KESİNLEŞME ŞERHİNİN MAHKEME İLAMINA İŞLENMESİNİN, İLAMIN KESİNLEŞMİŞ SAYILMASI İÇİN ZORUNLU OLMADIĞI

T.C.
YARGITAY
8. HUKUK DAİRESİ
E. 2013/13713
K. 2014/2653
T. 18.02.2014

* KESİNLEŞME ŞERHİ (Yargıtayın Onama Kararına Karşı Başvurulan Karar Düzeltme Talebinin Reddi Halinde Red Tarihinde Onanan Mahkeme Kararının Kesinleşeceği – Mahkemece İlama Kesinleşme Şerhinin İşlenmesinin İlamın Kesinleşmiş Sayılması İçin Zorunlu Olmadığı/Takibin İptali)

* TAKİBİN İPTALİ (Dayanak İlam Karar Düzeltme İsteminin Ret Tarihinde Kesinleştiğinden Bu Tarihten Sonra Yapılan İcra Takibinde Yasaya Uymayan Bir Yön Bulunmadığı – Takip Dayanağı İlamın Kesinleşmeden Takibe Konulamayacağı Yönündeki Şikayetin Reddi Gerektiği)

* İLAMLARIN KESİNLEŞMESİ (Karar Düzeltme İsteminin Ret Tarihinde Kesinleştiğinden Bu Tarihten Sonra Yapılan İcra Takibinde Yasaya Uymayan Bir Yön Bulunmadığının Gözetilmesi Gerektiği – Takibin İptali)

* KESİNLEŞMEDEN TAKİBE KONULAMAYACAK İLAMLAR (Dayanak İlamın Boşanma Davasına İlişkin Olması Nedeniyle Kesinleşmeden Takibe Konulamayacağı Sebebiyle Takibin İptali İstemi – Dayanak İlam Karar Düzeltme İsteminin Ret Tarihinde Kesinleştiğinden Bu Tarihten Sonra Yapılan İcra Takibin Usul ve Yasaya Uygun Olduğu)

2000/m.366

ÖZET : Dava, dayanak ilamın boşanma davasına ilişkin olması nedeniyle kesinleşmeden takibe konulamayacağı ve borcun ödendiği ve faiz itirazları ileri sürülerek takibin iptali istemine ilişkindir. Yargıtay’ın onama kararına karşı başvurulan karar düzeltme talebinin reddi halinde, red tarihinde onanan mahkeme kararı kesinleşir. Mahkemece ilama kesinleşme şerhinin işlenmesi ilamın kesinleşmiş sayılması için zorunlu değildir. O halde dayanak ilam karar düzeltme isteminin ret tarihinde kesinleştiğinden, bu tarihten sonra yapılan icra takibinde Yasaya uymayan bir yön bulunmamaktadır. Bu durumda Mahkemece, takip dayanağı ilamın kesinleşmeden takibe konulamayacağı yönündeki şikayetin reddi ile davalı alacaklının faizle ilgili vazgeçme beyanı da dikkate alınarak diğer şikayet nedenleri incelenerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir.

DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki davalı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden Daire’ye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Alacaklı vekili tarafından başlatılan ilamlı takibe karşı borçlu vekili, dayanak ilamın boşanma davasına ilişkin olması nedeniyle kesinleşmeden takibe konulamayacağı ve borcun ödendiği ve faize itirazlarını ileri sürerek takibin iptalini talep etmiştir. Mahkemece, takibe konulan ilamda, ilamın şekli anlamda kesinleştiğini gösterir şerh olmadığından bahisle takibin iptaline karar verilmesi üzerine; hüküm alacaklı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Takip ve dava dosyasının incelenmesinde, alacaklı vekilinin, İnegöl 1.Asliye Hukuk Mahkemesi’nin (Aile Mahkemesi sıfatıyla) 21/09/2011 tarih ve 2010/323 Esas, 2011/569 Karar sayılı boşanma davasına ilişkin ilamına dayalı takip başlattığı, takip talebine dayanak ilam ile bu ilamın onandığına dair onama ilamı ve karar düzeltme talebinin reddine dair Yargıtay dosya sorgulama çıktısının eklendiği, ilamın altında şekli olarak kesinleşme şerhinin bulunmadığı, Mahkemenin de kabulünde olduğu üzere dayanak ilamın, Yargıtay 2.Hukuk Dairesi’nin 19.09.2012 tarih, 2012/2599 Esas-2012/21675 Karar sayılı kararıyla onandığı, 30.01.2013 tarihi, 2012/27455 Esas-2013/2429 Karar sayılı kararıyla karar düzeltme talebinin reddine karar verildiği görülmektedir. Mahkemece dosya arasına alınan dayanak ilamda 30.01.2013 tarihinde kesinleştiğine dair 22.02.2013 tarihli kesinleşme şerhinin işlendiği, şikayete konu takibin ise 20.02.2013 tarihinde başlatıldığı anlaşılmaktadır.

Yargıtay’ın onama kararına karşı başvurulan karar düzeltme talebinin reddi halinde, red tarihinde onanan mahkeme kararı kesinleşir. Mahkemece ilama kesinleşme şerhinin işlenmesi ilamın kesinleşmiş sayılması için zorunlu değildir.

O halde dayanak ilam karar düzeltme isteminin ret tarihi olan 30.01.2013 tarihinde kesinleştiğinden, bu tarihten sonra yapılan icra takibinde Yasaya uymayan bir yön bulunmamaktadır.

Bu durumda Mahkemece, takip dayanağı ilamın kesinleşmeden takibe konulamayacağı yönündeki şikayetin reddi ile davalı alacaklının faizle ilgili vazgeçme beyanı da dikkate alınarak diğer şikayet nedenleri incelenerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.

SONUÇ : Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile Mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’nun 388/4. (HMK m.297/ç) ve İİK’nun 366/3.maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, 18.02.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

http://kazanci.com.tr/gunluk/8hd-2013-13713.htm

FETÖ PYD YAPILANMASI SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜ SUÇUNUN HUKUKİ NİTELENDİRİLMESİ- SABİT HATLARDAN ARAMA VE ARDIŞIK ARAMA YÖNTEMİ

T.C
CEZA GENEL KURULU
2019/188 E. , 2021/338 K.

“İçtihat Metni”

Kararı veren
Yargıtay Dairesi : Ceza Genel Kurulu
Mahkemesi :Ceza Dairesi

Silahlı terör örgütüne üye olma suçundan sanık … hakkında ilk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapan Yargıtay 9. Ceza Dairesince 07.02.2019 tarih ve 49 – 6 sayı ile; sanığın TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5/1, TCK’nın 62, 53, 58/9 ve 63. maddeleri uyarınca 7 yıl 6 ay yıl hapis cezasıyla cezalandırılmasına, hak yoksunluğuna, cezasının mükerrirlere özgü infaz rejimine göre çektirilmesine ve mahsuba karar verilmiştir.

Hükmün sanık ve müdafisi tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının “onama” istemli 08.04.2019 tarihli ve 34508 sayılı tebliğnamesiyle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI

Temyiz incelemesi yapan Ceza Genel Kurulunca dosya incelenip görüşülerek gereği düşünüldü:

Hükmolunan ceza miktarı yönünden yasal şartları oluşmadığından sanık müdafisinin duruşmalı inceleme isteminin CMK’nın 299. maddesi uyarınca reddine karar verilmiştir.
Ceza Genel Kurulunca, sanık hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan cezalandırılma istemiyle açılan davada, İlk Derece Mahkemesi sıfatıyla Yargıtay 9. Ceza Dairesinde yapılan yargılama sonunda, bu suçtan kurulan mahkumiyet hükmünün hukuki yönüne ilişkin temyiz incelemesi yapılacaktır.

I) TEMYİZ EDENLERİN SIFATI, BAŞVURULARIN SÜRESİ VE TEMYİZ NEDENLERİNE GÖRE YAPILAN İNCELEMEDE:

A) Uygulanacak Temyiz Hükümleri:
07.10.2004 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5235 sayılı Adlî Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun’un 25 ve geçici 2. maddeleri uyarınca kurulan bölge adliye mahkemeleri, 07.11.2015 tarihli ve 29525 sayılı Resmî Gazete’de ilan edildiği üzere 20.07.2016 tarihinde tüm yurtta göreve başlamıştır. Bölge adliye mahkemelerinin faaliyete geçmesiyle birlikte istinaf kanun yolu uygulamaya girmekle birlikte 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 8. maddesi uyarınca, bölge adliye mahkemelerinin göreve başlama tarihi olan 20.07.2016 tarihinden önce verilen kararlar hakkında kesinleşinceye kadar 1412 sayılı CMUK’nın, bu tarihten sonra verilen kararlar hakkında ise 5271 sayılı CMK’nın temyize ilişkin hükümleri uygulanacaktır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine Ek 7 nolu protokolün “Cezai konularda iki dereceli yargılanma hakkı” başlıklı 2. maddesinin “Bir mahkeme tarafından cezai bir suçtan mahkum edilen her kişi, mahkumiyet ya da ceza hükmünü daha yüksek bir mahkemeye yeniden inceletme hakkını haiz olacaktır. Bu hakkın kullanılması, kullanılabilme gerekçeleri de dahil olmak üzere, yasayla düzenlenir. 2. Bu hakkın kullanılması, yasada düzenlenmiş haliyle önem derecesi düşük suçlar bakımından ya da ilgilinin birinci derece mahkemesi olarak en yüksek mahkemede yargılandığı veya beraatini müteakip bunun temyiz edilmesi üzerine verilen mahkumiyet hallerinde istisnaya tabi tutulabilir.” hükmü doğrultusunda, bazı kamu görevlilerin özel yetki kuralları uyarınca Yargıtayda veya Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesinde yargılanmaları halinde istisna getirebilme olanağına rağmen iç hukukumuzda, ilk derece olarak Yargıtayda yargılanacak kişiler bakımından verilen hükümlerin temyiz edilebileceği öngörülerek, iki dereceli sistem benimsenmiştir.

B) Temyiz Süresi ve Neden Bildirme Yükümlülüğü:

Hüküm fıkrasında, verilen kararın ne olduğunun, uygulanan kanun maddelerinin, verilen ceza miktarının, kanun yollarına başvurma ve tazminat isteme olanağı bulunup bulunmadığının, başvuru olanağı varsa süresinin, mercisi ve şekillerinin tereddüde yer vermeyecek şekilde açıkça gösterilerek hazır bulunan sanığa ve müdafisine bildirilmesi gerekmektedir.
Temyiz istemi, tutuklu bulunan sanıklar hakkında CMK’nın 263. madde hükmü saklı kalmak üzere, hükmün açıklanmasından itibaren eğer temyiz yoluna başvurma hakkı olanların yokluğunda açıklanmışsa tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde hükmü veren mahkemeye bir dilekçe verilmesi veya zabıt kâtibine bir beyanda bulunulması suretiyle yapılmasının gerekliliği, temyiz sebebinin ancak hükmün hukukî yönüne ilişkin olabileceği gözetilerek, hükmün neden dolayı bozulmasını istediğini temyiz başvurusunda göstermek zorunda olduğu, başvurusunda temyiz nedenleri gösterilmemişse temyiz başvurusu için belirlenen sürenin bitmesinden veya gerekçeli kararın tebliğinden itibaren yedi gün içinde bu nedenleri içeren bir ek dilekçe verilmesi gerekliliğine uyularak usulüne uygun başvuru yapıldığı anlaşılmakla işin esasına geçilmiştir.

C) Temyiz Nedenleri ve İncelemenin Kapsamı:

İstinaf mahkemelerinin Türk yargı sistemine dahil olmasıyla kanun yolu yargılamasında yeni bir anlayışı benimseyen kanun koyucu, istinaf başvurusunda Cumhuriyet savcısı dışındaki diğer kişiler bakımından sebep gösterme zorunluluğu öngörmezken, temyiz kanun yolunda, mülga 1412 sayılı CMUK’tan farklı şekilde resen temyiz tercihinden vazgeçerek, temyiz davasını açan ve sınırlayan temyiz dilekçesinde temyiz edenin, hükmün neden dolayı bozulmasını istediğini, temyiz sebeplerini göstermek zorunda olduğunu ve temyiz başvurusunda temyiz nedenleri gösterilmemişse temyiz başvurusu için belirlenen sürenin bitmesinden veya gerekçeli kararın tebliğinden itibaren yedi gün içinde hükmü temyiz olunan bölge adliye mahkemesine bu nedenleri içeren ek bir dilekçe vermesini öngörmüştür. Gerekçeli temyiz dilekçesi, (ek dilekçe, temyiz layihası) temyiz nedenlerinin gösterildiği dilekçedir. Temyiz dilekçesinde ya da daha sonradan verilen ek temyiz dilekçesinde temyiz denetiminin kapsamının belirlenmesi bakımından hangi hukuka aykırılıklara dayanıldığının anlaşılır bir şekilde gösterilmesi gerekir.

Bir muhakemede, çözümü amaçlanan iki temel sorun vardır. Bunlar, maddi sorun ve hukuki sorundur. Maddi sorun, “olgusal dünya”ya; hukuki sorun, “normatif dünya”ya aittir. Mahkemede önce maddi sorun, sonra hukuki sorun çözülür. Maddi sorunun çözümü geçmişte yaşanmış bir olayın temsili, nasıl gerçekleştiğinin tespitidir. Bu çözüm de sadece hukukun izin verdiği yöntemlerle gerçekleşecektir. Maddi olayın gerçeğe uygun temsil edilebilmesi öncelikle, eksiksiz soruşturma yapılması ve toplanan tüm delil araçlarının doğru değerlendirilmesine bağlıdır. Hâkim; delil araçlarını, akıl yürütmek ve bu arada tecrübe kurallarına başvurmak suretiyle, vicdanına göre değerlendirecektir. Yine akıl yürüterek boşlukları dolduracaktır. Dolayısıyla vicdani kanaate sezgilerle değil akıl yoluyla ulaşılacaktır.

Temyiz denetiminde, maddi olayın tespitinde ilk derece ve bölge adliye mahkemelerinin, sözlülük, doğrudan doğruyalık ve yüzyüzelik ilkeleri uyarınca elde edilen delilleri vicdani kanaatleri ile serbestçe takdir ederken, delillerle varılan sonucun hukuk kurallarına, akla, mantığa, genel hayat tecrübelerine ve bilimsel görüşlere uygun olup olmadığının tespiti bakımından somut dosya üzerinden görüşülüp incelenebileceği gibi maddi sorunla ilgili vaka değerlendirmelerindeki hukuka aykırılıkları da gerekçe üzerinden denetlenebilecektir.

Temyiz dilekçesinde bir temyiz nedeni var olmasına rağmen muhakeme hukukuna aykırılık iddiasının temyiz sebebi olarak gösterilmemesi ya da gösterilmekle birlikte hükme etki edecek nitelikte olmadığının anlaşılması durumunda usul hükümlerine uygunluk bakımından sadece 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesi kapsamındaki hukuka kesin aykırılık hâlleriyle sınırlı bir temyiz incelemesi yapılacak, inceleme sırasında tespit edilen ancak hükmü etkilemeyen muhakeme hukukuna aykırılıklar Yargıtay tarafından bozma nedeni yapılmayarak kararda bu aykırılıklara işaret edilmekle yetinilecektir.

Temyiz nedeninin, maddi hukuka aykırılık iddiasına dayanması hâlinde ise maddi hukuka aykırılık nedeniyle hükmün temyiz edilmesi yeterli olup cezai yaptırımların kişiler üzerindeki telafisi mümkün olmayan ağır sonuçları da gözetilerek somut olayda adaleti gerçekleştirme ve doğru bir hüküm oluşturma ile yükümlü olan Yargıtayca dosyaya yansıyan tüm maddi hukuka aykırılıklar tespit edilip temyiz edenin sıfatı da dikkate alınmak suretiyle bozma nedeni yapılması gerekecektir.
CMK’nın 289. maddesinde yazılı olan “Temyiz dilekçesi veya beyanında gösterilmiş olmasa da aşağıda yazılı hâllerde hukuka kesin aykırılık var sayılır” kuralı, hiçbir temyiz nedeni içermeyen bir temyiz başvurusunda, mutlak temyiz nedenlerinin kendiliğinden gözetileceği şeklinde anlaşılamaz. Bu noktada dilekçe yalnızca bir veya birden fazla nispî temyiz nedeni içeriyorsa, bu nedenler kabul edilmese dahi 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesinde yer alan mutlak hukuka aykırılık hâllerinden birine dayanarak hükmün bozulması mümkündür.

Bu açıklamalar ışığında dosya kapsamında ileri sürülen temyiz nedenleri incelendiğinde;
a) Özel Dairece ilk derece mahkemesi sıfatıyla gerçekleştirilen yargılama sonucunda 07.02.2019 tarihinde yapılan oturumda hüküm özünün, hazır bulunan sanık ve müdafisine, karara karşı başvurulacak kanun yolu, süresi, mercisi ve şekilleri de belirtilmek suretiyle açıkça okunup usulen anlatıldığı,

Mahkumiyet hükmüne yönelik olarak sanığın 14.02.2019, müdafisinin ise 13.02.2019 tarihli ve süresi içerisinde sundukları dilekçelerle temyiz kanun yoluna başvurdukları,

b) Temyiz dilekçeleri içeriklerinden; sanığın kararın usul ve yasaya, sanık müdafisinin ise hukuka aykırı olması nedenine dayanmak suretiyle gerekçeli kararın kendilerine tebliğ edilmesini talep ettikleri,

c) Gerekçeli kararın sanığa 18.03.2019, sanık müdafisine ise 14.03.2019 tarihinde usulüne uygun olarak tebliğ edildiği,

Sanık müdafisinin 21.03.2019, sanığın ise 25.03.2019 tarihinde sundukları ek temyiz dilekçelerinde özetle; iddia edilen suçun oluşmadığı, ceza miktarının isabetsiz olduğu, iddia olunan eylemlerin terör örgütü üyeliği olarak değerlendirilmesinin mümkün olmadığı, suçun maddi ve manevi unsurlarının oluşmadığı, Yargıtay üyeliğine örgüt üyeliği nedeniyle değil, liyakati sebebiyle seçildiği, …’ın beyanlarının gerçekleri yansıtmadığı ve çelişkili olduğu, … ve …’in ifadelerine dayalı olarak mahkemenin örgüt üyesi olduğu yönünde kabulde bulunmasına rağmen her iki tanığın da sanığın örgüt üyeliği ile ilgili somut bir bilgilerinin bulunmadığı, üyelik seçimlerinde sanığı destekleyen isimler dolayısıyla örgüte yakın olduğu kanısına vardıklarına dair beyanda bulundukları, üye seçiminde sanığı destekleyenlerin çoğunun sınıf arkadaşı, hemşehrisi veya kürsüden tanıdığı arkadaşları olduğu, 2014 yılında HSYK seçimlerinde örgüt lehine çalışma yaptığına kabulde yer verilmiş olmakla birlikte bu konuda ne tanık ifadesi ne de başka bir delilin bulunduğu, yalnızca adaylardan şahsen tanıdığı olup olmadığını soran samimi meslektaşlarına şahsen tanıdığı bir iki üyeden bahsetmiş olduğu, hiçbir meslektaşına örgüt adaylarına oy vermelerini söylemediği, mahkemenin kabule aldığının aksine hiçbir tanığın sanığın örgütsel bir eyleminden bahsetmediği, böyle bir eylemine tanık olmadıklarını beyan ettikleri, tanıkların düşünce ve kanaatlerinin birlikte dolaştığı kişiler ile katıldığı sosyal faaliyetlerden kaynaklandığı, mahkeme sosyokültürel birikimi, eğitim düzeyi gibi nedenlerle bu oluşumun silahlı terör örgütü olduğunu bilebileceği varsayımında bulunmuş ise de devletin dahi son olaylara kadar bu oluşumun bir silahlı terör örgütü olduğunu anlayamadığı bir olayda sanıktan bunu anlamasının beklenmesinin mümkün olmadığının ortada olduğu, adı geçen örgüte üye olmadığı, kabulde benimsemediği ve katılmadığı bir eylem nedeniyle tehlikelilik durumunun ortaya çıktığına yer verilmesinin isabetli olmadığı, mahkemenin bu anlamda gerekçeye aldığı hususun gerçeklerle uyuşmadığı, bilgisayarında Bylock kalıntısı bulunmasının örgüt üyesi olduğunu değil aksine üye olmadığını gösteren bir delil olduğu, zira Bylock ismini duyduktan sonra internette bu kelimeyi arattığı, karmaşık ve şifreli bir program olduğunu görünce araştırıp kullanmaktan vazgeçtiği, Bylock programını indirmediği ve kullanmadığı, bunun dosyaya gelen yazı ve cevaplarla da sabit olduğu, kararda belirtilenin aksine “herkul.org” sitesini takip ettiğine dair bilirkişi raporunda bir belirleme olmadığı, tersine ziyaret edilen web sitelerinin otomatik olarak kaydedildiği “temporary internet files” adı altında otomatik kaydedilen dosyalardan olduğunun belirtildiği, mahkemenin bu anlamda gerekçeye aldığı hususun gerçeklerle uyuşmadığı, üzerine atılı eylemlerden hiçbirinin silahlı terör örgütü üyeliğinin oluşumu için yeterli olmadığı, hakkında isnat edilen eylemlerin sosyal faaliyet kapsamında anayasal ve evrensel hak ve özgürlüklerin kullanılması mahiyetinde fiiller olduğu, ayrıca eylemleri sırasında hukuken varlığı tescillenmiş bir silahlı terör örgütü olgusunun da mevcut olmadığı, dolayısıyla suçun manevi unsurunun oluşmadığı, bir örgütsel eyleminin bulunmadığı, cezanın asgari hadden uzaklaşılarak tayin edilmesinin isabetli olmadığı, temel ceza belirlenirken herhangi bir kişiselleştirme yapılmadığı, genel şablon ifadeler gerekçe yapılarak asgari haddin üzerinde ceza tayin edildiği,

Nedenlerine dayalı olarak hükmün bozulmasını talep ettiği,
Anlaşılmaktadır.
Temyiz edenlerin sıfatı, başvuruların süresi ve temyiz nedenleri bu şekilde değerlendirildikten sonra sanık hakkındaki mahkumiyet hükmünün; sanığın fiilinin suç oluşturup oluşturmadığı, fiilin hangi suçu oluşturduğu, eksik araştırmaya dayalı olarak hüküm kurulup kurulmadığı, hükmün doğru tesis edilip edilmediği, gerekçenin dosya kapsamına uygun olup olmadığı, dosyaya yansıyan ve hükme etki edebilecek delillerin karar yerinde tartılışıp tartışılmadığı, bu bağlamda maddi sorunun isabetli bir şekilde tespit edilip edilmediği gibi dosyaya yansıyan tüm maddi hukuka aykırılıklar ile usul hükümlerine uygunluk bakımından ve 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesinde yazılı bulunan hukuka kesin aykırılık hâllerinin mevcut olup olmadığı yönlerinden temyiz denetimine geçilmiştir.

Ceza Genel Kurulunun 17.03.2021 tarihli ve 495-116 sayılı kararında ayrıntılı şekilde açıklandığı üzere;

II) USULE İLİŞKİN İTİRAZLAR VE RESEN İNCELENMESİ GEREKEN HUSUSLAR:

A) Soruşturma Usulleri ve Kovuşturma Mercisi:
aa) Genel Olarak:
Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır. Anayasa’nın 142. maddesinde, mahkemelerin kuruluşunun, görev ve yetkilerinin, işleyişinin ve yargılama usullerinin kanunla düzenleneceği öngörülmekle birlikte; yargı kollarında yer alan Yüksek Mahkemeler yönünden kanunilik esasının ötesinde bu mahkemelerin niteliklerine, üyelerin ne şekilde atanacağına ya da seçileceğine, görev ve yetkilerinin neler olduğuna dair konular doğrudan doğruya Anayasa’da hüküm altına alınmıştır.

Ülkemizdeki yargı kolları arasında yer alan adli yargı; diğer yargı kollarının (anayasa yargısı ve idari yargının) görevine girmeyen davaların çözümlendiği olağan ve genel yargı kolu olup teşkilât yapısı ilk derece mahkemeleri, bölge adliye mahkemeleri ve Yargıtay olmak üzere üç derecelidir.

Kamu görevinin etkin ve kesintisiz biçimde sürdürülmesi ve soruşturulmasında kamu yararı bulunmayan kimi iddialarla ilgili gereksiz işlem yapılmasının önüne geçilmesi amacıyla kamu görevlilerinin bağlı bulundukları yasalara göre özel soruşturma usulleri öngörülmüştür.
Hâkimlerin suç işlemeleri hâlinde cezai sorumluluklarının bulunduğu, çağdaş hukuk sistemlerinin ortak kabulüdür. Bir hâkimin göreviyle ilgili ya da kişisel bir suç işlemesi mümkün olup bu durumda kişinin hâkim olması nedeniyle işlediği suçun yaptırımsız kalması düşünülemez. Bu nedenledir ki, hukuk sistemimiz içinde hâkimlerin görevleriyle ilgili ya da kişisel nitelikte işledikleri ve suç oluşturan eylemlere ilişkin Anayasa, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu, 6087 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kurulu Kanunu, 2575 sayılı Danıştay Kanunu ve 2797 sayılı Yargıtay Kanunu gibi kanunlarla kural olarak özel soruşturma ve kovuşturma usulleri ve mercileri öngörülmüştür.
Suçun görev sebebiyle işlendiğinin kabulü için, eylemin memuriyet işleriyle ilgili olması, diğer bir anlatımla suçu doğuran fiil ile görev arasında illiyet bağı bulunması, görevle bağlantılı olması ve görevin sağladığı imkanlardan faydalanılarak işlenmesi gerekir. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 17.02.2004 tarihli ve 2004/2-10 Esas 2004/40 Karar sayılı kararında “Görev sebebiyle işlenen suç kavramının, memuriyet görevinden doğan, görev ile bağlantılı ve görevden yararlanılarak işlenebilen suçları ifade eder.” şeklinde kabul edilmiştir. Yargıtayın yerleşik uygulamasına göre kamu görevlilerinin herhangi bir suç örgütüne üye veya yönetici olmaları kişisel suç niteliğindedir.

Özel soruşturma ve kovuşturma usulleri öngören düzenlemelerden; yasama dokunulmazlığına ilişkin Anayasa’nın 83. maddesi, hâkim ve Cumhuriyet savcılarına ilişkin 2802 sayılı Kanun’un 94. maddesi, Hâkimler ve Savcılar Kurulunun seçimle gelen üyelerine ilişkin 6087 sayılı Kanun’un 38. maddesi, 2797 sayılı Kanun’un 46. maddesi ile diğer kamu görevlilerine ilişkin 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun’un 2. maddesinde “ağır cezalık suçüstü hâli” ortak bir kavram olarak kullanılmaktadır. Aynı kavram, suç tarihinden sonra 2797 sayılı Kanun’un 46. maddesine 680 sayılı KHK ile eklenen ve 7072 sayılı Kanun’la aynen kabul edilerek kanunlaşan altıncı fıkrada da yer almaktadır.

5271 sayılı CMK’nın “Tanımlar” başlıklı 2. maddesinin (j) bendinde de “Suçüstü hâli”nin;
“1. İşlenmekte olan suçu,
2. Henüz işlenmiş olan fiil ile fiilin işlenmesinden hemen sonra kolluk, suçtan zarar gören veya başkaları tarafından takip edilerek yakalanan kişinin işlediği suçu,
3. Fiilin pek az önce işlendiğini gösteren eşya veya delille yakalanan kimsenin işlediği suçu” ifade ettiği öngörülmüştür.
Belli bir suçun bulunması, failin yakalanmış olması ve failin suçu işlediği an ile yakalandığı an arasında uzun sürenin geçmemiş olması, suçüstü hâlidir.
Öte yandan, suçüstü hâlinin varlığı açısından hukukî düzenlemelerde açıkça bir zaman sınırı öngörülmediği göz önüne alındığında, bir zaman sınırlaması getirmek mümkün değildir. Bir olayın hangi ana kadar “suçüstü” olarak nitelendirilebileceği, o olayın özelliklerine, işlenen suça, türüne, işlenme biçimine, icra ile yer ve zaman bakımından gerçekleşen illiyet bağına göre takdir edilmelidir.
Suçüstü hâli doktrinde, dar anlamda ve geniş anlamda suçüstü olmak üzere ikili ayrıma tabi tutulmuştur (Faruk Erem, Ceza Usulü Hukuku, 5. Bası, Sevinç Matbaaası, Ankara, 1978, s. 692, 693). Konumuza ilişkin olarak, asıl suçüstü ya da dar anlamda suçüstü, CMK’nın 2. maddesinin (j) bendinde yer alan (1) numaralı alt bentteki “işlenmekte olan suç”u ifade etmektedir.
bb) Mütemadi Suçlarda Suçüstü Hâli:
Doktrinde genel kabul gören görüş; mütemadi suçlar suçüstü hâlinde işlenebilen suçlardır. Mütemadi suçlarda, temadi devam ettikçe suçüstü hâlinin devam ettiği, icra hareketlerinin tamamlanmasının gerekmediği, mütemadi suçu oluşturan icra hareketlerinin bir kısmında sanığın geniş anlamda yakalanmasının yeterli olduğu, kanuni düzenlemelerde bu konuda bir ayrıma gidilmediği ve suçüstü hâlinde temadinin sona ereceğine ilişkindir.
Türk Hukukundaki silahlı örgüt suçuna ve usul hukukuna ilişkin düzenlemelere ayrıca değinilecek olmakla birlikte, faile atılı mütemadi suçun niteliği, suçun işlenme şekli ve geniş anlamda yakalama şartlarının her olayda ayrı ayrı değerlendirilmesi koşuluyla, mütemadi suçlarda genel olarak failin o suça ilişkin devam eden icra hareketlerinin, bu hareketlerin meydana getirdiği hukuka aykırılığın devam ettiğinin, böylelikle o suçun işlenmekte olan bir suç olduğunun ve geniş anlamda yakalama sonucunda somut olayda dar anlamda suçüstü hâlinin var olabileceğinin kabulü gerekmektedir.
cc) Terör Suçlarında Özel Soruşturma Usulleri:
Kamu görevlilerinin görev nedeniyle işledikleri suçlar bakımından haklarında doğrudan soruşturma yapılabilmesi, fiilin ağır ceza mahkemesinin görevine girmesi ve failin suçüstü hâlinde yakalanması terör suçları bakımından gerekli görülmemiştir.
Demokratik yaşama ciddi tehdit oluşturan terör suçlarının soruşturulması usulüne ilişkin uzun yıllardan beri yürürlükte olan özel düzenlemeler söz konusudur. Nitekim, 16.06.1983 tarih ve 2845 sayılı yasa ile kurulan Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un “Görev” başlıklı ikinci bölümünün “Devlet güvenlik mahkemelerinin görevleri” başlıklı 9. maddesi;
“Devlet Güvenlik Mahkemeleri aşağıdaki suçlarla ilgili davalara bakmakla görevlidir.
a) Türk Ceza Kanununun 125 ila 139 uncu maddelerinde; 146 ila 157 nci maddelerinde; 161, 168, 169, 171, 172, 174 üncü maddelerinde; 312 nci maddenin 2 nci fıkrasında; (…); 499 uncu maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar,
Yukarıda belli edilen suçları işleyenler ile bunların suçlarına iştirak edenler, sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanırlar.
Ancak, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile savaş ve sıkıyönetim hali dahil Askeri Mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır.”
Şeklindedir.
“Soruşturma usulü” başlıklı 10. maddesinde;
“…Bu Kanun kapsamına giren suçlar hakkında, suç görev sırasında veya görevden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılıklarınca doğrudan doğruya takibat yapılır.” hükmü yer almaktadır.
5271 sayılı CMK’nın 6352 sayılı Kanun’un 105. maddesi ile ilga edilen 250. maddesi;
“(1) Türk Ceza Kanununda yer alan;

c) İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar (305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332 nci maddeler hariç),
Dolayısıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayacak şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür.

(3) Birinci fıkrada belirtilen suçları işleyenler sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun bu Kanunla görevlendirilmiş ağır ceza mahkemelerinde yargılanır. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile (…) askerî mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır.”,
Aynı Kanun’un 6352 sayılı Kanun’un 105. maddesi ile ilga edilen “Soruşturma” başlıklı 251. maddesi ise;
“(1) 250 nci madde kapsamına giren suçlarda soruşturma, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca bu suçların soruşturma ve kovuşturmasında görevlendirilen Cumhuriyet savcılarınca bizzat yapılır. Bu suçlar görev sırasında veya görevden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır. Cumhuriyet savcıları, Cumhuriyet Başsavcılığınca 250 nci madde kapsamındaki suçlarla ilgili davalara bakan ağır ceza mahkemelerinden başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez….”
Şeklindedir.
“Görev ve yargı çevresinin belirlenmesi, soruşturma ve kovuşturma usulü” başlıklı 3713 sayılı Terörler Mücadele Kanunu’nun 10. maddesinin 21.02.2014 tarihli 6526 sayılı Kanun’un 19. maddeleriyle yürürlükten kaldırılmadan önceki hâli;
“Bu Kanun kapsamına giren suçlar dolayasıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayabilecek şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür. Bu mahkemelerin başkan ve üyeleri adlî yargı adalet komisyonunca, bu mahkemelerden başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.
Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile askeri mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır.
Bu Kanun kapsamına giren suçlarla ilgili olarak;
a) Soruşturma, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca bu suçların soruşturma ve kovuşturmasında görevlendirilen Cumhuriyet savcılarınca bizzat yapılır. Bu Cumhuriyet savcıları, Cumhuriyet başsavcılığınca başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.
b) Türk Ceza Kanununun 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 316’ncı maddelerinde düzenlenen suçlar hakkında, görev sırasında veya görevinden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır. 01.11.1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununun 26’ncı maddesi hükmü saklıdır” biçimindedir.
Mülga hükümlerin incelenmesinde de görülmektedir ki; silahlı terör örgütüne üye olma suçuyla ilgili olarak Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’la kural olarak, soruşturmanın genel hükümlere göre, bu kanun uyarınca kurulmuş mahkemelerde görev yapan Cumhuriyet savcıları tarafından yapılacağı kabul edilmektedir. Devlet güvenlik mahkemelerinin kaldırılmasından sonra yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK’nın 250. maddesi ile de bu genel kural aynen korunmuştur.
05.07.2012 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6352 sayılı Kanun’un 105. maddesi ile 3713 sayılı Kanun’un 10. maddesinin 3. fıkrasının (b) bendi ile TCK’nın 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315, 316 maddelerinde yazılı olup 3713 sayılı Kanun’un 3. maddesi uyarınca doğrudan terör suçu kabul edilen suçlar hakkında görev sırasında veya görevinden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet Savcıları tarafından doğrudan soruşturma yapılacağı hüküm altına alınmış olup aynı Kanun maddesinin bendinde 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nun 26. maddesi hükmünü saklı tutmuştur.
Daha sonra 06.03.2014 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6526 sayılı Kanun’un 19. maddesi ile 3713 sayılı Kanun’un 10. maddesi yürürlükten kaldırılmış ve aynı Kanun’un 15. maddesi ile 5271 sayılı CMK’nın 161. maddesine “Türk Ceza Kanununun 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 316 ıncı maddelerinde düzenlenen suçlar hakkında, görev sırasında veya görevinden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır. 1/11/1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununun 26 ncı maddesi hükmü saklıdır.” hükmü 8. fıkra olarak eklenmiştir. Suç tarihinde bu hüküm yürürlüktedir.
Dolayısıyla suç tarihinde 5271 sayılı CMK’nın 161. maddesinin 8. fıkrasında yazılı terör suçları yönünden yapılacak soruşturmalarda görev ya da kişisel suç olup olmadığına bakılmaksızın Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve HSK üyelerine yönelik kendi özel kanunlarına ilişkin özel bir koruma öngörülmemiştir.
Suç tarihinde yürürlükte bulunan 5235 sayılı Kanun’un “Ağır ceza mahkemesinin görevi” başlıklı 12. maddesinde ağır ceza mahkemesinin görevine giren davaların istisnası olarak yer verilen “Anayasa mahkemesi Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler askeri mahkemelerin görevine giren hükümler ile çocuklara özgü kovuşturma hükümleri saklıdır.” şeklindeki hüküm de kovuşturma aşamasında görevli mahkemenin belirlenmesine ilişkin olup soruşturmanın usulüne ilişkin düzenleme içermemektedir.
Bu bağlamda ele alınması gereken ve 2575 ile 2797 sayılı Kanun’ların yürürlük tarihinden sonra, somut olayımızda suç tarihinden önce 06.03.2014 tarihli ve 28933 sayılı mükerrer Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6526 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 15. maddesiyle, 5271 sayılı CMK’nın 161. maddesine eklenen sekizinci fıkrada “Türk Ceza Kanununun 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 316 ncı maddelerinde düzenlenen suçlar hakkında, görev sırasında veya görevinden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır. 1/11/1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununun 26 ncı maddesi hükmü saklıdır.” hükmüne ilişkin düzenlemede, aralarında silahlı örgüt suçunun da sayıldığı bazı suçların vahameti ve bu suçlarla korunan hukuki değer dikkate alınarak 2937 sayılı Kanun’da sayılan kişilere yönelik istisna haricinde, bu suçların soruşturmasının genel hükümlere göre yürütüleceği açıkça hüküm altına alınmıştır. Buna göre Yargıtay Kanunu’nun 46. maddesinin 6. fıkrasında belirtilen kişisel suç ağır cezalık olmasa ve fail suçüstü hâlinde yakalanmasa dahi, CMK’nın 161. maddesinin 8. fıkrası gereğince doğrudan soruşturulabilecektir. Dolayısıyla TCK’nın 314. maddesinde yazılı silahlı terör örgütüne üye olma suçu nedeniyle genel hükümlere göre soruşturma yapabilmek için suçüstü hâlinin bulunmasına gerek yoktur.
Ayrıca, 15.07.2016 tarihinde ülke genelinde başlayan ve 19.07.2016’e kadar devam eden hükûmeti devirmeye ve Anayasal düzeni cebren ilgaya teşebbüs edilmesi sebebiyle ve demokrasinin, hukuk devleti ilkesinin, vatandaşların hak ve özgürlüklerinin korunmasına yönelik tedbirlerin etkin bir şekilde uygulanabilmesi amacıyla ilan edilen olağanüstü hâlin varlığı, ülkede terör saldırılarının yoğunlaştığı bir dönemde gerçekleşen 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe teşebbüsünün ulusal güvenlik üzerinde oluşturduğu tehdit ve tehlikenin boyutu, darbe teşebbüsünde bulunan terör örgütünün tüm unsurlarıyla ve süratle bertaraf edilmesi amacıyla yapılan işlemlerin uygulanabilmesi ve demokrasinin korunarak hukuk devleti ilkesine bağlılığın sağlanması için ihtiyaç duyulan süre darbenin yapıldığı günle sınırlı olmamıştır. Mevcut iktidar tarafından Anayasal düzeni korumakla görevli kolluk güçleri ile soruşturma ve yargılama organları üzerindeki terör örgütünün kontrolünün boyutu bilinmediğinden zira üst düzey yöneticilerin en yakınındaki görevlilerin örgüt mensubu olduğunun anlaşıldığı ortamda, çağrı üzerine halkın günlerce meydanlarda demokrasi nöbeti tutarak güvenliğin sağlanmaya çalışıldığı bir süreçte; 15.07.2016 tarihinde başlayan ve sonrasında da devam eden darbe teşebbüsünün savuşturulması sürecinde sanığın yakalanıp gözaltına alındığı ve tutuklandığı hususları dikkate alındığında; sanığa isnat edilen suça ilişkin suçüstü hâlinin bulunduğu yönünde soruşturma ve kovuşturma mercilerince yapılan değerlendirmelerin olgusal ve hukuki temelden yoksun ve keyfî olduğu kabul edilemeyecektir.
B) Hâkim ve Savcılar Sınıfı:
Hâkim ve savcılarla ilgili olarak 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nun 82 ve müteakip maddelerine göre “görevden doğan veya görev sırasında işlenen suçlardan dolayı” soruşturma yapılması izne bağlanmış, aynı Yasa’nın 90. maddesi gereğince birinci sınıfa ayrılmış hâkim ve savcılar için Yargıtayın ilgili ceza dairesi, birinci sınıfa ayrılmayan hâkim ve savcılar için de bağlı bulundukları yargı çevresindeki Ağır Ceza Mahkemesi kovuşturma mercisi olarak belirlenmiştir. Hâkim ve savcıların kişisel suçları ile ilgili soruşturma, görev yerlerine en yakın Ağır Ceza Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığınca yapılır. Bu suçlar yönünden kovuşturma mercisi aynı yargı çevresindeki Ağır Ceza Mahkemesidir. (2802 sayılı Kanun’un 93. maddesi). Ağır Ceza Mahkemesinin görevine giren suçüstü hâlinde ise soruşturma genel hükümlere göre bizzat Cumhuriyet savcısı tarafından yapılacaktır. (Aynı Yasa’nın 94. maddesi) Hâkim ve savcıların görev suçları yanında görev sırasında işledikleri suçlar yönünden de özel soruşturma usulü benimsenmiştir. Ancak bu kuralın iki istisnası bulunmaktadır: ağır cezalık suçüstü hâli ve Türk Ceza Kanunu’nun 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 316. maddelerinde yer alan suçların işlendiği iddiasıyla yapılan soruşturmalardır. (CMK’nın 161/8. maddesi)
Görev suçlarında soruşturma sırasında alınması gerekli koruma tedbirleri bakımından 2802 sayılı Yasa’nın 85. maddesinde “Soruşturma sırasındaki tutuklama istemleri, son soruşturma açılmasına karar vermeye yetkili merci tarafından incelenir ve karara bağlanır.” şeklinde açık biçimde düzenlenmiş iken, şahsi suçlar yönünden özel bir hüküm bulunmadığından kanun koyucu burada genel kuraldan ayrılmamış olup bu hâlde soruşturma yapan Cumhuriyet Başsavcılığının yargı çevresindeki sulh ceza hâkimleri yetkili olacaktır.
C) Yargıtay Başkanı ve Üyeleri:
Hukuk devletinin en önemli unsurlarından birini kanuni hâkim güvencesi oluşturmaktadır. Bu ilke Anayasal bir hak olarak korunmuş olup Anayasa’nın 37. maddesinde “Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz” şeklinde ifade edilmiştir.
Yargıtay, adli yargı içerisinde Anayasal boyutta bağımsız ve tarafsız bir mahkeme olarak düzenlenmiş olup adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı mercisine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme mercisidir. Kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakmakla görevli kılınmıştır. Yargıtay Başkan ve Üyeleri ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekili ve özel kanunlarında belirtilen kimseler aleyhindeki görevden doğan tazminat davalarına ve kişisel suçlarına ait ceza davalarına ve kanunlarda gösterilen diğer davalara ilk ve son derece mahkemesi olarak bakmak bu görevler kapsamındadır.
Bilindiği üzere, 15.07.2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsünün savuşturulmasından hemen sonra Milli Güvenlik Kurulu 20.07.2016 tarihinde yaptığı toplantıda “demokrasinin, hukuk devleti ilkesinin, vatandaşların hak ve özgürlüklerinin korunmasına yönelik tedbirlerin etkin bir şekilde uygulanabilmesi amacıyla” hükûmete olağanüstü hâl ilan edilmesi tavsiyesinde bulunmayı kararlaştırmıştır. Bunun üzerine, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu 20.07.2016 tarihinde, ülke genelinde 21.07.2016 Perşembe günü saat 01.00’den itibaren doksan gün süreyle olağanüstü hâl ilan edilmesine karar vermiştir. Anılan karar 21.07.2016 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Olağanüstü hâl ilan edilmesine ilişkin karar, aynı gün TBMM tarafından onaylanmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti 21.07.2016 tarihinde Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ne; Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine ise Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’ye (MSHUS) ilişkin derogasyon (askıya alma/yükümlülük azaltma) beyanında bulunmuştur. Olağanüstü hâlin uzatılmasına ilişkin kararlar da Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine bildirilmiştir.
Olağanüstü hâl, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından 05.10.2016, 03.01.2017 ve 17.04.2017 tarihlerinde alınan kararlarla üçer ay daha uzatılmıştır.
Olağanüstü hâl döneminde çıkarılan KHK’lar ile bazı yasalarda değişiklikler yapılmıştır.
2797 sayılı Kanun’un; Yargıtay Birinci Başkanı, birinci başkanvekilleri, daire başkanları, üyeleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilinin görevleriyle ilgili veya kişisel suçlarından dolayı yapılacak inceleme, soruşturma ve kovuşturma usullerini düzenleyen 46. maddesi suç tarihi itibarıyla;
“Yargıtay Birinci Başkanı, birinci başkanvekilleri, daire başkanları, üyeleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilinin görevleriyle ilgili veya kişisel suçlarından dolayı haklarında soruşturma yapılabilmesi Birinci Başkanlık Kurulunun kararına bağlıdır. Ancak, ağır cezayı gerektiren suçüstü hallerinin hazırlık ve ilk soruşturması genel hükümlere tabidir.
Birinci Başkanlık Kurulu kendisine intikal eden veya ettirilen ihbar ve şikayetleri inceleyerek soruşturma açılmasını gerektirir nitelikte gördüğü takdirde, ilk soruşturma yapılması için ceza dairesi başkanlarından birini görevlendirir. Aksi takdirde dosyanın işlemden kaldırılmasına karar verir. Bu karar kesindir.
Soruşturma ile görevlendirilen başkan, soruşturmayı ikmal ettikten sonra evrakı Birinci Başkanlık Kuruluna gönderir.
Soruşturmayı yapan ceza dairesi başkanı sorgu hakiminin yetkisini haiz olup Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun ilk soruşturmaya ait hükümlerini uygular. Vereceği tutuklama ve tutuklamanın kaldırılması veya kefaletle salıvermeye ait kararları Birinci Başkanlık Kurulunun onaması ile tekemmül eder.
Birinci Başkanlık Kurulu, incelediği evrakı eksik bulursa soruşturmayı yapan başkana tamamlattırır. Son soruşturmanın açılmasına gerek görmediği takdirde evrakın işlemden kaldırılmasına, aksi halde son soruşturmanın açılmasına karar verir ve görevle ilgili suçlarda Anayasa Mahkemesine, kişisel suçlarda Yargıtay Ceza Genel Kuruluna tevdi olunmak üzere dosyayı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gönderir. Evrakın işlemden kaldırılmasına dair verilen kararlar kesindir.
Sanık, Ceza Genel Kurulunca verilen kararın tefhim veya tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde yeniden incelenmesini isteyebilir.” şeklinde düzenlenmişken, bu maddenin beşinci fıkrasında 680 sayılı KHK’nın 5. maddesiyle değişiklik yapılarak bu kişilerin kişisel suçlarında kovuşturma makamı “Yargıtay Ceza Genel Kurulu” yerine “Yargıtay ilgili ceza dairesi” olarak yeniden belirlenmiş ve maddenin altıncı fıkrası da yürürlükten kaldırılmıştır. Bu değişiklik 7072 sayılı Kanun’un 4. maddesiyle aynen kabul edilerek kanunlaşmıştır.
Son olarak, 2797 sayılı Kanun’un 46. maddesinin yürürlükten kaldırılan altıncı fıkrası bu kez 690 sayılı KHK’nın 2. maddesiyle yeniden düzenlenmiş ve bu fıkra;
“Ağır ceza mahkemesinin görevine giren kişisel suçlarla ilgili suçüstü halinde genel hükümlere göre yürütülen soruşturma sonucunda dosya, düzenlenen fezlekeyle birlikte Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilir. Hâkim kararı gerektiren işlemlere dair Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının talepleri ile kovuşturmaya yer olmadığına dair kararlara yapılan itirazlar hakkında, soruşturma konusu suçların en ağırına bakmakla görevli Yargıtay ceza dairesini numara itibarıyla izleyen ceza dairesi başkanı tarafından karar verilir. Suçun son numaralı ceza dairesinin görevine girmesi halinde talebi inceleme yetkisi Birinci Ceza Dairesi Başkanına aittir. Hâkim kararı gerektiren işlemlerde başkanın verdiği kararlara karşı yapılan itirazı numara itibarıyla izleyen ceza dairesi başkanı inceler. Son numaralı daire başkanının kararı, Birinci Ceza Dairesi Başkanı tarafından incelenir. İddianame hazırlanması hâlinde kovuşturma Yargıtay ilgili ceza dairesince yapılır.” biçiminde son hâlini almış ve bu düzenleme de 7072 sayılı Kanun’un 4. maddesiyle aynen kabul edilerek kanunlaşmıştır.
Söz konusu değişikliklerle birlikte, 2797 sayılı Kanun’un “Dairelerin Görevleri” başlıklı 14. maddesinde yine 680 sayılı KHK’nın 3. maddesiyle yapılan ve 7072 sayılı Kanun’un 2. maddesiyle aynen kabul edilerek kanunlaşan değişiklik sonucunda bu maddeye “Yargıtayın ilk derece mahkemesi olarak bakmakla görevli olduğu davalarda, iş yoğunluğunun zorunlu kılması halinde Birinci Başkanlık Kurulu bir veya birden fazla daireyi sadece bu işlere bakmak amacıyla görevlendirebilir. Bu durumda, görevlendirilen dairenin bakmakta olduğu işler, bir sonraki takvim yılı beklenmeksizin Birinci Başkanlık Kurulu tarafından başka dairelere verilebilir.” biçiminde (f) bendi eklenmiştir.
2797 sayılı Kanun’un 14 ve 46. maddelerinde yapılan değişiklikler üzerine toplanan Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunca öncelikle 11.07.2017 tarih ve 245 sayı ile; söz konusu düzenlemelere yer verildikten sonra “kovuşturma işlemlerini yürütmek üzere Yargıtay 9. Ceza Dairesinin görevlendirilmesine” karar verilmiş ve bu karar 18.07.2017 tarihli ve 30127 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Gelinen aşamada, suç tarihi itibarıyla Yargıtayın ilk derece mahkemesi sıfatıyla yargılayacağı kişilerin, şahsi suçları bakımından kovuşturma makamı Yargıtay Ceza Genel Kurulu iken, sonradan olağanüstü hâl döneminde yürürlüğe konulan 680 sayılı KHK ile bu makamın Yargıtay ilgili ceza dairesi olarak değiştirilmesinin ve yargılamanın bu doğrultuda Yargıtay 9. Ceza Dairesince yapılmasının tabii hâkim ilkesi bağlamında incelenmesi gerekmektedir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 09.10.2018 tarihli ve 389-420 sayılı kararında; Yargıtay Daireleri arasındaki görev ilişkisinin, adli yargı ilk derece mahkemeleri arasında var olan ve kamu düzenine ilişkin bulunan görev ilişkisi niteliğinde olmayıp 2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun 6545 sayılı Kanun’la değişik 14. maddesinde yer alan “hukuk daireleri ile ceza daireleri kendi aralarında iş bölümü esasına göre çalışır” şeklindeki düzenlemeden de anlaşılacağı üzere idari nitelikte iş bölümü ilişkisi olduğu, ancak kamu düzenine ilişkin görev ve bu husustaki uyuşmazlığın değerlendirilmesi açısından ilk derece yargılamasına konu dosyayı ele alan ve davaların birleştirilmesi hususunda farklı görüş bildiren Özel Dairelerin birbirinden farklı mahkemeler değil, istisnai hâllerde ilk derece yargılaması yapan “Yargıtay”, dolayısıyla tek mahkeme olarak değerlendirilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.
Terör suçlarına ilişkin davalara yönelik kanun yolu incelemeleri Yargıtay 16. Ceza Dairesince yapılmakta iken, bu suçlardan kaynaklanan davalardaki artış, bu artışın Yargıtayın tali ve istisnai görevi olan ilk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapma görevine de yansıması ve bu nedenle oluşan ciddi iş yoğunluğu, beraberinde daireler arasında bu hususta da iş bölümü yapılması sonucunu doğurmuştur. Bu bağlamda 2797 sayılı Kanun’da ve diğer özel kanunlarda sayılan kişilerin kişisel suçlarında ilk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapılması hususunda Yargıtay 9. Ceza Dairesi görevlendirilmiş, Yargıtay 9. Ceza Dairesi Başkanınca hazırlanan Çalışma Yönergesi’ne göre ise iş yoğunluğu nedeniyle Dairede birden fazla heyet oluşturularak çalışma usulüne gidilmiştir.
Suç tarihinden önce ve sonrasında da 2018 yılının Eylül ayına kadar Yargıtay Ceza Genel Kurulu ise 2797 sayılı Kanun’da ve Yargıtay İç Yönetmeliği’nde düzenlenen çalışma usulleri gereğince, değişken üyelerle haftada ancak bir kez toplanabilen ve zamanaşımı yakın, tutuklu iş niteliğinde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazının mahiyeti ve infaza dair olası hukuki sonuçları vb. nedenlerle önceliği bulunan dosyaların yoğun olarak görüşüldüğü bir karar organı olarak faaliyet göstermekteydi. Söz gelimi, Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla temin edilen sayısal verilere göre; 2017 yılında özetle 271’i itiraz, 877’si direnme olmak üzere esasa kaydedilen toplam 1148 dosyanın toplam 524’ü karara bağlanmış, karara bağlanan dosya sayısı 2018 yılında da 698 olarak ortaya çıkmaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunda suç ayrımı yapılmaksızın tüm dairelerden gelen dosyaların karara bağlanmasına, derdest dosyaların çokluğu ve niteliğine, çalışma usulleri gereği önceden değişken tek heyet, sonradan ise sabit tek heyet hâlinde ve haftada en fazla 1-2 gün toplanabilmesine karşın, Yargıtay 9. Ceza Dairesinin bir uzmanlık mahkemesi biçiminde faaliyet göstermesi, bu Dairenin dahi yargılamaların makul sürede tamamlanabilmesi için haftanın bir çok günü ve birden fazla heyetle toplanarak yargılama yapıyor olması, mevcut çalışma prensipleri ve suç tarihinden sonra ortaya çıkıp belirginleşen iş yoğunluğu da dikkate alındığında, kişisel suçları nedeniyle Yargıtayda yargılanacak kişilerin kovuşturma makamının Yargıtay Ceza Kurulu olarak belirlenmesi, bu Kurulun önceden istisnai görevi olarak öngörülen yargılama yapma yetkisini asli görevi hâline getireceği, bu nedenle hem derdest dosyaların hem de kovuşturma yapılmak üzere gelen dosyaların adil yargılanma hakkına uygun olarak makul sürede tamamlanmasının imkânsızlaşacağı, dolayısıyla kovuşturma yapma yetkisinin Yargıtay ilgili ceza dairesine devredilmesine dair düzenlemenin, salt Yargıtay Ceza Genel Kurulunca bu görevin yerine getirilmesindeki zorluk yerine adil yargılanma hakkının sağlanması ve davaların makul süre içinde sonuçlandırma gibi evrensel hukuk ilke ve kuralları açısından uluslararası üst normlardan kaynaklanan zorunluluğun gereği olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, söz konusu değişiklik üzerine kovuşturmanın Yargıtay ilgili ceza dairesince yapılmasının usul ve kanuna uygun olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Bu nedenle; dava konusu olayda sanığa atılı suç nedeniyle yargılamanın Yargıtay 9. Ceza Dairesince yapılmasında hukuka aykırılık bulunmadığı anlaşılmaktadır.
D) Danıştay Başkanı ve Üyeleri:
Danıştay üyelerinin hukukî durumları 2575 sayılı Kanun’da düzenlenmiştir. Anılan Kanun’un 3. maddesinde Danıştay Başkanı, Danıştay Başsavcısı, Danıştay başkanvekili, daire başkanları ile üyelerin “Danıştay Meslek Mensupları”nı ifade ettiği, 4. maddesinde de bu görevlilerin yüksek mahkeme hâkimleri olarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve kanunların kendilerine sağladığı teminat altında görev yapacakları belirtilmiştir.
2575 sayılı Kanun’un “Soruşturma” başlıklı 76. maddesi;
“1-Danıştay Başkanı, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ve üyelerin görevlerinden doğan veya görevleri sırasında işlemiş bulundukları suçlardan dolayı, Danıştay Başkanının seçeceği bir daire başkanı ile iki üyeden oluşan bir kurul tarafından ilk soruşturma yapılır.
2-Danıştay Başkanı hakkında soruşturma, kendisinin katılmayacağı Başkanlık Kurulunca seçilecek bir daire başkanı ile iki üyeden oluşan bir kurul tarafından yürütülür.
3-Kurul, soruşturma sonunda düzenleyeceği fezlekeyi ve buna ilişkin evrakı Danıştay Başkanına, soruşturma Danıştay Başkanı hakkında ise fezlekeyi ve evrakı başkanvekiline verir. Bu husustaki dosya Danıştay Başkanı veya vekili tarafından gerekli karar verilmek üzere İdari İşler Kurulu Başkanlığına tevdi edilir. Bu Kurulun vereceği kararlar sanığa ve varsa şikayetçiye tebliğ olunur.
4-Yargılamanın men’i kararı kendiliğinden ve son soruşturmanın açılmasına dair kararlar itiraz üzerine İdari İşler Kurulu Başkan ve üyelerinin katılmayacağı Danıştay Genel Kurulunda incelenir.
5-Danıştay Genel Kurulunun bu toplantılarında yeter sayı en az otuzbirdir. Toplantıda hazır bulunanlar çift sayıda ise en kıdemsiz üye toplantıya katılmaz.” ,
Aynı Kanun’un “Soruşturma dosyasının yargı yerlerine gönderilmesi” başlıklı 79. maddesi;
“76 ncı madde gereğince verilen son soruşturmanın açılmasına dair kararlar üst kurulca onanmak veya itiraz olunmamak suretiyle kesinleştikten sonra, soruşturma dosyası, gereği yapılmak üzere Danıştay Başkanı veya vekili tarafından Cumhuriyet Başsavcısına gönderilir.”,
Aynı Kanun’un “Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun uygulanacağı haller” başlıklı 81. maddesi;
“…belirtilen bu maddelere göre yapılacak soruşturmalarla verilecek kararlarda, bu Kanun’da hüküm bulunmayan hallerde, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun soruşturmaya ilişkin hükümleri uygulanır.
2. Soruşturma kurulları sorgu hakiminin yetkilerini haizdir.”
Şeklinde düzenlenmiştir.
“Şahsi suçların kovuşturma usulü” başlıklı 82. maddesinin birinci fıkrasında ise Danıştay Başkanı, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ve üyelerin şahsi suçlarının takibinde Yargıtay Başkanı, Cumhuriyet Başsavcısı ve üyelerinin şahsi suçlarının takibiyle ilgili hükümlerin uygulanacağı öngörülmüştür.
Söz konusu hukuki düzenlemeler ile yukarıda Yargıtay üyelerine ilişkin kısımda yer verilen açıklamalar bir bütün hâlinde değerlendirildiğinde;
Danıştay üyelerine atılı kişisel suçun, suçüstü hâli bulunup bulunmadığına bakılmaksızın, CMK’nın 161. maddesinin 8. fıkrasında yazılı suçlardan olması ya da “ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hâli” kapsamında işlenmesi durumunda, soruşturma ya da kovuşturma izinleri alınmasına gerek bulunmaksızın, dolayısıyla 2797 sayılı Kanun’da düzenlenen güvenceler uygulanmaksızın genel hükümlere göre soruşturma yürütülmesi gerekmektedir.
E) Hâkimler ve Savcılar Kurulunun Seçimle Gelen Üyeleri:
Hâkimler ve Savcılar Kurulunun seçimle gelen üyelerinin hukukî durumları 6087 sayılı Kanun’da düzenlenmiştir. Anılan Kanun’un “Haklarındaki Soruşturma ve Kovuşturmalar” başlıklı beşinci kısmında yer alan “Üyelerin Hukuki Durumları” başlıklı birinci bölümünde düzenlenen 34. maddesi uyarınca, Kurulun seçimle gelen üyelerinir görevleri süresince Yargıtay daire başkanı için ilgili mevzuatta öngörülen tüm malî ve sosyal haklardan yararlanacakları hüküm altına alınmıştır.
Yine, 6087 sayılı Kanun’un Beşinci Kısmında yer alan “Üyeler Hakkındaki Soruşturma ve Kovuşturmalar” başlıklı İkinci Bölümde, üyeler hakkında disiplin ve adli yönden yürütülecek soruşturma ve kovuşturma işlemlerine dair düzenlemelere yer verilmiştir.
6087 sayılı Kanun’un “Üyelerin adli suçlarıyla ilgili soruşturma ve kovuşturma usulü” başlıklı 38. maddesi;
“(1)(Değişik: 18/6/2014-6545/100 md.) Kurulun seçimle gelen üyelerinin görevleriyle ilgili suçları ile kişisel suçları hakkındaki soruşturma ve kovuşturma izni işlemleri Genel Kurul tarafından, kovuşturma açılması kararı ve kovuşturma mercilerinin belirlenmesi ise gösterilen yetkili merciler tarafından bu Kanun hükümleri uyarınca yapılır.
(2) Kurulun seçimle gelen üyeleri hakkında yapılan ihbar ve şikâyetlerde Başkan, işi Genel Kurula götürmeden önce daire başkanlarından birine ön inceleme yaptırabilir. Görevlendirilen bu daire başkanı, incelemesini yaptıktan sonra, durumu bir raporla Başkana bildirir.
(3) Başkan suç ihbar veya şikâyetini doğrudan ya da inceleme yaptırdıktan sonra Genel Kurula sunar. Yapılan görüşme sonucunda; soruşturma açılmasına yer olmadığına ya da soruşturma açılmasına karar verilir. Soruşturma açılmasına karar verilmesi hâlinde, Genel Kurul tarafından soruşturma yapmak üzere gizli oyla bir üye seçilir.
(4) Soruşturma için seçilen üye, 5271 sayılı Kanuna göre işlem yapar ve kanunların Cumhuriyet savcısına tanıdığı bütün yetkileri kullanır. Soruşturma sırasında hâkim kararı alınması gereken hususlarda ilgililer hakkında isnat edilen suçun niteliğine göre belirlenmiş bulunan kovuşturma mercilerine başvurur.
(5) Soruşturmayı yürüten üye, soruşturmayı tamamladıktan sonra kovuşturma açılmasına yer olup olmadığı hakkındaki kanaatini belirten bir rapor hazırlayarak, rapor ve eklerini Genel Kurula sunulmak üzere Başkana verir.
(6) Genel Kurul, dosyayı inceledikten ve varsa eksiklikleri tamamlattıktan sonra, kovuşturma yapılmasına gerek görmediği takdirde evrakın işlemden kaldırılmasına karar verir; aksi hâlde kovuşturma yapılmasına izin verir.
(7) Kovuşturma yapılmasına ilişkin verilen iznin kesinleşmesi üzerine dosya;
a) Görevle ilgili suçlarda Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesine,
b) Kişisel suçlarda Yargıtay ilgili ceza dairesine,
kamu davası açılmak üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilir.
(8) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı iddianamesini düzenleyerek evrakı, görevle ilgili suçlarda Yüce Divan sıfatıyla yargılama yapmak üzere Anayasa Mahkemesine, kişisel suçlarda ise Yargıtay ilgili ceza dairesine gönderir.
(9) Ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hâllerinde soruşturma genel hükümlere göre yürütülür ve durum hemen Kurula bildirilir. Soruşturma sonucunda dosya, düzenlenen fezleke ile birlikte Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilir. Başsavcılık tarafından yerine getirilecek müteakip iş ve işlemlerde 4/2/1983 tarihli ve 2797 sayılı Yargıtay Kanununun 46 ncı maddesinin altıncı fıkrası hükümleri uygulanır. İddianame hazırlanması hâlinde kovuşturma, görevle ilgili suçlarda Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesince, kişisel suçlarda Yargıtay ilgili ceza dairesince yapılır….”
Biçiminde son hâlini almıştır.
Söz konusu hukuki düzenlemeler ile yukarıda Yargıtay üyelerine ilişkin kısımda yer verilen açıklamalar incelendiğinde;
Hâkimler ve Savcılar Kurulunun seçimle gelen üyelerine atılı suçun, suçüstü hâli bulunup bulunmadığına bakılmaksızın, CMK’nın 161. maddesinin 8. fıkrasında yazılı suçlardan olması ya da “ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hâli” kapsamında işlenmesi durumunda, görev suçu ya da kişisel suç olup olmadığının önemi bulunmamaktadır. Bu hâlde soruşturma ya da kovuşturma izinleri alınmasına gerek bulunmaksızın, dolayısıyla 6087 sayılı Kanun’da düzenlenen güvenceler uygulanmaksızın genel hükümlere göre soruşturma yürütülmesi gerekmektedir.
F) AİHM Kararı Işığında Suçüstü Hâlinin Uygulanmaması Durumunda Uygulanacak Usul Hükümleri:
Suçun işlendiği tarihte yüksek yargı mensubu olarak görev yapan sanığın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin suçüstü hâline ve mütemadi suça ilişkin kararı doğrultusunda, örgüt üyeliği eylemini suçüstü koşulları altında gerçekleştirmediğinin kabulü hâlinde hakkında uygulanacak hükümlerin değerlendirilmesinde yarar bulunmaktadır.
Kişisel suçlar bakımından 2802 sayılı Hâkimler Savcılar Kanunu’nda olduğu gibi Yargıtay Kanunu, Danıştay Kanunu ile Anayasa Mahkemesinin Kuruluş Ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanun’da özel düzenlemelere yer verilmiştir. Sanık, anılan kanunlar gereğince yukarıda açıklandığı üzere özel soruşturma usulüne tabidir. Suç işlediği şüphesinin Yargıtay veya Danıştay Birinci Başkanlık Kurulu tarafından öğrenilmesi hâlinde bu işin ön incelemesini yapmak üzere ilgiliden daha kıdemli bir üye veya başkan görevlendirilerek gerekli soruşturmanın yapılacağı, soruşturma sonrasında adli veya idari yönden bir suç işlendiği kanaatine varılması hâlinde düzenlenecek raporların Birinci Başkanlık Kuruluna sunulacağı, Başkanlık Kurulunca düzenlenecek talepnameyle ilgili hakkında dava açılacağı anlaşılmakta ise de sanığın mensup olduğu iddia edilen terör örgütünün Anayasal düzene yönelik darbe girişimi sonrasında açığa alınan ve hakkında disiplin soruşturması başlatılan sanık istifaya davet edilmiş, bu daveti kabul etmemesi üzerine görevine son verilmek suretiyle disiplin suçu bakımından en ağır yaptırım uygulanmıştır. Bu arada Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma yürütülüp sevk edildiği Sulh Ceza Hâkimliğince de tutuklandığı anlaşılmaktadır. Yargılamada gelinen bu aşamada yukarıda izah edilen özel soruşturma hükümlerinin uygulanmamasının, yargılamanın durması için bir neden teşkil edip etmeyeceği değerlendirildiğinde; usule ilişkin hakkın özüne dokunan ihlal gerçekleşmediği takdirde kovuşturma aşamasından soruşturma aşamasına dönülemeyeceği ilkesi gözetilip diğer taraftan ilgili mevzuata göre en ağır yaptırım gerektiren fiili işlemiş olması nedeniyle görevden sürekli şekilde uzaklaştırılmış bulunan sanık hakkında tekrar soruşturma izninin verilmesini talep etmenin yargılamayı uzatacağı ve yasanın kamu görevlileri hakkında özel soruşturma usulü konulmasındaki amacına hizmet etmeyeceği açık olup bu nedenle yargılamanın durdurulmasına gerek görülmemiştir.
III)SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜ SUÇUNUN HUKUKİ NİTELENDİRİLMESİ:
Yargıtayın yerleşik uygulaması ve öğretideki ağırlıklı görüşlere göre örgüt kurma, yönetme ve üyelik suçları;
Genel Olarak:
Yapılanma biçimi ne olursa olsun kanunlarda suç olarak tanımlanan fiillerin işlenmesi amacıyla oluşturulmuş örgütlere suç örgütü denmektedir.
Örgüt kurma ve yönetme suçunda genel hükümlerden ayrı olarak kanun koyucu hazırlık hareketlerini suç sayarak kamu düzeninin ve güvenliğinin korunmasını sağlamak amacıyla bağımsız bir suç düzenlemesi yapmıştır. Bu suç somut tehlike suçudur.
Düzenleme ile amaç suçtan bağımsız olarak, hazırlık hareketlerini cezalandıran bir suç tipine yer verilmiştir.
Devletin şahsiyetine karşı cürümlere müteveccih çok kişinin iradesinin birleşmesinin doğuracağı ağır tehlikeyi ve ciddi bir suçun işlenmesi ihtimalinin muhakkaklığını göz önünde bulundurarak bu kolektif suç tehlikesini müstakil suç olarak cezalandırmış ve icra hareketlerine geçilmeden bir fiilin cezalandırılmayacağı prensibinden ayrılmıştır.
Devletin şahsiyetine karşı suçların çoğu teşebbüs suçudur, teşebbüs dahi tamamlanmış suç gibi kabul edildiğinden, zaten tehlike suçudur; bu bakımdan hazırlık hareketlerinin cezalandırılması “tehlike tehlikesinin cezalandırılması” şeklinde kabul edilmektedir. (Manzini, 1950, 606, atfen, Özek, ege. s. 348)
Örgüt kurma:
Örgüt, soyut bir birleşme olmayıp bünyesinde hiyerarşik bir yapının, ast-üst ilişkisinin, emir-komuta zincirinin hâkim olduğu yapılanmayı ifade eder. Böylece örgüt, mensupları üzerinde hakimiyet tesis eden bir güç kaynağı mahiyetini kazanmaktadır. Bu bağlamda bir organize güç aracından, organize güç enstrümanından söz edilebilir.
Suç örgütünün varlığından söz edebilmek için belli bir amaç, maksat etrafındaki bir fiili birleşme yeterlidir. Bu örgütler mahiyetleri itibariyle devamlılık arz ederler. Bu itibarla belli bir suçu işlemek için bir araya gelme hâlinde bir suç örgütünün varlığından bahsedilemez.
Suç işlemek amacıyla örgüt kurma, somut bir tehlike suçu olduğu için oluşturulan örgütün üye sayısı ve malzeme donanımı itibariyle güdülen amaçları gerçekleştirme açısından somut bir tehlike arzedip arzetmediği hâkim tarafından yapılacak değerlendirmeyle belirlenecektir. Somut zarar tehlikesini oluşturmaya uygunluk için “amacı gerçekleştirmeye yeterli üye”nin, “hiyerarşik örgüt yapısı”nın, “şiddete dayanan eylem programı”nın varlığını aramak gerekir.
Örgütün silahlı olup olmaması ve sahip olunan silahların cins, nitelik ve miktarı somut tehlikenin belirlenmesinde dikkate alınmalıdır. Örgütün, silahlı örgüt vasfını kazanması için mensuplarının silah sahibi olmaları gerekmez. Silahlar üzerinde gerektiğinde tasarruf imkanının olması gerekli ve yeterlidir.
Örgüt yönetme:
Fail, hiyerarşik olarak örgüt üyeleri üzerinde bulunuyor, geniş bir alanda iş bölümü yapabiliyor, örgüt üyeleri üzerinde sevk ve idarede bulunabiliyor, örgütsel faaliyetlerin organizasyonunda ve icrasında harekete geçiren, engelleyen veya durduran olarak rol üstlenebiliyor, bu faaliyetleri denetleyebiliyor ise yönetici olarak kabul edilebilecektir.
Örgüt yönetme, örgütün amaçları doğrultusunda örgütü idare etmeyi, emir ve direktif vermeyi, örgüt içinde inisiyatif ve karar verme gücüne sahip olmayı gerektirir. Örgütün varlığının, etkinliğinin ve gelişiminin sağlanması, hedeflerinin belirlenmesi, program ve stratejilerinin saptanmasını ifade eder. Ancak örgütün faaliyetleri çerçevesinde sadece belirli bir suçun işlenmesini organize edenler bu suçun işlenmesini planlayıp yönetenler örgüt yöneticisi olarak kabul edilemez.
Geniş bir alanda faaliyet yürüten örgütlerin yöneticileri, örgüt yapılanması da dikkate alınarak somut olayın özelliklerine, bu kişilerin örgütün hiyerarşik yapısı içerisindeki konum ve görevlerine göre belirlenmelidir. Bu tür örgütlenmelerde her yöneticinin örgütün tamamını yönetmesi mümkün olmadığından, örgütün bölge, il, ilçe sorumlularının yönetici olup olmadıklarının sorumluluk sahalarındaki örgütsel faaliyetlerin yoğunluğu da gözetilerek belirlenmesi gerekir.
Örgüt üyeliği:
Örgüt üyesi, örgüt amacını benimseyen, örgütün hiyerarşik yapısına dahil olan ve bu suretle verilecek görevleri yerine getirmeye hazır olmak üzere kendi iradesini örgüt iradesine terk eden kişidir .Örgüt üyeliği; örgüte katılmayı, bağlanmayı, örgüte hâkim olan hiyerarşik gücün emrine girmeyi ifade etmektedir. Örgüt üyesi örgütle organik bağ kurup faaliyetlerine katılmalıdır. Organik bağ; canlı, geçişken, etkin, faili emir ve talimat almaya açık tutan ve hiyerarşik konumunu tespit eden bağ olup üyeliğin en önemli unsurudur. Örgüte yardımda veya örgüt adına suç işlemede de örgüt yöneticileri veya diğer mensuplarının emir ya da talimatları vardır. Ancak örgüt üyeliğini belirlemedeki ayırt edici fark, örgüt üyesinin örgüt hiyerarşisi dahilinde verilen her türlü emir ve talimatı sorgulamaksızın tamamen teslimiyet duygusuyla yerine getirmeye hazır olması ve öylece ifa etmesidir.
Örgüt üyesinin bu suçtan cezalandırılması için örgüt faaliyeti kapsamında ve amacı doğrultusunda bir suç işlemesi gerekmez ise de örgütün varlığına veya güçlendirilmesine nedensel bir bağ taşıyan maddi ya da manevi somut bir katkısının bulunması gerekir. Üyelik mütemadi bir suç olması nedeniyle de eylemlerde bir süre devam eden yoğunluk aranır.
Bu ilkeler ışığında iç hukukumuzdaki düzenlemelere göz atıldığında;
Terör konusunu özel bir kanunla düzenleme yoluna giden kanun koyucu, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 1. maddesinde terörü; “Cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.” aynı Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrasında terör suçlusunu; “Birinci maddede belirlenen amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar doğrultusunda diğerleri ile beraber veya tek başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu olan kişi…” şeklinde tanımlamış, aynı maddenin ikinci fıkrasında ise terör örgütüne mensup olmasa da örgüt adına suç işleyenlerin de terör suçlusu sayılacağını hüküm altına almıştır.
Bu genel terör ve terör suçlusu tanımları dışında 3713 sayılı Kanun’un 3. maddesinde doğrudan terör suçları, 4. maddesinde de dolaylı terör suçları düzenlenmiştir.
TCK’nın 314. maddesi bakımından bir oluşumun veya yapılanmanın, silahlı terör örgütü sayılabilmesi için;
a) Yöntem: Terör örgütü, cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle hareket eden bir örgüt tipidir.
b) Amaç-Saik: Silahlı terör örgütü, siyasi maksatla faaliyet gösteren örgütleri ifade eder. Bu bakımdan 3713 sayılı Kanun’un birinci maddesinde sayılan amaca yönelik ve Devletin Anayasal düzenine veya güvenliğine karşı bir suç işlemek amacıyla faaliyet gösterir.
c) Elverişlilik: Silahlı terör örgütünün, TCK’nın İkinci Kitabının Dördüncü Kısmının Dördüncü ve Beşinci Bölümlerinde yer alan suçları amaç suç olarak işlemek üzere kurulmuş ve amaca matuf bir eylem gerçekleştirmeye yeterli derecede silahlı olması ya da bu silahları kullanabilme imkânına sahip bulunması gerekir. Amaca matuf kavramı ise silahlı terör örgütünün yapısının, sahip bulunduğu üye sayısı ile araç ve gereç bakımından amaç suçları işlemeye elverişli olmasını ifade eder.
d) Araç-gereç: Örgüt mensuplarının tamamı olmasa bile bir kısmının silahlı olması silahlı terör örgütünün oluşması için yeterlidir. Örgüt, bu silahları gerektiğinde kullanma imkanına sahip ise silahlı olduğu kabul edilmelidir. Silahlı terör örgütünün elinde bulunan silahın devlete ait olması ya da bu silahların hukuka aykırı yollardan elde edilmesi bu suçun oluşması açısından önem taşımaz.
Türk halkı 40 yılı aşkın süredir etnik, ideolojik veya dini temellere dayalı çeşitli terör örgütleri tarafından yapılan saldırılara muhatap olmuş, binlerce insan hayatını kaybetmiş veya ağır şekilde yaralanmıştır. İnsanların refahı için harcanması gereken parasal kayıp hesap edilemeyecek boyuttadır. Örgütün baskısı yüzünden bazı insanlar en temel hak ve özgürlüklerini kullanamaz hâle gelmiş, yaşadıkları yerleri terk etmek ya da örgütün talimatları doğrultusunda hareket etmek zorunda kalmışlardır. Devlet, bu tehdidin devam ettiği zamanlarda dahi insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmeleri imzalayarak kişisel hak ve özgürlükleri korumak iradesini ortaya koymuştur. Nitekim bu sözleşmelerdeki hakların, hiyerarşik olarak kanunlar üstü biçimde uygulanacağına dair Anayasal hüküm kabul edilmiş olması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yargı yetkisinin tanınması bu iradenin somut örneklerinden birisidir. 1991 yılında yürürlüğe giren Terörle Mücadele Kanunu’nda 29 kez genel olarak özgürlükleri genişletme yönünde değişiklik yapılmıştır. Amaç suçlar bakımından tehlikelilik hâlinin somutlaşıp yakınlaşması durumunda halkta oluşan güvenlik kaygısının artmasına paralel kısıtlayıcı tedbirlere başvurulduğu görülmekle birlikte kişilerin barış ve güven içinde yaşama hakkına yönelik tehdidin azaldığı dönemlerde özgürlükleri genişleten düzenlemeler hız kazanmıştır.
Terörle Mücadele Kanunu’nun terör örgütlerini tanımlayan 7/1. maddesinde 29.06.2006 tarihinde 5532 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle yapılan değişiklik sonrası oluşan hukuki durumun değerlendirilmesinde fayda görülmektedir. İlgili maddenin önceki hâli “Madde 7- “3 ve 4 üncü maddelerle Türk Ceza Kanununun 168. 169, 171, 313, 314 ve 315 inci maddeleri hükümleri saklı kalmak kaydıyla bu Kanunun 1 inci maddesinin kapsamına giren örgütleri her ne nam altında olursa olsun kuranlar veya bunların faaliyetlerini düzenleyenler veya yönetenler beş yıldan on yıla kadar ağır hapis ve ikiyüzmilyon liradan beşyüzmilyon liraya kadar ağır para cezası, bu örgütlere girenler üç yıldan beş yıla kadar ağır hapis ve yüzmilyon liradan üçyüzmilyon liraya kadar ağır para cezası ile cezalandırılırlar” şeklindeki iken 2006 yılında yapılan değişiklik sonrası “7/1. cebir ve şiddet kullanılarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemleriyle, 1 inci maddede belirtilen amaçlara yönelik olarak suç işlemek üzere, terör örgütü kuranlar, yönetenler ile bu örgüte üye olanlar Türk Ceza Kanununun 314 üncü maddesi hükümlerine göre cezalandırılır. Örgütün faaliyetini düzenleyenler de örgütün yöneticisi olarak cezalandırılır.” hâlini almıştır.
Bu değişiklik karşısında; Terörle Mücadele Kanun’unda yapılan örgüt tanımı ile TCK’nın 314/1-2. maddesindeki örgüt tanımı çelişmekte midir; mevzuatta silahlı veya silahsız iki ayrı örgüt varlığını sürdürmekte midir soruları gündeme gelmektedir. Başka deyimle Terörle Mücadele Kanunu’nun 7/1. maddesinin, TCK’nın 314. maddesine atfının unsur atfı mı yoksa ceza yaptırımına mı olduğu ortaya konulmalıdır. Silahlı terör örgütü suçunun unsurlarına TCK’nın 314. maddesinde yer verilmiştir. Yukarıda izah edildiği şekilde örgüt kurma, yönetme ya da üye olma, amaç suç bakımından hazırlık hareketi niteliğinde somut tehlike suçudur. Somut tehlike suçları zarar suçu niteliğinde olmayıp hazırlık hareketlerini cezalandıran istisnai düzenlemeler olması nedeniyle cebir ve şiddet içeren faaliyetlerde bulunma zorunluluğu yoktur, yeter ki cebre yönelik bir irade ortaya konulsun. Zira 5237 sayılı TCK’nın 221. maddesinin 1. bendinde örgüt kuran kişilerin, herhangi bir suç işlemeden örgütü dağıtmaları halinde cezai yaptırıma muhatap olmayacakları şeklindeki düzenleme bu görüşü doğrulamaktadır. Bu nedenle 3713 sayılı Kanun’un 7/1. maddesinde yapılan değişiklikle, failin örgüt üyesi olduğunun kabulü için cebir ve şiddet gerektiren fiili işlemesi zorunluluğu getirildiği ileri sürülemeyecektir. Bu değişiklik TMK’nın 1. maddesinde yazılı amaç suçların gerçekleştirilmesinde şiddetin gerekliliğini vurgulamanın yanında kurulan, yönetilen veya üyesi olunan örgütün cebir ve şiddeti araç olarak kullanma gerekliliğini ifade etmektedir. Aksi takdirde bu suçun tehlike suçu olma vasfını ortadan kaldırmış ve TCK’nın 220 ve 314. maddelerindeki unsurlarla çelişilmiş olacaktır.

