MİNNET DUYGUSUYLA DEVREDİLEN TAŞINMAZLARA KARŞI MUVAZAA İDDİASININ İLERİ SÜRÜLEMEYECEĞİ

T.C
HUKUK GENEL KURULU
2017/1263 E. , 2019/603 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Acıpayam Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 22.05.2012 tarihli ve 2010/565 E., 2013/221 K. sayılı kararın davalılar vekili tarafından temyizi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 28.05.2012 tarihli ve 2013/6625 E., 2013/8684 K. sayılı kararı ile:
“…Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali tescil, olmadığı takdirden tenkis isteklerine ilişkindir.
Mahkemece, muvazaa olgusu sabit görülerek davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; miras bırakanlar Fatmaana’nın 16.02.2004 Şükrü’nün ise 12.12.2009 tarihinde öldükleri, yasal mirasçı olarak davacı kızları, davalı oğlu İbrahim ile ölen oğullarından olma torunlarını bıraktıkları, miras bırakan Fatmaana’nın 20.02.1985 tarihinde kayden maliki olduğu 5673 parsel sayılı taşınmazı davalı oğlu İbrahim’e; diğer miras bırakan Şükrü’nün maliki olduğu 5672 parsel sayılı taşınmazı 12.02.2004 tarihinde davalı …’in eşi diğer davalıya satış suretiyle temlik ettikleri anlaşılmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki; 5673 parsel sayılı taşınmaz bakımından, miras bırakan tarafından davalı …’e yapılan temliki tasarrufun diğer mirasçılardan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu belirlenmek ve benimsenmek suretiyle yazılı olduğu üzere karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur. Davalı …’in bu yöne değinen temyiz itirazları yerinde değildir, oybirliği ile REDDİNE,
Davalı …’nin temyiz itirazına gelince; bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
Öte yandan, satışa konu edilen bir malın devrinin belirli bir semen karşılığı olacağı kuşkusuzdur. semenin bir başka ifade ile malın bedelinin ise mutlaka para olması şart olmayıp, belirli bir hizmet veya emekte olabileceği kabul edilmelidir. (HGK’nun 29.04.2009 tarih 2009/1-130 E. 2009/150 K. sayılı kararı)
Somut olaya gelince, 1917 doğumlu miras bırakan Şükrü’nün 92 yaşında öldüğü, çekişme konusu arsa niteliğindeki taşınmazı davalı gelini Kamile’ye 2004 yılında temlik ettiği, davalı …’in ise bu dönemde yurt dışında bulunduğu, eşi 2004 yılı başlarında ölen miras bırakan Şükrü’ye davalı …’nin baktığının tanık anlatımlarından anlaşıldığı, keza miras bırakan Şükrü’nün terekesinde başka taşınmazlar bulunduğu, mal kaçırma kastıyla hareket etmesi halinde bu taşınmazları da temlik edebileceği halde etmediği görülmektedir.
O halde, yukarıda değinilen somut olgular, açıklanan ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde, miras bırakan Şükrü’nün yapmış olduğu temlikle ilgili gerçek amaç ve iradesinin mirasçılardan mal kaçırmak olduğunu söyleme imkanı bulunmamaktadır.
Hal böyle olunca, 5672 parsel bakımından davanın reddine karar verilmesi gerekirken, kabulü yönünde hüküm kurulmuş olması doğru değildir…”
gerekçesi ile oy çokluğuyla bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde tenkis isteğine ilişkindir.
Davacılar vekili, müvekkillerinin annesi Fatmana Hayda’nın 5673 parsel sayılı arsayı davalı oğlu …’ya, annelerinin ölümünden sonra yalnız kalan babaları Şükrü Hayda’nın da aynı yerde kayıtlı 5672 parseli gelini olan davalı …’ya gerçekte bağışladıkları hâlde mirasçılarından mal kaçırmak amacıyla tapuda satış suretiyle devrettiklerini, murislerin taşınmazları satmaya ihtiyacı bulunmadığını, müvekkillerinden mal kaçırmak gayesiyle hareket ettiklerini, tapudaki satış bedellerinin de bunu gösterdiğini, murislerin dört oğlu ile dört kızı varken davalı … dışındaki oğullarının vefat ettiğini, mal kaçırmada bu hususun da etkili olduğunu, davalıların murisin yaşı ve saffetinden de yararlanmış olabileceklerini düşündüklerini, aksi hâlde gelinine yapılan satışın makul bir sebebinin bulunmadığını, davalıların alım güçlerinin de olmadığını ileri sürerek, davacıların miras payları oranında tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde ise tenkis isteğinde bulunmuştur.
Davalılar vekili, iddianın gerçek dışı olduğunu, müvekkillerinden …’nın 5673 parseli 20.02.1985 tarihinde ortak muris Fatmana Hayda’dan, …’nın ise 5672 parseli 12.04.2004 tarihinde ortak muris Şükrü Hayda’dan satın aldığını, her iki taşınmazın da gerçek değerleri üzerinden alındığını, murislerin ekonomik durumlarının da iddia edildiği gibi olmadığını, hayatlarının yoksulluk içerisinde geçtiğini, en az 30-35 yıl boyunca infak ve iaşelerinin müvekkilleri tarafından sağlandığını, yıllarca yatağa bağımlı kalan her iki murisin de müvekkilleri tarafından bakılıp tedavilerinin yaptırıldığını, neredeyse her gün aynı çatı altında refakat ederek tüm zamanlarını ayırdıklarını, davacılar ve diğer kardeşlerin ise bir katkılarının bulunmadığını, cenazelerine dahi katılmadıklarını, ayrıca davalıların her yıl tütün ekerek birikim yaptıklarını, yine müvekkili İbrahim’in sigortalı-sigortasız çalışmaları bulunduğu gibi bir süre de İtalya’da çalıştığını, bu birikimlerinin bir kısmını taşınmazları satın alırken kullandıklarını belirterek davanın reddini talep etmiştir.
Yerel mahkemece, her iki taşınmazın da tapuda gösterilen bedellerinin gerçek değerlerinin çok altında olduğu, davacı tanıklarının beyanında geçtiği üzere muris Fatmana ve Şükrü’nün bu taşınmazları satmaya ihtiyaçları bulunmadığı gibi hacca gidip gelecek kadar maddi durumlarının iyi olduğu, sırf yaşlandıklarında davalı … ve Kamile’nin kendilerine bakmaları için taşınmazları devrettikleri ve her iki taşınmazın devrinin de muvazaalı olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Karar davalılar vekilince temyiz edilmiş, Özel Dairece yukarıda karar başlığında açıklanan gerekçelerle davaya konu 5672 parsel bakımından karar bozulmuştur.
Mahkemece, bozma kararında satışa konu edilen bir malın bedelinin para olmasının şart olmadığı, bedelin bir hizmet veya emek de olabileceği ve davalı …’nin murise bakmak suretiyle taşınmaz bedelini ödediğinin kabulü gerektiği belirtilmiş ise de; taşınmazın bu saikle temlik edildiğini davalının ispatlaması gerektiği, ancak davalı tarafın taşınmazın gerçek bedeli karşılığında satın alındığını ileri sürdüğü, davalının murise bakmış olması gerçekten bir hizmet olarak kabul edilse dahi böyle bir savunmanın bulunmadığı, ayrıca murisin gerçek iradesi taşınmaz karşılığı bakım sağlamak ise bunun usulüne uygun bir bağış veya ölünceye kadar bakma akdiyle yapılıp gerçek iradenin işleme yansıtılması gerektiği, sonuç olarak yapılan devrin muvazaalı olduğu gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararı davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava konusu 5672 parsel sayılı taşınmazın mirasbırakan Şükrü Hayda tarafından davalı gelini …’ya yapılan temlikinin gerçekte mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki; irade ve beyan arasında bilerek yaratılan uyumsuzluk şeklinde tanımlanan muvazaa, pozitif hukukumuzda 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 19. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 18.) maddesinde düzenlenmiş ve anılan maddede, “Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır.” hükmüne yer verilmiştir.
Buna göre muvazaa; tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile ve fakat kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmalarıdır, şeklinde tanımlanabilir.
Muvazaa daha çok sözleşmenin yorumuyla ilgili olduğundan, öğreti ve uygulamada kapsamlı olarak incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır. Gerek öğretide ve gerekse uygulamada muvazaa, mutlak ve nispi muvazaa olarak iki gruba ayrılmaktadır; mutlak muvazaada taraflar herhangi bir hukuki işlem yapmayı (oluşturmayı) istemezler, yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; nispi muvazaada ise taraflar gerçekten belli bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amacıyla, bir başka hukuki işlemin kurulduğu görüşünü yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar.
Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki (zahiri) işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmaz. Muvazaada görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanmaktadır.
Eldeki davanın konusunu oluşturan ve “muris muvazaası” olarak isimlendirilen muvazaa türünün ise Türk Hukukunda büyük bir yeri ve önemi vardır. Muvazaa davalarının büyük bölümü muris muvazaasına ilişkin bulunmaktadır.
Az yukarıda açıklanan Türk Borçlar Kanununun genel hükmü dışında muris muvazaasına ilişkin bir düzenleme kanunlarımızda yer almamaktadır. Muris muvazaası kaynağını daha çok Yargıtay İçtihatlarından ve bilimsel görüşlerden almakta ise de esas kaynağını 1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı oluşturmaktadır.
1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı içtihadı Birleştirme Kararı ile “Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına” karar verilmiştir.
1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, miras bırakanın tapulu taşınmazlarının temliklerinde yaptığı muvazaalı işlemlere ilişkindir.
Muris muvazaasında, miras bırakan ile sözleşmenin karşı tarafı, aralarında yaptıkları bağış sözleşmesini genellikle satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile gizlemektedirler. Başka bir anlatımla, miras bırakan ile karşı taraf malın gerçekten temliki hususunda anlaşmışlardır. Görünüşteki ve gizlenen sözleşmelerin her ikisinde de samimi olarak temlik istenmektedir. Ne var ki, görünüşteki satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesinin vasfı (niteliği) muvazaalı sözleşme ile değiştirilmekte, ayrıca gizli bir bağış sözleşmesi düzenlenmektedir. Görünüşteki sözleşmenin vasfı (niteliği) tamamen değiştirildiğinden, muris muvazaası aynı zamanda “tam muvazaa” özelliği de taşınmaktadır.
Muris muvazaası iddiasına dayalı uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşınmaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
Mirasbırakan tarafından yapılan temlikin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunun ispatı hususuna gelince; gerek 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 6. maddesindeki “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” düzenlemesi ve gerekse 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 190/1. maddesindeki “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” düzenlemesi uyarınca bu husustaki ispat yükünün davacı tarafa ait olduğu açıktır.
Bu açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; dava konusu 5672 parsel sayılı taşınmazın 1917 doğumlu mirasbırakan Şükrü Hayda adına kayıtlı iken 12.04.2004 tarihinde satış suretiyle davalı …’ya temlik ettiği, temlik tarihinde mirasbırakanın oldukça ileri bir yaşta olduğu, eşinin de kısa bir süre önce vefat ettiği, sosyal güvencelerinin bulunmadığı, mirasbırakanın eşi Fatmana Hayda’nın ölmeden önce hasta olup uzunca bir süre yatağa bağımlı bir şekilde yaşadığı, bu sırada her türlü bakım ve ihtiyaçlarının davalı gelini tarafından sağlandığı, tedavi için yattığı hastanede günlerce kaldığı, bu sırada dahi yanında sadece davalının kalarak refakat ettiği, 12.12.2009 tarihinde vefat eden mirasbırakanın da ölmeden önce üç dört yıl kadar yatağa bağımlı yaşadığı, bu zor günlerinde ölünceye kadar davalı ve eşi tarafından bakılarak tüm ihtiyaçlarının onlar tarafından temin edildiği, davacı kızlarının ise gerekli ilgiyi göstermedikleri dosyada dinlenen tanık beyanlarından anlaşılmaktadır.
Tüm bu olayların gelişiminden, murisin eşinin ölümünden sonra yalnız kaldığı, sağlık sorunları nedeniyle eşinin tüm bakımını yapan ve ona destek olan gelinine eşinin ölümünden kısa bir süre sonra taşınmazını temlik ettiği görülmektedir.
Öncelikle belirtilmelidir ki, davacıların mirasbırakan tarafından yapılan bu temlikin diğer mirasçılardan mal kaçırma amacıyla yapıldığını kanıtladıklarını söyleme imkanı bulunmamaktadır. Mirasbırakanın, davalının eşine sağladığı bakım ve desteğin yarattığı minnet duygusu yanında ileride kendisine de bakacağı düşüncesi ve güveniyle hareket ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim murisin ölmeden önce kendisine bakması için dava konusu taşınmazı davalıya sattığı bir kısım davacı tanıkları tarafından da dile getirilmiştir. Her ne kadar taşınmazın resmî akitteki değeri ile gerçek değeri arasında fark bulunmakta ise de salt bedeller arasındaki oransızlık muvazaanın varlığı için yeterli delil olmadığı gibi terekesinde başka taşınmazları bulunan mirasbırakanın mal kaçırma amacıyla hareket etmesi hâlinde bu taşınmazları da temlik edebileceği hâlde etmediği gözetildiğinde, dava konusu taşınmazın temlikinin muvazaalı olmadığının kabulünü gerektirmektedir.
Diğer taraftan, temlik tarihinden sonra yatağa bağımlı halde yaşayan kayınpederine normal bir bakımın ötesinde bakım ve destek sağlayan davalının bu aşırı hizmetinin semen olarak değerlendirilmesi hukuka uygun düşeceğinden, böyle bir durumda yapılan temlikin ivazlı olduğunun kabulü gerekmektedir.
Nitekim, Hukuk Genel Kurulunun 28.04.2009 tarih ve 2009/1-130 E., 2009/150 K. sayılı kararı ile 16.06.2010 tarih ve 2010/1-295 E., 2010/333 K. sayılı kararında da aşırı hizmetin semen olarak değerlendirilmesi gerektiği hususu benimsenmiştir.
Hâl böyle olunca; Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanunun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 23.05.2019 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

MURİS MUVAZAASI NEDENİYLE TAPU İPTALİ VE TESCİLİ- MİRASBIRAKANIN MİNNET DUYGUSAL YAPMIŞ OLDUĞU TEMLİKİ TASARRUF

T.C
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi

2019/1944 E. , 2019/2965 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : … BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ … HUKUK DAİRESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasındaki görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın kabulüne ilişkin verilen kararın davalı vekili tarafından istinafı üzerine … Bölge Adliye Mahkemesi 1.Hukuk Dairesince istinaf başvurusunun esastan reddine dair verilen karar davalı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla, Tetkik Hakimi …’ın raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, düşünüldü.

– KARAR-

Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptal-tescil isteğine ilişkindir.
Davacılar, mirasbırakanları …’ın, … parsel sayılı taşınmazdaki (9) nolu bağımsız bölümünü satış göstermek sureti ile davalıya devrettiğini, yapılan işlemin mirastan mal kaçırmak amaçlı ve muvazaalı olduğunu ileri sürerek dava konusu taşınmazın tapu kaydının iptali ile payları oranında adlarına tescilini istemişlerdir.
Davalı, dava konusu taşınmazı 200.000 TL bedel karşılığında, bedeli murise elden ödemek sureti ile satın aldığını, hiçbir karşılık beklemeden murise bakıp onunla ilgilendiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, temlik işlemlerinin muvazaalı olduğu gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiş, verilen karara karşı istinaf talebinde bulunulması üzerine, … Bölge Bölge Adliye Mahkemesi 1. Hukuk Dairesi 20.12.2018 tarihli ilamı ile, ilk derece mahkemesi kararı usul ve yasaya uygun olup, istinaf nedenleri yerinde görülmediğinden 6100 sayılı HMK’nun 353/1.b.1 maddesi uyarınca başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden, 1947 doğumlu mirasbırakan …’ın 12.05.2016 tarihinde öldüğü, geriye davacı kardeşi Necla, davacı yeğenleri … ve …, davalı yeğeni … ile dava dışı yeğenleri … ve …’in kaldıkları, murisin adına kayıtlı … parsel sayılı taşınmazdaki mesken nitelikli 9 nolu bağımsız bölümünün, intifa hakkını üzerinde bırakarak çıplak mülkiyetini 03.09.2015 tarihinde satış yolu ile davalıya temlik ettiği anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere, uygulamada ve öğretide “muris muvazaası” olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibariyle nisbi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür. Söz konusu muvazaada miras bırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir.
Bu durumda, yerleşmiş Yargıtay içtihatlarında ve 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmesi de Türk Medeni Kanunun 706., Türk Borçlar Kanunun 237. (Borçlar Kanunun 213.) ve Tapu Kanunun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler.
Hemen belirtmek gerekir ki; bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, mirasbırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alım gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
Öte yandan, çekişme konusu taşınmazın satış şeklinde davalıya temlik edildiği görülmektedir. Hemen belirtilmelidir ki, satışa konu edilen bir malın devrinin belirli bir semen karşılığında olacağı kuşkusuzdur. Semenin bir başka ifade ile malın bedelinin ise mutlaka para olması şart olmayıp belirli bir hizmet veya bir emek de olabileceği kabul edilmelidir. Esasen yukarıda da değinildiği üzere muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı olarak açılan davaların hukuki dayanağını teşkil eden 01.04.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında miras bırakanın gerçek iradesinin mirasçıdan mal kaçırma olması halinde uygulanabilirliğinin kabulü gerekir. Bir başka ifade ile murisin iradesi önem taşır.
Ayrıca, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun(HMK) 190. maddesinde, “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir.”; 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun(TMK) 6. maddesinde, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür.” şeklinde yer alan hükümlerle, açılmış bir davada ispat sorumluluğunun kural olarak davacıya yüklendiği tartışmasızdır.
Somut olayda, açıklanan olgular ve tanık anlatımları yukarıda değinilen ilkelerle birlikte değerlendirildiğinde, mirasbırakanın mirasçılarından mal kaçırmasını gerektirir somut bir olgunun ortaya konulamadığı,pankreas kanseri olan murisin bakımı ve tedavisi ile davalının ilgilendiği,bu bakım karşılığında duyulan minnet duygusu nedeni ile dava konusu taşınmazın devredildiği sonucuna varılmaktadır.
Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile kabul edilmesi doğru değildir.
Davalının temyiz itirazı açıklanan nedenden ötürü yerindedir. Kabulü ile, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun(HMK) 373/1. maddesi uyarınca … Bölge Adliye Mahkemesi 1. Hukuk Dairesinin kararının ORTADAN KALDIRILMASINA, … 9. Asliye Hukuk Mahkemesi kararının 6100 sayılı HMK’nın 371. maddesi uyarınca BOZULMASINA, dosyanın kararı veren … 9. Asliye Hukuk Mahkemesine, kararın bir örneğinin … Bölge Adliye Mahkemesi 1. Hukuk Dairesine gönderilmesine, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 15/05/2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

ÖNALIM HAKKI- TAPUDA BİLDİRİLEN DEĞERİN DAHA SONRA DÜZELTİLMESİ- TAPU İPTALİ VE TESCİLİ- DÜRÜSTLÜK KURALI

T.C
YARGITAY
7. Hukuk Dairesi

2022/3608 E. , 2022/4946 K.

“İçtihat Metni”
7. Hukuk Dairesi
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 31/05/2019 gününde verilen dilekçe ile önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 20/02/2020 tarihli temyiz edilmeden kesinleşen hükmün Adalet Bakanlığının 30/03/2022 tarihli ve 39152028-153.01-1925-2021 Esas, 765/11812 Karar sayılı başvurusu ile HMK’nın 363. maddesi gereğince kanun yararına bozulması istenilmiş olmakla dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:

K A R A R

Dava, 5403 sayılı Kanunun 8/i maddesinde düzenlenen önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Davacı vekili, …,… ilçesi, …Mahallesinde kain davacının … ada 38 parsel sayılı taşınmazın maliki olduğunu, dava konusu … ada 39 parsel sayılı taşınmazın davalı tarafından 24.04.2019 tarihinde 2.000,00 TL bedel karşılığı satın alındığını, bu taşınmazların sınırdaş olduğunu belirterek, 5403 sayılı Kanunun 8/i maddesinde düzenlenen önalım hakkı nedeniyle dava konusu … ada 39 parsel sayılı taşınmazın müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili, dava konusu taşınmazın 75.000,00 TL bedel ile satın alındığını, satış bedelinin sehven tapuda 2.000,00 TL olarak gösterildiğini, ancak daha sonra resmi satış bedelinin 75.000,00 TL olarak düzeltildiğini ileri sürerek öncelikle davanın reddini, aksi kanaatte bulunulması halinde ise düzeltilen satış bedeli olan 75.000,00 TL üzerinden davanın kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulüne, dava konusu taşınmazın tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline, önalım bedeli olarak 2.040,00 TL olarak belirlenmesine kesin olmak üzere karar verilmiştir.
Davalı vekili tarafından hükme karşı kanun yararına bozma isteminde bulunulmuş ve Adalet Bakanlığı’nın 30.03.2022 tarihli 39152028-153.01-1925-2021- Esas, 765/11812 Karar sayılı yazısı ile davalı vekilinin temyiz istemi yerinde görülmekle dosya, temyiz istemi ile Dairemize gönderilmiştir.
Kanuni önalım hakkının, başlıca iki amacının olduğundan bahsedilir. Birincisi, paydaşlar arasına yabancı kişilerin girmesini önlemek; diğeri ise, paydaş sayısını azaltmak ve paylı mülkiyetin ortadan kalkmasını kolaylaştırmaktır.
Kanuni önalım hakkı, paylı mülkiyet ilişkisinin kurulduğu anda doğar ve mülkiyet ilişkisi devam ettiği müddetçe varlığını sürdürür; paydaşlardan birinin, payını üçüncü bir kişiye satması durumunda, önalım hakkı kullanılabilir hale gelir.
Türk Medeni Kanununun 733. maddesi uyarınca, pay satışının önalım hakkı sahibine bildirilmesinden itibaren üç ay içinde ve her halde satışın üzerinden iki yıl içinde, dava açılmak suretiyle kullanılması ve bu beyanın muhatabına ulaşması ile birlikte, önalım hakkı sahibi ile alıcı arasında yeni bir satış ilişkisi doğar.
4721 sayılı Türk Medenî Kanununun 2. maddesinde; herkesin haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uyması zorunluluğu getirilmiş, uyulmamasının yaptırımı olarak da hakkın kötüye kullanılmasının hukuk düzeni tarafından korunmayacağı belirtilmiştir.
Paylı mülkiyet ilişkisine tâbî bir taşınmazda, fiili taksimin mevcut olması durumunda yasal önalım hakkının kullanılmasını açıkça engelleyen bir düzenleme bulunmamasına rağmen, Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin ve Dairemizin istikrar bulmuş kararlarında; önalım davasına konu paya ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması, 4721 sayılı TMK’nin 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı; kötüniyet iddiasının, 14.02.1951 gün ve 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği ve hatta mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerektiği kabul edilmektedir.
Dava konusu olaya gelince; resmi satış sözleşmesine göre, davalı dava konusu taşınmazları 29.04.2019 tarihinde toplam 2.040,00 TL’ye satın almış; davalının 29.04.2019 tarihli dilekçesi ile Torbalı Vergi Dairesine başvuruda bulunarak dava konusu … ada 39 parseldeki gerçek satış bedelinin 75.000,00 TL olarak ifade edildiği, Torbalı Vergi Dairesinin 29.04.2019 tarihli, … ada 39 parsel için tapu harcı ve pişmanlık zammı açıklamalı, 1.489,20 TL miktarlı vergi dairesi alındısına göre, davalının gerçek değer olarak ifade ettiği miktar üzerinden harcı tamamladığı anlaşılmıştır. Bu düzeltme işlemi, önalım davasının açıldığı 31.05.2019 tarihinden önce tamamlanmıştır.
Davalı taraf, satış sözleşmesinde yer alan ve satış bedelinden kaynaklanan hatayı dava açılmadan önce yetkili merciye başvurmak suretiyle düzelttirmiştir.
Buradaki mesele; davalı tarafın, dava açılmadan önce resmi olarak düzenlenen sözleşmedeki herhangi bir hatayı düzelttirmeye hakkı ve yetkisinin bulunup, bulunmadığı; eğer düzeltme yapılmış ise bu düzeltmenin sözleşme dışındaki üçüncü kişilere etki edip etmeyeceğidir.
Taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan kaynaklanan daraltımlarından biri olan önalım hakkıyla ilgili yorumların ve değerlendirmelerin, mülkiyet hakkının özüne zarar verecek şekilde önalım hakkı sahibi lehine genişletilmesi doğru değildir. Bu nedenle, dava açılmadan önce gerçekleşen satış ve düzeltme işlemlerinin, bir bütün halinde ve hepsine eşit değer vererek mevcut durumun değerlendirilmesi gerekir. Önalım davasına konu satış sözleşmesine ve buradaki bilgilere dayanarak talepte bulunan davacının, dava açılmadan önce bu sözleşmedeki bir hatanın düzeltilmesine yönelik davalı işlemini kabul etmemesi 4721 sayılı Kanunun 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmaz. Davanın 75.000,00 TL satış bedeli üzerinden kabulü gerekirken, 2.040,00 TL üzerinden kabulü hukuka uygun değildir.
Bu nedenle Adalet Bakanlığının kanun yararına bozma istemi kabul edilerek, mahkeme kararının kanun yararına bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, Adalet Bakanlığının 30.03.2022 tarihli 39152028-153.01-1925-2021-Esas, 765/11812 Karar sayılı yazısı ile Kanun yararına bozma talebinin kabulüne, HMK’nın 363 maddesi gereğince hükmün hukuki sonuçları kalkmamak koşulu ile KANUN YARARINA BOZULMASINA, aynı Yasanın 363/son maddesi uyarınca kararın bir örneğinin Resmi Gazete’de yayımlanmak üzere Adalet Bakanlığı’na gönderilmesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na verilmesine, 07.09.2022 gününde oy birliği ile karar verildi.

MUHATABIN MERNİS ADRESİNE 21. MADDEYE GÖRE DOĞRUDAN MAVİ ZARFLA TEBLİGAT ÇIKARILAMAYACAĞI- USULSÜZ TEBLİGAT

T.C
YARGITAY
7. Hukuk Dairesi

2022/3956 E. , 2022/5161 K.

“İçtihat Metni”
7. Hukuk Dairesi
MAHKEMESİ : İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 7. Hukuk Dairesi
FER’İ MÜDAHİL : …
İLK DERECE
MAHKEMESİ : İstanbul 17. Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 22/09/2014 tarihinde verilen dilekçeyle önalım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil talep edilmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 05/07/2018 tarihli hükmün ve 12/09/2018 tarihli ek kararın istinaf yoluyla incelenmesi davalı vekili tarafından talep edilmiştir. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 7. Hukuk Dairesince istinaf talebinin esastan reddine dair verilen kararın davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içeriğindeki tüm kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü.

KARAR

Dava, önalım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkilinin …,… ada 2 parsel 170/2500 arsa paylı 1. kat 2 nolu bağımsız bölümde hissedar olduğunu, dava dışı hissedarın davalıya hissesini sattığını, satışın davacıya bildirilmediğini, tapuda gösterilen bedelin muvazaalı olarak yüksek gösterildiğini belirterek davalı adına kayıtlı hissenin önalım hakkına dayalı olarak tapu iptal ve tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı, davanın reddini savunmuştur.
İlk derece mahkemesince, davanın kabulü ile 29 ada 2 parsel 1. kat 2 nolu bağımsız bölümde kayıtlı taşınmazın davalı adına kayıtlı 1/4 hissesinin iptali ile davacı adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmiştir. Gerekçeli karar, davalı vasisi vekili Av. …’e 14.08.2018 tarihinde, davalı vekili Av. …’e 05.09.2018 tarihinde tebliğ edilmiştir. Davalı vekili Av. … 12.09.2018 tarihinde hükmü istinaf etmiştir. İlk derece mahkemesi 12.09.2018 tarihli ek karar ile, istinaf süresinin 11.09.2018 tarihi itibariyle dolduğu ve davalı vekilinin süresinden sonra 12.09.2018 tarihinde istinaf dilekçesini sunduğu gerekçesiyle istinaf talebinin süre yönünden reddine karar vermiştir.
Ek kararı, davalı vekili Av. … istinaf etmiştir. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 7. Hukuk Dairesi 2018/2202 E. 2019/355 K. sayılı ve 28.02.2019 tarihli kararı ile, davalı vekilinin istinaf süresinden sonra istinaf kanun yoluna başvurduğu anlaşıldığından davalı vekilinin ilk derece mahkemesinin istinaf talebinin reddine ilişkin 12.09.2018 tarihli ek kararına yönelik başvurusunun esastan reddine karar vermiştir.
Hükmü, davalı vekili Av. … temyiz etmiş, Dairemizin 2021/8213 E. 2022/147 K. sayılı ve 05.01.2022 tarihli ilamı ile, “TBK m. 513/1 (EBK m. 397/1) hükmü uyarınca vekil veya vekâlet verenin ehliyeti kaybetmesi, vekâlet sözleşmesinin sona erme nedeni olarak tayin edilmiştir. Vekâlet sözleşmesi, gerek vekilin, gerekse vekâlet verenin ayırtım gücünü kaybetmesi ve tam ehliyetsiz olması halinde sona erer. Aynı şekilde ayırtım gücüne sahip bulunan kişinin kısıtlanması veya yasal danışman atanması da sözleşmenin sona ermesi sonucunu doğurur. TMK’nın 471. maddesine göre; “Özgürlüğü bağlayıcı cezaya mahkûmiyet sebebiyle kısıtlı bulunan kişi üzerindeki vesayet, hapis hâlinin sona ermesiyle kendiliğinden ortadan kalkar”. Bu durumda kısıtlılık kendiliğinden ortadan kalkar. Kısıtlılığın kalkması için ayrıca bir mahkeme kararına ihtiyaç yoktur. I- 7201 sayılı Tebligat Kanunu, 19.01.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6099 sayılı Kanunla değiştirildikten sonra, gerçek kişilere yapılacak tebligatla ilgili olarak iki aşamalı bir yol benimsenmiştir. a) Bu kanun değişikliğine göre, muhatabın adres kayıt sistemindeki adresine, Kanunun 21/2. maddesi uyarınca doğrudan tebligat yapılması mümkün değildir. Muhataba çıkarılan ilk tebligatın, öncelikle bilinen veya gösterilen en son adresine, mavi renkli zarf kullanılmaksızın ve adres kayıt sistemindeki adres olduğuna ilişkin şerh verilmeksizin Kanunun 10. maddesine göre normal bir şekilde çıkarılması gerekir. Muhatabın bu adreste bulunmaması durumunda, tebliğ memurunca Kanunun 20 ve 21. maddesinin birinci fıkrası ile Tebligat Yönetmeliğinin 29. maddesi uyarınca, muhatap lehine olan araştırmalar yapılarak tebligatın kendisine ulaşması ve bilgilendirme işlemlerinin yerine getirilmesi gerekir. b) Muhatabın gösterilen adresten sürekli olarak ayrılması ve yeni adresinin de tebliğ memurunca tespit edilememesi durumunda, tebliğ evrakının tebligatı çıkaran merciye geri gönderilmesi gerekir. Ancak bu aşamadan sonra, Kanunun 10/2 ve Yönetmeliğin 16/2. maddeleri nazara alınarak, tebliğ evrakının açık mavi renkli zarfla, adresin muhatabın adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresi olduğu belirtilerek, Kanunun 21/2. maddesine göre tebliği mümkün olabilecektir. Tebligat Kanununun 10/2 ve 21/2. maddeleri farklı şekilde yorumlanarak, başka adresi bilinmediği gerekçesiyle muhatabın adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresine doğrudan doğruya 21/2. maddesine göre tebligat çıkartılması muhatabın savunma hakkını kısıtlayacağından, Anayasanın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesi ve 6100 sayılı HMK’nın “Hukuki dinlenilme hakkı” başlıklı 27. maddesi ile Tebligat Kanununun yukarıda bahsi geçen hükümlerine aykırı olacaktır.
Somut olaya gelince, davalı … vekili Av. … 23.10.2014 tarihli cevap dilekçesinin ekinde vekaletnamesini sunmuştur. Kocaeli 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2016/935 Esas, 2016/901 Karar sayılı ve 18.07.2016 tarihli ilamında, davalı …’in TMK’nın 407. maddesi gereğince kısıtlandığı ve eşi… kendisine vasi atandığı görülmüştür. Davalı vasisi, dosya içerisine alınan 25.07.2016 tarihli vekaletname ile davalıya Av. …’i vekil tayin etmiştir. Kocaeli 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2016/935 Esas, 2016/901 Karar sayılı ve 30.03.2017 tarihli ek kararı ile, kısıtlı …’in 07.02.2017 tarihinde tahliye edildiği anlaşıldığından TMK 471. maddesi gereğince kısıtlılık halinin kendiliğinden ortadan kalkmış olduğunun tespitine karar verilmiştir. Anlaşılacağı üzere davalının kısıtlanması ile görevi sona eren vekil Av. …, davalının kısıtlılık halinin sona ermesi ile görevi sona eren vekil Av. …’dir. Son durumda davalı kendisini usulüne uygun vekaletname ile temsil ettirmediği halde yetkisiz vekillere tebligat yapılmıştır. Açıklanan nedenlerle davalı …’e 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik hükümlerine uygun şekilde gerekçeli kararın tebliği sağlanarak ve yasal temyiz süresi beklenildikten sonra temyiz incelemesi yapılmak üzere Dairemize gönderilmesi için dosyanın İstanbul 17. Asliye Hukuk Mahkemesine iadesine, 05.01.2022 tarihinde oy birliği ile karar verildi.” şeklinde karar verilmiştir.
Somut olaya gelince, dosyanın ilk derece mahkemesine gönderildiği mahkemesince davalı …’e gerekçeli kararın 05.05.2022 tarihinde usulüne uygun tebliğ edildiği, ancak davalının temyiz yasa yoluna başvurmadığı görülmüştür. Davalı …’in kısıtlanması ile vekil Av. …’ün, kısıtlılık halinin sona ermesi ile vekil Av. …’in görevi sona erdiği halde, son durumda kendisini usulüne uygun vekaletname ile temsil ettirmeyen davalının yetkisiz vekili olarak Av. …’ün yaptığı temyiz başvurusu kabul edilemeyeceğinden, davalının usulüne uygun tebliğe rağmen süresi içerisinde temyiz başvurusu da bulunmadığından, vekil Av. …’ün temyiz dilekçesinin reddine karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle vekil Av. …’ün TEMYİZ DİLEKÇESİNİN REDDİNE, peşin harcının yatırana iadesine, dosyanın İLK DERECE MAHKEMESİNE, kararın bir örneğinin ilgili Bölge Adliye Mahkemesi Dairesine GÖNDERİLMESİNE, 14.09.2022 tarihinde kesin olarak oybirliği ile karar verildi.

ÖNALIM HAKKINA DAYALI TAPU İPTALİ VE TESCİLİ- FİİLİ TAKSİM

T.C
YARGITAY
7. Hukuk Dairesi

2022/4070 E. , 2022/4971 K.

“İçtihat Metni”
7. Hukuk Dairesi
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
DAVACILAR : … vd.
DAVALILAR : … vd.

Taraflar arasındaki önalım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil davasından dolayı mahal mahkemesinden verilen yukarıda gün ve sayısı yazılı hükmün; Dairemizin 30/11/2021 gün ve 2021/905 Esas, 2021/3331 Karar sayılı ilamı ile bozulmasına karar verilmişti. Süresi içinde bir kısım davalılar vekili tarafından kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla, dosya içerisindeki bütün evrak incelenerek gereği düşünüldü:

K A R A R

Dava, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Davacılar vekili; davacıların maliki olduğu dava konusu 2 parsel sayılı taşınmazda davalılara satılan hisselerin, önalım hakları nedeniyle davacılar adına tescilini talep ve dava etmiştir.
Bir kısım davalılar, davanın süresinde açılmadığını beyan ederek fiili taksim ve bedelde muvazaa nedeniyle davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulüne dair verilen ilk kararın temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 04.07.2017 tarihli 2015/15072 Esas ve 2017/5600 Karar sayılı ilamıyla “…davalı … ve davalı … vekili, fiili taksim savunmasında bulunduğu halde mahkemece yeterli inceleme ve araştırma yapılmadığından uzman bilirkişilerin katılımı ile keşif yapılarak, bu konuda tarafların göstereceği tanıklar dinlenerek ve keşfi izlemeye olanak sağlayacak bilirkişi raporu düzenlettirilerek eylemli bölüşümün bulunup bulunmadığı saptandıktan sonra sonucuna göre hüküm kurulması” gerektiğinden bahisle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Mahkemece, bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda; “Dava konusu taşınmaz üzerinde hisse devrinden evvel dava dışı …ile davacılar …, …, … bakımından eylemli bölüşüm olduğu gerekçesiyle bir kısım davalı yönünden davanın reddine, yargılama sırasında hissesini devreden bir kısım davalı yönünden ise karar verilmesine yer olmadığına” karar verilmiştir.
Hükmün, davacılar vekili tarafından temyizi üzerine Yargıtay 7.Hukuk Dairesinin 30.11.2021 tarihli 2021/905 Esas 2021/3331 Karar sayılı ilamı ile “..mahkemece, bozma ilamına uyulmuş ise de; bozma gereklerinin yerine getirilmediği, bozmadan sonra dava konusu önalıma konu payların bulunduğu taşınmaz başında keşif yapıldığı ancak satış tarihinde dava konusu taşınmazda davacılar ve özellikle davalılara dava konusu hisseleri devreden satıcıların taşınmazda kullandıkları yerler olup olmadığı açıkça belirlenmeden hüküm kurulduğu gerekçesiyle yerinde keşif yapılarak 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 259/2.maddesi gereğince tarafların tanıkları taşınmaz başında dinlenerek tüm taraf delilleri toplanıp, taşınmazın hangi kısmının kim tarafından ve ne zamandan beri kullanıldığı, özellikle zeminde davacıların ve davalılara pay satan satıcıların kullandığı yer olup olmadığı hususu üzerinde durularak çelişkili beyanlar varsa giderilerek ve tanıklarca gösterilecek yerler fen bilirkişisi tarafından düzenlenecek krokide denetime elverişli şekilde işaretlenmek suretiyle eylemli paylaşım olup olmadığı tespit edilerek, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik araştırma ve incelemeye dayalı olarak, davacılar ve satıcılara pay satan …yönünden fiili taksim olduğu şeklindeki yanılgılı değerlendirmeyle davanın kabulüne karar verilmesinin doğru görülmediği” gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Dairemizin bozma ilamı üzerine bir kısım davalılar vekili, bilirkişi raporuna göre dava konusu taşınmazda davacılar ile dava dışı …arasından fiili taksimin sabit olduğu, hissedar …payını satana kadar bu şekilde kullanılageldiği, hükmün onanması gerekirken bozulduğu gerekçesiyle karar düzeltme isteminde bulunmuştur.
Somut olaya gelince; davacılar vekilinin talebi, dava dışı …tarafından davalılara satılan 1/4 hissesinin iptali istemine ilişkin olup davalıların bir kısmı …’dan bir kısmı da …’ın hisselerini devrettiği kayıt maliklerinden hisse devralarak 2 parsel sayılı taşınmazda hissedar olmuştur. Hükme esas 26.10.2018 havale tarihli bilirkişi raporuna göre, dava dışı … ile davacıların 1/4’er hissedar olduğu 2 parsel sayılı taşınmazın 01.09.2011 tarihli ve 20.06.2013 tarihli uydu görüntülerinde dört paya bölündüğü belirtilmiş, rapora ekli krokide davacıların ve …’ın kullanımındaki yerler ayrı ayrı gösterilmiştir. Keşifte alınan tanık beyanlarının da raporu desteklediği anlaşıldığından fiili taksim nedeniyle davanın reddine dair verilen hükmün onanması gerekirken maddi hata sonucu bozulduğu, bu kez yapılan inceleme ile anlaşıldığından bir kısım davalılar vekilinin karar düzeltme talebinin kabulü ile Dairemizin 30.11.2021 tarihli 2021/905 Esas 2021/3331 Karar sayılı bozma ilamının kaldırılmasına ve hükmün onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle bir kısım davalılar vekilinin karar düzeltme dilekçesinin kabulüyle, Dairemizin 30.11.2021 tarihli 2021/905 Esas 2021/3331 Karar sayılı bozma ilamının KALDIRILMASINA, yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre, mahkeme kararı ve dayandığı gerekçeler usul ve yasaya uygun bulunduğundan hükmün ONANMASINA, peşin yatırılan harcın yatırana iadesine, 07.09.2022 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.

(Muhalif)

KARŞI OY

Dairemizin 30/11/2021 tarih 2021/905 Esas 2021/3331 Karar sayılı, karar düzeltme talebine konu kararında “(…) Somut olayda; davalı … ve davalı … vekili fiili taksim savunmasında bulunmuş, ancak mahkemece, bu hususta yeterli inceleme, araştırma yapılmamıştır. Mahkemece yapılması gereken iş, taşınmazda uzman bilirkişilerin katılımı ile keşif yapılarak ve bu konuda tarafların gösterdiği tanıklar dinlenerek ve keşfi izlemeye olanak sağlayacak bilirkişi raporu düzenlettirilerek eylemli bölüşümün bulunup bulunmadığını saptadıktan sonra, tüm delillerle birlikte hüküm vermek olmalıdır. Mahkemece, eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir…” şeklindeki gerekçe ile ilk derece mahkemesinin kararının bozulmasına karar verilmiştir. Bozma kararında, hükmün eksik araştırma ile verildiği belirtilmiştir. Karar düzeltme dilekçesinde ileri sürülen, ön alım davasına konu taşınmazın paydaşlar arasında eylemli olarak paylaşılıp kullanılıyor olması durumunda ön alım hakkının kullanılmasının TMK’nun 2. Maddesine aykırı olacağı dairemizin kökleşmiş içtihadıdır ve dairemizin bozma kararında bu içtihattan dönülmesi de söz konusu değildir. Bozma kararımızda, paydaşlar arasında eylemli paylaşımın bulunup bulunmadığının araştırılması gerektiği vurgulanmıştır. Bozma kararımız usule ve kökleşmiş içtihatlarımıza aykırı değildir. Bu nedenle, bozma gerekçesine göre davalılar vekilinin karar düzeltme talebinin reddine karar verilmesi gerektiği düşüncesi ile, sayın çoğunluğun kabul yönündeki görüşüne iştirak etmiyorum.

ASGARİ ÜCRET ZAMMININ YÜKSEK ARTIŞI NEDENİYLE SÖZLEŞMENİN UYARLANMASI – ARAÇ KİRALAMA SÖZLEŞMESİ

T.C
YARGITAY
6. Hukuk Dairesi
2021/4369 E. , 2022/4345 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ : İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 19. Hukuk Dairesi
İLK DRC. MHK. : İstanbul 4. Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki sözleşmenin uyarlanması davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın davacının istinaf talebinin reddine, davalının istinaf talebinin kabulüne yönelik verilen hüküm davacı vekilince duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine ilgililere çağrı kağıdı gönderilmişti. Belli günde davacı vekili Avukat … ile davalı vekili Avukat … …’in gelmiş olmalarıyla duruşmaya başlanarak hazır bulunan avukatların sözlü açıklamaları dinlenildikten ve temyiz dilekçesinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

– K A R A R –

Davacı vekili, taraflar arasında imzalanan 55 Adet Sürücülü Hizmet Aracı Kiralama İşine ilişkin sözleşme uyarınca davacının 24 ay süre ile davalıya araç kiralama hizmeti verdiğini, sözleşmeye göre sürücü ücretlerinin brüt asgari ücretin %22 fazlası olarak belirlendiğini, ancak 2016 yılı için belirlenen asgari ücret tutarının öngörülemeyecek şekilde yüksek olması nedenine bağlı olarak davacının aşırı ifa güçlüğü içerisine düştüğünü ileri sürerek, sözleşmenin değişen şartlara uyarlanması ile fiyat farkı talep edilemeyeceğine dair 4. maddenin ve sözleşme bedelinin bu uyarlama doğrultusunda sözleşme tarihinden geçerli olmak üzere değiştirilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, sözleşme uyarınca fiyat farkı talep edilemeyeceğini savunarak, davanın reddini istemiştir.
İlk derece mahkemesince, sözleşmenin ifasının asgari ücretteki artış sebebiyle davacı bakımından aşırı güçleştiği ve uyarlama talebinin yerinde olduğu belirtilerek, davanın kabulüne karar verilmiş, taraf vekillerinin istinaf başvurusu, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 19. Hukuk Dairesince, uyarlama yapılabilmesi için sözleşme veya yasada hal ve şartlara dair kayıt veya hüküm bulunmaması gerektiği, oysa ki sözleşmenin 14. maddesinde fiyat farkı istenemeyeceğinin açık ve net şekilde belirtildiği gerekçesiyle, davacı istemi bakımından esastan reddedilmiş, davalı isteminin ise kabulü ile ilk derece kararı kaldırılarak, davanın reddine karar verilmiştir.
Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.
Dava, asgari ücrette meydana gelen beklenenin üzerindeki artışa dayalı olarak taraflar arasındaki hizmet sözleşmesi bedelinin uyarlanması istemine ilişkindir.
Asgari ücret kanunla belirlenmekte olup, belirlenen bu asgari ücret tutarının altında işçilere ödeme yapılması mümkün değildir. Sözleşmelerde asgari ücret altında ödeme yapılmasına ilişkin hükümler bulunması kanuna aykırılık nedeniyle yok hükmündedir. Asgari ücretin altında yapılan ödemeye ihtirazi kayıt konulmadan kabul edildiği gerekçe gösterilerek bu konudaki talebin reddi asgari ücretin kamu düzenine ilişkin olması niteliğine aykırılık teşkil eder.
Somut olayda, davacı ile davalı arasında 55 Adet Sürücülü Hizmet Aracı Kiralama Sözleşmesi imzalandığı, davacı tarafça sözleşme bedelinin asgari ücretteki artış doğan fiyat farkı nedeniyle uyarlanmasının talep edildiği anlaşılmaktadır.
Az yukarıda belirtildiği şekilde, asgari ücret kamu düzenine ilişkindir. İşçiye asgari ücretten az ücret ödenmesi halinde devlet kamu gücünü kullanarak ücretin asgari ücret seviyesine çıkartılmasını sağlamalıdır. Tarafı kim olursa olsun sözleşmelerde asgari ücret fiyat farkı ödenmesinin önüne geçen hükümler konulması veya birtakım gerekçelerle bunun önüne geçmeye çalışılması asgari ücretin kamu düzeni niteliğiyle bağdaşmaz.
Bu durumda mahkemece, alanında uzman bilirkişi marifetiyle şoförler için sözleşme ile belirlenen ücretlerin, %22’lik fark miktarı hariç tutularak, eski ve yeni brüt asgari ücret tutarları arasındaki fiyat farkının hesaplanması ile tespit edilecek miktar üzerinden sözleşmenin uyarlanmasına karar verilmesi gerekirken, aksi düşüncelerle yazılı şekilde hüküm kurulması doğru olmamış, kararın bu gerekçeyle davacı yararına bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 19. Hukuk Dairesi kararı usul ve yasaya aykırı görüldüğünden hükmün davacı yararına BOZULMASINA, Yargıtay duruşmasında vekille temsil olunan davacı yararına takdir olunan 8.400,00 TL duruşma vekâlet ücretinin davalıdan alınarak davacıya verilmesine, peşin alınan harcın istek halinde temyiz edene iadesine, HMK 373/2. maddesi gereğince dosyanın İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 19. Hukuk Dairesine gönderilmesine, 26.09.2022 gününde oy birliğiyle karar verildi.

DAVANIN GERİ ALINMASI- BOZMA KARARINA UYULMASI- İLK KARARDA HÜKÜM ALTINA ALINAN VEKALET ÜCRETİ ALACAĞINDAN FAZLASINININ USULİ KAZANILMIŞ HAK İLKESİ GEREĞİNCE HÜKÜM ALTINA ALINAYACAĞI

YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ

Esas : 2015/487
Karar : 2017/3815 Tarih : 3.07.2017

HMK 123. Madde

Davanın Geri Alınması

Dava, el atmanın önlenmesi, ve ecrimisil isteklerine ilişkindir.

Davacı maliki olduğu 4539 ada 1 parseldeki 5 nolu dubleks meskeni, davalının 2005 yılı Ağustos ayında eşya koyarak haksız yere işgal ettiğini, ihtarlarının sonuçsuz kaldığını ileri sürerek elatmanın önlenmesine, tahliyeye ve tahliye edilene kadar 12 ay için toplam 24.000.-TL ecrimisilin tahsiline karar verilmesini istemiş, yargılama sırasında elatmanın önlenmesi ve tahliyeye yönelik taleplerini atiye terkettiğini bildirmiştir.

Davalı, çekişme konusu yeri harici satış sözleşmesi ile aldığını ve bedelini ödediğini, ancak davacının haksız yere sözleşmenin feshi yoluna gittiğini, davacı aleyhine … Asliye Hukuk Mahkemesi`nin 2006/238 Esas sayılı dosyasından tapu iptal tescil davası açtığını, bu dosyanın sonucunun beklenmesi gerektiğinin belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece Davanın reddine dair verilen karar Dairece; “ Somut olayda, elatmanın önlenmesi ve tahliye davası yönünden davacının atiye terk beyanına karşı davalı taraf herhangi bir beyanda bulunmuş değildir. O halde, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu`nun 123. maddesi hükmünün gereği yerine getirilerek varılacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken bu hususun gözardı edilerek sonuca gidilmiş olması doğru değildir. “ gerekçesiyle bozulmuş,

mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda tüm istekler yönünden davanın reddine karar verilmiştir.

