncü kişi tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Sair temyiz itirazları yerinde değil ise de; İİK’nun 89/4. maddesi hükmünde öngörülen tazminat üçüncü kişinin gerçeğe aykırı beyanından kaynaklanan ve haksız fiile dayalı bir istektir. Tazminat miktarı 1. haciz ihbarı ile istenen miktarı aşamaz. Adı geçenin takip borçlusuna daha az borçlu olduğu tespit edilmiş ise, tazminat bu miktar kadardır ( Baki Kuru, İcra İflas Hukuku EI Kitabı, İstanbul 2004, s. 421 vd. ).

Bu durumda birinci haciz ihbarnamesi ile üçüncü kişiden yatırılması istenen borç miktarı 33.000.- YTL kadar alacaklı lehine tazminata hükmedilmesi gerekirken sözü edilen miktarı aşacak şekilde 50.500,00.- YTL tazminatın davalı 3. kişiden alınarak alacaklıya ödenmesi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.

SONUÇ : Üçüncü kişinin temyiz itirazlarının kısmen kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK. 366 ve HUMK 428. maddeleri uyarınca ( BOZULMASINA ), 28.11.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.

TAHLİYE TAAHHÜDÜNDE YAZILI KİRA SÖZLEŞMESİ ŞARTI YOKTUR

T.C.

 YARGITAY

12.HUKUK DAİRESİ

Esas: 1980/6588

Karar: 1980/7848

Karar Tarihi: 05.11.1980

ÖZET: Hukuki işlemler için kanunun öngördüğü şekil şartlarına uymak zorunlu ise de gerek Borçlar Kanunun ve gerekse 6570 sayılı Kanun, kira sözleşmeleri için şekil şartı öngörmemiştir. Akdin sıhhati kanunda sarahat olmadıkça hiçbir şekle tabi değildir. Kira sözleşmelerinin yazılı olmasının gerektiği hususundaki görüşte isabet yoktur.

(818 S. K. m. 11, 20, 23, 28, 29) (2004 S. K. m. 272) (743 S. K. m. 2)

Dava: Yukarıda tarih ve numarası yazılı mercii kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı vekili tarafından temyiz olunması üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye 7.8.1980 tarihinde gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü:

Karar: Takip, noterlikçe tasdik edilmiş olan 24.1.1980 tarihli tahliye taahhüdüne dayanmaktadır. Borçlu, alacaklının 12.7.1979 tarihinde tahliye taahhüdü aldığını ve taahhüde göre 5.10.1979 tarihinde kiralanan yerin tahliye edilmesinin gerektiğini, buna rağmen bu tahliye taahhüdünün tahliye tehdidi altında verilmesi nedeniyle geçersiz olduğunu beyanla itiraz etmiştir.

Tetkik mercii İİK.’nun 272. maddesi ile bunu izleyen maddelerin uygulanabilmesi için yazılı kira sözleşmesi yapılmış olmasının zorunlu olduğu alınan tahliye taahhüdüne kiralayanın iyi niyetli sayılmayacağı gerekçesine dayanarak alacaklının tahliye isteğinin reddine karar verilmiş ve bu karar alacaklı tarafından temyiz edilmiştir. Hukuki işlemler için kanunun öngördüğü şekil şartlarına uymak zorunlu ise de gerek Borçlar Kanunun ve gerekse 6570 sayılı Kira Kanunu, kira sözleşmeleri için şekil şartı öngörmemiştir. Borçlar Kanunun 11. maddesi (akdin sıhhati kanunda sarahat olmadıkça hiç bir şekle tabi değildir) şeklinde olduğundan kira sözleşmelerinin yazılı olmasının gerektiği hususundaki görüşte isabet yoktur. Diğer taraftan tahliye taahhüdünde bulunanın kiracı olarak kabulü gerekeceği gibi borçlu vekili itiraz dilekçesinde (müvekkilem uzun süreden bu yana tahliyesi istenen yerde kiracı olarak bulunmaktadır) demek suretiyle kiracılık durumunu da açıkça kabul etmiştir. Tahliye taahhütlerinin butlan nedeniyle (B.K. 20) ve Kira Kanunun hükümlerine göre geçersizliğinin ileri sürülemeyeceği hususunda Yargıtayın ilgili daireleri arasında görüş birliği bulunmaktadır. Buradaki fesat (BK. 23,28,29) ve hakkın kötüye kullanılmaması (M.K.2) nedeniyle geçersiz olduğu yolundaki iddiaların araştırılması ve saptanması ise tetkik merciinin görevi dışında kalmaktadır.

Sonuç: Bu hususlar gözönünde tutularak borçlunun itirazının kaldırılmasına karar verilmesi gerekirken alacaklının iyi niyetle olmadığından bahisle itirazın kaldırılması talebinin reddine karar verilmesi isabetsiz, temyiz itirazları yerinde olduğundan temyiz olunan mercii kararının İİK.’nun 366 ve HUMK.’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, 5.11.1980 gününde, oybirliği ile karar verildi.

SIRA CETVELİNİN İPTALİ ŞİKAYETİ-ALACAĞININ ÜST SINIR İPOTEĞİ KAPSAMINDA KALDIĞI İDDİASI

T.C.

YARGITAY

23.HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2015/2344

KARAR: 2015/6488

TARİH: 12.10.2015

2004/m.142/1-son

4721/m.851/1,875,881/1

ÖZET : Şikayet, şikayetçi bankanın kredi kartı ve bireysel krediden kaynaklanan alacağının üst sınır ipoteği kapsamında kaldığı iddiasıyla sıra cetvelinin iptaline ilişkindir. İpoteğin bir üst limit ipoteği olup olmadığını belirlemek İcra Mahkemesi’nin görevine girmektedir. Diğer anlatımla şikayetçinin, kendisine ipotek limitinden daha az pay ayrıldığı iddiasına dayalı bu itirazı üzerine, mahkemece ipoteğin kapsamının incelenmesi gerekeceğinden bu itiraz, alacağın doğumuna ve miktarına değil, sıraya yönelik olup, icra mahkemesi görevlidir. Bu nedenlerle, mahkemece şikayet olunanın görev itirazı hususunda herhangi bir karar verilmemiş ise de, görevli olduğunun kabulü ile uyuşmazlığın esasının incelenmesi doğru olmuştur.

DAVA : Taraflar arasındaki sıra cetveline şikayetin yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı şikayetin kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde şikayet olunan vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : Şikayetçi vekili, şikayet dışı borçlu H. D. hakkında İzmir 8. İcra Müdürlüğü’nün 2014/7233 Esas sayılı dosyası üzerinden başlatılan takip nedeniyle borçlu adına kayıtlı ipotekli taşınmazın, alacağa mahsuben 10.12.2014 tarihinde üçüncü şahıs G. G.’e satıldığını, ihalenin kesinleşmesi üzerine satış bedelinden gerekli yasal kesintiler yapıldıktan sonra kalan miktarın dağıtılması için İzmir 8. İcra Müdürlüğü’nce 25.12.2014 tarihinde sıra cetveli düzenlendiğini, bu sıra cetvelinde 1. sıra ipotek alacaklısı olmaları nedeniyle taraflarına takibe konu alacak miktarı kadar pay ayrıldığını, oysaki borçlunun takibe konu konut finansman kredisi dışında ve fakat ipotek limiti dahilinde 56.183,00 TL daha borcu bulunduğunu, icra müdürlüğünce limit ipoteği dahilindeki bu alacak için takip yapılmadığı gerekçesi ile taraflarına pay ayrılmadığını, alacağını ipotek limiti dahilinde olması nedeniyle satış bedelinden pay ayrılması için ayrıca takip yapılmasına gerek olmadığını, taşınmaz üzerinde müvekkil banka lehine 1. derece limit ipoteği bulunduğunu, bu nedenle 25.12.2014 günlü sıra cetvelinin usul ve yasaya aykırı olduğunu ileri sürerek, sıra cetvelinin iptali ile yeniden sıra cetveli düzenlenmesine karar verilmesini talep etmiştir.

Şikayet olunan vekili, şikayetçinin, alacaklarının sıra cetvelinde hiç yer almadığı iddiasıyla sıra cetvelinin iptalini talep ettiğini, bu nedenle genel mahkemelerin görevli olduğunu, kredi kartlarından ve bireysel kredilerden doğan bu alacakları için icra takibi yapılmadığından bu alacakların sıra cetvelinde yer almamasının yasalara uygun olduğunu, şikayetin haksız olduğunu savunarak, şikayetin reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkemece, iddia, savunma ve dosya kapsamına göre; şikayetçi tarafça şikayet dışı borçlu H. D. hakkında ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla ilamlı takip başlatıldığı, takibin kesinleşmesi üzerine borçlu adına kayıtlı taşınmazın 10.12.2014 tarihinde açık arttırma yoluyla satıldığı, icra müdürlüğünce şatış bedelinin şikayetçi ipotek alacaklısı ile şikayet olunan vergi dairesi arasında paylaştırıldığı, takibe dayanak 08.10.2010 tarih 16724 yevmiye sayılı ipotek akit tablosu incelendiğinde söz konusu ipoteğin 190.000,00 TL bedelli ve üst sınır ipoteği olduğu, takip konusu alacak miktarının 41.465,14 TL olduğu, satış tarihi itibariyle alacak miktarının 53.425,42 TL ‘ye ulaştığı, söz konusu satış bedelinden kalan miktarın ise yani paylaşıma konu miktarın ise 130.746,00 TL olduğu, bu miktarın 53.425,42 TL’sinin şikayetçi ipotek alacaklısına, kalan 77.302,58 TL’sinin ise 2. sırada haczi bulunan şikayet olunana ödenmesine karar verildiği, üst sınır ipoteğinde limit dahilinde şikayetçi bankanın kalan asıl alacakları ve fer’ileri toplamı için ayrı bir icra takibi yapıp haciz koydurmasına gerek kalmaksızın alacağının ilk sırada ödenmesinin mümkün bulunduğu, bu nedenle icra müdürlüğünün 25.12.2014 günlü sıra cetvelindeki gerekçesinin usulüne uygun olmadığı gerekçesiyle, şikayetin kabulü ile sıra cetvelinin iptaline karar verilmiştir.

Kararı, şikayet olunan vekili temyiz etmiştir.

Şikayet, şikayetçi bankanın kredi kartı ve bireysel krediden kaynaklanan alacağının üst sınır ipoteği kapsammda kaldığı iddiasıyla sıra cetvelinin iptaline ilişkindir.

Borçluya ait mahcuz satış bedelinin bütün alacaklıların alacağını karşılamaması halinde düzenlenecek sıra cetveline itiraz, alacağın; esas ve miktarına ya da bununla birlikte sıraya yönelikse dava yoluyla genel mahkemede ( İİK’nın m. 142/1 ), itiraz sadece sıraya yönelikse şikayet yoluyla icra mahkemesinde ( İİK’nın m. 142 /son ) ileri sürülmelidir.

Dairemizin 16.09.2014 tarih ve 5836 E., 5652 K; 10.12.2014 tarih ve 10197 E., 8047K. sayılı ilamında da açıklandığı üzere;

Öncelikle, ipotek kavramı üzerinde durulması ve kesin borç ( anapara ) ipoteği ile üst limit ( maksimal ) ipoteği arasındaki ayrımın ortaya konulması gerekmektedir.

İpotek ile sağlanan amaç alacağa teminat sağlamaktır. İpotek, rehni verenle alacaklı arasında yapılacak resmi senede dayanır. Rehin hakkı, ayni hak olarak bu senede dayanılarak tapu kütüğüne yapılacak tescille doğar. Doğmuş bir alacağı teminat altına almak için kurulan ipotek kesin borç ipoteğidir. İlerde doğacak ve doğması muhtemel alacaklar için kurulan ipotek ise üst limit ipoteğidir.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 881/1. maddesi hükmüne göre; “Halen mevcut olan veya henüz doğmamış olmakla beraber doğması kesin veya olası bulunan herhangi bir alacak, ipotekle güvence altma alınabilir.” Aynı Kanun’un 851/1. maddesi gereğince, ” Taşınmaz rehni, miktarı Türk parası ile gösterilen belli bir alacak için kurulabilir. Alacağın miktarının belli olmaması ; halinde, alacaklının bütün istemlerini karşılayacak şekilde taşınmazın güvence altına alacağı üst sımr taraflarca belirtilir.”

Kesin borç ve üst sınır ipoteği ayrımı, ipotekle alacak arasındaki ilişkinin yoğunluğu esas alınmak suretiyle yapılmıştır. İpotek tesis edilirken alacağın miktarının belirli ve borcun mevcut olması kaydıyla ipotek miktarı dışındaki faiz ve takip giderlerinin de rehin teminatından yararlanacağının öngörülmüş olması halinde, tarafların anapara ipoteği kurmak istedikleri kabul edilebilir. Rehin sözleşmesinde ipoteğin alacağa bağlı olarak limitli tesis edildiği hallerde üst sınır ipoteği olduğu kabul edilmelidir. İpoteğin kesin borç veya üst sınır ipoteği olması yapılacak takibin türü bakımından önem taşımaktadır.

Kesin borç ipoteğinde temel ilişkiden ( borç ilişkisinden ) doğan bir alacak teminat altına alınmaktadır. Temel borç ilişkisinin geçersiz olması nedeniyle alacak doğmamışsa yapılan tescil görünürde alacaklı lehine bir rehin hakkı doğurmaz. Rehin sözleşmesinde temel borç ilişkisinin gösterilmesi geçerlilik şartı olmamakla beraber hangi alacak için rehin kurulduğunun ispatını kolaylaştırır. Paraya çevirme anında geçerli bir alacağın varlığı rehin hakkının kullanılması için zorunludur. Alacak mevcut değilse, tescil edilmiş ipotek alacaklı için güvence oluşturmaz. Bu halde hakkın kullanılmasında ipoteğin alacağa bağlılığı mutlaktır.

Üst sınır ipoteği, ileride doğacak veya doğması muhtemel olan bir alacağın teminatı olarak tesis edildiği için bu belirsizliğin ileride getireceği sorunları önlemek amacıyla taşınmazın bu belirsiz borca azami ne miktar için teminat teşkil edeceği ipotek akit tablosunda bir limitle belirlenir. İşte bu nedenledir ki ileride vücut bulacak ana borç ile buna eklenecek faiz, icra takip giderleri ile yanlarca kararlaştırılan diğer fer’ileri, yani TMK’nın 875. maddesinde belirtilen ve ipotekle teminat altına alınan toplam borç miktarı, bu tür ipotekte tarafların ipotek tesis edilirken rızaları ile tespit edilen bu limiti aşması mümkün değildir. Bu özellik üst sınır ipoteğini kesin borç ipoteğinden ayıran önemli bir unsur olmaktadır. Zira, kesin borç ipoteğinde ipotek akit tablosunda belirtilen ana alacaktan başka TMK’nın 875. maddesi uyarınca takip giderleri ile faiz ve diğer fer’ileri de teminat kapsamına girmektedir. Üst sınır ipoteğindeki bu ana ilke başlangıçta belirli olmayan bir borca giren ve taşınmazında alacaklı lehine ipotek tesis ettiren borçlu veya borçlu lehine ipotek veren üçüncü kişiler bakımından önem taşıdığı gibi tapu sicilinde kayıtlı ipotek limitine itibar ederek aynı taşınmazda alacakları için ipotek tesis ettirecek üçüncü kişiler yönünden de tapu sicilindeki kayda itibar edilmesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. ( YHGK’nm 22.02.2012 tarih ve 12-778 E., 94 K, sayılı ilamı bu yöndedir. )

İpotek akit tablosunda limit miktarı saptandıktan sonra, “bu meblağa ilaveten ve ayrıca” ibareleri ile ipoteğin kapsamını genişleten kayıtların eklenmesinin, üst sınır ipoteği olarak tesis edilen ipoteğin türünü anapara ipoteğine dönüştürmesi mümkün değildir.

Zira, TMK’nın emredici nitelikteki 851, 881, 875 ve 876. maddeleri hükümlerini bertaraf etmeye yönelik bu kayıtların hukuki sonuç doğurmaları kabul edilemez. ( YHGK’nın 24.05.1989 tarih ve 111-294 E., 378 K. sayılı ilamı bu yöndedir. ) Bu husus, üst sınır ipoteği yönünden kamu düzenine ilişkin olup, süresiz şikayete tabidir ve icra mahkemesince kendiliğinden nazara alınmalıdır. “İpotek kesin borç ipoteği ise, itiraz, süresi içinde olmadığından süre yönünden reddi, üst sınır ipoteği ise kamu düzeni ile ilgisi olması nedeni ile itiraz ve şikayetin süreye bağlı olmadan incelenmesi gerekir.” 12.HD. 04.05.1992, 11390 E, 6000 K. ( Kuru, İcra, C.3, s.2427 dn95d ). Diğer anlatımla, bu ve 12. HD. 26.11.1999, 13828/15115; 12.HD. 09.11.1999, 13025/13863; 12. HD. 01.11.1999, 13412/13233; 12.HD. 22.10.1999, 11726/12747; 12.HD, 22.05.1997, 5095/5972 sayılı ilamlarında, borçlunun 7 gün içinde ödeme emrine itiraz etmemiş olması halinde dahi, icra dairesinin, sıra cetvelini düzenlerken, takibin alacağın tamamı üzerinden kesinleşmiş olmasına rağmen, sıra cetvelinde takip alacaklısının alacağını yalnız, ipotek limiti içinde kalan miktar kadar nazara alınması gerektiğine karar verilmiştir. “Azami limitli ipoteklerde MK.nın 790. maddesinin hükümleri geniş anlamda uygulanamaz ve ipotek veren üçüncü şahısların sorumlulukları azami ipotek miktarı ile sınırlı olur. Teminat ipoteği veren üçüncü kişinin takibe itiraz etmemesi halinde dahi, başka alacaklıların menfaatlerinin muhtel olabileceği durumlarda derece kararının tanzimi sırasında azami limit miktarının nazara alınması gerekir”. 12.HD.10.03.1987, 648/3326 ( Uyar, Rehnin Paraya Çevrilmesi, s.296 ). Kuru ise icra memurunun bu tür bir yetkisi olmadığı, buna sıra cetveline karşı itiraz biçiminde varsa diğer alacaklıların itiraz edebileceği görüşündedir. ( Age. sh. 2431 ) İÎK.m.45 gibi üst sınır ipoteğinin kapsamını icra memuru kendiliğinden; nazara alabilmelidir. Bu maddi hukuk bakımından bir araştırmayı da gerektirmemekte, takip talebine eklenen resmi senetten anlaşılabilmektedir. Nitekim kambiyo senetlerine özgü takipte de İcra memuru bu senedin kambiyo senedi olup olmadığım araştırmaktadır. ( Prof. Dr. Hakan Pekcanıtez, Bankacılar Dergisi, 33. Sayı, 2000 yılı, sh 50 ).

Öte yandan, üst sınır ipoteğinde limit fazlası alacak için alacaklı tarafından ayrıca takip yapılarak haciz konulmadığı sürece, üst sınır limitinden fazla pay ayrılamaz. Diğer anlatımla, üst sınırı aşan alacaklar, teminattan faydalanmazlar ve adi alacak olarak kalırlar. ( Yargıtay 19. H.D.’nin 29.03.2001 tarih ve 1115 E., 2301 K; 14.02.2002 tarih ve 7426 E., 1131 K. sayılı sayılı ilamları bu yöndedir. Ayrıca; Bkz. Prof. Dr. Baki Kuru, İcra ve İflas Hukuku, El Kitabı, 2. Baskı, 2013, sh. 988 ) Yargıtay 19. H.D.’nin 10.11.2005 tarih ve 5720 E., 11011 K; 27.01.2006 tarih ve 9141 E., 581 K. sayılı ilamlarında da açıklandığı üzere, üst sımr ipotek limitine kadar olan alacak ve fer’ileri toplamı için ayrı bir takibe ve hacze gerek bulunmamaktadır.

Somut olayda, şikayetçi tarafın üst sınır ipoteği limiti kapsamında kendisine pay ayrılmadığına dair istemi, icra müdürünün paylaştırma yapılırken alacağın hesaplanmasına ilişkin takip hukuku kurallarını yanlış uygulamasına yönelik olup; şikayet olunan alacağının hiç ya da gösterilen miktarda bulunmadığına yönelik olmadığından, itiraz alacağın doğumuna ve esasına yönelik değildir. İpoteğin bir üst limit ipoteği olup olmadığını belirlemek İcra Mahkemesi’nin görevine girmektedir. Diğer anlatımla şikayetçinin, kendisine ipotek limitinden daha az pay ayrıldığı iddiasına dayalı bu itirazı üzerine, mahkemece ipoteğin kapsamının incelenmesi gerekeceğinden bu itiraz, alacağın doğumuna ve miktarına değil, sıraya yönelik olup, icra mahkemesi görevlidir. Bu nedenlerle, mahkemece şikayet olunanın görev itirazı hususunda herhangi bir karar verilmemiş ise de, görevli olduğunun kabulü ile uyuşmazlığın esasının incelenmesi doğru olmuştur.

Bu açıklamalara ve dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, şikayet olunan vekilinin temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle, şikayet olunan vekilinin tüm temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun bulunan İcra Mahkemesi kararının İİK’nın 366. maddesi uyarınca ONANMASINA, kararın tebliğinden itibaren 10 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.10.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

TAHSİL HARCI BORÇLUDAN TAHSİL EDİLİR

T.C

YARGITAY

12.HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2015/14210

KARAR: 2015/27809

TARİH: 12.11.2015

Alacaklının Haricen Ödeme talebi üzerine sadece Borçluya Muhtıra Çıkartılarak Tahsil Harcını Talep Edilmesi Gerekirken hem Borçlu hemde Alacaklıya Tahsil Harcı İçin Müzekkere Yazılmasının İsabetsizdir.

İİK nun 15 ve 492 maddenin 28. Maddesi…..

Konu özeti: Harç, yapılan bir hizmet karşılığı olarak devletin aldığı paradır. Medeni Usul Hukukunda olduğu gibi, icra hukukunda da harç ve giderler sonuçta haksız çıkan tarafa yükletilir.Tahsil harcı, alacağın ödenmesi sırasında yatırılan paradan tahsil edilir. Aksine hüküm bulunmadıkça, İcra ve iflas hukukundan kaynaklanan bütün harç ve masraflar borçluya ait olup, bunların neticede ayrıca hüküm ve takibe hacet kalmaksızın borçludan tahsil olunur.

Görülen dava : Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :

Karar : Alacaklı tarafından takip borçluları hakkında ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla icra takibi yapıldığı, borçlular tarafından borca kısmi itiraz edildiği, alacaklı tarafından nakdi kredi alacaklarını teşkil eden borçlularca itiraz edilmeyen 226.232,36 TL’lik bölümün borçlularca Avukatlık Ücreti hariç olmak üzere bankalarına haricen ödendiğini, icra müdürlüğüne bu konuda bildirim yapıldığı, toplam 298.674,91 TL haricen ödemeye dair borçluların ödemekle yükümlü oldukları harçların borçlulardan istenilmesi için gereğinin yapılması ve bundan sonraki yapılacak işlemlerde ödenmeyen Avukatlık Ücretinin göz önünde tutulmasının istendiği, icra müdürlüğünün 25.03.2015 tarihli kararı verdiği, tüm harç ve giderlerin borçluya ait bulunduğu, tahsil harcını ödemekle yükümlü borçluya muhtıra çıkarılması gerekirken bu yapılmadan harç müzekkeresi düzenlenerek vergi dairesine bildirim yapılmasının yasaya aykırı olduğunu, icra müdürlüğü kararının iptalini istediği anlaşılmaktadır.

Harç, yapılan bir hizmet karşılığı olarak devletin aldığı paradır. Medeni Usul Hukukunda olduğu gibi, icra hukukunda da harç ve giderler sonuçta haksız çıkan tarafa yükletilir. 492 Sayılı Harçlar Kanunu’nun 28/b maddesine göre, tahsil harcı, alacağın ödenmesi sırasında yatırılan paradan tahsil edilir.

İcra ve İflas Kanunu’nun 15. maddesi ise, kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, bütün harç ve masrafların borçluya ait olduğunu, bunların neticede ayrıca hüküm ve takibe hacet kalmaksızın borçludan tahsil olunacağını öngörmektedir.

Bu durumda icra dosyasına bildirilen haricen ödemelerle ilgili olarak borçluya muhtıra çıkartılarak tahsil harcına talep edilmesi gerekirken hem borçlu hem alacaklıya tahsil harcı için icra müdürlüğünce müzekkere yazılması isabetsizdir.

O halde icra mahkemesince şikayetin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile istemin reddi yönündeki kararı isabetsizdir.

NİHAİ KARAR : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulüyle mahkeme kararının yukarda yazılı sebeplerle İİK’nun 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istenmesi halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

BOZMADAN SONRA ISLAH YAPILABİLECEĞİNE İLİŞKİN KARAR

T.C
YARGITAY

10. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2015/2911
KARAR:2015/4657

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :İş Mahkemesi

Dava, rücuen tazminat istemine ilişkindir.

Mahkemece, ilamında belirtildiği şekilde, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Hükmün, davacı… Başkanlığı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hakimi ……. tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi.

Mahkemece, bozma ilamı sonrası ıslah yapılamayacağı gerekçesi ile davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 16.03.2005 tarihli 2005/13-97-150 sayılı ilamında ayrıntıları açıklandığı üzere; ıslah, taraflardan birinin usule ilişkin bir işlemini, bir defaya mahsus olmak üzere kısmen veya tamamen düzeltmesine olanak tanıyan ve karşı tarafın onayını gerektirmeyen bir yoldur. Hüküm tarihinde yürürlükte bulunan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 177’nci maddesinde (1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 84’üncü maddesi), ıslahın, tahkikatın sona ermesine kadar yapılabileceği belirtilmiştir. Bu bağlamda, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 177’nci maddesindeki kuralın ve o çerçevede tahkikat kavramının irdelenmesinde yarar vardır.