Hata Hükümleri Çerçevesinde Silahlı Terör Örgüt Üyeliği Suçunun Değerlendirilmesi:
FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün aşağıda açıklanan yapı ve görüntüsü itibariyle suçların manevi unsurunun tespiti bağlamında kusur ilkesi ve suçun kast unsurunun değerlendirilmesinde yarar bulunmaktadır.
5237 sayılı TCK’ya esas alınan suç teorisi üç ilkeye dayanmaktadır. Bunlar: kusur ilkesi, hukuk devleti ilkesi ve insanilik ilkeleridir.
Kusur ilkesi; kusursuz ceza olmaz prensibine dayanmaktadır. Failin işlemiş olduğu suçtan dolayı şahsen kınanabildiği hâllerde cezalandırılmasını ifade eder. İlke ile amaçlanan, cezanın kusuru gerektirdiği ve kusurlu hareket etmeyen kişinin cezalandırılmayacağıdır. Bu ilkeden çıkarılacak birinci sonuç, netice sorumluluğunun kaldırılmış olması; ikinci sonuç ise cezanın kusur derecesini aşmayacağı yani ceza hukukunda kusurla orantılı ceza tayininin esas alınacağıdır.
Hata (yanılma); genel olarak kişinin tasavvuru ve zihinden geçirdikleri ile gerçeğin birbirine uymaması anlamına gelen bir kavramdır. Hata kural olarak iradenin oluşum sürecine etki eder ve gerçeğin yanlış biçimde tasavvuru veya bilinmesi nedeniyle irade bozulmuş olarak doğar. Failin tasavvurunun konusu, dış dünyaya ait bir şeye ilişkin olabileceği gibi normatif dünyaya (kurallar alanına) dair de olabilir. Dış dünyayla ilgili şeyin olduğundan farklı bir biçimde algılanması hâlinde unsur yanılgısından (tipiklik hatası), normatif dünyaya ait gerçekliğin farklı biçimde değerlendirilmesi hâlinde ise yasak hatasından bahsedilir. Kısaca unsur hatası, bir algılama hatası olduğu hâlde; yasak hatası, bir değerlendirme hatasıdır.
Failin ceza sorumluluğuna gidilebilmesi için kusurlu olması şarttır. Kusur, kınanabilirliktir. Kusurun ifade ettiği değersizlik yargısı ile fail hukuka uygun davranmaması, haklı olan lehine karar verebilme ve hukuka uygun davranma imkanına sahip olmasına rağmen haksız olan davranışı tercih etmesi nedeni ile kınanmaktadır. Kusur yargısının temeli insanın özgür iradesidir. İnsan, özgür iradeye sahip bir varlık olması nedeniyle haklı olan davranış ile haksızlık arasında bir tercih yapma ve haklı olan davranış lehine karar verebilme, davranışlarını hukuk düzeninin gereklerine göre yönlendirebilme ve hukuk düzeninin yasakladığı davranışlardan sakınma yeteneğine sahiptir. Kusur yargısının temelini oluşturan irade özgürlüğü, haksızlık bilincinin varlığını gerekli kılar. Çünkü insanın haklı olan davranış ile haksızlık arasında tercih yapabilmesi için bunu bilmesi şarttır. Fail, haksızlık bilincine sahipse ve özgür iradesiyle haksız olan davranışı tercih ediyor ise kusurludur. Fakat yasak yanılgısı her zaman failin kusurunu tamamen ortadan kaldırmaz. İnsan, hukuk toplumunun bir üyesi olarak hukuka uygun davranmak ve haksız olan davranışlardan sakınmak yükümlülüğü altındadır. Failin açıkça yasak olduğunu bildiği davranışlardan sakınması bu yükümlülüğü yerine getirdiği anlamına gelmez. Fail, aynı zamanda davranışlarının hukuk düzeninin gerekleri ile uyumlu olup olmadığını sorgulamakla yükümlüdür. Fail bu husustaki şüphesini tefekkür etmek veya bir uzmana danışmak yoluyla bertaraf etmek zorundadır. Ayrıca fail vicdan muhasebesi de yapmalıdır. Failden beklenen vicdan muhasebesinin ölçüsü, somut olayın koşulları ile onun sosyal ve mesleki çevresidir. Fail kendisinden beklenen vicdan muhasebesine rağmen davranışının haksızlığını idrak etmeye muktedir değilse yanılgısı kaçınılmazdır. Bu durumda fail kusurlu addedilemez. Buna karşılık fail kendisinden beklenen vicdan muhasebesiyle davranışının haksızlığını idrak edebilecek idiyse yasak yanılgısı kusurunu tamamen ortadan kaldırmaz; fail kusurludur, ancak kusuru azalmıştır.
Hata, kastı ortadan kaldıran veya kusurluluğu etkileyen hata olmak üzere ikiye ayrılır. Suçun maddi unsurlarında (TCK’nın 30/1. maddesi), suçun nitelikli hâllerinde (TCK’nın 30/2. maddesi), hukuka uygunluk nedenlerinin maddi şartlarında (TCK’nın 30/1-3. maddesi) hata kastı kaldırır. Kusurluluğu ortadan kaldıran veya azaltan sebeplerin maddi şartlarında hata (TCK’nın 30/3. maddesi) ile haksızlık yanılgısı (yasak hatası) (TCK’nın 30/4. maddesi) kusurluluğu etkileyen hata şekilleridir. Kastı kaldıran hata türüne hukuka uygunluk nedenlerinin sınırındaki yanılgıyı da eklemek gerekmektedir. (TCK’nın 27/1. maddesi)
İlgisi nedeniyle suçun maddi unsurlarında hata (unsur yanılgısı) üzerinde durmak gerekecektir.
TCK’nın 30/1. maddesinde “suçun kanuni tanımındaki maddi unsurlara ilişkin bilgisizliğin kastı ortadan kaldıracağı” belirtilmiştir. Unsur yanılgısının konusunu suçun maddi unsurları oluşturmaktadır. Unsur yanılgısı kastı ortadan kaldırdığına göre, böyle bir yanılgı ancak kastın kapsamında kalan konular hakkında olabilir. Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilinmesini gerektirdiğinden, maddi unsurların bilinmemesi hâlinde kasten işlenen bir haksızlıktan bahsedilemez.
Unsur yanılgısı; haksızlığa temel teşkil eden, haksızlığı tipikleştiren objektif unsurlarda, yani suçun maddi unsurlarında yanılgıdır. Bu durumda haksızlığın kasten işlendiğinden söz edilemez. Fiilin taksirle işlenmiş şekli suç olarak tanımlanmış ise fail ancak taksirli suçtan sorumlu olur.
Bir suç örgütü, baştan itibaren suç işlemek üzere kurulmuş illegal bir yapı olduğunu eylem ve söylemleriyle açıkça ortaya koyabileceği gibi legal olarak faaliyet göstermekte olan bir sivil toplum örgütünün sonradan bir suç örgütüne, hatta terör örgütüne dönüşmesi de mümkündür. Bu kapsamda önceden var olan ancak hakkında karar verilmediği için kamuoyu tarafından varlığı bilinmeyen örgütün hukuki varlık kazanması mahkemeler tarafından verilecek karara bağlı ise de örgütün kurucusu, yöneticileri ya da üyeleri, kuruluş tarihinden veya meşru amaçlarla kurulup daha sonra suç örgütüne dönüştüğü andan itibaren ceza hukuku bakımından sorumlu olacaklardır.
Failin, isnat olunan suçun maddi unsurlarına ilişkin hatası esaslı, diğer bir ifadeyle kabul edilebilir bir hata olursa, bu takdirde fail TCK’nın 30. maddesinin birinci fıkrası uyarınca bu hatasından yararlanacak, bunun sonucu olarak yüklenen suç açısından kasten hareket etmiş sayılmayacağından ve suçun taksirle işlenmesi hâli de kanunda cezalandırılmıyor ise CMK’nın 223. maddesinin ikinci fıkrasının (c) bendi gereğince beraatına karar verilmesi gerekecektir.
Ceza Genel Kurulunun 26.09.2017 tarihli ve 956-370 sayılı kararında da belirtildiği üzere;
FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün, Devletin Anayasal düzenini cebir ve şiddet kullanarak değiştirmek olan nihaî amacını gerçekleştirmek için “mahrem alan” şeklinde örgütlenmesi ve Devletin silahlı kuvvetlerindeki unsurları dikkate alındığında gerekli ve yeterli örgütsel güce sahip olduğu hususunda tereddüt bulunmamaktadır. Örgütün bu amaç ve yöntemlerini bilen örgüt mensuplarının örgütteki konumları gözetilerek cezalandırılacağı da açıktır. Örgütlenme piramidine göre beş, altı ve yedinci kat ve kural olarak üç ve dördüncü katlarda bulunan örgüt mensuplarının bu durumda olduklarının kabulü gerekmektedir. Ancak önce dinî bir kült, ardından da terör örgütü hâline dönüşen FETÖ/PDY’nin, başlangıçta bir ahlâk ve eğitim hareketi olarak ortaya çıkması ve genellikle böyle algılanması, örgütün gayrı meşru amaçlarını gizleyip alenen kriminalize olmamaya çalışması ve örgütün kurucusu ve yöneticisi Fetullah Gülen hakkında Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesince verilen beraat kararının onanarak kesinleşmesi karşısında, özellikle örgütün sözde meşruiyet vitrini olarak kullanılan diğer katlardaki örgüt mensupları tarafından bilinip bilinmediğinin olaysal olarak TCK’nın 30. maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bu bağlamda söz konusu değerlendirme yapılırken, ülke çapında yürütülen soruşturma ve kovuşturmalar, FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü ile ilgili dava dosyalarında yer alan belgeler, mahkemelerce karara bağlanan davalar, bu davalarda dinlenen itirafçı sanıkların savunmaları, tanık beyanları ve benzer pek çok kaynakta yer aldığı üzere; örgüt mensubu olan kamu görevlileri tarafından örgütün nihaî amacının açıkça ortaya konularak devleti ve hükûmeti açıkça hedef alan terör faaliyetlerinin icra edilmesi, bu faaliyetlerin örgüt liderinin açıklamaları ve basın yayın araçlarıyla üstlenilmesi gibi sansasyonel olayların kamuoyunun gündemini uzunca bir süre meşgul edip yoğun bir şekilde tartışılması, Milli Güvenlik Kurulu’nun 30 Ekim 2014, 29 Nisan 2015 ve 26 Mayıs 2016 tarihli toplantılarında alınan ve kamuoyu ile paylaşılan kararlarda sözde “hizmet hareketi” adlı legal görünümlü illegal yapının, paralel bir devlet kurma amacında olan, devletin varlığına ve Anayasal düzenine karşı ciddi tehdit oluşturan bir örgüt olarak kabul edilmesi, aynı tespit ve açıklamaların Devlet ve Hükûmet yetkililerince de en üst düzeyde benimsenip kamuoyu ile paylaşılması gibi olguların da gözardı edilmemesi gerekir.
IV) FETÖ/PDY SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜ YAPILANMASI:
a) Genel olarak:
Ceza Genel Kurulunun 24.01.2019 tarihli ve 417-44 sayılı, 20.12.2018 tarihli ve 419-661 sayılı ile 26.09.2017 tarihli ve 956-370 sayılı kararları ve bu suçların temyiz incelemesi ile görevli 16. Ceza Dairesinin kararlarında ayrıntılarıyla belirtildiği üzere;
FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü, paravan olarak kullandığı dini, din dışı dünyevi emellerine ulaşma aracı hâline getiren; siyasi, ekonomik ve toplumsal yeni bir düzen kurma tasavvuruna sahip örgüt liderinden aldığı talimatlar doğrultusunda hareket eden; bu amaçla öncelikle güç kaynaklarına sahip olmayı hedefleyip güçlü olmak ve yeni bir düzen kurmak için şeffaflık ve açıklık yerine büyük bir gizlilik içerisinde olmayı şiar edinen; bir istihbarat örgütü gibi kod isimler, özel haberleşme kanalları, kaynağı bilinmeyen paralar kullanıp böyle bir örgütlenmenin olmadığına herkesi inandırmaya çalışarak ve bunda başarılı olduğu ölçüde büyüyüp güçlenen, bir yandan da kendi mensubu olmayanları düşman olarak görüp mensuplarını motive eden; “Altın Nesil” adını verdiği kadrolarla sistemle çatışmak yerine sisteme sahip olma ilkesiyle devlete tabandan tavana sızan; bu kadroların sağladığı avantajlarla devlet içerisinde belli bir güce ulaştıktan sonra hasımlarını çeşitli hukuki görünümlü hukuk dışı yöntemlerle tasfiye eden; böylece devlet aygıtının bütün alt bileşenlerini ünite ünite kontrol altına almayı ve sisteme sahip olmayı planlayıp ele geçirdiği kamu gücünü de kullanarak toplumsal dönüşümü sağlamayı amaçlayan; casusluk faaliyetlerini de bünyesinde barındıran atipik/suigeneris bir terör örgütüdür.
İstişare kurulu, ülke, bölge, il, ilçe, semt, ev imamları gibi hiyerarşik bir yapı içeren insan gücünü ve finans kaynaklarını örgütsel menfaat ve ideolojisi çerçevesinde kullanıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm Anayasal kurumlarını ele geçirme amacı taşıyan FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü “gizli yaşamak, her zaman korkmak, doğruyu söylememek, gerçeği inkâr etmek” üzerine kuruludur.
FETÖ/PDY’nin Türk Silahlı Kuvvetlerine, Emniyet Teşkilatına ve MİT’e sızan militanları, şeklen kamu görevlisi gibi gözükse de bu kişilerin örgüt aidiyetleri diğer tüm aidiyetlerinden önce gelmektedir. FETÖ/PDY’nin devletin tasarrufunda bulunması gereken kamu gücünü, kendi örgütsel çıkarları lehine kullanmakta olduğu anlaşılmaktadır. Çeşitli aşamalardan geçirildikten sonra güçlü örgütsel bağlarla bağlandığı FETÖ/PDY’nin bir neferi olarak TSK, Emniyet Teşkilatı ve Milli İstihbarat Teşkilatında meslek hayatlarına başlayan örgüt mensupları, sahip oldukları silah ve zor kullanma yetkilerini FETÖ/PDY’deki hiyerarşik üstünden gelen emir doğrultusunda seferber etmeye hazır olacak şekilde bir ideolojik eğitimden geçirilmektedir. Nitekim hiyerarşik ilişki bakımından sıkı bir disiplinin hâkim olduğu Türk Silahlı Kuvvetlerinde dahi FETÖ/PDY mensuplarının darbeye teşebbüs sırasında genel olarak öğretmenlerden oluşan mahrem imam olarak adlandırılan sivil kişilerden aldıkları talimatlara göre hareket ettikleri veya alt rütbedeki subayların emirlerine uydukları birçok dava dosyasında görülmüştür.
Emniyet Genel Müdürlüğü kadrolarının etkin birimlerinde ve TSK’da yapılanan FETÖ/PDY, Emniyet ve TSK birimlerinin doğasında var olan cebir ve şiddet kullanma yetkisinin verdiği baskı ve korkutuculuğu kullanmaktadır. Örgüt mensuplarının silahlar üzerinde gerektiğinde tasarruf imkanının bulunması, silahlı terör örgütü suçunun oluşması için gerekli ve yeterli olmakla birlikte; 15.07.2016 tarihinde meydana gelen kalkışma esnasında TSK içerisinde yapılanıp görünürde TSK mensubu olan ve ancak örgüt liderinin emir ve talimatları ile hareket eden örgüt mensuplarınca silah kullanılmış, birçok sivil vatandaş ve kamu görevlisi öldürülüp yaralanmıştır.
Söz konusu terör örgütü, nihaî amaçlarına ulaşmak gayesiyle öncelikle askeriye, mülkiye, emniyet, yargı ve diğer stratejik öneme sahip kamu kurumlarını ele geçirmek için kendilerine engel olacaklarını düşündüğü bürokrat ve personelin sistem dışına çıkarılmasını sağlayarak örgüt elemanlarını bu makamlara getirmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm Anayasal kurumlarını ele geçirmeye yönelik nihaî hedefi bulunan FETÖ/PDY, söz konusu ele geçirme süreci tamamlandıktan sonra devlet, toplum ve fertlere dair ne varsa ideolojisi doğrultusunda yeniden dizayn ederek oligarşik özellikler taşıyan bir zümre eliyle ekonomik, toplumsal ve siyasal gücü yönetmek ve aynı zamanda uluslararası düzeyde büyük ve etkili siyasi/ekonomik güç haline gelmek amacıyla hareket etmektedir.
Örgütte sıkı bir disiplin ve eylemli bir işbirliğinin bulunduğu, örgütün kurucusu, yöneticileri ve üyeleri arasında sıkı bir hiyerarşik bağın mevcut olduğu, gizliliğe riayet edildiği, illegal faaliyetleri gizleyebilmek için hiyerarşik yapıya uygun hücre sistemi içinde yapılanarak grup imamları tarafından emir talimat verilmesi ve üyeleri arasında haberleşmenin sağlanması için ByLock gibi haberleşme araçlarının kullanıldığı, görünür yüzüyle gerçek yüzü arasındaki farkın gizlendiği, amaca ulaşabilmek için yeterli eleman, araç ve gerece sahip olduğu, amacının Anayasa’da öngörülen meşru yöntemlerle iktidara gelmek olmayıp örgütün yarattığı kaos ortamı sonucu, demokratik olmayan yöntemlerle cebir şiddet kullanmak suretiyle parlamento, hükûmet ve diğer Anayasal kurumları feshedip iktidarı ele geçirmek olduğu, bu amaçla Emniyet, Jandarma, MİT ve Genel Kurmay Başkanlığı gibi kuvvet kullanma yetkisini haiz kurumlara sızan mensupları vasıtasıyla, kendisinden olmayan güvenlik güçlerine, kamu görevlilerine, halka, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi ve Meclis binası gibi simge binalar ve birçok kamu binasına karşı ağır silahlarla saldırıda bulunmak suretiyle amaç suçu gerçekleştirmeye elverişli öldürme ve yaralama gibi çok sayıda vahim eylem gerçekleştirdiği, anılan örgüt mensupları hakkında 15 Temmuz darbe girişiminden ya da örgüt faaliyetleri kapsamında işlenen diğer bir kısım eylemlere ilişkin bir kısmı derdest olan ya da mahkemelerce karara bağlanan davalar, bu davalarda dinlenen itirafçı sanıkların savunmaları ve gizli-açık tanık anlatımları, bu davalarda verilen mahkeme ve Yargıtay kararları, örgüt lider ve yöneticilerinin açık kaynaklardaki yazılı ve sözlü açıklamaları gibi olgu ve tespitler dikkate alındığında;
FETÖ/PDY, küresel güçlerin stratejik hedeflerini gerçekleştirmek üzere kurulan bir maşa olarak; Anayasa’da belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik ve ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini yıkıp ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini bozmak amacıyla kurulmuş bir terör örgütüdür. Bu örgüt, kuruluşundan 15 Temmuz sürecine kadar örgüt lideri Fetullah Gülen tarafından belirlenen ideoloji doğrultusunda amaçlarını gerçekleştirmek için hareket etmiştir. Gerçekleştirilen eylemlerde kullanılan yöntem, bir kısım örgüt mensuplarının silah kullanma yetkisini haiz resmi kurumlarda görevli olması, örgüt mensuplarının bu silahlar üzerinde tasarrufta bulunma imkânlarının var olması ve örgüt hiyerarşisi doğrultusunda emir verilmesi hâlinde silah kullanmaktan çekinmeyeceklerinin anlaşılması karşısında tasarrufunda bulunan araç, gereç ve ağır harp silahları bakımından 5237 sayılı TCK’nın 314. maddesi kapsamında bir silahlı terör örgütüdür.
b) Örgütün Yargı ve Yargıtay Yapılanması, HSK ve Yüksek Mahkeme Üyelikleri Seçimleri:
Örgütsel kadrolaşma açısından; FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü tarafından kendi mensuplarına hâkimlik ve Cumhuriyet savcılığı sınavlarına girmeleri konusunda telkinlerde bulunulduğu, örgüt mensubu öğrencilere hâkimlik ve savcılık sınavını kazanmaları hâlinde örgütün kendilerine referans olacağının söylendiği, mülakatı geçip staja başlayan örgüt mensubu hâkim ve Cumhuriyet savcısı adaylarının Adalet Akademisi ve staj döneminde de yine örgüt tarafından koordine edildiği, söz konusu adayların örgüt mensubu olduklarının anlaşılmaması için kendi başlarına fakat örgütle irtibatı koparmayacak şekilde ev tutmalarının tavsiye edildiği, adayların beşer kişilik kapalı gruplar halinde örgüt tarafından finanse edilen evlerde kalmalarının sağlandığı, bu kapsamda örgüt kurallarına göre iki evin irtibat halinde olmasının istendiği, bu evlere murakıp adı verilen örgüt mensubu kişilerin gelerek evde kalan adaylardan bilgi alıp tavsiyelerde bulundukları, bununla birlikte örgüte ait ışık evlerinin il bazında eyalet adı altında birden çok bölgeye ayrıldığı, her bölgenin sekiz ilâ on evi kapsadığı, bölgelerden sorumlu kişilere bölge abisi/ablası adı verildiği, örgütün Türkiye Adalet Akademisi stajındaki adayları staj dönemlerine göre ayırdığı, bazı örgüt mensubu adaylara Türkiye Adalet Akademisi yurdunda kalmaları tavsiye edilerek bu kişilerden, örgüt lehine ya da aleyhine konuşan aday arkadaşlarının bildirilmesinin istendiği, her dönemin sorumlu abisinin/ablasının bulunduğu, evlere gelen örgüt mensubu murakıpların adaylara dinsel ve sosyal davranışları açısından telkinde bulundukları, örgüt mensubu hâkim ve Cumhuriyet savcılarının T1, T2, T3, T4 ve T5 şeklinde kategorize edilerek taşra ve devre yapılanmasının oluşturulduğu, bu yapılanmalarda belirli aralıklarla organizasyon ve görüşmelerin gerçekleştirildiği,
Eski Yargıtay üyelerinin görev yapmakta oldukları hukuk ve ceza dairelerine göre gruplar oluşturulduğu, eski yüksek yargı üyelerinin kod isimleri dikkate alındığında (H1, H2, H3, C1, C2, C3, C4) şeklinde gruplandırıldıkları, eski Yargıtay üyelerinin görevde bulundukları zaman içerisinde görev yaptıkları Yargıtay Daireleri göz önünde bulundurulduğunda “H” kod adı ile isimlendirilenlerin Yargıtay Hukuk Dairelerinde, “C” kod adı ile isimlendirilenlerin Yargıtay Ceza Dairelerinde görev yaptıkları, isimlendirmelerde yer alan 0, 1, 2, 3 rakamlarının grup içerisindeki hiyerarşiye ilişkin sıralamayı, “0” ile kodlamanın ise grup sorumlusunu gösterdiği, harf ve rakam ile gruplandırmalardan sonra (C3, H2 vb.) bazı isimlendirmelerde kullanıcının adı ve soyadının baş harflerinin eklenmesi suretiyle kod adı oluşturulduğu anlaşılmıştır.
c) 15 Temmuz 2016 Tarihli Darbe Teşebbüsü:
Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 14.07.2017 tarih ve 2017/1443-4758 sayılı kararında açıklandığı üzere;
15 Temmuz 2016 günü Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Anayasal düzeninin değiştirilmesi amacıyla, Türk Silahlı Kuvvetlerine sızmış FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü mensubu olan ve/veya bu örgütsel faaliyeti destekleyen 8.000’in üzerinde askeri personel tarafından savaş uçakları dahil 35 uçağın, 3 geminin, 37 helikopterin, 74’ü tank olmak üzere 246 zırhlı aracın ve 4.000’e yakın hafif silahın kullanılarak; Cumhurbaşkanına suikasta teşebbüs edilmiş, TBMM ve Cumhurbaşkanlığı Külliyesi başta olmak üzere birçok stratejik merkez bombalanmış, Başbakanın konvoyuna silahlı saldırı gerçekleştirilmiş, kalkışmaya karşı koyan güvenlik görevlileri ile sokaklara çıkan sivillere Devletin silahlı kuvvetlerine ait bu uçak, helikopter, tank ve silahlarla saldırılarak 4’ü asker, 63’ü polis ve 183’ü sivil olmak üzere toplam 250’den fazla kişi şehit edilmiş; 23’ü asker, 154’ü polis ve 2.558’i sivil olmak üzere toplam 2.735 kişi de yaralanmıştır.
Somut darbe teşebbüsü, TCK’nın 309. maddesinde sayılan amaçlara matuf zarar tehlikesi doğuran vahim eylem vasfını aşarak Anayasal düzeni doğrudan ortadan kaldırma neticesine yönelmiş, örgütün ülke genelindeki organik bütünlüğünden ve etkinliğinden istifade edilerek planlanıp uygulanmış, neticesi ve başarısı eş zamanlı, senkronize hareketlere bağlı hukuki anlamda tek bir fiil olarak ortaya çıkmıştır.