Hükmüne uyulan bozma ilamı gereğince karar verilmiş olması nedeniyle davacının diğer temyiz itirazları yerinde değildir.Reddine.

Ancak mahkemece verilen 28.03.2013 tarihli ilk kararda davalı yararına 11.890, 00 TL vekalet ücretine hükmedildiği ve verilen kararın davalı tarafından temyiz edilmeyip davacının temyizi üzerine Dairece bozulduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda davalı lehine hükmedilen 11.890, 00 TL vekalet ücretinin davacı yönünden kazanılmış hak oluşturduğu, bundan daha fazlaya hükmedilemeyeceği gözetilerek karar verilmesi gerekirken son kararda bu ücretin üzerinde vekalet ücretine hükmedilmesi doğru değildir. Davacı vekilinin bu yöne değinen temyiz itirazı yerindedir.

Ne var ki; anılan husus yeniden yargılama yapılmasını zorunlu kılmadığından, mahkeme kararının hüküm kısmının vekalet ücreti ile ilgili 5.bendinin hükümden çıkarılmasına, yerine “Davalı taraf kendisini vekille temsil ettirdiğinden karar tarihi itibariyle yürürlükte bulunan A.A.Ü.T’ye göre hesap edilen 11.890, 00-TL nispi vekalet ücretinin davacı taraftan tahsili ile davalı tarafa verilmesine” cümlesinin yazılmasına ve kararın bu hali ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu`nun 438/7. maddesi uyarınca DÜZELTİLEREK ONANMASINA, peşin alınan harcın istek halinde yatırana iadesine, 03.07. 2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi

KADASTRO ESNASINDA KÖK MİRASBIRAKANIN TAPULAMA SIRASINDA TAPULAMA TEKNİSYENİ HUZURUNDA VERDİĞİ MUVAFAKAT NEDENİYLE MUVAZAA İDDİASININ DİNLENEMEYECEĞİ

T.C
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi
2021/328 E. , 2022/598 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davası sonunda Çatalca 1. Asliye Hukuk Mahkemesinden verilen18/11/2020 tarih 2020/216 Esas 2020/417 Karar sayılı karar yasal süre içerisinde davacılar vekili tarafından duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla; duruşma günü olarak saptanan 24/01/2022 Pazartesi günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden davacı … vekili Avukat … ile temyiz edilen davalı vekili Avukat … geldiler. Davetiye tebliğine rağmen vasi … ve diğer temyiz eden davacı … v.d. vekili avukat gelmedi. Yokluklarında duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya incelenip gereği düşünüldü:
I. DAVA
Davacılar, mirasbırakan … …’ün maliki olduğu 1844, 1845, 1846 ve 1847 parsel sayılı taşınmazlarını kadastro çalışmaları sırasında mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla muvazaalı bir şekilde oğlu … ile torunu Muhsin adına tespit ve tescil ettirdiğini ileri sürerek, tapu kayıtlarının iptali ile miras payları oranında adlarına tesciline karar verilmesini istemişlerdir.
II. CEVAP
Davalılar, iddiaların yersiz olduğunu, devir tarihi itibariyle taşınmazların değerinin çok düşük olduğunu, taşınmaz satın alabilecek durumlarının bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuşlardır.
III. MAHKEME KARARI
Mahkemece, muvazaa olgusunun sabit olduğu gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
IV. TEMYİZ
1.Temyiz Yoluna Başvuranlar
Yukarıda belirtilen karara karşı süresi içinde davalılar temyiz isteminde bulunmuştur.
2. Bozma Kararı
Dairenin 05/11/2019 tarih ve 2016/9449 E., 2019/5662 K. sayılı kararıyla; “…dava konusu taşınmazların mülkiyetinin davalıların mirasbıranlarına devrini sağlayacak bir sözleşme mevcut olmayıp tescil isteği niteliğinde bulunan ve tapulama teknisyeni huzurunda yapılan tek taraflı bir tescile muvafakat beyanı mevcuttur. Yorum yolu ile de yukarıda açıklanan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının uygulama alanı genişletilemez. Hal böyle olunca, dava konusu taşınmazların davalıların mirasbırakanları adına tapu kayıtlarının oluşmasının dayanağının kök mirasbırakanın tapulama sırasında tapulama teknisyeni huzurunda verdiği ve imzası tahtında bu yerlerin davalıların mirasbırakanları adına tespitine muvafakatini içeren tek taraflı beyanı olup, taşınmazların davalıların mirasbırakanlarına devrini sağlayan bir sözleşme ilişkisi bulunmadığından muris muvazaasına ilişkin 01.04.1974 tarih 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının eldeki davada uygulanamayacağı gözetilerek davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere karar verilmesi isabetsizdir.” gerekçesiyle karar bozulmuş; davacılar vekilinin karar düzeltme istemi Dairenin 02/06/2020 tarih ve 2020/874 E., 2020/2093 K. sayılı kararıyla reddedilmiştir.
3. Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
Mahkemenin 18/11/2020 tarihli ve 2020/216 E., 2020/417 K. sayılı kararıyla; bozma ilamında belirtilen gerekçe benimsenmek suretiyle davanın reddine karar verilmiştir.
4. Bozma Sonrası Mahkeme Kararına Karşı Temyiz Yoluna Başvuranlar
Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
5. Temyiz Nedenleri
Davacılar vekili, Kadastro tespiti sırasında taşınmazlara zilyet olanın 3. kişi değil mirasçı olup, K.K. 13/B maddesinin değil, 13/A maddesinin esas alınması gerektiğini, 13/A maddesinin kayıt sahibi ya da mirasçılarının zilyet olduğunda uygulanacak hükümleri düzenlediğini, somut olayda 3. kişi lehine muvafakat verilmiş gibi değerlendirme yapıldığını, oysa ki somut olayda mirasçının zilyetliği söz konusu olduğunu, tapulama memuru önünde yapılan muvafakat beyanının resmi şekilde yapılmış gibi kabul edildiğini ve somut olayda muris muvazaasına ilişkin İBK’nın uygulama yeri bulunduğunu, kadastro teknisyeni huzurunda verilen muvafakat beyanı doğrultusunda tespit yapıldığını, kadastro Kanunu ile tapulama memuru önünde verilen muvafakat beyanının tapu devrini sağladığını, 1978 yılında yapılan harici satış sözleşmesinin kadastro sırasında tapulama memuruna beyan edildiğini ve tutanağa geçtiğini, sadece tapu memuru önündeki beyana itibar edilmesinin hem Kadastro Kanunu’nun ruhuna aykırı olup hem de dar bir şekilde yorumlanması anlamına geldiğini, mirasbırakanın asıl amacının kız çocuklardan mal kaçırmak olduğunu, vekalet ücretinin yanlış hesaplandığını, 2020 karar tarihi itibarıyla vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken 2021 yılı itibarıyla hükmedildiğini, karar tarihinin 18/11/2020 olup, 2021 AAÜT’nin ise 24/11/2020 tarihinde yani karar tarihinden sonra yayımlandığını, mirasbırakan ile davalı … arasında ve mirasbırakan ile bir kısım davalının mirasbırakanı … arasında kadastro tespiti öncesi ya da sonrasında düzenlenmiş bir satış sözleşmesi olup olmadığının araştırılmadığını, bu yönde 18/11/2020 tarihli duruşmada ve 15.11.2020 tarihli dilekçe ile talepte bulunduğunu ancak talebin karşılanmadığını belirterek kararın bozulmasını istemiştir.
6. Gerekçe
6.1. Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme
Uyuşmazlık, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
6.2. İlgili Hukuk
6.2. Hemen belirtilmelidir ki, 1.01.04.1974 tarih, 1/2 sayılı İBK’da değinildiği üzere, bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılarının, görünürdeki satış sözleşmesinin Türk Borçlar Kanunu’nun 19. (BK 18.) maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabilecekleri kabul edilmektedir.
Kural olarak Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları konuları ile sınırlı, gerekçeleri ile aydınlatıcı ve sonuçları ile bağlayıcıdır. Görüleceği üzere butlan sonucunu doğurarak, mirasbırakanın temliki tasarruflarının iptaline imkan tanıyan 01.04.1974 tarih, 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için, temliki tasarrufa konu yapılan taşınmazın mirasbırakanın tapulu malı olması, gerçekte bağışlamak istediği bu malı ile ilgili olarak tapu memuru huzurunda, iradesini satış doğrultusunda açıklaması icap eder.
6.3. Değerlendirme
Dairenin bozma kararında; taşınmazların davalıların mirasbırakanlarına devrini sağlayan bir sözleşme ilişkisi bulunmadığından muris muvazaasına ilişkin 01.04.1974 tarihli 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının eldeki davada uygulanmayacağı ve davanın reddi gerektiği belirtilmiş, mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda bu gerekçe benimsenerek davanın reddine karar verilmiş olması isabetli olmuştur.

V. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle; davacılar vekilinin yerinde bulunmayan temyiz itirazının reddiyle, usul ve yasaya ve bozma kararının gerekçelerine uygun olan hükmün ONANMASINA, 20/11/2021 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi gereğince gelen temyiz edilen davalılar vekili için 3.815,00-TL duruşma vekâlet ücretinin temyiz eden davacılardan alınmasına, aşağıda yazılı 21,40-TL bakiye onama harcının temyiz eden davacılardan alınmasına, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 24/01/2022 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İŞ KAZASINA İLİŞKİN KUSUR RAPORU-USULİ KAZANILMIŞ HAK- İŞ KAZASI NEDENİYLE KURUM ZARARININ RÜCUAN TAZMİNİ DAVASI

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU

ESAS: 2004/10-24

KARAR: 2004/47

TARİH: 28.01.2004

DAVA: Taraflar arasındaki “”rücuan alacak”” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Şırnak Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 18.6.2002 gün ve 2000/84 E – 2002/71 K. sayılı kararın incelenmesi davalılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Onuncu Hukuk Dairesi’nin 26.11.2002 gün ve 2002/8508-9248 sayılı ilamiyle; ( 1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillere ve hükmün dayandığı gerektirici sebeplere göre, sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.

2- Davanın yasal dayanağı 506 sayılı Kanunun 26. maddesi olup Dairemizin önceki bozma kararında dış tavan hesabına yönelik herhangi bir bozma nedeni öngörülmemesi karşısında, bozma kararı öncesinde alınarak karara dayanak yapılmış olan 4.2.2000 tarihli hesap raporunda belirlenmiş olan tavan değerlerinin taraflar yararına usuli kazanılmış hak durumu oluşturduğu gözetilmeksizin, uyulan bozma doğrultusunda sürdürülen yargılama sürecinde değişen asgari ücret değerleri de gözetilmek suretiyle düzenlenmiş olan 15.4.2002 tarihli hesap raporunun esas alınması usule ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir… ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Temyiz Edenler: 1- Davalı Cemil Kardeşler

2- Davalı M… Kardeşler Ltd. Şti.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Dava, iş kazası sonucu vefat nedeniyle rücuan tazminat istemine ilişkindir.

Mahkemece istemin kabulüne karar verilmiş, hüküm Özel Dairece yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.

Davacı Kurum davasında; 15.5.1997 tarihinde meydana gelen iş kazasında vefat eden sigortalısının hak sahiplerine bağlanan peşin değerli gelirler nedeniyle uğranan Kurum zararından bir bölümünün tahsilini istemektedir.

Mahkemece, aldırılan kusur ve sigortalının asgari ücretten gelir elde ettiğinin kabulü ile düzenlenen hesap raporunda, sigortalının ölümü ile hak sahiplerinin destekten yoksun kaldıkları tavan zarar miktarları belirlenerek verilen ilk hüküm, tarafların temyizi üzerine, Yüksek Özel Dairece; “”hükme esas alınan kusur bilirkişi raporunun oluşa uygun bulunmadığı”” gerekçesiyle bozulmuştur.

Yerel mahkemece uyulan bozma kararı doğrultusunda düzenlenen kusur raporu ve bozmadan sonra davanın devamı sırasında yürürlüğe giren yeni Asgari ücret dikkate alınmak suretiyle yaptırılan bilirkişi raporu sonucunda bulunan miktar dikkate alınarak karar verilmiş, hüküm özel dairece yukarıda yazılı gerekçe ile bozulmuş, yerel mahkeme önceki kararda direnmiştir.

Mahkeme ile özel daire arasındaki uyuşmazlık, aynı davada bozma nedeni yapılmayan hesap raporuna rağmen asgari ücretin artması halinde bu asgari ücret artışı gözönünde bulundurularak gerçek zarar dış tavan hesabının yaptırılıp yaptırılamayacağı giderek bu hususun davalı yararına oluşan usuli kazanılmış hakkı ortadan kaldırıp kaldırmayacağı noktasında toplandığı anlaşılmaktadır.

Beden tamlığına karşı işlenen haksız fiillerde zararın gerçek miktar ve kapsamı zamanla daha iyi anlaşılabileceğinden mümkün olduğu kadar geç bir tarihin esas alınması gereği ortadadır. BK.nun 46/2. maddesinde cismani zararın hangi tarih esas alınarak hesaplanacağı hakkında yeterli açıklık bulunmakta, cismani zararın hüküm tarihine en yakın tarihteki verilere göre hesaplanması kabul edilmektedir ( Prof. Dr. S. S. Tekinay, Ölüm sebebiyle destekten yoksun kalma tazminatı İst. 1963 s. 201-202 ). Asgari ücretin kamu düzeni ile ilgili olduğu açıktır. Aynı davada, bozmadan sonra da olsa asgari ücretin artması halinde bunun mahkemece kendiliğinden dikkate alınacağı belirgindir. Hatta davacının ilk asgari ücrete göre yapılan hesaba itiraz etmemesi, o günkü verilerin doğru olduğuna inandığı içindir. Bu durum sonraki gelişmeler nedeniyle asgari ücretlerdeki artışlardaki hakkını istemesine engel olamaz.

İş kazası sonucu vefat eden sigortalının hak sahiplerine kurumca yapılan sosyal sigorta yardımlarının rücuan ödetilmesi davalarında asgari ücretin artışının, yargılamanın her aşamasında gözetilmesinin mümkün olduğunun kabulü halinde bunun usuli kazanılmış haktan söz edilip sınırlandırılabileceğini ileri sürmek asgari ücretin kamu düzeni amacının boşa çıkarılmasına neden olacaktır.

Söylenen hususlar Yargıtay tarafından kararlılıkla uygulanmaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 28.2.1996 gün E: 1995/21-1059, K: 1996/104, aynı kurulun 17.9.1997 gün, E: 1997/10-474 K: 1997/653, 17.12.1997 gün E.1997/10-820 K.1997/1074, 21.12.1998 gün E.1998/10-816 K.1998/844, 9.7.2003 gün, E.2003/21-465, K.2003/472 sayılı kararları.

Durumun maddi hukuk bakımından irdelenmesi yanında, usul hukuku yönünden duruma bakıldığında; bir mahkemenin Yargıtay Dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda, kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak, yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince hüküm verme yükümlülüğü doğar. “”Usuli kazanılmış hak”” olarak tanımlayacağımız bu müessese, mahkemeye, hükmüne uyduğu Yargıtay bozma kararındaki esas çerçevesinde işlem yapma ve hüküm kurma zorunluluğu getirir ( 9.5.1960 gün ve 21/9 sayılı YİBK ).

Hukuk Usulü Muhakemeleri Yasası’nda anılan ilkeye ilişkin açık bir hüküm bulunmamaktadır. Ne var ki, “”Usuli Kazanılmış Hak”” davaların uzamasını önlemek, hukuki alanda istikrar sağlamak ve kararlara karşı genel güvenin sarsılmasını önlemek amacıyla Yargıtay uygulamaları ve öğretide kabul görmüş usul hukukunun vazgeçilmez ana temellerinden olup, bir davada, mahkemenin yada tarafların yapmış olduğu bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakkı ifade eder.

Mahkemenin, Yargıtay’ın bozma kararına uyması ile, bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usuli kazanılmış hak doğabileceği gibi, bazı konuların bozma kararı kapsamı dışında kalması yolu ile de usuli kazanılmış hak durumu oluşabilir.

Yargıtay tarafından bozulan bir hükmün bozma kararının kapsamı dışında kalmış olan kısımları kesinleşir. Bozma kararına uymuş olan mahkeme kesinleşen bu kısımlar hakkında yeniden inceleme yaparak karar veremez. Bir başka anlatımla, kesinleşmiş bu kısımlar, lehine olan taraf yararına usuli kazanılmış hak oluşturur. ( 4.2.1959 gün ve 13/5 sayılı YİBK ).

Yargıtay içtihatları ile kabul edilmiş olan “”usuli müktesep hak”” kurumunun bir Çok hukuk kuralında olduğu gibi, özellikle kamu düzeni düşüncesi ile, yine Yargıtay içtihatları ile getirilmiş istisnaları vardır:

Mahkemenin bozmaya uymasından sonra bir içtihadı Birleştirme Kararı çıkarsa, bu yeni içtihadı Birleştirme Kararının mahkemede ve Yargıtay’da görülmekte olan bütün işlere uygulanması gerekir. Buna karşı usuli kazanılmış hak iddiasında bulunulamaz ( 9.5.1960 gün ve 21/9 sayılı YİBK ) içtihadı Birleştirme Kararında olduğu gibi, bozmadan sonra yürürlüğe giren ve geçmişe etkili bir yeni kanun karşısında, Yargıtay bozma ilamına uyulmuş olmakla meydana gelen usuli kazanılmış hak, hukukça değer taşımaz.

Benzer şekilde; uygulanması gereken bir kanun hükmü, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilirse, artık usuli kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir ( HGK.nun 21.1.2004 gün, 2004/10-44 E, 19 K. ).

Bu sayılanların dışında ayrıca; görev konusu, hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı, harç ve maddi hataya dayanan bozma kararlarına uyulmasında olduğu gibi, “”kamu düzeni”” ile ilgili konularda usuli kazanılmış haktan söz edilemez ( Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü-6. Baskı, cilt 5, 2001 ).

Bu noktada “”kamu düzeni”” kavramına açıklık getirilmesinde yarar bulunmaktadır. Kamu düzeni; kamunun ( toplumun ) her bakımdan genel çıkarlarını koruyucu hükümlerin tümü; bir ülkede kamu hizmetlerinin iyi yapılmasını, devletin güvenliğini ve düzenini ve bireyler arasındaki ilişkilerde hukuku, huzuru ve ahlak kuralılarına uygunluğu sağlamaya yarayan kurum ve kuralların tümü; devletin ve devlet yapısının korunmasını hedef tutan, toplumun her alanındaki düzenin temelini oluşturan bütün kuralları ifade eder ( Ejder Yılmaz-Hukuk Sözlüğü, Türk Hukuk Lügatı, Büyük Larousse, vs. ).

Asgari ücret de kamu düzeni ile ilişkilendirilen kavramların başında gelmektedir.

Gerçekten de 1475 sayılı İş Kanunun 33, 99 ve 4857 sayılı İş Kanununun 39 ve 102. maddelerinin içeriğinden elde edilen hukuki verilerde gözetildiğinde, işçinin taban ücretini belirleyen asgari ücretin, işçilerin yaptıkları işe uygun ve insanlık onuruna yaraşır bir yaşam seviyesini sağlamaları için gerekli olan en az ücreti ifade etmektedir. Adil bir ücret elde edilmesini, böylece çalışanların ekonomik ve sosyal durumlarının düzeltilmesi amacına yönelik olarak yapılmakta olan asgari ücret değişikliklerinin kamu düzeni düşüncesi ile ilgili olduğunda tereddüt bulunmamaktadır. Kamu düzeniyle ilgili bu durumlarda, kazanılmış usuli haktan söz edilemeyecektir.

Bu niteliği dikkate alındığında asgari ücretteki değişikliklerde usuli kazanılmış hakkın istisnası niteliğinde bulunup, aynı davada ve yargılamanın her aşamasında hâkim tarafından re’sen gözetilmesi gerekir.

Açıklanan bu maddi ve hukuki olgular karşısında, zararlandırıcı sigorta olayına uğrayan sigortalının yada hak sahiplerinin gerçek zararlarının hesaplanmasında hükme en yakın tarihte belli olan asgari ücretin esas alınması gerekeceğinden, bu gerekçeler ile doğru bulunan yerel mahkeme direnme kararının onanması gerekir.

SONUÇ: Davalılar Cemil M… ve M… Kardeşler Limited Şirketinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ( ONANMASINA ) ve temyiz ilam harcının temyiz edenlerden alınmasına, 28.1.2004 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY YAZISI:

Dava, iş kazası sonucu vefat eden sigortalının hak sahiplerine bağlanan gelirler nedeni ile oluşan Sosyal Sigortalar Kurumu zararının rücuan tazmini istemine yönelik olup, yasal dayanağı 506 sayılı Kanunun 26. maddesidir.

Özel Daire ile yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık bozma kararından önce tazminat hesabına esas tutulan asgari ücret bozma dışında kalmışsa, bozmadan sonra yürürlüğe giren asgari ücret artışları tazminat hesabında gözetilmesi gerekip gerekmeyeceği noktasındadır.

Özel Daire 12.7.2000 tarihli ilk bozma kararında Kurumun rücu alacağının tavanını belirleyen hesap raporuna yönelik herhangi bir bozma nedeni öngörülmemiştir. Bozma kararı tamamen kusura yönelik olup tarafların kusura yönelik temyiz itirazları kabul edilmiştir. Bu nedenle tavan hesap raporu kesinleşmiş ve davalı lehine usuli müktesep hak durumu oluşmuştur. Yerel Mahkemenin bozma kararından sonra yapacağı iş, davalıların yeniden saptanan kusur paylarını ilk hesap raporundaki maddi zarar miktarlarına uygulamaktan ibarettir. Bozmadan sonra değişen asgari ücretlere göre yeniden tavan hesabı yapılamaz. Asgari ücret kamu düzeni ile ilgili ise de usuli müktesep hakta kamu düzeni ile ilgilidir. Asgari ücretlerdeki artışlar dikkate alınıp yeniden hesap raporu alındığında tazminat miktarı yükseleceğinden bu husus davacı Kurumun yararına davalı işverenin aleyhine olacaktır ve davalı işverenin usuli müktesep hakkı ihlal edilmiş olacaktır.

Öte yandan maddi tazminat bir takım faraziyelere göre hesaplanan miktardır. Bu miktarın birde bozma dışında kalan asgari ücret artışlarıyla yükseltilmesi işverenlerin sorumluluklarını daha da ağırlaştıracaktır.

Bu nedenle tavan hesabı bozma kararı dışında tutulduğuna göre bu yön taraflar bakımından usuli kazanılmış hak durumunu oluşturur. Bozmadan sonra yürürlüğe giren asgari ücretlerdeki artışlar tazminat hesabında dikkate alınamaz.

Açıklanan nedenlerle Onuncu Hukuk Dairesinin bozma kararı doğru olup, Sayın çoğunluğun onama görüşüne katılamıyoruz.

TRAFİK KAZASI – MADDİ MANEVİ TAZMİNAT- USULİ KAZANILMIŞ HAK

T.C
YARGITAY

17. Hukuk Dairesi

2014/19053 E. , 2014/17962 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Kırıkkale 1. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 10/06/2014
NUMARASI : 2013/957-2014/1166

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne dair verilen hükmün, süresi içinde davalı sigorta şirketi vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, müvekkilinin murisi ve desteği G. R. S. davalı sigorta şirketine zorunlu mali sorumluluk sigorta poliçesi ile sigortalı aracın tek taraflı trafik kazası sonucu devrilmesi nedeniyle araç içerisinde hayatını kaybettiğini belirterek, davacı eş için fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydı ile 1.000,00 TL destek tazminatı talep etmiş ve 10.04.2012 tarihli ıslah dilekçesi ile talebini 83.683,92 TL’ ye çıkardığını belirtmiştir.
Davalı vekili, davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulü ile, davacı eş için 83.683,92 TL destek tazminatının dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, davalı sigorta şirketi vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Hükmüne uyulan bozma ilamında; “… sağ kalan eşin kaza tarihi itibariyle çocuk sahibi olmadığı halde iki çocuk için %5’erden %10 indirim yapılarak %48 olan evlenme ihtimalinin %38’e düşürülerek hesap yapılmasının doğru olmadığı, davacı eşin olay tarihindeki yaşı, çocuğunun olmaması, sosyal yaşantısı ve ekonomik durumu göz önünden bulundurularak evlenme ihtimalinin yeniden belirlenip hesaplama yapılması için bilirkişi raporu alınması” gereğine değinilmiştir.
Mahkemece, Yargıtay bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonunda, bilirkişi raporu benimsenerek; davanın kabulüne, 83.683,92 TL destek tazminatının dava tarihinden itibaren işleyecek avans faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, davalı sigorta şirketi vekili tarafından temyiz edilmiştir.
1- Dava, trafik kazasından kaynaklanan destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir.
Mahkemece bozma ilamına uyulmasına karar verilmiş, aktüerya uzmanı bilirkişiden alınan ek raporda; bilinen en son aylık net asgari ücret güncellenerek esas alınmak suretiyle hesaplama yapılmıştır. Ancak mahkemece verilen ilk karar davalı tarafından temyiz edilmiş ve Yargıtay tarafından davalı yararına bozma yapılmış olmasına göre davalı yararına usulü kazanılmış haklar dikkate alınarak Yargıtay bozma ilamından önce alınan aktüerya uzmanı bilirkişi rapor tarihindeki veriler esas alınarak hesaplama yapılması gerekirken yazılı şekilde bozma ilamından sonra alınan rapor tarihine göre yapılan hesaplamanın hükme esas alınması doğru görülmemiştir.
2- Mahkemece, bozma öncesi verilen ilk kararda alacağın yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş olup, ilk karar davalı sigorta şirketi tarafından temyiz edilmiş ve bozma ilamına uyulmakla, faiz hususunda da davalı S.. Sigorta AŞ. yararına usuli kazanılmış hak oluştuğundan, ikinci kararda bu kez avans faizine hükmedilmesi doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı sigorta şirketi vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalı S. Sigorta AŞ.’ye geri verilmesine, 8.12.2014 günü Üye E.S.B. karşı oyu ve oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY

Beden tamlığına karşı işlenen haksız fiillerde zararın gerçek miktar ve şumulü zamanla daha iyi anlaşılabileceğinden mümkün olduğu kadar geç bir tarihin esas alınması, bilirkişinin hüküm tarihine en yakın verileri (asgari ücret) nazara alarak raporunu düzenlemesi gerektiği Yargıtay’ın oturmuş ve yerleşmiş görüşlerindendir.
Asgari ücret kamu düzeni ile ilgili olduğundan bu hususta usuli kazanılmış haktan söz edilemeyeceği gibi hakim bu durumu duruşmanın her aşamasında kendiliğinden gözetmelidir. Bu konuda bir talep olmasa dahi hakim bu hususu doğrudan doğruya gözönünde bulundurmakla yükümlüdür.
Kamu düzeni ile ilgili konularda usuli kazanılmış haktan söz edilemeyeceğinden bozmadan sonra asgari ücretlerin artmış olması durumunda bu yeni artışlarında hesaplamada gözönünde tutulması gerekir. (Hukuk Genel Kurulu’nun 17.12.1997 gün Esas 97/10, Karar 97/1074 sayı, 28.01.2004 gün Esas 2004/10-24 Esas 2004/47 Karar sayı, 21 HD. 25.5.2000 gün 4100-4206 sayı, 4 HD. 18.12.2003 gün 8596-14191 sayı, 10 HD. 10.09.1996 gün 7580-6635 sayı vs.)
Somut uyuşmazlıkta,
Yerel mahkemenin 29.5.2012 gün 2010/545 esas 2012/190 karar sayılı kararı, davalının temyizi üzerine Dairece bozulmuş, yerel mahkemece bozmaya uyularak karar tarihindeki en yakın verilere (asgari ücret) göre yeniden rapor alınmış, bilirkişice davacı zararının 83.786,29 TL olduğu bildirilmiş, mahkemece bozulan ilk kararda olduğu gibi 83.682,92 TL tazminata hükmedilmiştir.
Yerel mahkemenin bozmadan sonra hüküm tarihindeki asgari ücrete göre ek rapor alarak, ek rapora göre hüküm tesis etmesinde Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamasına aykırı bir yön bulunmadığından davalının bu yöne ilişkin temyiz itirazının reddi ile, yasal faiz yerine avans faizine hükmedilme nedeniyle yerel mahkeme kararının düzeltilerek onanmasına karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile kararın bozulmasına ilişkin çoğunluk görüşüne karşıyım.

İŞ KAZASI- MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT ASGARİ ÜCRET ARTIŞI USULİ KAZANILMIŞ HAK

T.C
YARGITAY
10. Hukuk Dairesi
2021/2492 E., 2021/11082 K.

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :İş Mahkemesi

Dava, iş kazası sonucu sürekli iş göremezliğe uğrayan sigortalının maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece (kapatılan) 21. H.D.’ce verilen bozma kararına uyularak yapılan yargılama neticesinde ilamında belirtilen gerekçelerle davanın kısmen kabul ve kısmen reddine karar verilmiştir. Hükmün davacı ve davalı taraf avukatları tarafından temyiz edilmesi üzerine temyiz isteklerinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hâkimi … tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi.
1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillere ve hükmün dayandığı gerektirici sebeplerle temyiz kapsam ve nedenlerine göre davacı vekilinin tüm, davalı vekilinin ise aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.
2- Dava; 10.01.2003 tarihli iş kazasında sürekli iş göremezliğe uğrayan maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.
Mahkemenin, Yargıtay Dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda, kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak, yine, o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince hüküm verme yükümlülüğü doğar. “Usuli kazanılmış hak” olarak tanımlayacağımız bu olgu; Mahkemeye, hükmüne uyduğu Yargıtay bozma kararında belirtilen çerçevede işlem yapma ve hüküm kurma zorunluluğu getirdiği gibi, mahkemenin kararını bozmuş olan Yargıtay Hukuk Dairesince; sonradan, ilk bozma kararı ile benimsemiş olduğu esaslara usuli kazanılmış hakka aykırı bir şekilde, ikinci bir bozma kararı verilememektedir (09.05.1960 gün ve 21/9 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı, Hukuk Genel Kurulu’nun 12.07.2006 gün, 2006/9-508 E., 2006/521 sayılı Kararı).
Mahkemenin, Yargıtay’ın bozma kararına uyması ile bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usuli kazanılmış hak doğabileceği gibi, bazı konuların bozma kararı kapsamı dışında kalması yolu ile de usuli kazanılmış hak gerçekleşebilir. (Prof. Dr. Baki Kuru, Usuli Müktesep Hak (Usule İlişkin Kazanılmış Hak) Dr. A. Recai Seçkin’e Armağan, … Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No. 351 …, 1974, sayfa 395 vd.)
Yargıtay tarafından bozulan bir hükmün bozma kararının kapsamı dışında kalmış olan kısımları kesinleşir. Bozma kararına uymuş olan mahkeme kesinleşen bu kısımlar hakkında yeniden inceleme yaparak karar veremez. Bir başka anlatımla, kesinleşmiş bu kısımlar, lehine olan taraf yararına usuli kazanılmış hak oluşturur. (04.02.1959 gün ve 13/5 sayılı YİBK).
Somut olayda, ilk derece mahkemesince verilen 29.04.2015 tarihli ilk kararın davacı ve davalı taraf vekilleri tarafından temyiz edildiği anlaşılmakta ise de; davacı vekilinin önceki kararı temyiz sebeplerine göre maddi tazminatın hesabı noktasında açık bir temyizinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim (kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin 13.03.2018 tarih 2016/18269 E.- 2018/2215 K. sayılı ilamında da hesap yönünden “davacının yaptığı kalıpçı ustalığı işi dikkate alınarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TÜİK ve ilgili meslek odalarından alabileceği ücreti araştırmak ve davacının SGK tahkikatında vermiş olduğu beyanına göre günlük ücretinin 16 TL olduğunu beyan etmesi dikkate alınarak bu beyan aşılmamak suretiyle belirlenecek ücreti hesaba esas alarak taraflar lehine oluşan usuli kazanılmış hakları da gözeterek maddi tazminata hükmetmekten ibarettir.” gerekçesiyle davalı lehine bozma yapıldığı anlaşılmaktadır.
O halde önceki kararda esas alınan 24.02.2015 tarihli hesap raporundaki işlemiş devrenin 31.12.2015 tarihi olduğu gözetilerek, davalı lehine bu hesap verisi yönünden oluşan usuli kazanılmış hakkı dikkate almak suretiyle bozmadan sonra hesap bilirkişiden alınmış olan 28.04.2020 tarihli hesap raporuna göre hesap seçeneği olarak işlemiş devre tarihini 31.12.2015 tarihi olarak esas alan ve maddi tazminat alacağını 122.570,80 TL olarak belirleyen hesap seçeneğine itibarla karar verilmesi gerekirken; davalı lehine oluşan usuli kazanılmış hak ihlali sonucunu doğuracak şekilde yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olmuştur.
Bu açıklamalar doğrultusunda mahkemece yapılacak iş davalı lehine oluşan usuli kazanılmış hakkı gözeterek davacının maddi tazminat alacağını 122.570,80 TL olarak belirlemekten ibarettir.
O halde, davalı vekilinin bu yönleri amaçlayan itirazları kabul edilmeli ve İlk Derece Mahkemesince verilen hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ: İlk derece mahkemesi hükmünün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, dosyanın kararı veren İlk Derece Mahkemesine gönderilmesine, temyiz harcının istem halinde davalıya iadesine, aşağıda yazılı temyiz harcının temyiz eden davacıdan alınmasına, Üye …’ın muhalefetine karşı, Başkan … ile Üyeler …, … ve …’nın oyları ve oy çokluğuyla, 28.09.2021 gününde oybirliğiyle karar verildi.
KARŞI OY

1. Çoğunluk ile aradaki temel uyuşmazlık “bozma öncesi verilen ilk kararın yalnızca davalı tarafından temyiz edildiği, mahkemece bozma kararına uyularak verilen karardan sonra güncellenen ücrete göre yeniden maddi tazminat hesaplanması üzerinebuna göre belirlemenin usulü kazanılmış hakkın ihlali niteliğinde bulunup bulunmadığı” noktasında toplanmaktadır.
2. Somut uyuşmazlıkta ilk karar kusur oranı yönünden davalı lehine bozulmuştur. Bozmadan sonra mahkemece bozmaya uyulmuş, ancak Yargıtay’ın yerleşik içtihatları uyarınca hüküm tarihine yakın hesabın unsuru ücrete göre tazminatın miktarı hesaplanmış ve davacı lehine fark çıkması üzerine, davacı birleşen ek dava ile bu fark tazminat alacağını talep etmiş ve mahkemece ek dava ile talep edilen tazminatın kabulüne karar verilmiştir.
3. Kararın taraflarca temyizi üzerine bozma öncesi tazminata esas ücret yönünden davacının temyizi bulunmadığından, davalı yararına usulü kazanılmış hak oluştuğu gerekçesi ile karar davacı aleyhine bozulmuştur.
4. Çoğunluk görüşünün, aşağıda açıklanan gerekçe ve özelliklemaddi tazminatın karar tarihine yakın verilerle hesaplanması gerektiğinden ve bu durum usulü kazanılmış hakkın istisnası olması nedeni ile isabetli olmadığı kanaatindeyim. Zira;
4.1. Usulü kazanılmış hak: Görülmekte olan bir davada taraflardan birinin ya da mahkemenin yapmış olduğu bir usul işlemi ile yanlardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakka usule ilişkin kazanılmış hak denilmektedir. Bozmaya uyulmakla bozma lehine olan taraf yararına usulü kazanılmış hak doğmuş olur. Hükmün bir kısmının bozma kapsamı dışında bırakılmasının amacı bu kısımların doğru olduğunu belirlemek, bozmanın sınırlarını çizmek ve bu şekilde usulü kazanılmış hakları oluşturup, korumaktır. Yargıtay tarafından bozulan bir hükmün bozma kararının kapsamı dışında kalmış olan kısımları kesinleşir. Kesinleşmiş bu kısımlar, lehine olan taraf yararına usulü kazanılmış hak oluşturur(04.02.1959 gün ve 13/5 sayılı YİBK). Ne var ki; kamu düzenine ilişkin hususlar hakkında aleyhe bozma yasağı uygulanamaz. Yargıtay, kamu düzenine aykırı bir husustan dolayı hükmü temyiz edenin aleyhine (temyiz etmemiş olan tarafın lehine) olarak da bozabilir. Çünkü kamu düzenine ilişkin hususları hâkim (ve Yargıtay) kendiliğinden gözetme ile yükümlüdür(Bkz. Kuru, Baki: Hukuk Muhakemeleri Usulü, 2001 baskı, Cilt V., s.4727-4736). Nitekim aynı ilke, Hukuk Genel Kurulu’nun kararlarında da benimsenmiştir(HGK. 21.01.2004 gün ve 2004/1-46 E.-6 K.; 6.10.2004 gün ve 2004/ 1-433 E. – 483 K).
Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usulü kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları bulunmaktadır. Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir İçtihadı Birleştirme Kararı (09.05.1960 tarihli ve 21/9 sayılı YİBK) ya da geçmişe etkili bir yeni kanun çıkması karşısında, Yargıtay bozma kararına uyulmuş olmakla oluşan usulü kazanılmış hak hukukça değer taşımayacaktır. Benzer şekilde uygulanması gereken bir kanun hükmü, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilirse, usulü kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir (HGK’nun 21.01.2004 tarihli ve 2004/10-44 E., 19 K.; 03.02.2010 tarihli ve 2010/4-40 E., 2010/54 K.).
Bu sayılanların dışında ayrıca görev, hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı, harç ve maddi hataya dayanan bozma kararlarına uyulmasında olduğu gibi kamu düzeni ile ilgili konularda usulü kazanılmış haktan söz edilemez (Kuru, B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü – C. V, 6. b … 2001, s 4738 vd).
Usulü kazanılmış hakkın hukuki sonuç doğurabilmesi için bir davada ya taraflar ya mahkeme ya da Yargıtay tarafından açık biçimde yapılmış olan ve istisnalar arasında sayılmayan bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan bir hakkın varlığından söz edilebilmesi gerekir.
4.2. Bir hakkın usulü kazanılmış hak oluşturması için bu hakkın doğması ve yargılama sırasında oluşması gerekir. Kısaca taraf bu durum ve olgu gerçekleştiği halde itiraz etmemiş olmalıdır. Nasıl doğmamış bir hak için vazgeçilmeyeceğine göre doğmayan bir hak da usulü kazanılmış hak oluşturmayacaktır.
4.2. İş kazası sonucu, tazminat oranının belirlenmesine esas malûliyet oranının tespiti, kısaca zararın tam olarak bilinmesi bir süreç alabilir. Hukuka aykırı bir eylem işlenilmesine karşın, onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış(veya tam olarak belirlenmemiş), zararın ortaya çıkması için eylem tarihinden itibaren bir takım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise zararın bütün unsurlarıyla birlikte öğrenilmesi mümkün değildir. Oysaki zarar görenin mahkeme önünde ciddi bir dava açarak tazminat isteminde bulunabilmesi ve bu istemini objektif bir şekilde destekleyen, etkili gerekçelerini ortaya koyabilmesi için oluşan zararın niteliğini, kapsamını ve bütün unsurlarını öğrenmesi gerekir. O halde böyle bir süreç nedeni ile malûliyet oranı tam kesinleşmeden tazminata karar verilmesi halinde, bu tazminat miktarı zarar gören tarafından temyiz edilmese bile gelişen durum nedeni ile maluliyet oranı daha sonra tam olarak belirlenmiş ve farklı bir oran ise önceki tazminat miktarı karşı taraf lehine usulü kazanılmış hak teşkil etmeyecektir.
Gelişen durum kavramı salt zarar doğuran işlem ya da eylemin sonuçlarının gelişmesini ve bu nedenle zarar görenin bu konularda bilgi sahibi olabilmesinin zorunlu olarak bu gelişmenin tamamlanacağı ana kadar gecikmesini ifade eder (Hukuk Genel Kurulunun 06.11.2002 tarihli ve 2002/4-882 E., 2002/874 K.; 10.06.2015 tarihli ve 2014/21-282 E.,2015/1548 K.; 01.03.2017 tarihli ve 2014/21-2372 E., 2017/379 K. sayılı kararları). Diğer taraftan, iş kazası nedeniyle maddi tazminat davalarında aktüerya bilirkişi raporlarında işçinin ücreti ile birlikte karar tarihine yakın son asgari ücrette dikkate alınır.
Kısaca gelişen durum devam ediyor ise önceki malûliyet oranı, iş kazasına uğrayan işçi yönünden bağlayıcı olmayacağı gibi bu malûliyet oranına göre verilen tazminat davası kesin hüküm de teşkil etmeyecektir. Zira dava konusu tazminatın miktarı, malûliyet oranı ve tazminata esas ücretin miktarının değişmesi ile artmaktadır. Dolayısı ile dava konusu değişmektedir. Bu durumda da karar davacı tarafından temyiz edilmemiş olsa bile bozmadan sonra maluliyet ve ücrete göre dava konusu miktar değişmiş ise önceki karardaki miktar usulü kazanılmış hak oluşturmaz.
4.3. Diğer taraftan maddi tazminat hesapları yapılırken, en son bilinen ücret unsurlarının hesaplamada gözetilmesi gerektiğinden, hüküm gününe en yakın güne kadar yürürlüğe giren tüm asgari ücretlerin uygulanması gerekir. Daha önce bir veya birkaç hesap raporu verilmiş olsa bile, dava bitinceye kadar yürürlüğe giren asgari ücretlerden dolayı yeniden ek rapor alınması zorunludur.
4.4. Maluliyet oranı gibi zararın hesaplanmasına ilişkin diğer bir unsur da ücrettir. Asgari ücretin artması halinde, karar tarihine yakın ücrette değişeceğinden, bu ücrete göre zararın hesaplanması gerekmektedir. Zira asgari ücret, kamu düzeni ile ilgili olduğundan, davanın her aşamasında uygulanması zorunludur. Bozmadan sonra dahi asgari ücretlerde artış olmuşsa, yeniden tazminat hesabı yapılması gerekir. Yargıç, bir istek olmasa dahi, yargılamanın her aşamasında asgari ücret artışlarını doğrudan dikkate almakla yükümlüdür.Davacı, bilirkişi raporuna itiraz etmemiş olsa dahi, sonradan yürürlüğe giren asgari ücretlerin uygulanması kamu düzeni gereği ve zorunlu olduğundan, davalı yararına usuli kazanılmış hak oluşmaz.
5. Somut uyuşmazlıkta bozmadan sonra asgari ücrette artış meydana gelmesi nedeni ile karar tarihine en yakın bilinen ücret üzerinden hesaplama ile maddi tazminat bozma doğrultusundaki ücrete göre saptanmış ve davacının maddi tazminatı hüküm altına alınmıştır. Her ne kadar bozma sonrası daha önceki tazminata esas ücret değişmiş ise de bozmadan sonra asgari ücretteki artış nedeni ile karar tarihindeki miktarı farklılaşmıştır. Davacı taraf bozmadan önceki ilk kararda bilinen ücret üzerinden hesaplanan tazminata itiraz etmemiştir. Ancak bu bilinen ücret bozmadan sonra değişmiştir. Bir tarafın ilerde değişecek diye kararı temyiz etmesi hayatın olağan akışına uygun olmayacaktır. Zira karar onanmış olsa idi hesaplama bilinen ücrete göre hesaplandığından sorun olmayacaktır. Ancak bozmadan sonra bilinen ücret değişmiştir. Değişen durum nedeni ile daha önce doğmayan hesaba esas unsur olan ücrete itiraz etmeme usulü kazanılmış hak oluşturmayacaktır. Sayın çoğunluğun bu yöndeki bozma nedenine katılınmamıştır.

BOZMA ÖNCESİ KARARIN TEMYİZ EDİLMEMESİ NEDENİYLE KARŞI TARAF YARARINA USULİ KAZANILMIŞ HAKTAN SÖZ EDİLEMEYECEĞİ

T.C
YARGITAY
21. Hukuk Dairesi

2009/1240 E.,2009/4316 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ: Nevşehir 1. Asliye Hukuk (İş) Mahkemesi
TARİH : 21.10.2008
NO : 133-311

Davacı K.U., iş kazası sonucu maluliyetinden doğan maddi ve manevi tazminatın ödetilmesine;

Davacı Kurum ise, iş kazası nedeniyle sigortalıya ödediği 19.664.10TL’nin davalılardan rücuen tahsili davalarının yapılan yargılaması sonunda; Bozmaya uyarak ilamda yazılı nedenlerle, 167.764.22TL maddi ve manevi tazminatın yasal faiziyle birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen alınarak davacı K.U.’a verilmesine, 16.434.00TL’nin ödeme tarihlerinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen alınarak davacı Kuruma verilmesine ilişkin hükmün süresi içinde temyizen incelenmesi taraf vekillerince istenilmesi ve davalılardan SS.S.Konut Yapı Koop, A.G.ve İ.D.vekilince de duruşma talep edilmesi üzerine, dosya incelenerek, işin duruşmaya tabi olduğu anlaşılmış ve duruşma için 24.03.2009 Salı günü tayin edilerek taraflara çağrı kağıdı gönderilmişti. Duruşma günü davalılardan SS.S.Konut Yapı Koop, A.G. ve İ. D. vekili Avukat E.S.ile karşı taraf vekili Avukat M. T.geldiler. Davacı Kurum ile diğer davalı adına kimse gelmedi. Duruşmaya başlanarak hazır bulunan Avukatların sözlü açıklamaları dinlendikten sonra duruşmaya son verilerek aynı gün Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği konuşulup düşünüldü ve aşağıdaki karar tesbit edildi.
1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerektirici nedenlere, temyizin kapsamı ve temyiz nedenlerine göre tarafların aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki diğer temyiz itirazlarının reddine,

2-Dava 26.04.2000 tarihinde meydana gelen iş kazası sonucu %79,00 oranında sürekli iş göremezliğe uğrayan sigortalının maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir. Yargılama sırasında Sosyal Güvenlik Kurumunun aynı iş kazası nedeniyle açtığı rücuen tazminat davası da sigortalının açtığı dava ile birleştirilerek her iki dava birlikte sonuçlandırılmıştır.

Mahkemece dairemiz bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonunda Sigortalının açtığı dava ile ilgili olarak: Davalılardan İbrahim Dursun’a yönelik davanın atiye bırakıldığından karar verilmesine yer olmadığına, davacının manevi tazminat istemi ile bozmaya konu kararın davacı tarafça maddi tazminat yönünden temyiz edilmediği, maddi tazminata yönelik hükmün onanmasının istendiği bu durumunda önceki kararda hükmolunan maddi tazminat miktarı bakımından davalı yararına usuli kazanılmış hak oluşturduğundan bahisle davacının maddi tazminat isteminin bozmaya konu kararda hükmolunun miktarla bağlı olarak kısmen kabulüne, SGK’ nun açtığı birleşen dava ile ilgili olarak da davanın kısmen kabulüne karar verilmiş ve bu karar davacılar ile davalılar tarafından süresinde temyiz edilmiştir.

Hakim, HUMK.46.maddesi uyarınca, aralarında bağlantı bulunduğu iddiası ile birlikte açılmış veya ayrı açılmış olmakla birleştirilmesine karar verilmiş olan davaların, yargılamanın daha iyi bir şekilde yürümesini sağlamak için, davanın her safhasında, istek üzerine veya kendiliğinden ayrılmasına karar verebilir.

Davaya konu istemlerin yasal dayanaklarının ve buna bağlı olarak yapılacak inceleme ve araştırma yöntemlerinin farklılığı, temel ilişkinin kanıtlanmasında izlenecek usul, davaların konularının ve nedenlerinin farklığı göz önüne alındığında, yargılamanın daha iyi ve süratli bir şekilde yürütülebilmesi için iş kazası nedeniyle sigortalının ve SGK’ nun açtığı davaların ayrılmasında zorunluluk bulunmaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 07.02.2007 tarih ve 2007/21-69 E, 2007/55 K sayılı kararı da bu yöndedir.

Hal böyle olunca mahkemece, sigortalının açtığı dava ile SGK’ nun açtığı davanın tefrik edilerek sigortalının açtığı davada işin esasına girilerek bir sonuca varılmak gerekirken her iki davanın bir arada görülmesi usul ve yasaya aykırı olmuştur.

Öte yandan davacının dava dilekçesinde ve ıslah dilekçesinde maddi tazminattan fazlaya ilişkin haklarının saklı tuttuğu ve bozmaya konu kararda da maddi tazminattan fazlaya ilişkin hakların saklı tutularak taleple sınırlı karar verildiği uyuşmazlık konusu değildir. Uyuşmazlık bozma öncesi düzenlenen 16.09.2004 tarihli hesap raporu üzerine davacı avukatı tarafından verilen 15.10.2004 tarihli dilekçe ile16.09.2004 tarihli hesap raporuna göre karar verilmesinin istenmesinin usuli kazanılmış hak oluşturup oluşturmadığı noktasında toplanmaktadır. Davacının dava ve ıslah dilekçelerinde maddi tazminattan fazla hakkını saklı tutmuş bulunmasına, bozmaya konu kararda da bu yönün dikkate alınarak istemle bağlı karar verilmesine, maddi ve fazlaya ilişkin hakkı da saklı tutulan davacının maddi tazminata yönelik kararı temyiz etmemesinin doğal bulunmasına göre, davalı bakımından usuli kazanılmış bir hakkın söz konusu olmadığı ortadadır. Davacının 16.09.2004 tarihli hesap raporunun göre karar verilmesini istemesi fazla haktan vazgeçmek değil, davanın hemen sonuçlanmasına sağlamaya yönelik bir taleptir. Somut olayda da bu dilekçeden iki yıl sonra bir karar verildiği ortadadır. Bu duruma göre davacının ek dava ile istediği maddi tazminat sitemi ile ilgili olarak esastan bir karar verilmek gerekirken davalı yararına usuli kazanılmış hak doğduğundan bahisle yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olmuştur.