Tahkikat kavramı, layihalarla ve öninceleme aşamasında yeterince aydınlanmamış olan bir davada, tahkikat açılmasıyla başlayıp, çekişmeli yönlere ilişkin taraf delillerinin toplanmasıyla biten ve uygulamada, davaların çoğunda gerçekleşen bir evreyi ifade etmektedir. Vurgulanmalıdır ki; tahkikat evresi, bozmanın içerik ve kapsamına göre, bazı hallerde bozmadan sonra da gerçekleşebilir. Ancak, 177’nci maddedeki, “tahkikatın sona ermesine kadar” ifadesinden, Kanunun tahkikat ve hüküm arasında düzenlediği yargılama evresinde ıslaha izin vermediği sonucu çıkarılabilmektedir.

Yargıtay İçtihadı Birleştirme büyük Genel Kurulu’nun 04.02.1948 gün ve 1944/10 E. 1948/3 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına baktığımızda; ıslahın, iyiniyetli tarafın, davayı açtıktan veya kendisine karşı bir dava açıldıktan sonra öğrendiği olgularla ilgili yanlışlıklarını düzeltmesine, eksiklikleri tamamlamasına, bu çerçevede yeni deliller sunabilmesine olanak sağlayan bir kurum olduğu anlaşılmaktadır. Ne var ki; taraflardan birine davanın herhangi bir aşamasında ıslah olanağı tanınması, davaların sonu alınamayacak şekilde uzamasına neden olmak gibi bir sakıncayı da içermektedir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 177’nci maddesinde ıslahın yalnızca tahkikat bitinceye kadar yapılabileceği öngörüldüğüne ve temyiz faslında da, bozmadan sonra dahi ıslahın olanaklı bulunduğuna dair açık veya örtülü bir hüküm yer almadığına göre, Kanunun bu olanağı bir devre ve zaman ile sınırlandırdığı kabul edilmelidir. Dolayısıyla, 177’nci maddenin soyut iznine bakılarak, bu istisnai yolun bozmadan sonraki aşamalara da yaygınlaştırılması, bozmaya uyulmasıyla kazanılan hakları ihlal edebileceği gibi, davanın tamamen ıslah edildiği hallerde, işin sonuçlandırılmasını da güçleştirir. O halde, ıslahla ilgili kuralların, yargılamanın sadeliği, basitliği ve çabukluğunu amaçlayan diğer usul hukuku ilkeleriyle bağdaşacak şekilde yorumlanması; bozmadan sonra ıslahın mümkün olmadığı sonucuna varılması zorunludur.

Bu saptamalar ışığında, anılan İçtihadı Birleştirme Kararında bozmadan sonra ıslahın mümkün olmadığı sonucuna varılırken, Hukuk Muhakemelerini Kanunu’nun 177’nci maddesindeki kural yanında, bozmaya uyulmakla oluşan usuli kazanılmış hakların ihlali endişesinin de etken olduğu görülmektedir. Bu endişenin nedeni şudur: Bir davada verilen hükme yönelik bozma ilamı doğaldır ki, bozmanın kapsam ve gerekçelerine bağlı olarak değişebilmekle birlikte genellikle, tarafların hak ve borçlarının hukuksal dayanak, nitelik, miktar ve kapsamları gibi yönlerde, davanın ondan sonraki seyrini belirler; Mahkemece bozmaya uyulması halinde, uyma sonrasında hangi işlemlerin ve araştırmaların yapılması gerektiğini ortaya koyar. Dolayısıyla, mahkemenin bozmaya uyması, davanın artık bozmada gösterilen yön, kapsam ve sınırlar çerçevesinde sonuçlandırılacağı anlamını taşır. O nedenle de, uyma kararı, bozma kendisinin yararına olan taraf bakımından usuli kazanılmış hak oluşturur ve mahkeme uyduğu bozma kararının gereklerini yerine getirmekle yükümlü hale gelir. Davanın, bu şekilde, uyulan bozmanın öngördüğü yön ve içeriğe bürünmesinden sonra, salt Kanunun tanıdığı yetkiye dayanılarak, taraflardan birinin ıslah yoluna gitmesi, her davanın kendine özgü yapısı içerisinde, bozmayla diğer taraf yararına oluşan usuli kazanılmış hakkın ortadan kalkması ya da sınırlanması, zayıflaması sonucuna yol açabilir.

Açıktır ki, söz konusu sakıncaların doğabilmesi için, her şeyden önce, ortada, hakkında tahkikat yapılmış, hükme bağlanmış ve kurulan hüküm Yargıtay tarafından hukuka uygunluk yönünden denetlenerek bozulmuş istem/istemler bulunmalıdır.

Önemle belirtilmelidir ki; İçtihadı Birleştirme Kararları konularıyla sınırlı, gerekçeleriyle açıklayıcı ve sonuçlarıyla bağlayıcı nitelik taşırlar.

Yukarıdaki açıklamaların somut olay bakımından ortaya koyduğu sonuç şudur: İçtihadı Birleştirme Kararıyla kabul edilen, bozmadan sonra ıslahın mümkün olmadığı yönündeki kural, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 177’nci maddesi hükmüyle birlikte değerlendirildiğinde, bir davadaki istem/istemler hakkında mahkemece tahkikat (tarafların duruşmaya çağrılmaları, çekişmeli yönlere ilişkin delillerin toplanması, toplanan delillerin değerlendirilmesi) yapılarak, bunların ortaya koyduğu sonuç çerçevesinde bir hüküm kurulduğu ve Yargıtay’ın ilgili Dairesinin de, kurulan bu hükmü, herhangi bir nedenle usul ve yasaya aykırı görerek bozduğu hallerle sınırlı bir içeriktedir.

Dairemizin bozma kararına uyulduktan sonra yapılan yargılamada, tahkikat evresinin bitmemiş olması nedeniyle davacının davasını ıslah etmesinin mümkün olduğu gözetilmeksizin, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde karar verilmiş olması, usul ve yasaya aykırı olup bozma sebebidir.

O halde, davacı Kurum avukatının bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, 12.03.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

İLAMIN BOZULMASI İLE, İLAMIN İCRASI SADECE OLDUĞU YERDE DURUR; YOKSA, İLAMLI İCRA TAKİBİ İPTAL EDİLMEZ.

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS: 2009/452
KARAR: 2009/466

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ : Zonguldak İcra Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 22/04/2009
NUMARASI : 2008/525-2009/256

Taraflar arasındaki “Faize İtiraz” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Zonguldak İcra Mahkemesince davanın reddine dair verilen 16.4.2008 gün ve 2006/388-2008/182 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 6.10.2008 gün ve 13734-16514 sayılı ilamı ile; (…İİK.’nun 40. maddesi gereğince bir ilamın Yargıtay incelenmesi sonunda bozulması icra işlemlerini olduğu yerde durdurur.
Takibin, itiraz edilmeksizin kesinleşmesi veya itiraz nedenlerinin yerinde görülerek örneğin, talep edilen faiz oranlarının yasaya uygun hale getirilmesinden sonra, yeniden bir karar verilmesi halinde, takip itiraz üzerine inceleme yapan icra mahkemesi kararında yer alan kurallara göre devam edecektir.
Somut olayda, borçlu vekili tarafından talep edilen faiz oranlarına karşı çıkıldığı görülmektedir. Bu itirazın sonuçlandırılmaması halinde faiz oranları kesinleşecek ve bozmadan sonra hükmedilecek miktara kesinleşen faiz oranlarının uygulanması gerekecektir.
O halde, takip İİK’nun 40. maddesi gereğince durmuş olsa bile, itiraz nedenlerinin incelenmesinde borçlunun hukuki yararı vardır.
Mahkemece, işin esası incelenerek sonucuna göre bir karar verilmelidir. Eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davacı vekil

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, ilamlı icra takibinde talep edilen faiz oran ve miktarına itirazdan ibarettir.

Davalı/alacaklı tarafından davacı/borçlu aleyhine Mengen Asliye Hukuk (İş) Mahkemesi’nin 13.07.2006 gün ve 2006/42 Esas 2006/64 Karar sayılı ilamına dayanılarak 08.11.2006 tarihinde ilamlı icra takibine girişilmiş; davacı/borçlu tarafından eldeki dava ile “İcra emrinde talep edilen faiz oranının ve miktarının fazla hesaplandığı” ileri sürülerek, 21.11.2006 tarihinde faize itiraz edilmiştir.

Takip dayanağı ilamın yargılama sırasında bozulması üzerine Yerel Mahkemece, “takip dayanağı ilamın bozulmuş olması nedeniyle, İcra ve İflas Kanunu’nun 40. maddesi uyarınca icra işlemlerinin olduğu yerde duracağı” gerekçesiyle “davanın reddine” dair verdiği karar, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Takibe konu olan ilam, Mengen Asliye Hukuk (İş) Mahkemesi’nce verilmiş olan, iş kazası nedeniyle sürekli iş göremezlik derecesinin tespiti ile iş kazasının meydana geldiği tarihten itibaren ödenmeyen sürekli iş göremezlik gelirinin tahsiline ilişkindir. Belirtilen Mahkemenin 13.07.2006 gün ve 2006/42 Esas 2006/64 Karar sayılı ilamı ile “Davacının geçirdiği iş kazası sonucu 16.9.1996 tarihi itibariyle %32 oranında malul kaldığının tespitine; Hak kazandığı maluliyet aylıklarından 37,08 YTL sinin 21.12.1996 tarihinden, 257,28 YTL sinin 31.12.1997 tarihinden, 489,96 YTL sinin 31.12.1998 tarihinden, 998,24 YTL sinin 31.12.1999 tarihinden, 1202,70 YTL sinin 31.12.2000 tarihinden, 1.888,76 YTL sinin 31.12.2001 tarihinden, 2.739,70 YTL sinin 31.12.2002 tarihinden, 3.466,82 YTL sinin 31.12.2003 tarihinden, 4.124,76 YTL sinin 31.12.2004 tarihinden, 4.896 YTL sinin 31.12.2005 tarihinden, 864,92 YTL sinin 28.02.2006 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalı idareden alınarak davacıya verilmesine; Toplam 317,99 YTL sosyal yardım zammının hak ediş tarihlerinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalı idareden alınarak davacıya verilmesine; 26.02.2006 tarihinden itibaren tespit edilen %32 maluliyet üzerinden davalı idarece genelge ve katsayı artışları nazara alınmak suretiyle daimi iş kazası maluliyet aylığı bağlanmasına” karar verilmiştir.

Anılan hükmün alacaklı tarafça takibe konulmasından sonra, borçlu tarafından eldeki dava ile faiz oran ve miktarına itiraz edilmiş; yargılama sırasında takip dayanağı ilam, 10. Hukuk Dairesince yapılan temyiz incelemesi sonunda, davacının sürekli iş göremezlik gelirinin belirlenmesinde uygulanacak prosedüre ilişkin olarak 506 sayılı Yasanın 109. maddesi uyarınca inceleme yapılması ve raporlar alınması, bundan sonra 506 sayılı Yasanın 19. maddesi gözetilerek sürekli iş göremezlik gelirinin başlangıç tarihini belirlenmesi, davacıya 01.07.1999-01.06.2003 tarihleri arasındaki dönemde malullük aylığı ödendiği ve söz konusu aylıkların yapılan kontrol ve muayene sonucuna istinaden kesildiği gözetilerek sigortalıya bağlanacak sürekli iş göremezlik geliri belirlenirken de anılan dönemdeki aylık ödemeleri dikkate alınarak 506 sayılı Yasanın 92.maddesi gözetilmesi suretiyle hüküm kurulması gerektiği gerekçesiyle, esasa ilişkin nedenlerle ve araştırmaya dayalı olarak bozulmuştur.
Açıklanan maddi olgu, bozma ve direnme kararlarının kapsamları itibariyle uyuşmazlık; görülmekte olan davada davacı/borçlunun itiraz nedenlerinin incelenmesinde hukuki yararının bulunup bulunmadığı, bu bağlamda Mahkemece işin esasına girilerek sonucuna göre karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle belirtilmelidir ki, kural olarak; alacaklının, elindeki ilama dayanarak ilamlı icra takibi yapabilmesi için hükmün kesinleşmiş olması şart değildir. Hüküm kesinleşmeden de alacaklı ilamlı takip yoluna başvurabilir.
Yine, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 443/1 maddesi gereğince kural olarak, temyiz edilmiş olması da ilamın icrasını durdurmaz.
Bu halde, bir taraftan Yargıtay’da temyiz incelemesi yapılırken, diğer taraftan icra dairesi, ilamın icrasına devam eder. İlamın icrası devam ederken Yargıtay’ca hükmün bozulması halinde ne olacağı sorusunun cevabı ise, İcra ve İflas Kanunu’nun 40. maddesinde düzenlenmiştir.
İcra işlemleri devam ederken (ilam hükmü tamamen icra edilmeden önce) ilamın bozulması halinde, icra işlemleri olduğu yerde durur (İ.İ.K m.40/1). Bu hükme göre, ilamın bozulması ile, ilamın icrası sadece olduğu yerde durur; yoksa, ilamlı icra takibi iptal edilmez.

Hükmün kısmen bozulması ve kısmen onanması halinde, bozulan kısmı için icra işlemleri olduğu yerde durur, hükmün onanan kısmı için ise icra işlemlerine devam edilir.

Bir başka yönüyle, mahkeme bozma kararına uyarak yeni bir karar verirse, alacaklı bu yeni ilamın da kesinleşmeden icrasını isteyebilir. Alacaklı, bu yeni ilamın icrasını derdest icra takibi dosyasında isteyebileceği gibi, yeni bir ilamlı icra takibi yapmasına da engel yoktur.
Mahkemece bozma kararına karşı direnme kararı verilmesi halinde ise, bununla bozma kararı hükümsüz kalır ve bu nedenle bozma ile icranın durması sonucu da ortadan kalkar. Alacaklı, direnme kararına dayanarak, bozma ile durmuş bulunan ilamlı icra takibine aynı dosyada devam edilmesini isteyebilir.
Bozma kararına uyan mahkeme, nitelik ve miktar itibariyle bozulan karara uygun yeni bir karar verirse, alacaklının bu yeni ilamın icrasını derdest icra takibi dosyasında istemesi halinde, borçluya yeniden icra emri gönderilmesine gerek yoktur.
Aksi halde, bozma ilamına uyan mahkemece bozmadan sonra verilen yeni ilamda müddeabih ve eklentilerinin değiştirilmesi durumunda, derdest icra takibi dosyasında borçluya ilk icra emri kapsamı dışında yeni bir icra emri gönderilmesi zorunludur.
Bu noktada, borçluya ilk icra emri kapsamı dışında yeni bir icra emri gönderileceğinden, yeni icra emrinin tebliği üzerine borçlunun yeniden itiraz hakkı bulunduğu kuşkusuzdur. Şu halde borçlunun, icra emrinde talep edilen faiz oran ve miktarına yeni icra emrinin tebliği üzerine itiraz edebileceği de her türlü duraksamadan uzaktır.
Somut olayda; takibe dayanak ilamın icrası devam ederken hüküm esasa ilişkin nedenlerle araştırmaya yönelik olarak bozulmuş olup, İcra ve İflas Kanunu’nun 40. maddesinin 1. fıkrası uyarınca takip kendiliğinden durmuştur. İlk hükmün bozulmuş olması nedeniyle ortada tespit edilmiş bir alacak ve faiz başlangıç tarihinin bulunmadığı belirgindir.
Yukarıda açıklanan bozma ilamının kapsamına göre, bozmadan sonra yapılacak yargılama sonucunda verilecek olan hükümde alacaklının iş göremezlik derecesi, iş göremezlik gelirinin başlangıcı ile faiz başlangıç tarihleri değişeceğinden, alacaklı derdest icra takibi dosyasında bu yeni ilamın icrasını isteyebilecektir. Borçlunun, yeni icra emrinin tebliği üzerine faiz oran ve miktarına yeniden itiraz hakkı bulunmakla, faize ilişkin itirazının o aşamada çözümlenebileceği açıktır.
Hal böyle olunca; bozmayla ortadan kalkan ilamın icrası yönünden davacı/borçlunun itiraz nedenlerinin incelenmesinde, bu aşamada bir hukuki yararı bulunmadığından; Mahkemece davanın reddine dair verilen kararda direnilmiş olması yukarıda açıklanan gerekçelerle sonucu itibariyle doğrudur. O halde, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanması gerekir.
SONUÇ: Davacı/borçlu vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, 04.11.2009 gününde oybirliği ile karar verildi.

KASTEN YARALAMA NEDENİYLE MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT- PARMAK KISITLILIĞI NEDENİYLE OLUŞAN BEDEN GÜCÜ KAYBI

T.C
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2019/49
KARAR: 2019/5763

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı … vekili Avukat … tarafından, davalı … aleyhine 31/05/2013 gününde verilen dilekçe ile kasten yaralama nedeniyle maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; maddi tazminat isteminin reddine, manevi tazminat isteminin kısmen kabulüne dair verilen 23/10/2018 günlü kararın Yargıtayda duruşmalı olarak incelenmesi davacı vekili tarafından, duruşmasız olarak incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle daha önceden belirlenen 03/12/2019 duruşma günü için yapılan tebligat üzerine duruşmalı temyiz eden davacı vekili Avukat … ile karşı taraftan davalı vekili Avukat … geldiler. Açık duruşmaya başlandı. Süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçelerinin kabulüne karar verildikten ve hazır bulunanların sözlü açıklamaları dinlendikten sonra taraflara duruşmanın bittiği bildirildi. Dosyanın görüşülmesine geçildi. Tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.

1)Dosyadaki yazılara, kararın bozmaya uygun olmasına, delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre yerinde görülmeyen davalının, manevi tazminata ilişkin hükme yönelik temyiz itirazları reddedilmelidir.

2)Davacının temyiz itirazlarına gelince;
Dava, kasten yaralama nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Davacı, 24/08/2012 tarihinde davalının kendisini darp ettiğini ve sol el ikinci parmağını kırması sonucu parmağının eğri kaldığını belirterek, maddi ve manevi zararının giderilmesini istemiştir.

Davalı ise davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece maddi tazminat isteminin kabulüne ve manevi tazminat isteminin kısmen kabulüne dair verilen 16/12/2014 tarihli ilk kararın davalı vekilince temyizi üzerine, Dairemizin 20/04/2016 gün ve 2015/6818 esas, 2016/5342 karar sayılı ilamı ile “davacı hakkında düzenlenen tek hekim imzalı rapora davalının itiraz etmiş olması da nazara alınarak, davacının yaşı ve meslek grubu dikkate alınarak maluliyet raporunun … Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulundan alınarak sonucuna göre zarar kapsamının belirlenmesi gerektiği” şeklindeki gerekçe ile bozulmasına karar verilmiştir.

Mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda, “… Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunun 23/07/2018 tarihli raporuyla, davacının ikinci parmağındaki hareket kısıtlılığına ait travmanın 5 yıl önceye ait olduğunun … Eğitim ve Araştırma Hastanesi uzman hekimi tarafından düzenlenen 05/03/2013 tarihli epikriz raporunda kayıtlı olduğunun anlaşılması nedeniyle davacının parmağındaki hareket kısıtlılığının davaya konu olayla illiyet bağı bulunmadığının tespit edildiği, bu nedenle davacının davaya konu olay nedeniyle herhangi bir maluliyetinin bulunmadığı” gerekçesiyle davacının maddi tazminat isteminin reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Dosyanın incelenmesinde; mahkemece bozmaya uyularak davacının maluliyet raporunun … Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulundan alınmasına karar verilmiş, … Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu ise tüm tıbbi evrak ve grafilerin temini ile davacının bir tıp fakültesi ya da eğitim araştırma hastanesine sevki sağlanarak, yeni bir ortopedi muayenesi sonucu düzenlenecek raporun ve yeni çekilecek grafilerin gönderilmesi için evrakın geri çevrilmesine karar vermiş, bunun üzerine davacının gönderildiği … Eğitim ve Araştırma Hastanesinde ortopedi uzmanı Op. Dr. …’dan 10/05/2017 tarihli rapor alınmış, bu raporda hasta geçmişi kısmında “…… isimli hasta 5 yıl önce sol el 2 parmağını geri bükmüşler, o zamandan beri sol el 2 parmakta ağrı oluyormuş ve 2 parmakta hareketlerinde kısıtlılık kalmış…” ifadesine yer verilen ve davacının parmak eklem açıklıklarını gösterir rapor ve yeni çekilen röntgen filmi tekrar … Adli Tıp Kurumuna gönderilmiştir.

… Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu ise davacıyı 07/05/2018 günü muayene ederek hazırladığı 23/07/2018 tarihli raporunun 6. bendinde ilk olarak davacı hakkında … Eğitim ve Araştırma Hastanesinde düzenlenen 05/03/2013 tarih ve 1665/4670059 protokol numarası ile düzenlenmiş epikriz raporunda eklem ağrısı şikayeti tanısı konulduğunu belirtmiş, yine 05/03/2013 tarih ve 1665/4670059 protokol numarası ile düzenlenmiş epikriz raporunda şeklinde başlayan raporun 7. bendinde ise “… isimli hasta 5 yıl önce sol el 2 parmağını geri bükmüşler, o zamandan beri sol el 2 parmakta ağrı oluyormuş ve 2 parmakta hareketlerinde kısıtlılık kalmış” şeklindeki hasta geçmişi ile başlayan ancak davacının 07/05/2018 tarihinde aynı hastanede muayenesi sonucu düzenlenen yeni tarihli rapor içeriğine yer verilmiştir. Ancak, 05/03/2013 tarihli epikriz raporunda yaralanmanın 5 yıl önce gerçekleştiği yönünde bir ifade bulunmamaktadır. Böylece … Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunca düzenlenen 23/07/2018 tarihli raporda, davacının daha önceki raporları ve rapor tarihleri birbirine karıştırılmak suretiyle, davacının parmağındaki hareket kısıtlılığına sebep olan yaralanmanın, 2013 yılından geriye doğru 5 yıl önce gerçekleştiği ve davaya konu 24/08/2012 tarihli yaralanmayla illiyet bağı bulunmadığı sonucuna varılmıştır. Mahkemece, bu rapordaki sonuç benimsenerek hüküm kurulmuştur.

Yukarıda açıklanan nedenlerle, … Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunca düzenlenen 23/07/2018 tarihli rapor maddi hata içermekte olup usule uygun değildir. Şu halde mahkemece, davaya konu yaralanmaya bağlı parmağında hareket kısıtlılığı iddiasına ilişkin olarak davacının, beden gücü kaybı olup olmadığını bildirir yeniden Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulundan maluliyet raporu alınmalı ve alınacak rapordan sonra sonucuna göre hüküm kurulmalıdır. Mahkemece, maddi hata içeren rapora dayalı olarak hüküm kurulması doğru olmamış, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen kararın yukarıda (2) sayılı bentte açıklanan nedenle davacı yararına BOZULMASINA, bozma nedenine göre davacının diğer temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine yer olmadığına, davalının temyiz itirazlarının ise ilk bentte açıklanan nedenlerle reddine ve davacı yararına takdir olunan 2.037,00 TL duruşma avukatlık ücretinin davalıya yükletilmesine, davacıdan peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 03/12/2019 gününde oy birliğiyle karar verildi.

PARMAK KIRIĞI – BEDEN GÜCÜ KAYBI NEDENİYLE MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT

T.C
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2016/11506
KARAR:2018/7411

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı … vekili Avukat … tarafından, davalı … aleyhine 30/11/2012 gününde verilen dilekçe ile haksız eylem nedeniyle maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın reddine dair verilen 21/06/2016 günlü kararın Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.
Dava, kasten yaralama eylemi nedenine dayalı maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, istemin reddine karar verilmiş, hüküm; davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı vekili, olay tarihinde davacı ile davalı arasında çıkan kavgada müvekkilinin parmağının kırıldığını, bacağında kesi meydana geldiğini ve kalıcı sinir yaralanmasına neden olduğunu, bu nedenle bir ameliyat geçirdiğini, 90 günden fazla iş görmez raporu aldığını, müvekkilinin hem bedenen, hem de ruhen derin acılar çektiğini, öğretmenlik yapmakta olan müvekkilinin bacağındaki yaranın ayakta durmasını oldukça güçleştirdiğini ve iş gücü kaybına uğradığını, bu nedenle müvekkili lehine maddi ve manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

Davalılar, davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece, hükme esas alınan 22/10/2015 tarihli Adli Tıp Kurumu Genel Kurulu raporu doğrultusunda, davacının 01/03/2011 tarihinde geçirmiş olduğu darp olayı sonucu olduğu bildirilen arızası, 11/10/2008 tarih ve 27021 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği hükümleri muvacehesinde maluliyetine neden olacak düzeyde araz bırakmadan iyileşmiş olduğu bu nedenle maluliyet tayinine mahal olmadığı, iyileşme süresinin 01/03/2011 tarihinden itibaren 3 (üç) aya kadar uzayabileceği, kişide saptanan peroneal sinir arızası ile 01/03/2011 tarihli maruz kaldığı darp olayı arasında illiyet bağı bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Toplanan tüm deliller ve özellikle ceza mahkemesince yapılan yargılama sırasında davalıya atfedilen ve sübut bulan eylemler birlikte değerlendirildiğinde, davalının davacıya yönelik etkili eylemi sonucu beden gücü kaybı oluşmadan iyileştiği sabitse de, davacının parmağının kırıldığı anlaşılmaktadır. Bu haliyle, mahkemece davacının dilekçesindeki talepler de dikkate alınmak suretiyle, davacının parmağının kırıldığı gözetilerek maddi ve manevi zararının tespiti ile sonuca gidilmesi gerekirken davanın tümden reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 28/11/2018 gününde oy birliğiyle karar verildi.