d) 15 Temmuz 2016 Tarihindeki Darbe Teşebbüsünün FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü İle İlişkisi:
Anayasa Mahkemesinin 30.06.2017 tarihli ve 30110 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 20.06.2017 tarihli ve 2016/22169 başvuru numaralı kararında ayrıntılı olarak yapılan tespitler, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 03.03.2017 tarihli ve E.2017/7327 sayılı, E.2017/26 sayılı ve 2006/103583 soruşturma sayılı iddianamelerindeki belirlemelere göre; “Yurtta Sulh Konseyi” üyesi olan, “sıkıyönetim komutanı” olarak görevlendirilen, “sıkıyönetim mahkemeleri”ne ve “kritik önemdeki askerî ve sivil makamlara” ataması planlanan kişilerin büyük bölümünün FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü mensubu olduğunun, bu görevlendirmelerin yapılmasında örgüt içindeki hiyerarşinin dikkate alındığının ve haklarında örgüte üye olma suçundan işlem yapılan bazı emniyet mensupları ile mülki idare yetkililerinin darbe girişimi sonrasında ilan edilecek sıkıyönetim döneminde atanacakları resmî devlet kuruluşlarına gittiklerinin saptandığına dair bulgular, tanık olarak dinlenen Genelkurmay Başkanı ile İzmir Cumhuriyet Başsavcılığınca dinlenen gizli tanıklar (Şapka ve Kuzgun)’ın anlatımları, şüpheli olarak dinlenen Deniz Piyade Tugay Komutanı Tuğamiral H. İ. Y., Genelkurmay Başkanı’nın emir subayı olan Yarbay L. T., Jandarma Genel Komutanlığında görev yapmakta olan Binbaşı H. H., Jandarma Komando Özel Asayiş Komutanlığında görev yapmakta olan Yarbay F. E., Yüzbaşı F. T. Ç., Müşterek İstihbarat Koordinasyon Merkezi Başkanlığında görev yapan Jandarma Yarbay A. K., Hava Kuvvetleri Komutanlığı Müşterek Hedef Analiz Yönetim Başkanı Tuğgeneral G. Ş. S., Hava Kuvvetleri Komutanlığı Müşterek Hedef Üretim Analiz Merkezinde görev yapmakta olan Yüzbaşı A. P., Kara Kuvvetleri Tayin Daire Başkanlığında astsubay olarak görev yapmakta olan T. F. D., TSK’da pilot olarak görev yapan Yarbay İ. A., Akıncı 4. Ana Jet Üssü Komutanlığında pilot olarak görev yapan Teğmen M. M. gibi çok sayıda şüphelinin itiraf içeren beyanları, açık kaynak bilgileri, 15 Temmuz darbe kalkışması ile ilgili verilen mahkeme kararları, derdest bulunan dava dosyaları ve yürütülen soruşturmalar ile resmî kurumların tespitleri değerlendirildiğinde; 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe teşebbüsünün, daha önce de bir çok kez yaşandığı üzere uluslararası güç odaklarının da desteğiyle, esas itibariyle Türk Silahlı Kuvvetlerine sızmış FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü mensuplarınca gerçekleştirildiği, kalkışmaya başka unsurların da katılmış olma ihtimalinin darbe teşebbüsünün bu karakterini değiştirmeyeceği değerlendirilmiştir. (Yargıtay 16. CD’nin 14.07.2017 tarihli ve 2017/1443-4758 sayılı kararı)
V) HÜKME ESAS ALINAN BAZI DELİLLERİN HUKUKİ NİTELİĞİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ:
A) BYLOCK İLETİŞİM SİSTEMİ:
Ceza Genel Kurulunun 24.01.2019 tarihli ve 417-44 sayılı ile 20.12.2018 tarihli ve 419-661 sayılı kararlarında da ayrıntılarıyla belirtildiği üzere;
Gelişen teknolojiyle beraber hayatın her alanında kullanılan bilişim teknolojisi, muhakeme konusu olayların aydınlatılmasında etkin rol oynayan deliller arasında ön sıralarda yer almaktadır.
Kural olarak kişiler arasındaki haberleşme gizlidir. Ancak terör örgütlerinin yasa dışı amaçlarını gerçekleştirirken, mensuplarının ve faaliyetlerinin kolluk güçleri tarafından tespit edilememesi için çağın şartlarına uygun teknik olarak daha gelişmiş haberleşme sistemleri kullandıkları sıklıkla görülmektedir. Nitekim ByLock iletişim sistemi, global bir uygulama görüntüsü altında belli bir tarihten sonra yenilenen ve geliştirilen hâliyle münhasıran FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü mensuplarının kullanımına sunulmuş bir programdır. Benzer iletişim araçlarında olduğu gibi sisteme dahil olup kullanmak kişilerin istekleriyle değil örgüt yöneticilerinin inisiyatifi ile gerçekleşmiştir. Üyeler arasındaki haberleşmede zaman zaman gündelik işlerle ilgili mesajlar paylaşılsa da ağırlıklı olarak örgütsel talimatların iletildiği, faaliyetlerin değerlendirildiği, örgüt mensupları arasındaki bağlılığı artırıcı ve motive edici haberlerin paylaşıldığı bir sisteme dönüştüğü anlaşılmış olup ByLock iletişim sisteminin FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü mensuplarının kullanmaları amacıyla oluşturulan ve münhasıran bu terör örgütünün bir kısım mensupları tarafından kullanılan bir ağ olması nedeniyle; örgüt talimatı ile bu ağa dahil olunduğunun ve gizliliği sağlamak için haberleşme amacıyla kullanıldığının, her türlü şüpheden uzak, kesin kanaate ulaştıracak teknik verilerle tespiti hâlinde kişinin örgütle bağlantısını gösteren bir delil olacağı kabul edilmiştir.
ByLock sisteminin kullanılması için indirilmesi yeterli olmayıp özel bir kurulum gerektiren, güçlü bir kriptolama yoluyla internet bağlantısı üzerinden iletişim sağlamak üzere, gönderilen her bir mesajın farklı bir kripto anahtarı ile şifrelenerek iletilmesine dayanan bir tasarıma sahiptir. Bu şifrelemenin, kullanıcıların kendi aralarında bilgi aktarırken üçüncü kişilerin bu bilgiye izinsiz şekilde (hack) ulaşmasını engellemeye yönelik bir güvenlik sistemi olduğu tespit edilmiştir.
2014 yılı başlarında işletim sistemlerine ait uygulama mağazalarında yer alıp bir süre herkesin ulaşımına açık olan ByLock’un, bu mağazalardan kaldırılmasından sonra geliştirilen ve yenilenen sürümünün ancak örgüt mensuplarınca harici bellek, hafıza kartları ve Bluetooth yoluyla yüklenildiği yürütülen soruşturma ve kovuşturma dosyalarındaki ifadeler, mesajlar ve e-postalardan anlaşılmıştır.
ByLock iletişim sisteminin hukuki alt yapısı;
2937 sayılı MİT Kanunu’nun 6. maddesinin “g” bendinde; Telekomünikasyon kanallarından geçen dış istihbarat, millî savunma, terörizm ve uluslararası suçlar ile siber güvenlikle ilgili verileri toplayabileceği, 4. maddesinin “i” bendinde ise dış istihbarat, millî savunma, terörle mücadele ve uluslararası suçlar ile siber güvenlik konularında her türlü teknik istihbarat ve insan istihbaratı usul, araç ve sistemlerini kullanmak suretiyle bilgi, belge, haber ve veri toplamak, kaydetmek, analiz etmek ve üretilen istihbaratı gerekli kuruluşlara ulaştırmakla görevli olmanın yanında Devletin güvenliğini ilgilendiren ve suç işlendiği şüphesi doğuran somut verileri terörle mücadele konusunda görevli idari ve adli birimlere ulaştırmakla yükümlüdür. Nitekim, ByLock uygulamasına ait sunucular üzerindeki veriler hakkında düzenlenen teknik analiz raporu ve dijital materyallerin Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına ve Emniyet Genel Müdürlüğüne ulaştırıldığı görülmektedir. Bu aşamadan sonra adli sürecin başlatılması ve bu noktadan sonra CMK hükümlerine göre soruşturma işlemlerinin yapılması zorunludur. Nitekim Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ByLock ile ilgili dijital materyallerin teslim edilmesi üzerine 2016/104109 sor. ve 2016/180056 numara üzerinden başlattığı soruşturma kapsamında, CMK’nın 134. maddesine göre gönderilen dijital materyallerle ilgili 09.12.2016 tarihli ve 2016/104109 soruşturma sayılı yazısı ile Ankara 4. Sulh Ceza Hakimliğine Milli İstihbarat Teşkilatınca teslim edilen 1-1 adet Sony marka HD-B1 model, üzerinde bBW3DEK69121056 seri numaralı ve ön yüzünde 1173d7a09195cf0274ce24f0d69ede96 yazılı harddisk, 2-1 adet Kingston marka DataTraveler, uç kısmında DTIG4/8GB 04570- 700.A00LF5V 0S7455704 yazılı flash bellek üzerinde CMK’nın 134. maddesi gereğince inceleme yapılmasına, 2 adet kopya çıkartılmasına, kopya üzerinde kayıtların çözülerek metin haline getirilmesine karar verilmesini istendiği, Ankara 4. Sulh Ceza Hâkimliğince bu talep kabul ederek 09.12.2016 tarihli ve 2016/6774 D. İş nolu karar ile dijital materyaller üzerinde inceleme yapılması, kopya çıkarılması ve kopya üzerinde bilirkişi incelemesi yapılarak metin haline getirilmesine ve bir kopyasının Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmesine karar vermiştir.
Soruşturma aşamasında olayın aydınlatılması amacıyla el konulan veya talep edilen elektronik verilerden doğrudan suçla ilgili olanlar elektronik delil olarak kabul edilmektedir. Bir suçun işlendiği iddiasıyla başlatılan soruşturma kapsamında, dijital veri ve delil elde etmek amacıyla bilgisayarlarda, bilgisayar programlarında, bilgisayar kütüğünde, bilgisayar ağları ve diğer uzak bilgisayar kütüklerinde ve çıkarılabilir donanımlarda arama yapılması gerekebilir. Bu konuda uygulanacak iki kural vardır. Birisi CMK’nın 134. maddesi, diğeri de 27.07.2016 tarihinde ilan edilen olağanüstü hâl kapsamında çıkartılan 667 ve 668 sayılı KHK’larla Türk Ceza Kanunu’nun ikinci kitap, dördüncü kısım, dördüncü, beşinci, altınca ve yedinci bölümde tanımlanan suçlar, Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlar ve bu suçlar kapsamına girip girmediğine bakılmaksızın, toplu yani en az üç kişinin iştiraki ile işlenen suçlarda uygulanabilecek 668 sayılı KHK’nın 3. maddesinin 1. fıkrasının (j) bendidir. Bu düzenleme, 6755 sayılı Olağanüstü Hâl Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler İle Bazı Kurum Ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 3. maddesinin 1. fıkrasının (j) bendinde aynen yer almıştır. Bu sebeple bilgisayarda arama, kopyalama ve el koyma konusunda CMK’nın 134 ve 6755 sayılı Kanun’un 3. maddesinin 1. fıkrasının (j) bendi birlikte uygulanacaktır. Bu uygulama sırasında 6755 sayılı Kanun’un “soruşturma ve kovuşturma işlemleri” başlıklı 3. maddesinin 1. fıkrasında sayılan suçlar yönünden öncelik aynı Kanun’un 3/1-j maddesi olacak, burada hüküm bulunmayan hâlde CMK’nın 134. maddesine göre hareket edilecektir. Olağanüstü hâl kaldırıldığı anda bilgisayarda arama, kopyalama ve el koyma konusunda öngörülen istisnai tedbirin uygulaması son bulacaktır. Bilgisayarlarda, bilgisayar programlarında ve kütüklerinde arama, kopyalama ve elkoyma koruma tedbiri, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 134’üncü maddesinde düzenlenmiştir. Bu koruma tedbiri, CMK’nın 116 ve 123. maddelerinde düzenlenen “arama” ve “el koyma” koruma tedbirlerinin özel bir görünümünü oluşturmaktadır. Buna göre, bir suç dolayısıyla yapılan soruşturmada, başka surette delil elde etme imkânının bulunmaması hâlinde Cumhuriyet savcısının istemi üzerine şüphelinin kullandığı bilgisayar ve bilgisayar programları ile bilgisayar kütüklerinde arama yapılmasına, bilgisayar kayıtlarından kopya çıkarılmasına ve bu kayıtların çözülerek metin hâline getirilmesine hâkim tarafından karar verilir. Bilgisayar, bilgisayar programları ve bilgisayar kütüklerine şifrenin çözülememesinden dolayı girilememesi veya gizlenmiş bilgilere ulaşılamaması hâlinde çözümün yapılabilmesi ve gerekli kopyaların alınabilmesi için bu araç ve gereçlere el konulabilir. CMK’nın 134. maddesindeki “bilgisayar kütükleri” ifadesi teknik anlamda sadece masaüstü ve dizüstü bilgisayarlarda bulunanları değil; CD, DVD, flash disk, disket, harddisk vs. tüm çıkarılabilir bellekler, telefon vb. dijital tabanlı mobil cihazlarda dahil olmak üzere herhangi bir bilgi işlem veya veri toplama araç ya da gerecinde bulunabilecek tüm dijital dosyaları kapsamaktadır. Adli Ve Önleme Aramaları Yönetmeliği’nin “bilgisayarlarda, bilgisayar programlarında ve kütüklerinde arama, kopyalama ve el koyma” kenar başlıklı 17. maddesinde el koyma sırasında zorunlu kılınan yedekleme işleminin, “bilgisayar ağları ve diğer uzak bilgisayar kütükleri ile çıkarılabilir donanımlar hakkında da” uygulanmasının dayanağı budur.
10 Kasım 2010 tarihinde Türkiye tarafından imzalanan, 22.04.2014 tarihinde ve 6533 sayılı “Sanal Ortamda İşlenen Suçlar Sözleşmesi” adı ile onaylanıp 02.05.2014 tarihinde yürürlüğe giren ve Anayasa’nın 90. maddesi gereğince iç hukukumuzun bir parçası olarak kabul edilen Avrupa Siber Suçlar Sözleşmesi’nde bilgisayarlarda, bilgisayar programlarında, bilgisayar kütüklerinde, bilgisayar ağları ve verilerin saklandığı depolarda ve uzak bilgisayar kütüklerinde arama, kopyalama ve el koyma tedbirlerinin uygulanabileceği kabul edilmiştir. Bilgisayar kütükleri (computer files) yalnızca kullanıcının kendi bilgisayarında yer alan bir bilgisayar programı aracılığıyla kullanılabilen, verilerin saklandığı depolama araçlarıyla sınırlı değildir. Bunun yanında bir bilgisayar aracılığıyla ağ üzerinden ulaşılabilen gerek kullanıcıya ait gerekse kullanıcıya ait olmayıp ancak ortak paylaşıma ve kullanıma açık diğer bilgisayarlardaki veri depolama araçlarına ulaşabilmek mümkündür. CMK’nın 134/1. maddesinde “şüphelinin kullandığı bilgisayar ve bilgisayar programları ile bilgisayar kütüklerinde” arama ve kopyalama işleminin yapılabileceği belirtilmiştir. Kanun koyucu, söz konusu maddede arama ve kopyalama işlemlerinin yapılacağı araçların şüpheliye ait olmasını aramamış, şüphelinin fiilen bu araçları kullanıyor olmasını yeterli görmüştür. Maddede özellikle “şüphelinin kullandığı” ifadesine yer verilmiştir; zira üzerinde arama ve kopyalama işlemi yapılacak bilişim sisteminin şüpheliye ait olması gerekmez. Şüphelinin maliki olduğu, kiraladığı, ödünç aldığı ya da ortak kullanıma açık bir bilgisayarı eylemini gerçekleştirirken kullanması bu tedbirin uygulanması için yeterlidir. Ancak delile ulaşmak için sadece failin kullandığı bilişim sisteminde arama yapılması yeterli değildir. Bilgisayarlarda, bilgisayar programları, bilgisayar kütükleri veya diğer araçlarda yapılacak aramanın konusu “elektronik veri”dir. Bu araçlarda arama işleminde amaç suçla bağlantılı her türlü elektronik veriye ulaşmaktır. Bu kapsamda bilgisayardaki mevcut klasördeki dokümanların tümü taranabilir. Bilgisayarda, şüpheli veya sanığın internet ortamında çeşitli programlar ya da sosyal iletişim siteleri (Msn Messenger, Facebook, Twitter vb.) vasıtasıyla gerçekleştirdiği iletişime ilişkin kayıtların aranması, CMK’nın 135. maddesine göre değil CMK’nın 134. maddesine göre yapılabilir. Zira CMK’nın 135. maddesinde düzenlenen telekomünikasyon yoluyla iletişimin denetlenmesi koruma tedbiri, teknik araçlarla iletişimin tespitini, dinlenmesini ve kayda alınmasını kapsamaktadır. CMK’nın 135. maddesine göre yapılan iletişimin dinlenmesi ve kaydı, geçmişe dönük olarak değil geleceğe dönük olarak yapılabilir. Diğer bir ifadeyle geçmişte gerçekleşen iletişimin dinlenebilmesi, kayda alınabilmesi mümkün değildir. Ancak internet ortamında gerçekleştirilen iletişime ilişkin kayıtlar, bilgisayar kütüğünde kayıt altına alındığından bu iletişim kayıtları hakkında CMK’nın 134. maddesindeki koruma tedbiri kapsamında arama, kopyalama ve elkoyma tedbirleri uygulanabilir. Bireyin e-posta, yazışma ve haberleşmeleri CMK’nın 135. maddesi kapsamında değerlendirilirken, bireyin kendisine e-posta ile gelen bir yazı, resim, görüntü veya ek dosyayı kullandığı bilgisayara veya taşınır belleğe kaydettiğinde, artık bu belge haberleşme hürriyetinin dolayısıyla iletişimin denetlenmesinden çıkıp CMK’nın 134. maddesi kapsamında bilişim cihazına kayıtlı bilgi ve belgeye dönüşecektir. Kriptolu haberleşme sonucunda silinmiş mesajların gerek bilgisayarda gerekse sistem üzerinde ele geçirilmesi de telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişim denetimi kapsamında olmayıp bu gibi hallerde CMK’nın 134. maddesinde düzenlenen bilgisayarlarda, bilgisayar programlarında ve kütüklerinde arama, kopyalama ve el koyma tedbiri söz konusu olabilir.
Sonuç olarak, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının dijital materyaller üzerinde CMK’nın 134. maddesi gereğince Ankara 4. Sulh Ceza Hâkimliğinden aldığı inceleme kopyalama ve çözümleme kararına istinaden Emniyet Genel Müdürlüğü KOM Daire Başkanlığı uzmanlarınca düzenlenen 18.02.2017 tarihli ByLock raporu, açık kaynaklar, dosyadaki diğer bilgi ve belgeler, yasa, Anayasa ve uluslararası sözleşmeler göz önüne alınarak yapılan tespit ve değerlendirmeler sonucunda; MİT tarafından yasal olarak elde edildiği kabul edilen dijital materyaller üzerinde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının talebi ile CMK’nın 134. maddesi gereğince Ankara 4. Sulh Ceza Hâkimliğinden alınan “inceleme kopyalama ve çözümleme” kararına istinaden bilgisayardaki ve bilgisayar kütüklerindeki iletilerin tespiti işleminde herhangi bir hukuka aykırılık bulunmamaktadır.
Haklarında soruşturma işlemi başlamamış ya da soruşturması devam eden yüz binden fazla şüphelinin delil niteliğinde kişisel bilgisi bulunan Emniyet Genel Müdürlüğü KOM Daire Başkanlığı uzmanları tarafından üzerinde çalışma yapılan ByLock ana serverının, soruşturmanın selameti ve kişilerin masumiyet karinesinin korunması açısından sanıklara teslim edilmesi mümkün olmamış, ilgililer hakkında görevlilerin incelemesi sonucu ortaya çıkan raporlara yönelik somut itirazlar soruşturma ve kovuşturma aşamasında inceleme ve değerlendirmeye tabi tutulmuştur.
B) SABİT HATLARDAN ARAMA VE ARDIŞIK ARAMA YÖNTEMİ:
1) FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün Askeri Mahrem Yapılanması:
Ayrıntıları Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26.09.2017 tarihli ve 2017/956 Esas 2017/370 Karar sayılı kararı ile onanarak kesinleşen 16. Ceza Dairesinin ilk derece sıfatıyla verdiği 24.04.2017 tarihli ve 2015/3 Esas 2017/3 Karar sayılı ve aynı Dairenin temyiz mercii olarak verdiği 14.07.2017 tarihli ve 2017/1443 Esas 2017/4758 Karar sayılı kararlarında nitelikleri ve özellikleri açıklanan FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü hakkında yürütülen soruşturma ve kovuşturmalar kapsamında Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığı tarafından 2019 yılı Ocak ayında düzenlenen rapora göre;
a) Genel Olarak Mahrem Hizmetler ve Mahrem Yapılanma:
Mahrem hizmetler, Devletin en kritik ve operasyonel birimlerine sızarak örgüt hesabına yürütülen gizli faaliyetleri ifade eder. Bu kurumlarda örgüt adına kadrolaşma, abinin veya imamın emrine göre organize hareket edip örgüt amacına yönelik verilen görevleri ifa etmektedir.
Mahrem hizmetlerde, Fetullah Gülen veya örgütün üst yönetim katından gelen talimatları, doğruluğunu veya akla uygunluğunu, dini, hukuki, ahlakiliğini sorgulamadan yerine getirecek “mutlak itaat ve teslimiyet gösteren özel seçilmiş” örgüt mensupları kullanılmaktadır.
Mahrem hizmetlerde istihdam edilecek örgüt mensuplarının, zihin kontrollerinin sağlanması, örgütün değerlerini ölümüne savunması, kör bir itaatkârlığa ulaşması zaman almaktadır. Bu nedenle örgüt, ağacın yaşken eğildiğinin bilincinde olarak, mahrem hizmetlerde ihtiyaç duyduğu tipte insanları, genellikle ortaokul/lise döneminden itibaren kazanmaya çalışmaktadır. Örgüt içinde en önemli iş; bu şahısların bulunması, örgüte kazandırılması, yetiştirilmesi, mahrem hizmetlere yönlendirilmesi ve yerleştirilmesidir.
Bu şekildeki bir sürecin ardından TSK içerisine sızdırılan örgüt mensubu sayısının zamanla artması ile birlikte FETÖ/PDY, TSK birimlerini yönlendirebilecek ve kontrol altında tutabilecek bir güce kavuşmuştur. Sözde TSK yapılanması, Emniyet ve MİT yapılanması ile birlikte örgütün “silahlı kanadı”nı oluşturmuştur.
15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişimi; örgütün, mensupları sayesinde TSK’nın her türlü imkan ve silah gücünü gerektiğinde çıkarları doğrultusunda kendi halkına ve halkının iradesine karşı kullanmaktan çekinmeyeceğini açıkça göstermiştir.
Örgüt dilinde mahrem yerler:
-TSK (Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları),
-Emniyet (EGM ve il emniyet müdürlükleri),
-Yargı (Adalet Akademisi, hâkimler/savcılar, HSK),
-MİT,
-Mülkiye (valiler/kaymakamlar),
-Bazı özel kurumları (TİB, ÖSYM, TÜBİTAK),
İfade eder.
Özel Hizmet Birimleri; TSK, Yargı, Emniyet, Mülkiye, MİT gibi kurumlardaki yapılanmadır. Örgüt asıl operasyonel gücünü bu birimlerden almıştır.
Örgütün gerek 17-25 Aralık 2013 öncesi ve sürecinde yapılan operasyonel faaliyetler gerekse 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin planlama ve uygulaması Özel Hizmet Birimleri tarafından yürütülmüştür.
Özel Hizmet Birimlerinde hücresel yapılanma söz konusudur. Bu birimlerin deşifre olmasını önlemek için uygulanan hücresel yapılanmada bir örgüt mensubunun, en fazla bir üst sorumlusunu ve/veya bir altında bulunan örgüt mensubunu tanıması amaçlanmaktadır.
b) Mahrem Yapılanmanın İşleyişi:
Örgüt için en önemli kurumlar olan TSK, Emniyet, MİT ve Yargı organlarına yerleştirilecek öğrenciler, “Talebe İmamları” tarafından belirlenmekte ve durumlarına göre sınıflandırılarak o yönde ders çalışmaları sağlanmaktadır.
Bu öğrenciler talebe evlerinden alınarak mahrem yapı dışındaki kişilerin bilmediği ve sadece mahrem hizmetlerde kullanılan “Özel Evlere” yerleştirilmektedir.
Evlere yerleştirilen öğrencilere kod isim verilmekte ve özel derslere tâbi tutulmaktadır.
Örgütün mahrem yapısı tarafından ele geçirilen Askeri Liselere Giriş ve Polis Koleji Giriş Sınav soruları Talebe İmamları aracılığıyla bu okullar için hazırlanan öğrencilere ezberletilerek sınavlarda başarılı olmaları sağlanmaktadır.
Bu okullara giriş için yapılan çalışmaların boşa gitmemesi için öğrencilerin sağlık durumları önceden örgüt tarafından incelenmekte ve engel hâli bulunmayanlar seçilmektedir.
Her şeye rağmen sağlık raporunda bir sorun çıkması hâlinde ilgili hastanelerdeki örgüt mensupları aracılığı ile uygun raporun verilmesi sağlanmaktadır.
1985 yılında örgüte mensup bazı öğrencilerin askeri liselerden atılması üzerine örgüt tarafından strateji ve sistem değişikliğine gidilerek, askeri liselere ve Polis Kolejine yerleştirilen öğrencilerin bu okullardaki öğrenimleri süresince de kendilerini bu okullara hazırlayan “Talebe İmamı” tarafından takibi sağlanmıştır.
Talebe İmamı, sorumlu olduğu öğrenciyi genelde on beş günde bir kez ziyaret etmekte, ziyaret gerçekleşmezse ikinci buluşmanın ne zaman ve nerede gerçekleşeceği mutlak surette belirlenmektedir. Bu görüşmeler, katı kurallarla belirlenmiş yüksek gizlilik içerisinde gerçekleştirilmektedir.
15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişimi sonrası TSK içerisindeki yapılanmaya yönelik yapılan soruşturmalar akabinde alınan ifadeler ve yapılan tespitler sonucu gün yüzüne çıkarılan bilgilere bakıldığında; “Örgütün TSK içerisinde farklı bir yapılanmaya gittiği, tamamen hücre tipi, birbirinden habersiz ve bağımsız üniteler oluşturulduğu, bu ünitelerin sivil abilerin/imamların sorumluluğunda üst düzey komutanlar (general, albay, yarbay, binbaşı), alt rütbede subaylar (yüzbaşı, üsteğmen, teğmen) ve astsubay gruplarından oluştuğu” tespit edilmiştir.
c) Kadrolaşma Süreci:
Örgüt tarafından seçilerek yetiştirilen elemanlar, örgütün hedefleri doğrultusunda kamu ve özel sektörde istihdam edilmektedir. Kamudaki örgütlenme anlayışı, herhangi bir cemaatin üyelerinin devletin kademelerinde yer almasının ötesindedir.
Devletin kamu kurumlarına yerleşme, her vatandaşın hakkı olarak görülse ve Fetullah Gülen tarafından bu hak kılıf olarak kullanılmaya çalışılsa da gizlenmeye çalışılan bir gerçek vardır. Bu gerçek; FETÖ/PDY’nin sınav sorularını çalması, kumpas davalarıyla örgüt mensubu olmayanları tasfiye etmesi ve örgütün devlette monopol olmaya çalışması, hizmet asabiyetinin sonucu olarak örgüt mensuplarının hizmet aidiyetini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından üstün görmesi, sadakatin devlete değil örgüte sunulması, devlet hiyerarşisi yerine örgüt hiyerarşisinin konulması, emirlerin sivil örgüt imamlarından alınması gibi birçok somut olayda görülmektedir.
Bu gibi somut olaylar da göstermektedir ki FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü mensubunun devletin kamu kurumlarına yerleşmesi/yerleştirilmesi değil, sızması ve halk tabiriyle ayrık otu gibi bulunduğu yerleri işgal etmesi söz konusudur.
15.07.2016 tarihindeki darbe girişimini gerçekleştiren FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki yapılanmasının “Mahrem Hizmetler” olarak isimlendirildiği ve yapılanmada gizliliğe azami derecede riayet edildiği bilinmektedir.
Genellikle ortaokul/lise döneminde kazanılan ve örgütsel ideolojiye uygun olarak yetiştirilerek örgüt mensuplarınca özel bir sınavdan geçirilen bu şahısların, örgütün mahrem yapılanmasını oluşturan birimlerde istihdam edilmesine örgütün oldukça önem verdiği ve mahrem hizmetlerde kullandığı görülmektedir.
Askeri mahrem yapılanmada yer alan bir örgüt mensubunun hayatını dört evrede özetlemek mümkündür:
-Birinci evre; Işık evi,
-İkinci evre; Hususi/özel ev,
-Üçüncü evre; Askeri okullardaki eğitim süreci,
-Dördüncü evre; Birim yapılanması,
Çocuk yaşta örgüte kazandırılan öğrenciler, talebe evlerinden alınarak mahrem yapı dışındaki kişilerin bilmediği ve sadece mahrem hizmetlerde kullanılan özel evlere yerleştirilmektedir.
Örgüt mensupları, ortaokul ve lise dönemlerinden itibaren düzenli olarak örgüt liderinin ses veya görüntü kaydı hâline getirilmiş vaazlarını, kitaplarını sohbet toplantılarında dinlemekte, izlemekte ve okumaktadır. Sohbet toplantıları, örgüt tarafından masum dini faaliyetler gibi gösterilmeye çalışılarak ardındaki örgütsel fikir ve idealler gizlenmektedir. Oysaki bu toplantılarda, dini kılıf altında ya da buz dağının görünmeyen yüzünü oluşturan kısımlarında örgütsel bir bakış açısı kazandırılmaktadır.
Bir örgüt mensubunun bütün bu hayat evreleri, sohbet toplantılarına katılmakla geçer. Örgütün temel direği, olmazsa olmazı bu toplantılardır. Nitekim terör örgütü lideri bu konuda şunları söylemiştir:
“Evvela kendimiz bu hizmetin büyüklüğünü kabul edelim, başkalarına anlatmadan. Evet, yani bu öyle bir hizmettir ki bunu mütevelli toplantısındaki bir akşam bile hiçbir şeye feda edilemez. Ne kadar feda edilemez yani? Mesela annemiz babamız ölse feda edilemez. Gider geçer, belli bir fasıldan sonra başında durur kaldırırız. Ama buraya gelinir. Çünkü bir arkadaş iki arkadaş buraya gelmeyince gelenlere gelinmiyor olabileceği fikri verilir. Gelenlerin şevki söndürülür. Kuvveyi maneviye si kırılır. Biz her bir yerlerimiz şu cemaatin Kuvveyi maneviye sini takviye etmek üzere el ele tutup omuz omuza verme mecburiyetindeyiz. İhlası salesinde buna temas ediyor. Birisinin geriye durması diğer arkadaşları (…) sarsabilir. Allah’ta diyor, o fabrikayı katar karıştırır, o saatin çarklarını katar karıştırır diyor. Demek biz öyle fabrikanın çarkları öyle saatin çarkları hâline gelmişiz ki bu çarklardan bir tanesi dursa muvakkaten bu durgunluk, duraklama bütün çarklara sirayet ediyor. Birbirimizle çok bütünleşmişiz. Bu bütünleşmenin manevi keyfiyetini yani tablonun öbür yanını ben göremiyorum, tahminde edemiyorum. Fakat Allah bir araya gelmeyi böyle bu bütünleşme adına çok önemli sayıyor. Önemli kabul buyuruyorsa şayet bizim için bu çok önemli olmalıdır. Biz burada bir cemaat teşkil ediyoruz ve Allah’ın eli cemaatle beraberdir. (…) Arkadaşlarımız cennete giden yollardaki tıkanıklıkları açacak, herkesi gelmeye mecbur edecekler. (…) O zaman bu fedakâr arkadaşlarımıza bir gece gelmemeye bir şey takdir edelim. Bir gece mütevelliye gelmezse acaba ne takdir edelim? Bugünkünü muaf tutacağız. Mesela Nejat Bey yok, (X) yok, mesela Celal bey de yok. Başınız sağ olsun. O aksatmazdı da benim şeyimdi o, izin alması lazım giderken, manevi şeyin yanında bir şey takdir edelim. Veremezlerse ben vereyim onu. Öyle bir şey söyleyelim ki ben veremeyeyim onu. Mehmet Bey diyor ki bir senelik burs versin. (Konuşmalar) Bir kere atlatana bir senelik burs takdir edelim. Ne güzel şey yine cennete giden yolda tıkanıklık açılıyor.”
Sohbet toplantılarını, çeşitli alt başlıklar altında incelemek ve sınıflandırmak mümkündür. Ortaokul döneminde irtibata geçilen çocuk yaştaki kişilerin katıldığı sohbet toplantıları “keyfiyet” odaklıdır. Bu toplantı türünde, evlere gelenlere yoğun ideolojik eğitim programı uygulanmaktadır. Bunun haricinde sivil/bölge yapılanmalarında ve mahrem yapılanmalarda gerçekleştirilen toplantılar ise iki genel kısımdan oluşmaktadır. Birincisi keyfiyet denilen örgütsel bağ oluşumunu sağlayan, destekleyen ve geliştiren kısım, ikincisi ise örgüt idaresi ve stratejileri ile alakalı “iş/meslek” konularının görüşülmesi kısmıdır.
Keyfiyet odaklı toplantıların işleyişine bakıldığında;
-“Pırlantalar” olarak adlandırılan Fetullah Gülen’in kitaplarını okuma,
-Önceden kayda alınmış sesli ve görüntülü kayıtlarını dinleme ve izleme,
-Haftalık Bamteli sohbeti, Sızıntı, Çağlayan dergisi vb. yazılarını okuma/izleme,
-Örgüt mensubu yazarların kitaplarından ve yazılarından kesitler okunması, anlatılması,
Gibi faaliyetlerle örgütsel değerler aşılanmaktadır.
Daha önce de açıklandığı gibi bu faaliyetler rastgele değildir; belli bir plan ve sistem dahilinde zamana yayılarak ışık evlerine gelmesi sağlanan herkese uygulanmaktadır. Bu toplantıların belli bir takvime göre, önceden belirlenmiş hedeflere ulaşılacak şekilde ayarlandığı ele geçirilen belgelerde açıkça görülmektedir. Bir yıl içinde sohbet toplantılarına katılan kişilere örgütün temel değerlerinin hemen hemen hepsinin eğitiminin verildiği anlaşılmaktadır. Ondan sonraki süreçte de her yıl, yine belli bir plan ve program doğrultusunda bu değerler çerçevesinde “ideolojik örgüt eğitimi”nin verilmeye devam ettiği görülmektedir.
Sohbet toplantılarının fonksiyonlarına ve verilen ideolojik eğitimin içeriğine bakıldığında;
-Olağanüstü kişilik bilincinin aşılanması, (Fetullah Gülen’in insanüstü özelliklere sahip, ilahi irade tarafından seçilmiş ve özel bir misyonla dünyaya gönderilmiş, her dediği ilahi iradenin isteklerini yansıtan ve yanlış olması mümkün olmayan bir kişi olduğuna iman edilmesi)
-Kutsal dava fikrinin yerleştirilmesi, (Fetullah Gülen’in olağanüstülüğüne iman etmiş kişilerin, ona verilen kutsal görevleri, ona bağlanan kutsal ordusuyla başaracağına olan inanç)
-Ham olarak gelen hedef şahısların örgüt elemanına dönüştürülmesi, bu hedef şahıslara örgütün ideolojisi ile öğretilerinin empoze edilmesi,
-Toplantıya katılanların bireysel dönüşümlerinin sağlanması ve radikalleştirilmesi,
-Grup aidiyetinin keskinleştirilmesi,
-Dayanıklılık, katı disiplin ve mutlak itaatin sağlanması,
-Bağlılık, güven ve sadakatin oluşturulması,
-Birlik ruhunun sağlanması,
-Örgüt idealleri doğrultusunda mücadele ederken başa gelebilecek her türlü zorluk ve acıya (örgüt içinde imtihan olarak adlandırılır) karşı insanı kayıtsız kılan bir dayanıklılık kazanılması, psikolojik olarak önceden hazırlanılması,
-Hizmet uğruna ölmenin erdemi ve mükâfatının cennet olduğu bilincinin yerleştirilmesi,
-Moral değerlerin ve mücadele kapasitesinin yükseltilmesi,
Şeklinde olduğu görülmektedir.
Sohbet toplantılarının örgütün temellerinin dayandığı en önemli taşıyıcı sütun olması dolayısıyla gizlenmesi ve dış müdahalelere karşı çeşitli şekillerde korunması gerekmektedir. Örgüte hâkim olan gizlilik ilkesi, diğer uygulama ve faaliyetlerde olduğu gibi sohbet toplantılarının da koruyucu kalkanıdır. Bu toplantıların ne zaman, nerede yapıldığı açık ve şeffaf değildir. Özellikle mahrem hizmetler toplantılarının gizliliği için birçok tedbir uygulanmaktadır. Yine gizlilik ilkesi gereği bu toplantılar “dini faaliyet, dini sohbet” kılıfı altında hedef saptırma yöntemi kullanılarak ardındaki örgüt gerçekleri saklanmaya çalışılmaktadır.
Örgütün toplantılara bakışı gayet nettir. Elemanların örgüt içi değerinin toplantılara katılma durumuna göre belirlendiği örgütten ele geçirilen bütün belge ve dokümanlarda açıkça görülmektedir.
Toplantılara aksatmadan, düzenli katılanlar ele geçirilen bütün fişleme belgelerinde en sadık, en yüksek mertebede yer alan kişiler olarak nitelendirilmektedir. Ara sıra aksatanlar, bir alt basamakta yer almakta ve kendi içinde aksatma sıklığına göre sıralanmakta/sıralanabilmektedir. Aksatma sıklığı artanlar ve gelmemeye başlayanlar “Ümit” pozisyonuna düşürülmekte, bunlar da kendi içinde kategorilere ayrılarak tekrardan kazanılmak amacıyla özel stratejilerle yaklaşılmaktadır. Bu çabaların da sonuçsuz kalması ve kişinin irtibatı keserek toplantılara katılmaması örgütten çıkma anlamına gelmektedir.
Diğer terör örgütleriyle mukayese edilemeyecek ölçüde gizliliğe büyük önem veren FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün; yasa dışı faaliyetlerinin bilinmesinin önüne geçmek ve meçhulde kalmasını sağlamak, örgüt mensubunun güvenliğini gerçekleştirmek ve kriptolanması ile deşifre olmasını engellemek, yapılması planlanan eylemin veya yasa dışı faaliyetin başarıya ulaşmasını temin etmek, yasa dışı faaliyetlerin akabinde mümkün olduğunca az iz ve emare bırakmak amacına yönelik olarak kod ad kullanılmakta ve yine mahrem hizmetlerde kullanılan evlere yerleştirilen öğrencilere özellikle kod adı verilerek özel derslere tabi tutulmaktadır.
Örgütün neredeyse tüm uygulamalarında olduğu gibi gizlilik de istismar edilen dini kavramlarla kamufle edilmekte, örgüt jargonunda tedbir olarak adlandırılmaktadır.
d) Örgütsel Toplantılar İçin İletişim Kurma Yöntemleri:
Dünya genelinde 160 ülkede faaliyet gösteren ve binlerce mensubu olan FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü açısından iç haberleşme; talimatların alınıp verilmesi, gelişmelerin güvenli ve zaman kaybetmeksizin aktarılması ve faaliyetlerin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi bakımından hayati öneme sahiptir.
Faaliyet alanlarının çeşitliliğine paralel olarak örgütün haberleşme yöntemleri de farklılık arz etmektedir. Örgütün neredeyse tüm uygulamalarında olduğu gibi haberleşme yöntemlerinde de gizlilik içerisinde iletişim sağlamaya özen gösterilmektedir.
Örgütün iletişimde kullandığı yöntemlerin;
-Yüz yüze/buluşma,
-Canlı kurye,
-Kriptolu IP hattı,
-Not ile haberleşme,
-Basın yayın üzerinden talimat verme,
-Sosyal medya (Facebook, Twitter vb.),
-Telefon (GSM, operasyonel hat, ankesör/büfe arama),
-İletişim/haberleşme programları (ByLock vb.),
Olduğu anlaşılmaktadır.
Canlı kurye kullanılması, en sağlıklı haberleşme yöntemlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Talimat almak ve faaliyetler hakkında bilgi vermek amacıyla doğrudan ABD/Pensilvanya’ya gidilerek örgüt lideri ile yüz yüze görüşülmekte ve talimatlar bizzat alınmaktadır. FETÖ/PDY elebaşısının “çok önemli hususların yüz yüze (Ru Be Ru) görüşülmesi” yönünde talimatlarının olduğuna dair bilgiler mevcuttur. Örgüt toplantılarında verilen talimatlar ufak kâğıtlara yazılmakta hatta bunların lüzumu hâlinde yok edilebilmesi için yenilebilir özellikte olması sağlanmaktadır.

Kiralık hatlar vasıtasıyla kriptolu IP telefon kullanılması, özellikle yurt dışındaki okullarla irtibatta kullanılan yöntemlerdendir.

En kolay ve önemli haberleşme araçlarından biri GSM hatlarıdır. Bu hatlar, genel olarak başkası adına kayıtlı ya da örgüt kontrolündeki kurum/kuruluş adına kayıtlı olan, abone bilgilerinin gerçek kullanıcısına kolaylıkla ulaşılamayan hatlardır. Genellikle yaklaşık 3 ayda bir yeni GSM hattı temin edilmekte ve eski hatla birlikte telefon cihazı da değiştirilmektedir. (Uygulanan tedbir şekline göre süre değişkenlik gösterebilir.)

Telefonların değiştirilmesi sürecinde eski telefonlar imha edilmekte ve parçalanarak farklı bölgelerdeki çöp kutularına atılmaktadır. Bu işlerin kamera olmayan yerlerde yapılmasına dikkat edilmektedir. Böylece tek numara ile görüşme yapan hat görüntüsünden uzaklaşılması ve örgütün kullandığı hatların tespitinin zorlaştırılması amaçlanmaktadır.

İletişimin telefonla kurulduğu dönemlerde (iletişim/haberleşme programlarının kullanılmadığı dönemlerde) telefonun akıllı olmaması ve internet bağlantısının bulunmamasına dikkat edilmiştir. Aynı zamanda mesaj atılması da istenmediği için yasaklanmıştır.

Örgüt mensuplarının kendi adlarına olmayan GSM hatları temin edip bunları belirli aralıklarla cihazlarıyla birlikte değiştirmeleri dahi legal olduğunu iddia ettikleri faaliyetlerinin illegal olduğunu ve bunları gizlemeye çalıştıklarını ortaya koymak açısından önemli bir veridir.

Türkiye’de Almanya, ABD ya da başka bir ülkeye kayıtlı GSM hatlarının kullanılması, örgütün üst düzey abilerinin kullandığı yöntemlerdendir. Abone bilgilerinden sadece hangi ülkeye ait olduğunun görülebilmesi nedeniyle zaman zaman tercih edilebilmektedir.

Örgüt mensupları, tedbir olarak haberleşme araçlarını değiştirdikleri gibi isim zikretmekten imtina ederek genel ifadeler kullanmaya özen göstermekte ve yaygın olarak “KOD İSİM” kullanmaktadırlar. Örgütsel görüşmeler sırasında “hizmet, şakirt, Gülen, cemaat” gibi kelimelerin telefonda zikredilmemesine özen gösterilmekte, buluşma yeri söyleneceği zaman şifreli ifadeler kullanılmasına önem verilmektedir.

Her ne kadar iletişimde esas olan usul “randevulaşma sistemi” olsa da örgütün mahrem sorumlularının, sevk ve idaresi altındaki askeri personel ile deşifre olmayı engellemek maksadı ile irtibat kurma yollarından birisinin de “Kamuya açık ve birbirinden bağımsız market, büfe, kırtasiye, iddia bayii ve lokanta gibi işletmelerde bulunan ve ücret karşılığı kullanılan sabit (kontörlü/voip) hatlar ile Türk Telekom’a ait ankesörlü telefon hatlar” olduğu tespit edilmiştir.

Örgüt tarafından bu yöntemin kullanılma sebepleri ise;
-Pratik ve kolay ulaşılabilir bir iletişim modeli olması, (Örneğin, operasyonel hat ile iletişim için gerekli olan 2. bir telefon, çevresi tarafından şahsın durumunu şüpheli hâle getirebilir)

-Anonim bir iletişim modeli olması, (Açıklamaya ihtiyaç duyulduğunda gönül ilişkisi vb. bahaneler ileri sürülebilir)

-Teknolojik imkânların güvenilir olmadığı, (ByLock serverlarının elde edilmesi vb. toplu deşifrasyon olmayacağı inancı)

-Arayan mahrem sorumlusunun kimliğinin deşifre olmayacağı, düşüncelerine dayanmaktadır.

e) Büfe/Ankesörlü Sabit Telefon Hatlarıyla İrtibat Kurma Yönteminin Özellikleri:
FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü “sohbet” olarak adlandırdığı örgütsel toplantıları devam ettirmek için elzem olan askeri personel ile irtibatlarında gizliliğe çok önem verdiği hususuna yukarıda ayrıntılarıyla değinilmiştir.

FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü kapsamında yürütülen soruşturmalardaki şüphelilerin hatları ile kamuya açık ve birbirinden bağımsız market, büfe, kırtasiye ve lokanta gibi sair işletmelerde kurulu bulunan, ücret karşılığı kullanılan sabit hat ve ankesörlü hatların HTS kayıtlarının incelenmesinde;

-Ardışık arama (Yakın zaman diliminde birbirini takip eden peşi sıra),
-Periyodik arama (Farklı tarih ve zaman diliminde belirli gün aralığı dahilinde),
-Tek arama,
Şeklinde iletişim gerçekleştirildiği ve irtibat sağlandığı saptanmıştır.

Birim içerisinde sorumlu düzeyde bulunan örgüt mensuplarının, kendilerine bağlı askerlere ait telefon numaralarını, telefonlarına farklı isimler kullanarak veya not kâğıtlarına GSM numaraları üzerinde belirli değişiklikler yaparak kaydettikleri, iletişim kurmak istedikleri zamanlarda ise kamuya açık ve birbirinden bağımsız market/büfe/lokanta vb. işletmelerde kurulu bulunan kontörlü/voip (sabit) hatlar ile Türk Telekom’a ait ankesörlü telefonları kullanmak suretiyle kendilerine bağlı askerleri aradıkları belirlenmiştir.

Yapılan soruşturma ve kovuşturmalar sırasında elde edilen bilgilerden, FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün “Mahrem Yapısı” içerisinde faaliyet gösteren örgüt mensuplarının, kendi sorumlulukları altında bulunan özellikle asker ve diğer mahrem hizmetteki sivil şahısların telefon numaralarını, deşifre edilmelerinin önlenmesi ve örgütsel faaliyetlerinin sürdürülebilir olması amacıyla şifreleme metotları kullanarak kaydettikleri de tespit edilmiştir.

FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü mensuplarınca kullanılan ve şu ana kadar tespit edilebilen bazı şifreli kaydetme yöntemlerinin;

1-On (10) Rakamına Tamamlama; Öğrencilerin telefon numaralarını telefona kaydetmek yasak olduğu için normal bir esnafın kartvizitinin arkasına veya herhangi bir kâğıda telefon numaralarının son dört rakamının her biri 10’a tamamlanarak kaydedilir. Yani kayıtlı telefon numarasının son dört rakamının her birini 10 sayısından çıkararak ortaya çıkan rakam yazılır. 10’a tamamlama sistemine örnek vermek gerekirse telefon numarasının son dört rakamı 46 05 ise not kâğıdına yazılan numaranın son dört rakama 64 05 olur. Bir başka örnekte ise telefon numarasının son dört rakamı 43 17 ise kartvizite yazılan numaranın son dört rakamı 67 93 olur.
2-Sondan İkili Rakam Bloklarını Çapraz Yer Değiştirme; Telefon numarasının sondan rakam bloklarının yerlerinin çapraz olarak değiştirilmesi yöntemidir. Örneğin, 0 xxx 345 62 44 numaralı telefon kaydedilirken 0 xxx 345 44 62 olarak kaydedilir.

3-Rakam Bloklarını Ters Yazma; Telefon numarasının operatöre ait ilk 3 rakamları sabit kalmak şartıyla geri kalan rakamları ise rakam bloklarının kendi arasında ters yazılarak kaydedilmesidir. Örneğin, 0 xxx 345 62 41 numaralı telefon kaydedilirken 0 xxx 543 26 14 olarak kaydedilir.

4-Sondan 4 üncü Rakamı Dört (4) Arttırma; Telefon numarasının sondan dördüncü rakamına dört eklenerek kaydedilmesidir. Örneğin, 0 xxx xxx 62 44 numaralı telefon kaydedilirken 0 xxx xxx 02 44 olarak kaydedilir.

5-Sondan 2 nci ve 4 üncü Rakamı Yer Değiştirme; Telefon numarasının sondan ikinci ve dördüncü rakamlarının yerlerinin değiştirilerek kaydedilmesidir. Örneğin, 0 xxx xxx 62 44 numaralı telefon kaydedilirken 0 xxx xxx 42 64 olarak kaydedilir.

6-Telefon Numarasını Oluşturan Rakamlara Bir Ekleme Bir Çıkarma; Telefon numarasını oluşturan rakamlara soldan başlayarak sırasıyla bir ekleme bir çıkarma yapılarak kaydedilmesidir. Örneğin, 0 xxx 444 62 44 numaralı telefon kaydedilirken 0 xxx 535 53 35 olarak kaydedilir.

7-Telefon Numarasını Oluşturan Rakamları Kredi Kartı Numarasına Benzetme; Telefon numarasını oluşturan rakamlarının başına, sonuna rakamlar ekleyerek veya 16 haneli kredi kartı numarası şeklinde kaydedilmesidir. Örneğin, 0 xxx 444 62 44 telefon numarası 5410 xxx4 4462 4454 olarak kaydedilir.

8-Telefon Numarasını Oluşturan Rakamları Servis Sağlayıcı Operatör Kodunun İl Alan Koduna Değiştirme; Operatör kodunun herhangi veya faaliyet gösterdiği il kodu şeklinde kaydedilmesidir. Örneğin, 0 505 xxx xx xx numaralı telefon kaydedilirken 0 312 xxx xx xx olarak kaydedilir.

9-99’a Tamamlama; Aranacak telefon numaraları doğrudan olarak değil son iki hanesini 99‘a tamamlama yöntemiyle aranmasıdır. Örneğin 5XX 123 45 67 numarasının 5XX 123 45 32 şeklinde yazılması,

-100’e Tamamlama; Aranacak telefon numaraları doğrudan olarak değil son iki hanesini 100’e tamamlama yöntemiyle aranmasıdır. Örneğin 5XX 123 45 67 numarasının 5XX 123 45 33 şeklinde yazılması,

10-Çaprazlama metodu; Aranacak telefon numaraları doğrudan olarak değil son dört hanesinin ikili gruplar hâlinde kendi içinde çaprazlama yöntemiyle aranmasıdır. Örneğin 5XX 123 45 67 numarasının 5XX 123 76 54 şeklinde yazılması,
Şeklinde olduğu saptanmıştır.

Mahrem imamların, kendilerine bağlı muvazzaf askerlerin (öğrenci) telefon numaralarını ajandalarına kaydederken yukarıda açıklamaları verilen örnek şifreleme yöntemlerini kullanmakla birlikte “bazı mahrem imamların arama yapmadan önce numaralara baktığında şifreleme yaptığını unutarak/kasten yazılı olan şifreli numarayı aradığı, daha sonra yanlış numara çevirdiğini fark ederek/kasten asker şahsı tekrar gerçek numarasından aradıkları da” sıklıkla gözlemlenmiştir.

Kolluk birimlerinin yapmış olduğu çalışmalar ve soruşturmalarda alınan ifadelerden;

“Mahrem imamların belirledikleri periyodik zaman diliminde grubunda bulunan askeri personelle sohbet adı altında örgütsel toplantıları düzenledikleri, bir sonraki toplantının yerinin-zamanının ve saatinin yapılan bu toplantılarda yüzyüze görüşülerek belirlendiği, toplantı günü ve saatinde değişiklik veya farklı bir gelişme olduğu zaman mahrem imam tarafından sabit hatlardan (ankesör-büfe-market vb.) askeri personelin cep telefonu aranmak suretiyle irtibatın gerçekleştirildiği, mahrem imam tarafından gerçekleştirilen bu görüşmelerin genellikle çok kısa tutulduğu ve şifreli olarak anlatılmak istenilenin söylendiği, bu telefon görüşmelerinin kısa tutulmasının sebebinin mahrem imamın ve sabit hatlardan aranan askeri personelin deşifre olmasını engellemek olduğu, askeri personelle mümkün olduğu kadar sabit hatlardan az irtibat kurulmaya özen gösterildiği, askeri personelin çok aranmasının o personelle ilgili bir sıkıntının yani toplantılara gelmeme, terör örgütü ile irtibatını koparmaya çalışma gibi etkenlere işaret ettiği, mahrem imam tarafından sürekli arama yapılarak askeri personelin ikna edilmeye çalışıldığı, askeri personelin az aranmasının ise o personelin toplantılara düzenli geldiğinin, gerçekleştirilen toplantılarda yüz yüze alınan kararlar sonucunda bir sonraki toplantıya düzenli katıldığının göstergesi olduğu, katalog evlilik yapan askeri personelin eşleri ile toplantılara katıldıkları örgüt imamlarının eşlerinin askeri personelin eşleri ile ilgilendikleri, bu şekilde mahrem imamlarca yapılan görüşmelerin 2017 yılına kadar devam ettiği, bu tarihten sonra sabit hatlardan askeri personelin aranmamasına dikkat edildiği, bunun sebebinin ise yapılan örgütsel faaliyetin deşifre olması ve mahrem imamların takip edilmesinden korku duyulmasından kaynaklı olduğu, bu süreçten sonra askeri personel ile görüşme yapılmak istenildiği zaman; lojmanlarda oturmayan ve FETÖ Silahlı Terör Örgütü içerisinde faaliyet gösteren askeri personelin evlerine gidilerek irtibat kurulduğu ya da asker şahsın mahrem imamın evine gitmesi şeklinde irtibat kurulmaya çalışıldığı, subay, astsubay veya askeri öğrenciler ile ilgilenen mahrem imamların birbirinden farklı olduğu, örneğin subay ve astsubayların aynı grup içerisine dâhil edilmediği”
Anlaşılmıştır.

Sonuç olarak;

Yukarıda izah edilen açıklamalar, olgular ve FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütüne yönelik yapılan soruşturma ve kovuşturmalarda alınan ifadeler bir bütün olarak değerlendirildiğinde;
FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün, Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesine sızmış mensuplarının çok az kısmına kriptolu haberleşme programı Bylock ve Eagle gibi programlar yüklediği, geri kalan mensupları ile özellikle geçmiş yıllarda kullandıkları bir sistem olan büfe, market vb benzeri yerlerdeki ücretli telefonlar veya kontörlü telefonlar ile haberleştikleri, örgütsel irtibatta asıl olan iletişim metodunun yüz yüze görüşme olduğu ve bir sonraki görüşmenin tarih ve yerinin bu esnada belirlendiği, bu mümkün olmaz ise tedbir anlamında her asker şahsın farklı ankesör ya da sabit hatlardan (market-büfe-bakkal vb.) aranmak (GEZEREK) suretiyle örgütsel iletişimin kurulduğu, arama işleminin genellikle tek taraflı ve kısa süreli olduğu, sadece sorumlu şahısların ARAMA işlemini yaptığı (askeri şahıs tarafından karşı arama yapılmadığı, askeri personelin de çok sık olmamakla birlikte mahrem sorumlusuna ulaşmak istedikleri durumlarda aradığı), sorumlu şahıs tarafından aranan askeri personelin büyük kısmının rütbe/makam olarak genelde denk olduklarının tespit edildiği (Örneğin; aranan Astsubay ise ardışık aranan kişide Astsubay, Subay ise ardışık aranan da Subay gibi), aynı şekilde kuvvetlerin de denk olduğu (Örneğin; aranan jandarma ise ardışık Jandarma, aranan KKK personeli ise ardışık KKK personelinin arandığı gibi), genel olarak her sivil yöneticinin sorumluluğunda birden fazla hücre bulunduğu ve hücrelerin 2-3 asker şahıstan (askeri öğrenci ve/veya muvazzaf personel) oluştuğu, bu asker şahısların da aynı kuvvete mensup olup aynı rütbede bulundukları (istisnai olarak farklı rütbe ve/veya kuvvetlere mensup asker şahıslardan bir hücre oluşabildiği, örneğin; sivil sorumlunun astsubaylardan oluşan grubunun yanında astsubaylıktan subaylığa geçen askeri personelle de ilgilenebileceği), tek ankesör ya da sabit hattan (market-büfe-bakkal vb.) farklı asker şahısların aranmasının arka arkaya arama (ARDIŞIK ARAMA) şeklinde olması durumunda aramanın örgütsel olduğu kanısını güçlendirdiği, ayrıca aynı ankesör/sabit (büfe-market vb.) hattan arka arkaya (ARDIŞIK) arama yapılmasının mahrem sorumlu şahsın tedbirsizliği ve işin kolayına kaçmasından kaynaklandığı, daha çok gizliliğe uymayan mahrem imamlar tarafından yapıldığı, aramaların kısa olmasının nedeninin ise askeri personelin daha önceden yeri ve zamanı kararlaştırılan görüşmeye gelinmemesi gerektiği veya gelip gelemeyeceğinin teyit edilmesi ya da görüşmeye gelmeyen kişiye gelecek görüşme yer ve zamanının bildirilmesi veya daha önceden kararlaştırılan yer/tarihin değişmesinden dolayı yapılan aramalar olmasından kaynaklı olduğu, aramaların genellikle mesai saatleri dışında yapıldığı, sorumlu şahsın askeri personeli aradıktan sonra tedbir amaçlı alakasız kişileri de ankesörle arayarak hedefin kaybolmasını amaçladığı, genellikle on beş gün, ayda veya iki ayda bir kez iletişime geçilerek buluşmaların/toplantıların gerçekleştirildiği, bu görüşmede bir sonraki buluşma tarihinin kararlaştırıldığı, bir aksaklık olmadığı müddetçe yeniden aramaya ihtiyaç duyulmadığı, bazen mahrem sorumlu tarafından sorumluluğundaki gruplarla ilgili grup içerisindeki tek şahsın arandığı ve bu şahıstan gruptaki diğer şahsa veya şahıslara bilgi vermesini istediği, aramanın sadece büfe, lokanta, market vs. kontörlü arama yapılabilen yerler olmadığı, ayrıca ankesörlü telefonlar ile kontörü olmadığından bahisle rica yolu ile iş yerlerinde mevcut sabit hattan da arama işlemi yapılabildiği, genel olarak yüzbaşı ve üstü rütbedeki subaylarda “birebir sorumluluk” esasının geçerli olmasından dolayı birden fazla asker şahsın oluşturduğu hücre sisteminin tercih edilmediği, mahrem yapı sorumlusunun kural olarak sorumlusu olduğu asker şahıs/şahıslarla aynı ilde ikamet ettiği ve aynı ildeki sabit hatlarla iletişim kurduğu, istisnai olarak sözde TSK yapılanmasının bölge esaslı teşkilatlanması nedeniyle yakın ilde bulunan hatlarla da iletişim kurulabildiği, mahrem yapı sorumlusunun sorumlu olduğu örgüt mensubu asker şahısları aramasından sonra belirlenen buluşma yerinde aranılan hatların takılı bulunduğu cihazların götürülmemesi veya götürülse bile kapatılmasına yönelik tedbir uygulanmaya çalışıldığı, bu tedbirin ortak yer baz istasyonundan sinyal verilmesini ve/veya dinleme yapılmasını önleme amaçlı olduğu, daha önceden kararlaştırılan noktaya gelinmediği takdirde ya da mahrem imam il dışında ise ve periyodik zamanlarla bir araya geliniyorsa (2 haftada bir Cumartesi gibi) bir gün önce mahrem imamın arayarak çağrı bıraktığı, arama işlemi sonrasında gizlilik (son aradığı numaranın telefon hafızasında kalmasını önlemek) ve tedbir amaçlı olarak ilgisiz rastgele numaraların çevrildiği ve redial (geri arama) tuşu ile son aranan kişinin tespitinin önlenmeye çalışıldığı, sivil yönetici unsurun sorumlusu olduğu asker şahsın numarasının son iki rakamını kendi telefon rehberinde “10”, “100” veya “99” rakamına tamamlayacak şekilde kayıt etmesinin en fazla başvurulan tedbir yöntemlerinden biri olduğu, bu nedenle yanlışlıkla numaraların şifrelenmiş hâliyle yapılan aramaların da gerçekleşebildiği, yapılanmada her yönetici sivil unsurun deşifre olmamak amacıyla kendi tedbir ve iletişim metodunu kendisinin belirlediği, (Bu metotlardan birisine örnek vermek gerekirse kısa süreli arama, cevapsız çağrı bırakma, aynı hattan parça parça kısa süreli arama vb.), mahrem yapı içerisindeki irtibatın ve şifreleme tekniğinin deşifre olmaması amacıyla çok sayıda şifreleme tekniğinin kullanıldığı,
Belirlenmekle;
Günümüzde iletişim aracı olarak cep telefonlarının kullanılmasının hayatın olağan akışına uygun ve kabul edilen bir gerçek olmasına karşın, kamuya açık ve birbirinden bağımsız market, büfe, kırtasiye, lokanta gibi sair işletmelerde kurulu bulunan, ücret karşılığı kullanılan sabit hat ve ankesörlü hatlar üzerinden asker şahıslarla GEZEREK ya da ARDIŞIK şekilde yapılan aramaların; örgütün “gizlilik” ve “deşifre olmama” kuralına uygun olarak Askeri Mahrem Yapılanmasının irtibat kurma yöntemlerinden biri olup FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün MAHREM İMAMLARI tarafından örgütsel amaçlı, örgütsel haberleşmeyi sağlamak amacıyla gerçekleştirildiği sonucuna varılmıştır.
2) Bir İletişim Aracı Olarak Ankesörlü/Sabit Hatlardan Periyodik Veya Ardışık Aramaların Hukuki Niteliği:
a) Ulusal ve Uluslararası Mevzuat:
Konuyla İlgili Ulusal ve Uluslararası Düzenlemeler;
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi:
Madde 8 – Özel ve aile hayatına saygı hakkı
(1) Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.
(2) Bu hakkın kullanılmasına bir kamu makamının müdahalesi, ancak müdahalenin yasayla öngörülmüş ve demokratik bir toplumda ulusal güvenlik, kamu güvenliği, ülkenin ekonomik refahı, düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli bir tedbir olması durumunda söz konusu olabilir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası
Özel hayatın gizliliği ve korunması
Özel hayatın gizliliği
Madde 20- Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.
Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış mercinin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kâğıtları ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz. Yetkili mercin kararı yirmi dört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını el koymadan itibaren kırk sekiz saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar.

Haberleşme hürriyeti
Madde 22- Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin gizliliği esastır.
Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; haberleşme engellenemez ve gizliliğine dokunulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, karar kendiliğinden kalkar.

İstisnaların uygulanacağı kamu kurum ve kuruluşları kanunda belirtilir.

Suç ve Cezalara İlişkin Esaslar
Madde 38- (6)- Kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulgular, delil olarak kabul edilemez.
Milletlerarası Andlaşmaları Uygun Bulma
Madde 90/5- Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.

Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre;

İletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması

Madde 135 – (1) (Değişik: 21/2/2014–6526/12 md.) Bir suç dolayısıyla yapılan soruşturma ve kovuşturmada, suç işlendiğine ilişkin somut delillere dayanan kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının bulunmaması durumunda, hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde Cumhuriyet savcısının kararıyla şüpheli veya sanığın telekomünikasyon yoluyla iletişimi (…) dinlenebilir, kayda alınabilir ve sinyal bilgileri değerlendirilebilir. Cumhuriyet savcısı kararını derhâl hâkimin onayına sunar ve hâkim, kararını en geç yirmi dört saat içinde verir. Sürenin dolması veya hâkim tarafından aksine karar verilmesi hâlinde tedbir Cumhuriyet savcısı tarafından derhâl kaldırılır. (Mülga son iki cümle: 24/11/2016-6763/26 md.)