3- Dava nitelikçe Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından karşılanmayan zararların giderilmesine ilişkindir. Bu bakımından tazminat belirlenirken, sigortalının hüküm tarihine en yakın tarihte belli olan verilere göre hesaplanacak zararından; Maluliyet oranı, kusur oranı ve kanuni nedenler indirildikten sonra, İş kasası sonucu sürekli işgöremezlik nedeniyle Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından bağlanan gelirin hüküm tarihine en yakın tarihte belli olan verilere göre hesaplanarak bildirilecek tüm peşin sermaye değerinin indirilmesi suretiyle tazminatın belirlenmesi gerektiği Yargıtay’ın yerleşmiş görüşlerindendir. Oysa davacı yararına maddi tazminatın hesaplanmasında önce sigortalıya bağlanan gelirin ilk peşin sermaye değerinin düşüldüğü ve sonra kusur oranının indirildiği ortadadır. Hal böyle olunca sigorta tahsisleri peşin sermaye değerinin en son indirileceği göz ardı edilmek suretiyle indirimde sıralama hatası yapılarak ve tazminatın belirlenmesi hatalı olduğu gibi sigorta tahsislerinin tüm peşin sermaye değeri yerine ilk peşin sermaye değerinin indirilmesi de usul ve yasaya aykırı olmuştur

Mahkemece bu maddi ve hukuki olgulara aykırı biçimde yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.

O halde, tarafların bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.

SONUÇ: Hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, Davacı ve davalılardan SS.S.Konut Yapı Koop, A.G.ve İ.D.yararına takdir edilen 625.00 TL. duruşma Avukatlık parasının karşılıklı olarak birbirlerine yükletilmesine, temyiz başvurma harcı ile temyiz harcının ilgililere iadesine, 24.03.2009 gününde oybirliğiyle karar verIldi.

İHTİYARİ DAVA ARKADAŞLARI ALEYHİNE HÜKMEDİLEN VEKALET ÜCRETİ NEDENİYLE AYRI AYRI TAKİP

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS: 2019/319
KARAR: 2022/924

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :İcra Hukuk Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “şikâyet” isteminden dolayı yapılan inceleme sonunda, İstanbul 5. İcra (Hukuk) Mahkemesince verilen şikâyetin reddine ilişkin karar borçlu vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 8. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonucunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına direnilmiştir.
2. Direnme kararı borçlu vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. İNCELEME SÜRECİ

Borçlu İstemi:
4. Borçlu vekili şikâyet dilekçesinde; müvekkili aleyhine İstanbul 35. İcra Müdürlüğünün 2015/19598 E. sayılı dosyasında başlatılan ilamlı takibe dayanak Ankara 11. Asliye Hukuk Mahkemesinin 12.11.2014 tarihli ve 2013/437 E., 2014/489 K. sayılı kararında her bir davacı yönünden hükmedilen manevi tazminat ile yargılama giderleri ve vekâlet ücreti için alacaklı vekili tarafından ayrı ayrı icra takibi yapılmak suretiyle müvekkili aleyhine altı adet icra takibi başlatıldığını, ilamının bir bütün olduğunu, bölünemeyeceğini ve tefrik edilemeyeceğini, her bir davacı yönünden ayrı ayrı dava açılmadığını, ilamının bölünerek ayrı ayrı icra takibine konu edilmesinin iyi niyet kuralları ile bağdaşmayacağını ileri sürerek takibin iptaline karar verilmesini talep etmiştir.

Alacaklı Cevabı:
5. Alacaklı vekili cevap dilekçesinde; takibe dayanak ilamın müvekkiline ilişkin kısmının avukatlık ücreti ve masraf alacağı ile birlikte bir bütün olarak icra takibine konulduğunu, müvekkili yönünden bu ilama dayalı olarak başkaca bir icra takibi yapılmadığını, asıl alacak, masraf ve vekâlet ücreti alacağının bölünerek ayrı ayrı icra takibine konu edilmediğini, dolayısı ile herhangi bir şekilde hakkın kötüye kullanılmasının söz konusu olmadığını, aralarında zorunlu dava arkadaşlığı bulunmayan farklı alacaklıların kendi alacaklarını icra aşamasında da birlikte talep etmelerinin zorunlu olmadığını, takip konusu ilamda her bir alacaklı için ayrı ayrı alacağa ve vekâlet ücretine hükmedildiğini, karşı taraf vekâlet ücretinin dahi ayrı ayrı hüküm altına alındığını, her bir alacaklı için ayrı takip yapmalarının nedeninin davacıların hesaplarının birbirine karışmasının önlenmesi olduğunu belirterek şikâyetin reddini savunmuştur.

Mahkeme Kararı:
6. İstanbul 5. İcra (Hukuk) Mahkemesinin 14.06.2016 tarihli ve 2015/950 E., 2016/633 K. sayılı kararı ile; dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda, Özel Dairenin 28.05.2015 tarihli ve 2015/9086 E., 2015/11928 K. sayılı içtihadında ihtiyarî dava arkadaşları için aynı ilamda hükmedilen ayrı ayrı tazminatların dahi ayrı ayrı takibe konu edilemeyeceğine hükmettiği ancak bunun açıkça hukuka aykırı olduğu, öncelikle içtihatta bahsedildiği gibi asıl alacak, vekâlet ücreti ve yargılama masraflarından oluşan ilamın bir bütün olduğu, birden fazla ihtiyarî dava arkadaşı hakkında birden çok hüküm kurularak ihtiyarî dava arkadaşları sayısınca hükmedilen asıl alacak, vekâlet ücreti ve yargılama masraflarının sadece her bir davalı açısından kendi içinde bir bütün olup, tüm ihtiyarî dava arkadaşları açısından topluca bir bütünlük teşkil etmediği, ihtiyarî dava arkadaşlarının, ayrı ayrı dava açmayıp, birlikte dava açmalarının aleyhlerine yorumlanamayacağı, ayrıca ihtiyarî dava arkadaşları lehlerine aynı ilamla kurulan hükümleri ayrı ayrı icraya koyamamaları Anayasal hak arama hürriyetini zedeleyici olacağı, çünkü ayrı ayrı takibe koyulması durumunda tebligat sayısı artığından usulsüz tebligat riski azalacağı gibi, borçlunun itiraz süresi, itiraz edip etmeyeceğinin de değişebileceği, ayrıca kısmi ödeme yapılması hâlinde alacaklılar arasında bölüşülmesi durumunun oluşmayacağı gibi haczin diğer ihtiyarî dava arkadaşlarından önce kesinleşmesi ve hacizde öncelik hakkı elde etme imkânının da ortadan kaldırılacağı, bir diğer hususta dava için verilen vekâlet ve ücretin icra takibini kapsamamasıdır ki ihtiyarî dava arkadaşlarından biri icra takibi için başka bir avukata vekâlet vermesi veya icra vekâlet ücretini ödememesi nedeniyle ihtiyarî dava arkadaşlarından biri açısından takibe geçilememesi ve sonradan takibe geçilmesinde de bu içtihat nedeniyle hak kaybına uğranılacağı, bu nedenlerle ilamın bütün olduğu hususu ihtiyarî dava arkadaşları için geçerli olmayıp, ihtiyarî dava arkadaşları açısından aynı ilamla hükmedilen alacakların ayrı ayrı takibe konulabileceği gerekçesi ile şikâyetin reddine karar verilmiştir.

Özel Daire Bozma Kararı:
7. İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde borçlu vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 8. Hukuk Dairesince 22.12.2016 tarihli ve 2016/21033 E., 2016/17362 K. sayılı kararı ile;
“…Şikayete konu takibin dayanağı olan Ankara 11. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2013/437 Esas, 2014/489 Karar sayılı ilamında hükmedilen manevi tazminat alacağı, avukatlık ücreti ve yargılama giderleri için her bir alacaklı yönünden ayrı takip yapıldığı konusunda taraflar arasında ihtilaf bulunmamaktadır.
6100 sayılı HMK’nun 30. maddesinde “Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür.” şeklinde usul ekonomisi ilkesi hüküm altına alınmıştır.
Aynı sebep ve aynı ilamdan kaynaklı alacakların aynı takip dosyası üzerinden tahsili mümkün iken, makul ve kabul edilebilir bir gerekçe olmaksızın kendilerini aynı vekil ile temsil ettiren, ilam alacaklılarının, her birinin kendi payına düşen kısım için ayrı takip başlatması yukarıda Yasa ile düzenleme altına alınan usul ekonomisi ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.

Bu halde, Mahkemece şikayetin kabulü ile takibin iptaline karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle şikayetin reddi isabetsizdir…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.

Direnme Kararı:
9. İstanbul 5. İcra (Hukuk) Mahkemesinin 16.03.2018 tarihli ve 2017/707 E., 2018/246 K. sayılı kararı ile; önceki gerekçenin yanında icra hukukunda hakkın kötüye kullanılması kurallarının çok istisnai olarak uygulanması gerektiği, aynı alacaklının aynı ilamdan kaynaklanan alacaklarını birden fazla icra dosyasında takibe koyması, bu istisna kapsamına girebilecek nitelikte ise de, ihtiyarî dava arkadaşlığına da bu kuralın uygulanması ve ayrı ayrı takip yapılabilmesi için geçerli bir nedenin ispatının alacaklıya yüklenmesinin bu istisna kapsamına giremeyeceği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme Kararının Temyizi:
10. Direnme kararı süresi içinde borçlu vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ilamlı takibe dayanak ilamda hükmedilen manevi tazminat alacağı, avukatlık ücreti ve yargılama giderleri için her bir alacaklı yönünden ayrı takip yapılmasının usul ekonomisi ilkesine aykırılık teşkil edip etmediği noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE
12. Alacaklının ilamlı icra takibi yapabilmesi için elinde bir mahkeme ilamı ya da kanunların bu kuvvete sahip kıldığı bir belgenin bulunması gerekir. 6100 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HMK)’nun 294. maddesinin 1. fıkrası “Mahkeme, usule veya esasa ilişkin bir nihai kararla davayı sona erdirir. Yargılama sonunda uyuşmazlığın esası hakkında verilen nihai karar, hükümdür” şeklinde, aynı Kanunun 301. maddesi ise “Hüküm yazılıp imza edildikten ve mahkeme mührü ile mühürlendikten sonra, nüshaları yazı işleri müdürü tarafından taraflardan her birine makbuz karşılığında verilir ve bir nüshası da gecikmeksizin diğer tarafa tebliğ edilir. Hükmün bir nüshası da dosyasında saklanır. Taraflardan her birine verilen hüküm nüshası ilamdır…” şeklinde düzenlenmiştir. Buna göre, kısaca ilam; mahkeme kararının iki taraftan her birine verilen mühürlü örnekleri, olarak tanımlanabilir. Ayrıca 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun (İİK) 38. maddesinde gerçekte ilam olmadıkları hâlde yasa gereği “ilam mahiyetini haiz belgeler” sayılmış; bazı özel kanunlarda da, ilgili bulundukları konuda birtakım belgelerin ilam niteliğinde olduğu kabul edilmiştir.
13. İlamların icrası ise İİK’nın ikinci babında 24 ilâ 41. maddeler arasında düzenlenmiştir. Borçluya gönderilen icra emri, kanuna ve özellikle ilama veya takip talebine aykırı ise borçlu icra emrinin veya ilamlı icra takibinin iptali veya düzeltilmesi için icra mahkemesine şikâyet yoluna başvurabilir (İİK’nın 41 ve 16. maddeleri).
14. İcra takibi davadan bağımsız olup, icra ve iflas takipleri İİK’da düzenlenmiştir. İİK, HMK’na göre özel kanun olup, HMK takip hukukunda İİK’da açıkça gönderme olduğunda ya da işin niteliğine uygun düştüğü ölçüde uygulanır.
15. Yeri gelmişken usul ekonomi ilkesine de değinmekte fayda bulunmaktadır.
16. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 30. maddesinde düzenlenen usul ekonomisi ilkesi, Anayasal dayanağı olan bir ilkedir. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa)’nın 141. maddesinin 4. bendinde davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğuna açıkça işaret edilmiştir. Usul ekonomisi ilkesi yasalarda öngörülen düzenleme çerçevesinde yargılamanın kolaylaştırılmasını, yargılamada öngörülen olağan zaman süresinin aşılmamasını ve gereksiz gider yapılmamasını amaçlar ve bunu hâkime bir görev olarak yükler. Bu bağlamda, basitlik, hızlılık ve ucuzluk usul ekonomisini oluşturan unsurlar olarak ortaya çıkar. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 6. maddesinde de usul ekonomisinin yargılamanın makul sürede yapılması unsuruna vurgu yapılmıştır.
17. Usul ekonomisi ilkesi takip hukukunda da uygulanır. Anayasanın 141. maddesinin 4. fıkrasına göre mahkemelerin yargı faaliyetlerinde usul ekonomisini gözetme yükümlülüğü ile takip hukukunda icra organlarının usul ekonomisini gözetmesi aynı amaca hizmet eder. Usul ekonomisi ilkesine göre takibin ve icra faaliyetlerinin mümkün olduğunca kısa sürede, basit ve ucuz şekilde sonuçlandırılması gerekir. Bu ilkenin unsurları, takip hukukundaki görünümüne göre takibin makul sürede tamamlanması, takibin makul giderle tamamlanması ve takibin düzenli bir şekilde yürütülmesi olarak ifade edilebilir. Usul ekonomisi ilkesi takibin her aşamasında gözetilmesi gereken bir ilkedir. Takibin makul sürede ve makul giderle tamamlanabilmesi için, takibin düzenli bir şekilde yürütülmesi gerekir. Takibin düzenli bir şekilde yürütülmemesi karmaşaya ve gereksiz gider yapılmasına sebep olacağı için aynı zamanda takibin makul sürede tamamlanması ve takibin makul giderle tamamlanması unsurlarının da ihlâl edilmesi sonucunu doğurur.
18. Uyuşmazlığın çözümü bakımından dava arkadaşlığı kurumunun da açıklanması gerekmektedir.
19. Hukukumuzda dava arkadaşlığı zorunlu ve ihtiyarî dava arkadaşlığı olmak üzere iki ana başlık altında; zorunlu dava arkadaşlığı da yine kendi içinde maddi ve şekli olmak üzere ikili ayrımla düzenlenmektedir.
20. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 57. maddesinde ihtiyarî dava arkadaşlığı düzenlenmiş olup, birlikte dava açma hakkına sahip olanlar davalarını birlikte açmak zorunda değildirler. Bu kişilerden her biri ayrı ayrı dava açabilecekleri gibi, dilerlerse (isterlerse) birlikte de dava açabilirler. İşte bu son hâlde, davacılar arasında dava arkadaşlığı doğar; fakat bu, ihtiyarî (isteğe bağlı) bir dava arkadaşlığıdır. Davalılar arasındaki ihtiyarî dava arkadaşlığı bakımından da durum böyledir. Meselâ, alacaklı, müteselsil borçlulardan [818 sayılı Borçlar Kanunu (BK) m. 162 vd] her birine karşı ayrı ayrı dava açabileceği gibi, isterse, müteselsil borçluların bir kaçına veya tümüne karşı birlikte dava açabilir. Bu son hâlde, davalı tarafta bulunan müteselsil borçlular ihtiyarî dava arkadaşı durumundadır; yani, bunlara karşı birlikte dava açılması zorunlu değildir.
21. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun ” İhtiyari dava arkadaşlarının davadaki durumu” başlığını taşıyan 58. maddesi ise; “İhtiyari dava arkadaşlığında, davalar birbirinden bağımsızdır. Dava arkadaşlarından her biri, diğerinden bağımsız olarak hareket eder.” hükmünü içermektedir.
22. İhtiyarî dava arkadaşlığında, dava arkadaşı sayısı kadar dava vardır; bu davalar, (mahkemece) birlikte görülür. Bu ise, zaman, emek ve masraftan tasarruf sağlar, tahkikat ve yargılamayı kolaylaştırır ve basitleştirir ve nihayet çelişik hükümler verilmesini önler (Kuru, Baki: Medenî Usul Hukuku El Kitabı, C.1, Ankara 2021, s. 956 ).
23. İcra takiplerinde de mecburi takip arkadaşlığı öngören hükümler bulunmaktadır. İhtiyarî takip arkadaşlığı İİK’da düzenlenmemiş olmasına rağmen icra takiplerinde ihtiyarî takip arkadaşlığı mümkündür. Alacaklılar arasında mecburî takip arkadaşlığında birden fazla alacaklı, borçluya karşı birlikte (bir takip talebi ile) icra takibi yapmaya mecburdur. Maddi anlamda mecburi takip arkadaşlığına örnek verilecek olursa, tahliye talepli ilamsız icra takibinde kiralayanlar birden fazla ise icra takibinin kiralayanların tümü tarafından birlikte yapılması zorunludur. Alacaklılar arasında ihtiyarî takip arkadaşlığında ise alacaklılar, bir borçluya karşı ayrı ayrı icra takibi yapabilecekleri gibi, birlikte (bir takip talebi ile) de borçluyu takip edebilirler; örneğin müteselsil alacaklılarda olduğu gibi [6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) m. 169] (Baki, Kuru: İcra ve İflas Hukuku El Kitabı, Ankara 2013, s. 167). Ancak ihtiyarî takip arkadaşlığında alacaklı sayısı kadar takip bulunmaktadır. Aralarında ihtiyarî dava arkadaşlığı bulunan davacılar hakkında ayrı ayrı alacak kalemlerine hükmedilmiş olması durumunda her bir alacaklı yönünden borçluya karşı ayrı ayrı icra takibi yapılması icra usul ekonomisine uygundur.
24. Bu aşamada belirtmek gerekir ki icra (takip) giderleri, icra organlarının icra takibini tam ve doğru bir şekilde yürütebilmeleri için harcanan paralardır. Bu paralar, icra takibine ilişkin bir iş veya hizmetin gerektirdiği bir ücret olup, bu iş veya hizmeti yapan kişilere verilir. Vekâlet ücreti de, takip giderlerine dahildir (m. 138/3). İİK’da (m.138/3) ve Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinde (Tarife) (m. 2/1, 11) borçluya yükletilecek vekâlet ücreti ayrıca düzenlenmiştir. İcra takibini bir vekil (avukat) ile takip ettiren alacaklıya, avukatının icra dairesindeki hizmetinden dolayı, Tarife’ye göre hesaplanacak bir vekâlet ücreti ödenir. Diğer icra giderleri gibi bu vekâlet ücreti de icra takibi sonucunda haksız çıkan borçludan alınır. İcra gideri olan vekâlet ücreti, icra müdürü tarafından, Tarife’ye göre hesaplanır (İİK m. 138/3; Tarife m. 11). Konusu para veya para ile değerlendirilmesi mümkün bir şey olan (ilâmlı veya ilâmsız) icra takiplerinde vekâlet ücreti, alacak veya şeyin değeri üzerinden nispî olarak hesaplanır (Baki, Kuru: İcra ve İflas Hukuku El Kitabı, Ankara 2013, s. 121, 123, 124, 125).
25. Aynı ilamda aralarında ihtiyarî dava arkadaşlığı bulunan davacılar hakkında ayrı ayrı hükmedilen alacak kalemlerinin her bir alacaklı yönünden borçluya karşı ayrı ayrı icra takibine konulması ile tüm alacaklılar yönünden tek bir takip talebinde bulunularak takip yapılması hâlinde hesaplanacak icra vekâlet farklı olmayacağından, fazladan avukatlık ücreti talep edilmesi ve hakkın kötüye kullanılması durumundan söz edilemeyecektir.
26. Somut olaya gelince; alacaklı … vekili Av. … tarafından borçlu T.C. Devlet Demir Yolları Genel Müdürlüğü aleyhine başlatılan ilamlı icra takibine dayanak Ankara 11. Asliye Hukuk Mahkemesinin 12.11.2014 tarihli ve 2013/437 E., 2014/489 K. sayılı ilamının incelenmesinde, davacıların Serkan Yılmaz, Sinem Yılmaz, Sibel Engin, Garip Yılmaz, … ve Gönül Gülal, davacılar vekilinin Av. …, davalının ise T.C. Devlet Demir Yolları Genel Müdürlüğü olduğu, ilamda; “…1- Davanın kısmen kabul kısmen reddi ile her bir davacı için 10.000TL toplam: 60.000TL manevi tazminatın 09.09.2008 tarihinden itibaren değişen oranlarda yasa faizi ile birlikte davalı Devlet Demiryollarından alınarak davacıya verilmesine, fazla istemin reddine,
2- Hükmedilen meblağ üzerinden hesaplanan 4.098,60TL karar ve ilam harcından peşin alman 409,90TL’nin mahsubu ile bakiye 3.688,70TL harcın davalıdan alınarak hâzineye gelir kaydına,
3- Davacı Serkan vekil ile temsil edildiği için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi göz önüne alınarak 1.500TL nispi vekalet ücretinin davalıdan alınarak bu davacıya verilmesine,
4- Davacı Sinem vekil ile temsil edildiği için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi göz önüne alınarak 1.500TL nispi vekalet ücretinin davalıdan alınarak bu davacıya verilmesine,
5- Davacı Sibel vekil ile temsil edildiği için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi göz önüne alınarak 1.500TL nispi vekalet ücretinin davalıdan alınarak bu davacıya verilmesine,
6- Davacı Garip vekil ile temsil edildiği için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi göz önüne alınarak 1.500TL nispi vekalet ücretinin davalıdan alınarak bu davacıya verilmesine,
7- Davacı … vekil ile temsil edildiği için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi göz önüne alınarak 1.500TL nispi vekalet ücretinin davalıdan alınarak bu davacıya verilmesine,
8- Davacı Gönül vekil ile temsil edildiği için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi göz önüne alınarak 1.500TL nispi vekalet ücretinin davalıdan alınarak bu davacıya verilmesine,
9- Davacılar tarafından yapılan 449,20TL harcın tamamı ve davacı tarafından yapılan 2.456,10 TL yargılama giderinin kabul ve ret olunan miktarlar göz önüne alınarak takdiren ½ sinin davalıdan alınarak davacılara verilmesine, bakiyesinin davacılar üzerinde bırakılmasına.
10- Ret olan bölüm nedeniyle Davalı … Vekil ile temsil edildiği için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi göz.önüne alınarak 6.900TL nispi vekalet ücreti ile davalı tarafından yapılan 82,50TL yargılama giderinin kabul ve ret olunan miktarlar göz önüne alınarak takdiren 1/2 sinin davacılardan alınarak davalıya verilmesine, bakiyesinin davalı üzerinde bırakılmasına…” hükmedildiği görülmektedir.
27. Takip talebinde 10.000TL manevi tazminat, 6.176,71TL işlemiş faiz, 1.500TL dava vekâlet ücreti, 92,10TL işlemiş faiz, 204,67TL yargılama gideri (1/2)- (1/6), 12,57TL işlemiş faiz, 74,86TL dava harcı, 4,60TL işlemiş faiz olmak üzere toplam 18.065,51TL’nin tahsilinin istendiği anlaşılmaktadır.
28. Takibe dayanak ilamda ihtiyarî dava arkadaşlığı söz konusu olup, her bir davacı için ayrı ayrı alacak kalemlerine hükmedilmiştir. İhtiyarî dava arkadaşlığı hâllerinde zaman, emek ve masraftan tasarruf sağlayacağı, tahkikat ve yargılamayı kolaylaştıracağından mahkemece davaların birleştirilerek görülmesi HMK’nın 30. maddesinde düzenlenen usul ekonomisi ilkesinin gereğidir. Ancak İİK, HMK’ya göre özel kanun olup, HMK takip hukukunda İİK’da açıkça gönderme olduğunda ya da işin niteliğine uygun düştüğü ölçüde uygulanır. İhtiyarî takip arkadaşlığında alacaklı sayısı kadar takip bulunduğundan, ilamda ihtiyarî dava arkadaşları için ayrı ayrı hükmedilen alacak kalemlerinin birlikte takibe konulması hâlinde haciz ve ödenen paraların paylaştırılmasında sorunlara yol açacağından, takibin daha az masrafla ve daha kısa sürede sonuçlandıracağı düşünülemez. Bu nedenle ilamda her bir davacı için hükmedilen alacak kalemlerinin birleştirilerek takibe konu edilmesi icra usul ekonomisine aykırıdır.
29. Hukuk Genel Kurulunun 06.04.2016 tarihli ve 2014/8-611 E., 2016/492 K. sayılı kararında da alacaklı vekili tarafından aynı ilama dayanılarak lehe hükmedilen asıl alacak ve vekâlet ücreti ile yargılama gideri alacağı olarak iki ayrı takip başlatılmasının, sebepsiz zenginleşmeye neden olacak şekilde fazladan avukatlık ücreti talep edilerek hakkın kötüye kullanılması olduğu ve hukuk düzeni tarafından korunamayacağı, ilamın bir bütün olmasına rağmen yasal ve geçerli bir neden olmaksızın alacaklının ayrı ayrı takip başlatmasının dürüstlük kuralına uymayacağı benimsenmiş olup, aynı davacı hakkında hükmedilen alacak kalemlerinin bölünerek ayrı ayrı takibe konu edilmesi engellenmiştir. Somut olayda ise aynı ilamda birden çok ihtiyarî dava arkadaşı hakkında ayrı ayrı hükmedilen alacak kalemlerinin, her bir davacı yönünden borçluya karşı ayrı ayrı takibe konulması usul ekonomisine uygun olup, hesaplanacak icra vekâlet ücretinde bir farklılık olmayacağından belirtilen Hukuk Genel Kurulu kararı somut olay ile örtüşmemektedir.
30. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında; aynı sebep ve aynı ilamdan kaynaklı alacakların aynı takip dosyası üzerinden tahsili mümkün iken, makul ve kabul edilebilir bir gerekçe olmaksızın ilam alacaklılarının, her birinin kendi payına düşen kısım için ayrı takip başlatmasının hakkın kötüye kullanımı olup, usul ekonomisi ilkesine aykırılık teşkil ettiği, direnme kararının bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurulu çoğunluğunca benimsenmemiştir.
31. Hâl böyle olunca; mahkemenin direnme kararı açıklanan nedenlerle yerinde olup, onanması gerekmiştir

IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Borçlu vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA,
Harç peşin alındığından harç alınmasına yer olmadığına,
2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’na 5311 sayılı Kanun’un 29. maddesi ile eklenen geçici 7. maddesinin göndermesi ile uygulanması gereken İİK’nın 366/III. maddesi uyarınca kararın tebliğden itibaren on gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 15.06.2022 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.

HARİCEN TAHSİL NEDENİYLE KAPATILAN DOSYA- İTİRAZIN İPTALİNDE HÜKÜM ALTINA ALINAN VEKALET ÜCRETİ NEDENİYLE AYRI BİR TAKİP YAPILAMAYACAĞI

T.C.
ANKARA
BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ
19. HUKUK DAİRESİ

DOSYA NO : 2022/1385
KARAR NO : 2022/2021

T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
K A R A R

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : ANKARA 10. İCRA HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 04/11/2020
NUMARASI : 2020/169 E.- 2020/469 K.
İCRA DOSYA NUMARASI : Ankara 12.İcra Müdürlüğü 2009/7058 E.

DAVACI (Borçlu) : H. İ.
DAVALI (Alacaklı) : T. …… BANKASI AA.Ş.
DAVANIN KONUSU : ŞİKAYET
KARAR TARİHİ : 14.10.2022
KARAR YAZIM TARİHİ : 08.11.2022

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararı aleyhine süresi içinde davalı alacaklı vekili tarafından istinaf yoluna başvurulmuş olmakla, HMK’nın 353.maddesi gereğince dosya üzerinden yapılan inceleme neticesinde işin gereği görüşülüp düşünüldü:

Şikayet borçlu vekili mahkemeye sunduğu şikayet dilekçesinde; kredi borcuna dayalı başlatılan ilamsız icra takibinde borçlu müvekkilince itiraz edilerek takibin durdurulduğunu, davalı tarafından Ankara 2. Asliye Ticaret Mahkemesinin 2012/266 E.-2014/334 K. sayılı dosyası ile itirazın iptali davası açıldığını, yapılan yargılama sonunda iptali istenilen Ankara 24.İcra Müdürlüğünün 2020/2185 E. sayılı dosyasının dayanağı olan ilam vekalet ücretinin doğduğunu, bu davalardan sonra borçlu müvekkili ile davalı alacaklının anlaşarak tüm borçlarını ödediğini, davalı bankanın tahsil etttiği miktar sonucunda müvekkilinin kendilerine hiçbir borcu kalmadığı yönünde alacaklı vekili Av…….’un 22.12.2017 tarihinde borçlunun bankaya tüm borçları ödediği belirtilerek bu nedenle hacizlerin kaldırılmasını ve dosyanın kapatılmasını talep ettiğini, tahsil harcı da ödenerek dosyanın alacaklı vekilinin talebi doğrultusunda kapatıldığını, oysa ki dosyanın kapatılma tarihinden yaklaşık 2 yıl sonra alacaklı tarafından kötüniyetli olarak itirazın iptali konulu davanın ferilerinin icraya konu edildiğini, yerleşmiş içtihatlara göre tarafları aynı olan ve aynı alacaktan kaynaklanan ilamlar için itiraza konu ilamsız takip dosyası üzerinden alacağın tahsili mümkün iken makul ve kabul edilebilir bir gerekçe olmaksızın ayrı bir takip başlatılmasının usul ekonomisine aykırılık teşkil etmesi sebebi ile ayrı takip yapılmaması gerektiğini, bu yöndeki uygulamanın süreklilik kazandığını, davalı alacaklının salt olarak mükerrer tahsilat yapma ve ek icra vekalet ücreti almak amacıyla kanuna ve usule aykırı olarak 24. İcra Müdürlüğünün 2020/2185 E. sayılı dosyası ile takibe başladığını, talep edilen alacak kalemlerinin Ankara 12. İcra Müdürlüğünün 2009/7058 E. sayılı dosyası üzerinden tahsili mümkün iken makul ve kabul edilebilir bir gerekçe olmaksızın kötü niyetli olarak yeni takip başlatılmasının 6100 sayılı HMK’nın 30.maddesinde düzenlenen usul ekonomisi ilkesine aykırılık teşkil ettiğini belirterek mükerrer takibin iptaline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı alacaklı vekili cevap dilekçesinde; müvekkili bankanın borçlu ile yaptığı anlaşma neticesinde borç kapatılmış ise de bu dosyaya yapılan itiraz nedeniyle, Ankara 2. Ticaret Mahkemesinde açılan itirazın iptali davasında lehlerine hükmedilen dava vekalet ücretinin tahsilinin gerçekleşmediğini, vekil ile takip edilen davalarda karşı tarafa yükletilen dava vekalet ücretinin vekil eden adına ancak vekil hesabına ait olduğunu, bu durumda Ankara 2. Asliye Ticaret Mahkemesinin 2012/266 E.- 2014/334 K. sayılı dosyasından hükmedilen vekalet ücretinin dosya borçlusu ile alacaklı banka arasında yapılan ibralaşmanın konusu olamayacağını, yargılama giderleri içinde yer alan, sorumlusu da davacı borçlu olan dava vekalet ücretinin bankanın borçluyla anlaşmasından sonra kapatılan dosyadan takibinin mümkün olmadığını, borçlunun uzun süre dava vekalet ücretini bankayla yaptığı anlaşmanın dışında ödeyeceğini söyleyerek takip yapılmasını engellediğini, alacağının banka ile yapılan ibralaşmanın içinde olduğunu söyleyerek borcu ödemeyeceğini açıklaması üzerine iptali istenen 10 yıllık zaman aşımına tabi alacağın tahsilini sağlamak için davacı borçlu aleyhine icra takibi başlatıldığını belirterek davanın reddi ile takibin devamını ve davacı borçlu aleyhine kötü niyet tazminatına hükmedilmesine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece yapılan yargılama neticesinde; alacaklı T…… Bankası A.Ş. tarafından borçlular ……………..Ltd. Şti, H. İbrahim O, Nuran F. ve Nurettin F. hakkında ilamsız icra takibi başlatıldığı, borçlunun itirazı nedeniyle duran takibe yönelik alacaklı tarafından itirazın iptali davası açıldığı, 2012/266 E.- 2014/334 K. sayılı Ankara Asliye 2 Ticaret Mahkemesi tarafından kurulan ilamdaki vekalet ücretinin Ankara 24. İcra Müdürlüğünün 2020/2185 E.sayılı takip dosyasına konu edildiği, borçlu Halil İbrahim O. vekilinin müvekkilinin borcu ödediği ve alacaklının da borcun ödendiğine ilişkin dosyada beyanı bulunduğunu belirtmesi üzerine vekalet ücretinin tahsile konulamayacağının ileri sürüldüğü, itirazın iptaline ilişkin ilamın Ankara 12 İcra Müdürlüğünün 2009/7058 E.sayılı dosyasına sunulduğu, icra emrinin tebliğ edildiği, bu işlemlerden sonra borçlu tarafından yapılan ödeme nedeniyle alacaklı vekili tarafından dosyanın tahsil edildiğinden bahisle icra dosyasına talep açıldığı, alacaklı vekilinin dosyanın tahsil edildiğine ilişkin beyanı içerisinde itirazın iptali davasında verilen karardan kaynaklanan, borçlunun sorumluluğundaki borçlar ödenmemiş gibi yeni bir takip başlatılmasının usul ve yasaya uygun olmadığı yönündeki gerekçe ile “Şikayetin kabulüne Ankara 24 icra müdürlüğünün 2020/2185 sayılı dosyasında davacı borçlu adına girişilen takibin iptaline” karar verilmiştir.

Davalı alacaklı vekili istinaf dilekçesinde; cevap dilekçesindeki beyanlarını tekrarlamış, mahkeme kararının kaldırılmasına karar verilmesini talep etmiştir.

Uyuşmazlık; ilamlı icra takibinin iptali istemine ilişkin şikayet niteliğindedir.

Ankara 12. İcra müdürlüğünün 2009/7058 E.sayılı dosyasında Halk Bankası AŞ. tarafından borçlular aleyhine ilamsız icra takibi başlatıldığı, Ankara 2. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 28.05.2014 tarh ve 2012/266 E- 2014/334 K. sayılı ilamında itirazın kısmen iptali ile takibin devamına ve davacı lehine icra inkar tazminatı ile 13.290,56 TL vekalet ücretine hükmedildiği, bu ilamın icra dosyasına sunulduğu ve 16.07.2014 tarihinde icra inkar tazminatı ve ilam vekalet ücreti ile işlemiş faizinin hesaplandığı, bu dosyaya alacaklı tarafından haricen tahsil beyanında bulunulduğu, şikayete konu Ankara 24. İcra müdürlüğünün 2020/2185 E. sayılı takip dosyasında da alacaklı tarafından borçlu aleyhine Ankara 2. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 28.05.2014 tarih ve 2012/266E- 2014/334 K. sayılı itirazın kısmen iptali ilamında davacı lehine hükmedilen 13.290,56TL vekalet ücretinin ve faizinin tahsili amacıyla 18.02.2020 tarihinde ilamlı icra takibi başlatıldığı görülmüştür.

Dairemizce yapılan değerlendirmelere göre; itirazın iptali davası sonucunda verilen karar uyarınca ilamsız icra takibinin başlatıldığı dosya üzerinden takibe devam edilmesinin gerektiği, söz konusu alacaklar yönünden ayrıca ilamlı icra takibi başlatılmasının usul ekonomisi ilkesine aykırı olduğu, buna göre itirazın iptali ilamı doğrultusunda icra müdürlüğünce dosya alacağı hesaplanarak bu miktar üzerinden takibe devam edilmesi zorunlu olup, ayrıca borçluya icra emri düzenlenip gönderilemeyeceği, ancak ilamda ilk defa hüküm altına alınan yargılama gideri, vekalet ücreti ve tazminat alacaklarının aynı takipten tahsili isteniyorsa bunlar yönünden borçluya ayrı icra emri düzenlenerek tebliğ edilmesi gerektiği, bu kapsamda Ankara 12. İcra müdürlüğünün 2009/7058E. sayılı dosyasında itirazın iptali ilamında hükmedilen ilam vekalet ücreti için örnek 4-5 nolu icra emrinin düzenlendiği, bundan sonra alacaklının haricen tahsil beyanında bulunduğu, dolayısıyla şikayete konu takip dosyasında talep edilen ilam vekalet ücretinin haricen tahsil beyanı kapsamında ödenmiş olduğu, ayrı bir ilamlı icra takibi başlatılmasının usul ekonomisi ilkesine de aykırı olduğu, dosya kapsamı, ileri sürülen istinaf sebepleri dikkate alındığında mahkemenin vaka ve hukuki değerlendirmesinde usul ve esas yönünden yasaya aykırılık olmadığı ve hükümde kamu düzenine aykırılık bulunmadığı anlaşıldığından davalı alacaklı vekilinin istinaf başvurusunun HMK’nın 353/1-b.1 maddesi gereğince esastan reddine karar vermek gerekmiş, aşağıdaki hüküm kurulmuştur.

HÜKÜM: Yukarıda açıklanan sebeplerle;
Davalı alacaklı vekilinin Ankara 10.İcra Hukuk Mahkemesinin 04.11.2020 tarih ve 2020/169 E. -2020/469 K.sayılı kararına yönelik istinaf başvurusunun HMK’nın 353/1-b-1 maddesi uyarınca esastan REDDİNE,

Alınması gereken 80,70 TL karar ve ilam harcından peşin alınan 59,30 TL harcın mahsubu ile bakiye 21,40 TL karar harcının davalı alacaklıdan alınarak Hazineye gelir kaydına,
Yargılama giderlerinin istinaf talep eden üzerinde bırakılmasına,
Dair, 6763 Sayılı Yasanın 4.maddesiyle Değişik İİK.’nın 364/1. maddesi gereğince KESİN olmak üzere dosya üzerinde yapılan inceleme sonucu 14.10.2022 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Başkan
33297
(e-imzalıdır )

Üye
38239
(e-imzalıdır )

Üye
119004
(e-imzalıdır* )

Katip
46721
(e-imzalıdır )

İDARE MAHKEMESİ ARA KARARI

T.C.
ŞANLIURFA
2. İDARE MAHKEMESİ
ESAS NO : 2021/1308

A R A K A R A R I
(İVEDİ VE SÜRELİDİR)

Davacı F. B. vekili AV. SELİM HARTAVİ tarafından, davacının 667 sayılı KHK ile kapatılan Şanlıurfa U. Tıp Sağlık Hizmetleri Limited Şirketinde işçi olarak çalışmaktayken iş sözleşmesinin haksız bir şekilde feshedildiği, 670 sayılı KHK’nin 5. maddesi uyarınca işçilik alacaklarının ödenmesi istemiyle yaptığı başvurunun idarece reddedilmesi üzerine açılan davada Şanlıurfa 2. İdare Mahkemesi’nin 29/12/2020 tarih ve E: 2020/213, K: 2020/1238 sayılı kararıyla “işlemin iptaline, alacak talebi yönünden karar verilmesine yer olmadığına” karar verildiği, bunun üzerine yargı kararının yerine getirilmesi istemiyle yapılan başvurunun da Şanlıurfa Valiliği Defterdarlık KHK İşlemleri İl Bürosunun 18/05/2021 tarih ve E-60726547-659-313835 sayılı işlemiyle reddedildiğinden bahisle, anılan ret işleminin iptali ile 675 sayılı KHK’nin 5. maddesi kapsamında işçilik alacakları için şimdilik 9.000,00-TL maddi tazminatın, kıdem ve ihbar tazminatı için iş akdinin feshi tarihinden, diğer alacaklar için ihtar tarihinden itibaren mevduata uygulanan en yüksek faiziyle birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle ŞANLIURFA VALİLİĞİ’ne karşı açılan davada, dosya incelenerek işin gereği düşünüldü:

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 20. maddesinde; “Mahkemeler belirlenen süre içinde lüzum gördükleri evrakın gönderilmesini ve her türlü bilgilerin verilmesini taraflardan ve ilgili diğer yerlerden isteyebilirler. Bu husustaki kararların, ilgililerce, süresi içinde yerine getirilmesi mecburidir.” hükmü düzenlenmiştir. Uyuşmazlığın çözümü için gerekli görüldüğünden;

Davalı idareden :
1-Kapatılan şirketin Hazineye devredilen Şanlıurfa İli, Haliliye İlçesi, Sırrın Mahallesi, 3927 ada 1 parsel, 2372 ada 2 parsel ve 610 parsel sayılı taşınmazların tapu kayıtlarında devirden önce ipotek (rehin) tesislerinin bulunduğu görülmekle;

Söz konusu taşınmazlarda devirden önce tesis edilmiş olan ipotekli alacaklıların isim ve adreslerinin, ipoteğe konu alacak miktarları ile bu alacakların ödenip ödenmediği ve halen mevcut olup olmadığının, ipotek alacaklıları tarafından ipoteğe konu borçlarla ilgili olarak idareye herhangi bir alacak talebinde bulunulup bulunulmadığının, bulunulmuş ise talep edilen alacak miktarlarının ve idarece bu taleplere ilişkin herhangi bir cevap verilip verilmediğinin/işlem tesis edilip edilmediğinin, söz konusu alacak taleplerinin idarece kabul edilip edilmediğinin, Hazineye devir sonucu terkin edilen ipoteklerin yeniden ihya edilip edilmediğinin, ödemeye esas olmak üzere öncelik sırasına alınıp alınmadığının ve ipotekli alacaklılar tarafından ipoteğe konu alacakları için açılmış bir davanın bulunup bulunmadığının (dava açılmış ise Mahkeme adı ve dosya numarasının) sorulmasına, bu konularda ayrıntılı bir açıklama yapılarak, sorulan hususlara ve bu hususlarla ilgili olarak verilecek cevaplara ilişkin bilgi ve belgelerin birer örneğinin istenilmesine,

2-Davacının, Mahkememizce verilen 29/12/2020 tarih ve E: 2020/213, K: 2020/1238 sayılı kararın gereğinin yerine getirilerek işçilik alacaklarının ödenmesi istemiyle idareye başvuruda bulunduğu, idarece dava konusu işlem ve içeriğindeki gerekçelerle talebin kabul edilmeyerek başvurunun reddine karar verildiği ve Mahkememizce verilen 29/12/2020 tarih ve E: 2020/213, K: 2020/1238 sayılı kararın gerekçesinde ise “davacının kapatılan kuruluştan olan alacak talebi yönüyle İl KHK İnceleme ve Değerlendirme Komisyonunca, davacının hangi tarihler arasında ilgili kurumda çalıştığı, işe giriş ve işten ayrılış bildirgeleri ile davacının hangi nedenle işten ayrıldığının ve iş sözleşmesi feshinin haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı hususları ile davacının terör örgütleriyle aidiyeti, iltisakı veya irtibatı bulunup bulunmadığı hususlarının araştırılarak davacının ödemeye esas alacağı olup olmadığının tespit edilmesi” gerektiğinin belirtildiği görülmekle;

-İdarece, yukarıda yer verilen Mahkememizin gerekçeli kararında belirtilen hususlarla (davacının işçilik alacaklarına hak kazanıp kazanmadığı, terör örgütüne aidiyeti, iltisakı ve irtibatının olup olmadığı ve ödemeye esas bir alacağının bulunup bulunmadığı) ilgili olarak herhangi bir araştırma ve tespit yapılıp yapılmadığının sorulmasına, yapılmışsa belirtilen hususlarla ilgili yapılan tespit ve araştırma sonuçlarına ilişkin bir açıklama yapılarak, ilgili bilgi ve belgelerin bir örneğinin istenilmesine,

-Yine, davacının talep ettiği işçilik alacaklarının; ödemeye esas olmak üzere, ilgili KHK’da belirtilen ödeme sırasına alınıp alınmadığının, başka bir ifade ile kapatılan şirketin nakit varlıklarının borçlarını karşılaması durumunda davacının talep ettiği işçilik alacaklarının ödenip ödenmeyeceğinin ve/veya ödemede dikkate alınıp alınmayacağının sorulmasına ve bu konuda bir açıklama yapılmasının istenilmesine,

Türkiye Finans Katılım Bankası A.Ş.’den :
667 sayılı KHK ile kapatılan Şanlıurfa U. Tıp Sağlık Hizmetleri Limited Şirketinin Hazineye devredilen Şanlıurfa İli, Haliliye İlçesi, Sırrın Mahallesi, 610 parsel sayılı taşınmazı üzerinde tapu kayıtlarına göre Bankanız lehine devirden önce ipotek (rehin) tesisinin bulunduğu görülmekle;
Söz konusu ipoteğe konu alacağınızın ödenip ödenmediği, halen mevcut olup olmadığı, ipoteğe konu alacağınız var ve ödenmemiş ise alacak tutarının ve bu alacak ile ilgili olarak idareye herhangi bir başvuruda bulunulup bulunulmadığının, idareye başvuruda bulunulmuş ise bu başvuruya karşılık idarece herhangi bir cevap verilip verilmediğinin/işlem tesis edilip edilmediğinin, söz konusu alacak talebinin idarece kabul edilip edilmediğinin, Hazineye devir sonucu terkin edilen ipoteklerin yeniden ihya edilip edilmediğinin, ödemeye esas olmak üzere öncelik sırasına alınıp alınmadığının ve ipoteğe konu alacaklar için açılmış bir davanın bulunup bulunmadığının (dava açılmış ise Mahkeme adı ve dosya numarasının) sorulmasına, bu konuda ayrıntılı bir açıklama yapılarak sorulan hususlara ve bu hususlarla ilgili olarak verilecek cevaplara ilişkin bilgi ve belgelerin birer örneğinin istenilmesine,

Türkiye Halk Bankası A.Ş.’den :
667 sayılı KHK ile kapatılan Şanlıurfa U. Tıp Sağlık Hizmetleri Limited Şirketinin Hazineye devredilen Şanlıurfa İli, Haliliye İlçesi, Sırrın Mahallesi, 3927 ada 1 parsel sayılı taşınmazı üzerinde tapu kayıtlarına göre Bankanız lehine devirden önce ipotek (rehin) tesisinin bulunduğu görülmekle;
Söz konusu ipoteğe konu alacağınızın ödenip ödenmediği, halen mevcut olup olmadığı, ipoteğe konu alacağınız var ve ödenmemiş ise alacak tutarının ve bu alacak ile ilgili olarak idareye herhangi bir başvuruda bulunulup bulunulmadığının, idareye başvuruda bulunulmuş ise bu başvuruya karşılık idarece herhangi bir cevap verilip verilmediğinin/işlem tesis edilip edilmediğinin, söz konusu alacak talebinin idarece kabul edilip edilmediğinin, Hazineye devir sonucu terkin edilen ipoteklerin yeniden ihya edilip edilmediğinin, ödemeye esas olmak üzere öncelik sırasına alınıp alınmadığının ve ipoteğe konu alacaklar için açılmış bir davanın bulunup bulunmadığının (dava açılmış ise Mahkeme adı ve dosya numarasının) sorulmasına, bu konuda ayrıntılı bir açıklama yapılarak sorulan hususlara ve bu hususlarla ilgili olarak verilecek cevaplara ilişkin bilgi ve belgelerin birer örneğinin istenilmesine,

Türkiye İş Bankası A.Ş.’den :
667 sayılı KHK ile kapatılan Şanlıurfa U. Tıp Sağlık Hizmetleri Limited Şirketinin Hazineye devredilen Şanlıurfa İli, Haliliye İlçesi, Sırrın Mahallesi, 2372 ada 2 parsel sayılı taşınmazı üzerinde tapu kayıtlarına göre Bankanız lehine devirden önce ipotek (rehin) tesisinin bulunduğu görülmekle;
Söz konusu ipoteğe konu alacağınızın ödenip ödenmediği, halen mevcut olup olmadığı, ipoteğe konu alacağınız var ve ödenmemiş ise alacak tutarının ve bu alacak ile ilgili olarak idareye herhangi bir başvuruda bulunulup bulunulmadığının, idareye başvuruda bulunulmuş ise bu başvuruya karşılık idarece herhangi bir cevap verilip verilmediğinin/işlem tesis edilip edilmediğinin, söz konusu alacak talebinin idarece kabul edilip edilmediğinin, Hazineye devir sonucu terkin edilen ipoteklerin yeniden ihya edilip edilmediğinin, ödemeye esas olmak üzere öncelik sırasına alınıp alınmadığının ve ipoteğe konu alacaklar için açılmış bir davanın bulunup bulunmadığının (dava açılmış ise Mahkeme adı ve dosya numarasının) sorulmasına, bu konuda ayrıntılı bir açıklama yapılarak sorulan hususlara ve bu hususlarla ilgili olarak verilecek cevaplara ilişkin bilgi ve belgelerin birer örneğinin istenilmesine,
Bu kararın gereğinin yerine getirilebilmesi için davalı idareye ve anılan idarelere kararın tebliğ tarihini izleyen günden başlayarak (15) GÜN KESİN SÜRE verilmesine, ara karar gereğini yerine getirmenin yasal bir mecburiyet olduğu ile yerine getirmeyen ilgililer hakkında idari ve cezai sorumluluk doğuracağının ve aksi halde dosyada mevcut bilgi ve belgelere göre karar verilebileceğinin anılan idareye tebliğine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 20. maddesi uyarınca 02/12/2022 tarihinde karar verildi.