TAPU İPTALİ VE TESCİL- TAPU KÜTÜĞÜNDE KAYITLI TAŞINMAZ MALİKİNİN TESPİT EDİLEMEMESİ VEYA ÖLÜ OLMASI- KAZANDIRICI ZAMANAŞIMINA DAYALI ZİLYETLİK

T.C.
YARGITAY
8. Hukuk Dairesi

ESAS NO : 2016/16646
KARAR NO : 2020/1724

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
Y A R G I T A Y İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : Şanlıurfa 2. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 29/06/2016
NUMARASI : 2007/544-2016/574
DAVACI : M. Necmi Y.
VEKİLİ: Av. Selim Hartavi
DAVALI : Maliye Hazinesi vs.
DAVA TÜRÜ : Tapu İptali ve Tescil

Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş olup hükmün davalılar tarafından ayrı ayrı temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.

KARAR

Davacı vekili, dava konusu 311 ada 25 parsel sayılı taşınmazın vekil edeni tarafından 1975 yılından bu yana (32 yıl) malik sıfatıyla, davasız, aralıksız kullanıldığını ve Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 713/2. maddesindeki şartların oluştuğunu belirterek, bahsi geçen taşınmazın tapu kaydının iptali ile vekil edeni adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalılar, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulüne, 311 ada 25 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmiş olup; hüküm, davalılar tarafından ayrı ayrı temyiz edilmiştir.
Dava, TMK’nin 713/2. maddesinde düzenlenen ölüm ve bilinmeme nedenlerine dayanılarak açılan tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.

Dosya kapsamı ve toplanan delillerden; dava konusu 311 ada 25 parsel sayılı avlulu kargir ev niteliğindeki taşınmazın tapulama çalışmalarında, 14.01.1963 tarihinde Süleyman kızı Fatma adına tespit edildiği, Fatma’nın ölü olduğunun şerh düşüldüğü ve tespitin 29.08.1963 tarihinde kesinleştiği, yapılan yargılamada davacı tarafın Mahkemece verilen süre içinde kayıt malikinin hasımlı mirasçılık belgesini almak için açtığı davanın “..yapılan bütün araştırmaya rağmen ölü Süleyman kızı Fatma’nın mirasçıları tespit edilemediğinden..” şeklindeki gerekçeyle reddine karar verildiği ve sonrasında da herhangi bir mirasçılık belgesi ibraz edilmediği anlaşılmıştır.

Kural olarak, tapulu bir taşınmazın veya tapuda kayıtlı bir payın kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilmesi mümkün değildir. Ancak, kanunun açıkça izin verdiği ve düzenlediği ayrık durumlarda tapulu bir yerin veya tapuda kayıtlı bir payın koşulları oluştuğu takdirde kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilmesi mümkün olabilir. Kanunun açıkça izin verdiği hallerden biri de TMK’nin 713/2. maddesindeki düzenlemedir. Anılan madde de, “aynı koşullar altında, maliki tapu kütüğünden anlaşılmayan veya 20 yıl önce ölmüş ….bir kimse adına kayıtlı bulunan taşınmazın tamamının veya bölünmesinde sakınca olmayan bir parçasının zilyedi de o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerindeki mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir” denilmiştir.

Kanundaki “…Maliki tapu kütüğünden anlaşılamayan…” düzenlemesinden; tapu kaydının hukuki durumunun açık olmaması, Yargıtay İçtihatlarına göre, tapu kütüğündeki bilgi ve belgelerden genel olarak gerekli dikkati gösteren kişilerin malikin kim olduğunu anlayamayacağı haller amaçlanmıştır. Tapu kütüğündeki malik sütununun boş ve açık bırakılması, malik adının müphem ve yetersiz gösterilmesi, böyle bir kişinin hiç yaşamamış ve kaydının herhangi bir yerde bulunmaması, malik adının silinmiş ve yenisinin yazılmamış olması gibi hallerde malikin tapu kütüğünden anlaşılamadığı sonucuna varılabilir (Yargıtay HGK’nin 10.4.1991 tarihli ve 1991/8-51 Esas, 194 Karar, 15.04.2011 tarihli ve 2011/8-111 Esas, 2011/180 Karar sayılı ilamları). Soyut ve nam-ı mevhum(sanal, mevcut olmayan hayali kişi) bir kişi adına sicil oluşturulmuş olması halinde de, maliki tapu sicilinden anlaşılamayan kişiden söz edilebilir.

Kayıt malikinin, tanınmıyor, hatırlanmıyor olması, adresinin tespit edilememesi, tebligat yapılamaması, uzun yıllar önce taşınmış ya da ölmüş olması, mirasçılarının belirlenememesi gibi hususlar o kişinin tapu kütüğünde maliki bilinmeyen kişi olarak nitelendirilmesini gerektirmez. Yine, tapu sicili ekindeki kadastro tutanağı, tedavül(el değiştirme) ve bunlara esas kayıt ve belgelerden tapu malikine ilişkin bilginin mevcut olması durumunda da bilinmeyen kişi olarak kabul edilemez.

Somut uyuşmazlıkta; her ne kadar Mahkemece, gerekçe bölümünde davanın, malikin tapu kaydından kim olduğunun anlaşılamadığı sebebine dayanılarak açıldığı kabul edilerek, kayıt malikinin bilinmeyen kişi olduğundan hareketle yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmiş ise de; verilen karar dosya kapsamı ve toplanan delillerle uyuşmamaktadır. Şöyle ki; dava konusu 311 ada 25 parsel 1963 yılında tapulama çalışmalarında, 1945 tarihli vergi kaydı ile Kanuni Sani 290 tarih 142 sıra nolu tapu kaydı uygulanmak suretiyle Süleyman kızı Fatma adına tespit ve tescil edilmiş, kayıt malikinin ölü olduğu da belirtilmek suretiyle tutulan tutanak 29.08.1963 tarihinde kesinleşmiştir.

Neticeten; az yukarıda yazılı Daire ve Yargıtay uygulamaları doğrultusunda, dayanak tapu kaydı, kadastro tutanağı ve dosya kapsamına göre, kayıt malikinin kanun anlamında bilinen kişi olduğu açıktır. Mahkemenin bu nedenle davanın kabulüne karar vermesi doğru olmamıştır.

Bundan ayrı; davacı yan TMK 713/2’de düzenlenen bilinmeme ve ölüm nedenlerinin her ikisine birden dayanmıştır. Ne var ki; Mahkemece, kayıt malikinin ölmüş olması sebebi bakımından herhangi bir inceleme ve değerlendirme yapılmamıştır. O halde; yukarıda yazılı ilkeler, davacının açtığı ve reddedilen mirasçılık belgesine ilişkin dosya ve toplanmış toplanacak deliller hep birlikte değerlendirilerek bu sebep bakımından olumlu olumsuz bir hüküm kurmak üzere kararın bozulması gerekmiştir.

Diğer yandan; TMK’nin 713/2. maddesine dayanan davalarda bilinmeme sebebi bakımından son mirasçının sıfatı ve tapu kütüğünün tutulmasından sorumlu olması sebebiyle Hazinenin; ölüm sebebi bakımından ise kayıt malikinin mirasçıları veya TMK’nin 501.maddesi gereğince Hazinenin davada yer alması gerekmekte olup, davalı Şanlıurfa Büyükşehir Belediye Başkanlığı ile Eyyübiye Belediye Başkanlığı yönünden pasif husumet ehliyeti yokluğu nedeniyle davanın reddine karar verilmesi gerekirken, bu hususun gözden kaçırılmış olması da isabetli olmamıştır.

SONUÇ: Davalı taraf vekillerinin temyiz itirazlarının yukarıda yazılı nedenlerle kabulüyle hükmün 6100 sayılı HMK’nin Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’un 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’un 440/I maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve peşin harcın istek halinde temyiz edenlere ayrı ayrı iadesine 24.02.2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Başkan
F. AKÇİN
Üye
E. SARICALAR
Üye
M. K. ÇETİN
Üye
N. MERAL
Üye
A. SEZER

NE
Karşılaştırıldı

MENFİ TESPİT DAVALARINDA ARABULUCU – BİR MİKTAR ALACAĞIN TAHSİLİ TALEBİ OLMADIĞINDAN, TİCARİ DAVA NİTELİĞİNDEKİ MENFİ TESPİT DAVALARININ AÇILABİLMESİ İÇİN ARABULUCUYA BAŞVURU ZORUNLULUĞU BULUNMADIĞI-

T.C.
İSTANBUL
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
14. HUKUK DAİRESİ

DOSYA NO: 2019/521,
KARAR NO : 2019/423
KARAR TARİHİ: 21.03.2019

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
İ S T İ N A F K A R A R I

İNCELENEN KARARIN MAHKEMESİ: İSTANBUL 7. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ

TARİHİ: 01/02/2019

NUMARASI: 2019/52 E. – 2019 /44 K.

DAVANIN KONUSU: Menfi Tespit (Alım Satım)

Taraflar arasında görülen menfi tespit davasının ilk derece mahkemesince yapılan yargılaması sonucunda, ilamda yazılı nedenlerle davanın reddine ilişkin verilen hükme karşı davacı vekilince istinaf kanun yoluna başvurulması üzerine dairemize gönderilmiş olan dava dosyası incelendi.

TARAFLARIN İDDİA VE SAVUNMALARININ ÖZETİ

Davacı asil dava dilekçesinde özetle: Davalı yanca İstanbul 10. İcra Müdürlüğünün 2017/6592 Esas sayılı dosyası ile icra takibi başlatıldığını ve ödeme emrinin tebliğinden sonra yasal süresi içerisinde icra takibine itiraz ettiğini ve İstanbul 4. İcra Hukuk Mahkemesinin 2018/769 esas sayılı dosyası ile dava açtığını, davaya konu borcu ödediğini, davalı yana borcunun bulunmadığını belirterek, İstanbul 10. İcra Müdürlüğünün 2018/769 esas sayılı dosyası, GOP 3. İcra Müdürlüğünün 2018/13 talimat dosyalarında ihtiyati tedbir kararı verilmesini, davalıya borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalıya dava dilekçesi tebliğ edilmeden, dosya üzerinden karar verilmiş olduğundan, cevap dilekçesi bulunmamaktadır.

İLK DERECE MAHKEMESİNİN KARARININ ÖZETİ

İlk derece mahkemesince dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda; 7155 sayılı Kanun’un 20. maddesi, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’na eklenen 5/A maddesi ve 7155 Sayılı Kanun’un 23. maddesi ile 6325 Sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’na eklenen 18/A-2 maddesi uyarınca, arabulucuya başvurulmadan dava açılmış olması karşısında, davanın Türk Ticaret Kanunu’nun 5/A, 6325 sayılı Kanunun 18/A-2, Hukuk Mahkemeleri Kanunu’nun 114/2 ve 115/2 maddeleri uyarınca dava şartı yokluğu nedeni ile usulden reddine karar verilmiştir.
Bu karara karşı davacı vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulmuştur.

İLERİ SÜRÜLEN İSTİNAF SEBEPLERİ

Davacı vekili istinaf başvuru dilekçesinde özetle;

Müvekkilinin iş bu davayı açmadan önce arabulucuya başvurduğunu, buna ilişkin belgelerin ve arabulucu tarafından düzenlenen son tutanağın dava dilekçesi ekinde sunulmasına rağmen, mahkemenin bu belgeleri incelemeden karar verdiğini, dava şartı eksikliği bulunmadığını belirterek, ilk derece mahkemesinin usul ve yasaya aykırı kararının kaldırılmasına karar verilmesini istemiştir.

İNCELEME VE GEREKÇE

Dava hukuki niteliği itibariyle, İİK’nın 72. maddesi uyarınca, icra takibinden sonra açılmış menfi tespit davasıdır.

İlk derece mahkemesince, davanın ticari dava olup arabulucuya başvurulmadan dava açıldığı, TTK’nın 5/A maddesindeki dava şartının bulunmadığı gerekçesiyle, HMK’nın 115/2. maddesi uyarınca davanın usulden reddine karar verilmiş, bu karara karşı davacı vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulmuştur.

İstinaf incelemesi, HMK’nın 355. maddesi uyarınca, davacı vekili tarafından ileri sürülen istinaf nedenleri ve kamu düzeni yönüyle sınırlı olarak yapılmıştır.

6/12/2018 tarihli, 7155 sayılı Kanun’un 20. maddesiyle TTK’ya eklenen 5/A maddesi uyarınca, “(1) Bu Kanunun 4 üncü maddesinde ve diğer kanunlarda belirtilen ticari davalardan, konusu bir miktar paranın ödenmesi olan alacak ve tazminat talepleri hakkında dava açılmadan önce arabulucuya başvurulmuş olması dava şartıdır.”

6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’ nun 18/A maddesi uyarınca, “(1) İlgili kanunlarda arabulucuya başvurulmuş olması dava şartı olarak kabul edilmiş ise arabuluculuk sürecine aşağıdaki hükümler uygulanır.

(2) Davacı, arabuluculuk faaliyeti sonunda anlaşmaya varılamadığına ilişkin son tutanağın aslını veya arabulucu tarafından onaylanmış bir örneğini dava dilekçesine eklemek zorundadır. Bu zorunluluğa uyulmaması hâlinde mahkemece davacıya, son tutanağın bir haftalık kesin süre içinde mahkemeye sunulması gerektiği, aksi takdirde davanın usulden reddedileceği ihtarını içeren davetiye gönderilir. İhtarın gereği yerine getirilmez ise dava dilekçesi karşı tarafa tebliğe çıkarılmaksızın davanın usulden reddine karar verilir. Arabulucuya başvurulmadan dava açıldığının anlaşılması hâlinde herhangi bir işlem yapılmaksızın davanın, dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddine karar verilir.”

Bu hukuki açıklamalar ışığında somut olaya dönüldüğünde: Davacının iş bu davadaki talebi, menfi tespit istemine ilişkindir. TTK’nın 5/A maddesine göre, konusu bir miktar paranın ödenmesi olan alacak ve tazminat talepleri hakkında dava açılmadan önce arabulucuya başvurulmuş olması dava şartıdır. Davanın konusu (müddeabih), dava dilekçesindeki talep sonucu, yani neticei talep esas alınarak belirlenir. Neticei talebin bir para alacağının tahsili veya tazminat olduğu durumlarda, arabulucuya başvuru yapılmış olması dava şartaıdır.

Menfi tespit davaları bu kapsamda değerlendirilemez. Çünkü, menfi tespit davalarında, bir miktar alacağın tahsili talebi yoktur. Yani, ticari dava niteliğindeki menfi tespit davalarının açılabilmesi için arabulucuya başvuru zorunluluğu bulunmamaktadır. İlk derece mahkemesinin karar gerekçesi bu nedenle usul ve yasaya aykırıdır.

Diğer taraftan, somut olayda davacının, iş bu davayı açmadan önce (ihtiyari olarak) arabulucuya başvurduğu, arabulucunun katılımıyla düzenlenmiş olan anlaşmaya varılamadığına ilişkin tutanağın dava dilekçesine eklendiği, istinafa konu kararın bu yönüyle de usul ve yasaya aykırı olduğu anlaşılmaktadır.

Açıklanan bu gerekçelerle, ilk derece mahkemesince dava şartlarına aykırı karar verildiği anlaşılmakla, HMK’nın 353/1.a.4. maddesi uyarınca, ilk derece mahkemesinin istinafa konu kararının kaldırılmasına ve davanın yeniden görülmesi için dosyanın, kararı veren ilk derece mahkemesine gönderilmesine dair aşağıdaki karar verilmiştir.

KARAR :Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere;

1- HMK 353/1.a.4. maddesi uyarınca, işin esası incelenmeksizin, İlk Derece Mahkemesi kararının KALDIRILMASINA,

2- Davanın yeniden görülmesi için dosyanın kararı veren ilk derece mahkemesine gönderilmesine,

3- Taraflarca yatırılan istinaf peşin harçlarının ilk derece mahkemesi tarafından, talep halinde iadesine,

4- Taraflarca istinaf başvurusu için yapılan yargılama giderlerinin esas hükümle birlikte, İlk Derece Mahkemesi tarafından, yargılama giderleri içinde değerlendirilmesine,

5- Gerekçeli kararın ilk derece mahkemesince taraflara tebliğine dair;

HMK’nın 353/1.a.6. maddesi uyarınca, dosya üzerinde yapılan inceleme sonunda, 21/03/2019 tarihinde, oy birliğiyle ve kesin olarak karar verildi.

KANUN YOLU: HMK’nın 353/1.a. maddesi uyarınca karar kesindir.

SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYE OLMA- ETKİN PİŞMANLIK

T.C
YARGITAY
16. CEZA DAİRESİ
ESAS: 2019/5841
KARAR: 2019/7025

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :Ceza Dairesi
Suç : Silahlı terör örgütüne üye olma
Hüküm :TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 3, 5/1, TCK’nın 62/1, 53, 58/9, 63. maddeleri gereği
mahkumiyetine dair istinaf başvurusunun esastan reddi

Bölge Adliye Mahkemesince verilen hüküm temyiz edilmekle;
Temyiz edenin sıfatı, başvurunun süresi, kararın niteliği ve temyiz sebebine göre dosya incelendi, gereği düşünüldü;
Temyiz talebinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi;
Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;
Dosya kapsamında bulunan ve hükme esas alınan hukuka uygun şekilde elde edilmiş delillere göre sanığın örgüt üyesi olarak kabulünde isabetsizlik bulunmadığından yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddine, ancak;
Suç işlemek amacıyla örgüt kurma, yönetme, örgüte üye olma, üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme veya örgüte bilerek isteyerek yardım etme suçlarında etkin pişmanlık, şahsi cezasızlık veya cezadan indirim yapılması gereken haller olarak kabul edilmiştir.
Amaç suçun işlenişine iştirak etmeksizin, hakkında bir soruşturma başlamadan önce örgütten gönüllü olarak ayrıldığını ilgili makamlara bildirmesi halinde (221/2 m.), hakkında soruşturma başladıktan sonra, gönüllü olarak teslim olup, örgütün yapısı ve faaliyetleri çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi vermesi (221/4 m. ilk cümle), verilen bilgilerin samimi ve örgütlü suçlarla mücadelede yararlı olması halinde, sanık yakalandıktan sonra pişmanlık duyarak örgütün dağılmasını veya mensuplarının önemli ölçüde yakalanmasını sağlamaya elverişli bilgi vermesi halinde (221/3 m.), sanık hakkında şahsi cezasızlık nedeni uygulanacaktır.
Amaç suça elverişli vahim nitelikte sayılan eylemler gerçekleştirilmeden yakalanan, örgüt kuran, yöneten, örgüte üye olan, üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen veya örgüte bilerek isteyerek yardım edenlerin örgütün yapısı ve faaliyetleri hakkında bilgi vermesi halinde cezadan indirim yapılacaktır (221/4. fıkra 2. cümle).
Bu açıklamalar karşısında tüm dosya kapsamı değerlendirildiğinde;
Sanığın tüm aşamalarda etkin pişmanlık hükümlerinden faydalanmak istediğini beyanla, örgüte katılışı, örgütsel faaliyetleri ve bildiği örgüt mensuplarına ilişkin bilgi vererek, kendisinin sabit hattan arandığını ifade edip, mahrem imamın kod ismini bildiren sanığın, etkin pişmanlıktan yararlandırılmaması için bu beyanlarının samimi olmadığı ve örgütün faaliyetlerini ve mensuplarını gizlemek istediği iradesinin açıkça ortaya konulması gerektiği, daha önce deşifre olmuş örgüt mensuplarının isimlerinin ifadede yer almış olması nedeniyle etkin pişmanlıktan yararlanamayacağına ilişkin kabulün yasanın gerekçesi ve amacına hizmet etmeyeceği gibi, yerleşik uygulamalara da aykırı olacağı gözetilerek;
Gerektiği takdirde sanığın beyanlarına başvurup ifadesinde geçen mahrem imam da teşhis ettirilerek, ayrıca sabit hat ve ardışık aramaya ilişkin ilgili emniyet birimlerince araştırma yapılmak suretiyle sanığın hukuki konumunun buna göre belirlenmesi gerekirken yetersiz gerekçeyle yazılı olduğu şekilde karar verilmesi;
Kanuna aykırı, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebeplerden dolayı BOZULMASINA, sanığın tutuklulukta geçirdiği süre, atılı suç için kanun maddelerinde öngörülen ceza miktarı ve mevcut delil durumu gözetilerek tutukluluk halinin devamına, 28.02.2019 tarihinde yürürlüğe giren 20.02.2019 tarih ve 7165 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değişik 5271 sayılı Kanunun 304. maddesi uyarınca dosyanın Şanlıurfa 5. Ağır Ceza Mahkemesine, kararın bir örneğinin Gaziantep Bölge Adliye Mahkemesi 4. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 18.11.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

TRAFİK KAZASI – GÜÇ KAYBI TAZMİNATI- ZARARIN MAĞDUR TARAFINDAN GİDERİLMESİ

T.C.
YARGITAY
4.HUKUK DAİRESİ

ESAS NO. 1982/3059
KARAR NO. 1982/3938
TARİHİ. 19.4.1982

818/m.41

DAVA VE KARAR : Davacı Necati, yaralanmasına neden olan trafik olayı sonunda çalışma gücünü %35 oranında kalıcı olarak kaybettiğini ileri sürerek 753.500 lira maddi tazminat isteğinde de bulunmuştur. Mahkeme, davacının beden gücünde azalmaya rağmen, çalışma karşılığında gelirinde bir azalma olmadığını tartışarak bu yoldaki isteğin reddine karar vermiştir.

Yaralanmalar nedeniyle kişilerin beden bütünlüğünde kalıcı olarak gerçekleşen sakatlıkların beden gücü kaybına neden olduğu ve bunun sonucu kişinin mal varlığında eylemli olarak eksilme meydana gelmiş ise, bunun tazmin ettirileceği tartışmasızdır. Sorun; olayımızda olduğu gibi beden gücü kaybına rağmen kişinin gelirinde ( mal varlığında ) bir eksilme olmamış ise ortaya çıkmaktadır. Bu gün uygulamada, kişinin kalıcı sakatlıkları nedeniyle oluşan beden gücü kaybı nedeniyle, gelirinde ve dolayısıyla mal varlığında bir eksilme meydana gelmemiş olsa dahi, tazminatın gerekeceği kabul edilmekte ve bu, güç ( efor ) kaybı tazminatı diye adlandırılmaktadır. Bu kabul, ilk bakışta sorumluluk hukukunun, zarar kavramına ters düştüğü ileri sürülebilir. Ancak, burada beden gücü kaybına uğrayan kişinin aynı işi zarardan önceki durumuna ve diğer kişilere göre daha fazla bir güç ( efor ) sarfıyla yaptığı gerçeğinden hareket edilerek bir anlamda zararı, bu fazladan sarf edilen gücün oluşturduğu kabul edilmektedir.

Bu kabul tarzının ortaya çıkardığı sonuç, tazminat hukuku kavram ve kurallarına uygundur. Bilindiği gibi, hukuka aykırı olarak gerçekleşen zararın, zarar görenin kendi imkanlarıyla giderilmesi, sorumluluğu ortadan kaldırmaz. Kişinin oluşan beden gücü kaybı sonucu meydana gelmesi kaçınılmaz zararı ( gelir azalması ), bizzat kendisinin “daha fazla bir güç” harcayarak gidermesi sorumluluktan kurtarma aracı olarak kullanılmamalıdır. Aksi görüş, zarar gören yerine, hukuka aykırı eylemle zarar veren kişinin korunmasını ortaya çıkarır ki, bu da hak ve adalet ölçülerine ters düşer.

O halde, mahkemenin sorumluluk hukukunda kökleşmiş uygulamayı göz önüne almaksızın ve zarar kavramının belirlenmesinde hataya düşerek vardığı sonuç usul ve yasaya aykırı olup, hüküm bu nedenle bozulmalıdır.

SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarıda gösterilen nedenlerle temyiz eden davacı Necati yararına ( BOZULMASINA ), oybirliğiyle karar verildi.

SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYE OLMA- TERÖR ÖRGÜTÜ PROPAGANDASI YAPMA- ETKİN PİŞMANLIK

T.C.
YARGITAY
16. CEZA DAİRESİ

ESAS NO :2018/1418
KARAR NO :2018/1455
TARİHİ :09/05/2018

Mahkemesi :Ağır Ceza Mahkemesi
Suç : Silahlı terör örgütüne üye olma, Terör örgütü
propagandası yapma
Hüküm : 1-3713 sayılı Kanunun 7/1. maddesi delaleti ile
TCK’nın 314/2, 53 ve 3713 sayılı Kanunun 5. maddesi
uyarınca mahkumiyet,
2-3713 sayılı Kanunun 7/2-b ile TCK’nın 53 ve 63.
maddeleri uyarınca mahkumiyet

Dosya incelenerek gereği düşünüldü:
I-Terör örgütü propagandası yapma suçundan hükmedilen mahkumiyet kararına yönelik temyiz taleplerinin incelenmesinde;
Sanığın üzerine atılı terör örgütü propagandası yapma suçunu zincirleme şekilde işlediğinin anlaşılması karşısında, TCK’nın 43. maddesi ile uygulama yapılmaması aleyhe temyiz bulunmadığından bozma nedeni yapılmamış; Anayasa Mahkemesinin 24.11.2015 tarih ve 29542 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 tarih, 2014/140 E. 2015/85 K. sayılı iptal kararının, TCK’nın 53. maddesinin uygulanması yönünden infaz aşamasında gözetilmesi mümkün görülmüştür.
Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre sanık müdafiinin yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle hükmün ONANMASINA, oybirliğiyle;
II-Silahlı terör örgütüne üye olma suçundan hükmedilen mahkumiyet kararına yönelik temyiz taleplerinin incelenmesinde;
1-Sanığın 29.09.2016 havale tarihli dilekçesi ve 07.11.2016 tarihinde CİMER’e gönderdiği elektronik posta ile örgüte katıldığını ve etkin pişmanlıktan faydalanmak istediğini beyan etmesi karşısında; sanığın yeniden ifadesinin alınması, örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi vermesi halinde örgütteki konum ve faaliyetine uygun nitelikte faydalı bilgi verip vermediğinin ilgili kurumlardan sorulmasından sonra TCK’nın 221. maddesinde düzenlenen etkin pişmanlık hükümlerinin sanık hakkında uygulanıp uygulanmayacağının değerlendirilmesinde zorunluluk bulunması,
2-Kabul ve uygulamaya göre de;
a-Silahlı terör örgütü üyesi olduğu kabul edilen sanık hakkında TCK’nın 58/9. maddesi ile uygulama yapılması gerektiğinin ve hüküm tesis edilirken delalet maddesi olarak 3713 sayılı Kanunun 7/1. maddesinin gösterilmeyeceğinin düşünülmemesi,
b-Anayasa Mahkemesinin 24.11.2015 tarih ve 29542 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 tarih, 2014/140 E. 2015/85 sayılı iptal kararı ile TCK’nın 53. maddesindeki bazı düzenlemelerin iptal edilmiş olması nedeniyle bu karar doğrultusunda hüküm kurulması gerektiğinin gözetilmemesi,
Bozmayı gerektirmiş, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, hükmün bu sebepten dolayı BOZULMASINA, 09.05.2018 tarihinde Üye …’ın verilen kararın 2 nolu bozma nedenleri itibariyle düzeltilerek onanması gerektiğine dair karşı oyu ve oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY:

5237 sayılı TCK’nın 221. maddesinde “etkin pişmanlık başlığı altında suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, yönetmek veya bu amaçla kurulmuş örgüte üye olmak ya da üye olmamakla beraber örgüt adına suç işlemek veya örgüte bilerek ve isteyerek yardım etmek suçları ile ilgili olarak etkin pişmanlık hali düzenlenmiştir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 08.04.2008 gün ve 2008/9-18-78 E.K. sayılı kararının gerekçesinde de vurgulandığı üzere, terör örgütlerinin insan kaynağının kurutulabilmesi, alınabilecek diğer tedbirlerle birlikte bu örgütlerin etkisizleştirilip ortadan kaldırılmaları, geçmişte meydana gelen terör eylemlerinin aydınlatılabilmesi, gelecekte işleyebilecekleri suçların engellenmesi ve terör örgütüne üye olanların tekrar topluma kazandırılabilmeleri bakımından 05.06.1985 tarihli ve 3216 sayılı Bazı Suç Failleri Hakkında Uygulanacak Hükümlere Dair Kanun kabul edilerek yürürlüğe konulmuştur. Bu Kanunun iki yıllık yürürlük süresinin bitmesi üzerine aynı amaçlara yönelik olarak 25.03.1988 tarihli ve 3419 sayılı Kanun çıkarılmış, Kanunun 1. maddesi süreli, diğer maddeleri ise süresiz olarak yürürlüğe girmiştir. Anılan 1. maddenin sona eren yürürlük süresi zaman içinde 3618, 3853, 4085, 4450 ve 4537 sayılı Yasalarla uzatılmış ve beklenen amaca ulaşılamaması nedeniyle bu kez 4959 sayılı Topluma Kazandırma Kanunu 06.08.2003 tarihinde yürürlüğe konulmuştur. Son olarak da 5237 sayılı TCK’nın 221. maddesinde etkin pişmanlık hükümleri düzenlenmiştir. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 01.04.1991 gün ve 9/41-105 E.K. sayılı içtihadında da belirtildiği üzere; Topluma kazandırma Kanunlarının çıkarılmasında kanun koyucunun amacı örgütlerin çökertilmesini ve dağılmalarını sağlamak, suç işlemeyi önlemek, mensup olduğu yasa dışı örgütün amaçladığı suçun işlenmesine engel olanları ve işlediği suçtan pişmanlık duyanları cezalandırmayarak yeniden topluma kazandırmaktır.
5237 sayılı TCK’nın 221. maddesinde düzenlenen etkin pişmanlıkta gönüllü ayrılma, teslim olma, yakalanma ve kurucular ve yöneticiler için örgütü dağıtma ya da dağılmasının sağlama hali olarak ayrı ayrı düzenleme getirmiştir. Yapılan düzenlemede her durum ayrı ayrı koşullara bağlanmıştır.
Buna göre;
a-TCK’nın 221. maddesinin 1. fıkrasının uygulanabilmesi için, fail örgütün kurucusu ya da yöneticisi olmalı, örgüt kurma suçu nedeniyle soruşturmaya başlanmamış ve örgütün amacı doğrultusunda suç işlenmemiş olmalı ve fail örgütü dağıtmalı veya verdiği bilgilerle örgütün dağılmasını sağlamalıdır.
Bu koşulların birlikte gerçekleşmesi halinde cezaya hükmolunmayacaktır. Failin etkin pişmanlıktan yararlanabilmesi için ön koşul örgütün amacı doğrultusunda suç işlenmemiş olmasıdır. Soruşturmaya başlanmış ya da örgütün faaliyeti çerçevesinde amaç suça yönelik suç işlenmişse birinci fıkranın uygulanması mümkün değildir.
b-TCK’nın 221/2. maddenin uygulanabilmesi için,fail örgüt üyesi olmalı, örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmemiş olmalı, örgütten gönüllü olarak ayrılmış olmalı, örgütten ayrıldığını ilgili makamlara bildirmelidir.
Failin örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmemiş olması “ön koşul ise de, “herhangi bir suç örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenebilen her türlü suç olarak algılanamaz. Herhangi bir suç kavramından TCK’nın 302 ya da 309 maddelerdeki amaç suçları anlamak gerekir. Bu fıkra uygulamasında failin bilgi vermesi aranmaz sadece örgütten gönüllü olarak çekildiğini yetkili makamlara bildirme yeter sayılır.
Kanunda veya kanun gerekçesinde ilgili makamın hangi makam olduğu belirtilmemiş, örnekseme de yapılmamıştır. Bu nedenle ilgili makamlar ibaresini geniş yorumlamak gerekmektedir. Soruşturma ve kovuşturma yetkisi bulunan makamlar ile suçun önlenmesine ilişkin görev yapan tüm birimler ile bu birimlerle bu makamlara ayrılma iradesini iletebilecek tüm devlet organları bu kapsam içerisinde kabul edilmelidirler. Madde başlığı etkin pişmanlık olduğu için etkin pişmanlığın sergilenip sergilenmediğinin takdiri için kişinin şahsen başvurusunun olması gerektiğini kabul etmek gerekir.
c-TCK 221/3. maddenin uygulanabilmesi için; Fail örgüt üyesi olmalı, Örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmemiş olmalı, Yakalanmış olmalı, Pişmanlık duyarak örgütün dağılmasını veya mensuplarının yakalanmasını sağlamaya elverişli bilgi vermelidir. Bu dört şartın da birlikte gerçekleşmesi halinde cezaya hükmolunmayacaktır. Yine herhangi bir suç kavramından sadece TCK’nın 302 ya da 309 maddelerdeki niteliğindeki amaç suçları anlamak gerekir.
Yakalanan failin etkin pişmanlık hükümlerinden faydalanabilmesi için pişmanlık duyarak örgütün dağılmasına veya mensuplarının yakalanmasına elverişli bilgi de vermesi gerekir. Madde gerekçesinde de belirtildiği üzere verilen bilginin örgütün dağılmasını veya mensuplarının yakalanmasını sağlamaya elverişli olup olmadığının taktiri mahkemeye aittir. Mahkeme bunu dosya, sanığın örgüt içerisindeki konumu ve verdiği bilgilerin sonuçlarına göre değerlendirecektir.
d-TCK 221. maddesinin 4. fıkranın birinci cümlesinde teslim olan faillerin, ikinci cümlesinde ise yakalanan faillerin durumu düzenlenmiştir. Kanun koyucu tarafından maddenin dördüncü fıkra gerekçesi; Kişi, suç işlemek için kurulmuş olan örgütün kurucusu, yöneticisi veya üyesi olmakla birlikte, örgütün ulaştığı yapılanma itibarıyla dağılmasını sağlama imkanından yoksun olabilir. Bu durumda bile, söz konusu sıfatları taşıyan kişilerin belli şartlarda etkin pişmanlıktan yararlanması sağlanabilmelidir. Bu düşüncelerle maddenin dördüncü fıkrası düzenlenmiştir” şeklinde ifade edilmiştir. Bu nedenle de örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmemiş ve yakalanmış olan fail pişmanlık duyarak örgütün dağılmasını veya mensuplarının yakalanmasını sağlamaya elverişli bilgi verememiş ancak örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi vermiş ise 4. fıkra uyarınca cezasından indirim yapılacaktır.
aa-TCK 221/4. maddesinin 1. cümlesinin uygulanabilmesi için; fail örgütün kurucusu, yöneticisi, örgüt üyesi, ya da üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen veya örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden olmalı, gönüllü olarak teslim olmalı, örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi vermelidir.
Bu üç şartın gerçekleşmesi halinde kişi hakkında örgüt kurmak, yönetmek veya örgüte üye olmak suçundan dolayı cezaya hükmolunmaz.
221. maddenin ikinci fıkrasında örgütten ayrılan faillerin durumu düzenlenmiş iken dördüncü fıkrada teslim olan örgüt üyelerinin durumu düzenlenmiştir.
Failin örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmemiş olması ön koşulu bu fıkrada düzenlenmemiştir. Belirtilen koşulların oluşması halinde fail hakkında örgüt kurmak, yönetmek veya örgüte üye olmak, örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme ve örgüte bilerek isteyerek yardım etme suçlarından dolayı cezaya hükmolunmayacaktır.
bb-TCK 221/4. maddesinin 2. cümlesinin uygulanabilmesi için; failin örgütün kurucusu, yöneticisi, örgüt üyesi ya da üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen veya örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden olmalı; yakalanmış olmalı, örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi vermelidir.
Bu koşulların birlikte gerçekleşmesi halinde kişi hakkında örgüt kurmak, yönetmek örgüte üye olmak suçundan dolayı ya da örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme ve örgüte bilerek ve isteyerek yardım etmek suçlarından tayin edilecek cezalardan indirim öngörülmüştür. Burada amaçlanan madde gerekçesinden anlaşıldığı üzere kişinin örgütün ulaştığı yapılanma itibarıyla dağılmasını sağlama imkanından yoksun olması durumunda söz konusu sıfatları taşıyan bu kişilerin belli şartlarda etkin pişmanlıktan yararlanmasını sağlayabilmektir.
5237 sayılı TCK’nın 314. maddesinin 3. fıkrasında “suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçuna ilişkin diğer hükümler bu suç açısından da aynen uygulanır hükmü mevcut olup; örgüt kurma suçu kapsamında bulunan 5237 sayılı TCK’nın etkin pişmanlığa ilişkin 221. maddesinde 765 sayılı TCK’nın 170. maddesinin uygulanabilmesi için aranan silahlı örgüt tarafından amaç suçun işlenmemiş ya da amaç suçun işlenilmesine kalkışılmamış olması gerektiğine ilişkin bir koşul öngörülmemiştir. Bu nedenle başka örgüt mensupları tarafından amaç suçun işlenmesine kalkışılmış olsa bile fail bu eylem ya da eylemlere iştirak etmedikçe koşulları bulunduğu takdirde TCK’nın 221. maddesinin hükümlerinden yararlanabilecektir.
Failin pişmanlığının gerekip gerekmediği fıkra metninde açıklanmamıştır. TCK’nın 221. madde başlığı etkin pişmanlıktır. Kanun metni başlıkla birlikte değerlendirildiğinde samimi bir irade ile pişmanlığını belirtip sergilemesi gerektiği sonucu ortaya çıkmaktadır. Kanunun gerekçesinde de vurgulandığı üzere failin etkin pişmanlığını samimi olarak sergileyip sergilemediğini hakim taktir edecektir. Bu kapsamda örgüt ilişkisi içinde olup kendiliğinden örgütten ayrılarak teslim olan falin örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak edip etmediği ve yaptığı açıklamaların konum ve faaliyetlerine uygun olup olmadığı ve eldeki mevcut bilgilerle örtüşüp örtüşmediği Emniyet Genel Müdürlüğünden sorulup araştırıldıktan sonra hukuki durumunun tayin ve takdiri gerekir.
Yargıtay’ın 765 sayılı TCK’nın yürürlükte olduğu dönemde çıkartılan Topluma Kazandırma Kanunlarından itibaren süregelen yerleşik uygulamalarına göre; 5237 sayılı TCK’nın etkin pişmanlığa ilişkin 221. maddesinin amaç, kapsam ve madde gerekçesi birlikte nazara alındığında, 5237 sayılı TCK’nın 302 ve 309 maddelerinde yazılı amaç suçu gerçekleştirmeye elverişli bir suç işleyen; silahlı terör örgütünün üyesi olduğu anlaşıldığı halde, kovuşturma aşamasında önceki ifadelerini ve suçlamayı reddedip, örgüt üyesi olmadığını beyan eden; atılı suçlamayı reddeden; kolluk ifadelerini daha sonra değiştirip geri alan; güvenlik güçlerince yakalanarak ele geçirilen ve örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili kanunun aradığı anlamda yeterli bilgi vermeyen; açıklamaları ile terör örgütünün dağılmasına, meydana çıkarılmasına yardım etmeyen yahut terör örgütünün amaçladığı suçun işlenmesine de engel olmayan; pişmanlık duyarak örgütün dağılmasına veya mensuplarının yakalanmasını sağlamaya elverişli bilgi vermeyen; güvenlik güçlerince yakalanan ve kanunun aradığı anlamda pişmanlık duyarak yeterli bilgi vermeyen failler hakkında etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanması mümkün değildir.
Somut olayda sanık terör amaçlı kayıp şahıs olarak aranırken yapılan istihbari çalışma ile …’ın evinde yakalanmış olup, kolluk, C. savcılığı, sorgu ve duruşma ifade ve savunmalarında suçlamayı kabul etmemiş, mahkumiyet hükmünden sonra CİMER verdiği 07.11.2016 tarihli ve Osmaniye 2. Ağır Ceza Mahkemesine verdiği 28.09.2016 tarihli dilekçede 2014 yılı ramazan ayında PKK örgütünün kır kadrosuna katılıp 2015 yılı Kurban bayramından önce örgütten kaçtığını ancak teslim olmayıp bir süre akrabalarının evlerinde kaldıklarını ve ağabeyinin evinde iken yakalandığını beyan etmiş bunun dışında örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlara ve örgütün kır kadrosunda kaldığı dönem içerisinde tanıdığı örgüt mensuplarına ilişkin tek bir bilgi vermediği gibi dilekçesinde bilgiyi ileride vereceği yolunda da bir beyanda bulunmamıştır. Dosya içerisinde bulunan … Kod …’in beyanlarından sanığın örgütün kır kadrosundan sağlık sorunları nedeniyle ayrıldığı anlaşılmaktadır. Örgüt üyelerinin etkin pişmanlık kurumunu kullanarak yargılamayı uzatma amacına dönük girişimlerinin önlenmesi bakımından örgüt üyeliği suçundan mahkumiyet hükmü kurulduktan sonra kanun yolu aşamasında etkin pişmanlıkta bulunan sanığın bu talebinin en azından dilekçesinde örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlara ilişkin bilgi vermesi gerekir ki mahkumiyet hükmü bu nedenle bozulabilsin somut olayda hiç bir bilgi verilmediği gibi ileriye dönük olarak bilgi vereceği yönünde de beyanı yoktur. Mevcut durumda TCK’nın 221/4-2. cümlesi de dahil olmak üzere TCK’nın 221 maddesinin uygulanma koşulları gerçekleşmediği anlaşılmakla sayın çoğunluğun bozma düşüncesine iştirak edilmemiştir.

AİLE KONUTU TAŞINMAZIN TAPU KAYDININ İPTALİ- NİSPİ HARÇ – NİSPİ VEKALET ÜCRETİ

T.C
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2018/3260
KARAR: 2019/2439

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : … Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi
DAVALILAR : 1-… 2-…
DAVA TÜRÜ : Tapu İptali ve Tescil-Aile Konutu Şerhi Konulması

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda bölge adliye mahkemesi hukuk dairesince verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı tarafından tapu iptal-tescil davasının ve aile konutu şerhi davasının reddedilen bölümleri yönünden; davalılardan … tarafından ise; aile konutu şerhi ve tapu iptal tescil davasının kabul edilen bölümü ile, harç, yargılama giderleri ve vekalet ücreti yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davacının tüm, davalı …’nün aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.

2-Davacı tarafından dava konusu 494 ada 6 parsel sayılı taşınmazın aile konutu olduğu, davalı eski malik eşi Mehmet tarafından rızası alınmadan diğer davalı …’ye satıldığı iddia edilerek taşınmazın Halize adına olan tapu kaydının iptali ile eski malik eş Mehmet adına kayıt ve tescili ile taşınmaza aile konutu şerhi konulması talep edilmiş, ilk derece mahkemesince davanının kabulü ile dava konusu 494 ada 6 parsel sayılı taşınmazın Halize adına olan tapu kaydının iptali ile davalı … adına tesciline ve taşınmazın tapu kaydına aile konutu şerhi konulmasına karar verilmiş, davalılardan Halize tarafından istinaf talebinde bulunulması üzerine ise … Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi tarafından hükmün kaldırılarak, davanın kabulü ile 494 ada 6 parsel sayılı kargir ev vasfındaki taşınmaz üzerinde bulunan üç katlı binanın 3. katındaki meskenin tapu kaydının iptali ile davalı eş Mehmet adına tesciline ve aynı taşınmaz bölümü üzerine aile konutu şerhi konulmasına, karar verilmiştir. Yapılan yargılama ve toplanan delillerden dava konusu taşınmaz üzerinde alt kat, orta kat ve çatı katından oluşan binanın bulunduğu, üç katlı binanın 3. katındaki meskenin aile konutu olarak kullanıldığı ve bölge adliye mahkemesince de bu bölüm yönünden tapu kaydının iptali ile aile konutu şerhi konulmasına karar verildiği anlaşılmaktadır. Açıklanan sebeplerle bilirkişilerden ek rapor alınmak suretiyle aile konutu olarak kullanılan ve tapu iptali ile eski malik adına kayıt edilmesine karar verilen katın değerinin belirlenerek, bu değer üzerinden (oranlama yapılarak) nispi karar ilam harcı, yargılama giderine ve vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda 2. bentte gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma kapsamı dışında kalan temyize konu diğer bölümlerin ise yukarıda 1. bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, aşağıda yazılı harcın davacıya yükletilmesine, peşin harcın mahsubuna 176.60 TL temyiz başvuru harcı peşin yatırıldığından başkaca harç alınmasına yer olmadığına, temyiz peşin harcının istek halinde yatıran davalı …’ye geri verilmesine, dosyanın ilgili bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine gönderilmesine oybirliğiyle karar verildi. 07.03.2019 (Prş.)

BELİRSİZ ALACAK DAVASINDA BOZMADAN SONRA “TALEP ARTIRIM DİLEKÇESİ” İLE TALEP SONUCU ARTTIRILABİLİR. HUKUKİ NİTELİK İTİBARİYLE TALEP ARTIRIM İŞLEMİ ISLAH DEĞİLDİR..

               TC
YARGITAY
8. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2017/14704
KARAR:2018/19438

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ : Aile Mahkemesi

Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonucunda Mahkemece verilen davanın kabulüne dair kararın davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Dairemizin 17.05.2017 gün ve … Esas, 2017/7268 Karar sayılı ilamı ile bozulmasına karar verilmişti. Taraf vekilleri tarafından süresinde kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla dosya incelendi gereği düşünüldü:

K A R A R

Davacı … vekili, 21.05.2012 havale tarihli dava dilekçesinde; davanın belirsiz alacak davası olduğunu belirterek, evlilik birliği içinde edinilen 5054 ada 1 parselde 1 numaralı, 1991 ada 1 parselde 5 numaralı bağımsız bölümler ile …plaka sayılı araçtan kaynaklanan katılma alacağı ve katkı payı alacağının davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı … vekili, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemenin davanın reddine dair ilk kararı, davacı vekilinin temyizi üzerine Daire’nin 23.05.2013 tarih, … Esas-2013/7769 Karar sayılı ilamı ile “… Somut olayda taraflar arasında devam eden boşanma davası bulunduğu saptanmış olup bu boşanma davasının açılmasıyla davacının mal rejiminden kaynaklanan alacak hakkı doğmuştur. Ancak tasfiyeye karar verilebilmesi için boşanma davasının sonucunun beklenmesi ve HGK’nin 27.06.2012 tarih 2012/ 8-268 Esas, 2012/ 420 Karar sayılı ilamında belirtildiği üzere boşanma davasının bekletici mesele yapılarak, boşanma davasının olumlu sonuçlanması halinde toplanacak delillere göre bir karar vermek gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması doğru değildir…” gereğine işaret edilerek bozulmuştur. Mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonunda davanın kabulüne, 27.000,00 TL katkı payı alacağının dava tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte, 40.250,00 TL katılma alacağının karar tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesi üzerine; hüküm, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dairenin 17.05.2017 tarih … Esas ve 2017/7268 Karar sayılı ilamıyla; “…HMK’nin 177.maddesine göre ıslah, tahkikatın sona ermesine kadar yapılabilirse de; 04.02.1948 tarih ve 1944/10 Esas-1948/3 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, bozma kararından sonra ıslah yapılamayacağına ilişkindir. İçtihadı Birleştirme Kararları, adeta kanun hükmünde olup, ilke kararlarıdır ve benzer hukuki konularda Yargıtay Genel Kurullarını, dairelerini ve adliye mahkemelerini bağlar (Yarg.Kan.mad.45/5). Durum böyle iken, mahkemece bozma kararından sonra ıslah yapılamayacağına ilişkin az yukarıda açıklanan İçtihadı Birleştirme Kararı göz önüne alınmadan bozma sonrası yapılan ıslahla arttırılan miktarı da kapsar şekilde karar verilmesi doğru olmamıştır…”gereğine işaret edilerek verilen ikinci karar da bozulmuştur. Her iki taraf vekilince bozma kararının düzeltilmesi istenildiğinden dosya yeniden incelenmiştir.

Dava, katkı payı ve katılma alacağı isteklerine ilişkin olup, 21.05.2012 tarihinde açılmıştır.

6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesi ” Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir. Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir…” hükmü ile belirsiz alacak davası düzenlenmiştir.

Davanın açıldığı 21.05.2012 tarihi itibariyle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu yürürlüktedir. Belirsiz alacak davası,yukarıda belirtildiği üzere, 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesiyle kabul edilmiştir. Bu durumda eldeki davanın açıldığı tarihte Hukuk Muhakemeleri Kanunu yürürlükte olduğuna göre, belirsiz alacak davası ile ilgili hükümlerin uygulanması gerekir. Dairece, ilk bozma ilamından sonra ıslah yapılamayacağına işaret edilerek Mahkemece verilen karar yeniden bozulmuş ise de dava belirsiz alacak davası olduğundan davacı tarafça sunulan 29.12.2014 havale tarihli dilekçenin ıslah dilekçesi değil, talep açıklama dilekçesi olduğu kabul edilmelidir. Bu nedenle Daire’nin bu hususa yönelen bozma kararı yerinde olmadığından, bozma kararının kaldırılması ve davalı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.

Davalı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesinde;

1. Dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına, mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verildiğine ve takdirde bir isabetsizlik bulunmadığına göre, davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.

2. Davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarına gelince;

a. 1991 ada 1 parselde bulunan 5 numaralı bağımsız bölüme ilişkin olarak; Mahkemece, davalı adına kayıtlı 5 numaralı bağımsız bölümün edinme tarihi itibariyle edinilmiş mal olduğu kabul edilerek davacı lehine katılma alacağına hükmedilmiş ise de, dosya kapsamı incelendiğinde toplanan delillerin hüküm kurmaya elverişli olmadığı anlaşılmaktadır. Tasfiyeye konu edilen 5 numaralı bağımsız bölümün tapu kaydından 21.08.2007 tarihinde davalı adına tescil edildiği sabittir. Ancak davalı tarafça bu taşınmazın alımında … Şubesinde bulunan parasının kullanıldığı, söz konusu paranın 2002 yılından önceki birikimleri ile oluşturduğu vadeli hesabından geldiği savunulmuş, buna yönelik bir kısım evrak da dosyaya sunulmuştur. Mahkemece, davalının bildirdiği banka hesabındaki para ve paranın kaynağı ile taşınmazın edinilmesinde kullanılıp kullanılmadığı yönünde gereği gibi araştırma ve inceleme yapılmamıştır. Mahkemece bildirilen banka hesapları ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru değildir.

b. … plaka sayılı araca ilişkin olarak; davalı bu aracın edinilmesi için önceden adına kayıtlı … plaka sayılı aracın takasa verildiğini, aracın takas karşılığı 10.000,00 TL’ye sayıldığını, araç bedelinin kalan 11.000,00 TL’sinin de kendisi tarafından banka havalesi ile gönderildiğini, bu nedenle edinilmiş mal niteliğinde olmadığını açıklayarak kişisel mal savunmasında bulunmuş, aracın trafik kayıtlarına delil olarak dayanmıştır. Ne var ki, mahkemece, bahsi geçen aracın kayıtları getirtilmemiş, kişisel mal savunması üzerinde yeterince durulmamıştır. Mahkemece … plaka sayılı araca ilişkin kayıtlar getirtilip tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması da doğru olmadığından hükmün (2) numaralı bentte açıklanan sebeplerle bozulmasına karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle her iki taraf vekilinin karar düzeltme itirazlarının kabulü ile Daire’nin 17.05.2017 tarih … Esas 2017/7268 Karar sayılı bozma kararının KALDIRILMASINA, davalı vekilinin temyiz itirazları yukarıda (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle yerinde görüldüğünden, Yerel Mahkeme hükmünün 6100 Sayılı HMK’nin Geçici 3.maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’un 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarının yukarıda (1) numaralı bentte yazılı nedenlerle REDDİNE, 27,70 TL peşin harcın istek halinde karar düzeltme isteyenlere ayrı ayrı iadesine 29.11.2018 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

İŞÇİ ALACAĞI-TANIK DİNLETMEKTEN VAZGEÇME- TANIK DİNLETMEKTEN VAZGEÇMEYE KARŞI TARAFIN AÇIK MUVAFAKATİNİN BULUNMAMASI

T.C.
GAZİANTEP
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
7. HUKUK DAİRESİ

DOSYA NO : 2018/1901
KARAR NO : 2020/28

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
İ S T İ N A F K A R A R I

BAŞKAN : UĞUR OCAK (40955)
ÜYE : ALİ CEYLAN (92565)
ÜYE : RAMAZAN EŞİYOK (151542)
KATİP : ABDULBASİT ARGA (154758)

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : ŞANLIURFA 2. İŞ MAHKEMESİ
TARİHİ : 02/05/2018
NUMARASI : 2017/10 Esas – 2018/436 Karar

DAVACI : İBRAHİM K.
VEKİLİ : Av. SELİM HARTAVİ
DAVALI :P….. ENERJİ LTD ŞTİ
DAVANIN KONUSU : Alacak (İşçi İle İşveren İlişkisinden Kaynaklanan)

TARAFLARIN İDDİA ve SAVUNMALARININ ÖZETİ:
İDDİA: Davacı vekili, müvekkilinin gerekçe gösterilmeden işten çıkarıldığını iddia ederek ihbar tazminatı, fazla çalışma, ulusal bayram genel tatil alacaklarının tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

SAVUNMA: Davalı davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

İLK DERECE MAHKEMESİ KARARININ ÖZETİ: Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
İSTİNAF SEBEPLERİ:

Davacı vekili, davalı tanıklarının dinlenilmesinden vazgeçilmesine muvafakatleri bulunmadığı, bu hususta kendilerine sorulmadığı, hizmet tespiti davası açmaya zorlanamayacakları, davacı tanıklarının da toplu çıkarıldıklarını beyan ettikleri, hizmet ilişkisi bulunduğu gerekçeleriyle yerel Mahkeme kararının kaldırılmasına karar verilmesini talep etmiştir.

GEREKÇE :

HMK’nun 355. maddesine göre istinaf incelemesi, istinaf dilekçesinde belirtilen sebeplerle sınırlı olarak ve kamu düzenine aykırılık hususları ile sınırlı ve istinaf talep edenin sıfatı da gözetilerek yapılmıştır.

HMK’nın 196. maddesinde delil gösteren tarafın karşı tarafın açık izni olmadıkça, o delile dayanmaktan vazgeçemeyeceği düzenlenmiştir. Davalı tanık dinletmekten vazgeçmiş ancak buna karşı davacının muvafakati sorulmamıştır. Muvafakat örtülü değil açık beyan alınmak suretiyle olabilir. Davalı tanıkları dinlenmeden taraflar arasındaki ilişki araştırılmadan karar verilmesi hatalıdır.

HMK 353/1-a-6 maddesinde “Mahkemece, tarafların davanın esasıyla ilgili olarak gösterdikleri delillerin hiçbiri toplanmadan veya gösterilen deliller hiç değerlendirilmeden karar verilmiş olması.” halinde dosyanın duruşma yapılmaksızın mahkemesine kesin olarak gönderileceği düzenlenmiştir. HMK 353/1-a-6 maddesine göre delillerin hiçbirinin toplanmaması iade nedeni iken delillerin hepsi toplanmış olsa bile gösterilen delillerin değerlendirilmemesi de iade nedenidir. Eksik inceleme ile karar verildiğinden HMK 353/1-a-6 maddesi gereği ilk derece Mahkemesi kararı ortadan kaldırılarak yeniden inceleme yapılmak üzere dosyasının mahal Mahkemesine iadesine karar verilmiştir.

HÜKÜM :

1.Davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile HMK’nun 353/1-a-6. maddesi gereğince ilk derece Mahkemesi kararı ortadan kaldırılarak yeniden yargılama yapılmak üzere dosyanın Mahkemesine gönderilmesine, iade nedenine göre davacının sair istinaf sebeplerinin incelenmesine yer olmadığına,

2.İstinaf Karar harcı bakımından davanın esası hakkında karar verilmediğinden alınan maktu istinaf harcının talebi halinde davacıya iadesine,

3.HMK’nın 333. Maddesi uyarınca kullanılmayıp kalan gider avansının olması durumunda taraflara iadesine,
Dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda oybirliği ile 08/01/2020 tarihinde KESİN olmak üzere karar verildi.

GEREKÇELİ KARARIN YAZILDIĞI TARİHİ : 07/02/2020

Uğur OCAK
Başkan
40955

Ali CEYLAN
Üye
92565

Ramazan EŞİYOK
Üye
151542

Abdulbasit ARGA
Katip
154758

KATILMA ALACAĞI-BANKA KREDİSİ İLE ALINAN ARAÇ-HESAPLAMA YÖNTEMİ

T.C
YARGITAY
8. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2019/6186
KARAR:2019/11679

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi

DAVA TÜRÜ : Katılma Alacağı

Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada bozma sonrası yapılan yargılama sonunda Mahkemece, asıl ve birleşen davanın reddine karar verilmiş olup, hükmün davacı-birleşen dosyada davacı … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.

K A R A R

Davacı … vekili, evlilik birliği içinde davalı adına edinilen … plakalı araç nedeniyle 1.000,00 TL alacağın davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiş, birleşen dava dilekçesinde de, evlilik birliği içinde davalı adına edinilen … plakalı araç nedeniyle 12.000,00 TL alacağın davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı … vekili, davanın reddini savunmuştur

Mahkemece, bozma sonrası yapılan yargılama sonucunda, davacının aracın alınmasına katkısını ispatlayamadığı gerekçesiyle asıl ve birleşen davanın reddine karar verilmiştir. Hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Maddi olayları ileri sürmek taraflara, hukuki nitelendirme yapmak ve uygulanacak kanun maddelerini belirlemek hakime aittir (6100 Sayılı HMK mad. 33). İddianın ileri sürülüş şekline göre dava, artık değere katılma alacağı isteğine ilişkindir.

Tasfiyeye konu malın, bedelinin tamamının ya da bir kısmının kredi ile karşılanması durumunda, kredi veren kuruluşa yapılan geri ödemelerin isabet ettiği dönemden, miktarından ve taksit sayısından hareketle mal rejiminin tasfiyesi sonucunda eşlerin alacak miktarları belirlenir. 4721 Sayılı TMK’nin 202/1. maddesi gereğince edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu dönemde yapılan ödemelerde, eşler lehine değer artış payı ve/veya artık değere katılma alacağı hakları doğabilecektir. Kredi borcu ödemelerinin bir kısmının mal rejiminin devamı süresince, bir kısmının da daha sonraki tarihlerde yapılmasında, mal rejiminin geçerli olduğu dönemin sonrasına sarkan ödemeler, dava konusu taşınmazın borcu kabul edilerek tasfiye gerçekleştirilir.

Yukarıda açıklandığı gibi iki döneme yayılan kredi borcu ödeme tablosu mevcut olduğunda; öncelikle, mal rejiminin sona erdiği tarihte henüz vadesi gelmediği için ödenmemiş kredi borç miktarının, toplam kredi borcuna oranı bulunur. Sonra bulunan bu kredi borç oranının, taşınmazın toplam satın alım bedeli karşısındaki oranına dönüşümü gerçekleştirilir. Tespit edilen bu oranın, taşınmazın tasfiye tarihindeki (karara en yakın) sürüm (rayiç) değeri ile çarpılmasıyla borç miktarı belirlenir. Bu ilke ve esaslara göre saptanan taşınmazın borç miktarı, tasfiye tarihindeki sürüm değerinden düşüldükten sonra kalan miktar, değer artış payı ve/veya artık değere katılma alacağı hesaplamasında göz önünde bulundurulur.

Buna göre; öncelikle, tasfiyeye konu malın satın alma bedeli, bunun krediyle ve varsa kredi dışında eşlerin kendi imkanları ile karşıladıkları miktarlar ve oranları ile tasfiye (karara en yakın) tarihindeki sürüm (rayiç) değeri ayrı ayrı belirlenmelidir.

Açıklamalar doğrultusunda hesaplama yapılabilmesi için, iddia ve savunma çerçevesinde, malın satın alınmasına ilişkin akit tablosuyla birlikte tapu/trafik kaydı, kredi sözleşmesi ve kredi borcu ödeme tablosu dahil finans kuruluşu kayıtları, ihtiyaç duyulması halinde eşlerin malın alınmasında katkı olarak kullandıklarını ileri sürdükleri mal varlıklarına ilişkin sair belgeler bulundukları yerlerden getirtilerek uyuşmazlığın çözümünde göz önünde bulundurulmalıdır. Uyuşmazlığın çözümünde kullanılabilecek belirleme ve hesaplamaların yapılabilmesi için gerek görülürse konusunun uzmanı bilirkişi veya bilirkişilerden oluşan kurulundan da yardım alınmalıdır.

Somut olaya gelince; eşler, 20.05.2008 tarihinde evlenmiş, 12.09.2013 tarihinde açılan boşanma davasının kabulüne ilişkin hükmün, kesinleşmesiyle boşanmışlardır. Mal rejimi boşanma davasının açıldığı tarih itibarıyla sona ermiştir (TMK mad.225/son). Sözleşmeyle başka mal rejiminin seçildiği ileri sürülmediğinden evlilik tarihinden mal rejiminin sona erdiği tarihe kadar ise, edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir (4722 Sayılı Yasa mad.10, TMK mad.202/1).Tasfiyeye konu … plakalı araç, eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu 05/05/2010 tarihinde satın alınarak, davalı eş adına tescil edilmiş, 08.07.2013 tarihinde 3.kişiye satılarak devredilmiştir. Mal rejiminin tasfiyesinde eşlerin bağlı bulunduğu rejime ilişkin hükümler uygulanır(TMK mad.179).

Yukarıda açıklanan yasal düzenleme ve ilkeler uyarınca yapılan incelemede;

Tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde; dava dilekçeleri ve tüm beyanlar ile trafik kaydı ve kredi evrakları birlikte değerlendirildiğinde, dava, artık değere katılma alacağı isteğine olduğundan Mahkemenin gerekçesi yerinde değildir. Ayrıca, 23.03.2017 tarihli ilamında sadece davalının savunmasında belirttiği krediler yönünden araştırma yapılması için bozma yapılmış, ne var ki bozmaya uyulmasına rağmen bozma gerekleri tam olarak yerine getirilmemiştir. O halde, Mahkemece, aracın alınmasında kullanılan TEB’den çekilen araç kredisi ile araç kredisinin kapatılmasında kullanılan, boşanma dava tarihine kadar 3 aylık taksiti ödenen toplam 12 ay vadeli 7.500,00 TL bedelli …’tan çekilen kredinin, aracın satın alma bedeli, bunun kredi ile karşılanan miktarı ile araç kredisinin kapatılması için kullanılan …’tan çekilen kredinin kredi borcunun miktarı ve kredi borcunun oranı ayrı ayrı belirlenerek, yukarıda belirtilen Dairemiz ilke ve esasları uyarınca değerlendirme yapılarak, gerektiğinde bu hususta konusunda uzman bilirkişiden gerekçeli ve denetime açık ayrıntılı rapor alınarak hasıl olacak sonuca göre, iddia ve savunma çerçevesinde katılma alacağı talebi hakkında karar verilmesi gerekirken, talebin niteliğinde de hataya düşülerek yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olmuş, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazları yukarıda açıklanan sebeplerle yerinde görüldüğünden kabulü ile 6100 sayılı HMK’nin Geçici 3.maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’un 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’un 440/III-1, 2, 3 ve 4. bentleri gereğince ilama karşı karar düzeltme yolu kapalı bulunduğuna ve peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine, 24.12.2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

HAKSIZ EYLEM NEDENİYLE TAZMİNAT – PARMAK KIRIĞI – İŞ GÜCÜ KAYBI

T.C
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
ESAS:2016/11506
KARAR:2018/7411

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı … vekili Avukat … tarafından, davalı … aleyhine 30/11/2012 gününde verilen dilekçe ile haksız eylem nedeniyle maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın reddine dair verilen 21/06/2016 günlü kararın Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.

Dava, kasten yaralama eylemi nedenine dayalı maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, istemin reddine karar verilmiş, hüküm; davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı vekili, olay tarihinde davacı ile davalı arasında çıkan kavgada müvekkilinin parmağının kırıldığını, bacağında kesi meydana geldiğini ve kalıcı sinir yaralanmasına neden olduğunu, bu nedenle bir ameliyat geçirdiğini, 90 günden fazla iş görmez raporu aldığını, müvekkilinin hem bedenen, hem de ruhen derin acılar çektiğini, öğretmenlik yapmakta olan müvekkilinin bacağındaki yaranın ayakta durmasını oldukça güçleştirdiğini ve iş gücü kaybına uğradığını, bu nedenle müvekkili lehine maddi ve manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

Davalılar, davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece, hükme esas alınan 22/10/2015 tarihli Adli Tıp Kurumu Genel Kurulu raporu doğrultusunda, davacının 01/03/2011 tarihinde geçirmiş olduğu darp olayı sonucu olduğu bildirilen arızası, 11/10/2008 tarih ve 27021 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği hükümleri muvacehesinde maluliyetine neden olacak düzeyde araz bırakmadan iyileşmiş olduğu bu nedenle maluliyet tayinine mahal olmadığı, iyileşme süresinin 01/03/2011 tarihinden itibaren 3 (üç) aya kadar uzayabileceği, kişide saptanan peroneal sinir arızası ile 01/03/2011 tarihli maruz kaldığı darp olayı arasında illiyet bağı bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Toplanan tüm deliller ve özellikle ceza mahkemesince yapılan yargılama sırasında davalıya atfedilen ve sübut bulan eylemler birlikte değerlendirildiğinde, davalının davacıya yönelik etkili eylemi sonucu beden gücü kaybı oluşmadan iyileştiği sabitse de, davacının parmağının kırıldığı anlaşılmaktadır. Bu haliyle, mahkemece davacının dilekçesindeki talepler de dikkate alınmak suretiyle, davacının parmağının kırıldığı gözetilerek maddi ve manevi zararının tespiti ile sonuca gidilmesi gerekirken davanın tümden reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 28/11/2018 gününde oy birliğiyle karar verildi.

İSTİFADAN SONRADA İŞYERİNDE KESİNTİSİZ ÇALIŞMANIN SÜRMESİ İŞ SÖZLEŞMESİNİN İSTİFAYLA SONA ERDİĞİNİN KABUL EDİLEMEYECEĞİ GEÇERSİZ FESİH

T.C
YARGITAY
9.HUKUK DAİRESİ

Esas No: 2006/25699
Karar No: 2006/32649
Tarihi: 11.12.2006

İSTİFADAN SONRADA İŞYERİNDE KESİNTİSİZ ÇALIŞMANIN SÜRMESİ
İŞ SÖZLEŞMESİNİN İSTİFAYLA SONA ERDİĞİNİN KABUL EDİLEMEYECEĞİ
GEÇERSİZ FESİH

ÖZETİ: Mevcut olgulara göre davacı istifa dilekçesi verdikten sonra tarafların anlaşması ile ara vermeden çalışmasına devam etmiş, daha sonra 2.7.2005 tarihinde iş sözleşmesi davalı işverence feshedilmiştir. Bu nedenle, feshin davacının istifası ile son bulduğunu kabul etme olanağı bulunmamaktadır. Davalı işverence iş sözleşmesi geçerli nedenle feshedilmiş olup, davacının işe iade isteğinin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile reddedilmesi hatalıdır.

DAVA: Davacı, feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkeme, davayı reddetmiştir.
Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü

Davacı işçi. iş sözleşmesinin geçerli neden olmadan işverence feshedildiğini ileri sürerek feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini, işe başlatılmama halinde ödenmesi gereken tazminat ile boşta: geçen süre ücretinin belirlenmesini istemiştir.

Davalı işveren, davacının şantiye seli olup, işveren vekili olduğunu, istifa suretiyle iş sözleşmesinin sona erdiğini belirterek davanın reddine karar verilmesi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece davacının istifa suretiyle işten, ayrıldığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

[u]Davalı tanıklarının beyanlarına göre davacının işe alma ve işçi çıkarma yetkisi yoktur. Bu nedenle işveren vekili olduğu kabul edilemez. Oto yandan, dosya içeriğine göre davacı 12.5.2005 tarihinde istifa dilekçesi vermiş ise de daha: sonra tarafların anlaşması ile fesih iradesi ortadan kaldırılmıştır. İstifa dilekçesi üzerine yakınan “54 gün sonra ayrılması uygundur” ibaresinin davacı tarafından kabul edildiğine ilişkin kanıt bulunmamaktadır. Davacı anılan ibarenin bilgisi haricinde yazıldığını ileri sürmüştür. Davalı tanıkları da istifa dilekçesini verdikten sonra davacının ara vermeden çalışmaya devam ettiğini, ancak daha sonra tarafların anlaşamaması nedeni ile davacının çıkışının verildiğini açıklamışlardır. Mevcut olgulara göre davacı istifa dilekçesi verdikten sonra tarafların anlaşması ile ara vermeden çalışmasına devam etmiş, daha sonra 2.7.2005 tarihinde iş sözleşmesi davalı işverence feshedilmiştir. Bu nedenle, feshin davacının istilası ile son bulduğunu kabul etme olanağı bulunmamaktadır. Davalı işverence iş sözleşmesi geçerli nedenle feshedilmiş olup, davacının işe iade isteğinin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile reddedilmesi hatalıdır. Belirtilen nedenlerle, 4857 sayılı İş Kanunun 20.maddesinin 3.fıkrası uyarınca, ‘hükmün bozulmak sureliyle ortadan kaldırılması ve aşağıdaki gibi karar verilmesi gerekmiştir.[/u]

HÜKÜM: Yukarıda belirtilen nedenlerle;
l-) İstanbul I. İş Mahkemesinin 11.7.2006 gün ve 691-483 sayılı kararının bozularak ortadan kaldırılmasına.
2-) İşverence yapılan feshin geçersizliğine ve davacının işe iadesine,
3-) Davacının yasal sürede işe başvurmasına rağmen, işverenin süresi içinde işe başlatmaması halinde ödenmesi gereken tazminat miktarının fesih nedeni ve kıdemi dikkate alınarak 4 aylık ücreti olarak belirlenmesine,
4-) Davacının işe iade için işverene süresi içinde başvurması halinde hak kazanılacak olan ve kararın kesinleşmesine kadar en çok 4 aylık ücret ve diğer haklarının davacıya ödenmesi gerekliğinin belirlenmesine,
Davacının işe başlatılması halinde varsa ödenen ihbar ve kıdem tazminatının bu alacaktan mahsubuna,
5-) Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,
6-) Davacı vekille temsil edildiğinden, karar tarihinde yürürlükte olan tarifeye göre 400.YTL vekalet ücretinin davalıdan alınıp davacıya verilmesine,
7-) Davacı tardından yapılan (31.40) YİL yargılama giderinin davalıdan alınıp davacıya verilmesine, davalının yaptığı yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına,
8- Peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, kesin olarak, oybirliğiyle 11.12.2006 tarihinde karar verildi.

ZORUNLU MALİ MESULİYET SİGORTA POLİÇESİ -HAKSIZ FİİLDEN KAYNAKLI MENFİ TESPİT – UYUŞMAZLIĞIN TÜKETİCİ KANUNU KAPSAMINDA KALIP KALMADIĞI- ARABULUCUYA BAŞVURU

T.C.
GAZİANTEP
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
17. HUKUK DAİRESİ

DOSYA NO : 2020/210
KARAR NO : 2020/148

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
B Ö L G E A D L İ Y E M A H K E M E S İ K A R A R I

 

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : ŞANLIURFA 3. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 27/11/2019
NUMARASI : 2019/422 Esas-2019/924 Karar
DAVACI : MEHMET M. ŞANLIURFA
VEKİLİ : Av. SELİM HARTAVİ
DAVALI : D. SİGORTA ANONİM ŞİRKETİ –

DAVANIN KONUSU : Menfi Tespit (Haksız Eylemden Kaynaklanan)
GEREKÇELİ KARARIN
YAZILDIĞI TARİH : 03/02/2020

Şanlıurfa 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 27/11/2019 tarih ve 2019/422 esas ve 2019/924 karar sayılı kararı aleyhine davacı vekili istinaf başvurusunda bulunduğundan dosyanın yapılan incelemesi sonunda;

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:

Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; 21/12/2014 tarihinde sürücü Mustafa T. sevk ve idaresinde bulunan 63 K 13353 plakalı Haliliye Belediye Başkanlığına ait çöp toplama aracı ile mevlana caddesi üzerinde seyir halinde iken Ali A.’nın sevk ve idaresinde bulunan 17 KE 426 plakalı sayılı aracın çarpışması sonucu ölümlü, yaralanmalı ve maddi hasarlı trafik kazası meydana geldiğini, olay tarihinde Mehmet M. adına ruhsatta kayıtlı bulunan 17 KE 426 plaka sayılı aracın 26/09/2014-26/09/2015 tarihlerini kapsayan 602012 numaralı ZMMS poliçesi ile Doğa Sigorta A.Ş tarafından sigortalandığı, söz konusu sigorta poliçesinde araç başına maddi hasarlar bakımından 26.8000,00 TL’ye kadar teminat altında olduğunu, davalı sigorta şirketi tarafından davacı Mehmet M. hakkında 26.800,00 TL asıl alacak ve 15.687,91 TL işlemiş faiz olmak üzere Şanlıurfa 3.İcra Müdürlüğünün 2018/20435 Esas sayılı icra takip dosyasıyla takibe geçildiğini, davalı sigorta şirketinden Şanlıurfa 3.İcra Müdürlüğünün 2018/20435 esas sayılı takip dosyasında borcun sebebi olarak 17 KE 426 plakalı araç ile 21/12/214 tarihli karışmış olduğu hasar rücü bedeli 26.8000,00 TL olarak belirtildiğini, davacı tarafça 17 KE 421 plaka sayılı aracın karıştığı kaza nedeniyle ilgili sigorta şirketi tarafından ödemelerin Karayolları Motorlu Araçların Zorunlu Mali Mesuliyet sigortası Genel Şartlarına göre sigortalıya rücu imkanı bulunmadığından vekil edenin Şanlıurfa 3.İcra Müdürlüğünün 2018/20435 Esas sayılı takip dosyasına konu 42.487,91 TL borç yönünden borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle ; Müvekkil şirket nezdinde 602012 numaralı sigorta poliçesi ile sigortalı, davacı Mehmet M.in sahibi olduğu, Ali A.’nın sevk ve idaresindeki 17 KE 426 plakalı vasıta ile Mustafa T.sevk ve idaresinde bulunan 63 K 13353 plaka sayılı Haliliye Belediye Başkanlığı’na ait çöp toplama aracı 21/12/2014 tarihinde çarpışması sonucu ölümlü, yaralanmalı ve maddi hasarlı trafik kazası meydana geldiğini beyan etmiş ise de; kaza tarihinde düzenlenen Ölümlü, yaralamalı trafik kazası tespit tutanağı incelendiğinde araç sürücü Ali A’nın %100 kusurlu olduğunu, Zorunlu Mali sorumluluk sigortası genel şartları uyarınca müvekkilinin poliçe sahibine karşı rücu hakkı bulunduğunu, davacı tarafın söz konusu borçtan sorumlu olmadığına ilişkin iddiası gerçeği yansıtmadığını, davacı taraf borcun tahsilini geciktirmek amacı ile icra takibine itiraz yoluna başvurduğunu, davacı taraf aleyhine alacak miktarının %20’sinden az olmamak kaydı ile icra inkar tazminatına hükmedilmesi gerekmekte olduğunu, açılan davanın haksız olduğunu beyan ile davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

İlk derece mahkemesince yapılan yargılama sonunda, 7155 sayılı yasanın 20. maddesi ile 6102 sayılı yasaya eklenen 5/A maddesinin 1. fıkrası uyarınca arabulucuya başvurulmadan açılan davanın dava şartı yokluğu nedeniyle reddine karar verilmiştir.

İstinaf kanun yoluna başvuran davacı vekili dilekçesinde özetle; açılan davanın İİK’nun 72. Maddesi uyarınca menfi tespit davası olduğunu, menfi tespit davalarında bir miktar alacağın tahsili talebi bulunmadığından arabuluculuk dava şartına tabi olmadığını belirterek yerel mahkeme kararının kaldırılmasını talep etmiştir.

Dava, davalı trafik sigortacısı tarafından zarar görenlere ödenen bedelin trafik sigortası sözleşmesine aykırılık nedeniyle davacıdan rücuan tahsili amacıyla girişilen takip nedeniyle menfi tespit istemine ilişkindir.

HMK’nın 355. maddesi uyarınca istinaf itirazları ve kamu düzenine ilişkin hususlarla sınırlı olarak yapılan inceleme sonunda;

Davanın açıldığı mahkemenin uyuşmazlığın çözümü bakımından görevli olması HMK’nun 114/1-c maddesi uyarınca dava koşulu olup, bu husus aynı yasanın 115/1 maddesi uyarınca resen gözetilir.