(3) Şüpheli veya sanığın tanıklıktan çekinebilecek kişilerle arasındaki iletişimi kayda alınamaz. Kayda alma gerçekleştikten sonra bu durumun anlaşılması hâlinde, alınan kayıtlar derhâl yok edilir.

(6) (Ek: 2/12/2014-6572/42 md.) Şüpheli ve sanığın telekomünikasyon yoluyla iletişiminin tespiti, soruşturma aşamasında hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde Cumhuriyet savcısı, kovuşturma aşamasında mahkeme kararına istinaden yapılır. Kararda, yüklenen suçun türü, hakkında tedbir uygulanacak kişinin kimliği, iletişim aracının türü, telefon numarası veya iletişim bağlantısını tespite imkân veren kodu ve tedbirin süresi belirtilir. (Ek cümleler: 24/11/2016-6763/26 md.) Cumhuriyet savcısı kararını yirmi dört saat içinde hâkimin onayına sunar ve hâkim, kararını en geç yirmi dört saat içinde verir. Sürenin dolması veya hâkim tarafından aksine karar verilmesi hâlinde kayıtlar derhâl imha edilir.

(8) Bu madde kapsamında dinleme, kayda alma ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesine ilişkin hükümler ancak aşağıda sayılan suçlarla ilgili olarak uygulanabilir:
a) Türk Ceza Kanunu’nda yer alan;

15. (Değişik: 2/12/2014-6572/42 md.) Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak (madde 302),
16. (Ek: 2/12/2014-6572/42 md.) Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar (madde 309, 311, 312, 313, 314, 315, 316),
17. Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk (madde 328, 329, 330, 331, 333, 334, 335, 336, 337) suçları,

Bir suçun işlendiğini öğrenen Cumhuriyet savcısının görevi

Madde 160 – (1) Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar.

Cumhuriyet savcısının görev ve yetkileri
Madde 161 – (1) Cumhuriyet savcısı, doğrudan doğruya veya emrindeki adlî kolluk görevlileri aracılığı ile her türlü araştırmayı yapabilir; yukarıdaki maddede yazılı sonuçlara varmak için bütün kamu görevlilerinden her türlü bilgiyi isteyebilir.
(2) Adlî kolluk görevlileri, el koydukları olayları, yakalanan kişiler ile uygulanan tedbirler emrinde çalıştıkları Cumhuriyet savcısına derhâl bildirmek ve bu Cumhuriyet savcısının adliyeye ilişkin bütün emirlerini gecikmeksizin yerine getirmekle yükümlüdür.

(4) Diğer kamu görevlileri de, yürütülmekte olan soruşturma kapsamında ihtiyaç duyulan bilgi ve belgeleri, talep eden Cumhuriyet savcısına vakit geçirmeksizin temin etmekle yükümlüdür.
Delillerin Ortaya Konulması ve Reddi
Madde 206-(2) Ortaya konulması istenilen bir delil aşağıda yazılı hâllerde reddolunur:
(a) Delil, kanuna aykırı olarak elde edilmişse.
..
Delillerin Takdir Yetkisi
Madde 217 – (2) Yüklenen suç, hukuka uygun bir şekilde elde edilmiş her türlü delille ispat edilebilir.
Hükmün Gerekçesinde Gösterilmesi Gereken Hususlar
Madde 230 – (1) Mahkûmiyet hükmünün gerekçesinde aşağıdaki hususlar gösterilir:

(b) Delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi, hükme esas alınan ve reddedilen delillerin belirtilmesi; bu kapsamda dosya içerisinde bulunan ve hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delillerin ayrıca ve açıkça gösterilmesi.
Hukuka Kesin Aykırılık Hâlleri
Madde 289 – (1) Temyiz dilekçesi veya beyanında gösterilmiş olmasa da aşağıda yazılı hâllerde hukuka kesin aykırılık var sayılır:

(i) Hükmün hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delile dayanması.
Şeklinde düzenlenmiştir.

b) Sabit/Ankesörlü Hatlardan Arama Sonuçlarının Delil Olarak Hukukiliği:

Çağımızda hukukun değişmez niteliği “Evrensel, herkes için, bağımsız, tarafsız, insan haklarına saygılı, eşitlikçi, özgürlükçü, adil, haksızlığa karşı vazgeçilmez” oluşudur.
Bir ülkede bu ilkelerin benimsenip güçlendirilmesi ve içselleştirilmesi için demokratik düzenin bütün kurum ve kuruluşlarıyla oluşturulması, demokratik hakların etkin biçimde kullanılması, devletin bütün işlemlerinin hukuk sınırları içinde ve hukuk devleti ilkelerine uygun olması kadar çağdaş bir ceza yargılamasının sağlanması da gerekmektedir.
İstikrar kazanmış yargı kararlarında vurgulandığı ve öğretide ifade edildiği üzere, ceza yargılamasının amacı maddi gerçeğin insan onuruna yaraşır biçimde araştırılıp bulunmasıdır. Nitekim, Ceza Genel Kurulunun 23.02.2016 tarihli ve 2014/5.MD-98 Esas 2016/83 sayılı ve 10.12.2013 tarihli ve 2013/359 sayılı kararlarına göre ceza muhakemesinin amacı usul kurallarının öngördüğü ilkeler doğrultusunda maddi gerçeğin her türlü şüpheden uzak bir biçimde kesin olarak belirlenmesidir. Maddi gerçeğin belirlenmesinde kullanılan yegane araç deliller olup nitekim 5271 sayılı CMK’nın ‘delillerin takdir yetkisi’ başlıklı 217. maddesinin 2. fıkrasında “yüklenen suç, hukuka uygun bir şekilde elde edilmiş her türlü delille ispat edilebilir” denilerek aynı amaca işaret edilmiştir. Bu açıklama ile ayrıca delillerin serbestliği ilkesine de vurgu yapılmaktadır. Buna göre, ceza muhakemesinde hangi hususu hangi delillerle ispat olunacağı konusunda bir sınırlama bulunmayıp yargılama yapan hâkim, hukuka uygun şekilde elde edilmiş her türlü delili kullanmak suretiyle sanığın aleyhine olduğu kadar lehine olan delilleri de araştırıp değerlendirerek şüpheden arınmış bir sonuca ulaşmalıdır.

Ceza muhakemesinde maddi gerçek ortaya çıkarılırken, kişisel hak ve özgürlüklere saygı ile toplumsal düzenin sağlanması arasında bir denge kurulması temel amaçtır. Kanun koyucu bu amaçla, delil serbestliği ilkesine, öğretide ve uygulamada “delil yasakları” olarak adlandırılan bir takım sınırlamalar getirmiştir. Anayasa’nın 38. maddesinin 6. fıkrasında, CMK’nın 206. maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendinde, 217. maddesinin ikinci fıkrasında, 230. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde ve 289. maddesinin birinci fıkrasının (i) bendinde hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delillerin esas alınamayacağı belirtilmiştir. Delilin hukuka aykırı bir yöntemle elde edilmiş olup olmadığına ise yargı makamı karar verecektir.

Delillerin yerindeliği incelemesi yapmayan ve bu konunun ulusal yargı organlarının takdirinde olduğunu belirten AİHM, elde edilen deliller dahil olmak üzere yargılamayı bir bütün olarak inceleyip bu çerçevede ilgilinin adil yargılanma hakkının ihlal edilip edilmediğine karar vermektedir (AİHM, Khan/Birleşik Krallık, 12.05.2000, B.No:35394/97, &34). AİHM, delillerle ilgili olarak, başvurucuya delillerin gerçekliğine itiraz etme ve kullanılmalarına karşı çıkma fırsatı verilip verilmediğini esas almaktadır. (Bykov/Rusya, 10.03.2009, B.No:4378/02, & 90; Khodorkovskiy ve Lebedev/Rusya, 25.07.2013, B.No:11082/06, 13772/05, & 700).
Yargılama konusu olayın açıklığa kavuşturulması ve maddi gerçeğin bulunabilmesi için ispat amacıyla kullanılan her araç delil olarak kabul edilir. Bu manada esas olan, delilin keyfi ve açıkça dayanaktan yoksun olacak şekilde sanık aleyhine kullanılmaksızın, yargılamanın bir bütün olarak adil yapılmasıdır.
Görüldüğü gibi delillerin kabul edilebilirliği ve değerlendirilmesi ulusal mahkemelerin takdirindedir.
c) Mukayeseli Hukuk ve AİHM Kararı Bağlamında Telekomünikasyon Yoluyla Yapılan İletişimin Denetlenmesi Delillerin Niteliği ve Hukukiliği:

Karşılaştırmalı hukukta iletişimin tespitine ilişkin düzenlemeler farklılık göstermektedir. Örneğin Fransa, İngiltere ve Avusturya’da iletişimin tespitine ilişkin bilgiler denetim kapsamında kabul edilmemekte ve herhangi bir sınırlamaya tabi bulunmadan bu bilgiler soruşturma ve kovuşturmada kullanılmaktadır.

Avrupa Birliğince (AB) 24.10.1995 tarihinde “Kişisel Verilerin İşlenmesinde Gerçek Kişilerin Korunması ve Serbest Dolaşımı”na ilişkin 95/46 nolu Yönerge kabul edilmiştir. Ancak söz konusu yönerge hükümlerinin savunma, kamu güvenliği veya ceza hukuku açısından uygulanmayacağı da belirtilmiştir. 95/46 nolu Yönerge temel alınarak düzenlenen telefon konuşmaları ve e-postaları da kapsayacak şekilde elektronik iletişimde özel yasanın gizliliği ve kişisel verinin korunmasına dair 2002/58 nolu Yönerge’nin amacı, Avrupa Birliğine üye ülkeler tarafından, haberleşmenin gizliliğine yetkisi bulunmayan kişilerce erişilmesini engellemek, kamu telekomünikasyon şirketleriyle ve kamuya açık telekomünikasyon servisleriyle sağlanan telekomünikasyon gizliliğini korumak amacıyla önlemlerin alınmasını sağlamaktır. (Hayrünisa Özdemir, Haberleşmenin Gizliliği ve Kişisel Veriler, Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.13, S:1-2, 2009, s. 286) Bununla birlikte bu yönerge; devletlerin elektronik iletişimi, hukuka uygun denetleme veya AİHS’ye uygun olarak önlem alma imkânlarını etkilememektedir. (Saadet Yüksel, Özel Yaşamın Bir Parçası Olarak Telekomünikasyon Yoluyla Yapılan İletişimin Gizliliğine Önleyici Denetimle Müdahale, Beta, 1. Baskı, 2012, s. 89-99)

AİHM, kişisel verilerin elde edilmesini her durumda özel yaşamın gizliliği hakkına bir müdahale olarak görmemekte ve kişisel verilere ilişkin AİHS’nin 8. maddesi çerçevesinde iki aşamalı bir değerlendirme yapmaktadır. Öncelikle müdahalenin yasal dayanağı olup olmadığı ve ulaşılabilirliği, daha sonra ise ulusal güvenlik gibi meşru bir amaç bağlamında müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığını değerlendirmektedir. (Saadet Yüksel, a.g.e, s. 103)

Bu bakımdan AİHM devletlerin, ulusal güvenliklerini korumak amacıyla, yetkililere kamunun ulaşamadığı kişisel verileri barındıran kayıtlarda bilgi toplama ve kaydetme yetkisini veren kanuni düzenlemeler yapmasını uygun görmektedir. (Leander/İsveç, 26.03.1987, B.No: 9248/81, & 59)

Nitekim AB’nin 95/46 ve 2002/58 nolu Yönerge’leri doğrultusunda tanzim edilen 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nun “İstisnalar” başlıklı 28. maddesinde de kişisel verilerin milli savunmayı, milli güvenliği, kamu güvenliğini, kamu düzenini sağlamak için kanunla görev ve yetki verilmiş kamu kurum ve kuruluşlar tarafından yürütülen önleyici, koruyucu ve istihbari faaliyetler kapsamında veya soruşturma, kovuşturma, yargılama veya infaz işlemlerine ilişkin olarak yargı makamları veya infaz mercileri tarafından işlenmesi hâllerinde söz konusu kanun hükümlerinin uygulanmayacağı belirtilmiştir.

AİHM, bir devletin terörle mücadele etmek için önlem almadan önce felaketin gelip çatmasını beklemesinin mümkün olmadığını vurgulamıştır. (A. ve Diğerleri/Birleşik Krallık, 19.02.2009, B.No: 3455/05, & 177)

Görüldüğü üzere AİHM, Sözleşme’nin 8. maddesinde herkesin kendi özel yaşamına saygı gösterilmesi hakkına sahip olduğunun açık bir şekilde belirtilmesine karşın terörle mücadele, terör saldırılarını engellemeye yardımcı olabilecek bilgilerin toplanması, terör şüphelilerinin yakalanıp yargılanması amacıyla özel gözetleme yöntemlerinin kullanmasına cevaz vermektedir.

d) Sabit/Ankesörlü Hatlardan Arama Sonuçlarının Delil Olarak Kabul Edilip Edilmeyeceğine İlişkin Hukuki Değerlendirme:

ByLock için yapılan değerlendirmeler ışığında; demokratik kurumlara, hukuk devletine, demokrasiye ve insan haklarına karşı 15.07.2016 tarihindeki darbe teşebbüsünü gerçekleştiren, pek çok insanın ölümüne ve yaralanmasına sebebiyet verip bir çok ağır suçu organize şekilde işleyen FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün çok büyük bir önem verdiği silahlı kanadını oluşturan askeri mahrem yapılanmasına yönelik yapılan soruşturmada, şüphelilere ve suç delillerine ulaşılması amacıyla Ankara merkezli ve diğer illerde Cumhuriyet Başsavcılıklarının yasal yetkisine dayanarak hâkim kararıyla geçmişe dönük elde ettiği “iletişimin tespiti (HTS)” kayıtlarının, hukuka uygun bir delil olarak hükme esas alınmasında herhangi bir hukuki isabetsizlik bulunmadığı, yapılan işlemin “demokratik bir ülkede gereklilik” ve “orantılılık” ilkelerine uygun olduğu, kanunda yazılı esas ve usullere göre bu tedbire başvurulmasının “iletişim özgürlüğü” hakkının özünü ortadan kaldırmayacağı kanaatine varılmıştır.

İçeriğine müdahale edilmeden, iletişim araçlarının diğerleri ile kurduğu iletişime ilişkin arama, aranma, yer bilgisi ve kimlik bilgilerinin tespitine yönelik işlem olması ve daha çok dış bağlantı verilerini ifade etmesi nedeniyle “iletişimin tespiti”, Cumhuriyet savcısının soruşturma yetkisini düzenleyen CMK’nın 160 ve 161. maddeleri kapsamında istenebilecek delillerdendir. Cumhuriyet savcısı, soruşturmanın ayıklayıcılık ve kişilerin lekelenmeme hakkı ilkelerini dikkate alarak, delil toplarken Anayasa’da ve yasada düzenlenen “orantılılık” ilkesini göz önüne almak durumundadır. İletişimin tespitinin istenmesi her zaman aleyhe sonuç doğurmaz. Bazen suça katılmayan kişilerin erkenden tespiti ile haklarında başkaca ceza muhakemesi tedbirine başvurmama imkanını da sağlayabilir.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 135/6. maddesindeki (Ek: 2/12/2014-6572/42 maddesi) şüpheli ve sanığın telekomünikasyon yoluyla iletişiminin tespiti, soruşturma aşamasında hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde Cumhuriyet savcısı kovuşturma aşamasında mahkeme kararına istinaden yapılır. Daha önce uygulamada Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 160 ve 161. maddelerinde düzenlenen Cumhuriyet savcısının delil toplama yetkisi kapsamında iletişimin tespitinin yapıldığı, yapılan değişiklikle bu yetkinin hâkime verildiği, gecikmesinde sakınca olduğu hâllerde Cumhuriyet savcısının bu yetkiyi kullanabileceği düzenlenmişti.

Ancak yeni ceza yargılaması sisteminde soruşturma evresi, suç işlendiği izlenimini veren hâlin öğrenilmesi ile başlar ve iddianamenin kabulü kararı verilinceye kadar devam eder. Soruşturma evresi üç aşamada gerçekleşir. Bunlar: başlangıç soruşturması, kısa soruşturma ve ara soruşturma aşamalarıdır. İlk aşama, Cumhuriyet savcısının “araştırmalara” başlama kararı ile gerçekleşen “başlangıç soruşturması”dır. Bu aşamada, kural olarak henüz suçun kim tarafından işlendiği konusunda bir bilgi mevcut bulunmadığı için “şüpheli” de yoktur. Bu aşamada bir suç işlendiğine dair “basit şüphe” oluşmazsa kovuşturmama kararı verilecektir. Aksi takdirde soruşturmanın diğer aşamalarına geçilip ortaya çıkan şüpheli/şüphelilere ilişkin deliller toplanarak suçun işlendiği hususunda yeterli şüphe oluşturuyorsa Cumhuriyet savcısı bir iddianame düzenleyecektir.

Ayrıntıları ilgili bölümde açıklanan FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün iletişim yöntemi olarak ankesörlü/sabit hatlardan periyodik veya ardışık aramalar yaptıkları yönündeki tespitlerden sonra, soruşturma makamlarınca başlangıç soruşturması kapsamında ve CMK’nın 160/1. maddesinin verdiği yetkiye dayanarak yapılan araştırmalar sonucunda; FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü mensuplarının “sohbet” olarak adlandırdıkları örgütsel toplantılara devam etmek için kamuya açık market, büfe vb. yerlerde kurulu bulunan ücret karşılığı kullanılan sabit hat veya ankesörlü hatları özel yöntemlerle kullandıklarının tespit edilmesi üzerine CMK’nın 135/6. maddesi gereğince sabit hat ve ankesörlü hatlara yönelik iletişimin tespiti kararları alınarak uygulamaya konulması, bu cümleden olarak şüpheli kişilerin hatlarıyla kamuya açık, birbirinden bağımsız büfe, market vb. yerlerde kurulu bulunan sabit veya ankesörlü hatların HTS kayıtlarının incelenmesi, üçüncü kişilere ait verilerin ayıklanması ile yapılan analizler sonucunda şüphelilere ulaşılmasında hukuka aykırı yöntemlerin kullanıldığı ileri sürülemeyeceği gibi ihlal edildiği iddia edilen hakka nazaran kamu güvenliğinin korunması ve suçla mücadele için sağlanan yararın üstünlüğünden de kuşku duyulmaması gerekecektir.

Şüphelinin/sanığın mahrem yapıda yer alıp sabit hat ve/veya ankesörlü telefonlar üzerinden hücresel haberleşme ağına dahil olup olmadığının belirlenmesi ile soruşturma ve yargılama aşamasında hukuki durumunun ve konumunun kuşkuya yer bırakmayacak şekilde tespiti bakımından; suçun ispatı açısından belirleyici nitelikte olması nedeniyle bu delilin elde edilişi, niteliği, kullanımı ve hukukiliği konusunda yukarıda yapılan tüm açıklamalar ışığında taraflar huzurunda tartışılması ve savunma argümanlarının değerlendirilmesi gerekmektedir.
Ayrıca bu delillerin teyidi açısından;

Mahrem imamların büfe/ankesörlü sabit telefon hattı ile hedef şahıslarla görüşmelerinde gizliliği sağlamak için genellikle kullandığı yöntem olarak belirlenen;
Hedef şahsın telefon numarasının deşifre edilmesinin önlenmesi amacıyla çeşitli şifreleme metotları kullanarak kaydedilmesi,

Bazı mahrem imamların arama yapmadan önce ajandada kayıtlı numaralara baktığında şifreleme yaptığını unutarak/kasten yazılı olan şifreli numarayı aradığı, daha sonra yanlış numara çevirdiğini fark ederek/kasten asker şahsı tekrar gerçek numarasından aramış olmaları,

Aramaların tek taraflı ve kısa süreli olması veya sadece çağrıdan ibaret bulunması,

Aranan askeri personel ise genellikle rütbe/makam olarak ve bağlı bulunduğu kuvvetlerin de denk olmaları,

Mahrem imamlar tarafından gerçekleştirilen arka arkaya aramanın (ardışık arama) örgütsel amaçlı olduğuna dair karine oluşturması,

Aramanın mesai saatleri dışında yapılması, sorumlu şahsın askeri personeli aradıktan sonra tedbir amaçlı alakasız kişileri de ankesörle arayarak bu bütün içerisinde hedeflerin kaybolmasını sağlama çabası,

Aramanın on beş gün, ayda veya iki ayda bir kez olmak üzere periyodik olması,

Mahrem imamın sorumlusu olduğu asker şahıs/şahıslarla aynı ilde ikamet ettiği ve aynı ildeki sabit hatlarla iletişim kurduğunun gözetilmesi,

Asker şahısların hatların takılı bulunduğu cihazların toplantı yerine götürülmediği veya götürülse bile kapalı tuttukları,

Mahrem imamlarca hedef şahıs arandıktan sonra ilgisiz rastgele numaraların çevrilerek redial (geri arama) tuşu ile son aranan kişinin tespitinin önlenmeye çalışılması,

Hususlarını da ortaya koyan, bu delilin elde edilişi, niteliği, kullanımı ve hukukiliği konusunda yukarıda yapılan tüm açıklamalar ışığında kişiselleştirilmiş, emniyet birimlerince büfe/ankesörlü sabit telefon hatlarıyla irtibat kurma yöntemine ilişkin olarak düzenlenen ayrıntılı analiz raporunun temin edilerek dosyaya konulması,

-Emniyet kayıtlarının yanı sıra BTK’dan alınan baz istasyonunu gösterir HTS kayıtlarının “0” saniyeli çağrılar da dahil olmak üzere getirtilmesi,

-Şüpheli/sanığın görev yaptığı diğer şehirlerde ardışık aramalarının olup olmadığı araştırılarak sabit hat ve ankesörlü telefon kullandığına ilişkin analiz raporunun da istenmesi,
-Şüpheli/sanıkla ilgili sabit hat veya ardışık aramaya ilişkin varsa itirafçı beyanlarının dosyaya getirilmesi, gerektiği takdirde tanık sıfatıyla dinlenilmeleri,

-Ardışık aramalar kapsamında diğer şahıslar hakkında bir soruşturma veya dava olup olmadığı araştırılıp varsa ifade örneklerinin dosyaya ibrazı sağlanarak değerlendirilmesi suretiyle maddi gerçeğin ortaya konulması,
Gerekmektedir.

Bu kapsamda;

Yukarıda açıklanan özellikler doğrultusunda; mahrem hizmetlerde görevlendirilen asker veya sivil şahsın, örgütün gizlilik ve deşifre olmama kuralına riayetle, örgütün talimatı ile ve örgütsel irtibatı sağlamak maksadıyla kamuya açık ve birbirinden bağımsız market, büfe, kırtasiye, lokanta gibi sair işletmelerde kurulu bulunan, ücret karşılığı kullanılan sabit hat veya ankesörlü hatlar ile mahrem imam tarafından arandığı her türlü şüpheden uzak, kesin kanaate ulaştıracak somut olgu ve teknik verilerle tespit edilmesi ve yargılama yapan mahkemenin de tam bir vicdani kanaate ulaşması hâlinde kişinin örgütle bağlantısını gösteren hukuka uygun bir delil olacağında kuşku yoktur.

C) HABERLEŞME İÇİN OPERASYONEL HAT KULLANILMASI:

FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün örgütsel toplantılar için iletişim kurma yöntemlerinden biri olan operasyonel (patates) GSM hatlarıyla görüşme yapıldığı yönünde şüphe oluşması durumunda soruşturma makamlarınca başlangıç soruşturması kapsamında ve CMK’nın 160/1. maddesinin verdiği yetkiye dayanarak yapılan araştırmalar sonucunda örgüt mensuplarının “sohbet” olarak adlandırdıkları örgütsel toplantılara devam etmek için kamuya açık market ve büfe gibi yerlerde kurulu olup ücret karşılığı kullanılan sabit hat veya ankesörlü hatlar dışında operasyonel GSM hatlarını da özel yöntemlerle kullandıklarının tespit edilmesi hâlinde şüphelinin/sanığın askeri mahrem hizmetler yapılanmasında veya sivil şahıslardan olup örgütteki konumu itibariyle operasyonel hat üzerinden hücresel haberleşme ağına dahil olup olmadığının belirlenmesi ile soruşturma ve yargılama aşamasında şüpheli/sanığın hukuki durumunun ve konumunun kuşkuya yer bırakmayacak şekilde belirlenmesi bakımından; özellikle suçun ispatında belirleyici delil niteliğinde olması hâlinde bu delilin elde edilişi, niteliği, kullanımı ve hukukiliği konusunda sabit hat veya ardışık arama için yapılan açıklamalar ışığında, taraflar huzurunda tartışılması ve savunma argümanlarının değerlendirilmesi gerekmektedir.

Burada şüpheli/sanık tarafından kullanılan GSM hattı ile mahrem imam tarafından kullanılan hatlara ait HTS raporları karşılıklı mukayese edildiğinde her iki hattın ortak baz bilgileri bulunduğu, her iki GSM hattının da aynı tarih ve yakın saatler aralığında aynı yerde baz verdiği, görüşmelerin ağırlıklı olarak tek bir GSM numarasıyla olduğu hususlarının mevcudiyeti hâlinde başkası üzerine kayıtlı bu hattın operasyonel hat olarak kullanıldığının tespiti mümkün olabilecektir.

Bu kapsamda;

Sanığın FETÖ/PDY’nin operasyonel hat kullanmak suretiyle oluşturulan hücresel haberleşme ağında yer aldığının teknik verilerle belirlenmesi,

Sanığın kullandığı operasyonel hat ile örgüt mahrem imamının kullandığı hattın aynı baz istasyonunda sinyal alıp almadığının tespitinin yapılması,

Sanığın silahlı terör örgütünün mahrem imamları ve yöneticileriyle iletişim kurma yöntemleri, zaman aralıkları, çeşitlilikleri, sanığın asker mi sivil şahıs mı olduğu, irtibat kurduğu kişilerin örgütün mahrem imamı olup olmadıkları hususlarının tespiti,

Operasyonel hat olarak kullanılan telefon numarasının kimin adına, ne zaman, nerede alındığına ilişkin GSM operatörlerinden belgelerin getirtilerek belgelerin incelenmesi, bu hattın kim tarafından alındığına yönelik araştırma yapılıp gerekli tespitlerin yapılması,
Operasyonel hat olarak kullanılan GSM hattının faturalarının nerede, kim tarafından ve hangi yöntemlerle ödendiğine ilişkin tespitlerin yapılması,

Yine operasonel hattın kontürlu hat olarak kullanılması durumunda kontürlerin nerede, ne zaman, kim tarafından yüklendiği ve ücretlerinin nasıl ödendiğinin tespiti,

Operasyonel hat ile bu hattı kullanan askeri şahısların görüştüğü mahrem imamların GSM hatlarının HTS kayıtlarının ve diğer iletişim bilgilerinin getirilmesi,

Sanığın kullandığı operasyonel hat ile asker ve sivil imam şahısların kullandığı operasyonel hatların ortak bazlarının bulunup bulunmadığı ve mahrem imamlar tarafından kendisi gibi asker olan başka dosya şüphelileri ile farklı tarihlerde ardışık olarak aranıp aranmadığı, arama sayısı ve aramaların periyodik olup olmadığı, aramaların gerçekleştirildiği zaman, konuşma süreleri, sanığın farklı sabit hatlardan aranması, aranmaların makul görünüp görünmediği konusunda uzman teknik bilirkişiden inceleme raporu ve operasyonel hat/HTS veri analiz raporu alınması,

Gerektiğinde operasyonel hat ile mahrem imamın kullandığı hattın diğer iletişim bilgilerinden olan; abone ismi, adresi, abone kimlik bilgileri, telefon numarası, IMEI numarası sorgusu veya eşleştirmesi (IMEI numarasından kullanıcı, kullanım tarihi, kimlik ve adres bilgisi araştırması), IP sorgusu bilgileri, sim kart bilgisi ve eşleştirmesi, IMSİ bilgisi, PUK numarası bilgisi, kontör kartları bilgisi ve eşleştirmesi, Roaming bilgisi, telefonun açık olup olmadığı bilgilerinin temin edilmesi,

Sanıkla ilgili operasyonel hatla aramaya ilişkin varsa itirafçı beyanlarının dosyaya getirilmesi, gerektiği takdirde bu kişilerin tanık sıfatıyla dinlenmesi,

Operasyonel hat aramaları kapsamında diğer asker şahıslar (hücresel iletişim ağında yer alan) hakkında bir soruşturma veya dava olup olmadığı araştırılıp varsa ifade örneklerinin dosyaya getirilmesi,

Böylece elde edilen tüm bilgi ve belgelerin birlikte değerlendirilerek maddi gerçeğin ortaya çıkarılması, gerekmektedir.

Yukarıda yapılan açıklamalar ve tespitler doğrultusunda; sanığın, örgütün gizlilik ve deşifre olmamak kuralına riayetle, örgütün talimatı ile ve örgütsel irtibatı sağlamak maksadıyla operasyonel (patates) hatlar ile mahrem imam tarafından arandığı veya kendisinin aradığı her türlü şüpheden uzak, kesin kanaate ulaştıracak somut olgu ve teknik verilerle tespit edilmesi ve yargılama yapan mahkemenin de tam bir vicdani kanaate ulaşması hâlinde kişinin örgütle bağlantısını gösteren hukuka uygun bir delil olacağı kabul edilebilecektir.

D) TANIKLIK:

a) Genel Olarak:

Ceza Muhakemesinde önemli yer tutan tanıklık, yargılamaya konu fiilin fail tarafından işlenip işlenmediği ya da nasıl işlendiği konusunda yargılama makamının kanaate ulaşmasını sağlayan kanıtlardan birisidir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 12.11.2013 tarihli ve 2013/1-251 Esas 2013/454 Karar sayılı kararında da belirtildiği üzere tanık, kendisine karşı yürütülmeyen bir ceza soruşturmasında, olay hakkında beş duyu ile edindiği algılamaları ifadesiyle açığa vuran kişidir.

Kural olarak ceza muhakemesinde taraf sıfatı bulunanların tanık olarak dinlenmemesi gerekir. Bu nedenle davanın tarafı olan sanık ve şüphelinin tanık olarak dinlenmesini Ceza Muhakemesi Kanunu düzenlememiş ancak şeriklerin tanıklığına imkan sağlamıştır.

Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre, görülmekte olan davada yargılanan sanığın, suç ortağı hakkında tanık olarak dinlenilmesi mümkündür. CMK’nın 50. maddesinde soruşturma veya kovuşturma konusu suçlara iştirakten veya bu suçlar nedeniyle suçluyu kayırmaktan ya da suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirmekten şüpheli, sanık veya hükümlü olanlar tanık olarak dinlenebilirler, ancak bu tanıkların yeminsiz olarak dinlenmeleri gerekmektedir. Suç ortağının vereceği ifade, kendisinin de suçlanması sonucunu doğuracaksa tanıklıktan çekinme olanağına sahiptir. CMK’nın 48. maddesinde temelini Anayasa’nın 38/5. maddesinden alan ve adil yargılanma hakkını güvenceye bağlayan bir düzenlemeye yer verilmiştir.

Çekinme hakkı hatırlatılmadan tanığa bu tür soruların yöneltilmesi sonucu alınan cevaplar hukuka aykırı biçimde elde edilen kanıt niteliğindedir, (CMK’nın 206/a ve 217/2. maddeleri) hukuka aykırı delil de hükme esas alınamaz. (Yargıtay CGK’nın 12.11.2013 tarihli ve 2013/1-251, 2013/454 sayılı kararı)

Sanığın kendisinin de katıldığı suçlarla ilgili tanık sıfatıyla dinlenmemesi, sanığın açıklamalarının delil niteliği taşımayacağı anlamına gelmemektedir. Örneğin, diğer örgüt üyeleri kabul etmediği hâlde örgüt üyelerinden birisinin suçu birlikte nasıl işlediklerini samimi olarak anlatması ve destekleyici kanıtların da bulunması hâlinde elbetteki bu beyan delil olarak değerlendirilecektir. Bu bakımdan bir anlatımın “tanık beyanı” veya “sanık beyanı” olarak adlandırılmasının çok önemi de bulunmamaktadır.

b) Çağrı ve dinleme:

Sanık duruşmaya tanık getirebileceği gibi mahkemeye davet de ettirebilir. (CMK’nın 179. maddesi)

Mahkeme tanığın dinlenmesi için belirlenen gün ve saati sanığa ve müdafisine bildirmelidir. (CMK’nın 181/1. maddesi)

Olayın delili, bir tanığın açıklamalarından ibaret ise bu tanık duruşmada mutlaka dinlenir. Daha önce yapılan dinlenme sırasında düzenlenmiş tutanağın veya yazılı bir açıklamanın okunması dinleme yerine geçmez. (CMK’nın 210/1. maddesi)

Sanık ancak suç ortaklarının veya tanığın gerçeği söylemeyeceğinden endişe edilmesi hâlinde, dinleme sırasında mahkeme salonundan çıkarılabilir, ancak tekrar getirildiğinde tutanaklar okunup ve gerektiğinde içeriği anlatılır. (CMK’nın 200. maddesi)

Tanıktan, tanıklık edeceği konulara ilişkin bildiklerini söylemesi istenir ve tanıklık ederken sözü kesilmez. Tanıklık edilen konuları aydınlatmak, tamamlamak ve bilgilerinin dayandığı durumları gereğince değerlendirebilmek için tanığa ayrıca soru yöneltilebilir. (CMK’nın 59. maddesi)

Tanık, bir hususu hatırlayamadığını söylerse önceki ifadesini içeren tutanağın ilgili kısmı okunarak hatırlamasına yardım edilir. Tanığın duruşmadaki ifadesiyle önceki ifadesi arasında çelişki bulunduğunda, evvelce alınmış ifadesi okunarak çelişkinin giderilmesine çalışır.
CMK’nın 201. maddesine göre, Cumhuriyet savcısı, müdafi veya vekil sıfatıyla duruşmaya katılan avukat; sanığa, katılana, tanıklara, bilirkişilere ve duruşmaya çağrılmış diğer kişilere duruşma disiplinine uygun olarak doğrudan soru yöneltebilir. Sanık ve katılan da mahkeme başkanı veya hâkim aracılığı ile soru yöneltebilir. Yöneltilen soruya itiraz edildiğinde sorunun yöneltilmesinin gerekip gerekmediğine mahkeme başkanı karar verir. Gerektiğinde ilgililer soru sorabilir. Heyet hâlinde görev yapan mahkemelerde, heyeti oluşturan hâkimler birinci fıkrada belirtilen kişilere soru sorabilir.

c) Gizli tanıklık:

Kovuşturmanın aleniliği, yargılamanın doğrudan doğruyalığı ve kovuşturma aşamasında tüm yargılama süjeleri huzurunda delillerin tartışılıp maddi hakikate ulaşılması ilkelerine aykırı olmakla beraber kanun koyucu, suç örgütlerinin faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili yapılacak soruşturma ve kovuşturmalarda maddi gerçeğe ulaşmak adına bu prensiplerden vazgeçmeyi göze almıştır.

Örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen suçların ortaya çıkarılması için başvurulabilecek tanıkların, muhatap oldukları tehlike nedeniyle temininde zorluk yaşanmaktadır. Bu nedenledir ki 5726 sayılı Tanık Koruma Kanunu’nda ve CMK’nın 58/2-5. fıkralarında tanıkların korunmasına ilişkin hükümlere yer verilmiş ve gizli tanıklığın esasları düzenlenmiştir. Gizli tanıklığa başvurabilmek için CMK’nın 58/5. maddesinde tanıklığa konu eylemin bir suç örgütünün faaliyeti çerçevesinde işlenmiş bir eylem olması aranırken örgütün faaliyeti dışında işlenen tüm suçlar kapsam dışı bırakılmıştır. Tanık Koruma Kanunu’nda örgütlü suçlar için cezanın alt sınırının iki yıl ve daha fazla olması şartı getirilmiştir. Sadece terör örgütünün faaliyetleri kapsamında değerlendirilen suçlar için alt sınır konulmamıştır. (TKK’nın 3/1-b maddesi) Bunun yanında örgüt kapsamında işlenmese bile ağırlaştırılmış müebbet hapis, müebbet hapis ve alt sınırı on yıl veya daha fazla hapis cezasını gerektiren tüm suçlar Tanık Koruma Kanunu kapsamında değerlendirilmiştir.
Tanığın taraflar huzurunda dinlenilmesi, tanık ya da yakınları adına ağır tehlike oluşturmalı ve bu tehlike başka türlü önlenemiyor olmalıdır. Tanık Koruma Kanunu’nun 1. maddesi uyarınca tehlikenin ağır ve ciddi olması gerekmektedir. Tehlikenin niteliği, tanığın subjektif algılaması ile değil yetkili makamlarca her somut olayın özelliğine göre yapılacak değerlendirmeyle saptanmalıdır.

CMK’nın 58/2. maddesine göre gizli tanığın kimliğinin ortaya çıkmaması için mahkeme 5726 sayılı Tanık Koruma Kanunu’nun 9. maddesinde belirtilen tedbirlere başvurabilir.

Gizli tanık kovuşturma aşamasında, hazır bulunma hakkına sahip bulunanlar olmadan dinlenilebileceği gibi tarafların huzurunda ancak, duruşma salonunun dışında başka bir odada görüntü ve sesi salona aktarılarak gerektiğinde ses ve görüntüsü değiştirilerek ya da duruşma salonunda bulunmakla birlikte kabin, perde gibi tanınmasını engelleyecek şekilde tedbirler alınarak dinlenebilir.

Gizli tanık, tanıklık ettiği olayları hangi nedenle öğrenmiş olduğunu açıklamakla yükümlü olduğu gibi bu bilgiyle de beyanının gerçeğe uygunluğu denetlenmeli, bunun yanında sanık ve tarafların tanığın kimliğini ortaya çıkaracak soru sorması engellenmelidir.

Tanık Koruma Kanunu’nun 9/8. maddesine göre gizli tanık beyanı tek başına hükme esas alınamaz. Özellikle mahkumiyet kararı, ek başka delil olmadıkça, yalnızca gizli tanık beyanı esas alınarak verilemez. Dinlenen gizli tanığın birden fazla olmasının da önemi yoktur. Delil türü olarak yalnızca gizli tanık beyanına dayanılarak mahkumiyet kararı kurulamaz.

Kovuşturma aşamasında bütün kanıtların tartışılabilmesi için, kural olarak bu kanıtların aleni bir duruşmada ve sanığın huzurunda ortaya konulması gerekir. Bu kural istisnasız olmamakla beraber eğer bir mahkumiyet sadece veya belirleyici ölçüde, sanığın soruşturma veya kovuşturma aşamasında sorgulama ve sorgulatma olanağı bulamadığı bir kimse tarafından verilen ifadelere dayandırılmış ise sanığın hakları AİHS’nin 6. maddesindeki güvencelerle bağdaşmayacak ölçüde kısıtlanmış olabilir. Olayın tek tanığı varsa ve sadece bir tanığın ifadesine dayanılarak hüküm kurulacak ise bu tanık mutlaka duruşmada dinlenmeli ve taraflara soru sorma imkanı sağlanmalıdır.

AİHS’nin 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasının ve aynı maddenin (3) numaralı fıkrasının (d) bendi sanığa, aleyhte ifade veren tanığın beyanlarına, tanık ifadesinin alındığı sırada ya da yargılamanın daha sonraki bir aşamasında itiraz imkanı tanınması gerektiğine işaret etmektedir. (Sadak ve diğerleri/Türkiye; B. no;29900/96, 29901/96, 29902/96, 29903/96, s.67)

Yargılama makamları, yargılamanın taraflarınca ileri sürülen iddiaları ve gösterdikleri delilleri gereği gibi incelemek zorundadır. Genel anlamda hakkaniyete uygun bir yargılamanın yürütülebilmesi için silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkeleri ışığında, taraflara iddialarını sunmak hususunda uygun olanakların sağlanması şarttır. Taraflara tanık delili de dahil olmak üzere delillerini sunma ve inceletme noktasında da uygun imkânların tanınması gerekir. Bu anlamda, delillere ilişkin dengesizlik veya hakkaniyetsizlik iddialarının da yargılamanın bütünü ışığında değerlendirilmesi zorunludur. Ancak bu noktada dikkat edilmesi gereken önemli husus, tarafların tanık ve bilirkişi incelemesi de dahil dermeyan ettikleri delillerin değerlendirilmesi ve özellikle bu taleplerin reddi hâlinde yargılama makamınca bu karara ilişkin tutarlı şekilde gerekçe gösterilmesi gereğidir. (AİHM Vidal/Belgium, B.No. 12351/86, 22/04/1992)

d) Etkin Pişmanlık Hakkından Yararlanan Sanıkların Tanıklığı:

Örgütsel faaliyetlerin büyük bir gizlilik içinde yürütülmesi nedeniyle örgüt mensuplarının ve eylemlerinin tespitinde önemli zorluklar yaşanmaktadır. Bu suçların ispat araçlarından birisi de bizzat örgüt mensuplarının beyanlarıdır. Uygulamada itirafçı olarak adlandırılan bu tanıklar suçların aydınlatılması açısından önemli bir kaynaktır. Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 08.04.2008 tarihli ve 9-18-78 sayılı kararında; etkin pişmanlık hükümlerinin amacı, bir yandan terör ve örgütlü suçlarla mücadele bakımından stratejik önemi nedeniyle en etkili bilgi edinme ve mücadele araçlarından olan örgütün kendi mensuplarını kullanmak, diğer taraftan da suç işlemeyi önlemek, mensup olduğu yasa dışı örgütün amaçladığı suçun işlenmesine engel olanları ve işlediği suçtan pişmanlık duyanları cezalandırmayarak ya da cezalarında belli oranlarda indirim yaparak yeniden topluma kazandırmaktır şeklinde açıklanmıştır.

Örgüt mensubu olup etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanmak amacı ile tanıklık yapanların hukuki durumlarının değerlendirilmesi gerekecektir.

CMK’nın “Kendisi veya yakınları aleyhine tanıklıktan çekinme” başlıklı 48. maddesi “Tanık, kendisini veya 45 inci maddenin birinci fıkrasında gösterilen kişileri ceza kovuşturmasına uğratabilecek nitelikte olan sorulara cevap vermekten çekinebilir. Tanığa cevap vermekten çekinebileceği önceden bildirilir” şeklinde hükümler içermektedir.

Tanıklıktan çekinmede, bütün hâlinde tanığın çekinme hakkı gündeme gelmekte; burada ise tanık, kendisine sorulan sorulardan kendisi ya da sayılan yakınlarını ceza kovuşturmasına uğratabilecek nitelikte olanlar bakımından cevap vermeme takdirine sahiptir. Bu kapsam dışında kalan hususlarda tanığın, salt bu madde uyarınca çekinme hakkı bulunmamaktadır.
Diğer yandan, CMK’nın “Yemin verilmeyen tanıklar” başlıklı 50. maddesinde;

“(1) Aşağıdaki kimseler yeminsiz dinlenir:

a) Dinlenme sırasında onbeş yaşını doldurmamış olanlar.

b) Ayırt etme gücüne sahip olmamaları nedeniyle yeminin niteliği ve önemini kavrayamayanlar.

c) Soruşturma veya kovuşturma konusu suçlara iştirakten veya bu suçlar nedeniyle suçluyu kayırmaktan ya da suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirmekten şüpheli, sanık veya hükümlü olanlar” şeklinde hüküm altına alınmıştır.

Doktrinde genel kabul gören görüşe göre örgütlü suçlar, anlaşma suçlarının bir türü olup çok failli suçlardandır. Suç işlemek amacıyla kurulmuş olan örgüte üye olmak da genel iştirak hükümlerinin ötesinde örgüt kurmak ve yönetmekten ayrı bir suç olarak düzenlenmiş ve cezai yaptırıma bağlanmıştır. Dolayısıyla, bu suç tipi açısından müşterek faillik suretiyle iştirak söz konusu olamayacaktır.

Bu bağlamda, suç işlemek amacıyla kurulmuş olan örgüte üye olduğu iddiasıyla farklı yürütülen bir muhakemenin şüpheli ya da sanık sıfatıyla süjesi olan failin, aynı örgüte üye olduğu iddiasıyla yargılanan diğer kişilerin varsa örgüt içerisindeki konumlarının ve örgütsel faaliyetlerinin tanığı konumunda olup bu kişiler hakkında görülmekte olan davalarda tanık sıfatıyla dinlenmesinde bir sakınca bulunmadığı gibi diğer sanığa atılı örgüt üyeliği suçuna müşterek fail sıfatıyla iştiraki de mümkün olmadığından, bu kişilerin eylemlerine ilişkin tanıklık yaptığı noktada tanıklıktan ve yeminden çekinme hakkı da söz konusu olmayacaktır.
Diğer yandan, 5237 sayılı TCK’nın “Etkin pişmanlık” başlıklı 221. maddesinde; suç işlemek amacıyla örgüt kurma, yönetme veya bu amaçla kurulmuş örgüte üye olma suçlarını işledikten sonra soruşturma veya yargılama aşamasında etkin pişmanlık gösteren failler hakkında şahsi cezasızlık veya cezada indirim yapılmasını gerektiren hâller olarak kabul edilmiştir.

05.06.1985 tarihli ve 3216 sayılı Bazı Suç Failleri Hakkında Uygulanacak Hükümlere Dair Kanun, 25.03.1988 tarihli ve 3419 sayılı Kanun ve 29.07.2003 tarihli 4959 sayılı Topluma Kazandırma Kanunu’na benzer şekilde 5237 sayılı TCK’nın 221. maddesinde yapılan düzenlemeyle; kanun koyucu, örgütlerle etkin mücadele edebilmek için, örgütleri ortaya çıkarıp dağıtmayı, örgüt elemanlarını devletin yanına çekerek bir yandan zayıflatıp diğer yandan da örgütlerin deşifre olmasını sağlayarak örgüt bünyesinde faaliyet gösteren failleri yakalamayı, “etkin pişmanlık” hükümlerinden yararlanan sanıkları topluma kazandırmayı, örgüt bünyesinde gerçekleştirilen eylemleri açığa çıkarmayı ve benzer suçların tekrar işlenmesini önlemeyi amaçlamaktadır.

Etkin pişmanlık hükümleri kanunda failin cezasının kaldırılmasını veya cezada indirim yapılmasını öngören bir şahsi hâl olarak düzenlendiğinden, örgütlü suçluluk kapsamında savunmasının alınması sırasında kişiye bu hükümlerin hatırlatılması CMK’nın 148. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “kanuna aykırı bir vaat” niteliğinde olmadığı gibi kişinin de kendi iradesiyle bu hükümlerden yararlanmayı kabul ederek ifade vermesinde ve bu ifadenin başka kişiler hakkında görülmekte olan davalarda adil yargılanma hakkına uygun olarak o davaların sanığına etkin itiraz yolları tanınması suretiyle delil olarak kullanılmasında hukuka aykırılık bulunmamaktadır.

Dosyanın incelenmesinde; beyanları hükme esas alınan tanıkların kendi haklarında yürütülen soruşturmalarda müdafileri huzurundaki ifadelerinde kendi iradeleriyle beyanda bulunmuş olmaları, aşamalarda herhangi bir kimse tarafından kendilerine kanuna aykırı vaatte bulunulduğuna ya da bu yönde zorlandıklarına dair delile dayanan somut iddialarının bulunmaması, kovuşturma aşamasındaki oturumlarda ayrıntıları SEGBİS kayıtlarından da anlaşılacağı üzere söz konusu tanıkların sanığa atılı suça ilişkin beyanda bulunmaları ve bu suça müşterek fail sıfatıyla iştirak etmemeleri nedeniyle tanıklıktan ve yeminden çekinme haklarının bulunmaması, bununla birlikte sanık ve müdafisinin de hazır olduğu ortamda beyanda bulunan tanıklara karşı sanık ve müdafisine tanıklara soru sorma ve bu beyanlara karşı savunma yapma haklarının etkin şekilde tanınmış olması hususları birlikte değerlendirildiğinde tanıkların dinlenilme usulleri ve bu beyanların değerlendirilerek hükme esas alınması açısından mahkeme hükmünün hukuka aykırı delile dayanmadığı anlaşılmaktadır.

Bazı hâllerde müdafisi huzurunda veya yargılandığı mahkemede etkin pişmanlık kapsamında beyanda bulunan şüpheli veya sanıklar, tanık sıfatıyla başka mahkemelerde dinlendiğinde, örgütten korkması veya değişik sebeplerle önceki anlatımından vazgeçtiği görülmektedir. Bu durumda hâkim önünde verilmiş bulunan ifadenin delil değeri yargılamayı yapan mahkemece tartışılıp değerlendirilmelidir.

Diğer delillerin ibrazında olduğu gibi beyan delili niteliğindeki tanıklar; kanuna aykırı olarak elde edilmiş ise, delille ispat edilmek istenen olayın karara etkisi yoksa veya istem sadece davayı uzatmak maksadıyla yapılmışsa mahkemece reddedilebilecektir. (CMK’nın 206/2. maddesi)

Delilin ortaya konulması istemi, bunun veya ispat edilmek istenen olayın geç bildirilmiş olması nedeniyle reddedilemez. (CMK’nın 207/1. maddesi)
Somut olayda, bir kısım tanıkların dinlenilmesinin reddedilmesi, ispatı gereken olayın karara etkisi bulunmadığından hukuka aykırı görülmemiştir.

E) BANK ASYA:

BDDK’nın 29.05.2015 tarihli kararı ile temettü hariç ortaklık hakları ile yönetim ve denetimi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilen ve 22 Temmuz 2016 tarihli kararı ile de 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 107. maddesinin son fıkrası gereğince faaliyet izni kaldırılıncaya kadar yasal bankacılık faaliyetlerine devam eden, FETÖ/PDY silahlı terör örgütü ile iltisaklı Asya Katılım Bankası A.Ş.’de gerçekleştirilen mutat hesap hareketlerinin örgütsel faaliyet ya da örgüte yardım etme kapsamında değerlendirilemeyeceği gözetilerek, örgüt liderinin talimatı üzerine örgütün amacına hizmet eden ve bankanın yararına yapılan ödeme ve sair işlemler, örgüte üye olma suçu bakımından örgütsel faaliyet tek başına ise örgüte yardım etme olarak kabul edilebilecektir. Bununla birlikte, örgütün mahrem yapısında yer alanların örgüt talimatına binaen kendileri yerine eşi veya yakın akrabaları vasıtasıyla bu kapsamda hesap açtırıp işlem yaptıkları gözden uzak tutulmamalıdır.