3402 SAYILI KADASTRO KANUNU 13/B-b MADDESİ GEÇERLİLİK ŞARTLARI

İçtihatları Birleştirme BGK 1994/5 E, 1997/2 K.

“İçtihat Metni”

TAPULU TAŞINMAZLARIN TAPU DIŞI YOLLA MÜLKİYETİNİN NAKLİ ( Geçerli Olabilme Şartları)
• TAPU DIŞI YOLLA MÜLKİYETİN NAKLİ ( Kadastro Tespitinden Önce-Sonra )
• KADASTRO KANUNUNUN BÖLGEDE YÜRÜRLÜĞE GİRMESİ
• KADASTRO KANUNUNUN UYGULANMASI ( Tapulu veya Tapusuz Yerlerde )
• ON YILLIK SÜRENİN TESPİT TARİHİNE GÖRE HESAPLANMASI ( Kadastro Tespiti )
• KADASTRO TESPİT TARİHİ ( On Yıllık Sürenin Başlangıcı )

ÖZET : 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesinde düzenlenen tapulu taşınmazların tapu dışı bir yolla mülkiyetinin naklini öngören sözleşmeler, Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesinden sonra da yapılabilir. Anılan maddede öngörülen on yıllık sürenin, tespit tarihine göre hesaplanması gerekir.

I. İÇTİHADI BİRLEŞTİRME İSTEMİ

Yargıtay 7. Hukuk Dairesi Başkanlığı’nın 28/9/1994 tarih ve 1994/33 sayılı yazısıyla, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesinin uygulanması bakımından, Dairenin kendi kararları ayrıca Birinci ve Onaltıncı Hukuk daireleri ile Hukuk Genel Kurulu kararları arasında içtihat aykırılığı bulunduğu belirtilerek, içtihatların birleştirilmesi istenilmiş; Birinci Başkanlık Kurulu’nun 27/12/1994 gün ve 75 sayılı kararıyla içtihat aykırılığı bulunduğu belirlenerek, aykırılığın Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nda giderilmesine karar verilmiştir.

II. İÇTİHADI BİRLEŞTİRMEYE KONU OLAN KARARLAR

1- a) Yedinci Hukuk Dairesi’nin 30/6/1988 gün 1985/5701-1988/6314 ve 21/10/1987 gün 1987/16478-23592 sayılı kararlarında, tapu dışı satışa değer verilebilmesi için satış tarihinden tespit gününe kadar 10 yıllık sürenin geçmiş olması gereğine değinilmiştir.

b) Aynı Dairenin 10/7/1991 gün 1987/4849-1991/10093 ve 16/11/1992 gün 1990/3264-1992/20854 sayılı kararlarında ise; tapu dışı temlikin Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesinden önce yapılması ve 10 yıllık sürenin Kanunun bölgede yürürlüğe girdiği tarihe göre hesaplanması kabul edilmiştir.

2- a) Birinci Hukuk Dairesi’nin 16/4/1992 tarih 1992/1710-5061 sayılı ve 5/2/1985 tarih 1985/14177-1126 sayılı kararlarında, tapu dışı temlik yönünden 10 yıllık sürenin tespit tarihine göre hesaplanması gerektiği açıkça vurgulanmıştır.

b) Aynı Dairenin 24/12/1984 gün 1984/13884-13891 sayılı kararında, harici trampanın geçerli olabilmesi için bölgede tapulamanın başladığı tarihe kadar bozulmamış olması ve 10 yıllık süreninde bu tarihe kadar gerçekleşmiş bulunması benimsenmiştir.

3- Onaltıncı Hukuk Dairesi’nin 13/5/1988 gün 1987/13648-1988/9085, 31/10/1991 gün 1991/4007-14127 ve 2/11/1992 gün 1992/102-12392 sayılı kararlarında, tapu dışı temliklerin Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesinden sonrada yapılabileceği ve 10 yıllık sürenin tespit tarihine göre hesaplanması gerektiğine karar verilmiştir.

4- Hukuk Genel Kurulunun 4/2/1987 tarih 1986/1-273-1987/66 ve 8/12/1993 gün 1993/7-563-794 sayılı kararlarıyla tapu dışı yolla iktisaplarda 10 yıllık sürenin tespit tarihine göre saptanması gerekeceğine işaret edilmiştir.

2797 sayılı Yargıtay Kanununun 16/5 ve 45. maddeleri uyarınca toplanan Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nda kararlar arasında aykırılık bulunduğuna oybirliğiyle karar verilerek işin esasının görüşülmesine geçilmiştir.

III. İÇTİHAT AYKIRILIĞI’NIN KONUSU

3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesinde düzenlenen tapulu taşınmazların tapu dışı bir yolla mülkiyetinin naklini öngören sözleşmelerin ne zamana kadar yapılabileceği, anılan maddede belirtilen 10 yıllık sürenin hangi tarihe göre hesaplanacağına ilişkindir.

IV. KADASTRO KANUNUNUN AMACI VE NİTELİĞİ

Kadastro Kanununun amacı, memleketin kadastral topoğrafik haritasına dayalı olarak taşınmaz malların sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek hukuki durumlarını tespit etmek ve bu suretle Türk Medeni Kanununun öngördüğü tapu sicilini kurmaktır (KK. Md. 1.). Bu amaca varılabilmesi, tapulu taşınmazların tapularının yenilenmesini, tapusuz taşınmazların tapuya bağlanmasını ve kamu mallarının statüsünün belirlenmesini gerektirir. Önemle belirtelim ki, Kadastro Kanunu, tasfiyeyi öngören özel ve geçici bir kanundur. Kadastro Kanunu ile eylemli durumun yasal hale getirilmesi amaçlanmış ve zilyetliğe ağırlık veren hükümlere yer verilmiştir. Yurt düzeyinde kadastro tamamlanınca Kadastro Kanunu’na gerek kalmayacak, kanun kendiliğinden yürürlükten kalkacaktır. Kanunun yürürlükte kalma süresi, sözü edilen amacın gerçekleşmesi ile sınırlıdır.

Kadastro Kanunu; işlevi, niteliği ve özelliği itibariyle genel hükümlerden ayrı ve genel hükümlere aykırı bazı hükümler içermektedir. Bunlar tapulu taşınmazın bir bölümünün veya şayi payının zilyetlikle kazanılması, tapu dışı paylaşıma değer verilmesi (md. 15) muhdesatın beyanlar hanesinde gösterilmesi (md. 19) ölü kişi aleyhine dava açılabilmesi (md. 29) da olduğu gibi. Özellikle İçtihat aykırılığına konu olan, tapulu taşınmazın tapu dışı bir yolla temlikine geçerlik tanıyan Kanunun 13/B-b maddesi de bu tür hükümlerden biridir.

V. KADASTRO KANUNUNUN YÜRÜRLÜĞÜ

Kadastro Kanunu uygulamalarında her ilin merkez ilçesi ile diğer ilçelerin idari sınırları içinde kalan yerlere “bölge”, bölgelerde bulunan her köy ile belediye sınırları içinde bulunan her mahalleye “çalışma alanı” denilmektedir. Bölgede ve çalışma alanında kadastro faaliyetlerinin yürütülebilmesi için gerekli ilanların yapılması gerekir (KK. md. 2, 4). Bir köy veya mahallede (çalışma alanında) kadastro faaliyetinin başlamasıyla, Kadastro Kanunu o bölgede yürürlüğe girer. Kadastro Kanunu’nda zilyedi ve zilyetliği koruyan hükümler bulunmaktadır. Kadastronun bölgede yürürlüğe girmesiyle Kanunun 33/4. maddesi de işlerlik kazanır. Kanunun zilyede tanıdığı haklar zilyedin leh ve aleyhinde açılan davalarda iddia ve def’i olarak ileri sürülebilir. Kanunun bölgede yürürlüğe girmesi zilyedin ancak lehinde sonuç doğurabilir. Nitekim Kadastro Kanunlarında zilyetliğe değer veren çözümler öngörülmüş olup, zilyedin durumunu ağırlaştıran hiç bir hükme yer verilmemiştir.

Sırası gelmişken vurgulayalım ki, açık hüküm olmadıkça kanunlar geriye doğru değil, ileriye yönelik olarak uygulanır. Bu kural, Kadastro Kanunu bakımından da geçerlidir. Kadastro Kanununun 13. maddesinin uygulanmasıyla ilgili istisnai bir hüküm olmadığından, maddenin Kanunun yürürlüğe girmesinden sonraki olaylara da uygulanması doğaldır. Yine Tapu dışı temlikin Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesinden 10 sene önce yapılacağına ilişkin kanunda hiç bir hüküm mevcut değildir. Bu açık ve kesin kural karşısında yorum yoluyla istisna getirilemez.

VI. KADASTRO İŞLEMİNİN YAPILMASI

Kadastro, taşınmaz malların geometrik ve hukuki durumunun belirlenmesi olarak tanımlanmaktadır. Kadastro ekibince her taşınmaz mal hakkında tutanak düzenlenmekte, taşınmazın tespit günündeki geometrik ve hukuki durumu saptanmakta, taşınmazın o andaki görüntüsü dondurulmaktadır. Kadastro ekibi tarafından yapılan işleme “tespit” veya “kadastro tespiti”, kadastro işlemine karşı yasal süresinde kadastro mahkemelerinde açılan davalara da “tespite itiraz” veya “kadastro tespitine itiraz” davaları denilmektedir.

Kadastro Kanununun 7, 25, 26 ve 27 nci maddelerinde; “düzenleyecekleri kadastro tutanağı, kadastro tutanağının düzenlenmesi günü, tutanağın düzenlendiği gün, kadastro tutanağı düzenlendiği tarihte” sözcüklerine yer verilmiştir. Açıkça görüldüğü üzere bu sözcükler, tespit tarihini ifade etmektedir. Kadastro ekibi tespit işlemini yaparken Kanunun 4 üncü bölümünde düzenlenen mülkiyet hakkının tespitine ilişkin 13 ila 23. maddeleri uygulayacak ve taşınmazların hukuki durumunu tespit tarihine göre belirleyecektir. Dava açılması halinde kadastro hakimi, aynı hükümlere göre ve tespit tarihini esas alarak uyuşmazlıkları çözümleyecektir. Bu hükmün tek istisnası, kadastro Kanununun 5 ve 27. maddelerinde öngörülmüştür. Buna göre tutanağın düzenlenmesi nedeniyle genel mahkemelerden kadastro mahkemelerine aktarılan taşınmaz mal davalarında tespit tarihi değil, genel mahkemelerdeki “dava tarihi” değerlendirmeye esas alınır.

VII. TAPULU TAŞINMAZ MALLARIN MÜLKİYETİNİN NAKLİNİ ÖNGÖREN SÖZLEŞMELERDE ŞEKİL ŞARTI

Medeni Kanunun 634., Borçlar Kanununun 213 ve 2644 sayılı Tapu Kanununun 26. maddeleri uyarınca, tapulu taşınmaz malların mülkiyetinin naklini öngören sözleşmelerin resmi şekilde ve Tapu Sicil Müdürlüğü tarafından yapılması gerekir. 1512 sayılı Noterlik Kanununun 60/3 ve 89. maddeleri gereğince gayrimenkul satış vaadi senetlerinin de düzenleme şeklinde ve noterler tarafından yapılması zorunludur. Kanunlarda öngörülen şekil şartları ispat şartı olmayıp geçerlik şartıdır. Medeni Kanunun yürürlüğünden önceki mevzuatımızda da tapulu taşınmazların tapu dışı yollarla, eldeğiştirmesi yasaklanmasına rağmen devirler önlenememiş, böylece hukuki duruma aykırı eylemli durumlar oluşmuştur. İşte bu yüzden Kanun koyucu tarafından eylemli durum yasal hale getirilmek istenmiş, bu amaçla Cumhuriyet döneminde ilk kez 19/4/1926 gün ve 810 sayılı “Hakkı Karar ve Senetsiz Tasarrufat ve Tashihi Kayıt Muamelatının Sureti İcrasına Dair Kanun” ve daha sonra 9/6/1929 tarih ve 1515 sayılı “Tapu Kayıtlarının Hukuki Kıymetlerini Kaybetmiş Olanların Tasfiyesi Hakkında Kanunlar” çıkarılmıştır.

Her iki kanun da özel nitelikli tasfiye kanunları olarak, hukuki işlemin niteliği ve süresi belirtilerek tasfiyeyi öngörmüşlerdir. Ancak, yapılan bu tasfiye işlemleri yeterli olmamış, hukuki durumla eylemli durum arasında tam bir uyum ve paralellik sağlanamamıştır. O nedenle bu kanunlardan sonra yürürlüğe giren ve halen yürürlükten kaldırılmış bulunan, 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanununun 22/E, 5602 sayılı Tapulama Kanununun 13/C ve 13/Ç, 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/C maddelerinde de, eylemli durumu yasal hale getirmeyi amaçlayan ve yurt gerçeklerini karşılayan hükümlere yer verilmiştir. Dahası kadastro ile eski tapu kayıtlarının tasfiyesi ve yenilenmesi, yeni sicillerin oluşması, zorunlu olduğundan kanun koyucu kapsamları ve şartları farklı olmakla beraber bütün kadastro kanunlarında bu konu ile ilgili düzenleme yapmak gereğini duymuş ve halen yürürlükte bulunan, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesi de bu amaçla düzenlenmiştir.

Kanunun 13/B-b maddesi; “zilyet taşınmaz malı kayıt malikinden veya mirasçılarından veya mümessillerinden tapu dışı bir yolla iktisap ettiğini, onların beyanı veya herhangi bir belge ile veya bilirkişi veyahut tanık sözleriyle ispat ettiği ve ayrıca en az on yıl müddetle çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla zilyet bulunduğu takdirde zilyet adına… tespit olunur ” şeklindedir.

Maddede tapu dışı sözleşmenin hangi tarihe kadar yapılması gerektiğine ve 10 yıllık sürenin hangi tarihten itibaren hesaplanacağına dair ayrıca hüküm bulunmasına gerek görülmemiştir. Zira, her taşınmaz hakkında tutanak düzenlenirken, mülkiyetin tespitine ilişkin 13 ila 23. maddelerdeki hükümler uygulanacaktır. Mülkiyetin tespitine ilişkin hükümlerin yürürlüğü ve uygulanması bakımından kanunda farklı tarihler öngörülmemiştir. Anılan 13. maddenin ikinci fıkrasının (a) bendinde kayıt sahibi veya mirasçılarının, kadastro teknisyeni huzurunda muvafakatları halinde taşınmazların zilyed adına tespit olunacağı hükme bağlanmıştır. Bu durumda muvafakatın tespit sırasında olacağı açıktır. Aynı maddenin (a) bendi uygulanırken tespit tarihinin, (b) bendi uygulanırken Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girdiği tarihin kabulü, kanunun işlevine, amacına ve esprisine aykırı düşeceğinde kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır.

VIII. TAPU DIŞI SÖZLEŞMELERİN BOZULMASI

Az yukarda açıklandığı üzere kural olarak tapulu taşınmazların tapu dışı bir yolla mülkiyetinin naklini öngören sözleşmeler geçersizdir. Belirli şartların varlığı halinde Kadastro Kanunu’nda bu sözleşmelere geçerlik tanınmıştır. Kadastro Kanunu, bölgede yürürlüğe girmeden yapılan tapu dışı sözleşmeler tapu kaydının hukuki geçerliliğini koruması kaydıyla süresi ne olursa olsun tek taraflı irade beyanı ile bozulabilir. Kadastro Kanunu bölgede yürürlükte olsa bile, sözleşme tarihinden itibaren 10 yıllık süre geçmemiş ise, tapu dışı sözleşme tarafların tek taraflı irade beyanı ile ancak ortadan kaldırılabilir. Esasen bu sözleşmeler geçerlik kazanıncaya kadar askıda sayılırlar. Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesiyle, Kanunun yürürlüğünden önce yapılan ve varlığını koruyan sözleşmeler 10 yıllık süre geçmiş olmak kaydıyla geçerlilik ve bağlayıcılık kazanırlar. Daha sonra bu sözleşmeden tek taraflı olarak dönülemez. Yine, Kanunun yürürlüğünden sonra yapılan tapu dışı sözleşmeler de 10 yıllık süre geçmiş ise geçerlilik kazanır ve tek taraflı irade beyanıyla ortadan kaldırılamazlar. Hukuken geçerli hale gelmiş bu sözleşmelerin ancak genel hükümlere göre iptali istenebilir.

Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesiyle, önceki dönemde yapılan sözleşmelerin, geçerlik kazanması daha sonra bu tür sözleşme yapılamayacağı şeklinde yorumlanamaz.

IX. DEĞERLENDİRME

İçtihat aykırılığına neden olan kanun maddesi; Kadastro Kanununun temel hükümlerinden olup tasfiyeyi sağlayacak olan kuraldır. Bu hükmün uygulama alanının Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesinden önceki tarihle sınırlandırılması, Kanunun uygulanmasını daraltır ve giderek olanaksız kılar. Gerçektende, Kadastro Kanununun bölgeye girmesi tarihi ile taşınmaz hakkında tutanak düzenlenmesi tarihleri arasında çok uzun süreler geçtiği ve halen pek çok çalışma alanında kadastro yapılamadığı bilinen ve yadsınamaz bir olgu olduğu açıktır.

Kadastro Kanununun tasfiye kanunlarından olduğu tartışmasızdır. Değişik düşüncelerin odak noktası, tasfiyenin tarihi konusundadır. Kadastro Kanunları, 810 ve 1515 sayılı Kanunlarda olduğu gibi belirli tasarruflarla veya belirli tarihe göre doğrudan tasfiyeyi öngörmemiştir. Kadastro Kanunu’nda öngörülen tasfiye, her taşınmazla sınırlı ve tutanak düzenlenirken eylemli ve hukuki durum değerlendirilerek yapılmaktadır. Kadastro sırasında taşınmaz malın geometrik ve hukuki durumunun saptanması esas olduğuna göre, tasfiyenin tespit tarihi itibariyle yapılması da bu olgunun doğal bir sonucudur.

Kadastro Kanunu’nda zilyetliğe, özel önem ve değer verilmiş, bu suretle eylemli durumla hukuki durum arasındaki farklılık ortadan kaldırılarak, tespit gününden önceki tüm uyuşmazlıkların çözümlenmesi suretiyle, güvenilir tapu sicillerinin oluşturulması amaçlanmıştır. O nedenle bu yönün gözden kaçırılmaması zorunludur.

Kadastro Kanununun 13/B-b maddesi, kadastro faaliyetleri ile sınırlı ve kadastroya özgü bir hükümdür. Bu hüküm genel nitelikte olmadığından (10 yıllık hak düşürücü süre içinde kadastrodan önceki haklara dayanılarak açılan tapu iptal davaları hariç) kadastrosu tamamlanan ve kesinleşen taşınmazlar hakkında uygulanamaz. Hal böyle olunca tespit tarihinin esas alınması, anılan Yasa maddesini genel hüküm haline dönüştüreceği şeklindeki yorum dayanaksız kılmaktadır.

Açıklanan nedenlerle tapulu taşınmazların tapu dışı bir yolla mülkiyetinin naklini öngören sözleşmelerin, Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesinden sonra da yapılabileceği ve sözleşmenin geçerliliği için öngörülen on yıllık sürenin kadastro tespit tarihine göre hesaplanması gerektiği, sonucuna varılarak içtihatlar arasındaki aykırılığın Hukuk Genel Kurulu ve onaltıncı Hukuk Dairesi Kararları doğrultusunda birleştirilmesine karar verilmesi gerekmiştir.

SONUÇ: 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesinde düzenlenen tapulu taşınmazların tapu dışı bir yolla mülkiyetinin naklini öngören sözleşmelerin Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesinden sonra da yapılabileceğine, anılan maddede öngörülen 10 yıllık sürenin tespit tarihine göre hesaplanması gerektiğine, 6/6/1997 tarihli ilk oturumda üçte ikiyi aşan çoğunlukla karar verildi.

KARŞI OY YAZISI

Tapulu bir taşınmazın haricen satışı halinde satışın, 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/C ve bunu yürürlükten kaldıran 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddeleri gereğince hukuki değer ifade edebilmesi için satış sözleşmesinin ne zaman yapılması gerektiği, yasada öngörülen 10 yıllık sürenin bitiş tarihinin ne olacağı ve harici sözleşmeden ne zamana kadar dönülebileceği hususları içtihadı birleştirmenin konusunu oluşturmaktadır.

Tapu dışı satışa geçerlilik tanıyan 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/C ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddeleri, harici sözleşmeye dayalı olarak zilyet adına tespitin yapılabilmesini temelde üç koşulun biraraya gelmesi ile imkan dahiline sokmuştur.

Öncelikle, tapuda kayıtlı taşınmaz mala kayıt maliki veya mirasçılarından başkası zilyet bulunuyorsa, zilyet, taşınmaz malı kayıt malikinden veya mirasçılarından veya mümessillerinden tapu dışı bir yolla iktisap ettiğini, onların beyanı veya herhangi bir belge ile veya bilirkişi veyahut tanık sözleri ile ispat etmelidir. Tapu dışı kavramı, tapu memuru önünde yapılması gereken, ancak bu zorunluluğa uyulmadan yapılmış sözleşmeleri kapsamına almaktadır. Tapu dışı sözleşmelerde eksik olan husus resmi şekil şartıdır. Bu bakımdan sözlü ya da adi, yazılı şekilde yapılmış her türlü sözleşme, yasa hükümlerinin uygulanmasına esas teşkil eden “harici sözleşme” sayılır. Bu sözleşmenin kuşkusuz genel geçersizlik sebeplerinden biri ile illetli olmaması gerekir. Bunun yanında, tapu dışı işlem genellikle satış sözleşmesi olarak ifade edilmekle birlikte, yasal deyimiyle “temellük” veya “iktisap” sözcüklerinden de anlaşılacağı gibi, bu işlem satış dışında mülkiyeti devir amacını güden diğer bir sözleşme örneğin bağışlama ya da trampa da olabilir.

Zilyet taşınmazı tapu dışı yolla iktisap ettiğini, kayıt malikinin veya mirasçılarının ya da temsilcilerinin beyanına dayanarak ispat edebileceği gibi herhangi bir belge ile veya bilirkişi ya da tanık sözleriyle de kanıtlayabilecektir.

Öte yandan, tapu dışı işlemin zilyedlikle iktisabı mümkün kılması için bu işleme konu olan taşınmazın bulunduğu bölgede kadastro ve tapulama faaliyetinin başlaması gereklidir. Şayet bu faaliyet yoksa veya daha önce o yerde kadastro ve tapulama yapılmışsa, Medeni Kanunun genel ilkeleri karşısında tapu dışı işlem kural olarak geçersiz kalır.

Kadastro Kanununun 13/B-b hükmüne göre, harici işleme dayalı olarak tapulu taşınmazın zilyedi adına tespit edilebilmesinin diğer bir koşulu da on yıl süre ile çekişmesiz zilyedliktir.

Yasada öngörülen bu düzenlemeyle Medeni Kanunun ilkelerine uygun düşmeyen ancak harici temliklerin tasfiyesi amacını taşıyan yeni bir kazandırıcı zaman aşımı süresi ile iktisap tarzının ihdas edildiği anlaşılmaktadır. Burada zilyedliğin en az 10 yıl süreyle, malik sıfatıyla çekişmesiz ve aralıksız sürmesi gereklidir. Ancak, zilyedin iyi niyetli olması gibi bir koşul aranmamaktadır.

Tapulama ve Kadastro Kanunları uyarınca tapu dışı işlemin geçerli sayılabilmesinin bir diğer koşulu da işlemin bozulmamış olması halidir. Yukarda da değinildiği üzere 766 sayılı Yasanın 32/C maddesinde bulunmayan “Çekişmesizlik” unsuru Yargıtay uygulamasında, taşınmazın bulunduğu bölgede tapulama başlayıncaya kadar tapu dışı işlemin bozulmayıp varlığını koruması biçiminde kabul ve ifade edilmiştir. 3402 sayılı Kanunun 13/B-b maddesindeki” … en az on yıl müddetle çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla zilyet bulunduğu…” tarzındaki düzenleme ile önceki yasada mevcut eksiklik giderilmiş artık bu yönde bir zorlamaya gerek kalmamıştır. On yıllık süre dolmadan alıcının taşınmazdan çıkarılması isteği ile elatmanın önlenmesi davası açılması veya taşınmazı devreden kişinin, taşınmazı bu defa tapuda bir başkasına satması ve bu kayıt malikinin zilyet aleyhine dava açması, Yargıtay uygulamasında tapu dışı işlemi bozan haller olarak nitelendirilmiştir.

Yukardan beri açıklanmasına çalışılan bilgiler ışığında olaya bakıldığında sorunun, tapu dışı işleme geçerlilik tanıyan Tapulama Kanununun 32/C ve Kadastro Kanununun 13/B-b maddelerinin, konuya ilişkin olarak yeterli açıklık taşımadığından ileri geldiği anlaşılmaktadır. Yasal düzenlemelerde tapulu taşınmaz mülkiyetinin harici satın alma yoluyla iktisabı için şekle bağlı olmayan ve ispat kolaylığı sağlanan bir satış sözleşmesi yanında, 10 yıllık çekişmesiz zilyedlikten söz edilmekle yetinildiği, başkaca açıklamaya yer verilmediği görülmektedir.

Mevcut düzenlemede, tapu dışı işlemin ne zamana kadar yapılabileceğine, 10 yıllık sürenin hangi ana kadar hüküm doğuracağına, çekişmesizlik olgusunun olumsuz etkisinin hangi anda ortaya çıkacağına dair bir açıklık bulunmamaktadır. İşte bu belirsizlik uygulamada tereddütlere yol açmış, daireler arasında görüş ayrılıklarına sebep olmuştur.

Daire ve HGK. Kararları incelendiğinde görüleceği üzere, görüş ve uygulama ayrılıklarını şu başlıklar altında toplamak mümkündür.

a) Tapu dışı işlemin bölgeye tapulama girmesinden önce yapılması gereklidir.

b) Tapu dışı işlem bölgeye tapulama girdikten sonra da yapılabilir.

c) 10 yıllık süre bölgeye tapulama girinceye kadar tamamlanmalıdır.

d) 10 yıllık süre tespit tarihine kadar tamamlanabilir.

e) Tapu dışı işlem bölgeye tapulama girdiği tarihe kadar bozulmamalıdır.

f) Tapu dışı işlem tespit tarihine kadar bozulmamalıdır.

g) Koşulların tamamlanması halinde kazanılmış hak oluşur.

Değinilen bu görüşlerin, her birinin H. G. K. ve Daire Kararlarında yer aldığı görülmektedir. Ne var ki gerek Hukuk Genel Kurulu’nun gerekse Dairelerin değişik zamanlarındaki kararlarının istikrar göstermediği yukarda belirtilen hallerin kararlara şu veya bu şekilde yansıdığı bu durumun da, hem HGK. ve Daire Kararlarının kendi içerisinde, hem de birbiri ile aykırı düşmesine yol açtığı anlaşılmaktadır.

İçtihat aykırılığının mevcudiyeti belirtilerek raporu eklenen kararlarda yukarda yedi bend halinde özetlenen tüm görüşlere yer verildiği gibi, bu çelişkili uygulamanın diğer daire kararlarında da bulunduğu gerçektir.

Öyle ise, içtihatların, yedi grupta toplanan görüşlerin her birinin irdelenip çözüme kavuşturulması suretiyle ve tevhidi içtihat raporunun mahsus bölümünde ifade olunan çerçeve dairesinde birleştirilmesinde zorunluluk olduğu kuşkusuzdur.

Bilindiği gibi, Kadastro (Tapulama) faaliyetinin biri geometrik, diğeri de hukuksal olmak üzere iki yönü vardır. Diğer bir anlatımla Kadastro (tapulama) kanunlarının amacı, memleketin Kadastral topoğrafik haritasına dayalı olarak taşınmaz malların sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek hukuki durumlarını tespit etmek ve bu suretle Medeni Kanunun öngördüğü tapu sicilini kurmaktır. Bu amaç doğrultusunda kadastro (tapulama) tapusuz taşınmazları tapulamak, tapulu olanların kayıtlarını yenilemek, taşınmazlar hakkında kadastro planları hazırlamak, taşınmazların gerçek hak sahiplerini belirlemek için yapılmaktadır. Konumuzla ilgisi bakımından gerçek hak sahiplerinin belirlenmesi kavramı doktrinde “doğru tespit ilkesi” olarak nitelendirilmiş, bu işlevi yerine getirmek üzere 766 sayılı Tapulama Kanununun 32 ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13. maddeleri, yasalarda “Mülkiyetin Tespitine İlişkin Esaslar” başlıkları altında düzenlenmiştir. Doğru tespit ilkesinden amaç, kadastrosu yapılan taşınmazlardaki hak sahiplerinin, doğru olarak ve gerçeğe uygun biçimde saptanmasıdır. Kadastro tespitinin gerçek hak sahibi kim ise onun adına ve gerçek hak durumuna göre yapılmasıdır.

Kadastro (Tapulama) kanunları, ömürleri amaçlarıyla sınırlı, geçici tasfiye kanunlarıdır. Tasfiyeden amaç, kadastronun tamamlandığı bölgede bütün taşınmazların durumunun belirlenmesi, kadastrodan önceki ve kadastro sırasında doğan tüm uyuşmazlıkların çözümlenmesi, her türlü inceleme ve araştırmanın eksiksiz yapılarak gerçek hak sahibinin belli edilmesidir.

Kadastro Kanununun tasfiye işlevi gereği bazı Maddelerinin (örneğin, 13/B-b, 15/1-11, 17 nci maddeleri) kanun yapılırken düşülen bir yanılgı, ya da yanlışlık sonucu değil, taşınmazlar üzerindeki fiili durumu, hukuki duruma uydurmak maksadıyla bilerek, zorunlu olarak Medeni Kanuna aykırı biçimde hazırlandığı bilinen bir gerçektir.

Kadastro Kanunlarının geçicilik niteliğinin genel anlamı, kadastronun bütün yurtta tamamlanması ve kesin olarak sona ermesi ile fonksiyonlarının kalmamasıdır. Yurdun tümünün kadastro işlemine tabi tutulmasından ve Medeni Kanunun öngördüğü tapu sicili sisteminin ülkenin bütün taşınmazlarını kapsar biçimde kurulmasından sonra yasa kendinden bekleneni yapmış ve yürürlükten kalkmış olacaktır. Tabii ki bu süreci bir yandan teknik ve idari imkanlar, diğer yandan da uygulamanın neden olacağı hukuki uyuşmazlıkların çözüme bağlanmasındaki sürat belirleyecektir. Kadastro Kanunlarının geçicilik niteliğinin diğer bir anlamı da, belli bir bölgede kadastronun kesin şekilde sona ermesiyle kanunun uygulamasının o bölgede son bulmuş olmasıdır.

Kadastro yasaları, mahiyetleri icabı ister tapulu ister tapusuz olsun evvelce Kadastro (tapulama) görmemiş yerlerde uygulanır. Kural olarak da bu yerlerin tamamında uygulanacağında kuşku yoktur; Ancak, kadastro faaliyetlerinin kadastro (tapulama) görmemiş toprakların tamamında aynı zamanda başlatılması ve yürütülmesi teknik ve mali bakımlardan mümkün olmadığından, bu faaliyetlerin bölge bölge ve farklı zamanlarda yürütülmekte olduğu gerçektir.

Öte yandan, tapuya kayıtlı taşınmazların da kadastro kapsamına alınması, düzenli tapu sicili oluşturma düşüncesi yanında, ülkede tapu sicillerinin tutulmaya başlandığı tarihten beri devam edegelen tapu dışı işlemler ve özellikle Medeni Kanunun öngördüğü şekil şartı ve tescil gerekliliği ilkesine rağmen, halen toplumda yaşamakta olan harici satış alışkanlığının bir sonucudur. Bu alışkanlığın, tapu sicillerinin belirttiği haklara aykırı durumlar yarattığı, bu halin sürüp gitmesinin de çok defa fiili durumun gerçek hakkı yansıttığı kanısının yerleşmesine sebep olduğu bilinmektedir. Bu nedenle fiili durumu hukukileştirmek ve tapu siciline dayanmayan tasarrufları tasfiye etmek böylece tapu sicilini yenilemek, kadastro faaliyetlerinin önemli bir amacını teşkil etmiştir.

Kadastro (tapulama) Kanununun tasfiye amacı ve geçicilik özelliğinden söz edildiğinde, bu sözcüklerin “süre” kavramını çağrıştırdığı, tasfiye ve geçiciliğin bir “başlangıç” ve “son”u içereceği de muhakkaktır. Kadastronun genel olarak bütün yurtta tamamlanması, özel olarak da belli bir bölgede kesin şekilde gerçekleşmesiyle Kanun uygulamasının sona ereceği tartışmasızdır. İçtihadı birleştirme konusu açısından bu husus önem taşımamaktadır. Ancak, kadastronun başlamasının uygulama ve konumuz bakımından ele alınıp irdelenmesinde yarar vardır.

766 sayılı Tapulama Kanununun 10 ve 11. maddeleri ile 3402 sayılı Kadastro Kanununun 2 ve 4. maddeleri kadastro (tapulama)’nın bölge ve çalışma alanında ne suretle başlayacağını düzenleyen hükümler getirmiştir. Anılan yasa hükümleri ve Daire kararlarından, bölgede kadastronun başlama gününün, kadastro müdürü tarafından çalışma alanı sınırlarının tespitine dair yapılan duyuru günü olduğu anlaşılmaktadır.

Belirtilen şekilde bölgede kadastronun başlamasıyla birlikte, geçici nitelikli, tasfiye amaçlı Kadastro Kanununun hükümlerinin uygulanmasına başlanacaktır. 766 sayılı Tapulama Kanununun 97 ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 33/3. maddeleri ile genel hüküm niteliği izafe edilen maddeler yanında (ki bunlar 766 sayılı Kanunun 33 ve 42. maddeleri ile 3402 sayılı Kanunun 14, 15, 17, 18, 20 ve 21. maddeleridir.) diğer hükümleri Kadastro Kanununun bölgeye girmesiyle uygulama alanı bulacaktır. Öte yandan Tapulama Kanununun 92 ve Kadastro Kanununun 33/son maddeleri gereğince, bu kanunların zilyede tanıdığı hakların, zilyedin leh ve aleyhine açılan davalarda iddia ve def’i olarak ileri sürebilmesi, yasa hükümlerinin henüz kesinleşmemiş davalarda uygulanması, bölgede kadastro (tapulama)’nun başlaması ile mümkündür. Böylece “bölgede kadastro (tapulama)’nun başlama” tarihini, söz konusu yasanın bir anlamda o bölgedeki mer’iyet tarihi olarak düşünmek olasıdır. (Bu ifadeler kuşkusuz kanunların teknik anlamda yürürlüğe girmesi karşılığı kullanılmış değildir.)

Bir yerde kadastro (tapulama) faaliyetinin başlamasının, o yerde Kadastro (Tapulama) Kanununun uygulanması lüzumunun bir diğer sonucu da, her kadastro bölgesinde bir veya daha fazla Kadastro Mahkemesinin kurulmasıdır. (TK. md. 6, KK. md. 24) Kadastro Mahkemesinin zaman bakımından görev ve yetkisi Tapulama Kanununun 48. Kadastro Kanununun 26. maddesinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemelerde, Kadastro (Tapulama) mahkemesinin görevinin her taşınmaz mal hakkında, Kadastro (Tapulama) tutanağının tanzim edildiği günde başlayacağı, hükmüne yer verilmiştir. Uyuşmazlık konusu bir taşınmaz hakkında henüz kadastro tutanağı düzenlenmemişse, Kadastro Mahkemesi o taşınmazla ilgili davaya bakamaz. Diğer bir anlatımla, genel mahkemeler, belli bir kadastro bölgesinde kadastro faaliyetinin başladığı gün değil, çekişme konusu taşınmaz hakkında kadastro tutanağının düzenlendiği gün görevsiz hale gelir.

Burada İçtihadı Birleştirme konusu bakımından şu ayrımın gözden kaçırılmaması gerekir. Bir yerde kadastronun başlaması ile bir taşınmaz için Kadastro Mahkemesinin zaman yönünden görevli hale gelmesinin farklı anlamlar taşıdığı muhakkakdır. Bir bölgede kadastronun başlaması halinde, kadastro tutanağı düzenlenmese dahi, o bölgedeki tüm taşınmazlar için Kadastro (Tapulama) Kanunu hükümlerinin uygulanacağında kuşku yoktur. Nitekim 766 sayılı Kanunun 92 ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 33/4 maddeleri yollamasıyla anılan yasaların 32/c ve 13/B-b maddelerinin haklarında tespit tutanağı düzenlenmemiş bulunan taşınmazlar bakımından da uygulanır hale gelmesinin sebebi budur; aksi halde sözü edilen yasa hükümleri uygulama alanı bulmayacaktır.

Tapu Dışı İşlemin Yapılma Zamanı

Bütün bu açıklamalar dikkate alındığında, tapu dışı satışa değer veren 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/c ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddelerinde öngörülen harici satışın, bölgeye kadastro (tapulama) girmeden yapılması gerektiğinde birleşen görüşlerin; aksine düşünce tarzının, kadastro (tapulama) yasalarının tasfiye ve geçicilik özelliklerine uygun düşmeyeceği bölgede kadastro (tapulama) başlamadan önce mevzu hukuka aykırı biçimde yapılmış olan sözleşmeleri yasallaştırmayı amaçlayan anılan düzenlemelerin, bu amaç dışında ve genişletilerek yorumlanmasının, onlara genel hüküm niteliği kazandıracağı, şekil ile ilgili buyurucu nitelikteki yasa hükümlerinin yerine koymak olacağı gerekçesine dayandığı anlaşılmaktadır. Esasen HGK.nun 8.12.1993 tarih 1993/7-563/794 sayılı kararı ile 7. Hukuk Dairesinin bir kısım kararlarında ileri sürülen muhalefet görüşleri dışında diğer tüm daire ve genel kurul kararlarında harici satışın bölgede kadastro (tapulama) başlamadan önce yapılması gerektiği olgusu kabul edilegelmiştir.

Tapu dışı işlemin bölgede kadastronun (tapulamanın) başlamasından sonra da yapılabileceği görüşünün temelini ise, yasada aksine öngören bir hüküm bulunmadığı fikrinin oluşturduğu anlaşılmaktadır. Ancak yasal bir düzenlemede, boşluk çözümsüzlük bulunması halinde, anılan eksikliğin aynı yasal düzenlemenin genel esprisi bunun yanında genel kanunlarda mevcut konu ile ilgili temel ilkeler gözetilerek giderilmesi asıldır.

Temel İlkeler ve Kadastro (tapulama) yasalarının genel esprisi de yukarıda açıklandığı gibidir.

10 Yıllık Sürenin Tamamlanma Zamanı

Yasalarda öngörülen on yıllık sürenin hangi zamana kadar tamamlanması gerektiği de kararlarda birlik bulunmayan hallerden biridir.

“Birinci Hukuk Dairesi, Yedinci Hukuk Dairesi ve Hukuk Genel Kurulunun bazı kararlarında” Bölgeye tapulama girinceye kadar 10 yıllık süresin dolması gerektiği vurgulanmış olmasına karşın aynı Daireler ve Hukuk Genel Kurulunun öteki kararları ile diğer Daire uygulamalarında, “tespit tarihine kadar” bu sürenin geçmiş bulunması gerekli ve yeterli görülmüştür.

Her iki görüşün yer almasına karşın bu görüşlerin gerekçe ve dayanaklarına kararlarda rastlamak mümkün değildir. Harici satışa dayalı zilyedliğe değer verilebilmesi için yasalarda belirtilen 10 yıllık sürenin bölgede kadastro (tapulama) başlayıncaya kadar dolması gerektiğini ifade eden düşüncenin, tapu dışı işlemin, bölgeye tapulama girmeden önce yapılmasını öngören fikri temele dayandığı açıktır. Kadastro (tapulama) yasalarının tasfiye ve geçicilik özellikleri gereği kadastro öncesi mevzu hukuka aykırı olarak kurulmuş sözleşmeler ve buna dayalı zilyetliği yasallaştırma amaçlı düzenlemeleri bu amacı aşarak uygulamanın, şekil ile ilgili buyurucu nitelikteki yasa hükümlerini bir kenara itmek, istisnai hükümleri kural haline getirmek olacağı tarzındaki gerekçenin burada da geçerli olduğunu söylemek olasıdır.

Esasen, 10 yıllık sürenin başlayış ve bitişini aynı kurallara uygun tarzda yorumlamanın kendi içerisinde tutarlı bir düşünceler zinciri oluşturacağı da kuşkusuzdur.

Bu konuda “tespit tarihini” esas alan görüşlerin hareket noktasını da “Tapulama tespiti” kavramının teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Bilindiği üzere, tapulama tespiti, yapıldığı günde var olan ayakta duran hakları belirleyen bir işlemdir. Görüş sahiplerince, her ne suretle olursa olsun şekil koşuluna uyulmaksızın yapılan temliki işlem tarihinden itibaren, tespite kadar 10 yıllık yasal sürenin dolması halinde tartışma dışı koşulların da gerçekleşmesi ile tespit edilebilir hakkın doğduğu kabul edilerek işleme değer verildiği anlaşılmaktadır. İçtihadı birleştirme konusu olan harici satın almaya dayanan 766 sayılı Kanunun 32/c ve 3402 sayılı Kanunun 13/B-b maddelerinde koşulları belirtilen hak, tespit tarihi itibariyle koşullara uygun olarak doğmuş ise, tapulama tespitinin bu hak çerçevesinde yapılacağı muhakkaktır. Ancak, tapu dışı satış sözleşmesi nedeniyle başlayan 10 yıllık sürenin, bu süre tamamlanmadan bölgeye tapulamanın girmesi halinde, devamla hükmünü yerine getireceğini kabul olanağı var mıdır? Diğer bir deyişle bir kısmı bölgeye tapulama girmeden, bir kısmı da girdikten sonra tamamlanan 10 yıllık süre, yasa hükümlerinde sözü edilen ve hak durumunu belirleyen geçerli bir şart olarak kabul edilebilecek midir? Buna dayanan tespitin yasal koşulları taşıyan, doğru tespit ilkesine uygun bir tespit olduğu söylenebilecek midir?

Kadastro Yasalarının genel amacı, niteliği ve temel ilkeler gözetildiğinde bu sorulara doğruluğu tartışmasız, olumlu yanıt verilemeyeceği inancındayız. Yukarıda birçok kez tekrar edildiği üzere, tasfiye amaçlı olup, ömürleri dar anlamda, bölgede işlevini tamamlaması ile sınırlı kadastro yasalarının, bölgede kadastronun başlaması ile uygulanır hale gelmesi, bu tarih itibariyle fiilen mevcut hukuka aykırılıkları giderme fonksiyonu dikkate alındığında, yasanın bölgede uygulama tarihinden sonra işleyecek süreye değer verilmemesi gerektiği düşünülmelidir.

Aksi takdirde, amaç ve ilkeler yönünden doğacak sakıncalar bir yana kadastronun girdiği bir bölgede tespit tarihlerine göre aynı konumdaki iki taşınmaz bakımından birbirinden farklı ve adalet düşüncesini zedeleyici sonuçlar ortaya çıkması olasıdır. Örneğin, aynı tapulama bölgesinde, aynı tarihte, tapu dışı satışa konu iki taşınmaz bakımından, satış tarihinden 10 yılın dolmasına bir ay kala bölgeye tapulama girmesi halinde, bu tarihten bir ay içerisinde tespit gören taşınmaz yönünden harici satışa değer verilmezken, bu süre geçtikten sonra tespit tutanağı düzenlenen diğeri için mülkiyet hakkının satın alana geçtiğini izah etmek mümkün değildir. Yahut, taksim kabiliyeti taşıyan bir tapulu taşınmazın, aynı tarihte, iki ayrı kişiye haricen satışında, yine satış tarihinden 10 yılın tamamlanmasına bir ay kala bölgeye tapulama girmesi durumunda, bu tarihten bir ay içerisinde tespit gören taşınmaz bölümü bakımından harici satışa değer verilmeyecek, bu süreden sonra taşınmazın diğer bölümü için yapılan tespit, zilyedi yararına hüküm doğuracaktır. Böyle bir uygulamanın hakkaniyet ve adalet duygularına uygun düştüğünü söyleme olanağı var mıdır? Öyle ise hem kadastro yasalarının amaç ve prensiplerine, hem genel ilkelere uygun yorum ve uygulama bakımından objektif kıstasın, bölgeye tapulamanın girdiği tarih olacağı düşünülmelidir.

Tapu Dışı İşlemin Bozulması Sorunu:

Bu çelişki, tapu dışı işlemin ne zamana kadar ayakta durması gerektiği ya da hangi ana kadar bozulmaması icabettiği meselesinde de karşımıza çıkmaktadır. Daireler ve Hukuk Genel Kurul Kararlarında birlik bulunmayan hususlardan biri de budur.

Yukarda daha önce değinildiği üzere, 766 sayılı Kanunun 32/C ve 3402 sayılı Kanunun 13/B-b maddeleri uyarınca tapu dışı temliki işleme değer verilebilmesi koşullarından biri de “çekişmesizlik” veya “işlemin bozulmamış olması halidir.”

Yüksek 1. Hukuk Dairesinin, 7. Hukuk Dairesinin, Hukuk Genel Kurulunun bir kısım kararlarında harici satış sözleşmesinden bölgede tapulama (kadastro) başlayıncaya kadar dönülmemiş olması, çekişmesizlik halinin bu tarihe kadar sürmesi gerektiği vurgulanmışken, yine aynı Daireler ve Hukuk Genel Kurulunun bazı kararlarında, bu konuda tespit tarihinin esas alındığı görülmektedir. Ayrıca Yüksek 16, 17 ve 20. Hukuk Dairelerinin görüş yazılarında da tespit tarihinin önemsendiği anlaşılmaktadır.

Bunların dışında bir kısım kararlarda da bölgede tapulama başladığı tarihe kadar tapu dışı işleme ilişkin sözleşmeden dönülmemiş olması, diğer yasal koşulların ise tespit tarihine kadar gerçekleşmesi gerektiği şeklinde ikili bir kabul tarzına yer verildiği görülmektedir.

Belirtilen kabul tarzlarından herhangi birinin tercihi halinde hakkın tespiti bakımından değişik sonuçlarla karşılaşılacağı tabiidir. Öte yandan, konuya çözüm ararken, daha önce tartışılan diğer yasal koşulların gözardı edilemeyeceği, meseleye onlarla birlikte bakılması gerekeceği de kuşkusuzdur.

Bu noktada, genelde kadastro (tapulama) yasalarının deyimi olarak kullanılan “tasfiye” ile “tespit” sözcüklerinin, kavramsal anlam, önem ve işlevine doğru ve sağlıklı teşhis konduğu takdirde, meselenin açıklığa kavuşacağı düşünülmektedir. Bu anlamda tasfiye ve tespit, birbirinden tamamen ayrı ancak konumuz yönünden yek diğerini tamamlayan müesseselerdir. Her tasfiye bir tespit sonucunu doğurmayabilir, ancak her tespitin şu veya bu şekilde bir tasfiye ürünü olduğu söylenebilir.

Bilindiği ve daha önce birçok kez değinildiği gibi, kadastro (tapulama) yasalarının en belirgin özellikleri, tasfiye amaçlı oluşlarıdır. Bu özellikleri itibariyle mevzu hukuka aykırı biçimde oluşmuş hakları yeni bir düzene sokmak açık ve çekişmesiz hale getirmek en önemli işlevleridir. Anılan yasalar bu fonksiyonlarını genel ve özel anlamda yürürlüğe girdikleri, uygulanır hale geldikleri zamandan sonra ancak, yürürlük tarihlerinden önceki haklar bakımından yerine getirirler. Zira doğmayanın, olmayanın tasfiyesi de olmaz. Aksine düşünce tarzı, kadastro (tapulama) yasalarının uygulama zamanından sonra ortaya çıkan olgulara bu yasanın uygulanması, ona genel hüküm değeri izafe edilmesi, tasfiye özelliği nedeniyle bilinerek, istenerek, genel hükümlere aykırı, istisnai düzenlemelerin kural haline getirilmesi sonucunu doğurur. Bu bakımdan, 766 sayılı Kanunun 32/C, 3402 sayılı Kanunun 13/B-b maddelerine göre yapılacak kadastral tespitin bölgeye tapulama girdiği tarihe kadar yasada öngörülen bütün koşulları ile gerçekleşmiş ve yine o tarihe kadar bozulmamış, ayakta duran hakları kapsamına alması gereklidir. Bu suretle oluşan hak yasaldır ve tespite konu olabilir. Kadastral tespitin tespit tarihinde mevcut hakları belirlemesi kuralındaki hak, işte bu hak olmalıdır.

Çekişmesizlik yahut, işlemin bozulmamış olması halini kadastronun (tapulamanın) bölgeye girdiği tarihten sonraya taşımanın, zaman zaman fayda olarak düşünülenden, daha fazla zararlara yol açabileceği de gözden uzak tutulmamalıdır.