6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 3.maddesine göre tüketici; ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket eden gerçek veya tüzel kişiyi, tüketici işlemi; mal veya hizmet piyasalarında kamu tüzel kişileri de dâhil olmak üzere ticari veya mesleki amaçlarla hareket eden veya onun adına ya da hesabına hareket eden gerçek veya tüzel kişiler ile tüketiciler arasında kurulan, eser, taşıma, simsarlık, sigorta, vekâlet, bankacılık ve benzeri sözleşmeler de dâhil olmak üzere her türlü sözleşme ve hukuki işlemi ifade eder.

6502 sayılı yasanın 73. maddesi bu kanunun uygulanması ile ilgili her türlü ihtilafa tüketici mahkemelerinde bakılacağını öngörmüştür.

Bir hukuki işlemin sadece 6502 Sayılı yasada düzenlenmiş olması tek başına o işlemden kaynaklanan uyuşmazlığın tüketici mahkemesinde görülmesini gerektirmez. Bir hukuki işlemin 6502 sayılı yasa kapsamında kaldığının kabul edilmesi için taraflardan birinin tüketici olması gerekir.

Somut olayda; taraf beyanlarından davacı ile davalı arasında zorunlu mali mesuliyet (trafik) sigortası sözleşmesi bulunduğu anlaşılmakta ise de, dosyada poliçe örneği ve aracın trafik kaydı bulunmadığından işlemin tüketici işlemi niteliğinde olup olmadığı anlaşılamamıştır.

Bu itibarla, mahkemece sigorta poliçesinin ve aracın trafik kaydının getirtilerek akdi ilişkinin kurulduğu tarihte aracın niteliğinin (hususi araç mı, ticari araç mı olduğunun) belirlenmesinden sonra uyuşmazlığın Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun kapsamında kalıp kalmadığı, dolayısıyla davaya bakmaya Tüketici Mahkemesinin görevli olup olmadığının değerlendirilmesi, tüketici mahkemesinin görevli olduğu belirlendiğinde, o yerde müstakil tüketici mahkemesi varsa görevsizlik kararı verilmesi, müstakil tüketici mahkemesi yoksa Tüketici Mahkemesi sıfatıyla yargılama yapılması gerekirken, eksik araştırmayla yazılı şekilde Asliye Ticaret Mahkemesi sıfatıyla yargılama yapılıp davanın usulden reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir.

Somut uyuşmazlığın TTK.’nın 5/A maddesi uyarınca zorunlu arabulucuk kapsamında olup olmadığı konusunda değerlendirme yapma ve karar verme görevi, esas uyuşmazlığa bakacak görevli mahkemeye aittir.

Bu nedenle davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile HMK’nun 353/1-a,3 maddesi uyarınca ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına karar verilmesi gerekmiştir.

KARAR: Yukarıda açıklandığı üzere;
1-Davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile Şanlıurfa 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 27/11/2019 tarih ve 2019/422 esas ve 2019/924 karar sayılı kararının HMK’nın 353/1-a,3 maddeleri gereğince KALDIRILMASINA,
2-Davanın yeniden görülmesi için dosyanın MAHALLİNE İADESİNE,
3-Davacıdan tahsil edilen istinaf karar harcının istek halinde iadesine,
4-İstinaf yargılama giderinin ilk derece mahkemesince yeniden verilecek kararda değerlendirilmesine,
5-Duruşma açılmadığından istinaf vekalet ücreti takdirine yer olmadığına,
Dosya üzerinde yapılan inceleme sonucu, HMK’nın 353/1-a maddesi gereğince KESİN olarak oybirliğiyle karar verildi. 03/02/2020

Başkan Üye Üye Katip
42666 35912 107504 230138

N.Ö.

EVLİLİĞİN BOŞANMA İLE SON BULMASI DAVANIN KONUSUZ KALMASI- AİLE KONUTU ŞERHİ- NİSPİ VEKALET ÜCRETİ

T.C
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ

ESAS: 2019/6988
KARAR:2019/10924
TARİH:06.11.2019

Davacı, davalı eş Serdar adına kayıtlı olan taşınmazın aile konutu olduğundan bahisle, açık rızası olmaksızın diğer davalı …’a devredildiği gerekçesiyle Türk Medeni Kanunu’nun 194/1. maddesi gereğince tapu iptal ve tescil ile aile konutu şerhi konulması isteğinde bulunmuştur. Yargılama esnasında tarafların 27/05/2014 tarihinde kesinleşen karar ile boşandıkları anlaşılmakla evlilik boşanma ile sona erdiğine göre, dava konusu taşınmaz aile konutu olmaktan artık çıkmış, davanın konusu kalmamıştır. Mahkemece de bu sebeple davanın konusu kalmadığından karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiş, kararın davacı … ile davalı … tarafından temyizi üzerine Dairemizin 2016/8010 Esas ve 2017/11087 Karar sayılı ve 16.10.2017 tarihli bozma ilamı ile davacı kadın dava açmakta haklı olduğundan lehine vekalet ücretine hükmedilmesi gerekçesiyle karar bozulmuştur. Davacının davanın açıldığı tarihte haklı olduğu kabul edildiğine göre, bozma sonrası mahkemece davacı yararına karar tarihinde yürürlükte olan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 6. maddesi dikkate alınarak nispi vekalet ücreti tayini gerekirken, bu husus nazara alınmadan yazılı şekilde vekalet ücretinin maktu tayin edilmesi doğru bulunmamış ve bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 06.11.2019

TRAFİK KAZASI- SAĞ KOL VE BACAĞIN FELÇLİ HALE GELMESİ NEDENİYLE BAKICI GİDERLERİ- ADLİ TIPTAN RAPOR ALINMASI GEREKTİĞİ

TC
YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2018/1504
KARAR:2019/1126

“İçtihat Metni”

Davacılar …,(Kendi adına asaleten …’ye velayeten), …,(Kendi adına asaleten …’ye velateyen) ile davalılar … … Servisi San. Ve Tic. A.Ş., … Anonim Türk Sigorta Şirketi, … arasındaki dava hakkında … 4. Asliye Hukuk Mahkemesi’nden verilen 12.05.2015 gün ve 2010/134 esas, 2015/194 karar sayılı hükmün, Dairemizin 30.11.2017 tarih, 2015/18756 esas, 2017/11392 sayılı kararı ile bozulmasına karar verilmişti. Süresi içinde davacılar vekilince kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla, dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

1-Dosya içeriğine, mahkeme kararında belirtilip Yargıtay ilamında benimsenen gerektirici sebeplere göre, 6100 Sayılı HMK’nin geçici 3. maddesinin 2. fıkrası delaletiyle, 1086 Sayılı HUMK’nin 440. maddesinde sayılan nedenlerden hiç birisine uygun olmayan davacılar vekilinin sair karar düzeltme isteminin reddi gerekmiştir.

2-Taraflar arasındaki maddi ve manevi tazminat istemine yönelik davanın yapılan yargılaması sonunda, davanın kısmen kabul kısmen reddine dair verilen hükmün davacılar vekili, davalı … … Servisi San. Ve Tic. A.Ş vekili, davalı … Şirketi vekili ile davalı … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairemizin 30.11.2017 tarih, 2015/18756 esas, 2017/11392 sayılı kararı ile davalı … … Servisi San. ve Tic. A.Ş vekili, davalı … vekili ve davalı …Ş vekilinin davacı …’e yönelik temyiz dilekçelerinin reddine, davacılar vekilinin tüm, davalı … … Servisi San. ve Tic. A.Ş vekili, davalı … vekili ve davalı …Ş vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, diğer yönlerden temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün bozulmasına karar verilmiş, davacılar vekili karar düzeltme isteminde bulunmuştur.

Dava Borçlar Kanunu’nun 46. maddesi (6098 sayılı TBK m. 54) gereğince bedensel zarara uğranılması nedeniyle maddi tazminat ve BK m. 47 gereğince (6098 sayılı TBK m. 56) manevi tazminat istemine ilişkindir.

Sorumluluğu doğuran olayın, zarar görenin vücut bütünlüğünü ihlâl etmesi hali BK m. 46/I’de özel olarak hükme bağlanmıştır. Bu hüküm gereğince “Cismani bir zarara düçar olan kimse külliyen veya kısmen çalışmaya muktedir olamamasından ve ileride iktisaden maruz kalacağı mahrumiyetten tevellüt eden zarar ve ziyanını ve bütün masraflarını isteyebilir”. Bu hüküm gereğince, vücut bütünlüğünün ihlâli halinde mağdurun malvarlığında meydana gelmesi muhtemel olan azalmanın ve dolayısıyla maddî zararın türleri; masraflar, çalışma gücünün kısmen veya tamamen kaybından doğan zararlar ve ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan zararlar şeklinde düzenlenmiştir. Borçlar Kanunu’nun 46. maddesinde belirtilen “bütün masraflar” deyimi çok geniş kapsamlıdır. Bu giderlere zarara uğrayanın katlanmak zorunda kaldığı bütün giderler dahildir. Bu bakımdan zarara uğrayanın tedavi giderleri yanında, işlerini görememesi nedeniyle tutmak zorunda kaldığı yardımcı ya da hastabakıcı için ödemek zorunda kaldığı giderleri ile yapılması gereken estetik tedavi giderleri de istenebilir.

Dava dilekçesinde, meydana gelen kazadan dolayı müvekkillerinin küçük kızı Merve’nin malul duruma düştüğünü, zekasını kaybettiğini, 5. sınıfta okuması gerekirken orta ağır zihinsel özürlüler sınıfına kaydının yapıldığını ve olayları tam idrak edemediğini, sağ kol ve bacağının felçli hale geldiğini ve ömür boyu bir başkasının yardımına muhtaç olduğunu, iyileşme ve maluliyet süresinin tespiti ve buna ilişkin zararının belirlenerek 500,00 TL maddi, 40.000,00 TL manevi tazminat talebinde bulunmuş, Adli Tıp Kurumu Başkanlığı Genel Kurulu’ndan alınan 21.08.2014 tarihli raporda, davacı Merve’nin  geçirdiği trafik kazası nedeniyle Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği E cetveline göre %32.3 oranında meslekte kazanma gücünü kaybetmiş sayılacağının, iyileşme süresinin ise 18 ay olduğunun belirlendiği, anlaşılmıştır. Davacının … raporu ile belirlenen 18 aylık süre zarfında %100 malül sayılacağı, bakıma muhtaç olduğu ve bakıcı gideri ödemek zorunda kalacağının kabulü gerekir. Yine bakıcı ücretinin hesaplanmasında kaza tarihindeki asgari ücretin brüt tutarının (tamamının) esas alınması gerektiği de Dairemizin yerleşik uygulaması gereğidir.

Bu durumda mahkemece,davacının bakıcı gideri talebi yönünden Adli Tıp Kurumu Başkanlığı Genel Kurulu raporunda belirlenen 18 aylık iyileşme süresi için bilirkişiden kaza tarihinde yürürlükte olan brüt asgari ücret tutarı dikkate alınarak ek rapor alınması ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile hüküm kurulması doğru görülmemiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin sair karar düzeltme istemlerinin REDDİNE, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile Dairemizin 30.11.2017 tarih, 2015/18756 esas, 2017/11392 karar sayılı bozma ilamına açıklanan bendin de eklenmek sureti ile hükmün BOZULMASINA, tashihi karar peşin harcın istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine 07/02/2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.

TENSİP İLE KESİN SÜRE VERİLEREK TANIK BİLDİRİLMESİ İSTENEMEYECEĞİ- SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ İLKESİ

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2014/2-433
K. 2016/63
T. 22.1.2016

• TENSİP İLE KESİN SÜRE VERİLEREK TANIK BİLDİRİLMESİ İSTENEMEYECEĞİ ( Tarafların Henüz Uyuştukları ve Ayrıştıkları Hususlar Belirlenmeden Tanık Bildirilmesi İstenmesi Boşanmaya Dair 4721 S. T.M.K.’nun 184. ve 4787 S. Kanunun 7. Md. ve Anayasanın 41. Md. Yer Verilen Amaç Gözetildiğinde Doğru Olmadığı )

• GENEL BOŞANMA İSTEMİ ( Mahkemece Tarafların Henüz Uyuştukları ve Ayrıştıkları Hususlar Belirlenmeden Tensip İle Birlikte Kesin Süre Verilerek Tanıkların Bildirilmesinin İstenmesi Doğru Olmadığı )

• SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ İLKESİ ( Boşanma İstemi – Tensip Tutanağı İle Verilen Kesin Süreye Rağmen Tanıklarını Bildirmeyen Davacı Tanıklarının Dinlenmesine Karar Verilmesine Karşın Davalı Tanıklarının Bildirilmesi İsteminin Reddine Karar Verilmesi Bozma Nedeni Olduğu )

2709/m.41

4787/m.7

6100/m.137,138,139,140

4721/m.166/1,184

ÖZET : Dava, evlilik birliğinin temelden sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat isteklerine ilişkindir. Mahkemece, tarafların henüz uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar belirlenmeden tensip ile birlikte kesin süre verilerek tanıkların bildirilmesinin evliliği sonlandıran ve istenmesi kamu düzenini ilgilendiren boşanmaya dair 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 184. ve 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 7. maddesinde düzenlenen usul kuralları ve özellikle Anayasanın 41. maddesinde yer verilen amaç gözetildiğinde doğru olmadığı gibi tensip tutanağı ile verilen kesin süreye rağmen tanıklarını bildirmeyen davacı tanıklarının dinlenmesine karar verilmesine karşın davalı tanıklarının bildirilmesi isteminin reddine karar verilmesi silahların eşitliği ilkesi gereğince de doğru bulunmamıştır.

DAVA : Taraflar arasındaki “boşanma, nafaka, velayet ve tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Batı 1. Aile ( Kapatılan Sincan 1.Aile ) Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 15.01.2013 gün ve 2012/198E., 2013/27 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay

2. Hukuk Dairesinin 03.07.2013 gün ve 2013/6356 E., 2013/18904 K. sayılı ilamı ile;

( … Mahkemece; ” davalının cevap dilekçesinde tanık deliline dayanmadığı, daha sonra dilekçeler teatisinde de tanık ve delil bildirmediği” gerekçesiyle davalı tarafın delilleri toplanmadan davacı delilleri ile sonuca gidilmiştir. Davalının davaya süresinde cevap vermemiş olması, delil bildirme ve savunmasını ispat etme hakkını ortadan kaldırmaz. Davaya süresinde cevap verilmemesinin sonucu, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamının inkar edilmiş olmasıdır ( HMK. madde 128 ). Bu böyle olmakla birlikte süresinde davaya cevap vermeyen davalı, Hukuk Muhakemeleri Kanununun 145/1. maddesindeki hal dışında, davacıya kusur isnat edemez ise de, davacının iddiasını dayandırdığı vakıaların gerçekte vukuu bulmadığına, diğer bir ifade ile evlilik birliğini temelinden sarsar nitelikte bir hadisenin mevcut olmadığına yönelik olarak kanunda belirtilen süre içinde olmak koşuluyla delil bildirebilir. Aksinin kabulü, bir kez cevap süresini kaçırmış veya davaya cevap vermemiş olan davalının bundan sonra delil bildirememesi sonucunu doğurur. Bu ise Hukuk Muhakemeleri Kanununun 27. maddesinde yer alan hukuki dinlenilme hakkını zedeler. Tarafların, dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları “belge” niteliğindeki delillerini sunmaları için ön inceleme duruşmasında iki haftalık kesin süre verilmesi yasal olarak mümkün ( HMK. madde 140/5 ) iken, uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar henüz belirlenmeden tarafların, ön inceleme duruşmasından önce davanın daha başında ( tensiple ) ” tanık bildirmelerini” beklemek doğru olmadığı gibi, bu yönde tensiple kesin mehil verilse bile, bu hukuki sonuç doğurmaz. Çünkü delil çekişmeli vakıalar için gösterilir ( HMK. madde 187/1 ).Taraflar arasındaki çelişmeli hususlar ise ön inceleme duruşmasında belirlenir ( HMK. madde 140/1 ). Tahkikat tespit edilen çekişmeli hususların çözümü için yürütülür. O halde davalıya tanıklarını göstermesi için süre verilmeli, gösterdiği takdirde, tanıkları savunması çerçevesinde dinlenmeli ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek hasıl olacak sonucu uyarınca karar verilmelidir. Bu yapılmadan eksik inceleme ile hüküm tesisi doğru bulunmamıştır… ), Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Dava, Türk Medeni Kanununun 166/1. maddesi uyarınca evlilik birliğinin temelden sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat isteklerine ilişkindir.

Davacı vekili, eşinin şiddet uyguladığını, ailesini ziyarete göndermediğini, anne, baba ve kardeşleriyle birlikte yaşadıklarını belirterek evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına dayalı olarak boşanmalarına, 1.000,00 TL tedbir ve yoksulluk nafakasına, çocukların velayetlerinin babalarına bırakılmasına, 50.000,00’er TL maddi ve manevi tazminata hükmedilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, mahkemenin yetkili olmadığını, davacının hasta olan annesini ziyarete geldiğini, onların etkisi ile dönmediğini, ileri sürülen iddiaların doğru olmadığını, evine dönmesi şartıyla davacı eşini affettiğini belirterek davanın reddine karar verilmesi ile Yozgat 2 Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan karşı davanın sonucunun beklenilmesi aksi takdirde birleştirilmesine karar verilmesini, müşterek çocukların velayetlerinin kendisine bırakılmasını savunmuştur. Yerel Mahkemece, davalı tarafa 29.03.2012 tarihli tensip ara kararı ile birlikte davaya dair cevapları ile varsa tüm delillerinin ibrazı için süre verildiği, bu süre içerisinde tanık deliline dayanılmadığı gibi davanın uzamasına sebebiyet vermeyecek şekilde ön inceleme duruşmasının bitimini müteakip dinletmek istedikleri tanıkları hazır edilmediğinden ve istenilen süre usule uygun olmadığından reddine karar verildiği, davacı tarafından gösterilen ve dinlenilen tanık anlatımları, nüfus aile kayıt tablosu ile tüm dosya kapsamı bir bütün halinde değerlendirildiğinde; evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına neden olan hadiselerde Serhat Altın’ın tamamen kusurlu olup Sevgi’den kaynaklanan herhangi bir kusurun varlığının ispat edilemediği, TMK’nın 166/1-2 maddesi koşullarının davacı bakımından gerçekleştiği anlaşılmakla tarafların boşanmalarına, müşterek çocukların velayetlerinin babaya bırakılmasına, müşterek çocuklardan Yasin yararına dava tarihinden geçerli olmak üzere 200,00 TL tedbir nafakasının, hüküm kesinleşinceye kadar davalıdan alınarak davacıya verilmesine, davacı yararına dava tarihinden itibaren geçerli olmak üzere 250,00 TL tedbir ile hükmün kesinleşmesini müteakip 300,00 TL yoksulluk nafakasının davalıdan alınarak davacıya verilmesine,TMK’nın 174/1-2 maddesi gereğince 7.000,00 TL maddi 6.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan alınarak davacıya verilmesine, fazlaya dair taleplerin reddine dair verilen karar davalı vekilinin temyizi üzerine; Özel Dairece yukarda yazılı olan karar ile bozulmuş; mahkemece, önceki gerekçeler tekrar edilip genişletilerek direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararını davalı vekili temyize getirmektedir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ön inceleme duruşması yapılmadan tensip tutanağı ile davalının delillerini sunması için süre verilip verilemeyeceği, cevap dilekçesinde delil bildirmeyen davalıya ön inceleme duruşmasında delillerini bildirmesi için süre verilmesinin gerekip gerekmediği, mahkemece usulüne uygun olarak ön inceleme duruşmasının yapılıp yapılmadığı, tahkikat aşamasında davalıya delillerini bildirme hakkının tanınıp tanınamayacağı; varılacak sonuca göre davalının hukuki dinlenilme hakkının ihlal edilip edilmediği noktasında toplanmaktadır.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile usul hukukumuzda ilk derece yargılamasının beş temel aşamadan oluşması öngörülmüştür. Bunlar sırası ile; dilekçelerin karşılıklı verilmesi, ön inceleme, tahkikat, sözlü yargılama ve hükümdür. Bu aşamalar içinde yeni olan ise ön inceleme aşamasıdır.

Yargılamanın gereksiz yere uzamasının engellenmesi; mahkemenin ve tarafların yargılamada gereken hazırlığı davanın başında yapmasının sağlanması bakımından, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile dilekçelerin verilmesinden sonra ve tahkikat aşamasından önce gelmek üzere “ön inceleme” adıyla yeni bir yargılama aşaması kabul edilmiştir ( H. Pekcanıtez/O. Atalay/ M.Özekes, Medeni Usul Hukuku, 11 Bası, 2011, s.375-376 ).

6100 Sayılı HMK’nın 137. maddesinde, ön incelemenin kapsamı, HMK 138. maddesinde ön inceleme aşamasında dosya üzerinden dava şartları ve ilk itirazlar hakkında verilecek kararlar, HMK 139. maddesinde ön inceleme duruşmasına davet, HMK 140. maddesinde ise yapılması zorunlu olan ön inceleme duruşması düzenlenmiştir. 6100 Sayılı HMK’nın ön incelemenin kapsamı başlıklı 137. maddesinde, dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılacağı, 138. madde dikkate alınarak öncelikle dava şartları ve ilk itirazlar hakkında dosya üzerinden karar vereceği, dava şartları ve ilk itirazlar hakkında gerektiği takdirde kararını vermeden önce, bu konuda tarafları ön inceleme duruşmasında dinleyebileceği, ön inceleme duruşmasında tarafların iddia ve savunmaları kapsamında uyuşmazlık konularını tam olarak belirleyebileceği, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapacağı, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik edeceği ve bu hususların tutanağa geçirileceği belirtilmiştir. Ön inceleme duruşmasında dava şartları ve ilk itirazlar ile sınırlı olmak üzere tanık dinleme, belge inceleme, bilirkişi görüşü alma, keşif yapma ve yemin teklif etme gibi işlemler yapılabilir, ancak tahkikata yönelik işlemler yapılamaz.

HMK’nın 137. maddesinin ikinci fıkrasında ise ön inceleme tamamlanmadan ve gerekli kararlar alınmadan tahkikata geçilemeyeceği ve tahkikat için duruşma günü verilemeyeceği düzenlenmiştir. Gereksiz duruşmalara dair uygulamadaki eski alışkanlıkların devam etmesinin kesin olarak önüne geçilmesi amacıyla kanun koyucu, ön inceleme aşaması tamamlanmadan ve bu aşamada alınması gereken kararlar alınmadan tahkikat aşamasına geçilmesini ve tahkikat için duruşma günü belirlenmesini kesin bir ifade ile ( emredici nitelikteki bir düzenlemeyle ) yasaklamıştır ( H. Pekcanıtez/O. Atalay/M.Özekes, a.g.e., s.375-376 ).

Tüm bu hususlar dikkate alındığında, dilekçeler aşaması tamamlandıktan sonra öncelikle dosya üzerinden dava şartları ve ilk itirazların incelenmesi; bu konularda olumlu veya olumsuz bir karar verilmesi, dosya üzerinden karar verilemeyen dava şartları ile ilk itirazlar hakkında karar verilmek ve diğer ön inceleme işlemlerini yapmak üzere tarafların ön inceleme duruşmasına davet edilmesi, 6100 Sayılı HMK 137 ve 140 maddelerine göre ön inceleme duruşmasında gerekli usul işlemleri yapıldıktan sonra, tahkikat duruşmasına geçilmesi gerekir.

HMK’nın 145. maddesi;

“ Taraflar, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler. Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.” hükmünü içermektedir. Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 41. maddesi gereğince toplumu oluşturan en temel kurumlardan biri olan ailenin korunması ve sağlıklı bir şekilde devamı için aile hukukundan doğan ilişkiler esas itibariyle özel hukuka girmesine rağmen diğer özel hukuk dallarına oranla devletin daha fazla müdahalesini gerekmiş bu amacı gerçekleştirmeye yönelik olarak 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 5133 Sayılı Kanun ile değişik 4/1. maddesinde; 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun üçüncü kısmı hariç olmak üzere ikinci kitabından ( TMK. madde 118-494 ) doğan bütün dava ve işlere Aile Mahkemesinde bakılacağı düzenlenmiştir.

Buna göre davaya konu uyuşmazlık, boşanma ve fer’ilerine dair olup bu tür uyuşmazlıkların Aile Mahkemelerinde görülmesi gerekir.

Anılan Kanunun Aile Mahkemelerinin görevi ve görevine giren işlerdeki yargılama usulüne dair 7. maddesi: “ Aile mahkemeleri, önlerine gelen dava ve işlerin özelliklerine göre, esasa girmeden önce, aile içindeki karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörünün korunması bakımından eşlerin ve çocukların karşı karşıya oldukları sorunları tespit ederek bunların sulh yoluyla çözümünü, gerektiğinde uzmanlardan da yararlanarak teşvik eder. Sulh sağlanamadığı takdirde yargılamaya devam olunarak esas hakkında karar verilir.

Özel kanunlardaki hükümler saklı kalmak kaydıyla, bu Kanunda hüküm bulunmayan konularda Türk Medeni Kanununun aile hukukuna dair usul hükümleri ile Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümleri uygulanır.” hükmünü içermektedir.

Diğer taraftan 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun “Boşanmada Yargılama Usulü” başlıklı 184. Maddesi ile boşanma veya ayrılık davasında hakimin vicdanen kanaat getirmesi gerektiği, taraflara yemin öneremeyeceği, tarafların ikrarının hakimi bağlamayacağı, hakimin kanıtları serbestçe takdir edeceğine dair düzenlemeler içermekte olup madde metni aynen:

“ Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tabidir:

1. Hakim, boşanma veya ayrılık davasının dayandığı olguların varlığına vicdanen kanaat getirmedikçe, bunları ispatlanmış sayamaz.