VI) HÜKMÜN İSABETLİ OLUP OLMADIĞI HUSUSUNDA MADDİ HUKUKA İLİŞKİN YAPILAN TEMYİZ İNCELEMESİ:

Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;

33224 sicil numarası ile Bulanık hakimi olarak göreve başlayan sanığın sırasıyla Meriç, Kütahya ve Konya hakimliği görevlerinde bulunduğu, 24.02.2011 tarihinde Yargıtay Üyesi olarak seçildiği,

Tanık …’un özetle; sanığı şahsen tanımadığını, Konya hakimi olduğu 2011 yılında Yargıtay üyeliği seçimleri sırasında isminin gündeme geldiğini, o vesileyle sicilinden ve evraklardan sanığı hatırladığını, sanığın 2011 yılındaki bu seçimlerde Yargıtay üyesi seçildiğini, 2011’deki 160 üyenin seçildiği seçimlerde HSYK’nın yüksek yargıdan gelen üyeleri dışındaki 17 üyenin kendi aralarında değerlendirmeler yapmak üzere anlaştıklarını, Bakanın ve Müsteşarın isteğinin o yönde olduğunu, bu sebeple herkesin çalışmasını ve seçilmesini istediği isimlerle ilgili değerlendirmelerini yaptığını, kendilerini de Kuruldaki sekiz üyenin Genel Sekreter Mehmet Kaya’nın evinde toplantıya davet ettiklerini, bu üyelerin kendilerine çalışma yaptıklarını, hazırladıkları isimleri göstermek istediklerini, bunların arasından seçmeleri halinde birlik beraberlik içinde hareket edebileceklerini, Yargıtay Başkanlığı, Başsavcılığı gibi kritik seçimlerde birlikte hareket etmenin önemini anlattıklarını, bu çerçevede yaklaşık 350 kişilik bir listeleri olduğunu, bu liste içinden seçim yapılmasının uygun olacağını söylediklerini, kendilerinin üyelerin tamamının bu listeden seçilmesinin mümkün olmadığını, kendi adayları da olacağını, Bakan ile Müsteşarın ve diğer arkadaşların da önerecekleri isimler olduğunu, bu nedenle listedeki isimleri değerlendirerek içinde uygun isimler olması halinde bunların seçilmesine destek olabileceklerini belirttiklerini, bunun üzerine listeye bakılarak mutabık kalacakları isimleri değerlendireceklerini söylediklerini, bu 350 ismin sicil bilgilerine bakarak olabilir yahut olamaz diye bir tasnif yaptıklarını, o gün ilk etapta olabilir diye kabul ettikleri yaklaşık 80 isim belirlendiğini, bu görüşme sırasında Kuruldaki sekiz üyenin bu listeden olabildiğince çok insanın üye seçilecekler arasına girmesine, kendilerinin ise listeyi olabildiğince düşürmeye çalıştıklarını, bu çerçevede 80 isim çıkınca sekiz üyenin itiraz ettiklerini, sayının çok az olduğunu, o listeden daha fazla kişinin seçilmesi gerektiğini, aksi takdirde Yargıtayda istenen sonuçların alınamayacağını, birlik beraberlik havasının yakalanamayacağını söylediklerini, hatta Ahmet Berberoğlu’nun sayının en az 140 olması gerektiğini söylediğini, o gün kendilerinin bunun mümkün olamayacağını söyleyerek ayrıldıklarını, sanığın da orada ilk gündeme gelen isimler arasında bulunduğunu, fakat hatırladığı kadarıyla ilk 80’e girmediğini, zira kendilerinin Konya’da komisyon başkanı ile diğer ağır ceza başkanları gibi seçilebileceğini düşündükleri daha kıdemli isimler bulunduğunu düşündüklerini, sanığın hatırladığı kadarıyla aile mahkemesi hakimi olduğunu, ilk etapta buna itiraz ettiklerini, fakat sanığın sicilleri ve terfilerinin iyi olduğunu, bir sıkıntısı olmadığını, arkadaşların da Konya’dan Halil Özdemir’in seçilmesini istediklerini, Halil Bey gündeme gelince sanığın da kıdemi Halil Bey’le yakın olduğundan “Aynı kıdemli birini seçiyorsak o zaman Yahya Bey de olsun.” denilip, daha sonraki görüşmelerde Kuruldaki sekiz üyenin isteğiyle sanığın listeye alındığını, sonuç itibarıyla sekiz üyenin istediği 350 kişilik listeden 110 civarında ismin üye olarak seçildiğini, kendilerinin getirdiği isimlerden de 50 civarında üye seçilmesi ile Yargıtay üyelik seçiminin neticelendiğini, sanığın Kuruldaki sekiz üyenin önerdiği ve ısrarla istedikleri isimlerden biri olduğunu, Yargıtayda nerede çalıştığını bilmediğini, 2013 yılında kendilerinin cemaat mensubu olmayan üyeleri bir araya getirmek için yemekler düzenlediklerini, o yemeklere sanığı çağırmadıklarını, kimlerin gelebileceği hususunda yaptıkları değerlendirmelerde gelsin denen arkadaşlar arasında sanığın isminin olmadığını, çağırmadıkları kişilerin cemaatle yakınlığı ya da irtibatı olabileceğini düşündükleri isimler olduğunu,

Tanık …’in özetle; sanığı 2011’de yapılan Yargıtay üyeliği seçimlerine kadar şahsen tanımadığını, söz konusu seçimlerden önce HSYK Genel Sekreterinin daveti üzerine seçimlerle ilgili bir öngörüşme yapmak üzere Genel Sekreterin evine gittiklerini, burada yaklaşık 350 civarında seçilebilecek ismin gündeme geldiğini, sanığın da o isimlerden birisi olduğunu, hatırladığı kadarıyla sicili ve kıdemi itibariyle seçilmesine engel bir durumu olmadığını, bu seçimler sonucunda da Yargıtaya üye olarak seçildiğini, cemaate mensup diye bilinen Kurul üyeleri tarafından ismi gündeme getirilen hakimlerden bir olduğunu, bu seçimden sonra bu yapıya mensup kişilerin Yargıtayda ve Danıştayda salt çoğunluğu elde etmiş gibi organize hareket etmek suretiyle sonuçlar elde etmeye başladıklarını, bunun da yapıya mensup olmayan arkadaşlar arasında rahatsızlıklar meydana getirdiğini, henüz Yüksek Seçim Kurulu üyeliği süreci başlamadan bazı adayların çıkıp aday olduklarını deklare etmeye başladıklarını söyleyen arkadaşlar olduğunu, kendisine bunu söyleyen şahsa “Bu durumu bu arkadaşlara iletin. Mesela Aydın Boşgelmez Bey Genel Sekreter, gidin görüşün kendisiyle. Niye bizimle istişare etmiyorsunuz deyin.” dediğini, bir süre sonra aynı arkadaşla tekrar görüştüklerinde bir görüşme yapamadıklarını öğrendiğini, bu şekilde toplu seçim nedeniyle yeni seçilen üyelerin birbirlerini tanımadıklarını, bu nedenle de aralarındaki iletişimsizlikten istifade eden diğer grubun organize hareket ettiğini, yönetim ve seçim işlerinde etkili olduklarını anladıklarını, bunun üzerine arkadaşlarla bir araya gelerek neler yapılabileceğini konuşmak, bu yapıya mensup olmayan üyeleri birbirleri ile tanıştırmak istediklerini, bu sebeple 25-30 civarında Yargıtay üyesi ile Hakimevinde buluştuklarını, bu durumları görüşüp sıkıntıları paylaştıklarını, bunun üzerine kimleri çağırabileceklerini tespit etmek için bütün Yargıtay listesini gözden geçirdiklerini, sanığın da bu yapıyla birlikte hareket ettiği şeklinde bir algı ifade edildiği için çağırmadıkları kişilerden birisi olduğunu,

Tanık …’in özetle; sanığı Yargıtay üyeliğinden önce tanımadığını, sanığın Yargıtayda yanılmıyorsa 2. Hukuk Dairesinde görevli olduğunu, cemaatle somut bir ilişkisinin olup olmadığını bilmediğini, fakat yayınlanan bir liste olduğunu, bu listede yanılmıyorsa sanığın isminin de yer aldığını, o sıralarda yapılan konuşmalarda sanığın da cemaat üyesi olduğunun söylenmekte olduğunu, onun dışında somut bir bilgisinin bulunmadığını,

Tanık …’un Cumhuriyet savcılığında şüpheli sıfatıyla müdafi huzurunda alınan ifadesinde özetle, kendi dönemindeki Fethullah Gülen cemaati mensubu olup Osman Yurdakul’un organize ettiği piknik ve yemeklere katılan şahıslar arasında sanığın da ismini bildirdiği, kovuşturmada alınan beyanında özetle, sanıkla dönem arkadaşı olduklarını, 1992 yılında kura çektiklerini, eğitim merkezi döneminde birkaç defa piknikler yaptıklarını ancak bunları cemaat organizasyonu kapsamında etkinlikler olarak hatırlamadığını, uzun süre geçtiği için bunlarda sanığın bulunup bulunmadığını hatırlamadığını, kura çektikten sonra sanıkla hiç görüşmediklerini, ancak 2011 yılında üye seçildikten sonra görüştüklerini, 2011 yılı Mart ayında 33 bin sicilliler olarak Hacıbaba’da bir yemek verdiklerini, bunu da Osman Yurdakul’un organize ettiğini, burada sanığın da bulunduğunu, bunun tüm 33 bin sicillilerin katıldığı genel bir yemek olduğunu, bunlar dışında sanıkla bir özel cemaat toplantısında veya başka yerde karşılaşmadıklarını,

Tanık …’ın Cumhuriyet savcılığında şüpheli sıfatıyla müdafi huzurunda alınan ifadesinde özetle, eğitim merkezinde …, Mehmet Kaya, Osman Yurdakul, Salih Sönmez, Bekir Özenir, Bilal Karadağ, Hüsamettin Uğur, Hüseyin Sabri Ömeroğlu, İbrahim Kır, İbrahim Tufan Ataman, Mesut Kundakçı, Muzaffer Özdemir, Ali Yıldız, Salih Çelik ve sanık ile tanıştığını, bu şahısların o dönem üçerli dörderli gruplar halinde sohbet yaptıklarını, kendisinin bu sohbetlere bir iki kez katıldığını fakat adı geçen şahısların bu yapıya mensup olduklarını o dönemden bildiğini, kovuşturmada alınan beyanında özetle sanıkla aynı dönem staj yaptıklarını, 1991-1992 yıllarında Eğitim Merkezine devam ettiklerini, kendisinin Eğitim Merkezinin yurdunda değil, ailesiyle birlikte kaldığını, Kerim, Osman Yurdakul, Mehmet Kaya’nın isimler söyleyerek “Bunlar bizim arkadaşlarımız” dediklerini, kendisinin daha önceden bu isimleri bilmesinin mümkün olmadığını, adaylık döneminden sonra Yargıtaya gelinceye kadar sanıkla herhangi bir yerde birlikte çalışmadıklarını, Yargıtayda da kendisi ceza dairesinde iken sanığın 2. Hukuk Dairesinde olduğunu, Eğitim Merkezinde iken 1991 yılı sonlarında Kerim’in, Osman’ın düzenlediği ve an itibarıyla görevde olan arkadaşların da katıldığı geniş katılımlı bir piknik organize edildiğini, orada beraber bulunduklarını, ayrıca 2008 ya da 2009 yılında biraz daha dar çerçeveli bir pikniğin de Abant’ta yapıldığını, kendisinin buraya günübirlik gidip döndüğünü, bu piknikte dönem arkadaşlarından cemaate ilgi, sempati duyan arkadaşların da bulunduğunu, kitap okunup sohbet edildiğini, sanığı da bu pikniğe katıldı diye hatırladığını,

Tanık …’ın özetle; özellikle 17-25 Aralık 2013’ten sonra örgüt içerisinde olan üst yapıdan aşağıya doğru örgütün çöken moral motivasyonunu yükseltme adına o dönemde hemen hemen her birimde ekstra sohbetler ve etkinlikler düzenlendiğini, bu etkinlik ve sohbetler içerisinde yargı üyeleri veya örgütün kuvvetli olduğu diğer birimlerden emniyet, bakanlıklar gibi yerlerde 2014 yılı içerisinde sohbetler yaptığını, sanığı da bu sohbetlere katılmış olan kişiler arasından yer almasından hatırlayıp tanıdığını,

Tanık …’ın özetle; sanığı Ankara’ya Yargıtay üyesi olarak gittiği tarihten sonra tanıdığını, sanığın cemaat mensubu olarak Yargıtaya o dönemde seçilen üyeler arasında olduğunu bildiğini, bu bilgiye de Ankara’da vakıf olduğunu, cemaat mensubu olduğunu bilmekten başka sanık ile ilgili ortak bir zaman geçirme veya faaliyetlerinin olmadığını, sanığı çok yakından tanımadığını,

Tanık …’in özetle, hakimlik stajını Yargıtay 2. Hukuk Dairesinde yaptığını, burada stajyerlerle ilgilenen üye olan sanığın kendisini HSYK seçimi döneminde arayarak Teoman Gökçe’nin arkadaşı olduğunu söyleyip seçimde ona oy verip veremeyeceğini sorduğunu,
Tanık …’ın Cumhuriyet savcılığında şüpheli sıfatıyla müdafi huzurunda alınan ifadesinde özetle, Yargıtay stajı sırasında devam ettiği daire üyelerinden olan sanığın kendisini arayarak HSYK seçimlerinde bağımsız adaylardan ismini hatırlayamadığı iki ya da üç kişiye oy vermesi yönünde talepte bulunduğunu, kovuşturmada alınan ifadesinde özetle, sanığı Yargıtayda staj gördüğü dairede üye olarak görevli olması nedeni ile tanıdığını, stajyerler ile Başkanın görevlendirmesi nedeniyle sanığın ilgilendiğini, stajını bitirip hakimlik görevine başladıktan sonra görev sırasında karşılaştığı birtakım sorunları zaman zaman sanığa danıştığını, Yargıtayda görev yaptığı süre boyunca sanığın Fetö ile bir ilgisi olup olmadığına şahit olmadığını, zaten böyle bir durumu görmüş olsaydı kürsüye atandıktan sonra karşılaşmış olduğu durumları sanığa danışmayacağını, HSYK seçimleri döneminde sanığın kendisini arayarak ismini hatırlamadığı bir veya iki kişiyi belirterek bu kişilerin dostu ve çalışma arkadaşları olduklarını söylediğini, bunlara oy vermesi hususunda ricada bulunduğunu, ancak verdiği isimleri kesinlikle hatırlamadığını, bu isimlerin Yargıda Birlik’in desteklediği adaylardan mı, Fetö’nün desteklediği bağımsız adaylardan mı yoksa diğer bağımsız adaylardan mı olduğunu bilmediğini, sanığın Fetö ile bir ilgi ve alakasının olduğuna ilişkin bilgisi olmadığını,

Beyan ettiği anlaşılmıştır.

Sanık ve müdafisi, tanık beyanlarının aşamalarda farklılık gösterdiği ve çelişkiler içerdiğini iddia etmişlerse de soruşturmada alınan beyanların mahkemece açıklattırılması nedeniyle ortaya çıkan bu durumun beyanlar arasında farklılık ve çelişki olarak değerlendirilemeyeceği, soruşturmalarda alınan beyanlar ile mahkeme huzurundaki ifadelerin birbirleriyle uyumlu ve istikrarlı olduğu, bu beyan ve ifadelerin sanığın FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü içerisindeki konumuna ve geçmişine yönelik bilgiler içerdiği görülmüştür.

Siber Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı Adli Bilişim Şube Müdürlüğünün 02.10.2017 tarihli Teknik İnceleme ve Export (İçerik Çıkartma) Raporunda sanığı iş yeri aramasında el konulan Lenova marka dizüstü bilgisayardan çıkan Seagate marka 5VC95N2H seri numaralı HDD’nin alınan imaj içeriğinde yapılan kelime taramasında ”bylock” ile alakalı gelen sonuçlar incelendiğinde, path(yol) bilgisi pagefile.sys işletim sistemi ram(bellek) dosyası olan, imaj içeriğindeki bilgisayara usb portundan takılmış olabileceği değerlendirilen “Tarik Memiş Galaxy S4” isimli telefon içeriğinden geldiği değerlendirilen “bylock-Downloads” isimli kalıntılara rastlanıldığı belirtilmiştir.

Dosya içerisindeki 13.11.2017 tarihli Bilirkişi Kurulu Raporunda, sanığın evinde yapılan aramada el konulan dijital materyallerin incelenmesinde, içeriklerinde 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimini yöneten “yurtta sulh konseyine” ait yazışmaların görüntüleri ve terör örgütü lideri Fetullah Gülen’e ait fotoğraflarının, web kayıtları incelemesinde de “herkul.org” isimli internet sitesine dair kayıtların bulunduğunun, fotoğrafların ziyaret edilen web sitelerinden otomatik olarak “temporary internet files” klasörüne kayıtlanmış resim dosyalarından ibaret olduğunun bildirildiği anlaşılmıştır.

Sanığın savunmasında özetle; cemaatçi olduğu için Yargıtay üyeliğine seçildiği iddiasını kabul etmediğini, HSYK üyelerinden İsmail Aydın’ın hemşehrisi ve liseden arkadaşı, HSYK üyelerinden Bülent Çiçekli ve Ali Aydın ile HSYK Genel Sekreteri Mehmet Kaya’nın fakülteden sınıf arkadaşları olduğunu, Yargıtay üyeliğine, mesleki çalışmaları ve HSYK üyelerinin kendisini şahsi ve mesleki olarak tanıyıp tasvip etmeleri nedeniyle seçildiğini düşündüğünü, Yargıtay üyeliğine seçilmesi konusunda kendisini destekleyen bazı HSYK üyelerinin cemaatçi olmasının kendisinin de cemaat listesinden seçildiği ve cemaatçi olduğu anlamına gelmeyeceğini, ailesinin milliyetçi muhafazakar, kendisinin de imam hatip mezunu ve muhafazakar bir insan olduğunu, dolayısıyla arkadaş çevresinin de milliyetçi ve muhafazakar insanlardan oluştuğunu, hem öğrencilik hem de meslek yaşamı boyunca milliyetçi muhafazakar arkadaşlarının düzenledikleri sosyal amaçlı yemek, piknik ve organizasyonlara katıldığını, bu organizasyonlardan bazılarının o tarihte cemaat tabir edilen yapının okul ve dershanelerinde olduğunu, o tarihlerde bu tür kurumların sosyal etkinliklerine siyasetçiler, sanatçılar ve toplumun aydın kesiminin de katıldığını, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz olaylarından sonra bu örgüt yapısının gerçek yüzünün ortaya çıktığını, bu aşamadan sonra bu örgütle ilişkilerini tamamen kestiklerini, herhangi bir etkinliğine de katılmadıklarını, sonuç olarak milliyetçi ve muhafazakar bir insan olması ve milliyetçi muhafazakar insanlarla görüşüp konuşması nedeniyle bu insanların kendisini, gruplarına yakın görmüş ve bu şekilde değerlendirmiş olabileceklerini, ancak ne FETÖ’ye ne de başka bir örgütsel yapıya mensubiyeti olduğunu, suç teşkil eden bir örgütsel eyleminin söz konusu olmadığını, kesinlikle örgüt talimatıyla hareket edip örgüt adayları için oy talep etmediğini, Yargıtaya üye seçildikten sonra taşradan bazı arkadaşların yaşadıkları sorunlar konusunda kendisinden zaman zaman yardım talep ettiklerini, onlara elinden geldiği ölçüde yardımcı olmaya çalıştığını, kendilerine bu şekilde yardımcı olduğu meslektaşlardan ve daha önce tanıdığı meslektaşlarından arayıp HSYK adaylarından tanıdığı kimse olup olmadığını soranlar olduğunu, bu kişilere adaylardan şahsen tanıdığı ve güvendiği birkaç ismi bildirdiğini, hiçbir meslektaşına, örgütün üyelerine, örgütün adaylarına, örgütün listesine oy vermeleri şeklinde bir telkin ve tavsiyede bulunmadığını, nitekim dinlenen tanıkların da “Bize bir iki kişinin ismini söyledi” diyerek bu hususu teyit ettiklerini, ayrıca meşru bir seçime katılmalarına devletçe de izin verilen kişiler hakkında görüş ve düşünce açıklamanın suç kabul edilemeyeceğini, tanık ifadelerinin gerçekleri yansıtmadığını, hatalı, zan, tahmin ve yoruma dayalı çelişkili beyanlar olduğunu, beyanlarının CMK’nın 148 ve devamı maddelerine aykırı olarak elde edildiğini, belirli internet sitelerine girmek ya da darbeyle ilgili haberleri okumanın suç unsuru kabul edilmesinin mümkün olamayacağını, inceleme ve bilirkişi raporlarında da ilgili fotoğraf ve görüntülerin otomatik olarak bilgisayara indirilen materyaller olduğunun belirtildiği, hakkında yapılan soruşturma ve yargılamada usul hükümlerine uyulmadığını, Yargıtay Kanunu 18/4 ve 46. maddelerinin gözetilmediğini, Yargıtay üyesi olarak Yargıtay Ceza Genel Kurulunda yargılanması gerekirken suç tarihinden sonra çıkartılan 680 sayılı KHK ile yargılama görevinin 9. Ceza Dairesine bırakıldığını, bu şekilde tabii hakim ilkesinin ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini, arama, el koyma, yakalama ve tutuklama kararlarının usule aykırı olduğunu, hakkında lehe olan hiçbir delilin toplanmadığını, örgütün hiyerarşik yapısına dahil olduğu, örgütün faaliyetlerine ve amacına uygun hareket ettiği iddia edilmiş ise de de örgütle nerede, ne zaman, kimler vasıtasıyla organik ilişki kurduğu, örgüt içindeki konumu, örgütsel eylem ve faaliyette bulunduğunun kanıtlanmış olmadığını, üzerine atılı suçun maddi ve manevi unsurlarının oluşmadığını,

İfade ettiği görülmüştür.

Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde;

Sanığın, silahlı terör örgütünde örgüt üyeliğinden kaynaklanan hiyerarşi içerisinde hareket ederek örgütün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm Anayasal kurumlarını ele geçirmeye yönelik nihâi amacına ulaşmak için bir süreç ve basamak olarak gördüğü yargısal mekanizmalara egemen olma faaliyetleri kapsamında Yargıtay üyeliğine yerleştirildiği, örgütsel amaçların gerçekleştirilmesine yönelik örgütsel motivasyonla hareket ederek örgüt adına faaliyetlerde bulunduğu, bu suretle FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün hiyerarşik yapısına dahil olduğu ve böylelikle silahlı terör örgütüne üye olma suçunu işlediği anlaşılmaktadır.

Suç tarihi itibarıyla FETÖ/PDY’nin silahlı terör örgütü olduğuna ilişkin kesinleşmiş bir mahkeme kararının bulunmaması, neticeyi bilerek ve isteyerek tipik hareketi gerçekleştiren sanığın kanuni yönden sorumlu tutulmasına engel teşkil etmeyecektir. Ayrıca örgüt piramidi içindeki konumu itibarıyla “mahrem alan” yapılanmasında yer alması, sanığın eğitim düzeyi, yaptığı görev nedeniyle edindiği bilgi ve tecrübeleri ile örgütteki konumu itibarıyla bu oluşumun bir silahlı terör örgütü olduğunu bilebilecek durumda olduğu anlaşıldığından; sanık hakkında TCK’nın 30. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen hata hükmünün uygulanma olanağı bulunmamaktadır.

Bu sebeplerle, sanık yönünden TCK’nın 314/2. maddesi kapsamında silahlı terör örgütüne üye olma suçunun tüm unsurlarıyla oluştuğunun kabulü gerekmektedir.

Bu itibarla, sanık hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan kurulan mahkumiyet hükmünün 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesinde sayılan hukuka kesin aykırılık hâlleri ile sanık ve müdafisinin temyiz itirazları doğrultusunda incelenmesi sonucunda, yargılama sürecindeki işlemlerin yasaya uygun olarak yapıldığı, delillerin gerekçeli kararda gösterilip tartışıldığı, vicdanî kanının dosya içindeki belge ve bilgilerle uyumlu olarak kesin verilere dayandırıldığı, eylemin sanık tarafından gerçekleştirildiğinin saptandığı, eyleme uyan suç tipi ile yaptırımların doğru biçimde belirlendiği, sanığın örgütte kaldığı süre ve örgütsel eylemlerinin çeşitliliği itibarıyla suç kastının yoğun olması, örgütün mahrem yapılanmasında ve bu yapılanmanın da Yargıtay gibi örgüt tarafından büyük önem taşıyan Anayasal bir kurum içerisindeki örgütlenmesinde yer alması, bu örgütlenme içerisinde tanık beyanları ve diğer delillerle ispatlandığı şekilde örgütsel saikle hareket ettiği, gerçekleştirdiği eylemlerin vahameti karşısında işlediği suçla meydana gelen tehlikenin ağır olması birlikte değerlendirildiğinde temel cezanın alt sınırdan uzaklaşılarak tayin edilmesi dosya kapsamına uygun olup TCK’nın 3. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen “orantılılık” ilkesine aykırılık oluşturmadığı, TCK’nın 62. maddesi uyarınca cezanın indirilmesi esnasında belirlenen takdiri indirim oranının yerinde olduğu anlaşılan Özel Daire kararı isabetli bulunmuştur.
Açıklanan nedenlerle;
1)Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 07.02.2019 tarihli ve 49 – 6 sayılı; sanık … hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan kurulan mahkumiyet hükmünün ONANMASINA, oy birliğiyle,
2) Dosyanın, Yargıtay 9. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 06.07.2021 tarihinde yapılan müzakerede karar verildi.

OTO KİRALAMA SÖZLEŞMESİ İÇİNDE YER ALAN SENEDE KARŞI MENFİ TESPİT TALEBİ- SENET ASLININ DOSYAYA GETİRİLEREK İNCELENMESİ

T.C
YARGITAY
19. Hukuk Dairesi

2016/6277 E. , 2017/847 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki menfi tespit davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

– K A R A R –

Davacılar vekili, müvekkili …’ın davalıdan araç kiraladığı sırada kendisine kiralama sözleşmesi ve bu sözleşmenin alt kısmında bulunan bir adet boş senedin de teminat senedi olarak imzalatıldığını, diğer davacı … nın da bu senedi kefil olarak imzaladığını, aracın iki günlük kiralama bedelinin peşin olarak ödendiğini, fakat aracın bu süre dolmadan arızalanıp servise bırakıldığını, davalı tarafından teminat senedi olarak imzalatılan boş senedin borç olmadığı halde doldurularak icra takibine konulduğunu, senedin teminat senedi olduğunu iddia ederek, müvekkillerinin borçlu olmadığının tespiti ile davalının % 40 kötüniyet tazminatına mahkum edilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, davacıların davasının haksız ve yersiz olduğunu, müvekkilinin davacılara borç verip bu paranın karşılığında kendilerinden senet aldığını, davacıların da bu parayı ödememek için iş bu davayı açtıklarını belirterek, davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, yapılan yargılama sonucunda, taraflar arasında düzenlenen 27.07.2007 tarihli araç kiralama sözleşmesi uyarınca boş olarak bir adet teminat senedinin alındığı ve xx xxx xx plakalı aracın davacılara kiraya verildiği, aracın 28.07.2007 tarihinde arızalanması nedeniyle çekici ile çekilmek suretiyle servise bırakıldığı, yapılan bilirkişi incelemesinde enjektörün fazla yakıt vermesi nedeniyle pistonda yanmanın ve ısınmanın artması sonucu çatlağın meydana geldiğinin anlaşıldığı, taraflar arasındaki araç kiralama sözleşmesi ile araçta meydana gelen hasarın aynı tarihe rastlaması ve takip dayanağını oluşturan senedin de bu tarihlerle uyuşması nedeniyle davalının araçtaki hasar miktarından davacıları sorumlu tutmak ve boş senedi doldurmak suretiyle icra takibine geçtiği gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, araç kiralama sözleşmesi uyarınca verilen bonodan dolayı menfi tespit istemine ilişkindir. Davacı senedin sözleşme ekinde boş olarak teminat amacıyla verildiğini iddia etmiştir. Davalı ise borç para karşılığında senet alındığını savunmuştur. Somut olayda ispat yükü davacıya aittir. Mahkemece davalıdan sözleşme aslını ibraz etmesi istenip bilirkişi incelemesiyle senedin sözleşme altından kesilip kesilmediğinin belirlenip sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamış, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde iadesine, 06/02/2017 gününde oybirliğiyle karar verildi.

ARAÇ KİRALAMA SÖZLEŞMESİNDEN KOPARILAN SENEDİN ANLAŞMAYA AYKIRI DOLDURULMASI

T.C
YARGITAY
19. Hukuk Dairesi

2016/7855 E. , 2016/15009 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Ticaret Mahkemesi
Taraflar arasındaki menfi tespit davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün davacı vekilince duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine ilgililere çağrı kağıdı gönderilmişti. Belli günde davacı vek. Av. … ve davalı vek. Av. …’in gelmiş olmalarıyla duruşmaya başlanarak hazır bulunan avukatların sözlü açıklamaları dinlenildikten ve temyiz dilekçesinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

– K A R A R –

Davacı vekili, müvekkilinin davalı şirketten araç kiraladığı sırada düzenlenen kiralama sözleşmesinin alt kısmında bulunan ve boş olarak imzalanan senedin araç teslim edilmediği ve borç olmadığı halde doldurularak icra takibine konulduğunu, senedin teminat senedi olduğunu iddia ederek, müvekkilinin borçlu olmadığının tespiti ile davalının tazminata mahkum edilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, davaya konu senedin teminat senedi olmadığını, davacıya verilen borç karşılığı senedin düzenlendiğini, “malen ” ibaresinin senet düzenlenirken sehven yazıldığını savunarak, davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, menfi tespit talebinin temel ilişkiden bağımsız soyut borç ikrarı içeren emre muharrer senede ilişkin bulunması nedeniyle kural olarak ispat yükünün davacıda olduğu, davaya konu senedin ihdas bölümünde “malen” ibaresi bulunduğu halde, davacı tarafça bu senedin teminat senedi olarak verildiği, davalı tarafça ise senedin davacıya verilen para borcu nedeniyle düzenlendiğinin iddia olunduğundan çift taraflı talil olgusu gerçekleştiği, bu durumda ispat yükünün yer değiştirmediği, davacının iddiasını yazılı belge ile ispatlaması gerektiği ancak ispat edemediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, bonoya dayalı menfi tespit davasıdır. Davacı, davalıdan araç kiraladığını ve bu nedenle düzenlenen sözleşme ile birlikte sözleşme altındaki bu senedi imzalayıp teminat amacıyla davalı şirkete verdiğini ancak sonradan kiralanan araç davalıya iade edildiği halde teminat senedinin geri verilmediğini, senedin karşılıksız kaldığını iddia etmiştir.

Davalı vekili, müvekkili şirketin araç kiralama işi ile uğraştığını, R. A’ın davacıya borç para verdiğini, o sırada şirkette bulunan matbu araç kiralama sözleşmelerinden birinin alt kısmındaki bölümün kesilerek bu senedin düzenlendiğini, teminat iddiasının yerinde olmadığını savunmuştur.

Mahkemece davacı, tarafından teminat iddiasının kanıtlanamadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş ise de, yapılan araştırma ve incelemenin hükme yeterli olmadığı görülmüştür. Zira dava konusu senedin keşideci bölümündeki imzalar dışında sol üst köşesinde de bir imza bulunmaktadır. Bu durumda dava konusu senedin araç kiralama sözleşmesi ile birlikte aynı anda düzenlenip, daha sonra senedin sözleşmeden kesilmek suretiyle ayrılarak takibe konmuş olabileceği yolundaki iddianın daha ayrıntılı bir şekilde incelenmesi ve davacının bu konudaki tüm delilleri eksiksiz olarak toplandıktan sonra hep birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi için hükmün bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün davacı yararına BOZULMASINA, vekili Yargıtay duruşmasında hazır bulunan davacı yararına takdir edilen 1.350.00.-TL. duruşma vekalet ücretinin davalıdan alınarak davacıya ödenmesine, peşin harcın istek halinde iadesine, 22/11/2016 gününde oybirliğiyle karar verildi.

İLK DERECE MAHKEMESİ GEREKÇELİ KARARI 

 

 

OTOBÜS ZORUNLU KOLTUK FERDİ SİGORTA SÖZLEŞMESİNDEN KAYNAKLANAN ALACAĞIN RÜCUAN TAHSİLİALACAK

T.C.
YARGITAY
ONBİRİNCİ HUKUK DAİRESİ
ESAS                                 KARAR
2004/1787                  2004/10938

YARGITAY KARARI

MAHKEMESİ :E. Asliye 3. Hukuk Mahkemesi

GÜNÜ :12.06.2003

SAYISI :2002/137 – 2003/244

DAVACI :İ. Sigorta A.Ş.

DAVALILAR :1-Abdurrezzak 2-Mehmet

Taraflar arasında görülen davada E Asliye 3. Hukuk Mahkemesi’nce verilen 12.06.2003 tarih ve 2002/137 – 2003/244 sayılı kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Davacı vekili, müvekkil şirket koltuk ferdi kaza sigortalı, davalıların da maliki ve sürücüsü bulundukları aracın yaptığı trafik kazası sonucunda hak sahiplerine (2.000.000.000) TL tazminat ödendiğini, Poliçe Genel Şarları uyarınca D-1 ve D-3 taşıma belgesinin sigortalıya ait araçta bulunmadığını oysa aracın yolcu taşıma belgesinin bulunması ve taşımanın şehirler arası olması gerektiğini ileri sürerek, anılan meblağın ödeme tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte davalılardan rücuen tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalılar, duruşmalara katılmamış ve savunmada bulunmamıştır.

Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak, dava konusu aracın 10 yaşından büyük ve 20 koltuk kapasiteli olduğu ve il sınırları içindeki yerleşim yerlerinde yolcu taşıdığı, bu nedenle Karayoluyla Şehirlerarası Yolcu Taşımaları Hakkındaki Yönetmelik uyarınca D -1 ve D-3 taşıma yetki belgesi alma mecburiyeti bulunmadığı, yapılması gerekli zorunlu koltuk ferdi kaza sigortasının ise yapıldığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Kararı davacı vekili temyiz etmiştir.

Dava, otobüs zorunlu koltuk ferdi kaza sigorta sözleşmesinden kaynaklanan alacağın rücuen tahsili istemine ilişkindir. Genel Şartların “sigorta teminatının kapsamı” başlıklı 1. maddesi uyarınca iş bu sigorta, uluslararası veya şehirlerarası yolcu taşıyan ve poliçede kayıtlı otobüste seyahat eden yolcuları, taşımacılık hizmetinin başlangıcından bitimine kadar her türlü kaza neticelerine karşı temin eder. Aynı maddeye göre seyahatin, uluslar arası veya şehirlerarası yolcu taşıması sayılan hallerde yapılması şarttır.

Sigortacı tarafından hak sahibi üçüncü kişilere, poliçe hükümlerine ters düşen bir ödeme yapılması halinde ki bu tür ödemeye doktrinde ve uygulamada (ex gratia) ödeme denilmektedir; sigortacının rücu hakkını kazanamayacağı kabul edilmektedir. Başka bir deyişle, poliçede teminat dışında kalan hallerde yapılan ödemelerden dolayı sigortacının rücu davası açması mümkün bulunmamaktadır.

Somut olayda da, sigorta genel şartlarının 1. maddesi uyarınca sigorta teminatı kapsamı dışında kaldığı halde sigortacı tarafından yapılmış bir ödeme söz konusu ise, bu ödeme için sigorta ettirene rücu edilemeyecektir. Ancak dosyadaki belgelerin incelenmesinden, dava konusu taşımanın şehir içi – dışı olduğu anlaşılamamaktadır. Mahkemece bu husus incelenmemiş, eksik bırakılmıştır. O halde mahkemece, taşımanın şehir içi veya şehirlerarası olup olmadığı ve rizikonun genel şartların 1. maddesi uyarınca teminat kapsamı dışında kalıp kalmadığı araştırılarak sonucuna göre bir karar verilmesi, eğer şehirlerarası bir taşıma mevcutsa ve ödeme, genel şartların 1. maddesinde belirlenen teminat kapsamında sayılan haller için yapılmışsa, o zaman genel şartların sigorta ettirene rücu hallerini düzenleyen 15/d maddesi uyarınca yolcu taşıma ruhsatının olup olmadığı incelenerek, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçelerle hüküm kurulması doğru olmamış, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile kararın BOZULMASINA, ödediği temyiz peşin harcın isteği halinde temyiz edene iadesine, 08.11.2004 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Başkan Üye Üye Üye

TRAFİK KAZASI SONUCU YARALANMA – NİŞANLANDIKTAN DÖRT YIL SONRA EVLENME – NİŞANLININ MANEVİ TAZMİNAT HAKKI

T.C.
YARGITAY
ONBİRİNCİ HUKUK DAİRESİ
ESAS                    KARAR
2004/1525     2004/12646

YARGITAY KARARI

MAHKEMESİ : B. Asliye 6.Hukuk Mahkemesi

GÜNÜ : 30.10.2003

SAYISI : 2002/915 – 2003/1310

DAVACI : Sebahattin

DAVALI : K. Otobüsleri A.Ş. Vekili:

Taraflar arasında görülen davada B. Asliye 6.Hukuk Mahkemesi’nce verilen 30.10.2003 tarih ve 2002/915 – 2003/1310 sayılı kararın Yargıtay’ca duruşmalı olarak incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş olmakla, duruşma için belirlenen 21.12.2004 günde davacı avukatı ile davalı avukatı gelip, temyiz dilekçesinin de süresinde verildiği anlaşıldıktan ve duruşmada hazır bulunan taraflar avukatları dinlenildikten sonra, duruşmalı işlerin yoğunluğu ve süre darlığından ötürü işin incelenerek karara bağlanması ileriye bırakılmıştı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlenildikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Davacı vekili, müvekkilinin nişanlısı Nilüfer ile davalı şirkete ait otobüste yolcu olarak bulundukları esnada meydana gelen trafik kazası neticesinde, Nilüfer’in sakat kalarak çalışma gücünü % 100 oranında yitirdiği, bilahare davacının nişanlısı Nilüfer ile evlendiği, davacının kaza nedeniyle ömür boyu ruhi ve asabi sağlık bütünlüğünün ağır zarara uğradığını ileri sürerek, (125.000.000.000-) TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren işleyecek şirkete temerrüt faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, davacının kazanın mağduru Nilüfer’in durumunu bilerek onunla evlendiğini, vücut bütünlüğünün ihlali nedeniyle talep hakkının münhasıran zarar görene ait bulunduğunu, kaldı ki, davacıyla kazada yaralanan Nilüfer’in olay tarihinde evli de olmadıklarını ve talebin de fahiş olduğunu belirterek, davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, iddia, savunma ve toplanan kanıtlara nazaran, BK.nun 47 nci maddesine göre, manevi tazminat isteme hakkının doğrudan doğruya cismani zarara maruz kalan kişiye ait olup, onun (ana, baba, karı, koca gibi) çok yakınlarından birinin de aynı eylem nedeniyle hukuken korunan ruhsal ve sinirsel sağlık bütünlüğünün ağır şekilde bozulması halinde onlarında manevi tazminat isteyebileceği, davacının nişanlısının geçirdiği kazadan dolayı üzüntü duymasının doğal olduğu, kaza tarihinde henüz evlilik bağıtı bulunmadığı ve kazadan 4 sene sonra gerçekleştiği, bu durumda onların zararları ile haksız eylem arasında uygun illiyet ve hukuka aykırılık koşullarının gerçekleşemediği gerekçeleriyle kanıtlanamayan davanın reddine karar verilmiştir.
Karar, davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre ve manevi tazminat isteminin kaza tarihi dikkate alınarak değerlendirileceği tabi olup,bilahare gerçekleşen evliliğin somut olaya bir etkisinin bulunmamasına, salt nişanlılık ilişkisinin davacıya manevi tazminat talep etme hakkı tanımayacağının kabulünün gerekmesine göre, davacı vekilinin tüm temyiz itirazları yerinde değildir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı, davacı vekilinin bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun bulunan hükmün ONANMASINA, takdir edilen 400.000.000.-TL duruşma vekillik ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine, aşağıda yazılı bakiye 2.220.000.-lira temyiz ilam harcının temyiz edenden alınmasına, 21.12.2004 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Başkan Üye Üye Üye Üye

ANTEN DÜZELTMEYE ÇALIŞIRKEN ELİNDEKİ ÇUBUKLA ENERJİ NAKİL HATTINA TEMAS- ELEKTRİK ÇARPMASI- KUSURSUZ SORUMLULUK

T.C.
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
E. 2018/7589
K. 2019/9124
T. 13.11.2019

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : ANTALYA BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ 1. HUKUK DAİRESİ

Taraflar arasında ilk derece mahkemesinde görülen tazminat davasının davalı … yönünden usulden, davalı … Elektrik A.Ş yönünden esastan reddine dair verilen karar hakkında bölge adliye mahkemesi tarafından yapılan istinaf incelemesi sonucunda; davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile davanın reddine yönelik olarak verilen kararın süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı, murisi …’nın, 01.11.2006 tarihinde kiracı olarak ikamet etmekte oldukları evlerinin damında TV antenini düzeltmeye çalışırken evin üstünden geçen yüksek gerilim hattına kapılarak yaşamını yitirdiğini, olay nedeni ile açılan ceza davasında ev sahibinin mahkumiyetine karar verildiğini, kararın Yargıtay tarafından onararak kesinleştiğini, ceza dosyasında hükme esas alınan alınan bilirkişi raporunda olay nedeni ile …. ve … Belediye Başkanlığının 2. Derece tali kusurlu olduklarının belirlendiğini, henüz 27 yaşındaki eşini kaybettiğini ve olay tarihinde henüz 10 aylık olan kızı Sultan ile birlikte kimsesiz kaldığını, eşinin gözlerinin önünde yaşamını yitirmiş olmasının verdiği manevi ızdırabın tarifi ve anlatımının imkansız olduğunu, hiçbir malvarlığı ve geliri olmadığını ileri sürerek; fazlaya ilişkin talep ve dava hakları saklı kalmak üzere; 300.000,00 TL destekten yoksun kalma tazminatı ve 200.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihi olan 01.11.2006 tarihinden işleyecek yasal faizi ile birlikle davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı …, davanın zamanaşımına uğradığını, ceza dosyasında alınan raporların çelişkili olduğunu, bu nedenle olayın ne şekilde meydana geldiğinin irdelenmesi ve kuşkuya yer vermeyecek açıklıkta analiz edilmesinin gerektiğini, maddi tazminatın hesaplanmasında maktulün kazancının belirlenmesi gerektiğini, yine manevi tazminatın zenginleşmeye neden olmaması gerektiğini beyan ederek davanın reddini dilmiştir.

Davalı …, olayın meydana gelmesinde kusuru bulunmadığını, nakil hattının mevzuata ve projeye uygun tesis edildiğini, olayın meydana geldiği evin nakil hattından sonra inşa edildiğini, belediyenin kusurlu olduğunu, yine maktülün eylemi ile illiyet bağının kesildiğini ileri sürerek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

İlk derece mahkemesince, davacının açtığı davasında davalı belediyenin hizmet kusuruna dayandığını, bu nedenle davanın adli yargıda görülmesi caiz olmadığından davalı … yönünden davanın usulden reddine; davalı … yönünden ise, alınan iki raporda da davalı … şirketinin kusurlu olmadığının belirtildiği gerekçesiyle davanın esastan reddine karar verilmiş, hüküm süresi içinde davacı tarafça istinaf edilmiştir.

Bölge adliye mahkemesince, davacı tarafça davalı Belediyenin, kaçak yapılaşmayı önlememesi nedeniyle sorumlu olduğunun iddia edildiği, denetim yapmanın belediyelere kamu yasaları uyarınca verilmiş bir görev olduğu, bu görevin eksik veya hiç yapılmamış olmasının bir hizmet kusuru olduğu, açılan davada idari yargının görevli olduğu, aynı yöndeki ilk derece Mahkemesi kararının doğru olduğu; davalı … yönünden ise, ilk derece mahkemesince alınan iki raporun da aynı yönde olduğu, olayın gelişimine uygun, gerekçeli ve denetime açık olduğu, olayda murisin çıplak elle elindeki demir çubuğun bina ile arasındaki uzaklığı emniyet sınırları içerisinde kalan orta gerilim hattına teması sonucu, elektrik akımına kapılarak vefat ettiği olayda murisin tam kusurlu olduğu böylece illiyet bağının kesildiği ve kusursuz sorumlu olan davalı … …’ın da sorumluluktan kurtulduğu gerekçesiyle davacıların istinaf talebinin reddine, ilk derece mahkemesi kararının kaldırılarak benimsenen bu gerekçelerle davanın reddine karar verilmiş, hüküm süresi içinde davacı tarafça temyiz edilmiştir.

1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre; davacının sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.

2- Dava; elektrik çarpması sonucunda desteğin ölümünden kaynaklanan, maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.

Davalı şirket, bölgede elektrik enerjisinin dağıtımını yerine getirmektedir. Bu faaliyet, varlığı ve niteliği itibariyle bir tehlike ve dolayısı ile zarar ihtimali taşıdığından, davalı şirketin sorumluluğu, bir sebep sorumluluğu olan kusursuz (objektif) sorumluluktur.

Kusur aranmaksızın sorumluluğun düzenlendiği haller, kusursuz sorumluluk halleri olarak ifade edilmektedir. Doktrinde kusursuz sorumluluk hallerinin olağan sebep sorumluluğu-tehlike sorumluluğu şeklinde ikili ayırıma tabi tutarken, TBK tarafından açıklanan hakkaniyet sorumluluğu-özen (sebep) sorumluluğu-tehlike sorumluluğu şeklinde ayırıma tabi tutulduğu görülmektedir. Denetleme ve gözetimde özen (cura in custodio) gereği, kusur unsur olarak aranmaz.

Özen sorumluluğuna dayalı kusursuz sorumluluğun düzenlendiği Borçlar Yasası’nın 58. maddesi gereğince “…imal olunan herhangi bir şeyin maliki, o şeyin fena yapılmasından yahut muhafazadaki kusurundan dolayı mesul olur.” ( TBK .69. maddesi ). TBK’nın 71/1.maddesine göre de; “Önemli ölçüde tehlike arzeden bir işletmenin faaliyetinden zarar doğduğu takdirde, bu zarardan işletme sahibi ve varsa işleten müteselsilen sorumludur.” Belirtilen yasal düzenlemeler gereğince, davalı, zararlandırıcı sonucun doğmasına yol açan enerji hattının yapım ve bakım eksikliklerinden kaynaklanan zararlardan sorumludur. Sorumluluktan kurtulmanın olumsuz koşulu ise, zarar ile yapım bozukluğu ve bakım eksikliği arasındaki nedensellik bağının kesilmiş olmasıdır.

Sorumlu kişi veya işletmenin, kusurlu olup olmaması, özen ödevini yerine getirip getirmemesi, işletme veya nesnede (şeyde) bir bozukluk veya noksanın bulunup bulunmaması, meydana gelen zararın tazmin borcu yönünden bir etkiye sahip değildir. Zira, bunların sebep oldukları zararlarda, kusurun bulunup bulunmadığı ya da rolünün olup olmadığı çoğu zaman bilinemediği veya ispat edilemediği gibi, sorumlu kişi veya işletme, her türlü özeni gösterse, gözetim ve denetim ödevini yerine getirse, gerekli bütün tedbirleri alsa bile, yine de çoğu zaman zararın meydana gelmesini önlemek mümkün değildir. Bu sebeple, sorumluluğunun bağlandığı olgu ile zarar arasında uygun illiyet bağı kurulduğu zaman, sorumluluk da gerçekleşmiş olacağından; bu işletme veya nesnelerin sahip veya işletenleri, bunların sebep oldukları zararı gidermek zorundadır. (Prof. Dr. Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümler 1991 Baskı Cilt 2 sf: 14-15)

Kusursuz sorumlulukta, zarar gören kişinin kusurun varlığını ispat etmek zorunluluğu yoktur. Aksine kusursuz sorumlu olan davalının, olayla zarar arasında illiyet bağının bulunmadığını kanıtlaması gerekir.

Sorumluluk hukukunun önemli öğelerinden biri de zarar ile eylem arasında illiyet bağının bulunmasıdır. İlliyet bağının kesildiği durumlarda kusursuz sorumlu olan kişi sorumlu tutulmayacaktır. Uygun illiyet bağı ancak, üç halde kesilir. Bunlar mücbir sebep, zarar görenin ağır kusuru ve üçüncü kişinin ağır kusurudur.

Elektrik Kuvvetli Akım Tesisleri Yönetmeliğinin 5. maddesinde; “Kuvvetli akım tesisleri her türlü işletme durumunda, cana ve mala herhangi bir zarar vermeyecek ve tehlike oluşturmayacak bir biçimde yapılmalıdır.

Herhangi bir kimsenin dikkatsizlikle de olsa yaklaşabileceği uzaklıktaki kuvvetli akım tesislerinin gerilim altındaki bölümlerine (aktif bölümler) dokunulması olanaksız olmalıdır ve ilerideki bölümlerde belirtilen emniyet mesafeleri ile koruma önlemleri sağlanmalıdır.”

Elektrik Kuvvetli Akım Tesisleri Yönetmeliğinin 27.maddesinde; “Tesislerinve aygıtların teknik belgelerinde belirtilen aralıklarda bakım ve onarımları yapılmalıdır. Yapılan bakım ve onarımlar kalıcı bir şekilde kaydedilmelidir.” düzenlemeleri yer almaktadır.

Bu kapsamda enerji nakil hattının sahibi bulunan davalı kurum, bu yapı eserinin fena yapılmasından, bakımı ve işletilmesindeki eksikliklerden sorumlu olup, bu tür hatları kişilerin can ve mal güvenliği açısından tehlike arz etmeyecek şekilde inşa etmek, bulundurmak, bu hatlara güvenli yaklaşma sınırının aşılmasını önleyici tedbirleri almakla yükümlüdür.

Tüm bu bilgiler ışığında somut olay irdelendiğinde; davacıların murisinin olay tarihinde evinin damına çıkıp TV antenini düzeltmeye çalışırken elindeki 3,5 m uzunluğundaki antenin enerji nakil hattına temas etmesi sonucu vefat ettiği anlaşılmaktadır.

İlk derece mahkemesince hükme esas alınan bilirkişi raporunda, murisin 3,5 metre uzunluğundaki demir boruya bağlı TV antenini düzeltmeye çalışırken elektrik şirketinin 15 kv yüksek gerilim hattına yaklaştırması veya temas ettirmesi sonucu vefat ettiği, yönetmelikçe orta gerilim hattı ile yapının arasında en az 2 metre olması gerektiği, olayın gerçekleştiği binanın ise gerilim hattına yatay gelecek şekilde 3 metreden fazla uzaklıkta olduğu, yönetmelikteki mesafelerin ihlal edilmediği, bu nedenle davalı … şirketinin ve belediyenin kusurlu olmadığı, olayın meydana gelmesinde elindeki 3,5 metrelik demir anten borusunu en az 3 metrelik yatay mesafeden geçen yüksek gerilim hattına temas ettirmesine tamamen kendi dikkatsiz ve tedbirsiz davranışının sebep olduğu, murisin %100 kusurlu olduğu belirtilmiştir.

Ne var ki, hükme esas alınan bilirkişi raporunda tellerin olması gereken emniyet mesafesinden daha fazla uzaklıkta olduğu ve dava konusu olayın murisin dikkatsizliği ve tedbirsizliği sonucunda meydana geldiği belirtilmiş olmasına karşın, bu raporda, davalı … şirketinin, kusursuz sorumluluk kapsamında yer alan tehlike sorumluluğuna ilişkin hiçbir değerlendirmeye yer verilmemiş olup, bu yönüyle bilirkişi raporunun dava konusu olay içeriğine uygun ve hükme esas alınabilecek nitelik ve yeterlilikte olmadığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte bölge adliye mahkemesinin ilk derece mahkemesince hükme esas alınan rapordaki değerlendirmelere dayanarak murisin ağır kusuru ile illiyet bağının kesildiğine dair gerekçesinin de somut olay bakımından kabulü mümkün değildir. Zira, kusursuz sorumlu davalı … şirketi her türlü özeni gösterse de zararın meydana gelmesini önleyemeyeceğinden illiyet bağı kurulup sorumluluğu gerçekleşmiş bulunmaktadır. Kaldı ki murisin kusuru, davalı … şirketi ile eylem arasındaki nedensellik bağını kesecek nitelikte olmamakla birlikte davalı … şirketinin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Bu husus, ancak tazminatın kapsamıyla ilgili olup, belirlenecek miktarın tayininde gözönüne alınmalıdır.

Bu kapsamda davalı … şirketinin Elektrik Kuvvetli Akım Tesisleri Yönetmeliği gereği bakım ve özen borcunu gereği gibi yerine getirip getirmediği, olabilecek tehlikeleri düşünerek gerekli denetimleri yapıp yapmadığı, olayın meydana geldiği binanın etrafındaki yüksek gerilim ve yaklaşma mesafesi ile ilgili uyarı levhası bulunup bulunmadığı, ilgili yönetmeliğe göre, söz konusu enerji nakil hattının binaya olan mesafesi ile ilgili davalı … şirketi yönünden bir ihlal söz konusu olmasa dahi ağır özen yükümlüğü gereği meydana gelen olaydaki sorumluluğunun değerlendirilmesi gerekecektir.

O halde bölge adliye mahkemesince, davalı … şirketinin meydana gelen olayda kusursuz sorumluluk ilkesi gereğince sorumlu olduğu gözetilerek, davalı … şirketi açısından tehlike sorumluğuna ilişkin değerlendirmeler içeren, taraf ve Yargıtay denetimine elverişli, tarafların kusur oranlarının da gerekçeleriyle belirtildiği, önceki bilirkişiler dışında oluşturulacak üç kişilik konusunda uzman bilirkişi heyetinden (Ankara veya İstanbul mahkemeleri aracılığıyla) rapor alınarak hasıl olacak sonuca göre hüküm kurulması gerekirken, eksik inceleme ve yetersiz bilirkişi raporu hükme esas alınarak davanın reddine karar verilmiş olması doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Yukarıda birinci bentte açıklanan nedenlerle davacının sair temyiz itirazlarının REDDİNE, ikinci bentte açıklanan nedenlerle 6100 sayılı HMK’nın 371. maddesi uyarınca temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının davacı yararına BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, dosyanın Bölge Adliye Mahkemesine, kararın bir örneğinin de İlk Derece Mahkemesine GÖNDERİLMESİNE, 13.11.2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