Bu konuda tespit tarihine değer veren düşüncenin temelinde, (ki hiçbir kararda bu düşüncenin gerekçesine rastlanmamıştır.) Kadastro (tapulama) yasalarının uygulanır hale geldikten sonra, uygulamada rastlanan mali ve teknik imkansızlıktan kaynaklanan gecikmeleri giderme saikinin yattığı bilinen bir gerçektir.

Düşünce sahiplerince bir bölgeye kadastro girdikten sonra, tapu dışı sözleşmeye konu taşınmaz yönünden çok uzun sürelerle tespitin yapılamadığı bu halin de hak kaybına sebebiyet verdiği ifade edilmektedir. Ancak yasa uygulaması bakımından, tespit tarihi esas alınıp, tapu dışı sözleşmenin de bu tarihe kadar bozulmamış olması gerekli görüldüğünde bu kez 766 sayılı Kanunun 32/C, 3402 sayılı Kanunun 13/B-b maddelerinden doğan hakkın, dolayısıyla bu yasa hükümlerinin uygulama alanının kısıtlanması sonucu ortaya çıkmayacak mıdır? Doğmuş hakların ziyanına sebebiyet verilmeyecek midir? Örneğin, bölgeye kadastro girinceye kadar, harici satın almaya dayalı temliki işlemin çekişmesiz 10 yılı doldurması durumunda, hakkın doğduğu kabul edilmeyecek, diyelim ki, bundan bir on yıl daha sonra tespit yapıldığında, bu süre içerisinde zilyed, harici sözleşmenin kayıt maliki tarafından bozulması tehdit ve riski altında yaşayacaktır.

Bunlar dışında, bölgeye tapulama girinceye kadar tapu dışı işlemin bozulmamış olması, tespit tarihine kadar da diğer yasal koşulların gerçekleşmesi gereğine değinen kararlardaki düşünce tarzını, sağlıklı ve geçerli bir hukuki temele oturtabilme olanağı bulunamamıştır. Diyelim ki harici satış sözleşmesinin beşinci yılında bölgeye tapulama girdi, bu tarihe kadar da sözleşme bozulmadı, geri kalan ikinci beş yıl içerisinde sözleşmenin bozulması hukuki sonuç doğurmayacak mıdır?

Bu ve benzer haller gözönünde bulundurularak, meseleye, faydacı, hal ve şartlara uygunluk görüşüyle değil, yukarda açıklanan genel yasal düzenlemeler ve kurallar çerçevesinde bakılmasının isabetli olacağı kanısını taşımaktayız.

Kazanılmış Hak Sorunu:

Buraya kadar yapılan açıklamalar ışığında daha önce sözü edilen “tespit edilebilir hak” kavramını üzerinde özellikle durulmasında yarar olduğu düşünülmektedir. Yukarda, bu hakkın, bölgeye kadastro (tapulama) girdiği tarihe kadar yasada öngörülen bütün koşulları ile oluşmuş, yani tapu dışı sözleşmeye dayalı olup, anılan tarihe değil 10 yılı doldurmuş ve çekişmesiz zilyedlikten kaynaklanan hak olması gereğine değinilmiş, bu hakkın daha sonra yapılacak tespite konu olabileceği ifade edilmiştir. Böyle bir anlatım, yada tarifin “kazanılmış hak” olgusunu çağrıştıracağı muhakkaktır.

Yüksek Hukuk Genel Kurulunun bir kararında da açıklandığı üzere Kural olarak herhangi bir yasa veya düzenleyici kural yürürlüğe girdiği andan itibaren derhal hukuksal sonuç doğurmaya başlar. Bunun doğal sonucu da yasaların yürürlüğe girmelerinden önceki olayları etkilemeyeceği, başka bir anlatımla geriye yürümeyecekleridir. Tamamlanmış hukuki durumları yeni yasa ve düzenleyici kuralın etkilememesi, onlar üzerinde hukuki sonuçlar doğurmaması, kazanılmış hakların korunması amacına yönelik bir düşüncenin ürünüdür. Kaldı ki kadastro (tapulama) yasaları, yürürlük tarihinden önce doğan, varlığını sürdüren hakları tasfiye amacını taşıdıklarına göre, uygulanır hale geldikleri anda mevcut hakları tespit edilebilir, “kazanılmış hak” olarak nitelendirmenin doğru bir düşünce tarzı olacağı inancındayız. Bu nedenle, bölgeye tapulama girdiği tarihe kadar yasanın aradığı tüm koşulları ile gerçekleşmiş ve “kazanılmış hak” niteliğine bürünmüş bir hakkı bu tarihten sonraki bozucu etkenlerle yok saymanın isabetli olmayacağı da düşünülmelidir.

Kuşkusuz böyle bir kabul tarzının M. Kanunun 633 ve 639 uncu maddelerine aykırılığı akla getirmesi mümkündür. Medeni Kanunun 633 üncü maddesinde sayılan işgal, miras, istimlak, cebri icra ve mahkeme ilamına dayalı tescilsiz iktisap hallerine bir yenisi bu suretle eklenmiş olmaktadır. Öte yandan taşınmaz mülkiyetinin iktisabını tescil koşuluna bağlayan değinilen yasa hükümleri, bu kabul ile bir kenara itilmektedir. Ancak, belirtilen bu uyumsuzluklar, tasfiye özellikli kadastro (tapulama) yasalarının fonksiyonel sonuçlarıdır. Anılan yasaların düzenleme sistemi içerisinde esasen bu aykırılık ve uyumsuzluklar mevcuttur. Taşınmaz mülkiyetinin naklini resmi şekli bağlayan temel kuralın zorunlu olarak gözardı edilmesindeki düşünce tarzının, kazanılmış hak kavramı bakımından da geçerli olmaması için bir neden yoktur.

Nitekim, Yüksek Hukuk Genel Kurulunun 17.10.1973 ve 31.1.1975 tarihli kararlarında bir bölgede tapulama başlayıncaya kadar bir taşınmaz hakkında zilyed yönünden tapulama Kanununun 32/C maddesindeki koşullar gerçekleşmiş ise, harici satış geçerli sayılır. Sonradan akdin bozulmasına değer verilemez denmek suretiyle kazanılmış hak ilkesinin benimsendiği görülmektedir. Yüksek 1. Hukuk Dairesi de 28.3.1994 tarihini taşıyan kararında bölgeye tapulama girinceye kadar, yasada öngörülen koşulların tamamlanmasıyla tapu dışı satışa konu taşınmaz tapu kaydının hukuki değerini yitireceği görüşünü ortaya koyarak, kazanılmış hak kavramını, tapunun hukuki değerini yitirmesi biçiminde ifade etmiş bulunmaktadır.

Burada, 3402 sayılı Kadastro Kanununun uygulaması ile ilgili olarak çıkarılan “Taşınmaz Malların Sınırlandırma, Tespit ve Kontrol İşleri Hakkındaki Yönetmeliğin” 9. maddesi hükmüne de değinmekte yarar vardır. Bilindiği üzere, yönetmelikler, yasa hükümlerine açıklık getirmek, özellikle uygulamada birlik sağlamak amacıyla düzenlenen, kanunlar hiyerarşisi içerisinde yer alan kurallardır. Söz konusu yönetmeliğin de aynı espiriyi taşıdığı muhakkaktır.

Adı geçen yönetmeliğin 9. maddesi, 3402 sayılı Kanunun 13 üncü maddesinin nasıl uygulanacağını açıklarken ikinci fıkrasında “………. çalışma alanının ilanından önce en az on yıl müddetle çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla zilyet bulunduğu takdirde zilyed adına tespit edilir……….” Son fıkrasında ise “Çalışma alanı ilanının yapıldığı günden sonraki tarihi taşıyan tapu dışı sözleşmelerle yapılan devir ve temlikler kabul edilemez” kurallarına yer verilmiştir.

Sözü edilen hükümlerin içtihadı birleştirme konusunu oluşturan tüm sorunlara çözüm getirdiğini söyleyebilme olanağı yoktur. Ne var ki, anılan düzenlemelerin, uygulamanın belirli bir disiplin içerisinde yürütülmesini, “çalışma alanının ilanı” da olsa, yukarda açıklanan “bölgede kadastronun başladığı tarihi” esas alan düşünce temeline yakın bir iradeye bağlı kıldığı sonucuna varılmaktadır.

Kadastro (Tapulama) Kanununlarının amacı Medeni Kanunun öngördüğü anlamda tapu sicilini oluşturmaktır. Bu amaçları nedeniyle geçici nitelikli yasalardır. Amaç doğrultusunda uygulandıktan sonra işlevleri sona erer. Belirtilen fonksiyonları bakımından kadastro (tapulama) kanunları birer araçtır. Anılan yasaları fonksiyonlarının ötesinde yorumla uygulama alanlarını genişletmek, aracı, amaç yerine koymak olur ki, bu doğru değildir.

Taşınmaz hukukunu, özellikle taşınmaz temlikini, geçerlilik şartı olarak şekle bağlayan Medeni Kanun ve tamamlayıcı düzenlemelerden, ülke gerçekleri, hal ve şartlara uygunluk gerekçelerinden hareketle sapmayı esasen Kadastro (Tapulama) kanunları yapmıştır. Tartışılan yasa hükümleri, bu gerçeklerin ifadesi olan sapma hükümleridir. Bu hükümleri uygularken genişletici yorumlarla yeni sapmalara gitmenin, temel yasa hükümlerinin, buyurucu kuralların önemli ölçüde bozulması sonucunu doğuracağı kuşkusuzdur. Çoğunluk görüşünün kabulü ile artık Medeni Kanunun konu ile ilgili sistemi bir kenara itilmekte, bir yerde Kadastro Kanununun uygulanmaya başlamasıyla birlikte, temel kanunların şekil ile ilgili hükümleri işlemez hale getirilmekte, tapu dışı satış serbest bırakılmaktadır.

Böylece, Daire ve Genel Kurul karar ve görüşlerinin “başlangıç kısmını” oluşturan “kural olarak tapulu taşınmazların tapu dışı yolla satışı geçersizdir.” yahut “Türk Medeni Kanununun sistemine göre tapulu taşınmazların harici satışı geçerli değildir.” gibi ifadelerin inanılarak kullanıldığını kabul olanağı bulunmadığı gibi, bu çelişkiye çevreyi inandırmak da mümkün değildir.

Yukardan beri açıklanmasına çalışılan görüşler doğrultusunda; bir yandan kadastro yasalarının tasfiye amacını dikkate almak, öte yandan buyurucu kuralları içeren temel kanunlarda öngörülen ilkeleri gözetmek suretiyle, içtihatların “Tapulu bir taşınmazın haricen satışı (temliki) halinde, satışın (temliki işlemin) 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/c ve bu kanunu yürürlükten kaldıran 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddeleri gereğince hukuki değer ifade edebilmesi için satış sözleşmesinin (temlike dair sözleşmenin) bölgeye kadastro (tapulama) girmeden yapılması, yasada öngörülen 10 yıllık sürenin bu zamana kadar tamamlanması ve harici sözleşmeden aynı tarihe kadar dönülmemiş bulunması gerektiği” biçiminde birleştirmenin uygun olacağı kanaatıyla, yasa hükümlerinin uygulanması bakımından “tespit tarihini” esas alan sayın çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.

KARŞI OY

Taşınmaz ve akit hukukunun iki temel kanunu vardır. Bunlardan biri Medeni Kanun, ötekisi Borçlar Kanununudur. Her iki hukuk dalında başka kanunlar da çıkarılmıştır. Hatta bu kanunlardan bazıları bu iki temel Kanun hükümlerine uymayan bazı ayrık hükümler getirmiştir. Ama bu iki kanunun genel kurallarına ve sistematiğine hiçbir surette dokunulmamıştır.

Bu iki ana Kanunda, tapulu taşınmazların akitle devrinde şekil unsuru kabul edilmiştir. Medeni Kanunun 634 maddesi “mülkiyeti nakleden akitler resmi şekilde yapılmadıkça muteber olmazlar” şeklindeki emredici bir kural korken Borçlar Kanununun 213 maddesinde “gayrimenkul satımı muteber olmak için resmi senede raptedilmek şarttır. Gayrimenkule dair satım vadi ve bey’i bilvefa ve istimlak mukavelesi resmi senede rapdedilmedikçe muteber değildir.” hükmüyle aynı kuralı tekrarlamış, 2644 sayılı Tapu Kanununun 26. 1512 sayılı Noterlik Kanununun 60/3 ve 89. maddeleri aynı yönde hükümler getirmişlerdir.

Hemen belirtmek gerekir ki söz konusu kanun maddelerinde düzenlenen resmi şekle verilen büyük önemin bir gereği olarak resmi şekil akdin bir ispat koşulu değil geçerlilik koşulu olarak kabul edilmiş, uyulmamasının akdin geçersizliği sonucunu doğuracağı ilkesi benimsenmiştir. Resmi şekil koşulunun amacı şudur; resmi şekil tarafları daha iyi düşünmeye sevkeder. İradelerine açıklık kesinlik getirir. Yanılmaları hile ve hataları azaltır. Sözleşme yapıldıktan sonrada sözleşmenin içeriğinin kolay anlaşılmasını ve yorumunu sağlar. İspatını kolaylaştırır. Sözleşmeyi açıklığa kavuşturarak hak sahipleri üçüncü kişilerin haberdar olmalarına yardımcı olur. Ehliyetsizlik, irade bozukluğu, iradeyi ortadan kaldıran sebeplere dayalı iddiaların öne sürülmesini buna bağlı açılacak davaları azaltır, asgariye indirir. Böylece tapu kaydına sağlam ve güvenilir bir dayanak oluşturur. Tapu Sicillerinin bu nedenlerle sık sık değişmesini ve bozulmasını önler. Olayın özelliğine göre taraflardan birini veya üçüncü bir kişiyi korursa da her zaman kamunun yararına hizmet eder.

Bu nedenle çağdaş hukuk sistemlerinde ve Modern Devletlerde tapu siciline ve Tapulu taşınmazların resmi sözleşme ile devrine büyük önem verilmiş, şekil hukuku beynelmilel bir kural haline gelmiştir.

Ne var ki Toplumumuzda tapuyla devir alışkanlığının oluşmaması nedeniyle tapu dışı satışların büyük yekün tutması gözönünde tutularak, bir tespit yasası olduğu kadar bir tasviye yasası olan kadastro yasalarında, tasviye amaçlarına uygun olarak mevzuu hukuka uygun olmayan işlemleri, uygun hale getirmek amacıyla şekil kuralından sınırlı ölçüler içerisinde ayrılınmış, öngörülen koşulların varlığı halinde tapu dışı satışlara ve devir işlemlerine geçerlilik tanınmak suretiyle bu taşınmazların tapuya bağlanmaları amaçlanmıştır.

Bu doğrultuda 2613 sayılı Tapu Tahrir ve Kadastro Kanununun 22/E maddesi,

5602 sayılı Tapulama Kanununun 13. maddesi,

509 sayılı Tapulama Kanununun 32/C maddesi,

766 sayılı Tapulama Kanununun 32/C maddesi,

3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesi,

ile düzenlemeler getirilmiştir. 3402 sayılı Kadastro Kanununun söz konusu 13/B-b maddesi aynen “zilyet taşınmaz malı kayıt malikinden veya mirasçılarından veya mümessillerinden tapu dışı bir yolla iktisap ettiğini onların beyanı veya herhangi bir belge ile veya bilirkişi veyahut tanık sözleriyle ispat ettiği ve ayrıca en az 10 yıl müddetle çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla zilyet bulunduğu takdirde zilyed adına tespit olunur.” şeklindedir.

766 sayılı Tapulama Kanununun 32/C maddesi de hemen hemen bu maddeye benzemektedir.

Ancak söz konusu maddeler on yıllık sürenin başlama: (harici sözleşmenin yapıldığı ve zilyetliğin devir) tarihi ile bitim tarihi ve sözleşmenin hangi tarihe kadar bozulmaması gerektiği yönünde sarahat taşımamaktadır. Söz konusu maddelerin gerekçelerinde de bir açıklık yoktur. İşte bu nedenle içtihatlar arasında uyuşmazlık çıkmıştır.

Bu durumda doğru bir sonuca ulaşabilmek için kadastro kanunlarının niteliklerinin, amaçlarının, bu kanunlarda yer alan diğer hükümler ile şekil koşulu ile ilgili ana kanunlardaki hükümlerin birlikte incelenmesinde ve değerlendirilmesinde zorunluluk vardır;

A- Kadastro kanunları özellikleri itibariyle öteki kanunlar gibi yürürlüğe girme tarihinden itibaren bütün yurtta uygulanma niteliği kazanmaz. Uygulanabilmesi için o yerde kadastronun başlaması gerekir. Başka bir anlatımla kadastro işlemine başlanmayan bir yerde kadastro kanunu uygulanmasına olanak yoktur.

O halde bir yerde kadastro başlamasının Kadastro Kanununun uygulanması yönünden büyük önemi vardır. Kadastronun başlama tarihi 766 sayılı Tapulama Kanununun 10 ve 11, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 2 ve 4 maddelerinde açıklanmıştır.

Öte yandan, kadastro başlama tarihi ile herhangi bir parselin tespitinin yapılma tarihi tamamen birbirinden farklı tarihlerdir. Önce bir bölgede kadastro faaliyetine başlanır. Böylece Kadastro Kanunu uygulanabilir hale gelir. Ondan sonra bölge ve çalışma alanı, içerisindeki parsellerin teker teker tespitine geçilir. O halde, kadastro başlama tarihi daima daha önce herhangi bir parselin tespitinin yapılma tarihi daha sonradır. Kadastro başlamadan Kadastro Kanunu uygulanabilir hale gelmeden tespit işlemi yapılamaz. Başka bir anlatımla kadastro tespit işlemi kadastronun başlamasına bağlıdır. 3402 sayılı kadastro kanununda tespite ilişkin hükümler ise 7 ve devamı maddelerinde yer almıştır.

B- Kadastro yasaları bir tespit ve tasviye yasalarıdır. Bu yasalara göre önce bir hakkın varlığı tespit edilir. O hak kadastro yasalarının öngördüğü biçimde geometrik ve hukuki yeni bir statüye bağlanır. Böylece hak daha belirgin ve sağlam bir hale getirilir. Bu tespit işlemi kesinleştikten sonra önceki hukuki durum tasviye edilmiş olur. Önceki dönemdeki tüm belgeler bir delil durumuna düşer. Örneğin tapulama tespiti kesinleştikten sonra eski tapu kayıtları tapu olma niteliklerini yitirir, delil olma durumuna düşerler.

Bu özellikleri itibariyle kadastro yasaları yeni bir hak ihtaz etmez. Buna bağlı olarak yenilik doğurucu istekler tapulama işleminin dışında tutulur. Genel Mahkemelere bırakılır. Muhtemel haklar kadastro faaliyetinin dışında kalır. Bu nitelikleri kadastro kanunlarını öteki kanunlardan ayırır. Kural olarak tüm kanunlar yürürlük tarihlerinden sonraki olaylara uygulanmasına, o kanunların geçmişe etkili olmaları (makable şumulu) istisnai bir durum teşkil etmesine karşın kadastro kanunları uygulanmaya başlanıldıkları yani kadastro başlama tarihinden önce mevcut olan hakların tespitine yöneliktir.

C- Kadastro kanunlarının başka bir özelliği de geçici olmalarıdır. Kadastro kanunlarının uygulanması kadastro başlama tarihine bağlı olduğundan yer itibariyle sınırlı oldukları gibi zaman itibariyle de sınırlıdırlar. O bölgede tapulama faaliyeti sona erip tespit işlemleri kesinleştikten sonra uygulanması o bölgede ve çalışma alanında son bulur, yine genel hükümler devreye girer.

Bu durumda; Tapulu bir taşınmazın haricen satın alınması ve zilyetliğin başlaması. On yıllık nizasız ve fasılasız malik sıfatıyla zilyetliğin devam etmesi.

Harici sözleşmenin bozulmamış olması gibi öngörülen üç unsurun ne zaman mevcut olması gereğinin kadastro yasalarının açıklanan bu özelliklerine göre tespit edilmesi gerekir.

1- Kadastro Kanunları kadastronun başlamasıyla uygulanabilir hale gelmesi, kadastro öncesi mevcut bir hakkı tespit etmesi, mevcut olmayan; muhtemel, yenilik doğuran, hakların tespitinin yapılamaması ilkelerinde bir uyuşmazlık bulunmadığına göre, anılan üç unsurun kadastro başlama tarihinden önce var olması gerekir.

Aksi kabul edilerek tespit tutanağının tanzim tarihi esas alındığı takdirde kadastro kanununun bir tespit kanunu olma özelliği ortadan kaldırılıp yürürlüğe girdiği tarihten sonraki olaya uygulanır hale getirilmiş böylece yenilik doğurucu haklar bu kanunun kapsamına alınmış olur.

Bunun yanında Kadastro Yasalarının bazı hükümleri özellikle 766 sayılı Yasanın 32/C, 3402 sayılı Yasanın 13/B-b hükmü bir anlamda af niteliğindedir. Tapulu taşınmazların tapu dışı devrini temel kanunlar geçersiz sayarken bu madde hükümleri tapu dışı satış yapan kişilerin bu işlemlerini bazı koşulların varlığı halinde geçerli kabul ederek bu kural dışı işlemi bir anlamda affetmiştir. Bilindiği üzere hiçbir af yasası yürürlüğe girdikten sonraki olaylara uygulanmaz.

Tapulamaya başlandıktan sonraki yani tespit tutanağının düzenleme tarihine kadar yapılan harici satışlara değer verildiğinde bu tür satışlar teşvik edilir. Oysa yasa koyucunun amacı bu değildir. Amaç Kadastro Kanununun uygulanmasına başlanmadan önceki tapulu taşınmazların harici satışlarına sınırlı ölçüler ve sınırlı zaman içerisinde geçerlilik tanımaktır.

2- Tapulama başlama tarihinden sonraki bir tarihe yani tespit tarihine göre işi çözümlemek aynı zamanda kadastro kanununun sistematiğine ve çeşitli hükümlerine de aykırıdır.

Kadastro kanunlarında konumuz yönünden sınıflandırırsak üç gurup hüküm vardır;

a- Genel Mahkemelerde de uygulanan genel nitelik kazanmış hükümler (14, 15, 17, 18, 20, 21)

b- Tapulama başlama tarihini esas alan hükümler (12, 13, 33/son)

c- Tespit tutanağının düzenlenmesi ile ilgili hükümler (7, 11, 25, 26, 27)

766 sayılı Tapulama Kanununun 32/C, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b hükümleri kadastro başlama tarihine göre düzenlenen genel hükümlerdir. Herhangi bir parselle değil, tüm taşınmazlarla ilgili hüküm içermektedir. Aynı nitelikteki ve bu maddeler ile birlikte değerlendirilmesi gereken 766 sayılı Kanunun 92. maddesi aynen “Bu kanunun zilyede tanıdığı iktisap hakları tapulamasına başlanan bölgede zilyet aleyhine açılan davalarda def’an dermeyan edilebilir” derken bu maddenin bir benzeri olan 3402 sayılı Kadastro Kanununun 33/son maddesi “Bu kanunun zilyede tanıdığı haklar kadastrosuna başlanan bölgede zilyedin leh ve aleyhine açılan davalarda iddia defi olarak ileri sürülebilir” hükmüyle tespit tarihini değil tapulama başlama tarihini esas almak gerektiğini açıkça belirtmiştir. Yine 766 sayılı Tapulama Kanununun 31/2. maddesi “bu sicillerde belirtilen haklara tescilleri tarihinden itibaren on sene geçtikten sonra tapulamaya takadim eden sebeplere dayanılarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” hükmünü içermektedir. Bu hükme paralel 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3. maddesi aynı kuralı vurgulamış ve tapulama öncesi nedenden sözetmiştir. Görüldüğü gibi bu maddelerin hiçbirisinde “tespit öncesi neden” denmemiş hepsinde “tapulama öncesi nedenden” söz edilmiştir. Esasen Yargıtay kararlarında da “tespit öncesi” değil “tapulama öncesi” sözcüğü kullanılmıştır.

On yıllık sürenin başlama ve bitim tarihlerinin tespit tarihlerine bağlanması bu kanunların açık hükümlerine aykırı bir durum yaratır.

3- Tüzükler yasa hükümlerine daha iyi uygulanması, uygulamalarda duraksamaların ortadan kaldırılması, onların daha iyi anlaşılabilmesi için çıkarılır. 3402 sayılı Kanununun uygulanması yönünden de on adet tüzük çıkarılmıştır. Bunlardan biriside “taşınmaz malların sınırlandırma, tespit ve kontrol işleri hakkındaki yönetmelik”tir. Bu yönetmeliğin 9. maddesinde aynen “çalışma alanının ilanından önce en az on yıl müddetle çekişmesiz aralıksız ve malik sıfatıyla zilyet bulunduğu takdirde zilyet adına tespit edilir. On yıllık zilyetlik süresi dolmamış ise kayıt maliki veya mirasçılarının muvafakatı aranır” denmiştir.

Yönetmeliğin bu hükmü söz konusu madde hükmüne hiçbir tereddüde meydan vermeyecek biçimde açıklık getirmiştir.

O halde Kadastro Yasalarının amaçları özellikleri, sistematiği ve bu yöndeki açık hükümleri, anılan yönetmelik hükmü bu üç unsurun tapulama başlama tarihinden önce var olması gerektiğini açıkça göstermektedir. Aksinin kabulü kadastro kanunlarının yönetmeliğin bu açık hükümlerine, sistematiğine ve amaçlarına ters düşer. Bu maddeye genel hüküm niteliği kazandırır. Esasen, kanun koyucunun böyle bir amacı bulunsa idi ya genel hükümlerde bu yönde bir değişiklik yapılır veya asgariden bu hükümlere kadastro kanunu içerisindeki bazı hükümler gibi genel nitelik verilirdi. Hemen belirtmek gerekir ki 3402 sayılı Kanunun söz konusu bu maddesi amacına uygun sınırlı süre içerisinde uygulanmaz yani tespit tutanağının düzenlenme tarihine kadar uzatılırsa şekil koşuluyla ilgili Medeni Kanunun 634, Borçlar Kanununun 213, Tapulama Kanununun 26. maddelerinde hükme bağlanan şekil kuralı gereksiz yere hırpalanacak, zilyet yararına hareket etmek isterken çok gerekli ve önemli şekil kuralını çiğneyerek çok büyük eşitsizliklere ve adaletsizliklere neden olunacaktır.

5- Tespit tutanağının tespit tarihine esas kabul etmek her zaman zilyet yararına sonuçta doğurmaz. Tapulama tarihinden önce on yıllık zilyetlik süresini doldurmuş yani tapulama başlamadan önce lehlerine üç koşul oluşmuş zilyetler için bu süre tespit tutanağının düzenleme tarihine kadar uzatıldığı takdirde haricen satan kişi yönünden akti bozma hakkı da bu tarihe kadar uzatmış olur. Oysa uygulamada tapulama başlama tarihine kadar on yıllık süresini dolduran olaylar çoğunluktadır. Tapulamanın başlaması ile önceki olayların büyük kısmının çekişmeli hale geldiği bilinen bir gerçektir. Tespit tutanağının düzenleme tarihi esas alındığı takdirde tüm harici sözleşmeler tapulamanın başlaması ile bozulacak anılan kanun maddesi uygulama olanağını büyük ölçüde yitirecektir. Tespit tarihine göre on yıllık süreyi dolduranlar için kazanılmış hak kuralının uygulanmasını, doldurmayanlar yönünden zilyetlik süresini tespit tarihine kadar uzatılmasını kabul etmek ise eşitlik ve adaletle bağdaşmaz. Haricen satanın bütün hakları kısıtlamış, zilyete ise yasal olmayan çok geniş bir hak tanınmış olur.

6- Tespit tarihinin esas alınması aynı tapulama bölgesi veya çalışma alanı içerisinde bulunan taşınmaz malikleri arasında eşitsizlikde yaratır. Bilindiği üzere bir bölgeye tapulama girdikten sonra o bölge içerisindeki taşınmazların tespitleri çok farklı tarihlerde yapılmaktadır. Daha önce tespiti yapılan taşınmaz yönünden on yıllık zilyetlik süresi dolmadığı için bu kimsenin zilyetliğine değer verilmeyip, talebi reddedilecek, yanı başındaki taşınmazın daha sonra yapılan tespiti sırasında on yıllık süre dolacağından taşınmaz o kişi adına yazılacaktır. Maliklerin iradesi dışında yaratılan bu eşitsizlik hakka ve hukuka aykırı bir durum doğuracak adalete karşı olan saygı azalacaktır. Oysa adaletin en önemli unsurlarından birisi eşitliktir. Tapulama başlama tarihi esas alındığı takdirde tapulama bir bölgede aynı anda başlayacağından ve o bölgedeki binlerce parselin zilyetlik süresi aynı kurala göre belirleneceğinden bu parsel malikleri arasında bu eşitsizlik vücuda gelmeyecek adalete güven sağlanacaktır.

Açıklandığı üzere özel bir amacı bulunan geçici kadastro yasalarının sınırlarının, genel yasalar aleyhine genişletilmesini, tapulu taşınmazların temlikleri hakkında kabul edilen çok önemli ve çok gerekli şekil kuralının zedelenmesini haklı gösterecek hiçbir hukuki ve mantıklı neden bulunmamaktadır. Bu nedenle 776 sayılı Tapulama Kanununun 32/e. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b. maddelerinde hükme bağlanan on yıllık zilyetlik süresinin başlangıcı bitimi ve harici devir sözleşmesinin bozulmama koşulları için kadastro başlama tarihinin esas alınması yönünde içtihatların birleştirilmesi görüşünde olduğumdan sayın çoğunluğun kararına katılamıyorum.

KARŞI OY YAZISI

Konuya ilişkin Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararının raportörlüğünü yapan Sayın Orhan UZGÖREN’in kaleme aldığı karşı oy yazısında belirttiği; tamamen Medeni Kanununun sistematiğine uygun düşen ve Kadastro Yasasının tasfiye amacını ortaya koyan görüşünde olduğumdan sayın çoğunluğun kararına katılamıyorum.

KARŞI OY AÇIKLAMASI Esas No : 1994/5 Karar No: 1997/2

Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunca, 3402 sayılı Kadastro Yasasının 13/B-b maddesinde düzenlenen tapulu taşınmazların tapu dışı bir yolla mülkiyetinin devrini öngören sözleşmelerin aynı yasanın bölgede yürürlüğe girmesinden sonrada yapılabileceğine, anılan maddede öngörülen on yıllık süreninde tespit tarihine göre hesaplanması gerektiğine ilişkin kararında dayanılan gerekçelere ve varılan sonuca katılamamaktayım.

Şöyle ki;

Konunun Açıklanması:

İçtihadı Birleştirmeye neden olan kararlar arasındaki aykırılık yürürlükten kaldırılan 766 sayılı Tapulama Yasasının 32/c ve yeni 3402 sayılı Kadastro Yasasının 13/B-b maddesinde düzenlenen sürenin, gerek başlangıcının ve gerekse sona ermesinin hesaplanmasında, gözönünde tutulması gereken hukuki olgunun, kadastro işleminin bölgede işe başladığı tarihin mi, yoksa kadastronun o taşınmaz hakkında düzenlediği tespit tutanağı tarihinin mi esas alınacağı noktasında toplanmaktadır. Bazı Daire ve Hukuk Genel Kurulu kararlarında tespit tarihi; bazı kararlarda ise, tapulamanın bölgede işe başladığı tarihin esas alınması yönünde kararlar oluşmuştur. Böylece içtihat aykırılığının varlığı açıkça ortaya çıkınca birleştirilmesi yoluna gidilmiştir.

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, “kadastro bölgesi” tabiri ile “kadastro tespit tarihinin” açıklanmasında yarar vardır. 3402 sayılı yasanın 2. maddesinde, her ilçenin idari sınırları içinde kalan yerler “kadastro bölgesi” her köy ve mahallede “kadastro çalışma alanı” olarak isimlendirilmiştir. İçtihadı Birleştirme kararı ile varılan sonuç, bu iki birimin dışında bir olguyu öngörerek, “taşınmazla ilgili olarak düzenlenen tespit tutanağını” esas almıştır. Bu durumda, değerlendirmenin idari sınırla ilgili ve bağlantılı olmadığı, taşınmazın bizatihi kendisi ile ilgili olarak düzenlenecek tutanak tarihinin esas alındığı sonucuna varılmış bulunmaktadır. Karar henüz yazılıp elimize geçmediği için, yasal dayanağının ne olduğu konusunda bilgimiz bulunmamaktadır.

Yasal Düzenlemeler:

Bilindiği üzere, taşınmaz mülkiyetinin kazanılması için, tapu sicilinde tescilin zorunlu olduğu MK.nun 633. maddesinin bir gereğidir. Ne var ki aynı madde de, tescil dışı olan ayrık durumlarda sınırlı biçimde sayılmıştır. Bunları kıyas yoluyla arttırmak olanağı bulunmamaktadır. İşte gerek yürürlükten kaldırılan 766 sayılı Tapulama Yasasının 32/c ve gerekse 3402 sayılı Kadastro Yasasının 13/B-b maddesi de MK.nun 633. maddesinde yer alan ayrık durumlara bir yenisini eklemiş ve getirmiş bulunmaktadır. Anılan maddede ki sonucun gerçekleşmesi için yine madde de ifade edilen koşulun gerçekleşmesi gerekmektedir. Ne var ki madde de, öngörülen on yıllık sürenin başlangıcının tapulama çalışmasına ilişkin bulunan hangi olgu ile başlayacağı konusunda bir açıklık bulunmamaktadır.

Bu durumda, sonucu belirleyici nitelik taşıyan olgunun belirlenmesi için, yasa koyucunun yerine geçip bir düzenleme yapılamayacağına göre, yasanın diğer maddelerindeki düzenlemeyi, yasanın ve özellikle 13/B-b maddesinin amacını gözönünde tutmak suretiyle bir sonuca varmak gerekecektir.

Düzenlemeyi, yasanın ve özellikle 13/B-b maddesinin amacını gözönünde tutmak suretiyle bir sonuca varmak gerekecektir.

Sorunun, 3402 sayılı yasa kapsamı içinde kalınarak çözümü gerektiğine göre, ilgili maddelerin açıklanması gerekmektedir. Yasanın 12. maddesinde, kadastrosu tamamlanan ve çalışma alanı içinde kalan eski tapu kayıtlarının artık tapu sicilinde işleme tabi tutulamayacağı 26. maddesinde ise, kadastro mahkemesinin yetkisinin (görev olacak) taşınmaz hakkında kadastro tutanağının düzenlendiği günde başlayacağı hükme bağlanmıştır. Buna karşılık aynı yasanın 33/son maddesinde aynen, “Bu kanunun zilyede tanıdığı haklar, kadastrosuna başlanan bölgede zilyedin leh ve aleyhine açılan davalarda iddia ve def’i olarak ileri sürülebilir” kuralı yer almıştır. Buna benzer düzenleme 766 sayılı yasanın 92 ve 97. maddelerinde de mevcuttur. Yine aynı maddenin 2. fıkrasında ise, 3402 sayılı yasanın uygulandığı yerler dışında bulunan taşınmazlar hakkında bölgede kadastro işleminin başlamış, olması koşulu ile bu yasanın 14, 15, 17, 18, 20 ve 21. maddelerinin de uygulandığı hükme bağlanmıştır.

Yasal Düzenlemenin Değerlendirilmesi:

Yukarıda açıklanan bu yasal düzenlemeler, bir değerlendirmeye tabi tutulduğunda, yasanın 12/a maddesinde yer alan hüküm, mülkiyet hakkının kaybedilmesi veya kaldırılması ile ilgili olmayıp, karışıklıkları önlemek için eski kayıtların işleme tabi tutulamayacağı yönündedir. 26. maddesi ise, mahkemenin görevi ile ilgilidir. Bir taşınmaz hakkında mahkemenin görevinden söz edilebilmesi için, taşınmazın hukuki ve geometrik durumunu belirleyen tutanağın düzenlenmesi bir zorunluluktur. Görüldüğü gibi, bu düzenlemeler mülkiyetle ilgili değildir.

Yasanın 33/son maddesine gelince, kadastrosuna başlanan bölgede zilyedin leh ve aleyhindeki tüm yönler gözetilerek değerlendirileceğinden mülkiyet hakkının kaybedilmesi ve kazanılmasını düzenlediği açıktır. Diğer bir anlatımla yeri tapu dışı bir yolla eline geçirip zilyet olan kişinin, zilyetliğe dayanarak mülkiyet hakkını kazanıp kazanmayacağına ilişkin olup süre, bölgede tapulamanın başlaması ile sonuçlarını doğuracaktır. Anılan bu hükümle, o bölgede kadastro işleminin başlaması ile, bir taşınmaz hakkında tutanak düzenlenmiş olsun veya olmasın, bölge sınırları içinde kalan tüm taşınmazlar hakkında zilyede tanınan hakların ileri sürülebileceği hüküm altına alınmıştır. Böylece, 3402 sayılı Yasanın 13/B-b maddesinde yer alan ve uyuşmazlığa konu olan on yıllık süreninde bölgede tapulama başlaması ile tüm taşınmazlar için uygulamak gerekecektir. Bu sonuç yasal düzenlemenin zorunlu bir gereğidir.

Bu Sonuca Varmamızın Nedeni:

Kadastro yasaları, yasaların genelliği ve sürekliliği ilkesi karşısında özel ve geçici bir nitelik taşırlar. Bundan dolayı da, ayrık kuralları içerirler. Nitekim 3402 sayılı Yasanın 13/B-b maddesi de, ya Hukukunun genel kurallarından farklı ve ayrık bir durumu içermektedir. Bundan dolayı da, yasanın bu maddesini bu ayrık durumu gözetilerek dar yorumlanmalı, uygulamayı genişletecek, diğer bir anlatımla, taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasını veya kaybedilmesini yasadaki bu özel durumdaki düzenlemeden farklı ve genel ilkelere yakın bir duruma getirecek sonuçlardan kaçınılmalıdır. Aksi halde bu ayrık kalan durum dışlanmış olup uygulanamaz bir hale gelir.

Aksi halde aynı bölgenin köyleri arasında, hatta aynı köyün birbirine bitişik iki taşınmazı arasında farklı sonuçlar ortaya çıkmış olacaktır. Çünkü tespit tarihi esas alındığında, aynı tarihte tüm taşınmazların tespitinin yapılması olanaksız olduğundan farklılık kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Böylece bitişik iki taşınmazı aynı tarihte haricen alan ve zilyeti olan kişi, farklı tespit tarihleri nedeniyle, birini kazanırken diğerini kaybedebilir. Bu sonuçta vatandaşta güvensizliği arttırır. Ayrıca bunu anlamakta da zorlanacaktır.

– Tespit tarihinin esas alınması başka bir yönde de yasal düzenlemeye aykırıdır. Şöyle ki, 3402 sayılı Yasanın 33/3. maddesinde, belirtildiği üzere, bölgede kadastro başlamışsa, genel mahkemelerde görülen davalarda da 13/B-b maddesi uygulanacaktır. Bu duruma göre, henüz tutanağı düzenlenmeyen bir taşınmaz hakkında zilyet, genel mahkemede açtığı bir davada 13/B-b maddesine dayanarak yerin adına tescilini isteyebilecektir. Buna rağmen on yıllık süre, bölgede tapulamanın başlama tarihine göre değilde, tutanağın düzenlendiği tarihe göre sonuca etkili görülmesi belirtilen sonuçla çelişecektir. Çünkü iki farklı olgudan aynı sonuç ortaya çıkmaz.

– Kadastro Yasasının 13/B-b maddesi ile öngörülen husus, bölgede kadastro işleminin başladığı tarihe kadar, zilyet lehine on yıl ve daha fazla sürenin geçmiş bulunması ve bu tarihe kadar zilyetliğin bozulmamış olması halinde, mülkiyet zilyete geçecektir. Buradaki hukuki sonuç, gerek kadastro tespit işleminin ve gerekse mahkeme kararının bu mülkiyet hakkını tespit etmeye yönelik olmasıdır. Diğer bir anlatılma, tespit veya mahkeme kararı yenilik doğuran bir sonucu değil, var olan ve gerçekleşen bir mülkiyet hakkını tespit etmekten ibaret olmasıdır. Mülkiyeti kazanma tarihide, bölgede tapulamanın başladığı tarihtir.

– Tespit tutanak tarihinin esas alınması, önemli sakıncalar doğuracaktır. Şöyle ki, bölgede tapulamanın başladığı tarihe kadar on yıllık zilyetlik süresinin dolmuş olmasına karşın, henüz tutanak düzenlenmemişse, kararla varılan sonucu bilen tapu maliki, satış sözleşmesini bozacaktır. Böylece kötü niyetli kişiye pirim verilmiş olacak ve yasanın 13/B-b maddesi de böylece uygulanmayacaktır. İyi niyetli davranan tapu maliki ise, bu iyi niyeti nedeniyle, kötü niyetli olana rağmen hak kaybına uğramış olacaktır.

Bu değerlendirmeye karşı en ağır eleştiri, bir bölgede yıllarca kadastro işleminin sürdürüldüğü böylece, kadastronun başlamasından sonraki devirlere veya kadastronun başladığı tarihe kadar on yılını doldurmayan zilyede hak tanınmamasının haksızlık olduğu noktasında idi. Bir defa bir bölgede kadastro işlemi iddia edildiği gibi 40-50 yıl devam etmemektedir. Zaten edemezde, devam eden ve uzayan kadastrodan sonra görülen kadastro davalarıdır. Zannederim ki olgu birbirine karıştırılmıştır. Ayrıca, kadastronun uzamasında yanların hiçbir katkısı olmadığına göre, sonuçtan da onların subjektif hakları etkilenmemeli. Kaldı ki yasanın amacı, bölgeye girer girmez, bölgenin kadastrosunu bitirmektedir.

Sonuç olarak, 3402 sayılı Yasanın 13/B-b maddesini, tapulu taşınmazların tapu dışı bir yolla mülkiyetinin devrini öngören sözleşmelerin, bölgeye tapulama girdiği tarihe kadar on yıllık sürenin dolmuş ve bu tarihe kadar yine bozulmamış olması biçiminde anlaşılması ve uygulanması gerektiğini düşünüyorum. Bundan dolayı da tespit tarihini esas alan çoğunluğun düşüncelerine katılamıyorum.

667 SAYILI KHK GEREĞİ MESLEKTEN ÇIKARMA

T.C.
D A N I Ş T A Y
BEŞİNCİ DAİRE
Esas No : 2017/4445
Karar No : 2020/5364

DAVACI : …
VEKİLİ : Av. …

DAVALI : …
VEKİLİ : Av. …

DAVANIN KONUSU : Davacının, 667 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname’nin 3/1. maddesi uyarınca FETÖ ile iltisak ve irtibatının olduğu gerekçesiyle meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına ilişkin Hâkimler ve Savcılar Kurulu Genel Kurulunun … tarih ve … sayılı kararı ile bu karara karşı yaptığı yeniden inceleme talebinin reddine ilişkin aynı Kurulun … tarih ve … sayılı kararının iptaline; bu kararlar nedeniyle yoksun kaldığı özlük ve parasal haklarının yasal faiziyle birlikte iadesine karar verilmesi istenilmektedir.

DAVACININ İDDİALARI : Dava konusu kararların, Anayasa, 2802 ve 6087 sayılı Kanun’a aykırı olarak usule ilişkin işlemlere riayet edilmeden, disiplin soruşturması başlatılmadan ve savunma hakkı tanınmadan tesis edildiği, somut herhangi bir delil gösterilmediği, varsayıma dayalı iddialarla meslekten çıkarılmasına karar verildiği, hukuk devleti ilkesine ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı davranıldığı, FETÖ/PDY terör örgütüyle irtibatının ve iltisakının bulunmadığı, masumiyet karinesinin, isnadı öğrenme hakkının, suç ve cezaların şahsiliği ilkesinin ihlal edildiği ileri sürülerek hukuka aykırı oldukları iddia edilmiştir. Öte yandan davacı tarafından, bakılmakta olan bu dava dosyası ile Dairemizin E:2017/855, E:2017/6098 ve E:2018/2937 sayılı esasına kayıtlı dava dosyalarının tarafları ve konusunun aynı olduğundan bahisle birleştirilmesi gerektiği ileri sürülmektedir.

DAVALININ SAVUNMASI: Dava dilekçesinin usule aykırılıklar yönünden incelenerek tespit edilmesi halinde davanın öncelikle usul yönünden reddi gerektiği, öte yandan dava konusu kararların amacının Türk yargı sistemini tamamen ele geçirmeyi hedefleyen ve bu amaç doğrultusunda hareket eden illegal bir yapının bu amaca ulaşmasının önlenmesi ile Türk yargısının bağımsızlığının ve tarafsızlığının korunması olduğu ve yargı mensuplarına olağan dönemde uygulanan 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu ve 6087 sayılı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanununun ilgili hükümlerine değil Anayasa’nın 120. ve 121. maddeleri ile 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu çerçevesinde yürürlüğe konulan 667 sayılı Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnamesine dayanılarak tesis edildiği, disiplin cezası niteliğinde olmayıp “göreve son” müessesesinin bir örneği olduğu, bu şekilde göreve son verme halinde zorunlu olmamasına rağmen ilgililere savunma haklarını kullanabilmeleri için 6087 sayılı Yasa’nın 33. maddesi uyarınca yeniden inceleme başvurusunda bulunma imkanı tanındığı, davacı hakkında tesis edilen kararlar ile ilgili olarak kişiselleştirmenin yapıldığı, dava konusu kararların hukuka ve mevzuata uygun olduğu ileri sürülerek davanın reddi gerektiği savunulmuştur.

DANIŞTAY TETKİK HÂKİMİ …’IN DÜŞÜNCESİ: Davanın reddi gerektiği düşünülmektedir.

DANIŞTAY SAVCISI …’ÜN DÜŞÜNCESİ: Dava; davacı tarafından, 667 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname’nin (6749 sayılı Kanun ile kanunlaşan) 3/1. maddesi uyarınca meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına ilişkin Hakimler ve Savcılar Kurulu Genel Kurulu’nun … tarih ve … sayılı kararı ile bu kararın yeniden incelenmesi isteminin reddine ilişkin aynı Kurulun … günlü, … sayılı kararının iptali ve yoksun kaldığı parasal haklarının yasal faiziyle birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılmıştır.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 114. maddesinin 1. fıkrasının (ı) bendinde, “Aynı davanın, daha önceden açılmış ve hâlen görülmekte olmaması” dava şartları arasında sayılmış, 115. maddesinde ise, mahkemenin dava şartı noksanlığını tespit etmesi halinde davayı usulden reddedeceği kurala bağlanmıştır.
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda “derdestlik” müessesesi düzenlenmemiş ve Kanunun 31. maddesinde, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun derdestlik ile ilgili maddelerine atıfta bulunulmamış olmakla birlikte; tarafları, konusu ve sebebi aynı olan bir davanın daha önce aynı veya başka bir mahkemede açıldığının ve görülmekte olduğunun saptanması halinde, ikinci davanın esasının derdestlik nedeniyle incelenemeyeceği usul hukukunun genel ilkelerindendir.
Dosyanın incelenmesinden; davacı tarafından, 667 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname’nin 3/1. maddesi uyarınca meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına ilişkin Hakimler ve Savcılar Kurulu Genel Kurulu’nun … tarih ve … sayılı kararı ile bu kararın yeniden incelenmesi isteminin reddine ilişkin aynı Kurulun … günlü, … sayılı kararının iptali ve yoksun kaldığı parasal haklarının yasal faiziyle birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle Danıştay Beşinci Dairesinin E:2017/6098 sayılı dosyasında açılan dava derdest iken, aynı istemleri de içeren bakılmakta olan bu davanın açıldığı anlaşıldığından, yukarıdaki hükümler birlikte değerlendirildiğinde bu davanın derdestlik nedeniyle incelenmesi olanağı bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, davanın derdestlik nedeniyle incelenmeksizin reddi gerektiği, düşünülmektedir.

TÜRK MİLLETİ ADINA
Karar veren Danıştay Beşinci Dairesince Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki bilgi ve belgeler incelendikten sonra davalı idarenin usule ilişkin itirazları yerinde görülmeyerek işin gereği görüşüldü:
Bakılmakta olan bu dava dosyası ile Dairemizin E:2017/855, E:2017/6098 ve E:2018/2937 esasında kayıtlı bulunan dava dosyalarının tarafları ve konusu aynı olduğundan bahisle davacı tarafından birleştirilmesi talebinde bulunulmuş ise de 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda davaların birleştirilmesine ilişkin bir düzenleme bulunmadığı gibi anılan Kanun’da hüküm bulunmayan hallerde uygulanmak üzere sayma yoluyla 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na atıfta bulunulan 31. maddesinde de davaların birleştirilmesi usulüne yer verilmediği görüldüğünden bu istem yerinde görülmemiştir.