2. Hakim, bu olgular hakkında gerek resen, gerek istem üzerine taraflara yemin öneremez.

3. Tarafların bu konudaki her türlü ikrarları hakimi bağlamaz.

4. Hakim, kanıtları serbestçe takdir eder.

5. Boşanma veya ayrılığın fer’i sonuçlarına dair anlaşmalar, hakim tarafından onaylanmadıkça geçerli olmaz.

6. Hakim, taraflardan birinin istemi üzerine duruşmanın gizli yapılmasına karar verebilir.” şeklindedir. Yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler ışığında somut olayın incelenmesinde; dava 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonra 27.03.2012 tarihinde açıldığı anlaşılmaktadır. Mahkemece, 29.03.2012 tarihli tensip tutanağının “ Ç,D,E” bendi ile davalıya tüm delillerini ve varsa tanıklarını bildirmesi için iki hafta süre verilmiş, 18.10.2012 tarihli ön inceleme duruşmasına tarafların vekilleri davet edilmiş, davalı vekilinin mazereti kabul edilmemiştir.20.12.2012 tarihli oturumda ise davacı her ne kadar tanık bildirmemiş ise de hazır olan tanıklarının dinlenmesini istemiş, davalı taraf da delillerini bildirmek için süre istemiştir. Mahkemece, davacı tarafın tanıkları dinlenmiş, tensip tutanağı ile verilen kesin sürede tanık ve delil bildirmediği gerekçesiyle davalı tarafa delillerini bildirmek için talep ettiği süre verilmemiştir.

Mahkemece, tarafların henüz uyuştukları ve ayrıştıkları hususlar belirlenmeden tensip ile birlikte kesin süre verilerek tanıkların bildirilmesinin evliliği sonlandıran ve istenmesi kamu düzenini ilgilendiren boşanmaya dair 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 184. ve 4787 Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 7. maddesinde düzenlenen usul kuralları ve özellikle Anayasanın 41. maddesinde yer verilen amaç gözetildiğinde doğru olmadığı gibi tensip tutanağı ile verilen kesin süreye rağmen tanıklarını bildirmeyen davacı tanıklarının dinlenmesine karar verilmesine karşın davalı tanıklarının bildirilmesi isteminin reddine karar verilmesi silahların eşitliği ilkesi gereğince de doğru bulunmamıştır.

Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, delil gösterme ve sunma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunundan ayrılmayı gerektiren boşanma davalarına özgü bir boşluktan sözedilemeyeceği yönünde görüş bildirilmiş ise de bu görüş çoğunluk tarafından benimsenmemiştir. O halde Özel Daire bozma ilamında ve yukarıdaki belirtilen ilave gerekçelerle Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu sebeple direnme kararın bozulması gerekir.

SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarda belirtilen ilave gerekçe ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istenmesi halinde temyiz peşin harcın yatırana iadesine, 22.01.2016 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY :

Özel Daire ile mahkeme arasındaki uyuşmazlık boşanma davasında cevap dilekçesinde delillerini göstermeyen davalının daha sonra sunduğu delillerin değerlendirilip değerlendirilemeyeceğidir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının en önemli unsurlarından bir tanesi de “yargılamanın makul süre içerisinde bitirilmesi” ilkesidir.

Anayasa’nın 141. maddesinde “Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir” denilmek suretiyle davaların makul bir süre içerisinde bitirilmesi gerekliliği açıkça düzenlenmiştir.

Adil yargılanma hakkı bağlamında usul hukuku, çabuk, basit ve ucuz yargılamayı amaç edinmiştir. Delillerin belirli bir zaman dilimi içinde gösterilip sunulması, sonradan yeni delil bildirme imkânının tanınmaması yargılamayı çabuklaştıracak ve uyuşmazlığı kısa sürede çözüme kavuşturacaktır.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, yargılamanın makul sürede bitirilmesini sağlamak amacıyla hâkimi, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli biçimde yürütmekle yükümlü tutmuş; dava ve cevap dilekçesinin içeriği ve özellikle delillerin bildirilme zamanını özel olarak düzenlemiştir.

HMK.m.30’a göre “Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür”.

HMK.m.119/1-f hükmü uyarınca, gerek yazılı gerekse basit yargılama usulünde, iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin, dava dilekçesinde belirtilmesi gerekir.

“Belgelerin birlikte verilmesi” başlığını taşıyan 121. maddeye göre “Dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunludur.” “Cevap dilekçesinin içeriği” başlığını taşıyan 129.maddenin ( e ) bendinde savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin cevap dilekçesinde bulunması gerektiği belirtilmiş; 2.fıkrada “121. madde hükmü cevap dilekçesi hakkında da uygulanır” denilerek delillerin gösterilme zamanı bakımından dava dilekçesi için öngörülen zorunluluğun cevap dilekçesi için de aranacağı düzenlenmiştir.

HMK’nın 140/5. maddesi uyarınca: “Ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi halinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir.”

Yukarıda belirtilen hükümlerden de anlaşılacağı üzere gerek davacı gerekse davalı bakımından delil gösterme ile delil sunma ayrı olarak ele alınmış; dava ve cevap dilekçelerinde iddia edilen vakıaların hangi delillerle ispatlanacağının belirtilmesi zorunluluğundan söz edildikten sonra, eldeki belgelerin dilekçelere eklenmesi, elde bulunmayan belgeler için ise nereden getirtileceği konusunda bilgi verilmesi gerektiği açıkça öngörülmüştür. HMK.m.140/5 dilekçelerde belirtilen ve fakat henüz sunulmayan belgelerin süresinde sunulmaması halinde uygulanacak yaptırımı da düzenlemiştir. HMK.m.145 “Taraflar, kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler” şeklinde emredici bir düzenleme öngördükten sonra bunun istisnalarını da belirtmiştir. Buna göre “…Ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir.”

Somut olayda, davalının cevap dilekçesinde delillerini belirtmediği tartışma dışıdır. Sonradan delil gösterilmesi için HMK.m.145’te belirtilen istisnai hallerin mevcudiyeti ileri sürülmediğine göre mahkemece davalının gösterdiği tanıkların dinlenmemesi usule uygundur. Belirtmek gerekir ki, davacı taraf da süresi içinde tanık deliline dayanmadığı halde mahkemece davacı tanıklarının dinlenmiş olması da usule aykırı olmakla birlikte, bu yanlışlık o tanıkların beyanlarının hükme esas alınmaması ile giderilebilir. Davalı tarafa da usule aykırı olarak aynı imkânın sağlanması ile yanlışlığın giderilmesi doğru olmaz. Başka bir anlatımla, “iki yanlış bir doğru etmez”.

Boşanma davalarının özelliği sebebiyle Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun delil gösterme süresini sınırlayan hükümlerinin uygulanamayacağı yönündeki görüşe de katılmak mümkün değildir.

4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu”nun “Boşanmada yargılama usulü” başlıklı TMK.m. 184’te “Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tâbidir” denildikten sonra boşanma davalarına özgü alt usul kuralına yer verilmiştir. Belirtilen istisnai kurallar arasında delillerin gösterilme ve sunulma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunu ilkelerinden ayrılmayı gerektiren bir düzenleme bulunmamaktadır. Boşanma davaları devam ederken iddia ve savunmayı genişletme yasağı çerçevesinde yeni vakıaların ileri sürülebilmesine imkân veren uygulamalar dahi HMK.nın öngördüğü ilkelerin dışına çıkılmasını gerektirmez. Yeni vakıalar için delil gösterilmesine izin verilebilirse de somut olayda yeni bir vakıanın varlığı da ileri sürülmüş değildir. Dava tarihinden önceki vakıalar için süresinde gösterilmeyen delillin dikkate alınması ancak HMK.m.145 şartlarında mümkündür.

Delil gösterme ve sunma zamanı ile ilgili Hukuk Muhakemeleri Kanunu hükümleri ayrıntılı olup, bu konuda bir boşluktan da söze edilemez. Belirtmek gerekir ki, Anayasamızın 142.maddesinde mahkemelerin yargılama usullerinin kanunla düzenleneceği belirtilmekle, hâkime bu hususta inisiyatif bırakılmak istenmemiş; her hâkimin ayrı bir usul icat etmesinin önüne geçilmek istenmiş, adeta “oyunun kuralı önceden belli olmalı” denilmiştir. Kanunun açıkça izin vermediği durumlarda usul kuralları değiştirilemez.

Yukarıda açıklanan gerekçelerle mahkemenin direnme kararının usul ve yasaya uygun olduğu, direnme kararının onanması gerektiği kanaati ile Sayın Çoğunluğun bozma yönündeki görüşüne katılamıyorum.

KARŞI OY :

Davacı ile davalı arasındaki 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 166/1. maddesindeki evlilik birliğinin sarsılması hukuksal sebebine dayalı boşanma davası ile boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka ve tazminat istemine dair davada, davanın kabulüne dair ilk derece mahkemesi kararının özel dairece temyiz incelemesi sonucu, davalının davaya süresinde cevap vermemiş olmasının delil bildirme ve savunmasını ispat etme hakkını ortadan kaldırmayacağı, davaya süresinde cevap verilmemesinin sonucunun, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamının inkar edilmesi olup süresinde davaya cevap vermeyen davalının, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 145/1. maddesindeki hal dışında, davacıya kusur isnat edemez ise de, davacının iddiasını dayandırdığı vakıaların gerçekte meydana gelmediğine yönelik olarak kanunda belirtilen süre içinde olmak şartıyla delil bildirebileceği, aksinin kabulü halinde, bir kez cevap süresini kaçırmış veya davaya cevap vermemiş olan davalının bundan sonra delil bildirmesinin mümkün olmayacağı sonucunu doğuracağı, bu durumun 6100 Sayılı Kanun’un 27. maddesinde yer alan hukuki dinlenilme hakkını zedeleyeceği, tarafların, dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları “belge” niteliğindeki delillerini sunmaları için ön inceleme duruşmasında iki haftalık kesin süre verilmesinin kanuni olarak mümkün iken, anlaştıkları ve anlaşamadıkları konular henüz belirlenmeden taraflardan, ön inceleme duruşmasından önce davanın daha başında ( tensiple ) ” tanık bildirmelerini” beklemenin doğru olmadığı gibi bu yönde tensiple kesin süre verilse bile, hukuki sonuç doğurmayacağı,çünkü delilin çekişmeli vakıalar için gösterileceği, taraflar arasındaki çekişmeli hususların ise ön inceleme duruşmasında belirleneceği, tahkikatın tespit edilen çekişmeli hususların çözümü için yürütüleceği, davalıya tanıklarını göstermesi için süre verilmesi, gösterdiği takdirde, tanıkları savunması çerçevesinde dinlenmesi ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek karar verilmesi gerektiği belirtilerek bozma kararı verilmiştir.

İlk derece mahkemesince, davalının savunmasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri, savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğinin cevap dilekçesinde yer alması gerektiği, cevap dilekçesinde savunmanın dayanağı bütün vakaları göstermediği gibi bunları hangi delille ( tanık ) ispat edeceğini de yazmadığı, kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkimin, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamayacağı ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamayacağı, kanunla belirtilen durumlar dışında, hâkimin, kendiliğinden delil toplayamayacağı tarafların, Kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremeyeceği, taraflarca getirilme ilkesi ile 6100 Sayılı Kanun’un 145. maddesi birlikte değerlendirildiğinde davalının 4721 Sayılı Kanun’un 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı içerisinde davranmadığı, cevap dilekçesi ile delil bildirebileceği en azından tanık delilinin mevcut olduğunu belirtip isim yazmaması halinde istenen sürenin verilebileceği, özellikle boşanma davalarında davayı uzatarak boşanmanın ferileri bakımından vazgeçme yolu ile sonuçlanması için usul hükümlerini hiçe sayacak şekilde yargılamayı uzatmaya yönelik istek ve taleplerin savunma hakkı kapsamında değerlendirilemeyeceği, tanık deliline süresi içerisinde dayanılmadığı sonradan getirilen bu savunmanın da davayı uzatmaya yönelik hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğu gerekçeleri ile önceki hükümde direnilmesi ve davanın kabulü kararı verilmiştir.

6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Dava dilekçesinin içeriği” başlıklı 119. maddesinin birinci fıkrasının f bendindeki iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, “Belgelerin birlikte verilmesi” başlıklı 121. maddesindeki dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunluluğu, “Cevap dilekçesinin içeriği” başlıklı 129. maddesinin e bendindeki savunmanın dayanağı olarak ileri sürülen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği, “Tarafların ikinci dilekçeleri” başlıklı 136. maddesinin 2. fıkrasındaki davacının cevaba cevap, davalının da ikinci cevap dilekçesi hakkında, dava ve cevap dilekçelerine dair hükümler, niteliğine aykırı düşmediği sürece kıyasen uygulanacağına dair hüküm, “Ön incelemenin kapsamı” başlıklı 137. maddesinin 1. fıkrasındaki dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılacağı ön incelemede, dava şartlarını ile ilk itirazların incelenip, uyuşmazlık konularının tam olarak belirlenerek, hazırlık işlemleri ve tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapar, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik eder ve bu hususları tutanağa geçirir, “Ön inceleme duruşması” başlıklı 140. maddesinin 5. fıkrasındaki ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir, bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir, “Sonradan delil gösterilmesi” başlıklı 145. maddesinde taraflar, kanunda belirtilen süreden sonra delil gösteremezler, ancak bir delilin sonradan ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya süresinde ileri sürülememesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa, mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine izin verebilir, “İspat hakkı ve karşı ispat” başlıklı 189. ve 191. maddelerinde taraflar, kanunda belirtilen süre ve usule uygun olarak ispat hakkına sahiptir, diğer taraf, ispat yükünü taşıyan tarafın iddiasının doğru olmadığı hakkında delil sunabilir, “Somutlaştırma yükü ve delillerin gösterilmesi” başlıklı 194. maddesinde taraflar, dayandıkları vakıaları, ispata elverişli şekilde somutlaştırmalıdırlar, dayandıkları delilleri ve hangi delilin hangi vakıanın ispatı için gösterildiğini açıkça belirtmeleri zorunludur, “Tanık gösterme şekli” başlıklı 240. maddesinin 2. fıkrasındaki ve 243. maddesinin 1. fıkrasındaki tanık gösteren taraf, tanık dinletmek istediği vakıayı ve dinlenilmesi istenen tanıkların adı ve soyadı ile tebliğe elverişli adreslerini içeren listeyi mahkemeye sunar, bu listede gösterilmemiş olan kimseler tanık olarak dinlenemez ve ikinci bir liste verilemez, tanık davetiye ile çağrılır, ancak, davetiye gönderilmeden taraflarca hazır bulundurulan tanık da dinlenir, şu kadar ki, tanık listesi için kesin süre verildiği ve dinlenme gününün belirlendiği hâllerde, liste verilmemiş olsa dahi taraf, o duruşmada hazır bulundurursa tanıklar dinlenir, biçimindeki hükümler dikkate alındığında, dosya kapsamına göre, taraflar arasındaki boşanma davasının yargılaması sırasında davaya cevap veren davalının cevap dilekçesinde yetki itirazında bulunarak davacının iddialarını inkara yönelik açıklamalar yaptığı, ancak dava ile ilgili herhangi bir delil bildirmediği, mahkemece dosya kapsamındaki mevcut delillere göre davacı davasını ispatladığından davanın kabulüne karar verildiği, yukarda açıklanan 6100 Sayılı Kanun hükümlerinin değerlendirmesinden mahkemece ulaşılan kabul hükmü yerinde olduğundan sayın çoğunluk görüşüne katılmıyorum. İlk derece mahkemesi kararının onanması gerektiği düşüncesindeyim.

ELEKTRİK ÇARPMASI- GELİŞEN DURUM NEDENİYLE ZARARIN ARTMASI- ADLİ TIP RAPORU İLE ÖĞRENME- KISA ZAMANAŞIMI- MUTLAK ZAMANAŞIMI

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS: 2017/2786
KARAR:2017/2016

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasında birleştirilerek görülen “maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Van 1. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından maddi tazminat isteminin kısmen kabulüne, manevi tazminat isteminin zamanaşımı nedeniyle reddine ilişkin olarak verilen 23.10.2014 gün ve 2014/411 E., 2014/506 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekillerince istenilmesi üzerine karar önce onamış, davacılar vekilinin karar düzeltme isteminde bulunması üzerine de Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 28.10.2015 gün ve 2015/10172 E., 2015/16941 K. sayılı ilamı ile: “…Davacı vekili dilekçesi ile; müvekkili …’in 22.11.2003 tarihinde kendilerine ait arazi içerisinde arkadaşlarıyla oyun oynarken yere çok yakın mesafede olan elektrik tellerine temas ettiğini ve elektrik akımına kapılarak sağ kolundan ve ayağından ağır şekilde yaralandığını ve sakat kaldığını, kolunu kullanabilmesi için protez takılması gerektiğini, tedavisinin halen devam ettiğini, tellerin mevzuata uygun yükseklikte olmadığından temasın gerçekleştiğini iddia ederek (fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla) davacılardan … için 5.000,00 TL, baba … için 500,00 TL, anne … için 500,00 TL olmak üzere toplam 6.000,00 TL maddi tazminat ile tedavi giderlerinin olay tarihinden itibaren işleyen yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsili ile davacılara verilmesini talep etmiş, 11.04.2013 havale tarihli dilekçesi ile dava değerini 228.100,90 TL olarak ıslah etmiş, 27.02.2013 tarihli duruşmada ise protez taleplerinden vazgeçtiklerini beyan etmiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesi ile; davaya konu olayın davacı …’in kusurdan kaynaklandığını, müvekkili kurumun doğrudan veya dolaylı hiçbir kusurunun bulunmadığını, zamanaşımı süresinin dolduğunu, müvekkili kurumda olaya ilişkin hiçbir bilgi ve belgenin bulunmadığını savunarak davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece; davanın kabulü ile 228.072,40 TL iş gücü kaybından doğan tazminat ile 28,50 TL tedavi gideri olmak üzere toplam 228.100,90 TL tazminatın olay tarihinden itibaren işleyen yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline ilişkin verilen karar Dairemizin 08.04.2014 tarih, 2013/20238 E-2014/5605 K sayılı ilamı ile; ”Dava dosyasının Aktüerya uzmanı olan bilirkişiye gönderilip davacının iş göremezlik zararının hesaplanmasında, halen okuduğu 2 yıllık İlahiyat Ön Lisans Programından mezun olduktan sonra devlet memuru olarak başlayacağı, kadro ve derece durumunu tespit edildikten sonra barem cetveli hazırlayarak askerde geçireceği yıllara ilişkin iş gücü kaybına dair gelir mahrumiyetinden çıkarılmak suretiyle hazırlanacak bilirkişi raporu doğrultusunda karar verilmesi gerekirken, (Yargıtay 4.H.D. 23.03.2010 gün ve 2250 E.-3266 K.), (Çelik A.Ç. Tazminat Davaları 2012/İst. Sh.214-215) yetersiz bilirkişi raporuna dayanak yapılarak verilen hüküm doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.” gerekçesi ile bozulmuştur.

Mahkemece bozmaya uyma kararı verilmiş, Dairemizin bozma ilamından sonra yeniden yapılan yargılama sırasında, asıl dava tarihi (26.06.2007)’nden sonra 17.06.2013 tarihinde asıl dava davacıları tarafından, davaya konu olay nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkin açılan davada verilen birleştirme kararı üzerine her iki dava dosyası birleştirilmiş ve mahkemece yapılan yargılama sonucunda; asıl dava yönünden, davanın kısmen kabulü ile; davacı … için 102.185,76 TL iş güç kaybından doğan tazminat ile davacılar Gülizar Sevinç ve … için 28,50 TL tedavi gideri olmak üzere toplam 102.214,26 TL tazminatın olay tarihi olan 22.11.2003 tarihinden itibaren işleyen yasal faizi ile birlikte davalı TEDAŞ’tan tahsili ile davacılara verilmesine, davalı VEDAŞ’ın taraf olmaktan çıkarılmasına, mahkememiz dosyası ile birleşen Van 2.Asliye Hukuk Mahkemesinin 2013/301 Esas sayılı dosyası yönünden; davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiş, hüküm davacılar vekili tarafından temyiz edilmiş, hükmün Dairemizin 03.03.2015 tarih, 2015/2598 E.–3341 K.sayılı ilamı ile onanmasına karar verilmiş, bunun üzerine davacılar vekili tarafından birleşen davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karşı karar düzeltme talebinde bulunulmuştur.

Borçlar Yasası’nın 60/1.maddesinde öngörülen bir yıllık zamanaşımı süresi, zarara uğrayanın, zarara ve faile ıttıla, başka bir ifadeyle zararın varlığını ve zarar vereni öğrendiği günden itibaren işlemeye başlar. Aynı Yasa’nın 60/2. maddesi gereğince zarara yol açan eylemin, aynı zamanda suç sayılan bir eylemden doğmuş olması durumunda olayda uygulanacak zamanaşımı süresi, o suçun bağlı olduğu (uzamış) ceza zamanaşımı süresidir. Zarar veren hakkında uzamış ceza zamanaşımı süresinin uygulanabilmesi için, eylemin suç niteliğinde olması yeterli olup bu konuda ceza davasının açılmış olması zorunlu değildir.

Anılan bu düzenlemelere göre, bedensel zarara yol açan eylemin suç teşkil etmesi karşısında kural olarak uzamış (ceza zamanaşımının) uygulanması gerekmektedir. Ne var ki, somut olayda da olduğu gibi haksız fiil tarihine göre ceza zamanaşımı süresinin geçmiş olması halinde bile, gelişen durumun varlığı nedeniyle zararın tam anlamıyla öğrenildiğinden söz edilemez. Bu durumda, davacının zararı öğrenmesinin anlamı üzerinde durulmalıdır. Burada önemli olan husus, zarar görenin yasanın anlattığı anlamda zarar veren olayın sonuçlarını, gidişatını, kesinleşen durumunu değerlendirecek bilgiye sahip olmasıdır. Zarar tamamlanmadan zarar gören açısından zararın belirli olduğu kabul edilemez. Zararın tamamlanması ise, tüm sonuçlarıyla bilinmesi ile mümkündür. Eşyaya verilen zarar ile insana verilen zarar arasındaki temel fark da budur. Somut olayda, davacı tarafın zarara öğrenme tarihini, beden gücü kayıp oranının taraflar arasında tartışmalı olması ve davacı küçüğün kolunun kesilmesi ihtimali bulunması nedeniyle Adli Tıp Kurumundan rapor istenilmekle, bu kurumun raporunu öğrenme tarihi kabul etmek gerekir. Zira, davacı küçüğün kesin ve son durumu bu raporla açıklığa kavuşmuştur. Buna göre, bu raporun öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık zamanaşımı süresini hesaplamak gerekir. Her ne kadar, davacı küçüğün maluliyet oranı ve son durumu 28/09/2011 tarihli rapor ile belirlenmiş ise de, bölgede yaşanan deprem felaketi nedeniyle ilgili rapor davacı dosyası içerisine 12/11/2012 tarihli havale ile girmiş ve davacı tarafa 27/02/2013 tarihli oturumda okunmuştur. Şu durumda, davacı tarafın gelişen durumun sonlandığını 27/02/2013 tarihinde öğrendiğini ve bu tarihten itibaren bir yıl içerisinde (17/06/2013) maddi ve manevi zararlarının tazminini isteyebileceği açıktır.
Dava konusu uyuşmazlık, gelişen durumun varlığı halinde, önceki davada manevi tazminat istemeyen zarar görenin, gelişen durumun sona ermesinden itibaren tüm manevi zararını öğrenmeden itibaren bir yıllık sürede isteyip isteyemeyeceği noktasındadır. Borçlar Yasası’nda haksız fiiller için öngörülen zamanaşımı süresi maddi ve manevi tazminat istemleri için farklı belirlenmediğinden zamanaşımına ilişkin hükümler hem maddi, hem manevi tazminat için geçerlidir. Ayrıca gelişen durumda maddi tazminatın, gelişen durumun sona erdiği tarihten itibaren istenip, manevi tazminatın istenemeyeceğine dair yasal bir düzenleme de mevcut değildir.

Eldeki davada, davacı taraf, ilk davada maddi tazminatın hüküm altına almasını istemişse de, manevi tazminat istemini ilk davada istememiş, manevi tazminatı bölmek yerine zararının belirli olduğu ve tamamını öğrendiği, Adli Tıp Kurumu raporunu öğrendiği tarihten itibaren bir yıllık yasal sürede ve birleşen dava ile istemiştir. Bu nedenle, davacı küçüğün gelişen zararını, bu gelişmenin son bulduğu tarihte öğrenmiş olacağı gözetilerek, maluliyet oranının son ve kesin olarak belirlendiği raporun öğrenilme tarihinden itibaren bir yıl içinde açılan manevi tazminat davasına yönelik zamanaşımı def’inin reddine karar verilerek işin esasının incelenmesi gerekirken, birleşen davanın zamanaşımından reddi doğru değildir…”
gerekçesiyle birleşen davaya ilişkin istem bakımından oy çokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, bedensel bütünlüğün zarara uğraması nedeniyle oluşan maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir.