MURİS MUVAZAASI- KADASTRO ESNASINDA VERİLEN TEK TARAFLI İRADE BEYANI – TAPU İPTALİ VE TESCİLİ

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 1996/1-336
K. 1996/493
T. 19.6.1996
• TAPU İPTALİ VE TESCİL-TENKİS DAVASI ( Muris Muvazaası Nedeniyle )
• TAPULAMA ( Kayıt Sahibinin Tapulama Sırasında Zilyet Adına Tespit ve Tesciline Muvafakatını Bildirmesinin Mülkiyetin Zilyet Adına Geçirilmesi için Yeterli Olması )
• TESCİL BEYANI ( Taşınmaz Mülkiyetinin Zilyet Adına Geçirilmesi için Kayıt Sahibinin Tapulama Sırasında Zilyet Adına Tespit ve Tesciline Muvafakat Ettiğini Bildirmesinin Yeterli Olması )
• MURİS MUVAZAASI ( Murisin Mirasçılarını Miras Hakkından Yoksun Bırakmak Amacı ile Gerçekte Bağışlamak İstediği Taşınmazı Satış Suretiyle Satması-Satış Gibi Göstermesi )
• MÜLKİYET ( Tapulama Tespiti Yapıldıktan Sonra Mülkiyetin Geçmesi için Tespit Tutanağının Kesinleşmesinin Gerekmesi )
• MUVAZA NEDENİYLE İPTAL DAVASI ( Murisin Gerçekte Bağış Olan Ancak Görünüşteki Satış Sözleşmesini Muvazaalı Olduğunu ve Gizli Bağış Sözleşmesinde Şekil Koşulundan Yoksun Bulunduğunu Mirasçıların İleri Sürebilmeleri )
• ŞEKİL ŞARTI ( Tapulu Taşınmazlarda Mülkiyeti Nakleden Akitlerin Resmi Biçimde Yapılmasının Yasa Hükmü Gereği Olması )
766/m.32/B
3402/m.13/B
4721/m.706
743/m.507,603,634
818/m.18,213
ÖZET : 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/B maddesinde ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B maddesinde kayıt sahibinin tapulama sırasında kadastro teknisyeni huzurunda taşınmazının zilyedi adına tespit ve tesciline muvafakatını bildirmesi mülkiyetin zilyed adına geçirilip onun adına tapulama tespiti yapılabilmesi için yeterli kabul edilmiştir. Ancak, mülkiyetin geçmesi için tespit tutanağının kesinleşmesi gerekir.
01.04.1974 gün 1/2 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararında bir kimsenin, mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak amacıyla gerçekte bağışlamak istediği taşınmazın devrini tapuda satış olarak göstermesini muvazaa olarak tanımlamıştır. Temyiz konu davada ise taşınmazların devrini sağlayacak bir sözleşme mevcut olmayıp tapu teknisyeni huzurunda tescile muvafakat beyanı vardır. Bu durumda torum yolu ile İçtihadı Birleştirme Kararının uygulama alanının genişletilmesi yerinde değildir.
DAVA : Taraflar arasındaki “”tapu iptali ve tescil-tenkis”” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Trabzon Asliye 2. Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 20.04.1994 gün ve 1993/236 E, 1994/126 K: sayılı kararın incelenmesi davalılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 23.05.1995 gün ve 1995/8665-7520 sayılı ilamı ile; ( …Dava, Borçlar Kanunu’nun 18. maddesinden kaynaklanan muvazaa hukuksal nedenine dayalı tapu iptali, tescil olmadığı takdirde tenkis isteğine ilişkindir.
Hemen belirtmek gerekir ki, gerek 01.04.1974 gün 1/2, gerekse 16.03.1990 tarih 1/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararlarında açıkça vurgulandığı üzere miras bırakan danışığı “”bir kimsenin mirasçılarını miras hakkından yoksun bırakmak amacı ile gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların görünürdeki satış sözleşmesinin B.K.’nun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinde şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabilmelerine olanak veren hukuki bir olgu olarak tanımlanmaktadır.””
Somut olayda çekişmeli 420-421-422-423-424-425 parsel sayılı taşınmazlar asıl kayıt sahibi ortak miras bırakanın tapulama sırasında tapulama teknisyenleri huzurunda verdiği ve imzası tahtında tapulama tutanağına alınan bu yerlerin davalılar adına tesbitine muvafakat beyanı nedeniyle oluşmuştur. Davacılar, murisin yaptığı bu tasarrufun bedelsiz olup, kendilerinden mal kaçırmak amacına yönelik bulunduğunu, taşınmazların davalılar üzerine geçirilmesinde satışın değil, bağışın üstün tutulduğunu, mülkiyetin devrinin muvazaa ile illetli olduğunu, bu itibarla geçersiz olduğundan asıl amaçlanan bağış sözleşmesinin de bu konuda açık bir beyan taşımadığı için biçim koşulundan yoksun bulunduğu cihetle geçersiz bulunduğunu ileri sürerek iptal istemişlerdir.
Gerçekten, tapulu taşınmazlarda mülkiyeti nakleden akitlerin resmi biçimde yapılması M.K.’nun 634, B.Y.’nın 213 ve Tapu Yasasının 26. maddesi hükmü gereğidir. Ne var ki, gerek 766 sayılı Tapulama Yasasının 32/B maddelerinde, gerekse 9 Ekim 1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Yasasının 13/B. maddesinde bu yasaların genelde bir tasfiye yasası olmaları nedeniyle M.K.’nun 634 ve B.Y.’nın 213. maddesinde mülkiyetin naklinde öngörülen buyurucu nitelikteki hükümlere ayrık bir düzenleme getirilmiştir. Buna göre kayıt sahibinin tapulama sırasında kadastro teknisyeni huzurunda, taşınmazın zilyedi adına tesbit ve tesciline muvafakatını bildirmesi, mülkiyetin zilyet adına geçirilip, onun üzerine tesbitinin yapılabilmesi için yeterli kabul edilmiştir. Eş anlatımla kadastro teknisyeni huzurunda verilen muvafakat bildirimi, resmi memur önünde serbest irade ile belirtilen tescil isteme beyanı olarak görülmüştür. Kayıt sahibinin zilyet adına tesbite muvafakat beyanının haricen satış gibi ya da başka bir nedene dayandırılarak ileri sürülmüş olması da bu kabulde sonuca etkili değildir.
Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek kabul edilmesi doğru değildir… ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle HUMK: 2494 sayılı yasa ile değişik 438/II. fıkrası hükmü gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip, dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, muris muvazaası hukuksal sebebine dayalı, tapu iptali ve tescil; olmadığı takdirde, tenkis istemine ilişkindir.
Çekişmeli taşınmazlara ait davalılar adına olan tapular, asıl kayıt sahibi müşterek miras bırakanın tapulama sırasında kadastro teknisyeni huzurunda verdiği ve imzası tahtında tapulama tutanağına alınan bu yerlerin davalılar adına tesbitine muvafakat beyanı nedeniyle oluşmuştur.
Davacılar, murisin yaptığı bu tasarrufun bedelsiz olup kendilerinden mal kaçırmak amacını sağlamaya yönelik bulunduğunu taşınmazların davalılar üzerine geçirilmesinde satışın değil bağışın üstün tutulduğunu, mülkiyetin devrinin muvazaa ile illetli olduğunu bu itibarla geçersiz olduğu gibi asıl amaçlanan bağış sözleşmesinin de bu konuda açık bir beyan taşımadığı için biçim koşulundan yoksun olduğu cihetle geçersiz bulunduğunu ileri sürerek iptal istemişlerdir.
Gerçekten tapulu taşınmaz mallarda mülkiyeti nakleden akitlerin resmi biçimde yapılması M.K.’nun 634. B.K.’nun 213 ve Tapu Kanunu’nun 26. maddesi hükümleri gereğidir.
Ancak, gerek dava konusu taşınmazların tapulama tesbitlerinin yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan 766 sayılı Tapulama Yasası’nın 32/B maddesinde gerekse 9 Ekim 1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 13/B maddesinde bu kanunların genelde bir tasfiye yasası olmaları nedeniyle M.K.’nun 634 ve B.K.’nun 213. maddesinde mülkiyetin naklinde öngörülen buyurucu nitelikteki hükümlere ayrık bir düzenleme getirilmiştir.
Buna göre kayıt sahibinin tapulama sırasında kadastro teknisyeni huzurunda taşınmazının zilyedi adına tesbit ve tesciline muvafakatını bildirmesi mülkiyetin zilyed adına geçirilip onun üzerine tapulama tesbiti yapılabilmesi için yeterli kabul edilmiştir.
Eş anlatımla kadastro teknisyeni huzurunda verilen muvafakat bildirimi resmi memur önünde serbest irade ile belirtilen tescil isteme beyanı olarak görülmüştür. Kayıt sahibinin zilyed adına tesbite muvafakat beyanının haricen satış gibi ya da başka bir nedene dayandırılarak ileri sürülmüş olması da bu kabulde sonuca etkili değildir.
Yine ifade edilmelidir ki, tescil isteği niteliğinde bulunan malikin, kadastro sırasında, kadastro teknisyeni huzurunda, taşınmazının başka bir şahıs adına tesciline muvafakat beyanı ile mülkiyet lehine tesciline muvafakat bildirilen kişiye hemen geçmez. Bu yerde mülkiyetin geçirilmesi ancak tesbit tutanağının kesinleşmesi ile mümkün olabilir.
Özel Daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık ise olayda; 01.04.1974 gün 1/2 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının uygulama yeri bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki; kural olarak Yargıtay İnançları Birleştirme Kararları konuları ile sınırlı, gerekçeleri ile aydınlatıcı ve sonuçları ile bağlayıcıdır. En sade anlatımla muvazaa, irade ile beyan arasında kasten yaratılan aykırılık olarak tanımlanabilir. 1974 tarihli Yargıtay İnançları Birleştirme Kararı’nda “”bir kimsenin, mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak amacıyla gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmesi halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın, miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların görünürdeki satış sözleşmesinin danışıklık ( muvazaalı ) olduğu ve gizli bağış sözleşmesinin de biçim koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabilecekleri ve bu dava hakkının, geçerli sözleşmeler için söz konusu olan M.K.’nun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağı”” hükme bağlanmıştır.
Görüleceği üzere butlan sonucunu doğurarak, murisin temliki tasarruflarının iptaline imkân tanıyan bu tevhidi içtihat kararının uygulanabilmesi için, temliki tasarrufa konu yapılan taşınmazın murisin tapulu malı olması, gerçekte bağışlamak istediği bu malı ile ilgili olarak tapu memuru huzurunda, iradesini satış doğrultusunda açıklaması icab eder.
Oysa olayda, dava konusu taşınmazların mülkiyetinin davalılara devrini sağlayacak bir sözleşme mevcut olmayıp tescil isteği niteliğinde bulunan ve tapu teknisyeni huzurunda yapılan tek taraflı bir tescile muvafakat beyanı mevcuttur. Yorum yolu ile de yukarıda açıklanan Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının uygulama alanı genişletilemez.
Bu durumda olayda 01.04.1974 gün 1/2 sayılı Y.İ.B.K.’nın uygulama yeri bulunmadığına değinen Özel Daire bozma kararı Hukuk Genel Kurulu’nun 02.04.1988 gün 543/861 sayılı kararında da açıkça vurgulanan ilkeye de tamamen uygundur.
Hal böyle olunca Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen bu konudaki bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi doğru değildir.
Ancak, davada muris muvazaası hukuksal sebebi, yanında, tenkis de talep edilmiştir. Ne var ki tenkis isteği ile ilgili olarak mahkemece bir inceleme ve araştırma yapılmış değildir.
Bu durumda direnme kararı Özel Daire bozma kararında gösterilen sebep ve ayrıca olayda talep bulunduğu cihetle tenkis isteği ile de ilgili inceleme ve araştırma yapılarak sonucuna göre karar verilmesinin düşünülmemesinin isabetsizliğine işaretle de bozulmalıdır.
SONUÇ : Davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 19.06.1996 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY :
Dava B.K.’nun 18. maddesi uyarınca muvaza nedeniyle tapu iptali ve tescil olmadığı takdirde, tenkis istemiyle açılmıştır. Muvazaa, tarafların üçüncü şahısları aldatmak maksadıyla ve fakat kendi hakiki iradelerine uymayan aralarında hüküm ve netice tevlit etmeyen ( doğurmayan ) bir görünüş yaratmak hususunda anlaşılmaktadır. ( Dr. Turhan Erener, Türk Hususi Hukukunda Muvazaalı Muameleler 1956 sh: 7 ) Başka bir ifade ile irade açıklamasında bulunan taraflar irade açıklamasının sonuç doğurmaması konusunda anlaşmışlar, yalnız gerçek bir hukuki işlemin bulunduğu görüşünü yaratmayı istemişlerse muvazaadan söz edilir. ( HGK. 22.12.1982-1979/13-1905 E – 1982/1966 K: YKD C: 9 s.: 4 sh. 498 ).
BK.’nun 18. maddesine göre “”bir aktin şekil ve şartlarını tayinde, iki tarafın gerek sehven gerek akiddeki hakiki maksatlarını gizlemek için kullandıkları tabirlere ve isimlere bakılmayarak, onların hakiki ve müşterek maksatlarını aramak lazımdır.”” Taraflar akdin hakiki mahiyetini gizlemek ( yani üçüncü kişileri aldatmak ) kasti ile iradelerine uymayan bir ifade tarzı kullanabilirler. Muvazaada irade ile beyan arasında kasti istenen bir uygunsuzluk vardır.
BK.’nun 18. maddesi gereğince sözleşmeler yorumlanırken, tarafların gerçek ve müşterek amaçlarını araştırmak gerekir. Şayet miras bırakan ile karşı tarafın gerçek sözleşmeyi gizledikleri ve görünüşte başka bir sözleşme yapmak istiyorlarmış gibi irade bildiriminde bulundukları anlaşılırsa, görünüşte sözleşme ( satış )değil, onun altında saklanan gerçek sözleşme ( yani bağış sözleşmesi ) geçerli sayılır. Davanın konusunu teşkil eden satış sözleşmesi karşılığı olarak miras bırakanın herhangi bir bedel almadığı, gerçek sözleşmenin taşınmaz mal bağışı niteliğinde olduğu halde, resmi memur önünde bu durum saklanarak işlemin satış şeklinde oluşturulduğu sabit olursa 07.10.1953 gün ve 7/8 sayılı İçtihatı Birleştirme Kararında da açıklandığı üzere; sözü geçen satış sözleşmesi muvazaa nedeniyle geçersizdir. Ancak onun yerine tapulu taşınmazlara ilişkin bağış sözleşmesi kaim olmaz; çünkü yetkili memur önünde bağışlama hakkında taraf iradeleri birleşmemiş, düğümlenmemiştir. O halde bağış sözleşmesi de şekle uyulmaması nedeniyle geçersizdir. ( HGK. 3.2.1982 Tarih 1979/1-464 E: 1982/77 K: YKD c. VI-I. s. 12, sh. 163 ) ( Esasen age sh. 59 )
Somut olayda baba, kızlarından mal kaçırmak amacı ile oğulları ile anlaşmış taşınmazları gerçekte bağışladığı halde 1978’de haricen sattığını, kadastro tesbitlerinin zilyetleri adına yapılmasına muvafakat ettiğini bildirmiştir. Görüldüğü gibi muris muvazasının tipik örneği ortaya çıkmıştır. Taraf iradeleri satış doğrultusunda birleşmediği, bağışa yönelik olduğu halde satış olarak ifade edilmiştir.
Muris muvazaası olarak tanımlanan muvazaa niteliği itibariyle BK.nun 18. maddesinde söz edilen bir muvazaadır, kaynağını 01.04.1974 tarihli 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararından almaktadır.
Bilindiği gibi 01.04.1974 tarihli İ.B.K.’da ( …Bir kimsenin mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak amacıyla gerçekte bağışlamak isteği tapulu taşınmazı için Tapu Sicil Memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmesi halinde saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların görünürdeki satış sözleşmesinin muvazaalı olduğunu, gizlenen bağış sözleşmesinin de biçim koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabilecekleri… ) öngörülmüştür.
Davaya konu işlem, Kadastro ekibi önünde değil de, aynı gün Tapu Sicil Müdürlüğünde yapılmış olsaydı, olayda muvazaaya dayalı iptal davasının unsurları gerçekleşecek ve davanın kabulüne karar verilecekti. Çünkü, miras bırakanın diğer mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla gerçekte oğullarına bağışladığı taşınmazları onlara satmışçasına işlem yaptırdığı, böylece iradesi ile beyan arasında kasti bir uyuşmazlık yaratarak muvazaaya başvurduğu açıkça saptanmıştır. Ancak somut olayda işlem kadastro bölgesinde vuku bulmuştur. Yüce Genel Kurul çoğunluğuna göre burada artık 01.04.1974 günlü 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uygulanamaz. Zira, Mülga 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/B ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 13/B-a maddesine göre miras bırakan işleme muvafakatını bildirmekle, tek taraflı irade beyanı ile mülkiyeti geçirmiştir. Usulüne uygun olarak yapılan bu beyan yeterlidir ve bunun harici satış bağış vesair akitlerle birleşmesi de gerekmez.
Kanunları, Hukukun genel esaslarına göre yorumlamak zorunludur. Resmi memur olan kadastro teknisyenleri huzurunda kayıt maliklerinin verdiği muvafakat, geçersiz sözleşmeyi muteber kılmıştır düşüncesi hukukun genel prensiplerine aykırıdır. Kayıt maliklerinin tek taraflı olarak verdiği muvafakat özünde geçersiz olan sözleşmeye sıhhat kazandıramaz.
Miras hakkı mirasçıların doğrudan doğruya kendi şahıslarına tanınmış bir hak olup Anayasanın 35. maddesiyle Anayasa güvencinin altındadır. Saklı payda miras bırakanın üzerinde bir tasarrufta bulunamayacağı bir haktır. Miras bırakan saklı pay üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunamaz.
Bizimde taraftar olduğumuz görüşe göre 27.10.1971 t. 7/622 sayılı HGK.’da da belirtildiği gibi muvafakat tek başına tasarrufi bir işlem olarak nitelendirilemez. M.K.’nun 922. maddesinde sözü edilen tescil isteği biçiminde nitelendirilebilir. ( Ozanalp, Tapulama Kanunu şerhi 1976 S. 341. 132 nolu İçtihatı ) Muvazaa geçersiz olan bir taahhüt muamelesine sıhhat kazandıramaz. Taahüt muamelesi geçerli ise işte o zaman tescil isteme beyanı yerine geçer.
Yüksek çoğunluğun ve Yüksek Özel Dairenin kabul ettiğinin aksine muvafakatın bildirilmesi mülkiyeti zilyet adına geçirilip, onun üzerine tesbitin yapılabilmesi muris muvazaasında söz konusu olamaz. Çünkü satış olarak sunulan taahhüt muamelesinde iradeler satış doğrultusunda birleşmediğinden geçersizdir. Muvafakat birleşmeyen iradeleri birleştiremez.
Keza tasfiye yasalar ile de olsa Anayasal hakların özlerine dokunulmaz. Genel Hukuk Kuralları bertaraf edilemez. Olsa olsa işlemin çabuk sonuçlanması için özel hükümler konabilir. Kadastro ( tapulama ) Kanunlarında da yapılan budur. Taraflar kadastro sırasında bir işlem yapmak istemişler veya daha önce Genel Hukuk Kurallarına uygun ancak şekle aykırı olarak bir sözleşme yapmışlarsa kolaylık sağlama ve bazen de uzun süre devam eden fiili duruma hukuki sonuç bağlama yoluna gidilmiştir. Bu maddelerle kişilerin istenirse miras haklarından hele hele mahfuz hisselerinden murisin iradesiyle yoksun bırakılabileceği kabul edilmemiştir. Aksini iddia hakka hukuka uymaz, yanlış olur.
Kadastro Kanununun 13. maddelerini bu çerçeve içinde mütala etmek lazımdır. Basit bir muvafakat beyanına tek taraflı akid kurucu nitelik vermek doğru olmaz. Böyle bir düşünce M.K. ve B.K. sistemini zaafa uğratabileceği gibi adalet duygusuna aykırı sonuçlar da doğurur. Şöyle ki kadastro çalışma alanındaki köyde oturan kişi ile çalışma alanı dışındaki bitişik köydeki şahısların aynı nitelikteki muvazaalı satışları değişik sonuçlar doğuracak birinin mirasçılardan mal kaçırmasına göz yumularak değer tanınacak, diğerininkine değer verilmeyecektir. Bu hukuk mantığına, Anayasanın eşitlik prensiplerine de aykırıdır.
Tasfiye amacı ile olsa bile kanunlar hukuk düzenine, adalet duygusuna ters hükümler içeremez. Burada da 01.04.1974 gün 1/2 sayılı İBK. aynen uygulanmalı, satış akti iradeler birleşmediğinden geçersiz sayılmalı, gizlenen bağış akdi ise karşılıklı iradeler resmi memur önünde birleşmemiş ise de işlem kadastro çalışma alanında vuku bulduğundan bu şekle aykırılığın KK. 13/B-a da yer olan muvafakat beyanı ile izale edildiğini, bağışın geçerli olduğu ve tenkis gerekeceği kabul edilmelidir.
Açıklanan bu nedenlerden dolayı çoğunluğun görüşüne katılmıyorum.
Halil KILIÇ
17. Hukuk Dairesi Üyesi

MURİS MUVAZAASI – TAPU İPTALİ VE TESCİLİ- HASTA VE YAŞLI OLAN KAYINPEDERİNE BAKAN GELİNE YAPILAN TAPU DEVRİ

T.C
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi

2016/13155 E. , 2019/5597 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasında birleştirilerek görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar asıl ve birleştirilen davada davalı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi …’ün raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

-KARAR-

Asıl dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı pay oranında tapu iptal ve tescil; birleştirilen dava ehliyetsizlik ve muris muvazaası hukuksal nedenlerine dayalı tapu iptali ve tescil, olmazsa tenkis isteğine ilişkindir.
Asıl davada davacılar … ve …, mirasbırakan babaları …’in 334 parsel sayılı taşınmazda yer alan 4 nolu bağımsız bölümünün intifa hakkını uhdesinde bırakarak gelini olan davalıya satış suretiyle devrettiğini, murisin mal satmaya ihtiyacı olmadığın gibi davalının alım gücünün bulunmadığını, temlikin mirastan mal kaçırma amaçlı, bedelsiz ve muvazaalı olduğunu ileri sürerek tapu kaydının iptali ile miras payları oranında adlarına tescilini istemişlerdir.
Birleştirilen davada davacı …, mirasbırakan …’in 334 parsel sayılı taşınmazdaki 4 nolu bağımsız bölümünün intifa hakkını uhdesinde bırakarak gelini olan davalıya satış suretiyle devrettiğini, işlem tarihinde 92 yaşında ve birçok hastalığı olan mirasbırakanın fiil ehliyetini haiz olmadığını, devrin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olarak gerçekleştiğini ileri sürerek, tapu kaydının iptali ile miras payı oranında adına tesciline, olmadığı takdirde tenkise karar verilmesini istemiştir.
Davalı, taşınmazı bedeli karşılığında satın aldığını, ayrıca kayınpederi olan …’in bakımının tarafından yapıldığını, murisin mal kaçırma amacının bulunmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, temlikin muvazaalı olduğu gerekçesiyle asıl ve birleşen davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; 1929 doğumlu mirasbırakan …’in 19.12.2014 tarihinde öldüğü, geride mirasçı olarak davacı çocukları …,… ve … ile dava dışı oğlu Veysel K.’nin kaldığı, mirasbırakan …’nin maliki olduğu 334 parseldeki 4 nolu bağımsız bölümün intifa hakkını üzerinde bırakıp çıplak mülkiyetini 06.08.2013 tarihinde davalı gelini …’e satış suretiyle temlik ettiği anlaşılmaktadır.
Mirasbırakanın ölüm tarihi itibariyle terekesi elbirliği mülkiyetine tabidir. Terekeye karşı yapılan mülkiyetten kaynaklanan haksız fiil niteliğindeki muris muvazaası ve elatmanın önlenmesi gibi davalar dışında ehliyetsizlik, vekâlet görevinin kötüye kullanılması vs. gibi davalarda terekeyi temsil eden tüm mirasçıların bir arada hareket etmek suretiyle davayı birlikte açmaları, ayrıca, mirasçılardan birisinin terekeye iade şeklinde dava açması halinde de tüm mirasçıların muvafakatlarının sağlanması, aksi takdirde terekenin atanacak temsilci marifetiyle davada temsil edilmesi ve yürütülmesi gerekeceği (T.M.K. 640 md.) tartışmasızdır.
Somut olayda, üçüncü kişiye karşı açılan pay oranında iptal-tescil istekli birleştirilen davada açıklanan nedenle ehliyetsizlik iddiası bakımından inceleme yapılmamış olmasında bir isabetsizlik yoktur.
Bilindiği üzere, uygulamada ve öğretide “muris muvazaası” olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibariyle nisbi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür. Söz konusu muvazaada miras bırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir.
Bu durumda, yerleşmiş Yargıtay içtihatlarında ve 01.04.1974 tarihli 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmesi de Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 706., Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 237. (Borçlar Kanunu’nun (BK) 213.) ve Tapu Kanunu’nun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler.
Hemen belirtmek gerekir ki; bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, mirasbırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alım gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile mirasbırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
Öte yandan; satışa konu edilen bir malın devrinin belirli bir semen karşılığında olacağı kuşkusuzdur. Semenin bir başka ifade ile malın bedelinin ise mutlaka para olması şart olmayıp belirli bir hizmet ya da emek de olabileceği kabul edilmelidir. Esasen, yukarıda da değinildiği üzere muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı olarak açılan davaların hukuki dayanağını teşkil eden 01.04.1974 günlü 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında mirasbırakanın gerçek iradesinin mirasçıdan mal kaçırma olması halinde uygulanabilirliğinin kabulü gerekir. Başka bir ifade ile murisin iradesi önem taşır.
Somut olayda, mirasbırakan …’nin temliki yaptığı tarihte 84 yaşında olduğu, davalı ile aynı apartmanda altlı üstlü oturdukları, murisin bakımının davalı tarafından yapıldığı tanıklarca bildirilmiş olup, temlikin mal kaçırma amacıyla değil bakım karşılığı minnet duygusu ile yapıldığı sonucuna varılmaktadır.
Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.
Davalının yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 31.10.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

MUVAZAA – MİNNET DUYGUSUYLA YAPILAN DEVİR İŞLEMİ

T.C
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi

2016/13269 E. , 2019/5778 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde tenkis davası sonunda yerel mahkemece davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar, davalılar vekili tarafından süresinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi …’ün raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

-KARAR-

Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil, olmazsa tenkis isteğine ilişkindir.
Davacılar, mirasbırakan babaları …’nin maliki olduğu … ada … parsel sayılı taşınmazının ½ hissesini eşit paylarla davalı oğlu … ile davalı gelini …’a, kalan ½ hissesini de adı geçen gelininin kardeşi olan diğer davalı …’ye satış suretiyle temlik ettiğini, murisin taşınmazını satmasını gerektirir bir durumu olmadığını, asıl amacının bağış olduğunu, temliklerin mirastan mal kaçırma amaçlı, bedelsiz ve muvazaalı olduğunu ileri sürerek tapu kaydının iptali ile mirasçılar adına tescilini, olmadığı takdirde tenkisini istemişlerdir.
Davalılar, iddiaların doğru olmadığını, mirasbırakan ile davalılar … ve …’ın 1986 yılından beri birlikte yaşadıklarını, ölümüne dek tüm bakım ve ihtiyaçlarının kendileri tarafından karşılandığını, davacıların ise mirasbırakanla hiç ilgilenmediklerini, arayıp sormadıklarını, murisin eşi …’in 2008 yılında ölümünden sonra paraya ihtiyaç duyduğu bir dönemde, diğer davalı …’nin altınlarını satarak taşınmazın ½ hissesini bedeli karşılığında satın aldığını, ayrıca murisin başkaca taşınmazlarının da bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuşlardır.
Mahkemece, iddianın kanıtlandığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; 1927 doğumlu mirasbırakan …’nin 03.12.2014 tarihinde öldüğü, geride mirasçı olarak davanın tarafları olan davacı çocukları …, … ve … ile davalı oğlu …’ın kaldıkları, çekişme konusu … ada … parsel sayılı taşınmazın tamamı mirasbırakan … adına kayıtlı iken ½ hissesini 22.02.1999 tarihinde davalı oğlu … ve davalı gelini …’a eşit paylarla satış suretiyle temlik ettiği, sonrasında kalan ½ hissesini de 13.08.2008 tarihinde diğer davalı …’ye satış yoluyla devrettiği anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere, uygulamada ve öğretide “muris muvazaası” olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibariyle nisbi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür. Söz konusu muvazaada miras bırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir.
Bu durumda, yerleşmiş Yargıtay içtihatlarında ve 1.4.1974 tarihli 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmesi de Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 706., Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 237. (Borçlar Kanunu’nun (BK) 213.) ve Tapu Kanunu’nun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler.
Hemen belirtmek gerekir ki; bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, mirasbırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alım gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile mirasbırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
Öte yandan; satışa konu edilen bir malın devrinin belirli bir semen karşılığında olacağı kuşkusuzdur. Semenin bir başka ifade ile malın bedelinin ise mutlaka para olması şart olmayıp belirli bir hizmet ya da emek de olabileceği kabul edilmelidir. Esasen, yukarıda da değinildiği üzere muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı olarak açılan davaların hukuki dayanağını teşkil eden 01.04.1974 günlü 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında mirasbırakanın gerçek iradesinin mirasçıdan mal kaçırma olması halinde uygulanabilirliğinin kabulü gerekir. Başka bir ifade ile murisin iradesi önem taşır.
Somut olayda, yukarıda değinilen ilke ve olgular tüm dosya içeriği tanık anlatımları ile birlikte değerlendirildiğinde, mirasbırakanın davalı oğlu … ve davalı gelini … ile uzun yıllardır birlikte yaşadığı, dava konusu taşınmaz dışında murisin başka mallarının da olduğu, mal kaçırma kastı olsaydı bu taşınmazlarını da temlik edeceği, gerçek amaç ve iradesinin mirasçıdan mal kaçırmak olmadığı, davalı oğlu ve gelinine duyduğu minnet duygusuyla hareket ettiği sonuç ve kanaatine varılmaktadır.
Ayrıca, TMK’nın 6. maddesi ve HMK’nın 190. maddesinde düzenlendiği üzere herkes iddiasını kanıtlamakla yükümlüdür. Mevcut deliller ile diğer davalı … yönünden de yapılan temlikin muvazaalı olduğu hususu davacılar tarafından usulünce kanıtlanmış değildir.
Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.
Davalıların yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 11.11.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

RUHİ BÜTÜNLÜĞÜN İHLALİ, SİNİR BOZUKLUĞU VEYA HASTALIĞI GİBİ HALLERDE BİR KİMSENİN CİSMANİ ZARARA MARUZ KALDIĞI KABUL EDİLEREK EŞİ, ANA-BABASI VEYA ÇOCUKLARININ MANEVİ TAZMİNAT TALEPLERİ

T.C
YARGITAY
17. Hukuk Dairesi

2014/116 E. , 2015/8087 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davacılar vekili, davalılar … ve … vekili ile davalı … Otomotiv Ltd. Şti. vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacılar vekili; davacı … ve …’ın, sürücü belgesi olmayan …’in kullandığı aracın çarpması sonucu yaralandıklarını ve her iki davacıda da iş gücü kaybı oluştuğunu, bir süre ailelerinin sürekli bakımına muhtaç durumda kaldıklarını, müvekkillerinin maddi ve manevi olarak yıprandığını belirterek, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla, davacı … için yapılan harcamalardan kaynaklanan 2.000 TL, işgücü kaybı nedeniyle 2.000 TL olmak üzere toplam 4.000 TL maddi, 20.000 TL manevi; davacı … için 1.000 TL maddi, 10.000 TL manevi; davacılar … ve … ile … ve … için kişi başına 2.500’er TL manevi tazminatın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı … Otomotiv Ltd. Şti. vekili; davanın reddini savunmuştur.
Davalı … ve … vekili; davacıların yaralanmalarının iddia ettikleri kadar ağır olmadığını, talep edilen tazminatların fahiş olduğunu ileri sürerek, davanın reddini istemiştir.
Mahkemece; davacı … ve … ile … ve …’ın kendileri için açtıkları manevi tazminat davalarının reddine; davacı … ve …’ın maddi ve manevi tazminat davalarının kısmen kabulüne, … için 600 TL maddi, 5.000 TL manevi; … için 240 TL maddi, 2.500 TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili, davalılar … ve … vekili ile davalı … Otomotiv Ltd. Şti. vekili tarafından temyiz edilmiştir.
1-6100 Sayılı HMK.’nun geçici 3/2. maddesi delaletiyle 1086 sayılı HUMK.’nun 427. maddesinde öngörülen kesinlik sınırı 01.01.2013 tarihinden itibaren 1.820,00 TL’ye çıkarılmıştır.
Temyize konu kararda, davacı … için 600 TL, … için 240 TL maddi tazminatın davalılardan tahsiline karar verilmiştir.
Temyize konu karar anılan yasanın yürürlüğünden sonra verildiğinden maddi tazminat yönünden verilen karar miktar itibariyle davalılar yönünden kesin niteliktedir. Kesin olan kararların temyiz istemleri hakkında mahkemece bir karar verilebileceği gibi, 01.06.1990 gün 3/4 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca …’ca da temyiz isteminin reddine karar verilebileceğinden davalılar … ve … vekili ile davalı … Otomotiv Ltd. Şti. vekilinin maddi tazminat hükmüne yönelik temyiz isteminin reddine karar vermek gerekmiştir.
2-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davalılar … ve … vekili ile davalı … Otomotiv Ltd. Şti. vekilinin yerinde görülmeyen tüm, davacılar vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.
3-Dava Borçlar Kanunu’nun 46. maddesi (6098 sayılı TBK md. 54) gereğince bedensel zarar nedeniyle maddi ve BK m. 47 gereğince (TBK m. 56) manevi tazminat istemine ilişkindir.
Doktrinde ve yerleşik içtihatlarda da belirtildiği gibi cismani zarar kavramına ruhi bütünlüğün ihlali, sinir bozukluğu veya hastalığı gibi hallerin de girdiği, bir kimsenin cismani zarara maruz kalması sonucunda onun eşi, ana-babası veya çocukları gibi çok yakınlarından birinin de aynı eylem nedeniyle hukuken korunan ruhi ve asabi sağlık bütünlüğü ağır bir şekilde haleldar olmuşsa bu durumda yansıma yolu ile değil doğrudan doğruya zarara maruz kalmasının söz konusu olduğu ve manevi tazminat isteyebileceği kabul edilmiştir (YHGK., 2010/4-77 Esas, 2010/82 Karar; YHGK., 26.04.1995 tarih, 1995/11-122 Esas, 1995/430 Karar).
Borçlar Kanunu’nun 47. ve 49. maddeleri hükmü uyarınca, davacı küçük … ve …’ın uğradıkları bedensel zarar nedeniyle davacı anne ve babalarınının acı ve ızdırap duyduğu kabul edilerek, davalının kusur durumu, olayın meydana geliş biçimi, iyileşme süresi ve sonuçları, tarafların ekonomik ve sosyal durumu, duyulan acı gibi nedenler dikkate alınarak davacılar … ve … ile … ve … için hakkaniyete uygun bir manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken, davacıların manevi tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi isabetli olmamıştır.
SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalılar… ve … vekili ile davalı … Otomotiv Ltd. Şti. vekilinin maddi tazminatlara ilişkin temyiz itirazlarının hükmün kesin olması nedeniyle reddine, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, davalılar … ve …vekili ile davalı … Otomotiv Ltd. Şti. vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, (3) numaralı bentte açıklanan nedenle davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün davacılar yararına BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine, aşağıda dökümü yazılı 226,33 TL kalan onama harcının temyiz eden davalılar …, … ve … Otomotiv Ltd. Şti’den alınmasına 2.6.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

MİNNET DUYGUSUYLA DEVREDİLEN TAŞINMAZLARA KARŞI MUVAZAA İDDİASININ İLERİ SÜRÜLEMEYECEĞİ

T.C
HUKUK GENEL KURULU
2017/1263 E. , 2019/603 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Acıpayam Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 22.05.2012 tarihli ve 2010/565 E., 2013/221 K. sayılı kararın davalılar vekili tarafından temyizi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 28.05.2012 tarihli ve 2013/6625 E., 2013/8684 K. sayılı kararı ile:
“…Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali tescil, olmadığı takdirden tenkis isteklerine ilişkindir.
Mahkemece, muvazaa olgusu sabit görülerek davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; miras bırakanlar Fatmaana’nın 16.02.2004 Şükrü’nün ise 12.12.2009 tarihinde öldükleri, yasal mirasçı olarak davacı kızları, davalı oğlu İbrahim ile ölen oğullarından olma torunlarını bıraktıkları, miras bırakan Fatmaana’nın 20.02.1985 tarihinde kayden maliki olduğu 5673 parsel sayılı taşınmazı davalı oğlu İbrahim’e; diğer miras bırakan Şükrü’nün maliki olduğu 5672 parsel sayılı taşınmazı 12.02.2004 tarihinde davalı …’in eşi diğer davalıya satış suretiyle temlik ettikleri anlaşılmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki; 5673 parsel sayılı taşınmaz bakımından, miras bırakan tarafından davalı …’e yapılan temliki tasarrufun diğer mirasçılardan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu belirlenmek ve benimsenmek suretiyle yazılı olduğu üzere karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur. Davalı …’in bu yöne değinen temyiz itirazları yerinde değildir, oybirliği ile REDDİNE,
Davalı …’nin temyiz itirazına gelince; bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
Öte yandan, satışa konu edilen bir malın devrinin belirli bir semen karşılığı olacağı kuşkusuzdur. semenin bir başka ifade ile malın bedelinin ise mutlaka para olması şart olmayıp, belirli bir hizmet veya emekte olabileceği kabul edilmelidir. (HGK’nun 29.04.2009 tarih 2009/1-130 E. 2009/150 K. sayılı kararı)
Somut olaya gelince, 1917 doğumlu miras bırakan Şükrü’nün 92 yaşında öldüğü, çekişme konusu arsa niteliğindeki taşınmazı davalı gelini Kamile’ye 2004 yılında temlik ettiği, davalı …’in ise bu dönemde yurt dışında bulunduğu, eşi 2004 yılı başlarında ölen miras bırakan Şükrü’ye davalı …’nin baktığının tanık anlatımlarından anlaşıldığı, keza miras bırakan Şükrü’nün terekesinde başka taşınmazlar bulunduğu, mal kaçırma kastıyla hareket etmesi halinde bu taşınmazları da temlik edebileceği halde etmediği görülmektedir.
O halde, yukarıda değinilen somut olgular, açıklanan ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde, miras bırakan Şükrü’nün yapmış olduğu temlikle ilgili gerçek amaç ve iradesinin mirasçılardan mal kaçırmak olduğunu söyleme imkanı bulunmamaktadır.
Hal böyle olunca, 5672 parsel bakımından davanın reddine karar verilmesi gerekirken, kabulü yönünde hüküm kurulmuş olması doğru değildir…”
gerekçesi ile oy çokluğuyla bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde tenkis isteğine ilişkindir.
Davacılar vekili, müvekkillerinin annesi Fatmana Hayda’nın 5673 parsel sayılı arsayı davalı oğlu …’ya, annelerinin ölümünden sonra yalnız kalan babaları Şükrü Hayda’nın da aynı yerde kayıtlı 5672 parseli gelini olan davalı …’ya gerçekte bağışladıkları hâlde mirasçılarından mal kaçırmak amacıyla tapuda satış suretiyle devrettiklerini, murislerin taşınmazları satmaya ihtiyacı bulunmadığını, müvekkillerinden mal kaçırmak gayesiyle hareket ettiklerini, tapudaki satış bedellerinin de bunu gösterdiğini, murislerin dört oğlu ile dört kızı varken davalı … dışındaki oğullarının vefat ettiğini, mal kaçırmada bu hususun da etkili olduğunu, davalıların murisin yaşı ve saffetinden de yararlanmış olabileceklerini düşündüklerini, aksi hâlde gelinine yapılan satışın makul bir sebebinin bulunmadığını, davalıların alım güçlerinin de olmadığını ileri sürerek, davacıların miras payları oranında tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde ise tenkis isteğinde bulunmuştur.
Davalılar vekili, iddianın gerçek dışı olduğunu, müvekkillerinden …’nın 5673 parseli 20.02.1985 tarihinde ortak muris Fatmana Hayda’dan, …’nın ise 5672 parseli 12.04.2004 tarihinde ortak muris Şükrü Hayda’dan satın aldığını, her iki taşınmazın da gerçek değerleri üzerinden alındığını, murislerin ekonomik durumlarının da iddia edildiği gibi olmadığını, hayatlarının yoksulluk içerisinde geçtiğini, en az 30-35 yıl boyunca infak ve iaşelerinin müvekkilleri tarafından sağlandığını, yıllarca yatağa bağımlı kalan her iki murisin de müvekkilleri tarafından bakılıp tedavilerinin yaptırıldığını, neredeyse her gün aynı çatı altında refakat ederek tüm zamanlarını ayırdıklarını, davacılar ve diğer kardeşlerin ise bir katkılarının bulunmadığını, cenazelerine dahi katılmadıklarını, ayrıca davalıların her yıl tütün ekerek birikim yaptıklarını, yine müvekkili İbrahim’in sigortalı-sigortasız çalışmaları bulunduğu gibi bir süre de İtalya’da çalıştığını, bu birikimlerinin bir kısmını taşınmazları satın alırken kullandıklarını belirterek davanın reddini talep etmiştir.
Yerel mahkemece, her iki taşınmazın da tapuda gösterilen bedellerinin gerçek değerlerinin çok altında olduğu, davacı tanıklarının beyanında geçtiği üzere muris Fatmana ve Şükrü’nün bu taşınmazları satmaya ihtiyaçları bulunmadığı gibi hacca gidip gelecek kadar maddi durumlarının iyi olduğu, sırf yaşlandıklarında davalı … ve Kamile’nin kendilerine bakmaları için taşınmazları devrettikleri ve her iki taşınmazın devrinin de muvazaalı olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Karar davalılar vekilince temyiz edilmiş, Özel Dairece yukarıda karar başlığında açıklanan gerekçelerle davaya konu 5672 parsel bakımından karar bozulmuştur.
Mahkemece, bozma kararında satışa konu edilen bir malın bedelinin para olmasının şart olmadığı, bedelin bir hizmet veya emek de olabileceği ve davalı …’nin murise bakmak suretiyle taşınmaz bedelini ödediğinin kabulü gerektiği belirtilmiş ise de; taşınmazın bu saikle temlik edildiğini davalının ispatlaması gerektiği, ancak davalı tarafın taşınmazın gerçek bedeli karşılığında satın alındığını ileri sürdüğü, davalının murise bakmış olması gerçekten bir hizmet olarak kabul edilse dahi böyle bir savunmanın bulunmadığı, ayrıca murisin gerçek iradesi taşınmaz karşılığı bakım sağlamak ise bunun usulüne uygun bir bağış veya ölünceye kadar bakma akdiyle yapılıp gerçek iradenin işleme yansıtılması gerektiği, sonuç olarak yapılan devrin muvazaalı olduğu gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararı davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava konusu 5672 parsel sayılı taşınmazın mirasbırakan Şükrü Hayda tarafından davalı gelini …’ya yapılan temlikinin gerçekte mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki; irade ve beyan arasında bilerek yaratılan uyumsuzluk şeklinde tanımlanan muvazaa, pozitif hukukumuzda 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 19. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 18.) maddesinde düzenlenmiş ve anılan maddede, “Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır.” hükmüne yer verilmiştir.
Buna göre muvazaa; tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile ve fakat kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmalarıdır, şeklinde tanımlanabilir.
Muvazaa daha çok sözleşmenin yorumuyla ilgili olduğundan, öğreti ve uygulamada kapsamlı olarak incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır. Gerek öğretide ve gerekse uygulamada muvazaa, mutlak ve nispi muvazaa olarak iki gruba ayrılmaktadır; mutlak muvazaada taraflar herhangi bir hukuki işlem yapmayı (oluşturmayı) istemezler, yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; nispi muvazaada ise taraflar gerçekten belli bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amacıyla, bir başka hukuki işlemin kurulduğu görüşünü yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar.
Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki (zahiri) işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmaz. Muvazaada görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanmaktadır.
Eldeki davanın konusunu oluşturan ve “muris muvazaası” olarak isimlendirilen muvazaa türünün ise Türk Hukukunda büyük bir yeri ve önemi vardır. Muvazaa davalarının büyük bölümü muris muvazaasına ilişkin bulunmaktadır.
Az yukarıda açıklanan Türk Borçlar Kanununun genel hükmü dışında muris muvazaasına ilişkin bir düzenleme kanunlarımızda yer almamaktadır. Muris muvazaası kaynağını daha çok Yargıtay İçtihatlarından ve bilimsel görüşlerden almakta ise de esas kaynağını 1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı oluşturmaktadır.
1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı içtihadı Birleştirme Kararı ile “Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına” karar verilmiştir.
1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, miras bırakanın tapulu taşınmazlarının temliklerinde yaptığı muvazaalı işlemlere ilişkindir.
Muris muvazaasında, miras bırakan ile sözleşmenin karşı tarafı, aralarında yaptıkları bağış sözleşmesini genellikle satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile gizlemektedirler. Başka bir anlatımla, miras bırakan ile karşı taraf malın gerçekten temliki hususunda anlaşmışlardır. Görünüşteki ve gizlenen sözleşmelerin her ikisinde de samimi olarak temlik istenmektedir. Ne var ki, görünüşteki satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesinin vasfı (niteliği) muvazaalı sözleşme ile değiştirilmekte, ayrıca gizli bir bağış sözleşmesi düzenlenmektedir. Görünüşteki sözleşmenin vasfı (niteliği) tamamen değiştirildiğinden, muris muvazaası aynı zamanda “tam muvazaa” özelliği de taşınmaktadır.
Muris muvazaası iddiasına dayalı uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşınmaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
Mirasbırakan tarafından yapılan temlikin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunun ispatı hususuna gelince; gerek 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 6. maddesindeki “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” düzenlemesi ve gerekse 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 190/1. maddesindeki “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” düzenlemesi uyarınca bu husustaki ispat yükünün davacı tarafa ait olduğu açıktır.
Bu açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; dava konusu 5672 parsel sayılı taşınmazın 1917 doğumlu mirasbırakan Şükrü Hayda adına kayıtlı iken 12.04.2004 tarihinde satış suretiyle davalı …’ya temlik ettiği, temlik tarihinde mirasbırakanın oldukça ileri bir yaşta olduğu, eşinin de kısa bir süre önce vefat ettiği, sosyal güvencelerinin bulunmadığı, mirasbırakanın eşi Fatmana Hayda’nın ölmeden önce hasta olup uzunca bir süre yatağa bağımlı bir şekilde yaşadığı, bu sırada her türlü bakım ve ihtiyaçlarının davalı gelini tarafından sağlandığı, tedavi için yattığı hastanede günlerce kaldığı, bu sırada dahi yanında sadece davalının kalarak refakat ettiği, 12.12.2009 tarihinde vefat eden mirasbırakanın da ölmeden önce üç dört yıl kadar yatağa bağımlı yaşadığı, bu zor günlerinde ölünceye kadar davalı ve eşi tarafından bakılarak tüm ihtiyaçlarının onlar tarafından temin edildiği, davacı kızlarının ise gerekli ilgiyi göstermedikleri dosyada dinlenen tanık beyanlarından anlaşılmaktadır.
Tüm bu olayların gelişiminden, murisin eşinin ölümünden sonra yalnız kaldığı, sağlık sorunları nedeniyle eşinin tüm bakımını yapan ve ona destek olan gelinine eşinin ölümünden kısa bir süre sonra taşınmazını temlik ettiği görülmektedir.
Öncelikle belirtilmelidir ki, davacıların mirasbırakan tarafından yapılan bu temlikin diğer mirasçılardan mal kaçırma amacıyla yapıldığını kanıtladıklarını söyleme imkanı bulunmamaktadır. Mirasbırakanın, davalının eşine sağladığı bakım ve desteğin yarattığı minnet duygusu yanında ileride kendisine de bakacağı düşüncesi ve güveniyle hareket ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim murisin ölmeden önce kendisine bakması için dava konusu taşınmazı davalıya sattığı bir kısım davacı tanıkları tarafından da dile getirilmiştir. Her ne kadar taşınmazın resmî akitteki değeri ile gerçek değeri arasında fark bulunmakta ise de salt bedeller arasındaki oransızlık muvazaanın varlığı için yeterli delil olmadığı gibi terekesinde başka taşınmazları bulunan mirasbırakanın mal kaçırma amacıyla hareket etmesi hâlinde bu taşınmazları da temlik edebileceği hâlde etmediği gözetildiğinde, dava konusu taşınmazın temlikinin muvazaalı olmadığının kabulünü gerektirmektedir.
Diğer taraftan, temlik tarihinden sonra yatağa bağımlı halde yaşayan kayınpederine normal bir bakımın ötesinde bakım ve destek sağlayan davalının bu aşırı hizmetinin semen olarak değerlendirilmesi hukuka uygun düşeceğinden, böyle bir durumda yapılan temlikin ivazlı olduğunun kabulü gerekmektedir.
Nitekim, Hukuk Genel Kurulunun 28.04.2009 tarih ve 2009/1-130 E., 2009/150 K. sayılı kararı ile 16.06.2010 tarih ve 2010/1-295 E., 2010/333 K. sayılı kararında da aşırı hizmetin semen olarak değerlendirilmesi gerektiği hususu benimsenmiştir.
Hâl böyle olunca; Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanunun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 23.05.2019 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

MURİS MUVAZAASI NEDENİYLE TAPU İPTALİ VE TESCİLİ- MİRASBIRAKANIN MİNNET DUYGUSAL YAPMIŞ OLDUĞU TEMLİKİ TASARRUF

T.C
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi

2019/1944 E. , 2019/2965 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : … BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ … HUKUK DAİRESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasındaki görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın kabulüne ilişkin verilen kararın davalı vekili tarafından istinafı üzerine … Bölge Adliye Mahkemesi 1.Hukuk Dairesince istinaf başvurusunun esastan reddine dair verilen karar davalı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla, Tetkik Hakimi …’ın raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, düşünüldü.

– KARAR-

Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptal-tescil isteğine ilişkindir.
Davacılar, mirasbırakanları …’ın, … parsel sayılı taşınmazdaki (9) nolu bağımsız bölümünü satış göstermek sureti ile davalıya devrettiğini, yapılan işlemin mirastan mal kaçırmak amaçlı ve muvazaalı olduğunu ileri sürerek dava konusu taşınmazın tapu kaydının iptali ile payları oranında adlarına tescilini istemişlerdir.
Davalı, dava konusu taşınmazı 200.000 TL bedel karşılığında, bedeli murise elden ödemek sureti ile satın aldığını, hiçbir karşılık beklemeden murise bakıp onunla ilgilendiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, temlik işlemlerinin muvazaalı olduğu gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiş, verilen karara karşı istinaf talebinde bulunulması üzerine, … Bölge Bölge Adliye Mahkemesi 1. Hukuk Dairesi 20.12.2018 tarihli ilamı ile, ilk derece mahkemesi kararı usul ve yasaya uygun olup, istinaf nedenleri yerinde görülmediğinden 6100 sayılı HMK’nun 353/1.b.1 maddesi uyarınca başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden, 1947 doğumlu mirasbırakan …’ın 12.05.2016 tarihinde öldüğü, geriye davacı kardeşi Necla, davacı yeğenleri … ve …, davalı yeğeni … ile dava dışı yeğenleri … ve …’in kaldıkları, murisin adına kayıtlı … parsel sayılı taşınmazdaki mesken nitelikli 9 nolu bağımsız bölümünün, intifa hakkını üzerinde bırakarak çıplak mülkiyetini 03.09.2015 tarihinde satış yolu ile davalıya temlik ettiği anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere, uygulamada ve öğretide “muris muvazaası” olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibariyle nisbi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür. Söz konusu muvazaada miras bırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir.
Bu durumda, yerleşmiş Yargıtay içtihatlarında ve 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmesi de Türk Medeni Kanunun 706., Türk Borçlar Kanunun 237. (Borçlar Kanunun 213.) ve Tapu Kanunun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler.
Hemen belirtmek gerekir ki; bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, mirasbırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alım gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
Öte yandan, çekişme konusu taşınmazın satış şeklinde davalıya temlik edildiği görülmektedir. Hemen belirtilmelidir ki, satışa konu edilen bir malın devrinin belirli bir semen karşılığında olacağı kuşkusuzdur. Semenin bir başka ifade ile malın bedelinin ise mutlaka para olması şart olmayıp belirli bir hizmet veya bir emek de olabileceği kabul edilmelidir. Esasen yukarıda da değinildiği üzere muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı olarak açılan davaların hukuki dayanağını teşkil eden 01.04.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında miras bırakanın gerçek iradesinin mirasçıdan mal kaçırma olması halinde uygulanabilirliğinin kabulü gerekir. Bir başka ifade ile murisin iradesi önem taşır.
Ayrıca, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun(HMK) 190. maddesinde, “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir.”; 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun(TMK) 6. maddesinde, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür.” şeklinde yer alan hükümlerle, açılmış bir davada ispat sorumluluğunun kural olarak davacıya yüklendiği tartışmasızdır.
Somut olayda, açıklanan olgular ve tanık anlatımları yukarıda değinilen ilkelerle birlikte değerlendirildiğinde, mirasbırakanın mirasçılarından mal kaçırmasını gerektirir somut bir olgunun ortaya konulamadığı,pankreas kanseri olan murisin bakımı ve tedavisi ile davalının ilgilendiği,bu bakım karşılığında duyulan minnet duygusu nedeni ile dava konusu taşınmazın devredildiği sonucuna varılmaktadır.
Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile kabul edilmesi doğru değildir.
Davalının temyiz itirazı açıklanan nedenden ötürü yerindedir. Kabulü ile, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun(HMK) 373/1. maddesi uyarınca … Bölge Adliye Mahkemesi 1. Hukuk Dairesinin kararının ORTADAN KALDIRILMASINA, … 9. Asliye Hukuk Mahkemesi kararının 6100 sayılı HMK’nın 371. maddesi uyarınca BOZULMASINA, dosyanın kararı veren … 9. Asliye Hukuk Mahkemesine, kararın bir örneğinin … Bölge Adliye Mahkemesi 1. Hukuk Dairesine gönderilmesine, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 15/05/2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

ÖNALIM HAKKI- TAPUDA BİLDİRİLEN DEĞERİN DAHA SONRA DÜZELTİLMESİ- TAPU İPTALİ VE TESCİLİ- DÜRÜSTLÜK KURALI

T.C
YARGITAY
7. Hukuk Dairesi

2022/3608 E. , 2022/4946 K.

“İçtihat Metni”
7. Hukuk Dairesi
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 31/05/2019 gününde verilen dilekçe ile önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 20/02/2020 tarihli temyiz edilmeden kesinleşen hükmün Adalet Bakanlığının 30/03/2022 tarihli ve 39152028-153.01-1925-2021 Esas, 765/11812 Karar sayılı başvurusu ile HMK’nın 363. maddesi gereğince kanun yararına bozulması istenilmiş olmakla dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:

K A R A R

Dava, 5403 sayılı Kanunun 8/i maddesinde düzenlenen önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Davacı vekili, …,… ilçesi, …Mahallesinde kain davacının … ada 38 parsel sayılı taşınmazın maliki olduğunu, dava konusu … ada 39 parsel sayılı taşınmazın davalı tarafından 24.04.2019 tarihinde 2.000,00 TL bedel karşılığı satın alındığını, bu taşınmazların sınırdaş olduğunu belirterek, 5403 sayılı Kanunun 8/i maddesinde düzenlenen önalım hakkı nedeniyle dava konusu … ada 39 parsel sayılı taşınmazın müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili, dava konusu taşınmazın 75.000,00 TL bedel ile satın alındığını, satış bedelinin sehven tapuda 2.000,00 TL olarak gösterildiğini, ancak daha sonra resmi satış bedelinin 75.000,00 TL olarak düzeltildiğini ileri sürerek öncelikle davanın reddini, aksi kanaatte bulunulması halinde ise düzeltilen satış bedeli olan 75.000,00 TL üzerinden davanın kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulüne, dava konusu taşınmazın tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline, önalım bedeli olarak 2.040,00 TL olarak belirlenmesine kesin olmak üzere karar verilmiştir.
Davalı vekili tarafından hükme karşı kanun yararına bozma isteminde bulunulmuş ve Adalet Bakanlığı’nın 30.03.2022 tarihli 39152028-153.01-1925-2021- Esas, 765/11812 Karar sayılı yazısı ile davalı vekilinin temyiz istemi yerinde görülmekle dosya, temyiz istemi ile Dairemize gönderilmiştir.
Kanuni önalım hakkının, başlıca iki amacının olduğundan bahsedilir. Birincisi, paydaşlar arasına yabancı kişilerin girmesini önlemek; diğeri ise, paydaş sayısını azaltmak ve paylı mülkiyetin ortadan kalkmasını kolaylaştırmaktır.
Kanuni önalım hakkı, paylı mülkiyet ilişkisinin kurulduğu anda doğar ve mülkiyet ilişkisi devam ettiği müddetçe varlığını sürdürür; paydaşlardan birinin, payını üçüncü bir kişiye satması durumunda, önalım hakkı kullanılabilir hale gelir.
Türk Medeni Kanununun 733. maddesi uyarınca, pay satışının önalım hakkı sahibine bildirilmesinden itibaren üç ay içinde ve her halde satışın üzerinden iki yıl içinde, dava açılmak suretiyle kullanılması ve bu beyanın muhatabına ulaşması ile birlikte, önalım hakkı sahibi ile alıcı arasında yeni bir satış ilişkisi doğar.
4721 sayılı Türk Medenî Kanununun 2. maddesinde; herkesin haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uyması zorunluluğu getirilmiş, uyulmamasının yaptırımı olarak da hakkın kötüye kullanılmasının hukuk düzeni tarafından korunmayacağı belirtilmiştir.
Paylı mülkiyet ilişkisine tâbî bir taşınmazda, fiili taksimin mevcut olması durumunda yasal önalım hakkının kullanılmasını açıkça engelleyen bir düzenleme bulunmamasına rağmen, Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin ve Dairemizin istikrar bulmuş kararlarında; önalım davasına konu paya ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması, 4721 sayılı TMK’nin 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı; kötüniyet iddiasının, 14.02.1951 gün ve 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği ve hatta mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerektiği kabul edilmektedir.
Dava konusu olaya gelince; resmi satış sözleşmesine göre, davalı dava konusu taşınmazları 29.04.2019 tarihinde toplam 2.040,00 TL’ye satın almış; davalının 29.04.2019 tarihli dilekçesi ile Torbalı Vergi Dairesine başvuruda bulunarak dava konusu … ada 39 parseldeki gerçek satış bedelinin 75.000,00 TL olarak ifade edildiği, Torbalı Vergi Dairesinin 29.04.2019 tarihli, … ada 39 parsel için tapu harcı ve pişmanlık zammı açıklamalı, 1.489,20 TL miktarlı vergi dairesi alındısına göre, davalının gerçek değer olarak ifade ettiği miktar üzerinden harcı tamamladığı anlaşılmıştır. Bu düzeltme işlemi, önalım davasının açıldığı 31.05.2019 tarihinden önce tamamlanmıştır.
Davalı taraf, satış sözleşmesinde yer alan ve satış bedelinden kaynaklanan hatayı dava açılmadan önce yetkili merciye başvurmak suretiyle düzelttirmiştir.
Buradaki mesele; davalı tarafın, dava açılmadan önce resmi olarak düzenlenen sözleşmedeki herhangi bir hatayı düzelttirmeye hakkı ve yetkisinin bulunup, bulunmadığı; eğer düzeltme yapılmış ise bu düzeltmenin sözleşme dışındaki üçüncü kişilere etki edip etmeyeceğidir.
Taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan kaynaklanan daraltımlarından biri olan önalım hakkıyla ilgili yorumların ve değerlendirmelerin, mülkiyet hakkının özüne zarar verecek şekilde önalım hakkı sahibi lehine genişletilmesi doğru değildir. Bu nedenle, dava açılmadan önce gerçekleşen satış ve düzeltme işlemlerinin, bir bütün halinde ve hepsine eşit değer vererek mevcut durumun değerlendirilmesi gerekir. Önalım davasına konu satış sözleşmesine ve buradaki bilgilere dayanarak talepte bulunan davacının, dava açılmadan önce bu sözleşmedeki bir hatanın düzeltilmesine yönelik davalı işlemini kabul etmemesi 4721 sayılı Kanunun 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmaz. Davanın 75.000,00 TL satış bedeli üzerinden kabulü gerekirken, 2.040,00 TL üzerinden kabulü hukuka uygun değildir.
Bu nedenle Adalet Bakanlığının kanun yararına bozma istemi kabul edilerek, mahkeme kararının kanun yararına bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, Adalet Bakanlığının 30.03.2022 tarihli 39152028-153.01-1925-2021-Esas, 765/11812 Karar sayılı yazısı ile Kanun yararına bozma talebinin kabulüne, HMK’nın 363 maddesi gereğince hükmün hukuki sonuçları kalkmamak koşulu ile KANUN YARARINA BOZULMASINA, aynı Yasanın 363/son maddesi uyarınca kararın bir örneğinin Resmi Gazete’de yayımlanmak üzere Adalet Bakanlığı’na gönderilmesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na verilmesine, 07.09.2022 gününde oy birliği ile karar verildi.

MUHATABIN MERNİS ADRESİNE 21. MADDEYE GÖRE DOĞRUDAN MAVİ ZARFLA TEBLİGAT ÇIKARILAMAYACAĞI- USULSÜZ TEBLİGAT

T.C
YARGITAY
7. Hukuk Dairesi

2022/3956 E. , 2022/5161 K.

“İçtihat Metni”
7. Hukuk Dairesi
MAHKEMESİ : İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 7. Hukuk Dairesi
FER’İ MÜDAHİL : …
İLK DERECE
MAHKEMESİ : İstanbul 17. Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 22/09/2014 tarihinde verilen dilekçeyle önalım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil talep edilmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 05/07/2018 tarihli hükmün ve 12/09/2018 tarihli ek kararın istinaf yoluyla incelenmesi davalı vekili tarafından talep edilmiştir. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 7. Hukuk Dairesince istinaf talebinin esastan reddine dair verilen kararın davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içeriğindeki tüm kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü.