A) MADDİ OLAY VE HUKUKİ SÜREÇ
1) Genel Olarak
Türkiye’de 15 Temmuz 2016 gecesi, kendilerini “Yurtta Sulh Konseyi” olarak isimlendiren bir grup Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mensubu tarafından, demokratik biçimde halk tarafından göreve getirilen Türkiye Büyük Millet Meclisini (TBMM), Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ve Cumhurbaşkanı’nı devirmek ve anayasal düzeni ortadan kaldırmak amacıyla darbe teşebbüsünde bulunulmuş, bu teşebbüs Türk Milleti tarafından akamete uğratılmıştır.
Anayasa’nın olay tarihinde yürürlükte bulunan 118. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca Milli Güvenlik Kurulu (MGK) tarafından 20/07/2016 tarihli toplantıda yapılan değerlendirmede, darbe teşebbüsünün TSK içindeki Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) mensupları tarafından başlatıldığı, bu örgütün kuruluş aşamasından itibaren etkisi altına aldığı eğitim kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, medya kuruluşları, ticari kuruluşlar ve kamu görevlileri aracılığıyla Milleti ve Devleti kontrol altında tutmayı amaçladığı belirtilmiştir.
MGK’nın anılan toplantısında “demokrasinin, hukuk devleti ilkesinin, vatandaşların hak ve özgürlüklerinin korunmasına yönelik tedbirlerin etkin bir şekilde uygulanabilmesi amacıyla” Hükûmete olağanüstü hâl ilan edilmesi tavsiyesinde bulunulması hususu kararlaştırılmıştır. Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu 20/07/2016 tarihinde, ülke genelinde 21/07/2016 Perşembe günü saat 01.00’den itibaren geçerli olmak üzere doksan gün süreyle olağanüstü hâl ilan edilmesine karar vermiştir. Anılan karar 21/07/2016 tarih ve 29777 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş ve aynı gün TBMM tarafından onaylanmıştır. Olağanüstü hâl, daha sonrasında üçer aylık dönemler hâlinde Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından uzatılmış ve 18/07/2018 tarihinde kaldırılmıştır.
23/07/2016 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti tarafından Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine, Türkiye’de 21/07/2016 tarihinde olağanüstü hâlin yürürlüğe girmesiyle birlikte başlayan süreçte, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 15. maddesinde görüldüğü şekliyle Sözleşme’den doğan yükümlülükler bağlamında daha az güvence sağlanabileceği belirtilerek derogasyon bildiriminde bulunulmuştur.
23/07/2016 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 667 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname’nin (667 sayılı KHK) 3/1. maddesi ile yargı mensupları ve bu meslekten sayılanlardan terör örgütlerine veya Devletin millî güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna MGK tarafından karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilenlerin meslekten veya kamu görevinden çıkarılmalarına karar verileceği düzenlenmiştir. Anılan KHK, 18/10/2016 tarihli ve 6749 sayılı Kanun’la değiştirilerek kabul edilmiş, bu Kanun ise 29/10/2016 tarih ve 29872 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
23/01/2017 tarih ve 29957 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 685 sayılı Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu Kurulması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname (685 sayılı KHK) ile 667 sayılı KHK’nın ilgili maddesi uyarınca meslekte kalmalarının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmalarına karar verilen hâkim ve savcıların, kararın kesinleşmesinden itibaren altmış gün içinde ilk derece mahkemesi olarak Danıştayda dava açabilecekleri düzenlenmiştir. 685 sayılı KHK, 01/02/2018 tarihli ve 7075 sayılı Kanun’la değiştirilerek kabul edilmiş, anılan Kanun 08/03/2018 tarih ve 30354 sayılı (mükerrer) Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Kadriye Çatal/Türkiye (B. No: 2873/17, 07/03/2017) kararında, haklarında meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına karar verilen yargı mensupları için doğrudan Danıştayda iptal davası açma imkânının tanındığını belirterek Kadriye Çatal tarafından yapılan başvuruyu iç hukuk yollarının tüketilmemiş olduğu gerekçesiyle kabul edilemez bulmuştur.

2) Davacıya İlişkin Süreç
… tarih ve … sayılı Hâkimler ve Savcılar Kurulu Genel Kurulu kararıyla, yargı mensubu olarak görev yapmakta olan davacının meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına karar verilmiştir. Bu karara karşı yapılan yeniden inceleme talebi anılan Kurul tarafından … tarih ve … sayılı kararla reddedilmiştir.
Davacı tarafından meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına ilişkin karar ile bu karara karşı yapılan yeniden inceleme talebinin reddine ilişkin kararın iptali ve bu kararlar nedeniyle yoksun kaldığı özlük ve parasal haklarının yasal faiziyle birlikte iadesine karar verilmesi talebiyle bakılmakta olan dava açılmıştır.
Diğer yandan, davacının, ceza yargılaması sonucunda … Ağır Ceza Mahkemesinin … tarih ve E:…, K:… sayılı kararı ile kamu kurum ve kuruluşlarının zararına dolandırıcılık ve resmi belgede sahtecilik suçlarından 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 223/2-e maddesi uyarınca anılan suçları işlediğinin sabit olmadığı (delil yetersizliği) gerekçesiyle beraatine, silahlı terör örgütüne üyelik suçundan ise 6 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. Dairemizin karar verdiği tarih itibarıyla UYAP ortamında yapılan inceleme sonucu anılan kararların kesinleşmediği anlaşılmıştır.

B) İLGİLİ MEVZUAT
1) Anayasa
Anayasa’nın Başlangıç kısmında, Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu Millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasa’da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı belirtilmiş ve 176. maddesinde de Anayasa’nın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten başlangıç kısmının, Anayasa metnine dâhil olduğu kuralı getirilmiştir.
Anayasa’nın 5. maddesi: “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”
Anayasa’nın 6. maddesi: “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.
Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”
Anayasa’nın 9. maddesi: “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır.”
Anayasa’nın 13. maddesi: “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
Anayasa’nın 14. maddesi: “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.
Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz…”
Anayasa’nın dava konusu kararların tesis edildiği tarihte yürürlükte olan hâliyle 15. maddesi: “Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.
Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.”
Anayasa’nın 20. maddesinin birinci fıkrası: “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.”
Anayasa’nın 36. maddesi: “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.
Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.”
Anayasa’nın 138. maddesinin birinci fıkrası: “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.”
Anayasa’nın 139. maddesi: “Hâkimler ve savcılar azlolunamaz, kendileri istemedikçe Anayasada gösterilen yaştan önce emekliye ayrılamaz; bir mahkemenin veya kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa, aylık, ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun kılınamaz.
Meslekten çıkarılmayı gerektiren bir suçtan dolayı hüküm giymiş olanlar, görevini sağlık bakımından yerine getiremeyeceği kesin olarak anlaşılanlar veya meslekte kalmalarının uygun olmadığına karar verilenler hakkında kanundaki istisnalar saklıdır.”
Anayasa’nın 140. maddesinin ikinci fıkrası: “Hâkimler, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre görev ifa ederler.”
Anayasa’nın 159. maddesinin birinci fıkrası: “Hâkimler ve Savcılar Kurulu, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kurulur ve görev yapar.”
Aynı maddenin sekizinci fıkrası: “Kurul, adlî ve idarî yargı hâkim ve savcılarını mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme, görevden uzaklaştırma işlemlerini yapar…”

2) AİHS
AİHS’in 6. maddesinin birinci fıkrası: “Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir. Karar alenî olarak verilir. Ancak, demokratik bir toplum içinde ahlak, kamu düzeni veya ulusal güvenlik yararına, küçüklerin çıkarları veya bir davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veyahut, aleniyetin adil yargılamaya zarar verebileceği kimi özel durumlarda ve mahkemece bunun kaçınılmaz olarak değerlendirildiği ölçüde, duruşma salonu tüm dava süresince veya kısmen basına ve dinleyicilere kapatılabilir.”
AİHS’in 8. maddesi: “Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.
Bu hakkın kullanılmasına bir kamu makamının müdahalesi, ancak müdahalenin yasayla öngörülmüş ve demokratik bir toplumda ulusal güvenlik, kamu güvenliği, ülkenin ekonomik refahı, düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli bir tedbir olması durumunda söz konusu olabilir.”

AİHS’in 15. maddesi: “Savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka bir genel tehlike halinde her Yüksek Sözleşmeci Taraf, durumun kesinlikle gerektirdiği ölçüde ve uluslararası hukuktan doğan başka yükümlülüklere ters düşmemek koşuluyla, bu Sözleşme’de öngörülen yükümlülüklere aykırı tedbirler alabilir.
Yukarıdaki hüküm, meşru savaş fiilleri sonucunda meydana gelen ölüm hali dışında 2. maddeye, 3. ve 4. maddeler (fıkra 1) ile 7. maddeye aykırı tedbirlere cevaz vermez.
Aykırı tedbirler alma hakkını kullanan her Yüksek Sözleşmeci Taraf, alınan tedbirler ve bunları gerektiren nedenler hakkında Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne tam bilgi verir. Bu Yüksek Sözleşmeci Taraf, sözü geçen tedbirlerin yürürlükten kalktığı ve Sözleşme hükümlerinin tekrar tamamen geçerli olduğu tarihi de Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne bildirir.”

3) Kanun
667 sayılı KHK’nın değiştirilerek kabul edilmesine dair 6749 sayılı Kanun’un 3. maddesinin birinci fıkrası: “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilen …hâkim ve savcılar hakkında hâkimler ve savcılar yüksek kurulu genel kurulunca meslekte kalmalarının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmalarına karar verilir. Bu kararlar, Resmî Gazete’de yayımlanır ve yayımı tarihinde ilgililere tebliğ edilmiş sayılır. Meslekten çıkarma kararlarına karşı ilgili kanunlarda yer alan hükümler uyarınca itiraz edilmesi veya yeniden inceleme talebinde bulunulması üzerine verilen kararlar da Resmî Gazete’de yayımlanır ve yayımı tarihinde ilgililere tebliğ edilmiş sayılır. Görevden uzaklaştırılanlar veya görevlerine son verilenlerin silah ruhsatları ve pasaportları iptal edilir ve bu kişiler oturdukları kamu konutlarından veya vakıf lojmanlarından on beş gün içinde tahliye edilir.”
Üçüncü fıkrası: “Birinci fıkra uyarınca görevine son verilenler hakkında da 4 üncü maddenin ikinci fıkrası hükümleri uygulanır.”
Aynı Kanun’un 4. maddesinin ikinci fıkrası: “Birinci fıkra uyarınca görevine son verilenler bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemez, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemezler; görevinden çıkarılanların uhdelerinde bulunan her türlü mütevelli heyet, kurul, komisyon, yönetim kurulu, denetim kurulu, tasfiye kurulu üyeliği ve sair görevleri de sona ermiş sayılır. Bu fıkrada sayılan görevleri yürütmekle birlikte kamu görevlisi sıfatını taşımayanlar hakkında da bu fıkra hükümleri uygulanır…”

4) Etik İlkeler
Hâkimler ve savcılar Anayasa ve kanunlarla kendilerine verilen görev ve yetkileri, yazılı olsun ya da olmasın evrensel anlamda hâkim ve savcıları bağladığı hususunda kuşku bulunmayan etik kurallara tabi olarak yerine getirmelidirler.
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun 27/06/2006 tarih ve 315 sayılı kararı ile benimsenmesine karar verilmiş ve Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğünce tüm hâkim ve savcılara genelge olarak duyurulmuş olan “Bangalor Yargı Etiği İlkeleri”nde bağımsızlık, tarafsızlık, doğruluk, dürüstlük, eşitlik, ehliyet ve liyakat korunan değerler olarak sayılmıştır. Yine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun 10/10/2006 tarih ve 424 sayılı kararı ile benimsenmesine karar verilerek Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü tarafından tüm hâkim ve savcılara duyurulan Savcılar İçin Etik ve Davranış Biçimlerine İlişkin Avrupa Esasları “Budapeşte İlkeleri” de Bangalor İlkeleri ile benzer ilkeleri içermektedir.
Bangalor Yargı Etiği İlkelerinde hâkimin; herhangi bir yerden herhangi bir sebeple doğrudan ya da dolaylı olarak gelebilecek her türlü dış etki, rüşvet, baskı, tehdit ve müdahaleden uzak şekilde, olaylara ilişkin kendi değerlendirmesine dayanarak ve hukuka dair kendi vicdani anlayışı ile uygun biçimde yargı işlevini bağımsız olarak yerine getirmesi; mahkeme içerisinde ve dışında, halkın, hukukçuların ve dava taraflarının yargı ve hâkim tarafsızlığına duyduğu güveni koruyacak ve artıracak davranışlar içerisinde olması; sürekli kamu gözetiminin öznesi durumunda olan hâkimin, sıradan bir vatandaşın ağır olarak nitelendirebileceği kişisel sınırlamaları kabul etmek durumunda olduğu ve bunu özgürce ve kendi iradesiyle yapması, özellikle yargı vazifesinin onuruyla uyumlu bir tarzda davranması; diğer vatandaşlar gibi ifade, inanç, dernek kurma ve toplanma özgürlüğüne sahip olduğu ancak bu hakların kullanılmasında, yargı mesleğinin onurunu, yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını koruyacak şekilde davranması gerektiği hususları belirtilmiştir.

C) İNCELEME VE GEREKÇE
1) Yargılamada İzlenen Usul ve Süreç
AİHS’in 15. maddesinde; savaş veya ulusun varlığını tehdit eden bir genel tehlike hâlinde devletlerin, durumun gerektirdiği ölçüde ve uluslararası hukuktan doğan başka yükümlülüklere ters düşmemek koşuluyla AİHS’te öngörülen yükümlülüklere aykırı tedbirler alabileceği belirtilmiştir.
Hâkimler ve Savcılar Kurulu Genel Kurulu tarafından yargı mensuplarının meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına ilişkin kararlar tesis edilirken ilgililere haklarındaki tespitler bildirilmek suretiyle karşı beyanda bulunma imkânı tanınmamış ise de AİHS’in 15. maddesi hükmü uyarınca ulusun varlığını tehdit eden genel bir tehlikeye karşı ivedi şekilde tedbir almak zorunluluğu çerçevesinde durumun gerektirdiği ölçüde kabul edilebilecek nitelikte olan bu hususun, yargılama aşamasında, hakkındaki tespitler bildirilerek ilgililerin bu tespitlere karşı beyanlarının alınması suretiyle giderilmesinin mümkün olduğu değerlendirilmiştir.
Nitekim AİHM’e göre karar alma veya yargılama sürecinde daha alt aşamalarda yaşanan bazı usule ilişkin eksikliklerin sonraki aşamalarda telafi edilebilmesi mümkündür (Helle/Finlandiya, B. No: 20772/92, 19/12/1997, § 45; Monnell ve Morris/Birleşik Krallık, B. No: 9562/81, 9818/82, 2/3/1987, §§ 55-70).
Bu kapsamda, davalı idare tarafından dava konusu kararların gerekçesi olarak yargılama safahatında dava dosyasına sunulan tüm bilgi ve belgeler davacıya tebliğ edilmiş ve bu bilgi ve belgelere karşı etkin bir şekilde beyanda bulunma imkânı tanınmıştır.
Öte yandan hakkaniyete uygun yargılama hakkına ilişkin güvencelerin (silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerinin) sağlanması amacıyla Dairemizce görülmekte olan bu davalarda usul kuralları oldukça geniş yorumlanmıştır.
Dava konusu kararlara karşı dava açma süresi, yargı yolunun açıldığı 23/01/2017 tarih ve 29957 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 685 sayılı KHK’nın yayımı tarihinden itibaren değil anılan KHK’nın TBMM tarafından değiştirilerek kabul edilmesine dair 7075 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 08/03/2018 tarihinden itibaren başlatılmıştır.
Davacıların adli yardım talepleri, “yargılama veya takip giderlerini kısmen veya tamamen ödeme gücünden yoksun olan kimselerin taleplerinin açıkça dayanaktan yoksun olmaması” şartının herhangi bir bilgi veya belgeyle (örneğin fakirlik ilmuhaberi) desteklenmesi beklenmeksizin kabul edilmiştir.

Duruşmalı dosyalarda, tedavi kurumlarında veya ceza infaz kurumlarında bulunan ve mazeretleri nedeniyle duruşmalara katılamayacak olan davacıların duruşmalara kolaylıkla katılabilmeleri, yargılamanın en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması için Ses ve Görüntü Bilişim Sisteminden (SEGBİS) yararlanma imkânı sağlanmıştır.
06/01/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun “Tebligat ve cevap verme” kenar başlıklı 16. maddesinde; dava dilekçelerinin ve eklerinin birer örneği davalıya, davalının vereceği savunmanın davacıya, davacının ikinci dilekçesinin davalıya, davalının vereceği ikinci savunmanın da davacıya tebliğ edileceği düzenlenmiştir. Davalının ikinci savunmasında davacının cevaplandırmasını gerektiren hususların bulunması hâli dışında, davalının ikinci savunmasına karşı davacının cevap veremeyeceği, tarafların otuz günlük cevap verme süresinin geçmesinden sonra verecekleri savunmalara veya ikinci dilekçelere dayanarak hak iddia edemeyecekleri kurala bağlanmıştır. Bununla birlikte davalı idarenin ek beyan dilekçelerinde veyahut Danıştay savcı düşüncesine cevap dilekçelerinde dosyaya sunulan bilgi ve belgeler, davacıya tebliğ edilmiş ve dava dosyasına sunulan yeni bilgi ve belgelere karşı beyanlarını sunma imkânı sağlanmıştır.
Aynı maddede, haklı sebeplerin bulunması hâlinde, taraflardan birinin isteği üzerine otuz günü geçmemek ve bir defaya mahsus olmak üzere otuz günlük cevap verme süresinin uzatılabileceği belirtilmiştir. Dairemizce talep edilmesi hâlinde taraflara otuz günü geçmemek üzere ek süre verilmiştir.
Bununla birlikte, AİHS’in ‘’Adil Yargılanma Hakkı’’ başlıklı 6. maddesinin 1. fıkrasında herkesin medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili davasını makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahip olduğu düzenlemesi yer almıştır. Bu kapsamda Anayasa Mahkemesi de makul sürede yargılanma hakkını Anayasanın 36. maddesinde yer verilen adil yargılanma hakkının bir parçası olarak görmüştür (Gülseren Gürdal ve Diğerleri, B. No: 2013/1115, 05/12/2013, § 43). Anayasanın 141. maddesinin son fıkrasında da davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevleri arasında sayılmıştır.
AİHM kararları incelendiğinde; mahkemenin bir yargılamanın süresinin makul olup olmadığını incelerken her davanın kendi somut durumunu gözettiği ve davanın karmaşıklığı, başvuranların ve yetkili makamların yargılama sürecindeki davranışları ile ilgililer için davanın konusunun arz ettiği önem gibi kriterleri dikkate aldığı görülmüştür (Frydlender / Fransa, B. No: 30979/96, 27/6/2000, § 43, Yılmaz / Türkiye, B. No: 36607/06, 04/06/2019, §§ 32). Aynı şekilde Anayasa Mahkemesi de makul süre yönünden yaptığı incelemelerde, davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususları, bir davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde göz önünde bulundurulması gereken kriterler olarak belirlemiştir (Güher Ergun ve Diğerleri, B. No: 2012/13, 02/07/2013, § 41-45, Gülseren Gürdal ve Diğerleri, B. No: 2013/1115, 05/12/2013, § 46).

Bu kapsamda; yargı mensuplarının meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılması kararlarına karşı ilgililer tarafından genellikle işlem tesisinden sonra bu işlemlere karşı yargı yolu açık olmadığı halde altmış günlük dava açma süresi içinde Ankara İdare Mahkemelerinde ya da doğrudan Danıştay’da davalar açılmış ise de anılan işlemlere karşı ancak 23/01/2017 tarih ve 29957 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 685 sayılı KHK’nın yayımı tarihinden itibaren Danıştay’da yargı yolunun açılmış olduğu anılan KHK ile kabul edildiğinden, bu davaların esastan incelenmesine Dairemiz tarafından bu tarihten itibaren başlanmıştır.
Bununla birlikte yukarıda aktarıldığı üzere gerek ulusun varlığını tehdit eden genel bir tehlikeye karşı ivedi şekilde tedbir almak zorunluluğu çerçevesinde olağanüstü şartlar altında tesis olunan işlemler nedeniyle açılan bu davaların karmaşık yapısına, gerekse hakkaniyete uygun yargılanma hakkına ilişkin güvencelerin (silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerinin) sağlanması amacıyla davalı idare tarafından dava konusu kararların gerekçesi olarak yargılamanın her safahatında dava dosyasına sunulan tüm bilgi ve belgelerin davacıya tebliğ edilmesi ya da davalı idarenin ikinci cevap dilekçesine karşı davacı tarafa ek süre verilerek cevap hakkı tanınması gibi geniş usuli uygulamalara rağmen bakılmakta olan bu dava mümkün olan en kısa süre içinde Dairemiz tarafından sonuçlandırılmıştır.

2) FETÖ’ye İlişkin Tespit ve Değerlendirmeler
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26/09/2017 tarih ve E:2017/16.MD-956, K:2017/370 sayılı kararında; FETÖ’nün, paravan olarak kullandığı dini, din dışı dünyevi emellerine ulaşma hâline getiren; siyasi, ekonomik ve toplumsal yeni bir düzen kurma tasavvuruna sahip örgüt liderinden aldığı talimatlar doğrultusunda hareket eden; bu amaçla öncelikle güç kaynaklarına sahip olmayı hedefleyip güçlü olmak ve yeni bir düzen kurmak için şeffaflık ve açıklık yerine büyük bir gizlilik içerisinde olmayı şiar edinen; bir istihbarat örgütü gibi kod isimler, özel haberleşme kanalları, kaynağı bilinmeyen paralar kullanıp böyle bir örgütlenmenin olmadığına herkesi inandırmaya çalışarak ve bunda başarılı olduğu ölçüde büyüyüp güçlenen, bir yandan da kendi mensubu olmayanları düşman olarak görüp mensuplarını motive eden; “Altın Nesil” adını verdiği kadrolarla sistemle çatışmak yerine sisteme sahip olma ilkesiyle Devlete tabandan tavana sızan; bu kadroların sağladığı avantajlarla Devlet içerisinde belli bir güce ulaştıktan sonra hasımlarını çeşitli hukuki görünümlü hukuk dışı yöntemlerle tasfiye eden; böylece devlet aygıtının bütün alt bileşenlerini ünite ünite kontrol altına almayı ve sisteme sahip olmayı planlayıp ele geçirdiği kamu gücünü de kullanarak toplumsal dönüşümü sağlamayı amaçlayan; casusluk faaliyetlerini de bünyesinde barındıran atipik/suigeneris bir terör örgütü olduğu belirtilmiştir.
1970’li yıllardan itibaren özellikle, mülkiye, adliye, emniyet, millî eğitim ve TSK içerisinde kadrolaşmaya giden FETÖ liderinin vaaz, röportaj ve kitaplarında bulunan ve Yargıtay Ceza Genel Kurulunun anılan kararında da yer alan “Esnek olun, sivrilmeden can damarları içinde dolanın!”, “Bütün güç merkezlerine ulaşıncaya kadar hiç kimse varlığınızı fark etmeden sistemin ana damarlarında ilerleyin!”, “Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephemize çekeceğimiz ana kadar her adım erken sayılır. …bunca kalabalık içinde ben bu dünyayı ve düşüncemi sözde mahremiyet içinde anlattım. …sırrınız sizin sırrınızdır. Söylerseniz siz esir olursunuz.”, “Bir gün bana Ankara’da bin evimiz olduğunu söyleyin, devletin paçasından şöyle bir tutacağım, devlet uyandığında yapacağı hiçbir şey kalmayacak” şeklindeki sözleri bu suigeneris örgütün, Devleti ele geçirme gayretlerinin somut talimatları olarak ortaya çıkmıştır.
Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 08/06/2018 tarih ve E:2016/238, K:2018/128 sayılı kararında ise FETÖ’nün yargı yapılanmasına ilişkin şu tespitlere yer verilmiştir:
“Örgütün hakim, savcı yapılanması bölgelere ayrılmış olup …bölgelerden sorumlu kişilere bölge abisi veya bölge ablası denilmektedir. Her bölgenin 8-10 evi kapsadığı, örgüt mensupları arasında farklı sohbet grupları ve bu gruplardan sorumlu örgüt imamı bulunmaktadır. …Örgüt üyesi hakim, savcıların sicil numaralarına veya mesleğe başlama aşamasında, adalet akademisindeki dönemlerine göre ayrı ayrı devre ve sicil numarası içerisinde gruplandırmaların yapıldığı, T1, T2, T3, T4, T5 şeklinde belirli sicil aralıklarını kapsayan hakim, savcıların gruplandırılarak taşra ve devre yapılanması oluşturulmuştur. Her grupta kendi içerisinde hakim, savcı sayılarına göre 3-5 kişilik sohbet gruplarına ayrılmıştır. …Örgüt tarafından örgüt üyesi ile yapılan görüşme sonrasında hakim, savcı olması kararlaştırılan örgüt üyeleri sınavlara hazırlanmak üzere örgüte ait Ankara’daki örgüt evlerinde sınava çalıştırılır. Bu örgüt evinin masraflarının örgüt tarafından karşılandığı ve sınava çalıştırılacak kişiler dışında başka kimsenin bu evlere giremediği anlaşılmıştır. Bu örgüt evlerinde hakimlik, savcılık sınavına girecek örgüt üyeleri sınavlara hazırlanmakta olup deneme sınavlarının yapıldığı ayrıca sınav sorularının örgüt tarafından yasal olmayan yollardan ele geçirilip bu evlerde sınavdan bir kaç gün önce örgüt mensubu abi veya ablalar tarafından örgüt üyelerine verilmiştir. Örgüt üyelerine cevapları işaretlenmiş soru kitapçıkları verilerek bunları ezberlemelerinin sağlandığı, bu şekilde örgüt üyelerinin sınavları kazanmalarının sağlandığı anlaşılmıştır. Yazılı sınavı kazanan örgüt üyeleri murakıplarca tekrar eve çağrılarak mülakat için hazırlanmakta mülakatta nasıl davranacaklarının öğretilmektedir. Ayrıca örgüt tarafından kendilerine referans bulunacağı veya kendilerinin referans bulmaları söylenmektedir. Mülakat sınavını kazanan ve hakim, savcı adayı olan örgüt üyeleri mülakattan sonra tekrar murakıplar tarafından örgüt evlerine çağrılarak staj aşamasında hangi evde kalacakları, ev sorumlularının kim olacağı anlatılarak, bu şekilde staja başlayan örgüt üyesinin staj döneminde de örgüt tarafından takibi yapılmaktadır. Staj aşamasında örgüt üyelerinin deşifre olmamaları için beşer kişilik gruplar halinde, masrafı örgüt tarafından karşılanan ev tutmaları sağlanmaktadır. Her ev için bir sorumlu tayin edilmektedir. Adaylık sürecini tamamlayıp ataması yapılan örgüt üyesi hakim, savcıların örgüt tarafından takibine devam edildiği, sürekli irtibat kurularak bunların örgüte bağlılıkları sağlanmaktadır. Ataması yapılan örgüt mensubu hakim, savcının ilk maaşlarının tamamı örgüt tarafından alınmaktadır. Daha sonraki aylarda ise bekarlardan %15, evlilerden %10, en az 3 çocuğu olanlardan ise %5 oranında himmet toplanmaktadır. Bekar olan örgüt mensubu hakim, savcıların örgüt için önemli stratejik kurumlarda görevli örgüt üyeleri ile veya aynı meslekteki örgüt üyeleri ile evlenmelerinin teşvik edildiği ve katalog evlilikler yaptırıldığı anlaşılmıştır…
Örgüt tarafından hakim, savcılara yönelik adaylık dahil tüm süreçlerde yabancı dil, yüksek lisans, doktora eğitimi, yurt dışı gezileri, mesleki ve kişisel programlar düzenlenmek suretiyle örgüt üyesi hakim, savcılar emsallerine göre daha donanımlı hale getirilmektedir. Örgüt mensupları hak etmedikleri halde yurt içi ve yurt dışı yüksek lisans ve doktora programlarına yerleştirilmişlerdir…
HSYK ve Ad[a]let Bakanlığı Teftiş Kurulunda görev yapan örgüt mensubu müfettişlerce yapılan teftişlerde örgüt üyesi olan hakim, savcılarla örgüt üyesi olmayan hakim, savcılar farklı muameleye tabi tutulmakta, örgüt üyesi hakim, savcılara hak etmedikleri halde yüksek notlar ve olumlu siciller verilmekte, örgüt üyesi olmayan hakim, savcılara ise vasat veya düşük notlar verilmekte, sicilleri bozulmaktadır.
Örgüt üyesi hakim ve savcılar görev yaptıkları yerlerde görevleri nedeniyle öğrendikleri önemli bilgiler ile soruşturma ve dava dosyalarında gördükleri örgüt için önem taşayabilecek konuları gerek adliye gerekse il veya ilçede önemli görevlerde bulunan kişiler ile ilgili topladıkları bilgileri toplantılarda örgüt sorumlusu abiye iletmektedirler. Menfi takip heyeti denilen bir grup tarafından örgüt üyelerinden toplanan bu bilgiler değerlendirilmekte, neticesine göre yapılacak işlemler kararlaştırılmaktadır…
Örgüt mensubu hakim, savcıların deşifre olmasının önüne geçmek amacıyla örgüt üyesi hakim, savcıların çocuklarını örgüte ait olan okullara göndermemelerine karar verilmesi halinde örgüt üyesi hakim, savcı çocuklarının eğitimleri ile ilgilenilmesi, ayrıca ideolojik eğitim verilmesi için eğitim birim adıyla ayrıca bir birim kurulmuştur. Bu birim sorumlusu Yargıtay Üyesi olarak görev yapan örgüt üyelerinden seçilmektedir…
Örgüt faaliyetlerinin bir çoğunda gizlilik esas alınmasına karşın örgüt tarafından HSYK seçimlerine verilen önemden dolayı bu dönemde örgüt mensuplarının deşifre olmayı göze alarak seçimlerde tüm il ve ilçeleri kapsayan adliye ziyaretleri, ev ziyaretleri ve yemek organizasyonları düzenlemişlerdir. Sözde bağımsız örgüt üyesi adaylarının seçim gezilerine birlikte katılmışlardır. Örgütün 2014 yılı HSYK üye seçimlerinde gerek YARSAV listesi, gerekse bağımsız aday adı altında aday göstererek yargı içerisinde alternatif bir yargı gücü kuracak şekilde örgütlü olduğu anlaşılmıştır…”
Öte yandan Dairemizde derdest olan dava dosyalarında yukarıda belirtilen tespitleri destekler mahiyette, FETÖ’nün niteliğine ilişkin aşağıdaki beyanların yer aldığı görülmüştür:
Yargı mensubu olarak görev yapmış olan ve ifadesine başvurulan …ye ait Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen 21/10/2016 tarihli ek sorgulama tutanağı: “…Şunu söylemem gerekiyor ki cemaat farklı sınav evlerinde kalan şahısları birbiriyle tanıştırmaz. …Bu yapı sizi asla boşta bırakmaz, yani üniversiteden mezun olduğunuzda sınav çalışma eviniz hazırdır, sınavı kazanınca mülakat referans listeniz hazırdır, bunların her aşamasından sorumlu olan kişiler vardır. …Kural olarak bu yapı gizlilik üzerine kurulu olduğundan bir evde kalan diğer evde kalan kişileri tanımazdı. Ama biz bazen tanıştığımızda kimin bizden olduğunu hissediyor ve anlıyorduk. Biz staja başladıktan sonra bize yavaş yavaş tedbire riayet etmemiz hususu anlatılmaya başlandı. …bu yapıda ciddi bir hiyerarşi söz konusuydu. Ben maaşımın bekarken %15’ini, evlendikten sonra ise %10’unu cemaate himmet olarak verdim. …Evde kalan kişi sadece ev abisini tanır. Kıdemsiz birinin üst abileri tanıma şansı yoktur. Staj esnasında bize namazınızı gizli kılın gerekirse zorunlu hallerde namazlarınızı cem edin diyorlardı. Ramazan orucunuzu tutun ancak gerekirse oruç tutmuyormuş gibi davranın diyorlardı. Bunun haricinde önemli bir husus da bize evliliğin faziletleri anlatılıyordu. …Evlilikten sorumlu abi, evlendirmeyi düşündüğü erkeğe gelerek erkekten bir vesikalık fotoğraf ve bir CV ister, devamında bu CV’yi ve fotoğrafı bir havuza atardı. Aynı işlemi bayanlar için de yapıyorlardı. Devamında evlilikten sorumlu abi kendince uygun gördüğü eş adaylarını birbirleriyle tanıştırıyordu.”
Yargı mensubu olarak görev yapmış olan ve ifadesine başvurulan …ya ait Kilis Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünce düzenlenen 23/06/2017 tarihli şüpheli ifade tutanağı: “17-25 Aralık süreci sonrası örgütün sivil imamı Erdal kod adlı şahsın katıldığı …bir toplantıda sivil imam adlicilere hitaben ‘elinizde …siyasal iktidara ilişkin yolsuzluk ihale usulsüzlüğü vs. gibi ses getirecek dosya varsa, bu tarz ses getirecek dosyaları bekletmeyin, hemen davasını açın.’ dedi. …Örgüt mensuplarının deşifre olmasını önlemek için tedbir ya da ruhsat diye tabir edilen yöntemler uygulanmaktaydı. Bu kapsamda örneğin; cuma namazına gitmememiz, adliyede namazları ima ile (göz ile) kılmamız, eğer mümkünse namaz vakti yetişiyorsa namazları cem ederek (birleştirerek) evde kılmamız, ramazan ayında eğer belli olacaksa oruç tutmamamız ve gerektiğinde alkol almamız talimatlandırılmıştı. …Bizim mezuniyet balomuzda, o dönemki yargı bürokrasisinin hassasiyeti de gözetilerek protokol masalarından görülecek açıdaki ön sıra masalara hep örgüt üyeleri oturtulmuş ve bunlara alkol almaları talimatlandırılmıştı diye biliyorum. …Seçim [2014 HSYK seçimi] süreciyle ilgili son olarak belirtmek istediğim, örgütün ByLock üzerinden birbirleriyle haberleşerek Facebook’taki hâkim-savcı gruplarında ya da adalet.org’da organize bir şekilde hareket ederek bağımsız aday tanıtımlarının altına adayı övücü, parlatıcı, adayı ön plana çıkartıcı yorumlar yapılmasının sağlanmasıydı. Buna örnek olarak bir olay anlatayım; R.Ş. mahkemede yanıma gelip bana tefonundaki ByLock mesajını okuttu. Yazının içeriğinde; –Tüm arkadaşların dikkatine, şu gün şu saatte Facebook’taki hâkim savcı gruplarında ve adalet.org’da ‘[…] … isimli bir paylaşım yapılacaktır. Paylaşımın altına bağımsız aday […]yi övücü yorumlar yapıp destekleyelim.– …Görüldüğü üzere örgüt sosyal medyada organize bir şekilde hareket ederek seçimde başarılı olmayı amaçlamıştır. …FETÖ yargı mensuplarını T1, T2, T3, T4, T5 üst başlığı/ tasnifi adı altında grup grup, hücre tipi yapılandırılmıştır. T3’teki bir kişinin ekstra bir tanışıklık yoksa diğerlerini bilmesi mümkün olmadığı gibi, yine T3 altında yer alan grupların da birbirini tanımaması genel kuraldır. Tedbir denilen gizlilik kurallarına riayet edilerek bu gizliliğin sağlanması amaçlanmıştır. Ama özellikle Ankara’da staj döneminde bu gizliliği sağlayamadılar. Bir çok farklı gruba mensup kişi birbirlerini bir şekilde tanıdı veya başkasından duymak suretiyle öğrendi. Ancak tedbire son derece riayet edenler kendilerini gizleyebilmiştir.”
Yargı mensubu olarak görev yapmış olan ve ifadesine başvurulan …ye ait Osmaniye Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen 18/10/2016 tarihli sorgulama tutanağı: “Taşra yapılanmasında o dönemki adı ile cemaatin bu yapılanması profesyonel olarak yürütülüyordu. 2002 yılından itibaren taşra yapılanması kendi içerisinde T1, T2, T3, T4, T5 şeklinde bölümlere ayrılmıştı. (“T” taşra anlamına gelen yapılanmayı simgelerdi). T1 grubu 39 bin sicilden daha önce gelenlerdi. T2 grubu 39 bin, 42 bin sicillileri, T3 grubu 92 bin 109 bin arası sicillileri, T4 grubu daha sonraki sicillileri,T5 grubu 125 bin ve sonraki sicillileri ifade ederdi.”
Sonuç olarak FETÖ’nün, yıllar itibarıyla takiye (olduğundan farklı görünme) esasına dayanan uzun vadeli bir projenin aşamalarını izleyerek kurduğu strateji doğrultusunda, kamu kurumlarında ve yargı organlarında demokratik devlet düzeninden ayrıksı ve ona paralel şekilde teşkilatlanmak suretiyle ülkenin bağımsızlığını, bütünlüğünü ve demokratik hukuk devletini tehdit edici, anayasal düzene sadakat yükümlülüğüne aykırı davranışlar gösteren bir yapılanma hâline geldiği anlaşılmaktadır. Nitekim bu yapılanma tarafından 15 Temmuz 2016 gecesi anayasal düzene, demokratik kurumlara ve bizatihi Türk Milletine karşı darbe teşebbüsünde bulunulmuştur.
Darbe teşebbüsünün bertaraf edilmesini takip eden günlerde, söz konusu kalkışmaya dâhil olan kişilerin telefon konuşmaları ve mesajları ortaya çıkmıştır. Anayasa Mahkemesinin Aydın Yavuz ve diğerleri (B. No: 2016/22169, 20/06/2017) kararında da yer alan, darbe teşebbüsünün şüphelilerinden olan Komiser Yardımcısı E.G.nin telefonunda bulunan mesajlar bunlara örnek teşkil etmektedir. E.G.nin telefonunda, “önemli, durum kötü, çok acil duyuru. tüm il ve ilçe imamlarını, abilere, ablalara, kurum imamlarına iletin, tüm hizmet mensupları darbeyi şiddetle kınayan açıklama yapsın, meydanlara inip kendisini kamufle etsin, resim çekilip sosyal medyada yayınlasın, demokrasi, seçilmiş irade falan desinler, ama fazla da asla muhterem hoca efendinin adı geçmesin açıklamalarda, hepimizi alabilirler, herkes -darbeden haberim yok TV’de gördüm ilk kez- desin, asla hükümete ve Tayyibe karşı olumsuz bir paylaşım yapmayın, bu gurubu kapatıyorum şimdi” şeklinde mesajların bulunduğu tespit edilmiştir.

3) Demokratik Anayasal Düzene Sadakat Yükümlülüğü
AİHM “demokratik bir devletin, memurlarından anayasal prensiplere sadakat göstermesini isteme hakkı bulunduğunu” belirtmektedir (Sidabras ve Džiautas/Litvanya, B. No: 55480/00 ve 59330/00, 27/07/2004, § 52; Volkmer/Almanya (k.k.), B. No: 39799/98, 22/11/2001; Petersen/Almanya, B. No: 39793/98, 22/11/2001). AİHM’e göre “kamu çalışanlarının devlete sadık kalmaları genel yararı korumakla ve güvence altına almakla yükümlü devlet otoriteleri ile çalışmalarının doğasında bulunan bir şarttır.” (Sidabras ve Džiautas/Litvanya, B. No: 55480/00 ve 59330/00, 27/07/2004, § 57; Žičkus/Litvanya, B. No: 26652/02, 07/04/2009, § 28).
AİHM kararlarında yer alan sadakat yükümlülüğüne ilişkin yukarıda belirtilen ilkelerin hâkimlik ve savcılık mesleği açısından yorumlanması gerekmektedir.
Anayasa’nın “Hâkimlik ve savcılık mesleği” kenar başlıklı 140. maddesine Danışma Meclisi tarafından yazılan gerekçede “… Adalet tevzii herşeyden önce güvenilir nitelikte olmalıdır. Bu hizmeti görenlerin tarafsızlıklarından şüphe edilmesi, hizmetin tam olarak yerine getirilmiş olduğunun kabulüne engeldir. Bu itibarla görevlerinde özel hayatlarında tarafsızlıklarına dair bir davranışta bulundukları sanısını verecek hareketlerden sakınmak zorundadırlar.” denilmektedir.
Bu bağlamda, yargı mensuplarının sadakat yükümlülüğü memurlardan farklı olarak “bağımsızlık” ve “tarafsızlık” ilkeleri çerçevesinde hukuk devletine ve demokratik anayasal düzene sadakat yükümlülüğü olarak ortaya çıkar.
Üstün bir kamu gücü yetkisi niteliğindeki yargı yetkisini kullanan hâkim ve savcıların, Anayasa gereği tarafsız ve bağımsız olarak görev yapmaları, Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vermeleri ve anayasal düzene sadakat göstermeleri, hukuk devletinde demokratik toplum düzeninin korunması açısından büyük önem arz etmektedir.

4) Dava Konusu Edilen Kararların Hukuki Niteliği
Anayasa’nın 139. maddesinde hâkim ve savcıların görevlerinin sona ermesi sonucunu doğuran işlemler, disiplin cezaları ve meslekte kalmalarının uygun olmadığı yönünde verilen kararlar olarak ikiye ayrılmıştır. 24/02/1983 tarihli ve 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun “Hâkimlik ve savcılık görevlerinin sona ermesi” kenar başlıklı 53. maddesinde de disiplin cezası niteliğindeki meslekten çıkarma işlemi ile hâkimlik ve savcılık görevinin sona ermesi sonucunu doğuran diğer işlemler ayrı ayrı belirtilmiştir.
Dolayısıyla 667 sayılı KHK’nın 3. maddesi uyarınca hâkim ve savcıların meslekte kalmalarının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına ilişkin kararların, bu kişilere disiplin cezası verilmesine ilişkin kararlardan ayrı nitelikte olduğu konusunda duraksama bulunmamaktadır.
Dairemizin, Danıştay Başkanlığının internet sitesinde güncel kararlar başlığı altında yayımlanmış olan, 04/10/2016 tarih ve E:2016/8196, K:2016/4066 sayılı kararında da belirtilmiş olduğu üzere 667 sayılı KHK’nın 3. maddesi uyarınca terör örgütlerine veya MGK’ca Devletin millî güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilen yargı mensuplarının, “meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına” ilişkin kararlar, adli suç veya disiplin suçu işlenmesi karşılığında uygulanan yaptırımlardan farklı olarak terör örgütleri ile millî güvenliğe karşı faaliyette bulunduğu kabul edilen yapıların kamu kurum ve kuruluşlarındaki varlığını ortadan kaldırmayı amaçlayan “olağanüstü tedbir” niteliğindedir.
Bu kapsamda, ülkenin içinde bulunduğu tehdidin ortadan kaldırılması ve bozulan kamu düzeninin ivedi şekilde yeniden tesis edilmesi amacıyla 667 sayılı KHK’nın 3. maddesi ile “terör örgütleri ile millî güvenliğe karşı faaliyette bulunduğu kabul edilen yapılara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilen” üstün kamu gücü yetkisi kullanma ayrıcalığına sahip bu kişiler hakkında uygulanmak üzere olağan dönemdeki yaptırımlardan farklı olarak olağanüstü nitelikte yeni bir tedbir getirilmiştir.
Terör örgütleri ile millî güvenliğe karşı faaliyette bulunduğu kabul edilen yapılara üyelik, mensubiyet, iltisak veya bunlarla irtibat, anayasal düzene sadakat yükümlülüğünün yitirildiğini ortaya koyan ve hâkim ve savcılar hakkında bahse konu olağanüstü tedbirin uygulanmasını gerektiren hâllerdir. Yukarıda yer verilen yapılara üyelik ve mensubiyet olmasa da bu yapılara iltisaklı veya bunlarla irtibatlı bulunulması hâli de anılan tedbirin uygulanabilmesi için yeterlidir. Nitekim davalı idare, yargı mensupları hakkında aldığı meslekte kalmalarının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına ilişkin kararları, anılan yargı mensuplarının FETÖ/PDY terör örgütü ile irtibat ve iltisaklarının sabit olduğu gerekçesiyle tesis etmiştir.
Anayasa Mahkemesi 14/11/2019 tarih ve E:2018/89, K:2019/84 sayılı kararında iltisaklı kavramını ”kavuşan, bitişen, birleşen”, irtibatlı kavramını ise ”bağlantılı” olarak tanımlamıştır. Bu kavramlar ile kişilerin cezai sorumluluğunu gerektiren örgüte üyelik ve mensubiyet kavramlarına nazaran terör örgütleri ile daha az yoğun ve atipik bir bağlantının vurgulandığı açıktır. Bu kapsamda kişilerin terör örgütleri ile irtibat ve iltisaklarının ortaya konulabilmesi için, örgütün amaçlarının gerçekleştirilmesi ya da örgütten yarar sağlamak maksadıyla gerek örgütten gelen talimatlar doğrultusunda gerekse inisiyatif alarak bulundukları hal ve hareketler neticesinde örgüte veya kendilerine yarar sağladıkları ya da örgüt ile amaç birliği veya sosyal birliktelik görünümü içinde oldukları yönünde kanaat oluşması yeterli olacaktır.
Bu bağlamda, üstün bir kamu gücü yetkisi niteliğindeki yargı yetkisini kullanan yargı mensupları yönünden örgüt ile irtibat ve iltisak hususu değerlendirildiğinde, yetki ve nüfuzlarını kullanarak örgütün amaçlarını gerçekleştirmesi için ya da örgütün talimatları doğrultusunda kendilerine veya başkalarına yarar sağlamak için bir takım hal ve hareketlerde bulunmak suretiyle demokratik anayasal düzene sadakat yükümlülüklerini ihlal ettikleri yönünde bir kanaat oluşması halinde örgüt ile irtibat ve iltisaklarının bulunduğunu söylemek mümkün olacaktır.

5) Kişiselleştirme ve Delillerin Değerlendirilmesi
Yargı mensubu olarak görev yapanlar hakkında meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına ilişkin bahse konu olağanüstü tedbirin uygulanması için ilgililerin terör örgütleri ve millî güvenliğe karşı faaliyette bulunduğu kabul edilen yapılara üyelik, mensubiyet veya iltisakını ya da bunlarla irtibatını ortaya koyan delil, bulgu ve bu yönde değerlendirme yapılmasına neden olan hususların idare tarafından ortaya konulması gerekmektedir.
Dava konusu kararların dayanağı olan delillerin, davalı idare tarafından dava konusu işlemlerin tesisinden sonra tespit edilerek dosyaya sunulduğu anlaşılmakta ise de bu delillerin terör örgütleri ile millî güvenliğe karşı faaliyette bulunduğu kabul edilen yapılara üyelik, mensubiyet, iltisak veya bunlarla irtibatı ve anayasal düzene sadakat yükümlülüğünün yitirildiğini ortaya koyan geçmişe ilişkin olay ve olgular olduğu görüldüğünden dava konusu işlemlerin hukuka uygunluğunun değerlendirilmesinde dikkate alınabileceği tabiidir.

a) ByLock Delili
i. ByLock Uygulamasına İlişkin Genel Değerlendirme
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26/09/2017 tarih ve E:2017/16.MD-956, K:2017/370 sayılı kararında belirtildiği üzere ByLock uygulaması, kullanılması için indirilmesi yeterli olmayan ve özel kurulum gerektiren, kullanıcıların haberleşebilmesi için her iki tarafın önceden temin ettikleri kullanıcı adlarını ve kodlarını eklemeden taraflar arasında mesajlaşmanın başlayamadığı, bu bakımından sadece oluşturulan hücre tipine uygun şekilde bir haberleşme gerçekleştirilmesine imkân veren, kriptolu anlık mesajlaşma, e-posta gönderimi, ekleme yoluyla kişi listesi oluşturma, grup içi mesajlaşma, kriptolu sesli görüşme, görüntü veya belge gönderebilme özellikleri bulunan, böylece kullanıcılarının, örgütsel mahiyetteki haberleşmelerini başka herhangi bir haberleşme aracına ihtiyaç duymadan gerçekleştirmesine olanak sağlayan bir iletişim sistemidir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun anılan kararında; ByLock uygulamasının 2014 yılı başlarında uygulama mağazalarında yer alıp bir süre herkesin ulaşımına açık olduğu, bu mağazalardan kaldırılmasından sonra örgüt mensuplarınca harici bellek, hafıza kartları ve bluetooth yoluyla yüklenildiği hususunun yürütülen soruşturma ve kovuşturma dosyalarındaki ifadeler, mesaj ve e-postalardan anlaşıldığı, ByLock üzerinden yapılan iletişimin çözümlenen içeriğinin tamamına yakınının FETÖ mensuplarına ait örgütsel temasa ve faaliyetlere ilişkin olduğu; kullanıcılar tarafından buluşma adreslerinin değiştirilmesi, yapılacak operasyonların önceden bildirilmesi, örgüt mensuplarının yurt içinde saklanması için yer temini, yurt dışına kaçış için yapılan organizasyonlar, himmet toplantıları, açığa alınan veya meslekten çıkarılan örgüt mensuplarına para temini, örgüt liderinin talimat ve görüşlerinin paylaşılması, Türkiye’yi terörü destekleyen ülke gibi göstermek amacına yönelik faaliyette bulunan birtakım internet adreslerinin paylaşılması ve bu sitelerdeki anketlerin desteklenmesi, FETÖ’ye yönelik yürütülen soruşturma ve kovuşturmalarda şüpheli veya sanıkların hâkim ve Cumhuriyet savcılarınca serbest bırakılmasının sağlanması, örgüt mensuplarına müdafi temin edilmesi, örgüt üyelerinden kimlere operasyon yapıldığına ve kimlerin deşifre olduğuna ilişkin bilgilerin paylaşılması, operasyon yapılması ihtimali olan yerlerde bulunulmaması ve bu yerlerdeki örgüt için önemli dijital verilerin arama-tarama mesulü olarak adlandırılan kişilerce önceden temizlenmesi, kamu kurumlarında FETÖ aleyhine görüş bildiren veya yapılanmayla mücadele edenlerin fişlenmesi, sistemin deşifre olduğunun düşünülmesi halinde ByLock iletişim sisteminin kullanımına son verilerek Eagle, Dingdong ve Tango gibi alternatif programlara geçiş yapılacağının haber verilmesi, yapılanmaya mensup kişilerin savunmalarında kullanabilmeleri amacıyla hukuki metinler hazırlanması gibi örgütsel nitelikte ve amaçta mesajlar gönderildiği ifade edilmiştir.
Bylock delilinin hukuki niteliği ile ilgili olarak ise Yargıtay Ceza Genel Kurulunun yukarıda anılan kararında; Avrupa Konseyi Siber Suç Sözleşmesinin 32. maddesi ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununun 4.maddesinin 1.fıkrasının (i) bendi ile 6.maddesinin 1.fıkrasının (d) ve (g) bentlerine uygun şekilde Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından elde edilen Bylock’a ilişkin dijital materyaller hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının talebi üzerine Ceza Muhakemesi Kanununun 134.maddesi gereğince Ankara Sulh Ceza Hakimliğince verilen ”inceleme, kopyalama ve çözümleme” kararına istinaden bilgisayar ve bilgisayar kütüklerindeki iletilerin tespiti işleminde herhangi bir hukuka aykırılık bulunmadığı sonucuna varıldığı görülmüştür.