Davacılar vekili, müvekkilleri … ile …’ın oğlu olan …’in 22.11.2003 tarihinde kendilerine ait arazide arkadaşlarıyla oyun oynarken yere çok yakın mesafedeki elektrik tellerine teması sonucunda akıma kapılarak sağ kolundan ve ayağından ağır şekilde yaralandığını, kolunu kullanabilmesi için protez takılması gerektiğini, tedavisinin halen devam ettiğini, kolunun kesilmesi ihtimalinin bulunduğunu, bu nedenle tam zararın henüz ortaya çıkmadığını, elektrik tellerinin mevzuata uygun yükseklikte yapılmadığını, çevrede ölüm tehlikesini gösterir herhangi bir levhanın da bulunmadığını, olayın meydana gelmesinde davalı tarafın ağır kusurunun bulunduğunu ileri sürerek asıl davada maddi tazminat isteminde bulunmuş, bu davanın yargılaması sırasında 17.06.2013 tarihinde açtığı davada ise müvekkili Recep’in tedavisi devam ettiğinden maluliyetinin ve bunun yaratacağı manevi etkilerin tam olarak bilinmediğini, maluliyet oranının asıl dava dosyasında mahkemece Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Dairesinden alınan rapor ile kesin bir şekilde öğrenildiğini belirterek, manevi tazminat isteminde bulunmuş, açılan bu dava asıl dava dosyası ile birleştirilmiştir.

Davalı vekili, olay tarihi ile dava tarihi arasında zamanaşımı süresinin dolduğunu, davanın haksız olduğu gibi talep edilen manevi tazminat miktarlarının da fahiş olduğunu belirterek, birleştirilen davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkemece, maddi tazminat istemli asıl dava kısmen kabul edilmiş, manevi tazminat istemli davanın ise olayın taksirle yaralama suçunu oluşturduğu, bu durumda uygulanacak olan ceza zamanaşımı süresinin beş yıl olduğu, davacılar tarafından maddi tazminat davasının 26.06.2007 tarihinde açıldığı, en geç bu tarihe göre hesaplandığında beş yıllık zamanaşımı süresinin birleşen davanın açıldığı 17.06.2013 tarihinde dolduğu gerekçesiyle manevi tazminat isteminin reddine karar verilmiştir.

Karar taraf vekillerince temyiz edilmiş, Özel Dairece önce onanmış ise de davacılar vekilinin karar düzeltme isteminde bulunması üzerine, manevi tazminat istemine ilişkin karar düzeltme talebi kabul edilerek, yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçe ile karar oy çokluğuyla bozulmuştur.

Mahkemece önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiş, direnme kararı davacılar vekilince temyiz edilmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, manevi tazminat istemi ile açılan ikinci davanın zamanaşımı süresi içerisinde açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümü için uygulanacak zamanaşımı süresinin ve bu sürenin hangi tarihte başlayacağının tespiti gerektiği kuşkusuzdur.

Bilindiği üzere, hukuk düzenince korunan kişisel değerlerin tamamı kişilik hakkının konusunu oluşturur. Kişisel değerler, insanın insan oluşu nedeniyle sahip olduğu vücut, sağlık, yaşam gibi bedensel bütünlüğe bağlı değerler ile ruhsal bütünlük, faaliyet özgürlüğü gibi ruhsal değerleri kapsar.

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 56. maddesinde bedensel zararlardan doğan manevi tazminat düzenlenmiş ve bir kimsenin bedensel bütünlüğünün zedelenmesi durumunda, hâkimin olayın özelliklerini göz önünde tutarak, zarar görene uygun bir miktar paranın manevi tazminat olarak ödenmesine karar verebileceği, ağır bedensel zarar veya ölüm hâlinde ise zarar görenin veya ölenin yakınlarının da manevi tazminat olarak uygun bir miktar paranın ödenmesini talep edebileceği hüküm altına alınmıştır.

Olay tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 47. maddesinde ise hâkimin, bir kimsenin hukuka aykırı olarak cismani zarara uğraması veya ölmesi durumunda, zarar görene yahut kişi öldüğü takdirde ölenin ailesine manevi zarar adıyla “adalete muvafık tazminat” verilmesine karar verilebileceği belirtilmiştir.

Maddi ve manevi tazminat istemlerinin bağlı olduğu zamanaşımı süreleri ise 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 72. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 60.) maddesinde özel olarak düzenlenmiştir.

Tazminat ilişkisinden doğan talepler de hukuki nitelikleri itibariyle bir alacak hakkı olmakla birlikte, kanun koyucu bunları tabi oldukları zamanaşımı süresi yönünden, alacak haklarına ilişkin zamanaşımı süresini düzenleyen TBK’nın 146 ve devamı hükümlerinden ayırmıştır. Ancak, bu ayırma yalnız süreler ve bunların başlangıç anı yönünden olup, zamanaşımının durması, kesilmesi gibi konularda genel hükümler uygulanır (Eren, F.; Borçlar Hukuk Genel Hükümler, Ankara 2017, s.852).

TBK’nın 72/1. maddesinde “Tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yılın ve her halde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar. Ancak, tazminat ceza kanunlarının daha uzun bir zamanaşımı öngördüğü cezayı gerektiren bir fiilden doğmuşsa, bu zamanaşımı uygulanır.” denilerek mülga 818 sayılı BK’nın 60. maddesinde olduğu gibi üç türlü zamanaşımı süresi öngörülmüştür.

Görüleceği üzere, kanunda düzenlenen bu üç çeşit zamanaşımı süresi, sübjektif/nispi nitelikteki iki yıllık “kısa zamanaşımı süresi”, objektif /mutlak nitelikteki on yıllık “uzun zamanaşımı süresi” ile olağanüstü nitelikteki “ceza zamanaşımı süresi”dir. Mülga BK’da zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren bir yıl olarak düzenlenen kısa süreli zamanaşımı, yeni TBK’da iki yıl olarak hüküm altına alınmıştır.
Haksız eylemden kaynaklanan tazminat davalarında, özel kanunlarda başka bir zamanaşımı süresi tayin edilmiş olmadıkça uygulanacak olan zamanaşımı süreleri bu süreler olup, bunlar hem maddi hem de manevi tazminat istemi ile açılan davalar hakkında uygulanır.
TBK’nın 72/1. (BK’nın 60/1.) maddesi, özellikle zamanaşımının başlangıç anını belirleyen bir düzenlemedir. Bu düzenlemeye göre tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren iki yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar. Burada, uygulamada “kısa süreli zamanaşımı” olarak adlandırılan süre söz konusu olup, sürenin başlangıcı sübjektif bir koşula bağlanmıştır. Çünkü, sürenin başlaması zarar görenin zararı ve tazminat sorumlusu kişiyi öğrenmesi gibi sübjektif bir koşulun gerçekleşmesi ile mümkündür.
Mutlak nitelikteki “uzun süreli zamanaşımı”nın başlangıç tarihi ise zarar verici eylemin gerçekleştiği tarihtir. Buna göre, tazminat istemi her halde eylemin gerçekleştiği tarihten itibaren on yılın geçmesi ile zamanaşımına uğrar. Burada on yıllık sürenin başlangıç anı, zarar verici eylemin gerçekleştiği tarih gibi objektif bir koşula bağlanmıştır. Bu noktada kısa zamanaşımı süresi ile uzun/mutlak zamanaşımı süresi arasındaki ilişkiye de değinmek gerekir. Olağan zamanaşımı süresi iki yıllık olan kısa zamanaşımı süresidir. Diğer bir anlatımla iki yıllık zamanaşımı süresi on yıllık süre ile sınırlıdır. Zarar ve zararın sorumlusu olan kişi öğrenildiği takdirde davanın kısa zamanaşımı süresi içerisinde açılması gerekir. Zarar veren eylemin işlenmesinden itibaren on yıl geçtikten sonra zarar ve zararı veren kişi öğrenilmiş olsa bile tazminat istemi, zamanaşımı def’î ile karşılaştığında reddedilir.
TBK’nın 72/1. (BK’nın 60/2.) maddesinde düzenlenen üçüncü süre ise “ceza zamanaşımı süresi”dir. Zarara neden olan eylem, aynı zamanda ceza kanunları uyarınca suç teşkil eden bir eylem oluşturuyor ve bu eylem için ceza kanunlarının öngördüğü zamanaşımı süresi daha uzun bir süre ise bu takdirde uygulanacak olan zamanaşımı süresi, o suçun bağlı olduğu ceza zamanaşımı süresidir. Ceza zamanaşımı süresinin başlangıç anı da zarar verici eylemin gerçekleştiği tarihtir.
Somut olaya gelindiğinde, zarar verici eylem 22.11.2003 tarihinde gerçekleşmiş, manevi tazminat istemine konu birleşen dava ise ceza zamanaşımı süresi içerisinde olmamakla birlikte, mutlak zamanaşımı süresi olan on yıllık süre dolmadan 17.06.2013 tarihinde açılmıştır.

Ne var ki, bazı durumlarda zarar verici eylemin gerçekleştiği tarihe göre ceza zamanaşımı süresi dolmuş olsa bile davacının zararını tam anlamıyla öğrenememesi söz konusu olabilir. Uyuşmazlığın üzerinde toplandığı bu yön nedeniyle zararı öğrenme ile amaçlanan şeyin ne olduğu ve buna göre zamanaşımı süresinin hangi tarihte başlayacağı hususlarının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.

Az yukarıda değinildiği gibi kısa süreli zamanaşımının başlaması için zarar görenin zarar ile birlikte zararın sorumlusunu da öğrenmesi gerekir. Zamanaşımı süresinin işlemeye başlaması, bu iki koşulun da gerçekleşmesine bağlıdır. Bu koşullardan birinin gerçekleşmemesi hâlinde zamanaşımı süresi işlemeye başlamaz. Zarar ve tazminat sorumlusundan hangisi daha sonra öğrenilirse, zamanaşımı süresi son öğrenme gününden itibaren işlemeye başlar.

Uyuşmazlıkta önem taşıyan, davacıların zararın varlığını öğrenmeleri koşuludur.

Belirtilmek gerekir ki, kısa süreli zamanaşımının işlemeye başlaması için zarar görenin, zarar veren eylem veya olayı değil, zararı öğrenmesi gerekir.

Zarar, zarar verici fiil veya olayın zarar görenin hukuki varlık ve değerleri üzerindeki olumsuz etki ve sonuçlardır. Zararın öğrenilmesinden amaç, zarar verici olayı değil, zararın varlık ve niteliğini, unsurlarını, kapsamını öğrenmektir (Eren, F.; s 852-853). Zararın varlığı ve bütün unsurları öğrenilmeden, zarar görenin dava yoluyla talep edeceği tazminat hakkında yeterli bir değerlendirme yapamayacağı açıktır. Hukuka aykırı bir eylem işlenilmesine karşın, onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış, zararın ortaya çıkması için eylem tarihinden itibaren bir takım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise zararın bütün unsurlarıyla birlikte öğrenilmesi mümkün değildir. Oysa ki, zarar görenin mahkeme önünde ciddi bir dava açarak tazminat isteminde bulunabilmesi ve bu istemini objektif bir şekilde destekleyen, etkili gerekçelerini ortaya koyabilmesi için oluşan zararın niteliğini, kapsamını ve bütün unsurlarını öğrenmesi gerekir. Aksi hâlde, doğal olarak zamanaşımı süresi de işlemeye başlamayacaktır.

Bazı hâllerde, gerek zararı doğuran eylem veya işlemin ne olduğu ve kim tarafından gerçekleştirildiği ve gerekse zararın kapsam ve miktarı aynı anda ve tam bir açıklıkla belirlenebilir. Böyle durumlarda, zarar görenin uğradığı zararın varlığını, zarar verenin kim olduğunu, kapsam ve miktarının neden ibaret bulunduğunu öğrendiği andan itibaren, zarar verenden bunun tazminini isteme hakkının doğacağı ve bu hakkına ilişkin yasal zamanaşımı süresinin de o tarihte başlayacağı açıktır.

Buna karşılık, ortaya çıkan zarar, kendi özel yapısı içerisinde sonradan değişme eğilimi gösteriyor, zararı doğuran eylem veya işlemin doğurduğu sonuçlarda (zararın nitelik veya kapsamında) bir değişiklik ortaya çıkıyor ise artık “gelişen durum” ve dolayısıyla gelişen bu durumun zararın nitelik ve kapsamı üzerinde ortaya çıkardığı değişiklikler (zarardaki değişme) söz konusu olacaktır. Böyle hâllerde zararın kapsamını belirleyecek husus, gelişmekte olan bu durumdur ve bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle birlikte işlemeye başlayacaktır.

Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 16.11.2002 gün ve 2002/4-882 E., 2002/874 K.; 01.03.2017 gün ve 2014/21-2372 E., 2017/379 K. sayılı kararlarında da aynı hususlar kabul edilmiştir.

Önemle belirtilmelidir ki, burada sözü edilen “gelişen durum” kavramı, uygulamada çoğu kez yanlış anlaşıldığı şekilde zararın kapsamının zarar görence tam olarak öğrenilmesinin herhangi bir nedenle geciktiği (örneğin buna ilişkin bilirkişi raporunun geç alındığı) durumlara ilişkin olan, böylesi bir durumu ifade eden bir kavram değildir. Eş söyleyişle gelişen durum kavramı, salt zarar doğuran işlem ya da eylemin sonuçlarının gelişmesini ve bu nedenle zarar görenin bu konularda bilgi sahibi olabilmesinin zorunlu olarak bu gelişmenin tamamlanacağı ana kadar gecikmesini ifade eder.

Özellikle somut olayda olduğu gibi bedensel bütünlüğün zarar gördüğü ve tedavinin uzunca bir süreye yayıldığı durumlarda, oluşan zararın miktarı tıbbi bakım ve tedavi sonucunda düzenlenen hekim raporuyla belirli bir açıklığa kavuşmaktadır. Yukarıda anlatılan şekilde gelişen durumun bulunduğu, zararın niteliği ve kapsamının bu nedenle sonradan öğrenildiği hallerde zamanaşımının zararın kesin miktarının öğrenildiği tarihten başlayacağı Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun bir çok kararında (21.03.2001 gün ve 2001/4-258 E., 2001/276 K.; 05.06.2002 gün ve 2002/4-470 E., 2002/477 K.; 15.05.2015 gün ve 2013/21-2035 E., 2015/1345 K. ve 01.03.2017 gün ve 2014/21-2372 E., 2017/379 K.) belirtilmiştir.

Kaldı ki, henüz tedavinin tamamlanmadığı, zararın kapsam ve miktarı konusunda belirsizliğin devam ettiği bir aşamada, zarar göreni süre aşımı kaygısıyla dava açmaya zorlamak hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkına da zarar verecektir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, şahsi yaralanmayla ilgili tazminat davalarında dava açma hakkının, tarafların uğradığı zararı gerçekte değerlendirebildiğinde kullanılması gerektiğine (Eşim/Türkiye, Başvuru Numarası: 59601/09, Karar Tarihi:17.09.2013) hükmetmiştir.

Anayasa Mahkemesi de, itfaiye eri olarak çalışan ve yangına müdahale sırasında yaralanan bir başvurucunun, sağlık durumunda meydana gelen değişikliklerin ve buna ilişkin sağlık raporlarının dava açma süresine etkisi hakkında bir gerekçeye yer verilmeksizin, salt zararı doğuran eylemin meydana geldiği tarih baz alınarak açılan davada süre aşımı bulunduğu şeklinde yapılan değerlendirmenin, mahkemeye erişim hakkına yönelik katı bir yorum olduğu sonucuna vararak, başvurucunun mahkemeye erişim ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine (H.K. Başvurusu, Başvuru Numarası: 2013/7400, Karar Tarihi: 05.11.2015) karar vermiştir.

Bu açıklamalar doğrultusunda somut olaya dönüldüğünde; 1990 doğumlu olan …’in 22.11.2003 tarihinde meydana gelen olayda elektrik akımına kapıldığı; sağ kolu, sağ eli ve sağ bacağında ağır yanıkların oluştuğu, olay günü Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Bölümünde tedavi altına alındığı, tedavisinin önce burada sonrasında ise Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Servisinde uzun bir süre devam ettiği, bu süreçte altı kez ameliyat edildiği, önceleri sağ elinin kesilmesi ihtimali varken yapılan tedavilerle kurtarıldığı, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Servisindeki tedavisinin 30.10.2009 tarihinde sona erdiği, ayrıca 26.03.2010 tarihinde nörolojik, 31.01.2011 tarihinde de ürolojik muayenesinin yapılarak gerekli raporların düzenlendiği, klinik tedavisi bittikten sonra Adli Tıp Kurumu Van Şube Müdürlüğünden alınan 12.04.2010 tarihli raporda daimi malûliyet oranın % 44.0 olarak belirlendiği, ancak taraflarca bu rapora itiraz edildiği, bunun üzerine davacı İstanbul Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu’na sevk edilerek burada 14.01.2011 tarihinde muayene edildiği, 28.09.2011 tarihli raporda da olay tarihinden başlamak üzere davacının sağlık durumundaki tüm bu evreler ve gelişen durumu ayrıntılı olarak irdelenerek malûliyet oranının kesin bir şekilde % 44.0 olarak belirlendiği anlaşılmaktadır. Anılan rapor yerel mahkemeye 12.11.2012 tarihinde ulaşmış olup, davacıların da beden gücündeki kaybın oranını, diğer bir anlatımla zararın kapsamını bu tarihten sonra öğrendikleri sabittir.

Diğer taraftan Özel Daire bozma kararında, uyuşmazlık konusu manevi tazminat davasının, Adli Tıp Kurumu raporunun öğrenildiği tarihten itibaren 818 sayılı BK’nın 60/1. maddesindeki bir yıllık süre içerisinde açıldığından bahisle zamanaşımı itirazının reddi gerektiği belirtilmiş ise de, yargılamanın devamı sırasında 01.07. 2012 tarihinde 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu yürürlüğe girmiş ve zamanaşımı süresi 72/1. maddesinde iki yıl olarak düzenlenmiştir. 6101 sayılı Türk Borçlar Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 5/1 maddesinde de yeni TBK’nın yürürlüğe girmesinden önce işlemeye başlamış bulunan hak düşürücü ve zamanaşımı sürelerinin eski kanun hükümlerine tabi olacağı düzenlenmiştir. Eldeki davada ise gelişen durumun varlığı nedeniyle bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi, bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle işlemeye başlayacağından, zamanaşımı süresinin, önceki Borçlar Kanunu döneminde işlemeye başlamadığının kabulü gerekmektedir. Dolayısıyla yeni Kanun döneminde işlemeye başlayan zamanaşımı süresinin de önceki BK’nın 60/1. maddesindeki bir yıllık süre değil, yeni TBK’nın 72/1. maddesindeki iki yıllık süre olduğu kabul edilmelidir.

O hâlde, davacıların yaralanmadan kaynaklanan zararın nihai sonucunu Adli Tıp Kurumu raporu ile öğrendikleri, manevi tazminat istemine ilişkin davanın da öğrenme tarihinden itibaren iki yıllık süre içerisinde açıldığı gözetilerek, zamanaşımı itirazının reddi ile davanın esasının incelenmesi gerekir.

Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, uyuşmazlığın “zamanaşımının başlangıcı” ve “gelişen durum” kavramlarına ilişkin olduğu, hukuki güvenlik açısından davaların süresinde açılması gerektiği, zamanaşımı süresinin başlaması için zarar görenin zararı ve tazminat sorumlusunu öğrenmesi şart ise de, zarardan haberdar olma kavramının, zararın mevcudiyeti ile uğranılan zararın esaslı unsurlarının bilinmesiyle gerçekleşeceği, somut olayda tedavi süreci devam etse bile malûliyet oranının değişmediği, bu nedenle gelişen durumun bulunmadığı, manevi tazminatın takdire dayalı bir tazminat türü olduğu, olayın yaşandığı ilk andan itibaren yaralanmanın boyutu ve vahametinin davacılar tarafından bilindiği gözetildiğinde manevi tazminat isteminin bu andan itibaren mahkeme huzurunda ileri sürülmesine engel bir durumun bulunmadığı, buna karşın davanın yasal zamanaşımı süresi içerisinde açılmadığı, süresinden sonra açılan davanın da zamanaşımı itirazı ile karşılaştığı, bu durumda mahkemece verilen kararın doğru olduğu ve onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş yukarıdaki gerekçelerle kurul çoğunluğunca kabul edilmemiştir.

Hâl böyle olunca, yerel mahkemece Özel Daire bozma kararında gösterilen ve yukarıda ilave olarak belirtilen nedenlerle bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

S O N U Ç : Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen ilave nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatıranlara geri verilmesine, aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca tebliğden itibaren on beş günlük süre içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 20.12.2017 gününde oy çokluğu ile karar verildi.

ELEKTRİK ÇARPMASI SONUCU ÖLÜM ZAMANAŞIMI SÜRESİ

T.C
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
ESAS: 2014/21558
KARAR:2015/17389

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : DİYARBAKIR 3. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 28/10/2014
NUMARASI : 2014/273-2014/1863

Taraflar arasındaki tazminat davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilerinin desteği Abdülbaki , 11.10.2006 tarihinde evinin önünde bulunan, korkuluk ve ölüm tehlikesi levhası olmayan elektrik trafosundan sarkan teli, çocuklarının direğe tırmanıp koparmasını engellemek maksadıyla koparmaya çalıştığı sırada elektrik akımına kapılarak hayatını kaybettiğini, desteğin ölümünden, kendisine ait trafoda hiç bir güvenlik tedbiri almayan davalı şirketin sorumlu olduğunu belirterek; fazlaya ilişkin haklarını saklı tutup, her bir müvekkil için ayrı ayrı 1.000,00 TL maddi tazminat ile eş G.. K.. için 40.000,00 TL, çocuk Ferhat için 10.000,00 TL, çocuk Vedat için 8.000,00 TL, çocuk Esra için 5.000,00 TL olmak üzere toplam 63.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesinde; olayın 2006 yılında meydana geldiğini, eldeki tazminat davasının olaydan 8 yıl geçtikten sonra açıldığını, davanın zamanaşımına uğradığını savunarak; davanın reddine karar verilmesini dilemiştir.

Mahkemece; davacı tarafın, fiili ve tazminat yükümlüsünü 2006 yılı Ekim ayında öğrendiği, ölüm olayının meydana geldiği tarih ile dava tarihi olan 12.02.2014 tarihi arasında yedi yıldan fazla zaman geçtiği gerekçesiyle, davanın zamanaşımından reddine karar verilmiş, hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava; desteğin elektrik çarpması sonucu ölümü nedeniyle açılmış maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.

Temyize konu uyuşmazlık; davada, ceza (uzamış) zamanaşımı süresinin uygulanıp uygulanamayacağı ve buradan hareketle davanın zamanaşımı süresi içinde açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır.

Davanın hukuksal dayanağı, haksız fiildir.

Haksız eylemlerden doğan davalarda uygulanacak zamanaşımı süresi, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 60. maddesinde, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 72. maddesinde düzenlenmiştir. Haksız eylemden doğan tazminat davaları BK’nın 60/1 maddesi gereğince 1 ve 10 yıllık zamanaşımı sürelerine tabidir. BK’nın 60/1.maddesinde öngörülen bir yıllık zamanaşımı süresi; zarara uğrayanın, zararın varlığını ve zarar vereni öğrendiği günden itibaren işlemeye başlar. Aynı Yasa’nın 60/2.maddesi gereğince zarara yol açan eylemin aynı zamanda suç sayılan bir eylemden doğmuş olması durumunda olayda uygulanacak zamanaşımı süresi, o suçun bağlı olduğu (uzamış) ceza zamanaşımı süresidir.

Buna göre, haksız eylem aynı zamanda ceza yasası gereğince bir suç teşkil ediyorsa ve ceza yasası ya da ceza hükümlerini ihtiva eden sair yasalar, bu eylem için daha uzun bir zamanaşımı süresi tayin etmişse, tazminat davası da, ceza davasına ilişkin zamanaşımı süresine tabi olur.

Diğer taraftan tüzel kişilerin organlarının işledikleri haksız fiil aynı zamanda suç teşkil ediyorsa, ceza zamanaşımı süresinin tüzel kişi aleyhine açılan tazminat davasında da uygulanması gerektiği, zira, organların fiilinin tüzel kişileri doğrudan doğruya tazmin yükümlüsü yapacağı, tüzel kişi hakkında daha kısa olan zamanaşımı süresinin, organ hakkında ise, daha uzun olan ceza zamanaşımı süresinin kabul edilmesinin uygulamada hakkaniyete uygun olmayan sonuçlar doğuracağı belirtilerek tüzel kişi hakkında da ceza zamanaşımı süresinin kabulünün uygun olacağı kabul edilmelidir.

Ceza zamanaşımı süresinin uygulanması için ceza davasının açılmış olması gerekmez, haksız eylemin suç niteliğinde olması yeterlidir. Takipsizlik kararı verilse dahi ceza zamanaşımı uygulanabilir. Ceza davasının hiç açılmaması durumunda, hukuk hakimi, haksız eylemin suç niteliği taşıdığını saptamışsa, uzamış ceza zamanaşımını uygulayacaktır.

Tüm bu bilgiler ışığında somut olay irdelendiğinde; davada, desteğin ölümünden dolayı uğranılan maddi ve manevi zararın tazmini talep edildiğine göre, olaya uygulanacak zamanaşımı süresi, ceza zamanaşımı süresidir. Davaya konu olay, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanan taksirle ölüme neden olma suçunu oluşturabilecek nitelikte olup; uygulanacak ceza zamanaşımı süresi, aynı Yasası’nın 66. maddesi uyarınca 15 yıldır. Davacıların desteği, 11.10.2006 tarihinde hayatını kaybetmiş olup, eldeki dava, 20.02.2014 tarihinde açılmıştır. Buna göre eldeki davanın açıldığı tarihte ceza zamanaşımı süresinin dolmadığı açıktır.

Hal böyle olunca mahkemece; açıklanan yönler gözetilerek, davalının zamanaşımı savunmasının reddine karar verilip, işin esasına girilerek, hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı görülmüş, bu husus bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 05.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Exit mobile version