KARAR

Dava, önalım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkilinin …,… ada 2 parsel 170/2500 arsa paylı 1. kat 2 nolu bağımsız bölümde hissedar olduğunu, dava dışı hissedarın davalıya hissesini sattığını, satışın davacıya bildirilmediğini, tapuda gösterilen bedelin muvazaalı olarak yüksek gösterildiğini belirterek davalı adına kayıtlı hissenin önalım hakkına dayalı olarak tapu iptal ve tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı, davanın reddini savunmuştur.
İlk derece mahkemesince, davanın kabulü ile 29 ada 2 parsel 1. kat 2 nolu bağımsız bölümde kayıtlı taşınmazın davalı adına kayıtlı 1/4 hissesinin iptali ile davacı adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmiştir. Gerekçeli karar, davalı vasisi vekili Av. …’e 14.08.2018 tarihinde, davalı vekili Av. …’e 05.09.2018 tarihinde tebliğ edilmiştir. Davalı vekili Av. … 12.09.2018 tarihinde hükmü istinaf etmiştir. İlk derece mahkemesi 12.09.2018 tarihli ek karar ile, istinaf süresinin 11.09.2018 tarihi itibariyle dolduğu ve davalı vekilinin süresinden sonra 12.09.2018 tarihinde istinaf dilekçesini sunduğu gerekçesiyle istinaf talebinin süre yönünden reddine karar vermiştir.
Ek kararı, davalı vekili Av. … istinaf etmiştir. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 7. Hukuk Dairesi 2018/2202 E. 2019/355 K. sayılı ve 28.02.2019 tarihli kararı ile, davalı vekilinin istinaf süresinden sonra istinaf kanun yoluna başvurduğu anlaşıldığından davalı vekilinin ilk derece mahkemesinin istinaf talebinin reddine ilişkin 12.09.2018 tarihli ek kararına yönelik başvurusunun esastan reddine karar vermiştir.
Hükmü, davalı vekili Av. … temyiz etmiş, Dairemizin 2021/8213 E. 2022/147 K. sayılı ve 05.01.2022 tarihli ilamı ile, “TBK m. 513/1 (EBK m. 397/1) hükmü uyarınca vekil veya vekâlet verenin ehliyeti kaybetmesi, vekâlet sözleşmesinin sona erme nedeni olarak tayin edilmiştir. Vekâlet sözleşmesi, gerek vekilin, gerekse vekâlet verenin ayırtım gücünü kaybetmesi ve tam ehliyetsiz olması halinde sona erer. Aynı şekilde ayırtım gücüne sahip bulunan kişinin kısıtlanması veya yasal danışman atanması da sözleşmenin sona ermesi sonucunu doğurur. TMK’nın 471. maddesine göre; “Özgürlüğü bağlayıcı cezaya mahkûmiyet sebebiyle kısıtlı bulunan kişi üzerindeki vesayet, hapis hâlinin sona ermesiyle kendiliğinden ortadan kalkar”. Bu durumda kısıtlılık kendiliğinden ortadan kalkar. Kısıtlılığın kalkması için ayrıca bir mahkeme kararına ihtiyaç yoktur. I- 7201 sayılı Tebligat Kanunu, 19.01.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6099 sayılı Kanunla değiştirildikten sonra, gerçek kişilere yapılacak tebligatla ilgili olarak iki aşamalı bir yol benimsenmiştir. a) Bu kanun değişikliğine göre, muhatabın adres kayıt sistemindeki adresine, Kanunun 21/2. maddesi uyarınca doğrudan tebligat yapılması mümkün değildir. Muhataba çıkarılan ilk tebligatın, öncelikle bilinen veya gösterilen en son adresine, mavi renkli zarf kullanılmaksızın ve adres kayıt sistemindeki adres olduğuna ilişkin şerh verilmeksizin Kanunun 10. maddesine göre normal bir şekilde çıkarılması gerekir. Muhatabın bu adreste bulunmaması durumunda, tebliğ memurunca Kanunun 20 ve 21. maddesinin birinci fıkrası ile Tebligat Yönetmeliğinin 29. maddesi uyarınca, muhatap lehine olan araştırmalar yapılarak tebligatın kendisine ulaşması ve bilgilendirme işlemlerinin yerine getirilmesi gerekir. b) Muhatabın gösterilen adresten sürekli olarak ayrılması ve yeni adresinin de tebliğ memurunca tespit edilememesi durumunda, tebliğ evrakının tebligatı çıkaran merciye geri gönderilmesi gerekir. Ancak bu aşamadan sonra, Kanunun 10/2 ve Yönetmeliğin 16/2. maddeleri nazara alınarak, tebliğ evrakının açık mavi renkli zarfla, adresin muhatabın adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresi olduğu belirtilerek, Kanunun 21/2. maddesine göre tebliği mümkün olabilecektir. Tebligat Kanununun 10/2 ve 21/2. maddeleri farklı şekilde yorumlanarak, başka adresi bilinmediği gerekçesiyle muhatabın adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresine doğrudan doğruya 21/2. maddesine göre tebligat çıkartılması muhatabın savunma hakkını kısıtlayacağından, Anayasanın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesi ve 6100 sayılı HMK’nın “Hukuki dinlenilme hakkı” başlıklı 27. maddesi ile Tebligat Kanununun yukarıda bahsi geçen hükümlerine aykırı olacaktır.
Somut olaya gelince, davalı … vekili Av. … 23.10.2014 tarihli cevap dilekçesinin ekinde vekaletnamesini sunmuştur. Kocaeli 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2016/935 Esas, 2016/901 Karar sayılı ve 18.07.2016 tarihli ilamında, davalı …’in TMK’nın 407. maddesi gereğince kısıtlandığı ve eşi… kendisine vasi atandığı görülmüştür. Davalı vasisi, dosya içerisine alınan 25.07.2016 tarihli vekaletname ile davalıya Av. …’i vekil tayin etmiştir. Kocaeli 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2016/935 Esas, 2016/901 Karar sayılı ve 30.03.2017 tarihli ek kararı ile, kısıtlı …’in 07.02.2017 tarihinde tahliye edildiği anlaşıldığından TMK 471. maddesi gereğince kısıtlılık halinin kendiliğinden ortadan kalkmış olduğunun tespitine karar verilmiştir. Anlaşılacağı üzere davalının kısıtlanması ile görevi sona eren vekil Av. …, davalının kısıtlılık halinin sona ermesi ile görevi sona eren vekil Av. …’dir. Son durumda davalı kendisini usulüne uygun vekaletname ile temsil ettirmediği halde yetkisiz vekillere tebligat yapılmıştır. Açıklanan nedenlerle davalı …’e 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik hükümlerine uygun şekilde gerekçeli kararın tebliği sağlanarak ve yasal temyiz süresi beklenildikten sonra temyiz incelemesi yapılmak üzere Dairemize gönderilmesi için dosyanın İstanbul 17. Asliye Hukuk Mahkemesine iadesine, 05.01.2022 tarihinde oy birliği ile karar verildi.” şeklinde karar verilmiştir.
Somut olaya gelince, dosyanın ilk derece mahkemesine gönderildiği mahkemesince davalı …’e gerekçeli kararın 05.05.2022 tarihinde usulüne uygun tebliğ edildiği, ancak davalının temyiz yasa yoluna başvurmadığı görülmüştür. Davalı …’in kısıtlanması ile vekil Av. …’ün, kısıtlılık halinin sona ermesi ile vekil Av. …’in görevi sona erdiği halde, son durumda kendisini usulüne uygun vekaletname ile temsil ettirmeyen davalının yetkisiz vekili olarak Av. …’ün yaptığı temyiz başvurusu kabul edilemeyeceğinden, davalının usulüne uygun tebliğe rağmen süresi içerisinde temyiz başvurusu da bulunmadığından, vekil Av. …’ün temyiz dilekçesinin reddine karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle vekil Av. …’ün TEMYİZ DİLEKÇESİNİN REDDİNE, peşin harcının yatırana iadesine, dosyanın İLK DERECE MAHKEMESİNE, kararın bir örneğinin ilgili Bölge Adliye Mahkemesi Dairesine GÖNDERİLMESİNE, 14.09.2022 tarihinde kesin olarak oybirliği ile karar verildi.

ÖNALIM HAKKINA DAYALI TAPU İPTALİ VE TESCİLİ- FİİLİ TAKSİM

T.C
YARGITAY
7. Hukuk Dairesi

2022/4070 E. , 2022/4971 K.

“İçtihat Metni”
7. Hukuk Dairesi
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
DAVACILAR : … vd.
DAVALILAR : … vd.

Taraflar arasındaki önalım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil davasından dolayı mahal mahkemesinden verilen yukarıda gün ve sayısı yazılı hükmün; Dairemizin 30/11/2021 gün ve 2021/905 Esas, 2021/3331 Karar sayılı ilamı ile bozulmasına karar verilmişti. Süresi içinde bir kısım davalılar vekili tarafından kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla, dosya içerisindeki bütün evrak incelenerek gereği düşünüldü:

K A R A R

Dava, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Davacılar vekili; davacıların maliki olduğu dava konusu 2 parsel sayılı taşınmazda davalılara satılan hisselerin, önalım hakları nedeniyle davacılar adına tescilini talep ve dava etmiştir.
Bir kısım davalılar, davanın süresinde açılmadığını beyan ederek fiili taksim ve bedelde muvazaa nedeniyle davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulüne dair verilen ilk kararın temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 04.07.2017 tarihli 2015/15072 Esas ve 2017/5600 Karar sayılı ilamıyla “…davalı … ve davalı … vekili, fiili taksim savunmasında bulunduğu halde mahkemece yeterli inceleme ve araştırma yapılmadığından uzman bilirkişilerin katılımı ile keşif yapılarak, bu konuda tarafların göstereceği tanıklar dinlenerek ve keşfi izlemeye olanak sağlayacak bilirkişi raporu düzenlettirilerek eylemli bölüşümün bulunup bulunmadığı saptandıktan sonra sonucuna göre hüküm kurulması” gerektiğinden bahisle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Mahkemece, bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda; “Dava konusu taşınmaz üzerinde hisse devrinden evvel dava dışı …ile davacılar …, …, … bakımından eylemli bölüşüm olduğu gerekçesiyle bir kısım davalı yönünden davanın reddine, yargılama sırasında hissesini devreden bir kısım davalı yönünden ise karar verilmesine yer olmadığına” karar verilmiştir.
Hükmün, davacılar vekili tarafından temyizi üzerine Yargıtay 7.Hukuk Dairesinin 30.11.2021 tarihli 2021/905 Esas 2021/3331 Karar sayılı ilamı ile “..mahkemece, bozma ilamına uyulmuş ise de; bozma gereklerinin yerine getirilmediği, bozmadan sonra dava konusu önalıma konu payların bulunduğu taşınmaz başında keşif yapıldığı ancak satış tarihinde dava konusu taşınmazda davacılar ve özellikle davalılara dava konusu hisseleri devreden satıcıların taşınmazda kullandıkları yerler olup olmadığı açıkça belirlenmeden hüküm kurulduğu gerekçesiyle yerinde keşif yapılarak 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 259/2.maddesi gereğince tarafların tanıkları taşınmaz başında dinlenerek tüm taraf delilleri toplanıp, taşınmazın hangi kısmının kim tarafından ve ne zamandan beri kullanıldığı, özellikle zeminde davacıların ve davalılara pay satan satıcıların kullandığı yer olup olmadığı hususu üzerinde durularak çelişkili beyanlar varsa giderilerek ve tanıklarca gösterilecek yerler fen bilirkişisi tarafından düzenlenecek krokide denetime elverişli şekilde işaretlenmek suretiyle eylemli paylaşım olup olmadığı tespit edilerek, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik araştırma ve incelemeye dayalı olarak, davacılar ve satıcılara pay satan …yönünden fiili taksim olduğu şeklindeki yanılgılı değerlendirmeyle davanın kabulüne karar verilmesinin doğru görülmediği” gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Dairemizin bozma ilamı üzerine bir kısım davalılar vekili, bilirkişi raporuna göre dava konusu taşınmazda davacılar ile dava dışı …arasından fiili taksimin sabit olduğu, hissedar …payını satana kadar bu şekilde kullanılageldiği, hükmün onanması gerekirken bozulduğu gerekçesiyle karar düzeltme isteminde bulunmuştur.
Somut olaya gelince; davacılar vekilinin talebi, dava dışı …tarafından davalılara satılan 1/4 hissesinin iptali istemine ilişkin olup davalıların bir kısmı …’dan bir kısmı da …’ın hisselerini devrettiği kayıt maliklerinden hisse devralarak 2 parsel sayılı taşınmazda hissedar olmuştur. Hükme esas 26.10.2018 havale tarihli bilirkişi raporuna göre, dava dışı … ile davacıların 1/4’er hissedar olduğu 2 parsel sayılı taşınmazın 01.09.2011 tarihli ve 20.06.2013 tarihli uydu görüntülerinde dört paya bölündüğü belirtilmiş, rapora ekli krokide davacıların ve …’ın kullanımındaki yerler ayrı ayrı gösterilmiştir. Keşifte alınan tanık beyanlarının da raporu desteklediği anlaşıldığından fiili taksim nedeniyle davanın reddine dair verilen hükmün onanması gerekirken maddi hata sonucu bozulduğu, bu kez yapılan inceleme ile anlaşıldığından bir kısım davalılar vekilinin karar düzeltme talebinin kabulü ile Dairemizin 30.11.2021 tarihli 2021/905 Esas 2021/3331 Karar sayılı bozma ilamının kaldırılmasına ve hükmün onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle bir kısım davalılar vekilinin karar düzeltme dilekçesinin kabulüyle, Dairemizin 30.11.2021 tarihli 2021/905 Esas 2021/3331 Karar sayılı bozma ilamının KALDIRILMASINA, yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre, mahkeme kararı ve dayandığı gerekçeler usul ve yasaya uygun bulunduğundan hükmün ONANMASINA, peşin yatırılan harcın yatırana iadesine, 07.09.2022 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.

(Muhalif)

KARŞI OY

Dairemizin 30/11/2021 tarih 2021/905 Esas 2021/3331 Karar sayılı, karar düzeltme talebine konu kararında “(…) Somut olayda; davalı … ve davalı … vekili fiili taksim savunmasında bulunmuş, ancak mahkemece, bu hususta yeterli inceleme, araştırma yapılmamıştır. Mahkemece yapılması gereken iş, taşınmazda uzman bilirkişilerin katılımı ile keşif yapılarak ve bu konuda tarafların gösterdiği tanıklar dinlenerek ve keşfi izlemeye olanak sağlayacak bilirkişi raporu düzenlettirilerek eylemli bölüşümün bulunup bulunmadığını saptadıktan sonra, tüm delillerle birlikte hüküm vermek olmalıdır. Mahkemece, eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir…” şeklindeki gerekçe ile ilk derece mahkemesinin kararının bozulmasına karar verilmiştir. Bozma kararında, hükmün eksik araştırma ile verildiği belirtilmiştir. Karar düzeltme dilekçesinde ileri sürülen, ön alım davasına konu taşınmazın paydaşlar arasında eylemli olarak paylaşılıp kullanılıyor olması durumunda ön alım hakkının kullanılmasının TMK’nun 2. Maddesine aykırı olacağı dairemizin kökleşmiş içtihadıdır ve dairemizin bozma kararında bu içtihattan dönülmesi de söz konusu değildir. Bozma kararımızda, paydaşlar arasında eylemli paylaşımın bulunup bulunmadığının araştırılması gerektiği vurgulanmıştır. Bozma kararımız usule ve kökleşmiş içtihatlarımıza aykırı değildir. Bu nedenle, bozma gerekçesine göre davalılar vekilinin karar düzeltme talebinin reddine karar verilmesi gerektiği düşüncesi ile, sayın çoğunluğun kabul yönündeki görüşüne iştirak etmiyorum.

ASGARİ ÜCRET ZAMMININ YÜKSEK ARTIŞI NEDENİYLE SÖZLEŞMENİN UYARLANMASI – ARAÇ KİRALAMA SÖZLEŞMESİ

T.C
YARGITAY
6. Hukuk Dairesi
2021/4369 E. , 2022/4345 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ : İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 19. Hukuk Dairesi
İLK DRC. MHK. : İstanbul 4. Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki sözleşmenin uyarlanması davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın davacının istinaf talebinin reddine, davalının istinaf talebinin kabulüne yönelik verilen hüküm davacı vekilince duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine ilgililere çağrı kağıdı gönderilmişti. Belli günde davacı vekili Avukat … ile davalı vekili Avukat … …’in gelmiş olmalarıyla duruşmaya başlanarak hazır bulunan avukatların sözlü açıklamaları dinlenildikten ve temyiz dilekçesinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

– K A R A R –

Davacı vekili, taraflar arasında imzalanan 55 Adet Sürücülü Hizmet Aracı Kiralama İşine ilişkin sözleşme uyarınca davacının 24 ay süre ile davalıya araç kiralama hizmeti verdiğini, sözleşmeye göre sürücü ücretlerinin brüt asgari ücretin %22 fazlası olarak belirlendiğini, ancak 2016 yılı için belirlenen asgari ücret tutarının öngörülemeyecek şekilde yüksek olması nedenine bağlı olarak davacının aşırı ifa güçlüğü içerisine düştüğünü ileri sürerek, sözleşmenin değişen şartlara uyarlanması ile fiyat farkı talep edilemeyeceğine dair 4. maddenin ve sözleşme bedelinin bu uyarlama doğrultusunda sözleşme tarihinden geçerli olmak üzere değiştirilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, sözleşme uyarınca fiyat farkı talep edilemeyeceğini savunarak, davanın reddini istemiştir.
İlk derece mahkemesince, sözleşmenin ifasının asgari ücretteki artış sebebiyle davacı bakımından aşırı güçleştiği ve uyarlama talebinin yerinde olduğu belirtilerek, davanın kabulüne karar verilmiş, taraf vekillerinin istinaf başvurusu, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 19. Hukuk Dairesince, uyarlama yapılabilmesi için sözleşme veya yasada hal ve şartlara dair kayıt veya hüküm bulunmaması gerektiği, oysa ki sözleşmenin 14. maddesinde fiyat farkı istenemeyeceğinin açık ve net şekilde belirtildiği gerekçesiyle, davacı istemi bakımından esastan reddedilmiş, davalı isteminin ise kabulü ile ilk derece kararı kaldırılarak, davanın reddine karar verilmiştir.
Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.
Dava, asgari ücrette meydana gelen beklenenin üzerindeki artışa dayalı olarak taraflar arasındaki hizmet sözleşmesi bedelinin uyarlanması istemine ilişkindir.
Asgari ücret kanunla belirlenmekte olup, belirlenen bu asgari ücret tutarının altında işçilere ödeme yapılması mümkün değildir. Sözleşmelerde asgari ücret altında ödeme yapılmasına ilişkin hükümler bulunması kanuna aykırılık nedeniyle yok hükmündedir. Asgari ücretin altında yapılan ödemeye ihtirazi kayıt konulmadan kabul edildiği gerekçe gösterilerek bu konudaki talebin reddi asgari ücretin kamu düzenine ilişkin olması niteliğine aykırılık teşkil eder.
Somut olayda, davacı ile davalı arasında 55 Adet Sürücülü Hizmet Aracı Kiralama Sözleşmesi imzalandığı, davacı tarafça sözleşme bedelinin asgari ücretteki artış doğan fiyat farkı nedeniyle uyarlanmasının talep edildiği anlaşılmaktadır.
Az yukarıda belirtildiği şekilde, asgari ücret kamu düzenine ilişkindir. İşçiye asgari ücretten az ücret ödenmesi halinde devlet kamu gücünü kullanarak ücretin asgari ücret seviyesine çıkartılmasını sağlamalıdır. Tarafı kim olursa olsun sözleşmelerde asgari ücret fiyat farkı ödenmesinin önüne geçen hükümler konulması veya birtakım gerekçelerle bunun önüne geçmeye çalışılması asgari ücretin kamu düzeni niteliğiyle bağdaşmaz.
Bu durumda mahkemece, alanında uzman bilirkişi marifetiyle şoförler için sözleşme ile belirlenen ücretlerin, %22’lik fark miktarı hariç tutularak, eski ve yeni brüt asgari ücret tutarları arasındaki fiyat farkının hesaplanması ile tespit edilecek miktar üzerinden sözleşmenin uyarlanmasına karar verilmesi gerekirken, aksi düşüncelerle yazılı şekilde hüküm kurulması doğru olmamış, kararın bu gerekçeyle davacı yararına bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 19. Hukuk Dairesi kararı usul ve yasaya aykırı görüldüğünden hükmün davacı yararına BOZULMASINA, Yargıtay duruşmasında vekille temsil olunan davacı yararına takdir olunan 8.400,00 TL duruşma vekâlet ücretinin davalıdan alınarak davacıya verilmesine, peşin alınan harcın istek halinde temyiz edene iadesine, HMK 373/2. maddesi gereğince dosyanın İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 19. Hukuk Dairesine gönderilmesine, 26.09.2022 gününde oy birliğiyle karar verildi.

DAVANIN GERİ ALINMASI- BOZMA KARARINA UYULMASI- İLK KARARDA HÜKÜM ALTINA ALINAN VEKALET ÜCRETİ ALACAĞINDAN FAZLASINININ USULİ KAZANILMIŞ HAK İLKESİ GEREĞİNCE HÜKÜM ALTINA ALINAYACAĞI

YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ

Esas : 2015/487
Karar : 2017/3815 Tarih : 3.07.2017

HMK 123. Madde

Davanın Geri Alınması

Dava, el atmanın önlenmesi, ve ecrimisil isteklerine ilişkindir.

Davacı maliki olduğu 4539 ada 1 parseldeki 5 nolu dubleks meskeni, davalının 2005 yılı Ağustos ayında eşya koyarak haksız yere işgal ettiğini, ihtarlarının sonuçsuz kaldığını ileri sürerek elatmanın önlenmesine, tahliyeye ve tahliye edilene kadar 12 ay için toplam 24.000.-TL ecrimisilin tahsiline karar verilmesini istemiş, yargılama sırasında elatmanın önlenmesi ve tahliyeye yönelik taleplerini atiye terkettiğini bildirmiştir.

Davalı, çekişme konusu yeri harici satış sözleşmesi ile aldığını ve bedelini ödediğini, ancak davacının haksız yere sözleşmenin feshi yoluna gittiğini, davacı aleyhine … Asliye Hukuk Mahkemesi`nin 2006/238 Esas sayılı dosyasından tapu iptal tescil davası açtığını, bu dosyanın sonucunun beklenmesi gerektiğinin belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece Davanın reddine dair verilen karar Dairece; “ Somut olayda, elatmanın önlenmesi ve tahliye davası yönünden davacının atiye terk beyanına karşı davalı taraf herhangi bir beyanda bulunmuş değildir. O halde, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu`nun 123. maddesi hükmünün gereği yerine getirilerek varılacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken bu hususun gözardı edilerek sonuca gidilmiş olması doğru değildir. “ gerekçesiyle bozulmuş,

mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda tüm istekler yönünden davanın reddine karar verilmiştir.

Hükmüne uyulan bozma ilamı gereğince karar verilmiş olması nedeniyle davacının diğer temyiz itirazları yerinde değildir.Reddine.

Ancak mahkemece verilen 28.03.2013 tarihli ilk kararda davalı yararına 11.890, 00 TL vekalet ücretine hükmedildiği ve verilen kararın davalı tarafından temyiz edilmeyip davacının temyizi üzerine Dairece bozulduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda davalı lehine hükmedilen 11.890, 00 TL vekalet ücretinin davacı yönünden kazanılmış hak oluşturduğu, bundan daha fazlaya hükmedilemeyeceği gözetilerek karar verilmesi gerekirken son kararda bu ücretin üzerinde vekalet ücretine hükmedilmesi doğru değildir. Davacı vekilinin bu yöne değinen temyiz itirazı yerindedir.

Ne var ki; anılan husus yeniden yargılama yapılmasını zorunlu kılmadığından, mahkeme kararının hüküm kısmının vekalet ücreti ile ilgili 5.bendinin hükümden çıkarılmasına, yerine “Davalı taraf kendisini vekille temsil ettirdiğinden karar tarihi itibariyle yürürlükte bulunan A.A.Ü.T’ye göre hesap edilen 11.890, 00-TL nispi vekalet ücretinin davacı taraftan tahsili ile davalı tarafa verilmesine” cümlesinin yazılmasına ve kararın bu hali ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu`nun 438/7. maddesi uyarınca DÜZELTİLEREK ONANMASINA, peşin alınan harcın istek halinde yatırana iadesine, 03.07. 2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi

KADASTRO ESNASINDA KÖK MİRASBIRAKANIN TAPULAMA SIRASINDA TAPULAMA TEKNİSYENİ HUZURUNDA VERDİĞİ MUVAFAKAT NEDENİYLE MUVAZAA İDDİASININ DİNLENEMEYECEĞİ

T.C
YARGITAY
1. Hukuk Dairesi
2021/328 E. , 2022/598 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davası sonunda Çatalca 1. Asliye Hukuk Mahkemesinden verilen18/11/2020 tarih 2020/216 Esas 2020/417 Karar sayılı karar yasal süre içerisinde davacılar vekili tarafından duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla; duruşma günü olarak saptanan 24/01/2022 Pazartesi günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden davacı … vekili Avukat … ile temyiz edilen davalı vekili Avukat … geldiler. Davetiye tebliğine rağmen vasi … ve diğer temyiz eden davacı … v.d. vekili avukat gelmedi. Yokluklarında duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya incelenip gereği düşünüldü:
I. DAVA
Davacılar, mirasbırakan … …’ün maliki olduğu 1844, 1845, 1846 ve 1847 parsel sayılı taşınmazlarını kadastro çalışmaları sırasında mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla muvazaalı bir şekilde oğlu … ile torunu Muhsin adına tespit ve tescil ettirdiğini ileri sürerek, tapu kayıtlarının iptali ile miras payları oranında adlarına tesciline karar verilmesini istemişlerdir.
II. CEVAP
Davalılar, iddiaların yersiz olduğunu, devir tarihi itibariyle taşınmazların değerinin çok düşük olduğunu, taşınmaz satın alabilecek durumlarının bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuşlardır.
III. MAHKEME KARARI
Mahkemece, muvazaa olgusunun sabit olduğu gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
IV. TEMYİZ
1.Temyiz Yoluna Başvuranlar
Yukarıda belirtilen karara karşı süresi içinde davalılar temyiz isteminde bulunmuştur.
2. Bozma Kararı
Dairenin 05/11/2019 tarih ve 2016/9449 E., 2019/5662 K. sayılı kararıyla; “…dava konusu taşınmazların mülkiyetinin davalıların mirasbıranlarına devrini sağlayacak bir sözleşme mevcut olmayıp tescil isteği niteliğinde bulunan ve tapulama teknisyeni huzurunda yapılan tek taraflı bir tescile muvafakat beyanı mevcuttur. Yorum yolu ile de yukarıda açıklanan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının uygulama alanı genişletilemez. Hal böyle olunca, dava konusu taşınmazların davalıların mirasbırakanları adına tapu kayıtlarının oluşmasının dayanağının kök mirasbırakanın tapulama sırasında tapulama teknisyeni huzurunda verdiği ve imzası tahtında bu yerlerin davalıların mirasbırakanları adına tespitine muvafakatini içeren tek taraflı beyanı olup, taşınmazların davalıların mirasbırakanlarına devrini sağlayan bir sözleşme ilişkisi bulunmadığından muris muvazaasına ilişkin 01.04.1974 tarih 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının eldeki davada uygulanamayacağı gözetilerek davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere karar verilmesi isabetsizdir.” gerekçesiyle karar bozulmuş; davacılar vekilinin karar düzeltme istemi Dairenin 02/06/2020 tarih ve 2020/874 E., 2020/2093 K. sayılı kararıyla reddedilmiştir.
3. Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
Mahkemenin 18/11/2020 tarihli ve 2020/216 E., 2020/417 K. sayılı kararıyla; bozma ilamında belirtilen gerekçe benimsenmek suretiyle davanın reddine karar verilmiştir.
4. Bozma Sonrası Mahkeme Kararına Karşı Temyiz Yoluna Başvuranlar
Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
5. Temyiz Nedenleri
Davacılar vekili, Kadastro tespiti sırasında taşınmazlara zilyet olanın 3. kişi değil mirasçı olup, K.K. 13/B maddesinin değil, 13/A maddesinin esas alınması gerektiğini, 13/A maddesinin kayıt sahibi ya da mirasçılarının zilyet olduğunda uygulanacak hükümleri düzenlediğini, somut olayda 3. kişi lehine muvafakat verilmiş gibi değerlendirme yapıldığını, oysa ki somut olayda mirasçının zilyetliği söz konusu olduğunu, tapulama memuru önünde yapılan muvafakat beyanının resmi şekilde yapılmış gibi kabul edildiğini ve somut olayda muris muvazaasına ilişkin İBK’nın uygulama yeri bulunduğunu, kadastro teknisyeni huzurunda verilen muvafakat beyanı doğrultusunda tespit yapıldığını, kadastro Kanunu ile tapulama memuru önünde verilen muvafakat beyanının tapu devrini sağladığını, 1978 yılında yapılan harici satış sözleşmesinin kadastro sırasında tapulama memuruna beyan edildiğini ve tutanağa geçtiğini, sadece tapu memuru önündeki beyana itibar edilmesinin hem Kadastro Kanunu’nun ruhuna aykırı olup hem de dar bir şekilde yorumlanması anlamına geldiğini, mirasbırakanın asıl amacının kız çocuklardan mal kaçırmak olduğunu, vekalet ücretinin yanlış hesaplandığını, 2020 karar tarihi itibarıyla vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken 2021 yılı itibarıyla hükmedildiğini, karar tarihinin 18/11/2020 olup, 2021 AAÜT’nin ise 24/11/2020 tarihinde yani karar tarihinden sonra yayımlandığını, mirasbırakan ile davalı … arasında ve mirasbırakan ile bir kısım davalının mirasbırakanı … arasında kadastro tespiti öncesi ya da sonrasında düzenlenmiş bir satış sözleşmesi olup olmadığının araştırılmadığını, bu yönde 18/11/2020 tarihli duruşmada ve 15.11.2020 tarihli dilekçe ile talepte bulunduğunu ancak talebin karşılanmadığını belirterek kararın bozulmasını istemiştir.
6. Gerekçe
6.1. Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme
Uyuşmazlık, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
6.2. İlgili Hukuk
6.2. Hemen belirtilmelidir ki, 1.01.04.1974 tarih, 1/2 sayılı İBK’da değinildiği üzere, bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılarının, görünürdeki satış sözleşmesinin Türk Borçlar Kanunu’nun 19. (BK 18.) maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabilecekleri kabul edilmektedir.
Kural olarak Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları konuları ile sınırlı, gerekçeleri ile aydınlatıcı ve sonuçları ile bağlayıcıdır. Görüleceği üzere butlan sonucunu doğurarak, mirasbırakanın temliki tasarruflarının iptaline imkan tanıyan 01.04.1974 tarih, 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için, temliki tasarrufa konu yapılan taşınmazın mirasbırakanın tapulu malı olması, gerçekte bağışlamak istediği bu malı ile ilgili olarak tapu memuru huzurunda, iradesini satış doğrultusunda açıklaması icap eder.
6.3. Değerlendirme
Dairenin bozma kararında; taşınmazların davalıların mirasbırakanlarına devrini sağlayan bir sözleşme ilişkisi bulunmadığından muris muvazaasına ilişkin 01.04.1974 tarihli 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının eldeki davada uygulanmayacağı ve davanın reddi gerektiği belirtilmiş, mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda bu gerekçe benimsenerek davanın reddine karar verilmiş olması isabetli olmuştur.

V. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle; davacılar vekilinin yerinde bulunmayan temyiz itirazının reddiyle, usul ve yasaya ve bozma kararının gerekçelerine uygun olan hükmün ONANMASINA, 20/11/2021 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi gereğince gelen temyiz edilen davalılar vekili için 3.815,00-TL duruşma vekâlet ücretinin temyiz eden davacılardan alınmasına, aşağıda yazılı 21,40-TL bakiye onama harcının temyiz eden davacılardan alınmasına, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 24/01/2022 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İŞ KAZASINA İLİŞKİN KUSUR RAPORU-USULİ KAZANILMIŞ HAK- İŞ KAZASI NEDENİYLE KURUM ZARARININ RÜCUAN TAZMİNİ DAVASI

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU

ESAS: 2004/10-24

KARAR: 2004/47

TARİH: 28.01.2004

DAVA: Taraflar arasındaki “”rücuan alacak”” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Şırnak Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 18.6.2002 gün ve 2000/84 E – 2002/71 K. sayılı kararın incelenmesi davalılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Onuncu Hukuk Dairesi’nin 26.11.2002 gün ve 2002/8508-9248 sayılı ilamiyle; ( 1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillere ve hükmün dayandığı gerektirici sebeplere göre, sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.

2- Davanın yasal dayanağı 506 sayılı Kanunun 26. maddesi olup Dairemizin önceki bozma kararında dış tavan hesabına yönelik herhangi bir bozma nedeni öngörülmemesi karşısında, bozma kararı öncesinde alınarak karara dayanak yapılmış olan 4.2.2000 tarihli hesap raporunda belirlenmiş olan tavan değerlerinin taraflar yararına usuli kazanılmış hak durumu oluşturduğu gözetilmeksizin, uyulan bozma doğrultusunda sürdürülen yargılama sürecinde değişen asgari ücret değerleri de gözetilmek suretiyle düzenlenmiş olan 15.4.2002 tarihli hesap raporunun esas alınması usule ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir… ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Temyiz Edenler: 1- Davalı Cemil Kardeşler

2- Davalı M… Kardeşler Ltd. Şti.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Dava, iş kazası sonucu vefat nedeniyle rücuan tazminat istemine ilişkindir.

Mahkemece istemin kabulüne karar verilmiş, hüküm Özel Dairece yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.

Davacı Kurum davasında; 15.5.1997 tarihinde meydana gelen iş kazasında vefat eden sigortalısının hak sahiplerine bağlanan peşin değerli gelirler nedeniyle uğranan Kurum zararından bir bölümünün tahsilini istemektedir.

Mahkemece, aldırılan kusur ve sigortalının asgari ücretten gelir elde ettiğinin kabulü ile düzenlenen hesap raporunda, sigortalının ölümü ile hak sahiplerinin destekten yoksun kaldıkları tavan zarar miktarları belirlenerek verilen ilk hüküm, tarafların temyizi üzerine, Yüksek Özel Dairece; “”hükme esas alınan kusur bilirkişi raporunun oluşa uygun bulunmadığı”” gerekçesiyle bozulmuştur.

Yerel mahkemece uyulan bozma kararı doğrultusunda düzenlenen kusur raporu ve bozmadan sonra davanın devamı sırasında yürürlüğe giren yeni Asgari ücret dikkate alınmak suretiyle yaptırılan bilirkişi raporu sonucunda bulunan miktar dikkate alınarak karar verilmiş, hüküm özel dairece yukarıda yazılı gerekçe ile bozulmuş, yerel mahkeme önceki kararda direnmiştir.

Mahkeme ile özel daire arasındaki uyuşmazlık, aynı davada bozma nedeni yapılmayan hesap raporuna rağmen asgari ücretin artması halinde bu asgari ücret artışı gözönünde bulundurularak gerçek zarar dış tavan hesabının yaptırılıp yaptırılamayacağı giderek bu hususun davalı yararına oluşan usuli kazanılmış hakkı ortadan kaldırıp kaldırmayacağı noktasında toplandığı anlaşılmaktadır.

Beden tamlığına karşı işlenen haksız fiillerde zararın gerçek miktar ve kapsamı zamanla daha iyi anlaşılabileceğinden mümkün olduğu kadar geç bir tarihin esas alınması gereği ortadadır. BK.nun 46/2. maddesinde cismani zararın hangi tarih esas alınarak hesaplanacağı hakkında yeterli açıklık bulunmakta, cismani zararın hüküm tarihine en yakın tarihteki verilere göre hesaplanması kabul edilmektedir ( Prof. Dr. S. S. Tekinay, Ölüm sebebiyle destekten yoksun kalma tazminatı İst. 1963 s. 201-202 ). Asgari ücretin kamu düzeni ile ilgili olduğu açıktır. Aynı davada, bozmadan sonra da olsa asgari ücretin artması halinde bunun mahkemece kendiliğinden dikkate alınacağı belirgindir. Hatta davacının ilk asgari ücrete göre yapılan hesaba itiraz etmemesi, o günkü verilerin doğru olduğuna inandığı içindir. Bu durum sonraki gelişmeler nedeniyle asgari ücretlerdeki artışlardaki hakkını istemesine engel olamaz.

İş kazası sonucu vefat eden sigortalının hak sahiplerine kurumca yapılan sosyal sigorta yardımlarının rücuan ödetilmesi davalarında asgari ücretin artışının, yargılamanın her aşamasında gözetilmesinin mümkün olduğunun kabulü halinde bunun usuli kazanılmış haktan söz edilip sınırlandırılabileceğini ileri sürmek asgari ücretin kamu düzeni amacının boşa çıkarılmasına neden olacaktır.

Söylenen hususlar Yargıtay tarafından kararlılıkla uygulanmaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 28.2.1996 gün E: 1995/21-1059, K: 1996/104, aynı kurulun 17.9.1997 gün, E: 1997/10-474 K: 1997/653, 17.12.1997 gün E.1997/10-820 K.1997/1074, 21.12.1998 gün E.1998/10-816 K.1998/844, 9.7.2003 gün, E.2003/21-465, K.2003/472 sayılı kararları.

Durumun maddi hukuk bakımından irdelenmesi yanında, usul hukuku yönünden duruma bakıldığında; bir mahkemenin Yargıtay Dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda, kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak, yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince hüküm verme yükümlülüğü doğar. “”Usuli kazanılmış hak”” olarak tanımlayacağımız bu müessese, mahkemeye, hükmüne uyduğu Yargıtay bozma kararındaki esas çerçevesinde işlem yapma ve hüküm kurma zorunluluğu getirir ( 9.5.1960 gün ve 21/9 sayılı YİBK ).

Hukuk Usulü Muhakemeleri Yasası’nda anılan ilkeye ilişkin açık bir hüküm bulunmamaktadır. Ne var ki, “”Usuli Kazanılmış Hak”” davaların uzamasını önlemek, hukuki alanda istikrar sağlamak ve kararlara karşı genel güvenin sarsılmasını önlemek amacıyla Yargıtay uygulamaları ve öğretide kabul görmüş usul hukukunun vazgeçilmez ana temellerinden olup, bir davada, mahkemenin yada tarafların yapmış olduğu bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakkı ifade eder.

Mahkemenin, Yargıtay’ın bozma kararına uyması ile, bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usuli kazanılmış hak doğabileceği gibi, bazı konuların bozma kararı kapsamı dışında kalması yolu ile de usuli kazanılmış hak durumu oluşabilir.

Yargıtay tarafından bozulan bir hükmün bozma kararının kapsamı dışında kalmış olan kısımları kesinleşir. Bozma kararına uymuş olan mahkeme kesinleşen bu kısımlar hakkında yeniden inceleme yaparak karar veremez. Bir başka anlatımla, kesinleşmiş bu kısımlar, lehine olan taraf yararına usuli kazanılmış hak oluşturur. ( 4.2.1959 gün ve 13/5 sayılı YİBK ).

Yargıtay içtihatları ile kabul edilmiş olan “”usuli müktesep hak”” kurumunun bir Çok hukuk kuralında olduğu gibi, özellikle kamu düzeni düşüncesi ile, yine Yargıtay içtihatları ile getirilmiş istisnaları vardır:

Mahkemenin bozmaya uymasından sonra bir içtihadı Birleştirme Kararı çıkarsa, bu yeni içtihadı Birleştirme Kararının mahkemede ve Yargıtay’da görülmekte olan bütün işlere uygulanması gerekir. Buna karşı usuli kazanılmış hak iddiasında bulunulamaz ( 9.5.1960 gün ve 21/9 sayılı YİBK ) içtihadı Birleştirme Kararında olduğu gibi, bozmadan sonra yürürlüğe giren ve geçmişe etkili bir yeni kanun karşısında, Yargıtay bozma ilamına uyulmuş olmakla meydana gelen usuli kazanılmış hak, hukukça değer taşımaz.

Benzer şekilde; uygulanması gereken bir kanun hükmü, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilirse, artık usuli kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir ( HGK.nun 21.1.2004 gün, 2004/10-44 E, 19 K. ).

Bu sayılanların dışında ayrıca; görev konusu, hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı, harç ve maddi hataya dayanan bozma kararlarına uyulmasında olduğu gibi, “”kamu düzeni”” ile ilgili konularda usuli kazanılmış haktan söz edilemez ( Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü-6. Baskı, cilt 5, 2001 ).

Bu noktada “”kamu düzeni”” kavramına açıklık getirilmesinde yarar bulunmaktadır. Kamu düzeni; kamunun ( toplumun ) her bakımdan genel çıkarlarını koruyucu hükümlerin tümü; bir ülkede kamu hizmetlerinin iyi yapılmasını, devletin güvenliğini ve düzenini ve bireyler arasındaki ilişkilerde hukuku, huzuru ve ahlak kuralılarına uygunluğu sağlamaya yarayan kurum ve kuralların tümü; devletin ve devlet yapısının korunmasını hedef tutan, toplumun her alanındaki düzenin temelini oluşturan bütün kuralları ifade eder ( Ejder Yılmaz-Hukuk Sözlüğü, Türk Hukuk Lügatı, Büyük Larousse, vs. ).

Asgari ücret de kamu düzeni ile ilişkilendirilen kavramların başında gelmektedir.

Gerçekten de 1475 sayılı İş Kanunun 33, 99 ve 4857 sayılı İş Kanununun 39 ve 102. maddelerinin içeriğinden elde edilen hukuki verilerde gözetildiğinde, işçinin taban ücretini belirleyen asgari ücretin, işçilerin yaptıkları işe uygun ve insanlık onuruna yaraşır bir yaşam seviyesini sağlamaları için gerekli olan en az ücreti ifade etmektedir. Adil bir ücret elde edilmesini, böylece çalışanların ekonomik ve sosyal durumlarının düzeltilmesi amacına yönelik olarak yapılmakta olan asgari ücret değişikliklerinin kamu düzeni düşüncesi ile ilgili olduğunda tereddüt bulunmamaktadır. Kamu düzeniyle ilgili bu durumlarda, kazanılmış usuli haktan söz edilemeyecektir.

Bu niteliği dikkate alındığında asgari ücretteki değişikliklerde usuli kazanılmış hakkın istisnası niteliğinde bulunup, aynı davada ve yargılamanın her aşamasında hâkim tarafından re’sen gözetilmesi gerekir.

Açıklanan bu maddi ve hukuki olgular karşısında, zararlandırıcı sigorta olayına uğrayan sigortalının yada hak sahiplerinin gerçek zararlarının hesaplanmasında hükme en yakın tarihte belli olan asgari ücretin esas alınması gerekeceğinden, bu gerekçeler ile doğru bulunan yerel mahkeme direnme kararının onanması gerekir.

SONUÇ: Davalılar Cemil M… ve M… Kardeşler Limited Şirketinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ( ONANMASINA ) ve temyiz ilam harcının temyiz edenlerden alınmasına, 28.1.2004 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY YAZISI:

Dava, iş kazası sonucu vefat eden sigortalının hak sahiplerine bağlanan gelirler nedeni ile oluşan Sosyal Sigortalar Kurumu zararının rücuan tazmini istemine yönelik olup, yasal dayanağı 506 sayılı Kanunun 26. maddesidir.

Özel Daire ile yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık bozma kararından önce tazminat hesabına esas tutulan asgari ücret bozma dışında kalmışsa, bozmadan sonra yürürlüğe giren asgari ücret artışları tazminat hesabında gözetilmesi gerekip gerekmeyeceği noktasındadır.

Özel Daire 12.7.2000 tarihli ilk bozma kararında Kurumun rücu alacağının tavanını belirleyen hesap raporuna yönelik herhangi bir bozma nedeni öngörülmemiştir. Bozma kararı tamamen kusura yönelik olup tarafların kusura yönelik temyiz itirazları kabul edilmiştir. Bu nedenle tavan hesap raporu kesinleşmiş ve davalı lehine usuli müktesep hak durumu oluşmuştur. Yerel Mahkemenin bozma kararından sonra yapacağı iş, davalıların yeniden saptanan kusur paylarını ilk hesap raporundaki maddi zarar miktarlarına uygulamaktan ibarettir. Bozmadan sonra değişen asgari ücretlere göre yeniden tavan hesabı yapılamaz. Asgari ücret kamu düzeni ile ilgili ise de usuli müktesep hakta kamu düzeni ile ilgilidir. Asgari ücretlerdeki artışlar dikkate alınıp yeniden hesap raporu alındığında tazminat miktarı yükseleceğinden bu husus davacı Kurumun yararına davalı işverenin aleyhine olacaktır ve davalı işverenin usuli müktesep hakkı ihlal edilmiş olacaktır.

Öte yandan maddi tazminat bir takım faraziyelere göre hesaplanan miktardır. Bu miktarın birde bozma dışında kalan asgari ücret artışlarıyla yükseltilmesi işverenlerin sorumluluklarını daha da ağırlaştıracaktır.

Bu nedenle tavan hesabı bozma kararı dışında tutulduğuna göre bu yön taraflar bakımından usuli kazanılmış hak durumunu oluşturur. Bozmadan sonra yürürlüğe giren asgari ücretlerdeki artışlar tazminat hesabında dikkate alınamaz.

Açıklanan nedenlerle Onuncu Hukuk Dairesinin bozma kararı doğru olup, Sayın çoğunluğun onama görüşüne katılamıyoruz.

TRAFİK KAZASI – MADDİ MANEVİ TAZMİNAT- USULİ KAZANILMIŞ HAK

T.C
YARGITAY

17. Hukuk Dairesi

2014/19053 E. , 2014/17962 K.

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : Kırıkkale 1. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 10/06/2014
NUMARASI : 2013/957-2014/1166

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne dair verilen hükmün, süresi içinde davalı sigorta şirketi vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

-K A R A R-

Davacı vekili, müvekkilinin murisi ve desteği G. R. S. davalı sigorta şirketine zorunlu mali sorumluluk sigorta poliçesi ile sigortalı aracın tek taraflı trafik kazası sonucu devrilmesi nedeniyle araç içerisinde hayatını kaybettiğini belirterek, davacı eş için fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydı ile 1.000,00 TL destek tazminatı talep etmiş ve 10.04.2012 tarihli ıslah dilekçesi ile talebini 83.683,92 TL’ ye çıkardığını belirtmiştir.
Davalı vekili, davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulü ile, davacı eş için 83.683,92 TL destek tazminatının dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, davalı sigorta şirketi vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Hükmüne uyulan bozma ilamında; “… sağ kalan eşin kaza tarihi itibariyle çocuk sahibi olmadığı halde iki çocuk için %5’erden %10 indirim yapılarak %48 olan evlenme ihtimalinin %38’e düşürülerek hesap yapılmasının doğru olmadığı, davacı eşin olay tarihindeki yaşı, çocuğunun olmaması, sosyal yaşantısı ve ekonomik durumu göz önünden bulundurularak evlenme ihtimalinin yeniden belirlenip hesaplama yapılması için bilirkişi raporu alınması” gereğine değinilmiştir.
Mahkemece, Yargıtay bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonunda, bilirkişi raporu benimsenerek; davanın kabulüne, 83.683,92 TL destek tazminatının dava tarihinden itibaren işleyecek avans faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, davalı sigorta şirketi vekili tarafından temyiz edilmiştir.
1- Dava, trafik kazasından kaynaklanan destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir.
Mahkemece bozma ilamına uyulmasına karar verilmiş, aktüerya uzmanı bilirkişiden alınan ek raporda; bilinen en son aylık net asgari ücret güncellenerek esas alınmak suretiyle hesaplama yapılmıştır. Ancak mahkemece verilen ilk karar davalı tarafından temyiz edilmiş ve Yargıtay tarafından davalı yararına bozma yapılmış olmasına göre davalı yararına usulü kazanılmış haklar dikkate alınarak Yargıtay bozma ilamından önce alınan aktüerya uzmanı bilirkişi rapor tarihindeki veriler esas alınarak hesaplama yapılması gerekirken yazılı şekilde bozma ilamından sonra alınan rapor tarihine göre yapılan hesaplamanın hükme esas alınması doğru görülmemiştir.
2- Mahkemece, bozma öncesi verilen ilk kararda alacağın yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş olup, ilk karar davalı sigorta şirketi tarafından temyiz edilmiş ve bozma ilamına uyulmakla, faiz hususunda da davalı S.. Sigorta AŞ. yararına usuli kazanılmış hak oluştuğundan, ikinci kararda bu kez avans faizine hükmedilmesi doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı sigorta şirketi vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalı S. Sigorta AŞ.’ye geri verilmesine, 8.12.2014 günü Üye E.S.B. karşı oyu ve oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY

Beden tamlığına karşı işlenen haksız fiillerde zararın gerçek miktar ve şumulü zamanla daha iyi anlaşılabileceğinden mümkün olduğu kadar geç bir tarihin esas alınması, bilirkişinin hüküm tarihine en yakın verileri (asgari ücret) nazara alarak raporunu düzenlemesi gerektiği Yargıtay’ın oturmuş ve yerleşmiş görüşlerindendir.
Asgari ücret kamu düzeni ile ilgili olduğundan bu hususta usuli kazanılmış haktan söz edilemeyeceği gibi hakim bu durumu duruşmanın her aşamasında kendiliğinden gözetmelidir. Bu konuda bir talep olmasa dahi hakim bu hususu doğrudan doğruya gözönünde bulundurmakla yükümlüdür.
Kamu düzeni ile ilgili konularda usuli kazanılmış haktan söz edilemeyeceğinden bozmadan sonra asgari ücretlerin artmış olması durumunda bu yeni artışlarında hesaplamada gözönünde tutulması gerekir. (Hukuk Genel Kurulu’nun 17.12.1997 gün Esas 97/10, Karar 97/1074 sayı, 28.01.2004 gün Esas 2004/10-24 Esas 2004/47 Karar sayı, 21 HD. 25.5.2000 gün 4100-4206 sayı, 4 HD. 18.12.2003 gün 8596-14191 sayı, 10 HD. 10.09.1996 gün 7580-6635 sayı vs.)
Somut uyuşmazlıkta,
Yerel mahkemenin 29.5.2012 gün 2010/545 esas 2012/190 karar sayılı kararı, davalının temyizi üzerine Dairece bozulmuş, yerel mahkemece bozmaya uyularak karar tarihindeki en yakın verilere (asgari ücret) göre yeniden rapor alınmış, bilirkişice davacı zararının 83.786,29 TL olduğu bildirilmiş, mahkemece bozulan ilk kararda olduğu gibi 83.682,92 TL tazminata hükmedilmiştir.
Yerel mahkemenin bozmadan sonra hüküm tarihindeki asgari ücrete göre ek rapor alarak, ek rapora göre hüküm tesis etmesinde Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamasına aykırı bir yön bulunmadığından davalının bu yöne ilişkin temyiz itirazının reddi ile, yasal faiz yerine avans faizine hükmedilme nedeniyle yerel mahkeme kararının düzeltilerek onanmasına karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile kararın bozulmasına ilişkin çoğunluk görüşüne karşıyım.

İŞ KAZASI- MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT ASGARİ ÜCRET ARTIŞI USULİ KAZANILMIŞ HAK

T.C
YARGITAY
10. Hukuk Dairesi
2021/2492 E., 2021/11082 K.

“İçtihat Metni”
Mahkemesi :İş Mahkemesi

Dava, iş kazası sonucu sürekli iş göremezliğe uğrayan sigortalının maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece (kapatılan) 21. H.D.’ce verilen bozma kararına uyularak yapılan yargılama neticesinde ilamında belirtilen gerekçelerle davanın kısmen kabul ve kısmen reddine karar verilmiştir. Hükmün davacı ve davalı taraf avukatları tarafından temyiz edilmesi üzerine temyiz isteklerinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hâkimi … tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi.
1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillere ve hükmün dayandığı gerektirici sebeplerle temyiz kapsam ve nedenlerine göre davacı vekilinin tüm, davalı vekilinin ise aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.
2- Dava; 10.01.2003 tarihli iş kazasında sürekli iş göremezliğe uğrayan maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.
Mahkemenin, Yargıtay Dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda, kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak, yine, o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince hüküm verme yükümlülüğü doğar. “Usuli kazanılmış hak” olarak tanımlayacağımız bu olgu; Mahkemeye, hükmüne uyduğu Yargıtay bozma kararında belirtilen çerçevede işlem yapma ve hüküm kurma zorunluluğu getirdiği gibi, mahkemenin kararını bozmuş olan Yargıtay Hukuk Dairesince; sonradan, ilk bozma kararı ile benimsemiş olduğu esaslara usuli kazanılmış hakka aykırı bir şekilde, ikinci bir bozma kararı verilememektedir (09.05.1960 gün ve 21/9 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı, Hukuk Genel Kurulu’nun 12.07.2006 gün, 2006/9-508 E., 2006/521 sayılı Kararı).
Mahkemenin, Yargıtay’ın bozma kararına uyması ile bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usuli kazanılmış hak doğabileceği gibi, bazı konuların bozma kararı kapsamı dışında kalması yolu ile de usuli kazanılmış hak gerçekleşebilir. (Prof. Dr. Baki Kuru, Usuli Müktesep Hak (Usule İlişkin Kazanılmış Hak) Dr. A. Recai Seçkin’e Armağan, … Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No. 351 …, 1974, sayfa 395 vd.)
Yargıtay tarafından bozulan bir hükmün bozma kararının kapsamı dışında kalmış olan kısımları kesinleşir. Bozma kararına uymuş olan mahkeme kesinleşen bu kısımlar hakkında yeniden inceleme yaparak karar veremez. Bir başka anlatımla, kesinleşmiş bu kısımlar, lehine olan taraf yararına usuli kazanılmış hak oluşturur. (04.02.1959 gün ve 13/5 sayılı YİBK).
Somut olayda, ilk derece mahkemesince verilen 29.04.2015 tarihli ilk kararın davacı ve davalı taraf vekilleri tarafından temyiz edildiği anlaşılmakta ise de; davacı vekilinin önceki kararı temyiz sebeplerine göre maddi tazminatın hesabı noktasında açık bir temyizinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim (kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin 13.03.2018 tarih 2016/18269 E.- 2018/2215 K. sayılı ilamında da hesap yönünden “davacının yaptığı kalıpçı ustalığı işi dikkate alınarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TÜİK ve ilgili meslek odalarından alabileceği ücreti araştırmak ve davacının SGK tahkikatında vermiş olduğu beyanına göre günlük ücretinin 16 TL olduğunu beyan etmesi dikkate alınarak bu beyan aşılmamak suretiyle belirlenecek ücreti hesaba esas alarak taraflar lehine oluşan usuli kazanılmış hakları da gözeterek maddi tazminata hükmetmekten ibarettir.” gerekçesiyle davalı lehine bozma yapıldığı anlaşılmaktadır.
O halde önceki kararda esas alınan 24.02.2015 tarihli hesap raporundaki işlemiş devrenin 31.12.2015 tarihi olduğu gözetilerek, davalı lehine bu hesap verisi yönünden oluşan usuli kazanılmış hakkı dikkate almak suretiyle bozmadan sonra hesap bilirkişiden alınmış olan 28.04.2020 tarihli hesap raporuna göre hesap seçeneği olarak işlemiş devre tarihini 31.12.2015 tarihi olarak esas alan ve maddi tazminat alacağını 122.570,80 TL olarak belirleyen hesap seçeneğine itibarla karar verilmesi gerekirken; davalı lehine oluşan usuli kazanılmış hak ihlali sonucunu doğuracak şekilde yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olmuştur.
Bu açıklamalar doğrultusunda mahkemece yapılacak iş davalı lehine oluşan usuli kazanılmış hakkı gözeterek davacının maddi tazminat alacağını 122.570,80 TL olarak belirlemekten ibarettir.
O halde, davalı vekilinin bu yönleri amaçlayan itirazları kabul edilmeli ve İlk Derece Mahkemesince verilen hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ: İlk derece mahkemesi hükmünün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, dosyanın kararı veren İlk Derece Mahkemesine gönderilmesine, temyiz harcının istem halinde davalıya iadesine, aşağıda yazılı temyiz harcının temyiz eden davacıdan alınmasına, Üye …’ın muhalefetine karşı, Başkan … ile Üyeler …, … ve …’nın oyları ve oy çokluğuyla, 28.09.2021 gününde oybirliğiyle karar verildi.
KARŞI OY

1. Çoğunluk ile aradaki temel uyuşmazlık “bozma öncesi verilen ilk kararın yalnızca davalı tarafından temyiz edildiği, mahkemece bozma kararına uyularak verilen karardan sonra güncellenen ücrete göre yeniden maddi tazminat hesaplanması üzerinebuna göre belirlemenin usulü kazanılmış hakkın ihlali niteliğinde bulunup bulunmadığı” noktasında toplanmaktadır.
2. Somut uyuşmazlıkta ilk karar kusur oranı yönünden davalı lehine bozulmuştur. Bozmadan sonra mahkemece bozmaya uyulmuş, ancak Yargıtay’ın yerleşik içtihatları uyarınca hüküm tarihine yakın hesabın unsuru ücrete göre tazminatın miktarı hesaplanmış ve davacı lehine fark çıkması üzerine, davacı birleşen ek dava ile bu fark tazminat alacağını talep etmiş ve mahkemece ek dava ile talep edilen tazminatın kabulüne karar verilmiştir.
3. Kararın taraflarca temyizi üzerine bozma öncesi tazminata esas ücret yönünden davacının temyizi bulunmadığından, davalı yararına usulü kazanılmış hak oluştuğu gerekçesi ile karar davacı aleyhine bozulmuştur.
4. Çoğunluk görüşünün, aşağıda açıklanan gerekçe ve özelliklemaddi tazminatın karar tarihine yakın verilerle hesaplanması gerektiğinden ve bu durum usulü kazanılmış hakkın istisnası olması nedeni ile isabetli olmadığı kanaatindeyim. Zira;
4.1. Usulü kazanılmış hak: Görülmekte olan bir davada taraflardan birinin ya da mahkemenin yapmış olduğu bir usul işlemi ile yanlardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakka usule ilişkin kazanılmış hak denilmektedir. Bozmaya uyulmakla bozma lehine olan taraf yararına usulü kazanılmış hak doğmuş olur. Hükmün bir kısmının bozma kapsamı dışında bırakılmasının amacı bu kısımların doğru olduğunu belirlemek, bozmanın sınırlarını çizmek ve bu şekilde usulü kazanılmış hakları oluşturup, korumaktır. Yargıtay tarafından bozulan bir hükmün bozma kararının kapsamı dışında kalmış olan kısımları kesinleşir. Kesinleşmiş bu kısımlar, lehine olan taraf yararına usulü kazanılmış hak oluşturur(04.02.1959 gün ve 13/5 sayılı YİBK). Ne var ki; kamu düzenine ilişkin hususlar hakkında aleyhe bozma yasağı uygulanamaz. Yargıtay, kamu düzenine aykırı bir husustan dolayı hükmü temyiz edenin aleyhine (temyiz etmemiş olan tarafın lehine) olarak da bozabilir. Çünkü kamu düzenine ilişkin hususları hâkim (ve Yargıtay) kendiliğinden gözetme ile yükümlüdür(Bkz. Kuru, Baki: Hukuk Muhakemeleri Usulü, 2001 baskı, Cilt V., s.4727-4736). Nitekim aynı ilke, Hukuk Genel Kurulu’nun kararlarında da benimsenmiştir(HGK. 21.01.2004 gün ve 2004/1-46 E.-6 K.; 6.10.2004 gün ve 2004/ 1-433 E. – 483 K).
Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usulü kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları bulunmaktadır. Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir İçtihadı Birleştirme Kararı (09.05.1960 tarihli ve 21/9 sayılı YİBK) ya da geçmişe etkili bir yeni kanun çıkması karşısında, Yargıtay bozma kararına uyulmuş olmakla oluşan usulü kazanılmış hak hukukça değer taşımayacaktır. Benzer şekilde uygulanması gereken bir kanun hükmü, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilirse, usulü kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir (HGK’nun 21.01.2004 tarihli ve 2004/10-44 E., 19 K.; 03.02.2010 tarihli ve 2010/4-40 E., 2010/54 K.).
Bu sayılanların dışında ayrıca görev, hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı, harç ve maddi hataya dayanan bozma kararlarına uyulmasında olduğu gibi kamu düzeni ile ilgili konularda usulü kazanılmış haktan söz edilemez (Kuru, B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü – C. V, 6. b … 2001, s 4738 vd).
Usulü kazanılmış hakkın hukuki sonuç doğurabilmesi için bir davada ya taraflar ya mahkeme ya da Yargıtay tarafından açık biçimde yapılmış olan ve istisnalar arasında sayılmayan bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan bir hakkın varlığından söz edilebilmesi gerekir.
4.2. Bir hakkın usulü kazanılmış hak oluşturması için bu hakkın doğması ve yargılama sırasında oluşması gerekir. Kısaca taraf bu durum ve olgu gerçekleştiği halde itiraz etmemiş olmalıdır. Nasıl doğmamış bir hak için vazgeçilmeyeceğine göre doğmayan bir hak da usulü kazanılmış hak oluşturmayacaktır.
4.2. İş kazası sonucu, tazminat oranının belirlenmesine esas malûliyet oranının tespiti, kısaca zararın tam olarak bilinmesi bir süreç alabilir. Hukuka aykırı bir eylem işlenilmesine karşın, onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış(veya tam olarak belirlenmemiş), zararın ortaya çıkması için eylem tarihinden itibaren bir takım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise zararın bütün unsurlarıyla birlikte öğrenilmesi mümkün değildir. Oysaki zarar görenin mahkeme önünde ciddi bir dava açarak tazminat isteminde bulunabilmesi ve bu istemini objektif bir şekilde destekleyen, etkili gerekçelerini ortaya koyabilmesi için oluşan zararın niteliğini, kapsamını ve bütün unsurlarını öğrenmesi gerekir. O halde böyle bir süreç nedeni ile malûliyet oranı tam kesinleşmeden tazminata karar verilmesi halinde, bu tazminat miktarı zarar gören tarafından temyiz edilmese bile gelişen durum nedeni ile maluliyet oranı daha sonra tam olarak belirlenmiş ve farklı bir oran ise önceki tazminat miktarı karşı taraf lehine usulü kazanılmış hak teşkil etmeyecektir.
Gelişen durum kavramı salt zarar doğuran işlem ya da eylemin sonuçlarının gelişmesini ve bu nedenle zarar görenin bu konularda bilgi sahibi olabilmesinin zorunlu olarak bu gelişmenin tamamlanacağı ana kadar gecikmesini ifade eder (Hukuk Genel Kurulunun 06.11.2002 tarihli ve 2002/4-882 E., 2002/874 K.; 10.06.2015 tarihli ve 2014/21-282 E.,2015/1548 K.; 01.03.2017 tarihli ve 2014/21-2372 E., 2017/379 K. sayılı kararları). Diğer taraftan, iş kazası nedeniyle maddi tazminat davalarında aktüerya bilirkişi raporlarında işçinin ücreti ile birlikte karar tarihine yakın son asgari ücrette dikkate alınır.
Kısaca gelişen durum devam ediyor ise önceki malûliyet oranı, iş kazasına uğrayan işçi yönünden bağlayıcı olmayacağı gibi bu malûliyet oranına göre verilen tazminat davası kesin hüküm de teşkil etmeyecektir. Zira dava konusu tazminatın miktarı, malûliyet oranı ve tazminata esas ücretin miktarının değişmesi ile artmaktadır. Dolayısı ile dava konusu değişmektedir. Bu durumda da karar davacı tarafından temyiz edilmemiş olsa bile bozmadan sonra maluliyet ve ücrete göre dava konusu miktar değişmiş ise önceki karardaki miktar usulü kazanılmış hak oluşturmaz.
4.3. Diğer taraftan maddi tazminat hesapları yapılırken, en son bilinen ücret unsurlarının hesaplamada gözetilmesi gerektiğinden, hüküm gününe en yakın güne kadar yürürlüğe giren tüm asgari ücretlerin uygulanması gerekir. Daha önce bir veya birkaç hesap raporu verilmiş olsa bile, dava bitinceye kadar yürürlüğe giren asgari ücretlerden dolayı yeniden ek rapor alınması zorunludur.
4.4. Maluliyet oranı gibi zararın hesaplanmasına ilişkin diğer bir unsur da ücrettir. Asgari ücretin artması halinde, karar tarihine yakın ücrette değişeceğinden, bu ücrete göre zararın hesaplanması gerekmektedir. Zira asgari ücret, kamu düzeni ile ilgili olduğundan, davanın her aşamasında uygulanması zorunludur. Bozmadan sonra dahi asgari ücretlerde artış olmuşsa, yeniden tazminat hesabı yapılması gerekir. Yargıç, bir istek olmasa dahi, yargılamanın her aşamasında asgari ücret artışlarını doğrudan dikkate almakla yükümlüdür.Davacı, bilirkişi raporuna itiraz etmemiş olsa dahi, sonradan yürürlüğe giren asgari ücretlerin uygulanması kamu düzeni gereği ve zorunlu olduğundan, davalı yararına usuli kazanılmış hak oluşmaz.
5. Somut uyuşmazlıkta bozmadan sonra asgari ücrette artış meydana gelmesi nedeni ile karar tarihine en yakın bilinen ücret üzerinden hesaplama ile maddi tazminat bozma doğrultusundaki ücrete göre saptanmış ve davacının maddi tazminatı hüküm altına alınmıştır. Her ne kadar bozma sonrası daha önceki tazminata esas ücret değişmiş ise de bozmadan sonra asgari ücretteki artış nedeni ile karar tarihindeki miktarı farklılaşmıştır. Davacı taraf bozmadan önceki ilk kararda bilinen ücret üzerinden hesaplanan tazminata itiraz etmemiştir. Ancak bu bilinen ücret bozmadan sonra değişmiştir. Bir tarafın ilerde değişecek diye kararı temyiz etmesi hayatın olağan akışına uygun olmayacaktır. Zira karar onanmış olsa idi hesaplama bilinen ücrete göre hesaplandığından sorun olmayacaktır. Ancak bozmadan sonra bilinen ücret değişmiştir. Değişen durum nedeni ile daha önce doğmayan hesaba esas unsur olan ücrete itiraz etmeme usulü kazanılmış hak oluşturmayacaktır. Sayın çoğunluğun bu yöndeki bozma nedenine katılınmamıştır.