Nitekim Anayasa Mahkemesi de Bylock verilerinin kanuni bir temele dayanmadan ve hukuka aykırı şekilde elde edildiğine yönelik iddialar yönünden yapılan başvuruda; 04/06/2020 tarih ve Başvuru No: 2018/15231 sayılı kararı ile Anayasanın 36.maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki hakkaniyete uygun yargılanma hakkının ihlal edilmediğine karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi aynı kararında, yapısı, kullanım şekli ve teknik özellikleri itibarıyla sadece FETÖ/PDY mensuplarınca -örgütsel iletişimde gizliliği sağlama amacıyla- kullanılan kriptolu iletişim ağının başvurucu tarafından kullanılmasının terör örgütüne üye olma suçu açısından mahkumiyete dayanak olarak alınmasının, adil yargılanma hakkı kapsamındaki usul güvencelerini etkisiz hale getiren keyfi bir uygulama olarak değerlendirilemeyeceği tespitinde de bulunmuştur.
Öte yandan Dairemizde derdest olan dava dosyalarında, yargı mensubu olarak görev yapmakta iken haklarında meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmalarına karar verilmiş olan bazı kişilerin ByLock uygulamasına ilişkin birtakım ifadelerde bulunduğu görülmüştür:
Yargı mensubu olarak görev yapmış olan … isimli şahıs tarafından … Ağır Ceza Mahkemesine sunulmuş beyan: “Bana ByLock adlı programı indirmemi 2014 Temmuz’da … adlı kişi söyledi. Önce VPN programını daha sonra da ByLock’u kurmamı, VPN’yi açmadan ByLock’u kullanmamam gerektiğini açıkladı. Daha sonra beni kendisi ekledi ve onaylamamı söyledi. Böylece buradan daha güvenli mesajlaşabilecektik onlara göre. Çünkü 2014 HSYK seçimleri yaklaşmaktaydı ve hızlı bir haberleşme ağı lazımdı.”
Yargı mensubu olarak görev yapmış olan ve ifadesine başvurulan … isimli şahsa ait Malatya Cumhuriyet Başsavcılığında düzenlenen 16/10/2016 tarihli sorgulama tutanağı: “2014 HSYK seçimlerinden yaklaşık 3-4 ay önce …’nin evinde toplanmıştık. … abi denilen kişi bir programdan bahsetti. Bu program üzerinden haberleşeceğimizi söyleyerek telefonlarımızı istedi. Kendisi telefonlarımıza ByLock denilen programı söz konusu sohbet sırasında yükledi. …ByLock programını kullanan cemaatteki herkesin paylaşımlarını görmek mümkün değildi. Sadece arkadaş listesi (grup) şeklinde oluşturulan arkadaşlarla konuşabilmekte ve yazılar paylaşabilmekteydik. …HSYK seçimlerinin sonuna kadar ByLock programı üzerinden haberleşme sağlanıyordu. Cemaat mensuplarının istemleri doğrultusunda seçimlerden sonra ByLock programını sildim.”
Yargı mensubu olarak görev yapmış olan ve ifadesine başvurulan … isimli şahsa ait Erzurum Cumhuriyet Başsavcılığında düzenlenen 22/03/2017 tarihli sorgulama tutanağı: “… isimli şahıs telefonuma ByLock yüklemek istedi. Ancak akıllı telefonum olmadığı için yükleyemedi. Ben de eşimin telefonunu kendisinden habersiz aldım. Bir şeyler yaptı. Bundan sonra buradan haberleşeceğiz dedi. …Burak, hâkim ve savcıların kişisel bilgilerini (dünya görüşü, siyasi görüş vs.) özellikle ByLock’tan ona atmamı istiyordu. …Burak bana tablet almamı, başka bir akrabamın adına hat almamı söyledi. Ancak ben bunu da yapmadım. Daha sonra Burak, bana içinde hat olan bir tablet getirdi. Tablette ByLock programı yüklüydü. Gelen yazıları okuyordum. Ayrıca bana tablette silme programını gösterdi. Herhangi bir durumda onu kullanmamı söyledi.”
Yargı mensubu olarak görev yapmış olan ve ifadesine başvurulan … isimli şahsa ait Çankırı Cumhuriyet Başsavcılığında düzenlenen 02/03/2017 tarihli şüpheli ifade tutanağı: “2014 yılının Ağustos ayında … çalıştığı yer olan Silivri’ye gelmemi söyledi. Silivri’ye gittikten sonra beni oradan alıp Silivri İlçesinde oturan …’nin evine götürdü. Burada … kod adlı şahıs da vardı. Kendisi telefonumu istedi. Kendisi bana ByLock isimli programı yükledi. Artık buradan haberleşeceğimizi bana söyledi. Çünkü benim tek kaldığımı, bir şekilde haberleşmemiz gerektiğini söyledi. 2015’in Şubat ayına kadar bu program üzerinden haberleştik.”
Bu durumda, FETÖ tarafından gizliliği sağlamak için örgütsel haberleşme amacıyla oluşturulduğu ve münhasıran FETÖ tarafından kullanıldığı anlaşılan ByLock uygulamasının yüklendiğinin, bu ağa dâhil olunduğunun tespit edilmesi hâlinde, bu kişilerin örgüte üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut örgütle irtibatı ortaya konulmuş olabilecektir.

ii. ByLock Delilinin Davacı Yönünden Değerlendirilmesi
Dava dosyasında, Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı tarafından davacı hakkında düzenlenmiş “ByLock Tespit Tutanağı” yer almaktadır. Anılan tutanakta, … Cumhuriyet Başsavcılığınca … tarih ve … sayılı soruşturma kapsamında gönderilen ByLock abone listeleri üzerinde yapılan çalışmalarda davacının 129.862 satırlık ByLock abone listesinin 112706. satırında kaydının olduğu, tespit edilen GSM aboneliğinin …, tespit edilen cihaza ait IMEI numarasının … olduğu belirtilmiştir.
Bununla birlikte, davacının yargılandığı … Ağır Ceza Mahkemesinin E:… sayılı dosyasında, BTK’dan gelen iletişimin tespiti kayıtları ile 13/03/2018 tarihli bilirkişi raporuna göre davacının adına kayıtlı … numaralı GSM hattı ile 11/08/2014-10/04/2015 tarihleri arasında ByLock programına tahsis olunan sunuculara çoğunlukla davacının görev yerlerinden olan Çanakkale İlinde farklı yerlerde bulunan baz istasyonlarından toplam 1968 kez bağlantı kurduğu tespit edilmiştir.
Davacı tarafından, bu delile karşı herhangi bir beyanda bulunulmamıştır.
Netice itibarıyla davacı hakkında düzenlenen “ByLock Tespit Tutanağı”nın incelenmesinden; davacı tarafından … GSM numarasından, … IMEI numaralı cihazla ByLock uygulamasının yüklendiği anlaşılmaktadır.

b) Davacı Hakkındaki Tanık Beyanları
Davacı hakkındaki tanık beyanları şu şekildedir:
Yargı mensubu olarak görev yapmış olan ve ifadesine başvurulan … isimli şahsa ait Tokat Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen 30/11/2017 tarihli sorgulama tutanağı: ”…13.dönem hakim-savcı adaylarından …’un yapı evliliği yaptığını biliyorum. Evlendiği kişi … Boyabatta görev yaptığı sürede ileriki aşamalarda anlatacağım T5 toplantılarına katılıyordu. … bana … ile nasıl evlendiğini anlatmıştı. … ile …’un anlaşamayıp üç ay sonra ayrıldıklarını biliyorum. …Zaten yapıda bulunan bir bayanın yapı dışından biriyle evlenmesi yasaktı. Bu nedenle bu yapının çalışma, mülakat ve staj evlerinde kalan ya da meslek hayatında yapı içerisinde yer alan bayanlar yapı evliliği yapmıştır. Bunun dışında 13.dönemden yapı evliliği yaptığını hatırladığım başkada kimse yoktur. …. yapı evliliği yaptığı …’dan boşanarak Boyabat’a atanmıştı. …93-…; Kahramanmaraşlıdır. Hangi okuldan mezun olduğunu bilmiyorum. Beyaz tenli, uzun boyludur. Hakim veya savcı olabilir emin değilim. … ile yapı evliliği yapıp boşanan kişidir. Yapı içerisindeki görevini bilmiyorum. Görsem teşhis edebilirim. 94- …; … ile yapı evliliği yapıp boşanan kişidir.”
Yargı mensubu olarak görev yapmış olan ve ifadesine başvurulan … isimli şahsa ait … Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen 31/10/2016 tarihli sorgulama tutanağı: ”…adaylık evinde …Bildiğim ev sorumluları; 1-…, (2 evin sorumlusuydu. Başka ne görevi olduğunu bilmem. Kendisi Edirne taraflarında savcılık yapmaktaydı. Son durumunu bilmiyorum. Şu an 13.Dönem Adli Yargı albümünde resmini gösterdiğim 185. Sayfada bulunan … sicil numaralı hakim adayıdır), …”
Yargı mensubu olarak görev yapmış olan ve ifadesine başvurulan … isimli şahsa ait Tokat Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen 31/01/2017 tarihli şüpheli ifade tutanağı: ”…yapının diğer staj evlerinde kaldığını bildiğim şahıslar vardır, bu şahıslar; …, …, … vardı. Bu şahısların yapıya ait diğer staj evlerinde kaldığını biliyorum ancak hangi evlerde ne şekilde kaldıklarını bilmiyorum. …bu şahısların hepsini de görsem teşhis ederim. Bu şahıslar benim dönem arkadaşlarımdır.”
Bununla birlikte dava dosyasında yer alan 30/01/2017 tarihli teşhis tutanağında, ifade sahibi tarafından …’un net ve kesin bir şekilde teşhis edilmiş olduğu görülmektedir.
Yargı mensubu olarak görev yapmış olan ve ifadesine başvurulan … isimli şahsa ait Hakimler ve Savcılar Kurulu müfettişlerince düzenlenen 16/03/2017 tarihli tanık ifade tutanağı: ”…: Kendisi ile 2010 yılında Balgat/Cevizlidere semtinde FETÖ/PDY’ye ait hakimlik ve savcılık sınavlarına çalışma evinde birlikte kaldık. Ankara Üniversitesi mezunudur. Kahramanmaraşlıdır. Adli yargı sınavını kazandığını duydum. Daha sonra Çanakkale’de yakın yerlerde çalıştık, bu şekilde birkaç kez gördüm. 2013-2014 yılları olabilir. Lapseki’de görev yapıyordu, tesadüfen karşılaştık, örgütsel bir toplanma değildi.”
Yargı mensubu olarak görev yapmakta olan ve bilgisine başvurulan … isimli şahsa ait Hakimler ve Savcılar Kurulu müfettişlerince düzenlenen 12/04/2017 tarihli tanık ifade tutanağı: ”…Staja başladıktan sonra … ve … ilk maaşımın tamamını sonraki maaşlarımın ise %15’ni benden istediler. Ancak ben bu parayı kesinlikle kendilerine vermedim. Kurban bağışı adı altında para da istemişlerdi. Ancak böyle bir bağışta da bulunmadım. … ve … benden Cuma namazlarına gitmememi söylediler. Ben buna itiraz ettim. Örgüte itaat etmedim. Bunun üzerine Yenimahalle semtindeki bir çay bahçesine beni çağırdılar. İkisiyle burada görüştüm. Bana örgüte itaat etmediğimi, benden adam olmayacağını, terör örgütleri ile bağlantımı tespit edemedikleri için dua etmem gerektiğini söyleyip FETÖ staj evini ve Ankara’yı terk etmemi istediler. …(…): …İlk maaşının tamamını, sonraki maaşlarının %15’ni FETÖ/PDY terör örgütüne vermişti. Paraları … topluyordu. …(…): …İlk maaşının tamamını, sonraki maaşlarının %15’ni FETÖ/PDY terör örgütüne vermişti. Paraları … topluyordu. … (…): …İlk maaşının tamamını, sonraki maaşlarının %15’ni FETÖ/PDY terör örgütüne vermişti. Paraları … topluyordu. … (…): 13. Dönem Adli Yargı hakim Adaylığı stajından dönem arkadaşımdır. Staja başladıktan sonra Ankara Yenimahalle semtinde bulunan FETÖ/PDY bağlantılı hakim-savcı staj evinde kalmıştır. Ankara’da o dönem bulunan FETÖ/PDY bağlantılı staj evlerinden sorumlu kişilerden birisiydi. Staj evlerinden sorumlu olduğunu kendisi söylemişti. Ayrıca hakim-savcı adaylarından maaşlarının bir kısmını örgüt adına alan ve kurban bağışlarını örgüt adına toplayan kişidir. 13. Dönem Adli Yargı hakim-savcı adayları içerisinde FETÖ/PDY örgütünün elebaşlarından birisidir. Adli yargıda hakim-savcı olarak görev yaparken FETÖ/PDY iltisakı ve irtibatı nedeniyle HSYK tarafından meslekten çıkarıldığını biliyorum. …’nin FETÖ/PDY örgütü ile bağlantılı olduğunu …’dan duymuştum.”
Yargı mensubu olarak görev yapmakta olan ve bilgisine başvurulan … isimli şahsa ait Midyat Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen 26/08/2016 tarihli tanık beyanı: ”…Lapseki ilçesinde görev yapan Cumhuriyet Savcısı … beni telefon ile arayarak birlikte Biga ve Çan’da organize edilen yemeğe gitmeyi teklif etti, ben bu yemeklerin seçim propagandası amacıyla olduğunu bildiğim için gitmeyeceğimi söylemiştim, … bu konuda çok ısrar etmişti ancak ben kendisine gelmeyeceğimi söyleyerek gitmedim. …’un da bu kişilerle birlikte seçim propagandası yürüttüğüne ilişkin duyumdan ibaret bilgilerim vardır. Zaten yemekli organizasyonlarına katılıyordu.”
Yargı mensubu olarak görev yapmakta olan ve bilgisine başvurulan … isimli şahsa ait Çanakkale Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen 07/09/2016 tarihli tanık beyanı: ”…Ben 2014 yılı yaz kararnamesinden bu yana … Adliyesinde … Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı ve Komisyon Başkanı olarak görev yapmaktayım. …Seçim çalışmaları döneminde o dönemde Yargıtay Cumhuriyet Savcısı olduğunu bildiğim … tarafından Çanakkale’de görev yapan hakim savcıların katılımı ile oluşturulan ”…” adında bir WhatsApp grubu kurulduğunu haricen öğrendim. Ben bu grubun üyesi değilim. Ancak çoğunlukla Çanakkale Mülhakat adliyelerinde görev yapan hakim ve cumhuriyet savcılarının katılımcı olduğunu biliyorum. Bu gruba üye olan arkadaşlarla yaptığımız görüşmelerde özellikle YBP’ye bağlı adayların veya bu grubu destekleyen meslektaşların adliyeleri ziyaret etmelerinden oldukça rahatsız olduklarına dair paylaşımlarda bulunduklarını, o dönem Lapseki Cumhuriyet Savcısı olarak görev yapan Nuh Uzun’un bu şekilde paylaşımlar yaptığını, Ezine’de görev yapan bazı hakim ve savcıların Ezine’de toplam 6 hakim ve savcı olması sebebi ile seçimde 6-0 şeklinde oy kullanacakları ve bu oyları bağımsız adaylara verecekleri şeklinde paylaşımlar yaptıklarını haricen öğrendim. … Cumhuriyet Savcısı … sayım ve döküm işleri yapılırken adliyede hazır bulundular be bu işlemlere müşahitlik yaptılar.”
Yargı mensubu olarak görev yapmış olan R.A. tarafından, Aydın Cumhuriyet Başsavcılığı’na hitaben yazılan 02/11/2016 tarihli dilekçede şu ifadelere yer verilmiştir: ”…HSYK Genel Kurulu’nun … tarihli ve … tarihli meslekten ihraç kararlarındaki isim listelerindeki … adlı kişi de ev abisi idi. İsimlerini görünce doğrusu hiç şaşırmadım.”
Öte yandan, davacının “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçundan yargılandığı … Ağır Ceza Mahkemesinin … tarih ve E:…, K:… sayılı gerekçeli kararında;
Tanık …’nın beyanı: ”…SEGBİS ile gösterdiğiniz şahıs Nuh Uzun’dur, …kendisinin üniversitede ev abisi olduğunu biliyorum, bende Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde 2006-2010 yıllarında okudum kendisi ile aynı sınıftaydım, …abi olduğunu herkes bilirdi, …”
Davacı bu ifadelere karşı herhangi bir beyanda bulunmamıştır.
Bu durumda, davacının örgütün içinde aktif olarak yer aldığına, üniversitede örgüt evlerinde kaldığına ve ev abiliği yaptığına, sınavlara örgütün hakim-savcı sınav çalışma evlerinde hazırlandığına, hakim adaylığı döneminde örgütün staj evlerinde kaldığına ve bu evlerden sorumlu olduğuna, 2014 yılı HSK seçimlerinde örgütün sözde ”bağımsız” adaylarını desteklediğine ve seçim günü örgüt lehine müşahitlik yaptığına, örgüt tarafından düzenlenen etkinliklere katıldığına, katalog evlilik yaptığına, örgüt adına himmet topladığına ve diğer hususlara yönelik yukarıda yer verilen ifadelerin değerlendirilmesi sonucunda, davacının FETÖ ile süregelen bir ilişki içerisinde olduğu sonucuna varılmıştır.

c) Diğer Hususlar
Davacının yargılandığı … Ağır Ceza Mahkemesinin .. tarih ve E:…, K:… sayılı gerekçeli kararında; davacıya ait dijital materyaller üzerinde yapılan inceleme neticesinde tanzim edilen raporlarda, ”… ” isimli klasör ile örgüt liderine ait resimlerin bulunduğu tespit edilmiştir.
Davacı tarafından bu tespit ile ilgili herhangi bir beyanda bulunulmamıştır.
Netice itibarıyla davacıya ait dijital materyaller içerisinde ”… ” isimli klasör ile örgüt liderine ait resimlerin bulunması hususunun yukarıda yer verilen diğer tespitler ile birlikte değerlendirilmesinden davacının, FETÖ ile iltisak ve irtibatını ortaya koyan destekleyici bir unsur olduğu sonucuna varılmıştır.

6) Dava Konusu Kararların Temel Hak ve Özgürlükler Bağlamında Değerlendirilmesi
Davacı, dava konusu kararlar ile bazı temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edildiğini ileri sürmekle birlikte bu ihlal iddialarının özü davacının meslekten çıkarılmasına dayanmaktadır.
Bu kapsamda, davacı hakkında tesis edilen meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına ilişkin karar ile bu karara karşı yapılan yeniden inceleme talebinin reddine ilişkin kararın, AİHS’in 8. ve Anayasa’nın 20. maddesinde yer alan “özel hayata saygı hakkı” çerçevesinde değerlendirilmesi gerekmektedir.
Zira, AİHM tarafından dinamik bir şekilde yorumlanan ve sosyal hayattaki yansımaları kapsamında genişletilebilen “özel hayat” kavramı, eksiksiz bir tanım getirmenin mümkün olmadığı bir kavram olarak görülmekte, bu bağlamda bireylerin kişiliklerini geliştirmelerine ve mesleki yaşamlarına etki eden her durum özel hayata saygı hakkına dâhil edilmektedir. Nitekim AİHM, bireylerin genellikle iş ya da mesleki faaliyetleri sırasında dış dünya ile ilişkiler kurduklarını ve geliştirdiklerini belirterek ve bireyin iş hayatı ile özel hayatını birbirinden ayırmanın güçlüğünün altını çizerek, mesleki faaliyetlerin de özel hayata saygı hakkı kapsamında olduğunu belirtmiştir (Niemietz/Almanya, B. No: 13710/88, 16/12/1992, § 29). AİHM’e göre özel hayat, bir bireyin başka bireylerle, mesleki ve iş ilişkileri de dâhil olmak üzere, ilişki kurma ve geliştirme hakkını kapsamaktadır (C./Belçika, B. No: 21794/93, 07/08/1996, § 25).
Dava konusu edilen kararlar, davacının meslek yaşamının sona ermesi sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle söz konusu kararlar özel hayata saygı hakkı üzerindeki sonuçları itibarıyla AİHS’in 8. ve Anayasa’nın 20. maddeleri ile güvence altına alınan özel hayata saygı hakkına yönelik bir müdahale oluşturmaktadır.
AİHS’in 8. maddesinin ikinci fıkrasına göre özel hayata saygı hakkının kullanılmasına bir kamu makamının müdahalesi ancak “kanunla öngörülmüş olma”, aynı maddede sayılan “meşru amaçlardan birini gerçekleştirmeye yönelik olma” ve “demokratik bir toplumda gerekli olma” ölçütlerini karşılama şartıyla mümkündür. Anayasa’nın 20. maddesinin 13. maddesi ile birlikte değerlendirilmesi sonucunda ise özel hayata saygı hakkına müdahale edilebilmesi için müdahalenin “şekli anlamda belirli ve öngörülebilir bir kanuni dayanağının bulunması”, “anayasal meşru bir amaca ulaşmaya yönelik olması” ve “demokratik toplum düzeninin gerekleri ile ölçülülük ilkesine uygun olması” gerekmektedir.
Dolayısıyla dava konusu kararlarla ortaya çıkan özel hayata saygı hakkına yönelik müdahalenin ihlal oluşturup oluşturmadığı hususunun, AİHS ve Anayasa bağlamında, kanunilik, meşru amaç ve demokratik bir toplumda gerekli olma ile ölçülülük ilkeleri doğrultusunda irdelenmesi gerekmektedir.
Ayrıca, demokratik toplum düzenini tehdit eden olağanüstü hâlin varlığı hâlinde AİHS’in 8/2 ve Anayasa’nın 13. maddesinde bir temel hak ve özgürlüğe kamusal makamlar tarafından müdahale edilebilme şartlarını ortaya koyan güvencelere aykırı tedbirlerin alınması ya da bu güvencelerin daha düşük standartta sağlanabilmesi söz konusu olabilmektedir. Böyle bir durum gerçekleştiği takdirde AİHS’in 15. ve Anayasa’nın 15. maddeleri uygulanabilir hâle gelmektedir.
AİHS’in 15. maddesinin birinci fıkrasında, savaş veya ulusun varlığını tehdit eden bir genel tehlike hâlinde sözleşmeci devletlerin durumun gerektirdiği ölçüde ve uluslararası hukuktan doğan başka yükümlülüklere ters düşmemek koşuluyla bu sözleşmede öngörülen yükümlülüklere aykırı tedbirler alabileceği belirtilmiş; ikinci fıkrasında ise bu hâllerde dahi AİHS’te öngörülen yükümlülüklere aykırı tedbirlerin alınamayacağı hak ve özgürlükler sayılmıştır.

Bu doğrultuda Anayasa’nın 15. maddesinde de olağanüstü hâllerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının kısmen veya tamamen durdurulabileceği veya bunlar için Anayasa’da öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabileceği belirtilmiştir. Anılan maddenin ikinci fıkrasında ise Anayasa’da öngörülen güvencelere aykırı tedbirlerin alınamayacağı hak ve özgürlükler sayılmıştır.
Dava konusu kararlar, davalı idare tarafından, 667 sayılı KHK’nın 3. maddesi uyarınca tesis edilmiştir. Anılan KHK, 6749 sayılı Kanun’la TBMM tarafından değiştirilerek kabul edilmiş ve 29/10/2016 tarih ve 29872 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Sonuç olarak davacı hakkında dava konusu kararların tesis edildiği tarih itibarıyla bu kararlara dayanak KHK’nın yürürlükte olduğu ve öngörülen anayasal usul dâhilinde daha sonra kanunlaştığı görülmektedir. Bu nedenle özel hayata saygı hakkına müdahale niteliği taşıyan dava konusu kararlar, öngörülebilir ve belirli bir kanun hükmü uyarınca tesis edilmiş olup müdahale kanunilik şartını taşımaktadır.
Zira dava konusu kararlara gerekçe olarak gösterilen irtibat ve iltisak kavramları yönünden Anayasa Mahkemesi tarafından 14/11/2019 tarih ve E:2018/89, K:2019/84 sayılı kararında yapılan değerlendirmede, terör örgütleriyle irtibatlı ve iltisaklı olma durumu farklı şekillerde ortaya çıkabileceğinden bunların kanun koyucu tarafından önceden belirlenmesi ve kanunda tek tek sayılması zorunluluğundan söz edilemeyeceği ifade edilmiştir. Anayasa Mahkemesine göre irtibat ve iltisak kavramları genel kavram niteliğinde olmakla birlikte, bu kavramların belirsiz ve öngörülemez nitelikte olduğunu söylemek mümkün olmadığından, hukuki nitelikleri ve objektif anlamları yargı içtihatlarıyla belirlenebilecektir.
AİHS’in 8. maddesinin ikinci fıkrasında özel hayata saygı hakkının kullanılmasına ulusal güvenlik ve kamu güvenliğinin sağlanması amacıyla müdahale edilebileceği öngörülmüştür. Anayasa’nın 20. maddesinin birinci fıkrasında ise özel bir sınırlama nedeni öngörülmemiştir. Bununla birlikte Anayasa Mahkemesinin kararlarına göre özel sınırlama nedeni öngörülmemiş olan hakların dahi hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunmaktadır. Ayrıca Anayasa’nın diğer maddelerinde yer alan kurallara dayanılarak da bu hakların sınırlanması mümkün olabilmektedir. Anayasa’nın 5. maddesinde Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak Devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır (AYM, E.2014/87, K.2015/112, 08/12/2015, § 7; Sevim Akat Eşki, B. No: 2013/2187, 19/12/2013, § 33). Dava konusu kararlar, FETÖ ile üyelik, mensubiyet, iltisak veya irtibatı bulunan ilgililer hakkında ülkenin içinde bulunduğu tehdit ve kamu düzeninin bozulması ihtimali doğduğundan ivedi şekilde karar alma zorunluluğu nedeniyle ve millî güvenliğin, kamu düzeninin ve başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla tesis edilmiştir. Bu nedenle FETÖ ile iltisak ve irtibatı olan ve dava konusu kararların tesis edildiği tarih itibarıyla kamu gücünün güçlü bir tezahürü niteliğinde yargı yetkisi kullanan davacının meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına karar verilmesi suretiyle özel hayata saygı hakkına yapılan müdahale meşru bir amaca dayanmaktadır.
Dava konusu kararlar ile davacının özel hayata saygı hakkına yapılan müdahale, zorlayıcı bir toplumsal gereksinim olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim 15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan darbe teşebbüsü nedeniyle “ulusun varlığını tehdit eden genel bir tehlike”nin bulunduğu açıktır (Alparslan Altan/Türkiye, B. No: 12778/17, 16/04/2019, §§ 71-75). Bu tehlike, ulusun ve Devlet teşkilatının varlığı için tehdit teşkil eden, kamu düzenini etkileyen, olağandışı bir kriz niteliğindedir. Bununla birlikte darbe teşebbüsünün faili olan FETÖ’nün, yukarıda belirtildiği üzere atipik ve kendine özgü niteliği göz önüne alındığında, bu tehlikeye karşı alınan ve davacının yargı yetkisini kullanmasına son veren dava konusu tedbirin de yaşanan özellikli durumun ortaya çıkardığı zorunluluktan ve bu durumun faili olan örgütün Devleti ele geçirmeyi amaç edinen niteliğinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle anılan olağanüstü koşullar altında ve olağan demokratik düzene geri dönebilmek amacıyla söz konusu terör örgütü ile iltisak ve irtibatı bulunan davacının yargı yetkisini kullanmasına son veren tedbirin demokratik bir toplumda gereklilik arz ettiği açıktır.
Türkiye Cumhuriyeti tarafından 23/07/2016 tarihinde Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine, Türkiye’de 21/07/2016 tarihinde olağanüstü hâlin yürürlüğe girmesiyle birlikte AİHS’in 15. maddesinde öngörüldüğü şekliyle Sözleşme’den doğan yükümlülükler bağlamında daha az güvence sağlanabileceği kaydıyla derogasyon bildiriminde bulunularak milletlerarası hukuktan doğan yükümlülük yerine getirilmiştir.
AİHS’in 15. maddesi ile uygulama alanı bulan, “ulusun varlığını tehdit eden genel bir tehlikenin varlığı” hâlinde söz konusu tehlikeyi bertaraf etmek için ne yapmak gerektiğini takdir ve tayin etmek ulusun yaşamından sorumlu devlete aittir. İçinde bulunulan durumun kendine mahsus özellikleri nedeniyle bu özellikli durumu değerlendirmek hususunda, söz konusu tehlikeyi bertaraf edecek devletin, uygulayacağı tedbirler bakımından, olağan dönemdekinden çok daha geniş bir takdir marjına sahip olduğunu kabul etmek gerekmektedir (İrlanda/İngiltere [GK] B. No: 5310/71, 18/1/1978, § 207).
Dava konusu kararların müdahalede bulunduğu özel hayata saygı hakkının AİHS’in 15. maddesinin ikinci fıkrası ile Anayasa’nın 15. maddesinin ikinci fıkrasında yer verilen ve olağanüstü hâllerde dahi AİHS ve Anayasa’da öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınamayacağı belirtilen haklardan olmadığı açıktır.
Bu durumda, demokratik kurumlara ve demokratik toplum düzeninin bizatihi kendisine karşı yapılan darbe teşebbüsü sonrasında, bahse konu teşebbüsün faili olan FETÖ ile iltisak ve irtibatı olduğu gerekçesiyle hakkında tesis edilen dava konusu kararlar ile yargı mensubu olarak görev yapması nedeniyle üstün kamu gücü ayrıcalığına sahip olan davacının, meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına karar verilmesi suretiyle özel hayatına saygı hakkına yapılan müdahalenin, AİHS ve Anayasa anlamında durumun gerektirdiği ölçüde bir tedbir olduğu anlaşılmıştır.

7) Sonuç olarak
Dava dosyasında bulunan bilgi ve belgeler ile yukarıda yer verilen açıklamalar bir bütün olarak değerlendirildiğinde; davacının, FETÖ ile iltisak ve irtibatının olduğu ve bu nedenle demokratik anayasal düzene sadakat yükümlülüğünü ihlal ettiği anlaşıldığından dava konusu kararlarda hukuka aykırılık görülmemiştir.
Dava konusu kararlarda hukuka aykırılık görülmediğinden davacının bu kararlar nedeniyle yoksun kaldığı özlük ve parasal haklarının yasal faiziyle birlikte iadesine karar verilmesine yönelik isteminin de reddi gerekmektedir.

D) KARAR SONUCU:
Açıklanan nedenlerle;
1. Hâkimler ve Savcılar Kurulu Genel Kurulunun … tarih ve … sayılı kararı ile yine aynı Kurulun … tarih ve … sayılı kararının iptali istemi yönünden DAVANIN REDDİNE,
2. Davacının bu kararlar nedeniyle yoksun kaldığı özlük ve parasal haklarının yasal faiziyle birlikte iadesi istemi yönünden DAVANIN REDDİNE,
3. Ayrıntısı aşağıda gösterilen toplam … TL yargılama giderinin davacı üzerinde bırakılmasına,
4. Posta gideri avansından artan tutarın kararın kesinleşmesinden sonra davacıya iadesine,
5. Karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca belirlenen … TL vekâlet ücretinin davacıdan alınarak davalı idareye verilmesine,
6. Bu kararın tebliğ tarihini izleyen 30 (otuz) gün içerisinde Danıştay İdari Dava Daireleri Kuruluna temyiz yolu açık olmak üzere, 24/11/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

ÇİFT VADE TAŞIYAN BONO- KAMBİYO SENETLERİNE ÖZGÜ HACİZ YOLUYLA TAKİP

T.C
YARGITAY
12. Hukuk Dairesi

2015/12186 E. , 2015/24272 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Tunceli İcra Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 30/12/2014
NUMARASI : 2014/25-2014/42

Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :
Alacaklı tarafından bonoya dayalı olarak başlatılan kambiyo senetlerine özgü haciz yolu ile icra takibinde, örnek 10 numaralı ödeme emri tebliği üzerine borçlunun yasal süre içerisinde icra mahkemesine başvurusunda, borca itirazının yanı sıra, takip dayanağı bonoda çift vade bulunduğunu, bu nedenle kambiyo senedi vasfında olmadığını ileri sürerek takibin iptalini talep ettiği, mahkemece; ‘borca itirazın ispatlanamadığı, senet metninde düzenleme tarihi sehven vade tarihi olarak yazıldığından çeşitli vadeler bulunduğundan söz edilemeyeceği’ gerekçeleri ile istemin reddine karar verildiği anlaşılmıştır.
İİK’nun 170/a-2.maddesi gereğince, icra mahkemesi, müddetinde yapılan şikayet veya itiraz dolayısıyla,usulü dairesinde kendisine intikal eden işlerde takibin müstenidi olan kambiyo senedinin bu vasfı haiz olmadığı veya alacaklının kambiyo hukuku mucibince takip hakkına sahip bulunmadığı hususlarını re’sen dikkate alır.
Takip dayanağı senedin düzenleme tarihi itibariyle uygulanması gereken 6102 sayılı TTK’nun 778. maddesi göndermesi ile bonolar hakkında da uygulanması gereken TTK’nun 703.maddesine aykırı olarak çift vadeli olarak düzenlenen senetler bono vasfında sayılamaz.
Somut olayda, takip dayanağı senette, ‘ödeme günü’ başlığı altında 15.04.2014 tarihinin yazılı olduğu, senedin metin kısmında ise 13.08.2013 tarihinin yazılı olduğu, bu haliyle söz konusu senedin çift vade taşıdığı görülmektedir. Çift vadeli senet kambiyo senedi vasfında olmadığından bu belgeye dayanılarak kambiyo senetlerine mahsus haciz yolu ile takip yapılamaz.
O halde mahkemece; İİK’nun 170/a maddesi gereğince takibin iptaline karar verilmesi gerekirken bu hususun gözardı edilerek istemin reddi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.
SONUÇ : Borçlunun temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366. ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 13/10/2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

VELAYETİN DEĞİŞTİRİLMESİ- ANNE YÖNÜNDEN ALINAN RAPOR İLE BABA YÖNÜNDEN ALINAN RAPORLAR ARASINDA ÇELİŞKİ BULUNMASI

T.C
YARGITAY
2. Hukuk Dairesi

2020/2066 E. , 2020/3256 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi
DAVA TÜRÜ : Karşılıklı Boşanma

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda bölge adliye mahkemesi hukuk dairesince verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı-davalı erkek tarafından temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davacı-davalı erkeğin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.
2-Mahkemece 2004 doğumlu Davut, 2007 doğumlu … , 2009 doğumlu … , 2012 doğumlu … ve 2013 doğumlu Fadimeana’nın velâyeti anneye verilmiştir.
Velâyet kamu düzenine ilişkindir ve velâyetin düzenlenmesinde asıl olan çocuğun üstün yararıdır. Çocukla ana ve baba yararının çatışması halinde, çocuğun yararına üstünlük tanınması gereklidir. Çocuğun yararı ise; çocuğun bedensel, fikri ve ahlaki bakımdan en iyi şekilde gelişebilmesi ve böyle bir gelişmenin gerçekleştirilmesi için, çocuğa sosyal, ekonomik ve kültürel koşulların sağlanmış olmasıdır. Çocuğun bu konulardaki üstün yararını belirlerken; çocuk yetişkin biri olmuş olsaydı, kendisini ilgilendiren bir olayda, kendi yararı için ne gibi bir karar verebilecekti ise, çocuk için karar verme makamındaki kişinin de aynı yönde karar vermesi gerekir. Bir başka ifadeyle, çocuğun farazi düşüncesi esas alınacaktır.
Bu sebeple, mahkemece 4787 sayılı Kanun’un 5. maddesi uyarınca, psikolog, pedagog ve sosyal çalışmacıdan oluşan uzmanlardan, her iki ebeveyn ile görüşmek suretiyle rapor alınmalıdır. Tarafların barınma, gelir, sosyal ve psikolojik durumlarına göre çocuğun sağlıklı gelişimi için velâyeti üstlenmeye engel bir durumunun bulunup bulunmadığının araştırılması gerekir.
Alınan rapor, çocuğun görüşü ve diğer deliller de göz önüne alınarak, çocuğun ebeveyninden hangisi yanında kalmasının menfaatine olacağı tespit edilerek velayet konusunda bir karar verilmesi gerekir.
Yukarıdaki açıklamalar ve tüm dosya kapsamından; mahkemece yargılama sürecinde 28.11.2017 tarihinde ve 31.01.2018 tarihinde iki rapor alındığı görülmektedir. Bu raporlar arasında çelişki mevcuttur. Zira ilk raporda, babanın çocuklarla ilgilendiği, ihtiyaçlarını karşıladığı, çocukların baba yanında mutlu oldukları ve birbirlerinden ayrılmak istemediklerinden bahisle velâyetin babaya verilmesi uygun görülmüştür.
İkinci raporda ise, annenin velayeti üstlenecek nitelikte olduğu, çocukların anne yanında mutlu oldukları bu nedenle velâyetin anneye verilmesinin uygun olacağı ifade edilmiştir. Hal böyle olunca, söz konusu raporlar arasındaki çelişki giderilmeksizin sonradan alınan rapor esas alınarak hüküm tesis edilmesi doğru olmamıştır.
O hâlde, yeniden psikolog, pedagog ve sosyal çalışmacı niteliğindeki uzmanlardan, ortak çocukların anne ve baba yanındaki barınma ve yaşama koşullarını da değerlendirir içerikte sosyal inceleme raporu alınarak iki rapor arasındaki çelişkinin giderilmesi ve tüm deliller birlikte değerlendirilip, ebeveynlerinden hangisi yanında kalmasının çocukların üstün yararlarına bir başka deyişle menfaatlerine uygun olup olmayacağı tespit edilip, iki rapor arasındaki çelişki giderildikten sonra oluşacak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile velayet yönünden yazılı şekilde karar verilmesi doğru bulunmamış, bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ:Temyiz edilen hükmün yukarıda 2. bentte gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma sebebine göre iştirak nafakasına ilişkin itirazların şimdilik incelenmesine yer olmadığına, kararın bozma kapsamı dışında kalan temyize konu diğer bölümlerin ise yukarıda 1. bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, dosyanın ilgili bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine gönderilmesine oybirliğiyle karar verildi.23.06.2020 (Salı)

SOSYAL İNCELEME RAPORUNUN BAĞLAYICILIĞININ BULUNMADIĞI- VELAYETİN DEĞİŞTİRİLMESİ

T.C
YARGITAY
2. Hukuk Dairesi
ESAS: 2020/6360
KARAR: 2021/431

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi
DAVA TÜRÜ : Karşılıklı Boşanma

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı-karşı davalı kadın tarafından temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
1-Dosyadaki yazılara ve mahkemece uyulan bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına göre, davacı-karşı davalı kadının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.

2-Velayet düzenlemesinde; çocukla ana ve baba yararının çatışması halinde, çocuğun yararına üstünlük tanınması gereklidir. Çocuğun yararı ise; çocuğun bedensel, fikri ve ahlaki bakımdan en iyi şekilde gelişebilmesi ve böyle bir gelişmenin gerçekleştirilmesi için, çocuğa sosyal, ekonomik ve kültürel koşulların sağlanmış olmasıdır. Çocuğun bu konulardaki üstün yararını belirlerken; çocuk yetişkin biri olmuş olsaydı, kendisini ilgilendiren bir olayda, kendi yararı için ne gibi bir karar verebilecekti ise, çocuk için karar veren makamındaki kişinin de aynı yönde karar vermesi gerekir; yani çocuğun farazi düşüncesi esas alınacaktır.

Velayet kamu düzenine ilişkin olup, re’sen araştırma ilkesi geçerlidir. Bu nedenle, yargılama sırasında meydana gelen gelişmelerin bile göz önünde tutulması gerekir.

Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesinin 12. maddesi ile Çocuk Haklarının Kullanılmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi’nin 3 ve 6. maddeleri, iç hukuk tarafından yeterli idrake sahip olduğu kabul edilen çocuklara, kendilerini ilgilendiren davalarda görüşlerini ifade etmeye olanak tanınmasını ve görüşlerine gereken önemin verilmesi gerektiğini öngörmektedir. Çocukların üstün yararı gerektirdiği takdirde görüşlerinin aksine karar verilmesi mümkündür. Velayet hususu, çocukları ilgilendiren konuların en başında gelir.

Dosya incelendiğinde, davanın açıldığı 02.12.2013 tarihinden itibaren yargılama süreci boyunca tarafların ortak çocuklarının davacı-karşı davalı anne yanında kaldıkları sabittir. Mahkemece alınan sosyal inceleme raporunda, çocukların anne yanında kalmalarının fiziksel, sosyal, kültürel ve psikolojik gelişimlerini olumsuz etkileyeceği hususu ispatlanmamış olup, duruşmada dinlenen ortak çocukların da velayet hususunda ebeveynleri arasında seçim yapmak istemedikleri anlaşılmaktadır. Davalı-karşı davacı babanın ise kendisine yeni bir aile düzeni kurmuş olması ve çocukların alıştıkları çevreden ayrılmaması ilkeleri bir arada değerlendirildiğinde ortak çocuklar Hasan ve Ahmet Emre’nin velayetlerinin davacı-karşı davalı anneye verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirmelerle davalı-karşı davacı babaya verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu yönüyle bozulmasına karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda (2.) bentte gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma kapsamı dışında kalan temyize konu diğer bölümlerinin ise yukarıda (1.) bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, bozma sebep ve şekline göre kişisel ilişki ve iştirak nafakasına yönelik temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 20.01.2021 (Çrş.)

TARAFLAR AYNI DELİLE DAYANMIŞSA DELİL AVANSININ TEK BİR TARAFA YÜKLETİLEREK KESİN SÜRE VERİLMESİ SONUÇ DOĞURMAZ

T.C
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
2014/364 E. 2016/176 K.

“İçtihat Metni”

Taraflar arasındaki “menfi tespit ve istirdat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir 6.Asliye Ticaret Mahkemesince davanın reddine dair verilen 18.06.2012 gün ve E:2011/506, K:2012/201 sayılı kararın incelenmesi davacı-borçlu vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19.Hukuk Dairesinin 07.02.2013 gün ve E:2012/15949 K:2013/2448 sayılı ilamı ile;

Davacı vekili, müvekkili ile davalı arasındaki ticari ilişki çerçevesinde müvekkilinin davalı şirketten mal aldığını ve karşılığında bazen avans olarak çek verdiğini bazen de mal tesliminde ödeme yaptığını, ancak davalı şirketin verilen çekler kadar mal göndermediğini, bu arada davalının müvekkilinin verdiği bazı çekler hakkında icra takibine giriştiğini belirterek müvekkilinin bu takiplere konu çeklerden dolayı borçlu olmadığının tespitine, icra dosyasına haciz baskısı ile ödenen paranın istirdatına ve davalının sebepsiz zenginleştiği miktarın müvekkiline ödemesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, davacının vermiş olduğu 6 adet çekin 2007 yılında aldığı mallara ilişkin olduğunu, 2008 yılında verilen 13 adet çekin ise karşılıksız çıkan çeklere istinaden verildiğini, bu çeklerden 31.10.2008 keşide tarihli ve 13.000 TL bedelli çek ile 30.11.2008 keşide tarihli 13.500 TL bedelli çekin karşılıksız çıktığını, sonuç olarak davacının 2007 yılı sonu itibariyle 47.000,46 TL borçlu olduğunu belirterek davanın reddini istemiştir.

Mahkemece iddia, cevap ve toplanan deliller doğrultusunda bilirkişi tarafından davacı defterleri üzerinde yapılan incelemede her ne kadar davacının 28.473,71 TL fazla ödemesi gözükse de bu kayıtların davacının davasını ispata yeter olmadığı, bunun için davalı defterlerinin incelenmesine ihtiyaç olduğu, bu amaçla davacı tarafa delil avansı yatırması için kesin süre verildiği, ancak davacının verilen kesin sürede bu avansı yatırmadığı mevcut delillere göre davacının davasını ispat edemediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Mahkemece 15.03.2012 tarihli celsede 3 numaralı ara kararda davacı tarafa delil avansı yatırması için kesin süre verilmişse de ara kararda bahsi geçen giderin hangi delil için istendiği hususunda açık ve net bir ifadeye rastlanılmadığından ortada usulüne uygun verilmiş bir kesin mehilden söz edilemez. Öte yandan her ne kadar mahkemece davalı defterlerinin incelenmesi için gereken delil avansının yatırılması davacı tarafa yüklenmişse de her iki tarafında kendi defterlerini delil olarak göstermesi ve 6100 sayılı HMK’nun 324.maddesinin 1.fıkrasının 2.cümlesine göre aynı delile her iki tarafın birlikte dayanması halinde delil avansının yarı yarıya taraflardan alınacağı yönündeki hükmü dikkate alınarak ara karar oluşturulmaması da bozmayı gerektirmiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, elektrik abonelik sözleşmesinden kaynaklanan alacağın tahsili için girişilen icra takibine vaki itirazın iptali istemine ilişkindir. Yerel mahkemece, “…davacı tarafa delil avansı yatırması için kesin süre verildiği, ancak davacının verilen kesin sürede bu avansı yatırmadığı, mevcut delillere göre davacının davasını ispat edemediği…” gerekçesiyle davanın reddine dair verilen karar, davacı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece; yukarıda başlık bölümünde yer alan gerekçelerle bozulmuş; mahkemece, önceki kararda direnilmiştir. Direnme kararını, davacı-borçlu vekili temyiz etmiştir. Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; yerel mahkemece 15.03.2012 günlü oturumda delil avansı yatırılması amacıyla verilen kesin süreye ilişkin olarak oluşturulan ara kararının usulüne uygun olarak oluşturulup oluşturulmadığı noktasında toplanmaktadır. Bir davanın açılmasıyla başlayan yargılama faaliyetinde karara ulaşmak bakımından mahkeme ve taraflarca yapılması gereken belirli işlemler bulunmakta olup, her işlemin belli bir zaman aralığında yapılması gerekmektedir. Usul hükümleri ile normatif bir değer kazanan bu zaman aralıklarına süre denilmektedir. Böylece usul işlemlerinin yapılması zamansal olarak tarafların ya da mahkemenin arzularına, inisiyatifine bırakılmamış olmaktadır. Mülga 1086 sayılı HUMK ile 6100 sayılı HMK’da öngörülen süreler nitelikleri bakımından taraflar için ve mahkemeler için konulmuş süreler olmak üzere ikiye ayrılır. Mahkemeler için öngörülen sürelerin taraflar için öngörülen sürelerden farkı; sürenin geçirilmiş olmasının, o sürede yapılması öngörülen işlemin yapılma olanağını ortadan kaldırmamasıdır. Eş söyleyişle hakim, gecikmeli de olsa süreye bağlanmış olan işlemi yapabilir. Dolayısıyla, gecikmeli de olsa yapılan işlem, oluşturulan karar hukuken geçerlidir ve süresinde yapılmış gibi hukuki sonuç doğurur. Sürelerin önemli bir kısmı, taraflar için konulmuş sürelerdir. Taraflar bu süreler içinde belli işlemleri yapabilirler veya yapmaları gerekir. Bu süre içinde yapılamayan işlemler, tekrar yapılamaz ve süreyi kaçıran taraf aleyhine sonuç doğurur. Taraflar için konulmuş süreler; kanunda belirtilen süreler ve hakim tarafından belirtilen süreler olmak üzere ikiye ayrılır: Kanunda belirtilen süreler; kanun tarafından öngörülmüş cevap süresi, temyiz süresi gibi süreler olup bu süreler kesindir. Bir işlemin kanuni süresi içinde yapılıp yapılmadığı mahkemece resen gözetilir. Hakimin tespit ettiği süreler ise, kural olarak kesin değildir (Kuru, Baki/Arslan Ramazan/Yılmaz, Ejder, Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, 6100 sayılı HMK’ya Göre Yeniden Yazılmış 22. Baskı, Ankara 2011, s.749). Hakim, kendi tayin etmiş olduğu süreyi, HMK’nun 90/2. maddesine göre iki tarafı dinledikten sonra haklı nedenlere dayanarak, azaltıp çoğaltabilir ve bu sürenin, kesin olduğuna da karar verebilir (HMK m.94/2, HUMK m.159). Yukarıda da belirtildiği üzere, ilke olarak, hakimin verdiği süre kesin olmayıp, kesinlik için şu iki koşuldan birinin varlığı zorunludur: İlk koşul, hakimin kesin olduğunu belirtmeksizin verdiği ilk sürede işlemin yapılmaması nedeniyle ilgili tarafın yeniden süre talep hakkının varlığı karşısında, bu talep üzerine hakimin verdiği ikinci sürenin kesin olması ve bu kesinliğin yasadan kaynaklanmasıdır (HUMK m.163, c.4, HMK. 94/2); bu halde, ikinci kez verilen sürenin kesin olduğu belirtilmemiş ve ihtar edilmemiş olsa dahi sonuç değişmez. İkinci halde ise; yasaya göre hakimin tayin ettiği ilk sürenin kesin olduğuna da karar verebilmesidir (HUMK m.163/3 c.3, HMK m. 94). Ancak, böyle bir durumda kesin sürenin hukuki sonuç doğurabilmesi için buna ilişkin ara kararının yasaya ve içtihatlara uygun şekilde oluşturulması, hiçbir tereddüde yer vermeyecek derecede açık olması ve kesin süreye uyulmamasının sonuçlarının ilgili tarafa ihtar edilmesi gerekir. Kesin süreye ilişkin ara kararının verilmesiyle karşı taraf lehine usulü kazanılmış hak doğmaktadır. Bu ilkenin doğal sonucu, yargısal kesin süreyle sadece tarafların değil, hakimin de bağlı olduğu, dolayısıyla hakimin bu tür bir ara kararından dönmesinin hukuken geçersiz bulunduğudur. Kısaca; ister kanun ister hakim tarafından tayin edilmiş olsun, kesin süre içerisinde yerine getirilmeyen bir işlemin bu süre geçtikten sonra yerine getirilmesi olanaklı değildir. Öte yandan, mülga 1086 sayılı HUMK’nın 163. maddesi ile 6100 sayılı HMK’nın 94. maddesi uyarınca kesin süreye ilişkin ara kararının hiçbir duraksamaya yer vermeyecek biçimde açık olması taraflara yüklenen yükümlülüklerin, yapılması gereken işlerin neler olduğunun ve her iş için yatırılacak ücretin hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde açıklanması gerekir. Ayrıca verilen sürenin amaca uygun, yeterli ve elverişli olması, kesin süreye uymamanın doğuracağı hukuki sonuçların açık olarak anlatılması ve anlatılanların tutanağa geçirilmesi, bunlara uyulmaması durumunda mevcut kanıtlara göre karar verilip, gerektiğinde davanın reddedileceğinin açıkça bildirilmesi suretiyle ilgili tarafın uyarılması gerektiği her türlü duraksamadan uzaktır. Bazı hallerde kesin sürenin kaçırılması, o delile veya hakka dayanamamak gibi ağır sonuçları birlikte getirmekte, davanın kaybedilmesine neden olmaktadır. Böyle bir durumda, geciken adaletin adaletsizlik olduğu düşünülerek, davaların uzamasını veya uzatılmak istenmesini engellemek üzere getirilen kesin süre kuralı, kanunun amacına uygun olarak kullanılmalı, davanın reddi için bir araç sayılmamalıdır. Bu cümleden olarak, kesin sürenin amacına uygun olarak kullanılması ve yeterli uzunlukta olmasının yanı sıra, tarafların yargılamadaki tutumları ile süreye konu işlemin özelliğinin de göz önünde bulundurulması gerekir. Yukarıda vurgulanan ilkeler, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18.02.1983 gün ve E:1980/1-1284, K:1983/141; 22.11.1972 gün ve E:8/832, K:935; 13.10.2010 gün ve E:2010/17-510, K:485; 28.04.2010 gün ve E:2010/2-221, K:241; 28.03.2012 gün ve E:2012/19-55, K:2012/249; 13.03.2015 gün ve E:2013/9-1824, K:2015/1030 sayılı kararlarında da benimsenmiştir. Öte yandan, 6100 sayılı HMK’nın 324.maddesinin 1.fıkrasının 2.cümlesine göre, taraflar birlikte aynı delilin ikamesini talep etmişlerse, gereken gideri yarı yarıya avans olarak öderler.

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; eldeki davada, yerel mahkemece 15.03.2012 günlü oturumda delil avansı yatırılması amacıyla davacı vekiline verilen kesin süreye ilişkin olarak oluşturulan üç (3) numaralı ara kararı aynen; “Davacı tarafın HMK. md.102-2 gereğince gider avansını ve HMK. 324 gereği 100 TL gider ve 1.100 TL delil avansı yatırması için iki haftalık kesin süre verilmesine, yatırılmadığı takdirde gider avansı yönünden davanın dava şartı yokluğundan yani usulden reddedileceği ve delil avansı yönünden ise o delile dayanmaktan vazgeçmiş sayılacağının ihtarına(ihtarat yapıldı)” şeklindedir. Görüldüğü üzere, mahkemece, delil avansı yatırılması için davacı vekiline verilen kesin sürenin hangi delil için istenildiği açıkça belli değildir. Öyleyse, mahkemece, oluşturulan ara kararının yukarıda vurgulanan ilkelere uygun olmadığı anlaşılmaktadır. Öte yandan, davacı ile davalı taraf, delil listelerinde ticari defterlerini delil olarak göstermişlerdir. Buna göre, mahkemece, davanın her iki tarafının ticari defterlerinin delil olarak gösterilmesi karşısında, …m.324/1.fıkra 2.cümle gereğince, delil avansının taraflardan yarı yarıya alınması yönünde ara kararı oluşturulması gerekirken, bunun tersine olarak yalnızca davacı tarafa yüklenmesi usul ve yasaya aykırıdır. Sonuç itibariyle; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

SONUÇ: Davacı-borçlu vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesi, 24.02.2016 gününde oybirliğiyle karar verildi.

ASKERİ EĞİTİM SIRASINDA YARALANMA NEDENİYLE OLUŞAN MALULİYET – TAM YARGI DAVASI -YARGI YERİNİN BELİRLENMESİ

T.C.
D A N I Ş T A Y
ONUNCU DAİRE
Esas No : 2022/160
Karar No : 2022/176

YETKİLİ YARGI YERİNİN BELİRLENMESİ KARARI

Davacı Kemal Çiftçi vekili Av. Selim Hartavi tarafından, Muş E Tipi Kapalı Cezaevi Jandarma Bölük Komutanlığı emrinde askerlik görevini yerine getirmekte iken eğitimi sırasında yere düşerek yaralanması nedeniyle müvekkilinin uğradığı maddi ve manevi zararın idarenin hizmet kusuru ya da kusursuz sorumluluğu çerçevesinde ödenmesi gerektiğinden bahisle fazlaya ilişkin hakları saklı tutularak, 1.000,00 TL maddi ve 200.000,00 TL manevi tazminatın ödenmesine karar verilmesi istemiyle İçişleri Bakanlığı’na karşı açılan davada, Ankara 4. İdare Mahkemesi’nce verilen, uyuşmazlığın görüm ve çözümünde Van İdare Mahkemesinin yetkili olduğuna ilişkin 11/11/2021 tarih ve E:2021/2098, K:2021/2004 sayılı karar ile Van 3. İdare Mahkemesi’nce verilen, uyuşmazlığın görüm ve çözümünde Ankara İdare Mahkemesinin yetkili olduğuna ilişkin 30/11/2021 tarih ve E:2021/2498, K:2021/2046 sayılı karar üzerine ortaya çıkan yetki uyuşmazlığına ilişkin dosya, 2577 sayılı Kanun’un 43. maddesi uyarınca incelenerek gereği görüşüldü:

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 36. maddesinde; “İdari sözleşmelerden doğanlar dışında kalan tam yargı davalarında yetkili mahkeme, sırasıyla: a) Zararı doğuran idari uyuşmazlığı çözümlemeye yetkili, b) Zarar, bayındırlık ve ulaştırma gibi bir hizmetten veya idarenin herhangi bir eyleminden doğmuş ise, hizmetin görüldüğü veya eylemin yapıldığı yer, c) Diğer hallerde davacının ikametgahının bulunduğu yer, idare mahkemesidir.” kuralı yer almaktadır.

23/05/2015 tarih ve 29364 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren, Askerlik Yükümlülüğünü Yerine Getirirken Ölen veya Engelli Hale Gelenlere Tazminat Ödenmesi Hakkında Yönetmeliğin “Kapsam” başlıklı 1’inci maddesinde, “Bu Yönetmelik, 1076 sayılı Kanuna veya 1111 sayılı Kanuna tabi olarak askerlik yükümlülüğünü yerine getirirken, 5434 sayılı Kanun veya 5510 sayılı Kanun kapsamında aylık bağlanmaması veya 2330 sayılı Kanun kapsamında tazminat ödenmemesi kaydıyla, ölenlerin dul ve yetimleri ile askerliğe elverişsiz olacak şekilde engelli hale gelenleri kapsar.” hükmüne, “Tazminat komisyonu teşkili ve onay makamı” başlıklı 10’uncu Maddesinde, “Bu Yönetmeliğe göre tazminat ödenmesi kararı Millî Savunma Bakanlığında, Jandarma Genel Komutanlığında ve Sahil Güvenlik Komutanlığında kurulacak bir komisyon tarafından verilir.” hükmüne yer verilmiştir.

Dava dosyasının incelenmesinden, davacı tarafından, Muş E Tipi Kapalı Cezaevi Jandarma Bölük Komutanlığı emrinde askerlik görevini yerine getirmekte iken eğitimi sırasında yere düşerek yaralanması nedeniyle uğradığı maddi ve manevi zararın karşılanması amacıyla İçişleri Bakanlığı’na yapılmış olan 05/10/2021 tarihli başvurunun 01/10/2021 tarih ve 556815 sayılı Muş İl Jandarma Komutanlığı tarafından reddi üzerine idarenin hizmet kusuru ya da kusursuz sorumluluğu çerçevesinde ödenmesi gerektiğinden bahisle fazlaya ilişkin hakları saklı tutularak, 1.000,00 TL maddi ve 200.000,00 TL manevi tazminatın ödenmesine karar verilmesi istemiyle bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.

Davacının 3/11/2017 tarihli Muş Devlet Hastanesi raporu ile askerliğe elverişli olmadığına karar verilmiş olması nedeniyle yukarıdaki Yönetmelik kapsamında olduğu açık ise de davacının anılan Yönetmeliğin “müracaat usulü ve yapılacak işlemler” başlıklı maddesi kapsamında herhangi bir başvurusunun bulunmadığı, Yönetmeliğin 10. maddesi kapsamında bir komisyon kararının bulunmadığı, askerlik yükümlüğü yerine getirilirken meydana gelen zararlardan dolayı komisyona başvuru zorunluluğuna dair bir düzenlemenin de bulunmadığı hususları dikkate alındığında; uyuşmazlığın görüm ve çözümünde yetkili olan yargı yerinin 2577 sayılı İdari Yargılama Usul Kanunu’nun 36. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendi kapsamında komisyonun bulunduğu yer İdare Mahkemesi değil; 36. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinde düzenlenen yetki kuralı uyarınca, zararı doğuran olayın meydana geldiği yer İdare Mahkemesi olduğu sonucuna varılmıştır.
Bu durumda, dava konusu zarar doğuran olayın Muş ilinde gerçekleştiği anlaşıldığından, davanın görüm ve çözümü, yukarıda aktarılan 36. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinde düzenlenen yetki kuralı uyarınca, zararı doğuran olayın meydana geldiği yer olan Muş ilinin yargı yetkisi bakımından bağlı olduğu Van İdare Mahkemesi’nin yetkisine girdiği anlaşılmaktadır.

Açıklanan nedenlerle, davanın görüm ve çözümünde Van İdare Mahkemesinin yetkili olduğuna, dosyanın Van 3. İdare Mahkemesine gönderilmesine, kararın Ankara 4. İdare Mahkemesine ve taraflara bildirilmesine, 17/01/2022 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

Başkan Üye Üye Üye Üye

TAHLİYE TAAHHÜDÜNDEKİ TARİHLERİN SONRADAN DOLDURULMASI

T.C
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
2017/975 E. 2021/1108 K.

MAHKEMESİ :Sulh Hukuk Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “taahhüt nedeniyle tahliye” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, … 2. Sulh Hukuk Mahkemesince verilen davanın konusu kalmadığından karar verilmesine yer olmadığına ilişkin karar davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 6. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda önce onanmış, davacı vekilinin karar düzeltme istemi üzerine ise bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.

2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ

Davacı İstemi:

4. Davacı vekili dava dilekçesinde; davalı …’un dava konusu taşınmazda 05.03.2010 başlangıç tarihli kira sözleşmesi gereğince aylık 3.350TL kira bedeli ile kiracı olduğunu, davalının dört yıldır kiracı olarak bulunduğu işyerini son dönem başından sonra verdiği taahhütname ile 04.03.2014 tarihinde boşaltacağını kayıtsız ve şartsız olarak kabul ettiğini, yazılı taahhüdüne uymayan davalıya … 1. Noterliğinin 06.03.2014 tarihli ve 2454 yevmiye numaralı ihtarname keşide edildiğini, davalının ihtar ve uyarılara rağmen yazılı taahhüdüne uymadığını ileri sürerek taahhüt nedeniyle kiralanandan tahliyesine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı Cevabı:

5. Davalı vekili cevap dilekçesinde; davaya dayanak yapılan tahliye taahhüdünün davacı tarafça kira sözleşmesinin imza edildiği tarihten önce alındığını, davacının, taşınmazın kiracı sıfatıyla kullanılabilmesinin ön şartı olarak ileri sürdüğü taahhütnameyi müvekkiline manevi cebir altında imzalattığını, bu şekilde imza edilen taahhüt tarafların gerçek iradelerini yansıtmaktan uzak olduğundan geçerli olmadığını, davacının aynı taşınmaz ile ilgili olarak başka hukuksal nedene dayalı olarak … 1. Sulh Hukuk Mahkemesinde müvekkili aleyhine tahliye davası açtığını ve kötü niyetli olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkeme Kararı:

6. … 2. Sulh Hukuk Mahkemesinin 17.12.2014 tarihli ve 2014/256 E., 2014/963 K. sayılı kararı ile; gerek davacı vekilince dosyaya sunulan içeriği doldurulmuş 14.03.2013 tarihli tahliye taahhütnamesinin, gerekse davalı vekilince dosyaya sunulan içeriği doldurulmamış ancak tarafların isim ve imzalarını taşıyan tarihsiz tahliye taahhütnamesinin basılı (matbu), bilgisayar çıktısı olarak düzenlenmiş olmaları ve imzaları taraflarca inkâr edilmeyen (asılları da bulunan) bu iki belgenin mevcut olması, diğer taraftan gerek davacı tanığı …’in yeminli beyanı, gerekse davacı asilin duruşma sırasındaki isticvabında bizzat söylediği “tahliye taahhütnamesini sözleşmeyi yaparken aldığı, bu taahhütnameyi almadan sözleşme yapmadığı” yönündeki ifadesi karşısında, 14.03.2013 tarihli “tahliye taahhütnamesi” başlıklı belgenin, sözleşmenin yapıldığı 05.03.2010 tarihinde içeriği boş ve zemini basılı olarak düzenlendiği ve taraflarca altının imzalandığı, bu belgenin daha sonra davacı tarafça içeriğinin el yazısı ile doldurulduğu yönünde bir kanaat oluştuğu, bunun üzerine; davacı vekiline, dilekçesinde “her türlü yasal delil” ifadesi geçtiği için, karşı tarafa yemin teklif edip etmeyeceğinin sorulduğu, davacı vekilinin yemin teklif etmeyeceklerini belirttiği, bu durumda; “taraflar arasında düzenlenen tahliye taahhütnamesinin sözleşme yapıldığı sırada kiralayan tarafından kiracıdan alındığı” yönündeki karine ve bu konuda oluşan kanaat çerçevesinde, davacı tarafın “taahhütnamenin sonraki bir tarihte kiracı tarafından verildiği” yönündeki iddiasını kanıtlayamadığı, davaya konu tahliye taahhütnamesinin sözleşme başlangıcında alındığı ve bu yönüyle kiralayanın sözleşme yapmama baskısı altında alınan bir taahhütname niteliğinde olup hukuken geçersiz olduğu, dolayısıyla davada tahliye koşullarının oluşmadığı, davacı taraf davada haksız olup taşınmazın tahliye edilmesi nedeniyle konusuz kalan davanın esası hakkında herhangi bir karar verilmesine yer olmadığından yargılama giderlerinden davacı tarafın sorumlu olduğu gerekçesiyle dava konusu taşınmaz kiracı tarafından tahliye edildiğinden konusu kalmayan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına ve davacı tarafın davalının yargılama giderlerine mahkum edilmesi yönündeki talebinin reddine karar verilmiştir.

Özel Daire Bozma Kararı:

7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuş, Yargıtay (Kapatılan) 6. Hukuk Dairesinin 26.03.2015 tarihli ve 2015/2042 E., 2015/3042 K. sayılı kararı ile kararın onanmasına karar verilmiş, bunun üzerine davacı vekili karar düzeltme isteminde bulunmuştur.

8. Yargıtay (Kapatılan) 6. Hukuk Dairesinin 16.11.2015 tarihli ve 2015/7313 E., 2015/9971 K. sayılı kararı ile; “…Davacı vekili dava dilekçesinde; 05.03.2010 başlangıç tarihli ve 2 yıl süreli sözleşme ile kiracı olan davalının 14.03.2013 tarihli tahliye taahhütnamesi ile kiralananı 04.03.2014 tarihinde tahliye edeceğini taahhüt etmesine rağmen bu tarihte tahliye etmediğini belirterek tahliye taahhütü nedeniyle kiralananın tahliyesini talep etmiştir. Davalı vekili tahliye taahhütnamesinin kira sözleşmesinin imzalanmasından önce boş ve tarihsiz olarak alındığını, davacının ön şart olarak taahhütnameyi imzalatmak istediğini belirterek manevi cebir altında alınan tahliye taahhütnamesinin geçersiz olduğunu ve davanın reddini savunmuştur. Mahkemece kiralananın yargılama sırasında tahliye edilmesi sebebiyle dava konusuz kaldığından davanın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına ve davacının dava açmakta haklı olmadığı gerekçesiyle yargılama giderlerinden sorumlu tutulmasına karar verilmiştir. …nun 190. Maddesi uyarınca ispat yükü, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir. Tahliye taahhütnamesinin kira sözleşmesinden önce imzalatıldığını iddia eden davalı bu iddiasını ispat etmekle yükümlü olup, mahkemece ispat yükümlülüğü ters çevrilerek yazılı şekilde karar verilmesinin doğru olmadığı bu defaki incelemeden anlaşılmakla davacı vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile hükmün bu nedenle bozulmasına karar verilmiştir.” gerekçesi ile karar bozulmuştur.

Direnme Kararı:

9. … 2. Sulh Hukuk Mahkemesinin 09.03.2016 tarihli ve 2016/85 E., 2016/356 K. sayılı kararı ile; davalının “tahliye taahhütnamesi” başlıklı, içeriği doldurulmamış ancak tarafların isim ve imzalarını taşıyan belge ve tanık delili ile “davacıya verilen tahliye taahhütnamesinin sözleşme ile birlikte başlangıçta içeriği boş olarak verilen bir belge olup sözleşme yapmama baskısı ile alındığı” yönündeki savunmasını büyük ölçüde kanıtladığı, davalı asilin isticvap beyanında ifade ettiği “sözleşme ile birlikte iki boş taahhütname imzalatıldığı, birinin kiracı olarak kendisinde kaldığı, diğerini kiralayana verdiği” yönündeki ifadesinin kabule şayan olduğu, 17.12.2014 tarihli duruşmada davalı vekilinin kendilerinde bulunan boş taahhütnamenin aslını sunduğu ve yapılan karşılaştırmada dosyadaki fotokopi belge ile aynı olduğunun gözlemlendiği, davacının elindeki taahhütnamenin matbu kısımları dışındaki boş yerlerinin sonradan kalemle doldurulduğu yönünde bir karine oluştuğunun kanaatine varıldığı, davacının, “sözleşme başlangıcında kiracıdan mutlaka tahliye taahhütnamesi aldığını ve bu belgeyi almadan sözleşme imzalamadığını” açıkça itiraf ederek davalının savunmasını doğruladığı, 14.03.2013 tarihli, boş kısımları kalemle doldurulmuş belgenin, sözleşme ile aynı tarihte değil de gerçekten belgede yazılı tarihte düzenlenip kiralayana verildiği yönündeki iddianın kanıtlanması ile ilgili olarak ispat yükünün yer değiştirdiği, davacı taraf dilekçesinde “her türlü yasal delil” diyerek yemin deliline de başvurduğu için duruşmada kendilerine karşı tarafa yemin teklif edip etmeyecekleri hususunun hatırlatıldığı, yemin teklifi yapmayacaklarını ifade etmeleri üzerine davalı savunması doğrultusunda karar vermek gerektiği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme Kararının Temyizi:

10. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK

11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda, tahliye taahhütnamesinin kira sözleşmesinden önce imzalatıldığını iddia eden davalının bu iddiasını ispat etmekle yükümlü olup olmadığı, buradan varılacak sonuca göre ispat yükünün ters çevrilip çevrilmediği noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE

12. Uyuşmazlığın çözümü için “taahhüt nedeniyle tahliye” davaları hakkında açıklama yapılmasında yarar vardır.

13. Tahliye taahhüdü nedeniyle tahliye davaları 6570 sayılı Gayrimenkul Kiraları Hakkında Kanun’un (6570 sayılı Kanun) 7. maddenin 1. fıkrasının (a) bendinde düzenlenmekte iken 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 352. maddesinin 1. fıkrasında düzenlenmiştir. Buna göre: “Kiracı, kiralananın teslim edilmesinden sonra, kiraya verene karşı, kiralananı belli bir tarihte boşaltmayı yazılı olarak üstlendiği hâlde boşaltmamışsa kiraya veren, kira sözleşmesini bu tarihten başlayarak bir ay içinde icraya başvurmak veya dava açmak suretiyle sona erdirebilir.” Görüldüğü üzere TBK’nın 352/1. maddesinde “boşaltmayı yazılı olarak üstlenme” kavramına yer verilmiştir. Kira sözleşmesinin yazılı tahliye taahhüdü ile sona erdirilmesi TBK öncesinde daha çok Yargıtay kararları ile şekillenmiştir.

14. Türk Borçlar Kanunu’nun 352. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen “kiralananın teslim edilmesinden sonra” ifadesi, 6570 sayılı Kanun’un 7/1-a maddesinde bulunmayan ve Yargıtay içtihatları ile şekillenip hukuken geçerli hâle gelmiş olan yazılı tahliye taahhüdünün “kiralananın tesliminden sonra hüküm ifade edeceğine” dair Yargıtay uygulamasının kanunlaşması hâlidir (Kanık, Hikmet: Yargıtay Uygulamasında Kira Hukuku Davaları, Ankara 2021, s. 1289). Tahliye taahhüdü yalnızca konut ve çatılı işyerleri kira sözleşmesine konu yerler için verilir. Konut ve çatılı işyerleri kira sözleşmesine konu yerler dışındaki taşınmazlar hakkında tahliye taahhüdünde bulunulamaz (Ceran, Mithat: Kira Sözleşmesi ve Tahliye Davaları, Ankara 2019, s. 1002).

15. Taahhüt nedeniyle tahliye davalarına ilişkin bu açıklamalardan sonra ispat hukuku kavramı ve hukukî niteliği üzerinde durulması yerinde olacaktır.

16. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) “İspat yükü” başlıklı 6. maddesinde; kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlü tutulmuştur.

17. İspat yükünü düzenleyen 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 190. maddesi “(1) İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir.

(2) Kanuni bir karineye dayanan taraf, sadece karinenin temelini oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altındadır. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, karşı taraf, kanuni karinenin aksini ispat edebilir” şeklindedir.

18. Yukarıda belirtilen maddenin birinci fıkrasında, ispat yükünün belirlenmesine ilişkin temel kural vurgulanmıştır. Buna göre, bir vakıaya bağlanan hukukî sonuçtan kendi lehine hak çıkaran taraf ispat yükünü taşıyacaktır.

19. Her somut olaydaki maddi vakıaya göre lehine hak çıkaran taraf ve ispat yükü şekilleneceğinden, maddi hukuk kuralına ilişkin bu vakıaların doğru ve net bir şekilde belirlenerek ortaya konulması gerekmektedir. Maddede aksine düzenleme olmadıkça ibaresi eklendiğinden, kanunda ispat yükü ile ilgili özel bir düzenlemeye yer verildiğinde, ispat yükü genel kurala göre değil de kanunda belirtilen özel düzenlemeye göre belirlenecektir.

20. Kural olarak, bir vakıadan kendi lehine haklar çıkaran/iddia eden taraf, o vakıayı ispat etmeye mecburdur (TMK m. 6).

21. Kira sözleşmesinin yapılması sırasında tarihleri boş olan ve kiracı tarafından imzalanan tahliye taahhüdü alınması durumunda, bu belgenin kiralananın teslimi öncesinde tarihlerinin boş olarak verildiği ve anlaşmaya aykırı olarak sonradan tamamlandığına ilişkin savunmanın kanıtlanması gerekir. Bu şekilde yani düzenleme ve boşaltma tarihlerinin sonradan tamamlanması belgenin geçersizliğini gerekmediği gibi bu tarihlerin anlaşmaya aykırı olarak tamamlandığına ilişkin iddia kiracı tarafından ispatlanmalıdır (Kanık, s. 1293).

22. Yapılan açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde; davacı vekili davalı …’un dava konusu taşınmazda 05.03.2010 başlangıç tarihli kira sözleşmesi gereğince aylık 3.350TL kira bedeli ile kiracı olduğunu, davalının dört yıldır kiracı olarak bulunduğu işyerini son dönem başından sonra verdiği 14.03.2013 tarihli taahhütname ile 04.03.2014 tarihinde boşaltacağını kayıtsız ve şartsız olarak kabul ettiğini, davalının yazılı taahhüdüne uymadığını ileri sürerek taahhüt nedeniyle kiralanandan tahliyesine karar verilmesini istemiştir. Davalı vekili, davaya dayanak yapılan tahliye taahhüdünün davacı tarafça kira sözleşmesinin imza edildiği tarihten önce alındığını, davacının, taşınmazın kiracı sıfatıyla kullanılabilmesinin ön şartı olarak ileri sürdüğü taahhütnameyi müvekkiline manevi cebir altında imzalattığını, bu şekilde imza edilen taahhüt tarafların gerçek iradelerini yansıtmaktan uzak olduğundan geçerli olmadığını, davacının kötü niyetli olduğunu belirterek davanın reddini savunmuş ise de yukarıda da belirtildiği üzere TMK’nın 6 ve HMK’nın 190. maddesi gereğince ispat yükü, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir. Tahliye taahhütnamesinin kira sözleşmesinden önce imzalatıldığını iddia eden davalı kiracı bu iddiasını ispat etmekle yükümlüdür. Bu durumda mahkemece ispat yükümlülüğü ters çevrilerek davanın reddine karar verilmesi doğru değildir.

23. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, 04.10.1944 tarihli ve 1944/20 E., 1944/28 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında, ilk kira sözleşmesi ile birlikte verilmiş olan tahliye taahhüdünün serbest iradeye dayanmadığından geçerli olmadığının belirtildiği, kiraya verenlerin bu İçtihadı Birleştirme Kararını aşmak için düzenleme ve boşaltma tarihleri boş olan ve kiracı tarafından imzalanan tahliye taahhüdü aldıklarını, tahliye taahhüdü noterde düzenlenseydi ispat yükünün davalıda olacağını ancak tahliye taahhüdü adi yazılı olduğu için ispat yükünün davacıda olduğu, bu nedenle direnme kararının onanması gerektiği yönünde görüş ileri sürülmüş ise de bu görüş yukarıda açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.

24. Hâl böyle olunca; mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

25. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

IV. SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle;

Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,

İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,

Aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 28.09.2021 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.

SİGORTA TAHKİM KOMİSYONU TARAFINDAN BİLİRKİŞİ RAPORUNA İTİRAZ SÜRESİNİN KANUNA AYKIRI ŞEKİLDE KISALTILMASI

T.C
YARGITAY
4. Hukuk Dairesi

2021/3830 E. , 2021/4571 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Ticaret Mahkemesi

Taraflar arasındaki trafik kazası nedeniyle maddi tazminat istenmesi üzerine Uyuşmazlık Hakem Heyetince yapılan yargılama sonucunda; başvurunun reddine dair verilen karara davacı vekili tarafından yapılan itiraz incelemesinde; İtiraz Hakem Heyetince davacı tarafından yapılan itirazın kabulü ile başvurunun kabulüne dair verilen 19.06.2019 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davalı … vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.

-K A R A R-

Davacı vekili,13.08.2012 tarihinde desteğin sürücüsü olduğu … plakalı aracın yaptığı tek taraflı kazada davacının desteği vefat etmiştir. Fazlaya ilişkin haklar saklı kalmak kaydıyla 50.000,00 TL maddi tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili davanın reddini savunmuştur.
Sigorta Tahkim Komisyonu Uyuşmazlık Hakem Hayetince başvuranın talebinin reddine dair verilen karara davacı tarafça itiraz edilmesi üzerine; İtiraz Hakem Heyetince davacının itirazın kabulü ile başvurunun kabulü ile 50.000,00 TL destekten yoksun kalma tazminatının 17.10.2018 tarihinden itibaren yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmiş; karar, davalı vekilince temyiz edilmiştir.
1-Dava, destekten yoksun kalma tazminat istemine ilişkindir.
Anayasanın 35. ve 36. maddeleri ile 6100 sayılı HMK’nın 27. maddesi uyarınca, taraflar dinlenilmeden, iddia ve savunmalarını beyan etmeleri için davet edilmeden hüküm verilemez. Aksi halde savunma hakkı kısıtlanmış olur.
5684 sayılı Sigortacılık Kanunu’nun 30. maddesinin 23. fıkrasında, bu kanunda hüküm bulunmayan hallerde Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun hükümlerinin sigortacılıktaki tahkim hakkında da kıyasen uygulanacağı belirtilmiş, karar tarihinde yürürlükte bulunan 6100 sayılı HMK’nın tahkim usulüne ilişkin tebligatı düzenleyen 438. maddesinde de, taraflarca aksi kararlaştırılmadıkça tebligatın 11/02/1959 tarihli ve 7201 sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine göre yapılacağı düzenlenmiştir.
7201 sayılı Tebligat Kanunun Elektronik Tebligat başlıklı 7/a maddesinde ise; “Elektronik yolla tebligat, muhatabın elektronik adresine ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün sonunda yapılmış sayılır.” hükmüne yer verilmiştir. Anılan Yasanın 11., Avukatlık Kanunu’nun 41. ve 6100 sayılı HMK’nın 71 ve devamı maddeleri gereğince vekille takip edilen işlerde tebligatın vekile yapılması zorunlu olduğu hükme bağlanmıştır.
Yine HMK’nın 280. maddesinde; “Bilirkişi, raporunu, varsa kendisine incelenmek üzere teslim edilen şeylerle birlikte bir dizi pusulasına bağlı olarak mahkemeye verir; verildiği tarih rapora yazılır ve duruşma gününden önce birer örneği taraflara tebliğ edilir.” Bilirkişi rapor örneğinin taraflarca okunup değerlendirilebilmesi, varsa itirazlarını dile getirebilmeleri ya da belirsizlik gösteren hususlar hakkında açıklama yapılmasını temin amacıyla veya yeni bilirkişi incelemesini talep edebilmeleri için taraflara tebliğ edilmesi zorunluluğu öngörülmüştür. Aynı Yasanın 281. maddesinde bilirkişi raporunun taraflara tebliğinden itibaren iki hafta içinde beyanda bulunmaları gerektiği düzenlenmiştir.
Somut olayda, Sigorta Tahkim Komisyonu İtiraz Hakem Heyeti; 11.06.2019 tarihli ara kararda rapora karşı beyan için taraflara 3 gün kesin süre verilmesine karar verilmiştir.
Bu durumda, İtiraz Hakem Heyetince davacı tarafa kesin süreli ihtaratı içeren ara kararın e-posta yoluyla tebliği usule aykırı değil ise de, yukarıda açıklanan Anayasa ve Yasa hükümlerine aykırı şekilde; ara kararında HMK’nın 281. maddesine uygun şekilde taraflara bilirkişi raporuna varsa itirazlarını bildirmeleri için 2 haftalık yasal süre yerine 3 gün kesin süre tanındığının kararlaştırılması hatalı görülmüş ve kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.
2-Bozma sebep ve şekline göre davalı vekilinin vekalet ücretine ilişkin temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine gerek görülmemiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, (2) nolu bente açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine 14/09/2021 gününde oybirliğiyle karar verildi.

DELİLLER USULE UYGUN TOPLANMADAN- ARA KARARIN GEREĞİ YERİNE GETİRİLMEDEN, DOSYA DEĞERLENDİRME YAPMAYA HAZIR HÂLE GELMEDEN BİLİRKİŞİ İNCELEMESİ YAPILMASI

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU

2017/2241 E. , 2021/847 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Tüketici Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Ankara 4. Tüketici Mahkemesince verilen davanın reddine ilişkin karar davacı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay (kapatılan) 13. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı vekili 25.02.2014 tarihli dava dilekçesinde; müvekkilinin davalı bankadan kullandığı konut kredisi çerçevesinde 500TL dosya ücreti, 2.690TL referanslı kredi kullandırım bedeli, 360TL ipotek fek ücreti, 27TL ekstre masrafı, 16,90TL tapu masrafı olmak üzere toplam 3.593,90TL’nin haksız olarak kesildiğini, bunun dışında 350TL ekspertiz ücreti tahsil edildiğini ancak bunun ne kadarının ekspere gerçekten ödendiğini bilmediklerini, kesintilerin hiçbir yasal dayanağının bulunmadığını ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 3.593,90TL’nin müvekkiline iadesini, 350TL nin ne kadarının ekspere ödendiğinin de bilirkişi marifetiyle tespitini talep etmiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı vekili; yapılan tüm kesintilerin haklı ve yasal olduğu gibi davacı tüketici ile varılan mutabakat sonucunda kararlaştırıldıklarını, iadelerinin istenemeyeceğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkeme Kararı:
6. Ankara 4. Tüketici Mahkemesinin 04.03.2015 tarihli ve 2014/824 E., 2015/418 K. sayılı kararı ile; davacı vekilinin duruşmada açıkça bilirkişi incelemesi yapılmasını istemediklerini, davalı tarafça bilgi ve belgeler sunulmadığından davanın kabulünün gerektiğini beyan ettiği, dava konusu uyuşmazlığın ancak bilirkişi incelemesi marifetiyle açıklığa kavuşturulabileceği, bu durumda davacının iddiasını ispat ettiğinden bahsedilemeyeceği, bilirkişi ön raporunda dosyadaki belgelerin eksik olduğu, belgeler tamamlandığı takdirde rapor düzenleneceğinin belirtildiği, konusunda uzman bilirkişinin belgeler yetersiz olduğundan hesaplama yapamadığı dava dosyasında mahkeme hâkiminin hesaplama yapmasının mümkün olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Özel Daire Bozma Kararı:
7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay (kapatılan) 13. Hukuk Dairesince 16.11.2015 tarihli ve 2015/20710 E., 2015/33189 K. sayılı karar ile; “…Uyuşmazlık, taraflar arasında imzalanan konut kredisi sözleşmesinden kaynaklanmaktadır. Ne var ki, davacının dayandığı deliller arasında bulunan davaya konu kredi sözleşmesi ve eklerinin getirtilmeden dosyanın bilirkişi incelemesine sunulduğu; bilirkişinin, 3.11.2014 tarihli ön raporunda davaya konu kredi sözleşmesi ve eklerinin getirtilmesi halinde yeni bir rapor tanzim edileceğinin belirtilmesine rağmen, davacının dayandığı deliler toplanmadan yazılı olduğu şekilde karar tesis edilmiştir. Oysaki, eksik incelemeye dayalı olarak hükmün tesisi mümkün değildir. Mahkemece öncelikle uyuşmazlığa konu kesintilere ilişkin, 6100 sayılı HMK’nın “tarafların belgeleri ibrazı zorunluluğu” başlıklı 219/1 maddesi ile “taraflar, kendilerinin veya karşı tarafın delil olarak dayandıkları ve ellerinde bulunan tüm belgeleri mahkemeye ibraz etmek zorunda oldukları” hükmü uyarınca taraflardan, tüm delilleri ile varsa karşı delilleri sorulup toplanmalı ve özellikle davaya konu 8.12.2010 tarihli kredi sözleşmesi ile (varsa kredinin yeniden yapılandırılmasına ilişkin sözleşme) bu sözleşmeye ek belgelerin (hesap hareketlerini gösterir hesap özeti, varsa kesintilere ilişkin dekont örnekleri) getirtilerek dosyanın tekemmülü sağlanmalı, bundan sonra gerektiğinde bilirkişi raporu da alınarak varsa kesintilere ilişkin tüm şüpheler giderilmeli, anılan belgelerin ibraz edilmemesi halinde ise 6100 sayılı HMK’nın “tarafın belgeyi ibraz etmemesi” başlıklı 220. maddesi de gözetilerek sonucuna göre hüküm tesis edilmelidir. Bu nedenlerle eksik incelemeye dayalı karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırıdır…” gerekçesiyle sair temyiz itirazları incelenmeksizin karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
9. Mahkemece 01.07.2016 tarihli ve 2016/692 E., 2016/900 K. sayılı karar ile; ilk karar gerekçeleri yanında, ispat yükü üzerine düşen tarafça açıkça bilirkişi delilinden vazgeçilmiş olmasına rağmen bozma kararına uyularak bilirkişi incelemesi yapılmasının mümkün olup olmadığının tartışılması gerektiği belirtilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
10. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davacının bilirkişi delilinden vazgeçtiği eldeki davada, tarafların tüm delilleri ile varsa karşı delilleri, özellikle davaya konu kredi sözleşmesi ve ekleri getirtilmeden bilirkişi delilinden vazgeçildiği, dolayısıyla iddianın ispatlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesinin eksik incelemeye dayalı olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE
12. Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle, uyuşmazlık noktası özelinde, ispat yükünün belirlenmesi ve mahkemelerce delil toplanması usulü konularına kısaca değinmekte fayda vardır.
13. Hak arama özgürlüğünün tam olarak yerine getirilmesi, iddia ve savunma haklarının fiilen kullanılabilmesini gerektirir. Bu da, davacı ve davalıya ispat hakkı verilmesiyle sağlanabilir. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 189/1. maddesine göre; taraflar, kanunda belirtilen süre ve usule uygun olarak ispat hakkına sahiptir. İspatın konusunu; tarafların üzerinde anlaşamadıkları, uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için taraflarca delil gösterilir.
14. Davada gereksiz delil toplanmaması ve delillerin sağlıklı olarak yargılamaya kazandırılması için öncelikle dayanılan vakıalar bakımından ispat yükünün kimde olduğunun ve hangi delillerle bu vakıanın ispatlanabileceğinin belirlenmesi gerekir.
15. Dayanılan vakıaların kim tarafından ispat edilmesi gerektiği hususu ispat yüküyle ilgilidir ve ispat yükünün kimde olduğu konusunda iki temel kural vardır. Bunlar; kanunda aksine özel bir düzenleme olmadıkça; taraflardan her birinin, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlü olması (4721 sayılı Türk Medeni Kanunu, m. 6) ve iddia edilen vakıaya bağlanan hukukî sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafın ispat yükü altında olması (HMK, m. 190) kurallarıdır. Bu temel kurallara rağmen elbette ki kanuni veya fiili karine bulunması hâlinde ispat yükü bu karinelerin aksini savunan tarafta olacaktır.
16. Dava dilekçesinde davacı iddiasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetlerini ve iddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğini göstermek (HMK, m. 119/1-e,f) ve delillerin toplanabilmesi için başlangıçta alınması gereken masraf tutarı olan gider avansını dava açılırken mahkeme veznesine yatırmak zorundadır (HMK, m. 120/1).
17. Yine, HMK’nın 121. maddesine göre “Dava dilekçesinde gösterilen ve davacının elinde bulunan belgelerin asıllarıyla birlikte harç ve vergiye tabi olmaksızın davalı sayısından bir fazla düzenlenmiş örneklerinin veya sadece örneklerinin dilekçeye eklenerek, mahkemeye verilmesi ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayıcı açıklamanın dilekçede yer alması zorunludur.”
18. Diğer yandan tüketici mahkemelerinde görülecek davalar basit yargılama usulüne tabidir (4077 sayılı ve somut olayda dava tarihi itibariyle uygulanması gereken mülga Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun, m. 23/2; 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun, m. 73/4).
19. Basit yargılama usulünde HMK’nın 318. maddesi uyarınca “Taraflar dilekçeleri ile birlikte, tüm delillerini açıkça ve hangi vakıanın delili olduğunu da belirterek bildirmek; ellerinde bulunan delillerini dilekçelerine eklemek ve başka yerlerden getirilecek belge ve dosyalar için de bunların bulunabilmesini sağlayan bilgilere dilekçelerinde yer vermek zorundadır” ve yazılı yargılama usulünden farklı olarak iddianın genişletilmesi veya değiştirilmesi yasağı dava açılmasıyla; savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesi yasağı cevap dilekçesinin mahkemeye verilmesiyle başlar (HMK, m.319). HMK ve diğer kanunlarda basit yargılama usulü hakkında hüküm bulunmayan hâllerde, yazılı yargılama usulüne ilişkin hükümler uygulanır (HMK, m. 322/1).
20. Yazılı yargılama usulünde ise mahkeme ön inceleme duruşmasına daveti sırasında taraflara “Davetiyenin tebliğinden itibaren iki haftalık kesin süre içinde tarafların dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları, bu hususların verilen süre içinde yerine getirilmemesi hâlinde o delile dayanmaktan vazgeçmiş sayılacaklarına karar verileceği”ni ihtar eder (HMK’nın 22.07.2020 tarihli, 7251 sayılı Kanun ile değişik 139. maddesinin 1/ç bendi; değişiklik öncesi hâliyle m. 140/5-1. cümlesi).
21. Bu ihtara rağmen dilekçelerinde gösterdikleri belgeleri sunmayan veya belgelerin getirtilmesi için gerekli açıklamayı yapmayan tarafın bu delillere dayanmaktan vazgeçmiş sayılmasına karar verilir (HMK’nın 7251 sayılı Kanun ile değişik 140. maddesi; değişiklik öncesi hâliyle m. 140/5-2. cümlesi). Anılan hükümlerin HMK’nın 322/1. maddesi gereği basit yargılama usulünde de işlerlik kazanacağında tereddüt bulunmamaktadır.
22. Taraflar, kendilerinin veya karşı tarafın delil olarak dayandıkları ve ellerinde bulunan tüm belgeleri mahkemeye ibraz etmek zorundadırlar (HMK, m. 219/1). Sadece taraflar değil HMK’nın 221/1. maddesinin açık hükmüyle mahkemece üçüncü kişi veya kurumun elinde bulunan bir belgenin taraflarca ileri sürülen hususun ispatı için zorunlu olduğuna karar vermesi hâlinde bu belgenin ibrazı emrinin gereğini yerine getirmek durumundadır.
23. Haklılığın ispatını sağlamaya yönelik bir diğer delil de bilirkişi incelemesidir. Mahkeme, çözümü hukuk dışında, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde taraflardan birinin talebi üzerine bilirkişinin görüşünün alınmasına karar verebileceği gibi ihtiyaç duyulduğunda kendiliğinden de bu yola başvurabilecektir. Ancak genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukukî bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz (HMK, m. 266).
24. Elbette bilirkişinin özel ve teknik uzmanlığının bulunduğu konuda görüşünü en doğru ve sağlıklı şekilde oluşturması için dava dosyasında konuyla ilgili tüm bilgi ve belgeler toplanmalı, dosya bilirkişinin yapacağı teknik değerlendirme ve devamında mahkemenin tahkikat incelemesine hazır hâle gelmiş olmalıdır.
25. Başka bir anlatımla; sağlıklı bir tahkikat yapılabilmesi için kanuna ve amacına uygun şekilde ön inceleme aşamasının tamamlanması gerekir. Davada ileri sürülen vakıaların incelenebilmesi için yine dava malzemesi içinde yer alan ve vakıaların doğruluğuna ilişkin sunulan deliller belirli olmalı, özellikle belge mahiyetinde olan deliller taraflarca sunulmalı yahut mahkemenin bu belgelere nasıl ulaşacağının bilgisi verilmelidir. Zira tahkikat aşaması delillerin toplandığı değil değerlendirmesinin yapıldığı aşamadır ve deliller dosyaya girmeden, vakıalar netleşmeden yapılacak bir tahkikat gereksiz zaman ve emek kaybından başka hiçbir şey olmayacaktır. Zaten Kanun da buna izin vermemektedir. Bu sebeple aceleyle tahkikata başlamak zaman kazanma değil bilakis zaman kaybıdır (Pekcanıtez, H./Atalay, O./Özekes, M.: Hukuk Muhakemeleri Kanunu Hükümlerine Göre Medenî Usûl Hukuku, 13. bası, Ankara 2012, s. 492).
26. Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde; eldeki uyuşmazlıkta davacı tüketici, aralarındaki kredi sözleşmesi çerçevesinde davalı bankanın haksız ve hukuka aykırı kesintiler yaptığını ileri sürmüş, sözleşme ve kesintilerle ilgili belgelerin davalı elinde bulunduğunu, bu delillerinin ilgili banka şubesinden istenmesini, bu belgeler ve varsa davalının delilleriyle birlikte değerlendirme yapılarak kesintilerinin ne kadarının haksız olduğunun tespitini talep etmiştir. Dava dilekçesinde deliller arasında sözleşmeyle ilgili davalı banka elindeki kayıtlara ve bilirkişi incelemesine dayanılmış, tevzi formundan anlaşıldığı üzere gider avansı da bilirkişi masrafı hesaba katılarak tamamlanmıştır.
27. Mahkeme 26.02.2014 tarihli tensip zaptıyla davalı banka şubesinde bulunan konuyla ilgili tüm belgeleri istemiş, bu yönde yazılan müzekkereye cevap verilmeden 02.06.2014 tarihli ek tensip tutanağı ile “ön inceleme ve tahkikat duruşmasının birlikte yürütülmesine” ve dosyanın bilirkişiye tevdine karar verilmiş, bankacı bilirkişi tarafından da dosyada incelemeye yeterli bilgi ve belge bulunmadığı belirtilerek eksik hususların ikmal edilmesi gerektiği yönünde ön rapor hazırlanıp dosyaya sunulmuştur. İlk celse ön rapora karşılık davacı vekili davalının delillerini sunmadığını, bu nedenle artık bilirkişi incelemesi yapılmasını istemediklerini beyan etmiş ve mahkemece aynı celse dava reddedilmiştir.
28. Yukarıda ayrıntılı şekilde açıklandığı üzere; hem bilirkişinin teknik inceleme yapabilmesi hem de mahkemece hukukî değerlendirmede bulunabilmesi için öncelikle dosyada tüm delillerin toplanması, uyuşmazlığı aydınlatmaya yarayacak ve taraflarca dile getirilen belgelerin temin edilmesi gerekir. Davacı tüketici kesintilerinin dökümünü gösterir hesap özeti yanında dayandığı tüm belgelerin bilgilerini sunmuş, bunların davalıdan teminini istemiş ve gerekirse bilirkişi incelemesi yapılabilmesi için gider avansını da yatırmıştır. HMK’nın 219 ve 220. madde düzenlemeleri çerçevesinde DELİLLER USULE UYGUN TOPLANMADAN, BU YÖNDE KURULAN ARA KARARIN GEREĞİ YERİNE GETİRİLMEDEN, BAŞKA BİR ANLATIMLA DOSYA DEĞERLENDİRME YAPMAYA HAZIR HÂLE GELMEDEN BİLİRKİŞİYE GÖNDERİLMİŞTİR. Ret kararının gerekçesinde, tüketiciden kredi sözleşmeleri çerçevesinde haksız kesinti yapıldığı iddiasıyla açılan davalarda Yargıtayın bankaların ancak kredi verilmesi için zorunlu masrafları isteyebileceği ve bu harcamaların neler olduğu konusunda ispat yükünün bankaya ait olduğu, bankadan bu yöne ilişkin delilleri sorulduktan sonra kesintilerin haklı ve makul olup olmadığının tespiti için bilirkişi raporu alınması gerektiği görüşünde olduğu, bu hâlde bilirkişi incelemesi yapılmasında zorunluluk bulunduğu ifade edilmiştir. Ne var ki dayanılan bu içtihada göre kesintilerin zorunlu ve makul olduğunu ispat yükü davalı bankanın üzerinde olmasına rağmen davalının bu yöne dair delilleri toplanmadan, bilirkişinin hesaplama yapmaya yeter görmediği dosya kapsamındaki deliller üzerinden hâkimin hesaplama yapmasının mümkün olmadığı şeklindeki gerekçeyle ispat yükünün davacıda olduğu sonucuna varılması yanılgılı olduğu gibi ihtiyaç duyulduğunda mahkemece re’sen bilirkişi görüşüne başvurulabileceği de göz ardı edilmiş ve eksik incelemeye dayalı olarak hüküm kurulmuştur.
29. Hâl böyle olunca Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uymak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesi atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
Aynı Kanun’un 440/III-1. maddesi gereğince karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 24.06.2021 tarihinde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.

Exit mobile version