BOZMA ÖNCESİ KARARIN TEMYİZ EDİLMEMESİ NEDENİYLE KARŞI TARAF YARARINA USULİ KAZANILMIŞ HAKTAN SÖZ EDİLEMEYECEĞİ

T.C
YARGITAY
21. Hukuk Dairesi

2009/1240 E.,2009/4316 K.

“İçtihat Metni”

MAHKEMESİ: Nevşehir 1. Asliye Hukuk (İş) Mahkemesi
TARİH : 21.10.2008
NO : 133-311

Davacı K.U., iş kazası sonucu maluliyetinden doğan maddi ve manevi tazminatın ödetilmesine;

Davacı Kurum ise, iş kazası nedeniyle sigortalıya ödediği 19.664.10TL’nin davalılardan rücuen tahsili davalarının yapılan yargılaması sonunda; Bozmaya uyarak ilamda yazılı nedenlerle, 167.764.22TL maddi ve manevi tazminatın yasal faiziyle birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen alınarak davacı K.U.’a verilmesine, 16.434.00TL’nin ödeme tarihlerinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen alınarak davacı Kuruma verilmesine ilişkin hükmün süresi içinde temyizen incelenmesi taraf vekillerince istenilmesi ve davalılardan SS.S.Konut Yapı Koop, A.G.ve İ.D.vekilince de duruşma talep edilmesi üzerine, dosya incelenerek, işin duruşmaya tabi olduğu anlaşılmış ve duruşma için 24.03.2009 Salı günü tayin edilerek taraflara çağrı kağıdı gönderilmişti. Duruşma günü davalılardan SS.S.Konut Yapı Koop, A.G. ve İ. D. vekili Avukat E.S.ile karşı taraf vekili Avukat M. T.geldiler. Davacı Kurum ile diğer davalı adına kimse gelmedi. Duruşmaya başlanarak hazır bulunan Avukatların sözlü açıklamaları dinlendikten sonra duruşmaya son verilerek aynı gün Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği konuşulup düşünüldü ve aşağıdaki karar tesbit edildi.
1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerektirici nedenlere, temyizin kapsamı ve temyiz nedenlerine göre tarafların aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki diğer temyiz itirazlarının reddine,

2-Dava 26.04.2000 tarihinde meydana gelen iş kazası sonucu %79,00 oranında sürekli iş göremezliğe uğrayan sigortalının maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir. Yargılama sırasında Sosyal Güvenlik Kurumunun aynı iş kazası nedeniyle açtığı rücuen tazminat davası da sigortalının açtığı dava ile birleştirilerek her iki dava birlikte sonuçlandırılmıştır.

Mahkemece dairemiz bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonunda Sigortalının açtığı dava ile ilgili olarak: Davalılardan İbrahim Dursun’a yönelik davanın atiye bırakıldığından karar verilmesine yer olmadığına, davacının manevi tazminat istemi ile bozmaya konu kararın davacı tarafça maddi tazminat yönünden temyiz edilmediği, maddi tazminata yönelik hükmün onanmasının istendiği bu durumunda önceki kararda hükmolunan maddi tazminat miktarı bakımından davalı yararına usuli kazanılmış hak oluşturduğundan bahisle davacının maddi tazminat isteminin bozmaya konu kararda hükmolunun miktarla bağlı olarak kısmen kabulüne, SGK’ nun açtığı birleşen dava ile ilgili olarak da davanın kısmen kabulüne karar verilmiş ve bu karar davacılar ile davalılar tarafından süresinde temyiz edilmiştir.

Hakim, HUMK.46.maddesi uyarınca, aralarında bağlantı bulunduğu iddiası ile birlikte açılmış veya ayrı açılmış olmakla birleştirilmesine karar verilmiş olan davaların, yargılamanın daha iyi bir şekilde yürümesini sağlamak için, davanın her safhasında, istek üzerine veya kendiliğinden ayrılmasına karar verebilir.

Davaya konu istemlerin yasal dayanaklarının ve buna bağlı olarak yapılacak inceleme ve araştırma yöntemlerinin farklılığı, temel ilişkinin kanıtlanmasında izlenecek usul, davaların konularının ve nedenlerinin farklığı göz önüne alındığında, yargılamanın daha iyi ve süratli bir şekilde yürütülebilmesi için iş kazası nedeniyle sigortalının ve SGK’ nun açtığı davaların ayrılmasında zorunluluk bulunmaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 07.02.2007 tarih ve 2007/21-69 E, 2007/55 K sayılı kararı da bu yöndedir.

Hal böyle olunca mahkemece, sigortalının açtığı dava ile SGK’ nun açtığı davanın tefrik edilerek sigortalının açtığı davada işin esasına girilerek bir sonuca varılmak gerekirken her iki davanın bir arada görülmesi usul ve yasaya aykırı olmuştur.

Öte yandan davacının dava dilekçesinde ve ıslah dilekçesinde maddi tazminattan fazlaya ilişkin haklarının saklı tuttuğu ve bozmaya konu kararda da maddi tazminattan fazlaya ilişkin hakların saklı tutularak taleple sınırlı karar verildiği uyuşmazlık konusu değildir. Uyuşmazlık bozma öncesi düzenlenen 16.09.2004 tarihli hesap raporu üzerine davacı avukatı tarafından verilen 15.10.2004 tarihli dilekçe ile16.09.2004 tarihli hesap raporuna göre karar verilmesinin istenmesinin usuli kazanılmış hak oluşturup oluşturmadığı noktasında toplanmaktadır. Davacının dava ve ıslah dilekçelerinde maddi tazminattan fazla hakkını saklı tutmuş bulunmasına, bozmaya konu kararda da bu yönün dikkate alınarak istemle bağlı karar verilmesine, maddi ve fazlaya ilişkin hakkı da saklı tutulan davacının maddi tazminata yönelik kararı temyiz etmemesinin doğal bulunmasına göre, davalı bakımından usuli kazanılmış bir hakkın söz konusu olmadığı ortadadır. Davacının 16.09.2004 tarihli hesap raporunun göre karar verilmesini istemesi fazla haktan vazgeçmek değil, davanın hemen sonuçlanmasına sağlamaya yönelik bir taleptir. Somut olayda da bu dilekçeden iki yıl sonra bir karar verildiği ortadadır. Bu duruma göre davacının ek dava ile istediği maddi tazminat sitemi ile ilgili olarak esastan bir karar verilmek gerekirken davalı yararına usuli kazanılmış hak doğduğundan bahisle yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olmuştur.

3- Dava nitelikçe Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından karşılanmayan zararların giderilmesine ilişkindir. Bu bakımından tazminat belirlenirken, sigortalının hüküm tarihine en yakın tarihte belli olan verilere göre hesaplanacak zararından; Maluliyet oranı, kusur oranı ve kanuni nedenler indirildikten sonra, İş kasası sonucu sürekli işgöremezlik nedeniyle Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından bağlanan gelirin hüküm tarihine en yakın tarihte belli olan verilere göre hesaplanarak bildirilecek tüm peşin sermaye değerinin indirilmesi suretiyle tazminatın belirlenmesi gerektiği Yargıtay’ın yerleşmiş görüşlerindendir. Oysa davacı yararına maddi tazminatın hesaplanmasında önce sigortalıya bağlanan gelirin ilk peşin sermaye değerinin düşüldüğü ve sonra kusur oranının indirildiği ortadadır. Hal böyle olunca sigorta tahsisleri peşin sermaye değerinin en son indirileceği göz ardı edilmek suretiyle indirimde sıralama hatası yapılarak ve tazminatın belirlenmesi hatalı olduğu gibi sigorta tahsislerinin tüm peşin sermaye değeri yerine ilk peşin sermaye değerinin indirilmesi de usul ve yasaya aykırı olmuştur

Mahkemece bu maddi ve hukuki olgulara aykırı biçimde yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.

O halde, tarafların bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.

SONUÇ: Hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, Davacı ve davalılardan SS.S.Konut Yapı Koop, A.G.ve İ.D.yararına takdir edilen 625.00 TL. duruşma Avukatlık parasının karşılıklı olarak birbirlerine yükletilmesine, temyiz başvurma harcı ile temyiz harcının ilgililere iadesine, 24.03.2009 gününde oybirliğiyle karar verIldi.

İHTİYARİ DAVA ARKADAŞLARI ALEYHİNE HÜKMEDİLEN VEKALET ÜCRETİ NEDENİYLE AYRI AYRI TAKİP

T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS: 2019/319
KARAR: 2022/924

“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :İcra Hukuk Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “şikâyet” isteminden dolayı yapılan inceleme sonunda, İstanbul 5. İcra (Hukuk) Mahkemesince verilen şikâyetin reddine ilişkin karar borçlu vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 8. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonucunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına direnilmiştir.
2. Direnme kararı borçlu vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. İNCELEME SÜRECİ

Borçlu İstemi:
4. Borçlu vekili şikâyet dilekçesinde; müvekkili aleyhine İstanbul 35. İcra Müdürlüğünün 2015/19598 E. sayılı dosyasında başlatılan ilamlı takibe dayanak Ankara 11. Asliye Hukuk Mahkemesinin 12.11.2014 tarihli ve 2013/437 E., 2014/489 K. sayılı kararında her bir davacı yönünden hükmedilen manevi tazminat ile yargılama giderleri ve vekâlet ücreti için alacaklı vekili tarafından ayrı ayrı icra takibi yapılmak suretiyle müvekkili aleyhine altı adet icra takibi başlatıldığını, ilamının bir bütün olduğunu, bölünemeyeceğini ve tefrik edilemeyeceğini, her bir davacı yönünden ayrı ayrı dava açılmadığını, ilamının bölünerek ayrı ayrı icra takibine konu edilmesinin iyi niyet kuralları ile bağdaşmayacağını ileri sürerek takibin iptaline karar verilmesini talep etmiştir.

Alacaklı Cevabı:
5. Alacaklı vekili cevap dilekçesinde; takibe dayanak ilamın müvekkiline ilişkin kısmının avukatlık ücreti ve masraf alacağı ile birlikte bir bütün olarak icra takibine konulduğunu, müvekkili yönünden bu ilama dayalı olarak başkaca bir icra takibi yapılmadığını, asıl alacak, masraf ve vekâlet ücreti alacağının bölünerek ayrı ayrı icra takibine konu edilmediğini, dolayısı ile herhangi bir şekilde hakkın kötüye kullanılmasının söz konusu olmadığını, aralarında zorunlu dava arkadaşlığı bulunmayan farklı alacaklıların kendi alacaklarını icra aşamasında da birlikte talep etmelerinin zorunlu olmadığını, takip konusu ilamda her bir alacaklı için ayrı ayrı alacağa ve vekâlet ücretine hükmedildiğini, karşı taraf vekâlet ücretinin dahi ayrı ayrı hüküm altına alındığını, her bir alacaklı için ayrı takip yapmalarının nedeninin davacıların hesaplarının birbirine karışmasının önlenmesi olduğunu belirterek şikâyetin reddini savunmuştur.

Mahkeme Kararı:
6. İstanbul 5. İcra (Hukuk) Mahkemesinin 14.06.2016 tarihli ve 2015/950 E., 2016/633 K. sayılı kararı ile; dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda, Özel Dairenin 28.05.2015 tarihli ve 2015/9086 E., 2015/11928 K. sayılı içtihadında ihtiyarî dava arkadaşları için aynı ilamda hükmedilen ayrı ayrı tazminatların dahi ayrı ayrı takibe konu edilemeyeceğine hükmettiği ancak bunun açıkça hukuka aykırı olduğu, öncelikle içtihatta bahsedildiği gibi asıl alacak, vekâlet ücreti ve yargılama masraflarından oluşan ilamın bir bütün olduğu, birden fazla ihtiyarî dava arkadaşı hakkında birden çok hüküm kurularak ihtiyarî dava arkadaşları sayısınca hükmedilen asıl alacak, vekâlet ücreti ve yargılama masraflarının sadece her bir davalı açısından kendi içinde bir bütün olup, tüm ihtiyarî dava arkadaşları açısından topluca bir bütünlük teşkil etmediği, ihtiyarî dava arkadaşlarının, ayrı ayrı dava açmayıp, birlikte dava açmalarının aleyhlerine yorumlanamayacağı, ayrıca ihtiyarî dava arkadaşları lehlerine aynı ilamla kurulan hükümleri ayrı ayrı icraya koyamamaları Anayasal hak arama hürriyetini zedeleyici olacağı, çünkü ayrı ayrı takibe koyulması durumunda tebligat sayısı artığından usulsüz tebligat riski azalacağı gibi, borçlunun itiraz süresi, itiraz edip etmeyeceğinin de değişebileceği, ayrıca kısmi ödeme yapılması hâlinde alacaklılar arasında bölüşülmesi durumunun oluşmayacağı gibi haczin diğer ihtiyarî dava arkadaşlarından önce kesinleşmesi ve hacizde öncelik hakkı elde etme imkânının da ortadan kaldırılacağı, bir diğer hususta dava için verilen vekâlet ve ücretin icra takibini kapsamamasıdır ki ihtiyarî dava arkadaşlarından biri icra takibi için başka bir avukata vekâlet vermesi veya icra vekâlet ücretini ödememesi nedeniyle ihtiyarî dava arkadaşlarından biri açısından takibe geçilememesi ve sonradan takibe geçilmesinde de bu içtihat nedeniyle hak kaybına uğranılacağı, bu nedenlerle ilamın bütün olduğu hususu ihtiyarî dava arkadaşları için geçerli olmayıp, ihtiyarî dava arkadaşları açısından aynı ilamla hükmedilen alacakların ayrı ayrı takibe konulabileceği gerekçesi ile şikâyetin reddine karar verilmiştir.

Özel Daire Bozma Kararı:
7. İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde borçlu vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 8. Hukuk Dairesince 22.12.2016 tarihli ve 2016/21033 E., 2016/17362 K. sayılı kararı ile;
“…Şikayete konu takibin dayanağı olan Ankara 11. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2013/437 Esas, 2014/489 Karar sayılı ilamında hükmedilen manevi tazminat alacağı, avukatlık ücreti ve yargılama giderleri için her bir alacaklı yönünden ayrı takip yapıldığı konusunda taraflar arasında ihtilaf bulunmamaktadır.
6100 sayılı HMK’nun 30. maddesinde “Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür.” şeklinde usul ekonomisi ilkesi hüküm altına alınmıştır.
Aynı sebep ve aynı ilamdan kaynaklı alacakların aynı takip dosyası üzerinden tahsili mümkün iken, makul ve kabul edilebilir bir gerekçe olmaksızın kendilerini aynı vekil ile temsil ettiren, ilam alacaklılarının, her birinin kendi payına düşen kısım için ayrı takip başlatması yukarıda Yasa ile düzenleme altına alınan usul ekonomisi ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.

Bu halde, Mahkemece şikayetin kabulü ile takibin iptaline karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle şikayetin reddi isabetsizdir…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.

Direnme Kararı:
9. İstanbul 5. İcra (Hukuk) Mahkemesinin 16.03.2018 tarihli ve 2017/707 E., 2018/246 K. sayılı kararı ile; önceki gerekçenin yanında icra hukukunda hakkın kötüye kullanılması kurallarının çok istisnai olarak uygulanması gerektiği, aynı alacaklının aynı ilamdan kaynaklanan alacaklarını birden fazla icra dosyasında takibe koyması, bu istisna kapsamına girebilecek nitelikte ise de, ihtiyarî dava arkadaşlığına da bu kuralın uygulanması ve ayrı ayrı takip yapılabilmesi için geçerli bir nedenin ispatının alacaklıya yüklenmesinin bu istisna kapsamına giremeyeceği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme Kararının Temyizi:
10. Direnme kararı süresi içinde borçlu vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ilamlı takibe dayanak ilamda hükmedilen manevi tazminat alacağı, avukatlık ücreti ve yargılama giderleri için her bir alacaklı yönünden ayrı takip yapılmasının usul ekonomisi ilkesine aykırılık teşkil edip etmediği noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE
12. Alacaklının ilamlı icra takibi yapabilmesi için elinde bir mahkeme ilamı ya da kanunların bu kuvvete sahip kıldığı bir belgenin bulunması gerekir. 6100 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HMK)’nun 294. maddesinin 1. fıkrası “Mahkeme, usule veya esasa ilişkin bir nihai kararla davayı sona erdirir. Yargılama sonunda uyuşmazlığın esası hakkında verilen nihai karar, hükümdür” şeklinde, aynı Kanunun 301. maddesi ise “Hüküm yazılıp imza edildikten ve mahkeme mührü ile mühürlendikten sonra, nüshaları yazı işleri müdürü tarafından taraflardan her birine makbuz karşılığında verilir ve bir nüshası da gecikmeksizin diğer tarafa tebliğ edilir. Hükmün bir nüshası da dosyasında saklanır. Taraflardan her birine verilen hüküm nüshası ilamdır…” şeklinde düzenlenmiştir. Buna göre, kısaca ilam; mahkeme kararının iki taraftan her birine verilen mühürlü örnekleri, olarak tanımlanabilir. Ayrıca 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun (İİK) 38. maddesinde gerçekte ilam olmadıkları hâlde yasa gereği “ilam mahiyetini haiz belgeler” sayılmış; bazı özel kanunlarda da, ilgili bulundukları konuda birtakım belgelerin ilam niteliğinde olduğu kabul edilmiştir.
13. İlamların icrası ise İİK’nın ikinci babında 24 ilâ 41. maddeler arasında düzenlenmiştir. Borçluya gönderilen icra emri, kanuna ve özellikle ilama veya takip talebine aykırı ise borçlu icra emrinin veya ilamlı icra takibinin iptali veya düzeltilmesi için icra mahkemesine şikâyet yoluna başvurabilir (İİK’nın 41 ve 16. maddeleri).
14. İcra takibi davadan bağımsız olup, icra ve iflas takipleri İİK’da düzenlenmiştir. İİK, HMK’na göre özel kanun olup, HMK takip hukukunda İİK’da açıkça gönderme olduğunda ya da işin niteliğine uygun düştüğü ölçüde uygulanır.
15. Yeri gelmişken usul ekonomi ilkesine de değinmekte fayda bulunmaktadır.
16. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 30. maddesinde düzenlenen usul ekonomisi ilkesi, Anayasal dayanağı olan bir ilkedir. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa)’nın 141. maddesinin 4. bendinde davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğuna açıkça işaret edilmiştir. Usul ekonomisi ilkesi yasalarda öngörülen düzenleme çerçevesinde yargılamanın kolaylaştırılmasını, yargılamada öngörülen olağan zaman süresinin aşılmamasını ve gereksiz gider yapılmamasını amaçlar ve bunu hâkime bir görev olarak yükler. Bu bağlamda, basitlik, hızlılık ve ucuzluk usul ekonomisini oluşturan unsurlar olarak ortaya çıkar. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 6. maddesinde de usul ekonomisinin yargılamanın makul sürede yapılması unsuruna vurgu yapılmıştır.
17. Usul ekonomisi ilkesi takip hukukunda da uygulanır. Anayasanın 141. maddesinin 4. fıkrasına göre mahkemelerin yargı faaliyetlerinde usul ekonomisini gözetme yükümlülüğü ile takip hukukunda icra organlarının usul ekonomisini gözetmesi aynı amaca hizmet eder. Usul ekonomisi ilkesine göre takibin ve icra faaliyetlerinin mümkün olduğunca kısa sürede, basit ve ucuz şekilde sonuçlandırılması gerekir. Bu ilkenin unsurları, takip hukukundaki görünümüne göre takibin makul sürede tamamlanması, takibin makul giderle tamamlanması ve takibin düzenli bir şekilde yürütülmesi olarak ifade edilebilir. Usul ekonomisi ilkesi takibin her aşamasında gözetilmesi gereken bir ilkedir. Takibin makul sürede ve makul giderle tamamlanabilmesi için, takibin düzenli bir şekilde yürütülmesi gerekir. Takibin düzenli bir şekilde yürütülmemesi karmaşaya ve gereksiz gider yapılmasına sebep olacağı için aynı zamanda takibin makul sürede tamamlanması ve takibin makul giderle tamamlanması unsurlarının da ihlâl edilmesi sonucunu doğurur.
18. Uyuşmazlığın çözümü bakımından dava arkadaşlığı kurumunun da açıklanması gerekmektedir.
19. Hukukumuzda dava arkadaşlığı zorunlu ve ihtiyarî dava arkadaşlığı olmak üzere iki ana başlık altında; zorunlu dava arkadaşlığı da yine kendi içinde maddi ve şekli olmak üzere ikili ayrımla düzenlenmektedir.
20. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 57. maddesinde ihtiyarî dava arkadaşlığı düzenlenmiş olup, birlikte dava açma hakkına sahip olanlar davalarını birlikte açmak zorunda değildirler. Bu kişilerden her biri ayrı ayrı dava açabilecekleri gibi, dilerlerse (isterlerse) birlikte de dava açabilirler. İşte bu son hâlde, davacılar arasında dava arkadaşlığı doğar; fakat bu, ihtiyarî (isteğe bağlı) bir dava arkadaşlığıdır. Davalılar arasındaki ihtiyarî dava arkadaşlığı bakımından da durum böyledir. Meselâ, alacaklı, müteselsil borçlulardan [818 sayılı Borçlar Kanunu (BK) m. 162 vd] her birine karşı ayrı ayrı dava açabileceği gibi, isterse, müteselsil borçluların bir kaçına veya tümüne karşı birlikte dava açabilir. Bu son hâlde, davalı tarafta bulunan müteselsil borçlular ihtiyarî dava arkadaşı durumundadır; yani, bunlara karşı birlikte dava açılması zorunlu değildir.
21. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun ” İhtiyari dava arkadaşlarının davadaki durumu” başlığını taşıyan 58. maddesi ise; “İhtiyari dava arkadaşlığında, davalar birbirinden bağımsızdır. Dava arkadaşlarından her biri, diğerinden bağımsız olarak hareket eder.” hükmünü içermektedir.
22. İhtiyarî dava arkadaşlığında, dava arkadaşı sayısı kadar dava vardır; bu davalar, (mahkemece) birlikte görülür. Bu ise, zaman, emek ve masraftan tasarruf sağlar, tahkikat ve yargılamayı kolaylaştırır ve basitleştirir ve nihayet çelişik hükümler verilmesini önler (Kuru, Baki: Medenî Usul Hukuku El Kitabı, C.1, Ankara 2021, s. 956 ).
23. İcra takiplerinde de mecburi takip arkadaşlığı öngören hükümler bulunmaktadır. İhtiyarî takip arkadaşlığı İİK’da düzenlenmemiş olmasına rağmen icra takiplerinde ihtiyarî takip arkadaşlığı mümkündür. Alacaklılar arasında mecburî takip arkadaşlığında birden fazla alacaklı, borçluya karşı birlikte (bir takip talebi ile) icra takibi yapmaya mecburdur. Maddi anlamda mecburi takip arkadaşlığına örnek verilecek olursa, tahliye talepli ilamsız icra takibinde kiralayanlar birden fazla ise icra takibinin kiralayanların tümü tarafından birlikte yapılması zorunludur. Alacaklılar arasında ihtiyarî takip arkadaşlığında ise alacaklılar, bir borçluya karşı ayrı ayrı icra takibi yapabilecekleri gibi, birlikte (bir takip talebi ile) de borçluyu takip edebilirler; örneğin müteselsil alacaklılarda olduğu gibi [6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) m. 169] (Baki, Kuru: İcra ve İflas Hukuku El Kitabı, Ankara 2013, s. 167). Ancak ihtiyarî takip arkadaşlığında alacaklı sayısı kadar takip bulunmaktadır. Aralarında ihtiyarî dava arkadaşlığı bulunan davacılar hakkında ayrı ayrı alacak kalemlerine hükmedilmiş olması durumunda her bir alacaklı yönünden borçluya karşı ayrı ayrı icra takibi yapılması icra usul ekonomisine uygundur.
24. Bu aşamada belirtmek gerekir ki icra (takip) giderleri, icra organlarının icra takibini tam ve doğru bir şekilde yürütebilmeleri için harcanan paralardır. Bu paralar, icra takibine ilişkin bir iş veya hizmetin gerektirdiği bir ücret olup, bu iş veya hizmeti yapan kişilere verilir. Vekâlet ücreti de, takip giderlerine dahildir (m. 138/3). İİK’da (m.138/3) ve Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinde (Tarife) (m. 2/1, 11) borçluya yükletilecek vekâlet ücreti ayrıca düzenlenmiştir. İcra takibini bir vekil (avukat) ile takip ettiren alacaklıya, avukatının icra dairesindeki hizmetinden dolayı, Tarife’ye göre hesaplanacak bir vekâlet ücreti ödenir. Diğer icra giderleri gibi bu vekâlet ücreti de icra takibi sonucunda haksız çıkan borçludan alınır. İcra gideri olan vekâlet ücreti, icra müdürü tarafından, Tarife’ye göre hesaplanır (İİK m. 138/3; Tarife m. 11). Konusu para veya para ile değerlendirilmesi mümkün bir şey olan (ilâmlı veya ilâmsız) icra takiplerinde vekâlet ücreti, alacak veya şeyin değeri üzerinden nispî olarak hesaplanır (Baki, Kuru: İcra ve İflas Hukuku El Kitabı, Ankara 2013, s. 121, 123, 124, 125).
25. Aynı ilamda aralarında ihtiyarî dava arkadaşlığı bulunan davacılar hakkında ayrı ayrı hükmedilen alacak kalemlerinin her bir alacaklı yönünden borçluya karşı ayrı ayrı icra takibine konulması ile tüm alacaklılar yönünden tek bir takip talebinde bulunularak takip yapılması hâlinde hesaplanacak icra vekâlet farklı olmayacağından, fazladan avukatlık ücreti talep edilmesi ve hakkın kötüye kullanılması durumundan söz edilemeyecektir.
26. Somut olaya gelince; alacaklı … vekili Av. … tarafından borçlu T.C. Devlet Demir Yolları Genel Müdürlüğü aleyhine başlatılan ilamlı icra takibine dayanak Ankara 11. Asliye Hukuk Mahkemesinin 12.11.2014 tarihli ve 2013/437 E., 2014/489 K. sayılı ilamının incelenmesinde, davacıların Serkan Yılmaz, Sinem Yılmaz, Sibel Engin, Garip Yılmaz, … ve Gönül Gülal, davacılar vekilinin Av. …, davalının ise T.C. Devlet Demir Yolları Genel Müdürlüğü olduğu, ilamda; “…1- Davanın kısmen kabul kısmen reddi ile her bir davacı için 10.000TL toplam: 60.000TL manevi tazminatın 09.09.2008 tarihinden itibaren değişen oranlarda yasa faizi ile birlikte davalı Devlet Demiryollarından alınarak davacıya verilmesine, fazla istemin reddine,
2- Hükmedilen meblağ üzerinden hesaplanan 4.098,60TL karar ve ilam harcından peşin alman 409,90TL’nin mahsubu ile bakiye 3.688,70TL harcın davalıdan alınarak hâzineye gelir kaydına,
3- Davacı Serkan vekil ile temsil edildiği için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi göz önüne alınarak 1.500TL nispi vekalet ücretinin davalıdan alınarak bu davacıya verilmesine,
4- Davacı Sinem vekil ile temsil edildiği için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi göz önüne alınarak 1.500TL nispi vekalet ücretinin davalıdan alınarak bu davacıya verilmesine,
5- Davacı Sibel vekil ile temsil edildiği için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi göz önüne alınarak 1.500TL nispi vekalet ücretinin davalıdan alınarak bu davacıya verilmesine,
6- Davacı Garip vekil ile temsil edildiği için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi göz önüne alınarak 1.500TL nispi vekalet ücretinin davalıdan alınarak bu davacıya verilmesine,
7- Davacı … vekil ile temsil edildiği için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi göz önüne alınarak 1.500TL nispi vekalet ücretinin davalıdan alınarak bu davacıya verilmesine,
8- Davacı Gönül vekil ile temsil edildiği için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi göz önüne alınarak 1.500TL nispi vekalet ücretinin davalıdan alınarak bu davacıya verilmesine,
9- Davacılar tarafından yapılan 449,20TL harcın tamamı ve davacı tarafından yapılan 2.456,10 TL yargılama giderinin kabul ve ret olunan miktarlar göz önüne alınarak takdiren ½ sinin davalıdan alınarak davacılara verilmesine, bakiyesinin davacılar üzerinde bırakılmasına.
10- Ret olan bölüm nedeniyle Davalı … Vekil ile temsil edildiği için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi göz.önüne alınarak 6.900TL nispi vekalet ücreti ile davalı tarafından yapılan 82,50TL yargılama giderinin kabul ve ret olunan miktarlar göz önüne alınarak takdiren 1/2 sinin davacılardan alınarak davalıya verilmesine, bakiyesinin davalı üzerinde bırakılmasına…” hükmedildiği görülmektedir.
27. Takip talebinde 10.000TL manevi tazminat, 6.176,71TL işlemiş faiz, 1.500TL dava vekâlet ücreti, 92,10TL işlemiş faiz, 204,67TL yargılama gideri (1/2)- (1/6), 12,57TL işlemiş faiz, 74,86TL dava harcı, 4,60TL işlemiş faiz olmak üzere toplam 18.065,51TL’nin tahsilinin istendiği anlaşılmaktadır.
28. Takibe dayanak ilamda ihtiyarî dava arkadaşlığı söz konusu olup, her bir davacı için ayrı ayrı alacak kalemlerine hükmedilmiştir. İhtiyarî dava arkadaşlığı hâllerinde zaman, emek ve masraftan tasarruf sağlayacağı, tahkikat ve yargılamayı kolaylaştıracağından mahkemece davaların birleştirilerek görülmesi HMK’nın 30. maddesinde düzenlenen usul ekonomisi ilkesinin gereğidir. Ancak İİK, HMK’ya göre özel kanun olup, HMK takip hukukunda İİK’da açıkça gönderme olduğunda ya da işin niteliğine uygun düştüğü ölçüde uygulanır. İhtiyarî takip arkadaşlığında alacaklı sayısı kadar takip bulunduğundan, ilamda ihtiyarî dava arkadaşları için ayrı ayrı hükmedilen alacak kalemlerinin birlikte takibe konulması hâlinde haciz ve ödenen paraların paylaştırılmasında sorunlara yol açacağından, takibin daha az masrafla ve daha kısa sürede sonuçlandıracağı düşünülemez. Bu nedenle ilamda her bir davacı için hükmedilen alacak kalemlerinin birleştirilerek takibe konu edilmesi icra usul ekonomisine aykırıdır.
29. Hukuk Genel Kurulunun 06.04.2016 tarihli ve 2014/8-611 E., 2016/492 K. sayılı kararında da alacaklı vekili tarafından aynı ilama dayanılarak lehe hükmedilen asıl alacak ve vekâlet ücreti ile yargılama gideri alacağı olarak iki ayrı takip başlatılmasının, sebepsiz zenginleşmeye neden olacak şekilde fazladan avukatlık ücreti talep edilerek hakkın kötüye kullanılması olduğu ve hukuk düzeni tarafından korunamayacağı, ilamın bir bütün olmasına rağmen yasal ve geçerli bir neden olmaksızın alacaklının ayrı ayrı takip başlatmasının dürüstlük kuralına uymayacağı benimsenmiş olup, aynı davacı hakkında hükmedilen alacak kalemlerinin bölünerek ayrı ayrı takibe konu edilmesi engellenmiştir. Somut olayda ise aynı ilamda birden çok ihtiyarî dava arkadaşı hakkında ayrı ayrı hükmedilen alacak kalemlerinin, her bir davacı yönünden borçluya karşı ayrı ayrı takibe konulması usul ekonomisine uygun olup, hesaplanacak icra vekâlet ücretinde bir farklılık olmayacağından belirtilen Hukuk Genel Kurulu kararı somut olay ile örtüşmemektedir.
30. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında; aynı sebep ve aynı ilamdan kaynaklı alacakların aynı takip dosyası üzerinden tahsili mümkün iken, makul ve kabul edilebilir bir gerekçe olmaksızın ilam alacaklılarının, her birinin kendi payına düşen kısım için ayrı takip başlatmasının hakkın kötüye kullanımı olup, usul ekonomisi ilkesine aykırılık teşkil ettiği, direnme kararının bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurulu çoğunluğunca benimsenmemiştir.
31. Hâl böyle olunca; mahkemenin direnme kararı açıklanan nedenlerle yerinde olup, onanması gerekmiştir

IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Borçlu vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA,
Harç peşin alındığından harç alınmasına yer olmadığına,
2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’na 5311 sayılı Kanun’un 29. maddesi ile eklenen geçici 7. maddesinin göndermesi ile uygulanması gereken İİK’nın 366/III. maddesi uyarınca kararın tebliğden itibaren on gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 15.06.2022 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.

3402 SAYILI KADASTRO KANUNU 13/B-b MADDESİ GEÇERLİLİK ŞARTLARI

İçtihatları Birleştirme BGK 1994/5 E, 1997/2 K.

“İçtihat Metni”

TAPULU TAŞINMAZLARIN TAPU DIŞI YOLLA MÜLKİYETİNİN NAKLİ ( Geçerli Olabilme Şartları)
• TAPU DIŞI YOLLA MÜLKİYETİN NAKLİ ( Kadastro Tespitinden Önce-Sonra )
• KADASTRO KANUNUNUN BÖLGEDE YÜRÜRLÜĞE GİRMESİ
• KADASTRO KANUNUNUN UYGULANMASI ( Tapulu veya Tapusuz Yerlerde )
• ON YILLIK SÜRENİN TESPİT TARİHİNE GÖRE HESAPLANMASI ( Kadastro Tespiti )
• KADASTRO TESPİT TARİHİ ( On Yıllık Sürenin Başlangıcı )

ÖZET : 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesinde düzenlenen tapulu taşınmazların tapu dışı bir yolla mülkiyetinin naklini öngören sözleşmeler, Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesinden sonra da yapılabilir. Anılan maddede öngörülen on yıllık sürenin, tespit tarihine göre hesaplanması gerekir.

I. İÇTİHADI BİRLEŞTİRME İSTEMİ

Yargıtay 7. Hukuk Dairesi Başkanlığı’nın 28/9/1994 tarih ve 1994/33 sayılı yazısıyla, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesinin uygulanması bakımından, Dairenin kendi kararları ayrıca Birinci ve Onaltıncı Hukuk daireleri ile Hukuk Genel Kurulu kararları arasında içtihat aykırılığı bulunduğu belirtilerek, içtihatların birleştirilmesi istenilmiş; Birinci Başkanlık Kurulu’nun 27/12/1994 gün ve 75 sayılı kararıyla içtihat aykırılığı bulunduğu belirlenerek, aykırılığın Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nda giderilmesine karar verilmiştir.

II. İÇTİHADI BİRLEŞTİRMEYE KONU OLAN KARARLAR

1- a) Yedinci Hukuk Dairesi’nin 30/6/1988 gün 1985/5701-1988/6314 ve 21/10/1987 gün 1987/16478-23592 sayılı kararlarında, tapu dışı satışa değer verilebilmesi için satış tarihinden tespit gününe kadar 10 yıllık sürenin geçmiş olması gereğine değinilmiştir.

b) Aynı Dairenin 10/7/1991 gün 1987/4849-1991/10093 ve 16/11/1992 gün 1990/3264-1992/20854 sayılı kararlarında ise; tapu dışı temlikin Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesinden önce yapılması ve 10 yıllık sürenin Kanunun bölgede yürürlüğe girdiği tarihe göre hesaplanması kabul edilmiştir.

2- a) Birinci Hukuk Dairesi’nin 16/4/1992 tarih 1992/1710-5061 sayılı ve 5/2/1985 tarih 1985/14177-1126 sayılı kararlarında, tapu dışı temlik yönünden 10 yıllık sürenin tespit tarihine göre hesaplanması gerektiği açıkça vurgulanmıştır.

b) Aynı Dairenin 24/12/1984 gün 1984/13884-13891 sayılı kararında, harici trampanın geçerli olabilmesi için bölgede tapulamanın başladığı tarihe kadar bozulmamış olması ve 10 yıllık süreninde bu tarihe kadar gerçekleşmiş bulunması benimsenmiştir.

3- Onaltıncı Hukuk Dairesi’nin 13/5/1988 gün 1987/13648-1988/9085, 31/10/1991 gün 1991/4007-14127 ve 2/11/1992 gün 1992/102-12392 sayılı kararlarında, tapu dışı temliklerin Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesinden sonrada yapılabileceği ve 10 yıllık sürenin tespit tarihine göre hesaplanması gerektiğine karar verilmiştir.

4- Hukuk Genel Kurulunun 4/2/1987 tarih 1986/1-273-1987/66 ve 8/12/1993 gün 1993/7-563-794 sayılı kararlarıyla tapu dışı yolla iktisaplarda 10 yıllık sürenin tespit tarihine göre saptanması gerekeceğine işaret edilmiştir.

2797 sayılı Yargıtay Kanununun 16/5 ve 45. maddeleri uyarınca toplanan Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nda kararlar arasında aykırılık bulunduğuna oybirliğiyle karar verilerek işin esasının görüşülmesine geçilmiştir.

III. İÇTİHAT AYKIRILIĞI’NIN KONUSU

3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesinde düzenlenen tapulu taşınmazların tapu dışı bir yolla mülkiyetinin naklini öngören sözleşmelerin ne zamana kadar yapılabileceği, anılan maddede belirtilen 10 yıllık sürenin hangi tarihe göre hesaplanacağına ilişkindir.

IV. KADASTRO KANUNUNUN AMACI VE NİTELİĞİ

Kadastro Kanununun amacı, memleketin kadastral topoğrafik haritasına dayalı olarak taşınmaz malların sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek hukuki durumlarını tespit etmek ve bu suretle Türk Medeni Kanununun öngördüğü tapu sicilini kurmaktır (KK. Md. 1.). Bu amaca varılabilmesi, tapulu taşınmazların tapularının yenilenmesini, tapusuz taşınmazların tapuya bağlanmasını ve kamu mallarının statüsünün belirlenmesini gerektirir. Önemle belirtelim ki, Kadastro Kanunu, tasfiyeyi öngören özel ve geçici bir kanundur. Kadastro Kanunu ile eylemli durumun yasal hale getirilmesi amaçlanmış ve zilyetliğe ağırlık veren hükümlere yer verilmiştir. Yurt düzeyinde kadastro tamamlanınca Kadastro Kanunu’na gerek kalmayacak, kanun kendiliğinden yürürlükten kalkacaktır. Kanunun yürürlükte kalma süresi, sözü edilen amacın gerçekleşmesi ile sınırlıdır.

Kadastro Kanunu; işlevi, niteliği ve özelliği itibariyle genel hükümlerden ayrı ve genel hükümlere aykırı bazı hükümler içermektedir. Bunlar tapulu taşınmazın bir bölümünün veya şayi payının zilyetlikle kazanılması, tapu dışı paylaşıma değer verilmesi (md. 15) muhdesatın beyanlar hanesinde gösterilmesi (md. 19) ölü kişi aleyhine dava açılabilmesi (md. 29) da olduğu gibi. Özellikle İçtihat aykırılığına konu olan, tapulu taşınmazın tapu dışı bir yolla temlikine geçerlik tanıyan Kanunun 13/B-b maddesi de bu tür hükümlerden biridir.

V. KADASTRO KANUNUNUN YÜRÜRLÜĞÜ

Kadastro Kanunu uygulamalarında her ilin merkez ilçesi ile diğer ilçelerin idari sınırları içinde kalan yerlere “bölge”, bölgelerde bulunan her köy ile belediye sınırları içinde bulunan her mahalleye “çalışma alanı” denilmektedir. Bölgede ve çalışma alanında kadastro faaliyetlerinin yürütülebilmesi için gerekli ilanların yapılması gerekir (KK. md. 2, 4). Bir köy veya mahallede (çalışma alanında) kadastro faaliyetinin başlamasıyla, Kadastro Kanunu o bölgede yürürlüğe girer. Kadastro Kanunu’nda zilyedi ve zilyetliği koruyan hükümler bulunmaktadır. Kadastronun bölgede yürürlüğe girmesiyle Kanunun 33/4. maddesi de işlerlik kazanır. Kanunun zilyede tanıdığı haklar zilyedin leh ve aleyhinde açılan davalarda iddia ve def’i olarak ileri sürülebilir. Kanunun bölgede yürürlüğe girmesi zilyedin ancak lehinde sonuç doğurabilir. Nitekim Kadastro Kanunlarında zilyetliğe değer veren çözümler öngörülmüş olup, zilyedin durumunu ağırlaştıran hiç bir hükme yer verilmemiştir.

Sırası gelmişken vurgulayalım ki, açık hüküm olmadıkça kanunlar geriye doğru değil, ileriye yönelik olarak uygulanır. Bu kural, Kadastro Kanunu bakımından da geçerlidir. Kadastro Kanununun 13. maddesinin uygulanmasıyla ilgili istisnai bir hüküm olmadığından, maddenin Kanunun yürürlüğe girmesinden sonraki olaylara da uygulanması doğaldır. Yine Tapu dışı temlikin Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesinden 10 sene önce yapılacağına ilişkin kanunda hiç bir hüküm mevcut değildir. Bu açık ve kesin kural karşısında yorum yoluyla istisna getirilemez.

VI. KADASTRO İŞLEMİNİN YAPILMASI

Kadastro, taşınmaz malların geometrik ve hukuki durumunun belirlenmesi olarak tanımlanmaktadır. Kadastro ekibince her taşınmaz mal hakkında tutanak düzenlenmekte, taşınmazın tespit günündeki geometrik ve hukuki durumu saptanmakta, taşınmazın o andaki görüntüsü dondurulmaktadır. Kadastro ekibi tarafından yapılan işleme “tespit” veya “kadastro tespiti”, kadastro işlemine karşı yasal süresinde kadastro mahkemelerinde açılan davalara da “tespite itiraz” veya “kadastro tespitine itiraz” davaları denilmektedir.

Kadastro Kanununun 7, 25, 26 ve 27 nci maddelerinde; “düzenleyecekleri kadastro tutanağı, kadastro tutanağının düzenlenmesi günü, tutanağın düzenlendiği gün, kadastro tutanağı düzenlendiği tarihte” sözcüklerine yer verilmiştir. Açıkça görüldüğü üzere bu sözcükler, tespit tarihini ifade etmektedir. Kadastro ekibi tespit işlemini yaparken Kanunun 4 üncü bölümünde düzenlenen mülkiyet hakkının tespitine ilişkin 13 ila 23. maddeleri uygulayacak ve taşınmazların hukuki durumunu tespit tarihine göre belirleyecektir. Dava açılması halinde kadastro hakimi, aynı hükümlere göre ve tespit tarihini esas alarak uyuşmazlıkları çözümleyecektir. Bu hükmün tek istisnası, kadastro Kanununun 5 ve 27. maddelerinde öngörülmüştür. Buna göre tutanağın düzenlenmesi nedeniyle genel mahkemelerden kadastro mahkemelerine aktarılan taşınmaz mal davalarında tespit tarihi değil, genel mahkemelerdeki “dava tarihi” değerlendirmeye esas alınır.

VII. TAPULU TAŞINMAZ MALLARIN MÜLKİYETİNİN NAKLİNİ ÖNGÖREN SÖZLEŞMELERDE ŞEKİL ŞARTI

Medeni Kanunun 634., Borçlar Kanununun 213 ve 2644 sayılı Tapu Kanununun 26. maddeleri uyarınca, tapulu taşınmaz malların mülkiyetinin naklini öngören sözleşmelerin resmi şekilde ve Tapu Sicil Müdürlüğü tarafından yapılması gerekir. 1512 sayılı Noterlik Kanununun 60/3 ve 89. maddeleri gereğince gayrimenkul satış vaadi senetlerinin de düzenleme şeklinde ve noterler tarafından yapılması zorunludur. Kanunlarda öngörülen şekil şartları ispat şartı olmayıp geçerlik şartıdır. Medeni Kanunun yürürlüğünden önceki mevzuatımızda da tapulu taşınmazların tapu dışı yollarla, eldeğiştirmesi yasaklanmasına rağmen devirler önlenememiş, böylece hukuki duruma aykırı eylemli durumlar oluşmuştur. İşte bu yüzden Kanun koyucu tarafından eylemli durum yasal hale getirilmek istenmiş, bu amaçla Cumhuriyet döneminde ilk kez 19/4/1926 gün ve 810 sayılı “Hakkı Karar ve Senetsiz Tasarrufat ve Tashihi Kayıt Muamelatının Sureti İcrasına Dair Kanun” ve daha sonra 9/6/1929 tarih ve 1515 sayılı “Tapu Kayıtlarının Hukuki Kıymetlerini Kaybetmiş Olanların Tasfiyesi Hakkında Kanunlar” çıkarılmıştır.

Her iki kanun da özel nitelikli tasfiye kanunları olarak, hukuki işlemin niteliği ve süresi belirtilerek tasfiyeyi öngörmüşlerdir. Ancak, yapılan bu tasfiye işlemleri yeterli olmamış, hukuki durumla eylemli durum arasında tam bir uyum ve paralellik sağlanamamıştır. O nedenle bu kanunlardan sonra yürürlüğe giren ve halen yürürlükten kaldırılmış bulunan, 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanununun 22/E, 5602 sayılı Tapulama Kanununun 13/C ve 13/Ç, 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/C maddelerinde de, eylemli durumu yasal hale getirmeyi amaçlayan ve yurt gerçeklerini karşılayan hükümlere yer verilmiştir. Dahası kadastro ile eski tapu kayıtlarının tasfiyesi ve yenilenmesi, yeni sicillerin oluşması, zorunlu olduğundan kanun koyucu kapsamları ve şartları farklı olmakla beraber bütün kadastro kanunlarında bu konu ile ilgili düzenleme yapmak gereğini duymuş ve halen yürürlükte bulunan, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesi de bu amaçla düzenlenmiştir.

Kanunun 13/B-b maddesi; “zilyet taşınmaz malı kayıt malikinden veya mirasçılarından veya mümessillerinden tapu dışı bir yolla iktisap ettiğini, onların beyanı veya herhangi bir belge ile veya bilirkişi veyahut tanık sözleriyle ispat ettiği ve ayrıca en az on yıl müddetle çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla zilyet bulunduğu takdirde zilyet adına… tespit olunur ” şeklindedir.

Maddede tapu dışı sözleşmenin hangi tarihe kadar yapılması gerektiğine ve 10 yıllık sürenin hangi tarihten itibaren hesaplanacağına dair ayrıca hüküm bulunmasına gerek görülmemiştir. Zira, her taşınmaz hakkında tutanak düzenlenirken, mülkiyetin tespitine ilişkin 13 ila 23. maddelerdeki hükümler uygulanacaktır. Mülkiyetin tespitine ilişkin hükümlerin yürürlüğü ve uygulanması bakımından kanunda farklı tarihler öngörülmemiştir. Anılan 13. maddenin ikinci fıkrasının (a) bendinde kayıt sahibi veya mirasçılarının, kadastro teknisyeni huzurunda muvafakatları halinde taşınmazların zilyed adına tespit olunacağı hükme bağlanmıştır. Bu durumda muvafakatın tespit sırasında olacağı açıktır. Aynı maddenin (a) bendi uygulanırken tespit tarihinin, (b) bendi uygulanırken Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girdiği tarihin kabulü, kanunun işlevine, amacına ve esprisine aykırı düşeceğinde kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır.

VIII. TAPU DIŞI SÖZLEŞMELERİN BOZULMASI

Az yukarda açıklandığı üzere kural olarak tapulu taşınmazların tapu dışı bir yolla mülkiyetinin naklini öngören sözleşmeler geçersizdir. Belirli şartların varlığı halinde Kadastro Kanunu’nda bu sözleşmelere geçerlik tanınmıştır. Kadastro Kanunu, bölgede yürürlüğe girmeden yapılan tapu dışı sözleşmeler tapu kaydının hukuki geçerliliğini koruması kaydıyla süresi ne olursa olsun tek taraflı irade beyanı ile bozulabilir. Kadastro Kanunu bölgede yürürlükte olsa bile, sözleşme tarihinden itibaren 10 yıllık süre geçmemiş ise, tapu dışı sözleşme tarafların tek taraflı irade beyanı ile ancak ortadan kaldırılabilir. Esasen bu sözleşmeler geçerlik kazanıncaya kadar askıda sayılırlar. Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesiyle, Kanunun yürürlüğünden önce yapılan ve varlığını koruyan sözleşmeler 10 yıllık süre geçmiş olmak kaydıyla geçerlilik ve bağlayıcılık kazanırlar. Daha sonra bu sözleşmeden tek taraflı olarak dönülemez. Yine, Kanunun yürürlüğünden sonra yapılan tapu dışı sözleşmeler de 10 yıllık süre geçmiş ise geçerlilik kazanır ve tek taraflı irade beyanıyla ortadan kaldırılamazlar. Hukuken geçerli hale gelmiş bu sözleşmelerin ancak genel hükümlere göre iptali istenebilir.

Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesiyle, önceki dönemde yapılan sözleşmelerin, geçerlik kazanması daha sonra bu tür sözleşme yapılamayacağı şeklinde yorumlanamaz.

IX. DEĞERLENDİRME

İçtihat aykırılığına neden olan kanun maddesi; Kadastro Kanununun temel hükümlerinden olup tasfiyeyi sağlayacak olan kuraldır. Bu hükmün uygulama alanının Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesinden önceki tarihle sınırlandırılması, Kanunun uygulanmasını daraltır ve giderek olanaksız kılar. Gerçektende, Kadastro Kanununun bölgeye girmesi tarihi ile taşınmaz hakkında tutanak düzenlenmesi tarihleri arasında çok uzun süreler geçtiği ve halen pek çok çalışma alanında kadastro yapılamadığı bilinen ve yadsınamaz bir olgu olduğu açıktır.

Kadastro Kanununun tasfiye kanunlarından olduğu tartışmasızdır. Değişik düşüncelerin odak noktası, tasfiyenin tarihi konusundadır. Kadastro Kanunları, 810 ve 1515 sayılı Kanunlarda olduğu gibi belirli tasarruflarla veya belirli tarihe göre doğrudan tasfiyeyi öngörmemiştir. Kadastro Kanunu’nda öngörülen tasfiye, her taşınmazla sınırlı ve tutanak düzenlenirken eylemli ve hukuki durum değerlendirilerek yapılmaktadır. Kadastro sırasında taşınmaz malın geometrik ve hukuki durumunun saptanması esas olduğuna göre, tasfiyenin tespit tarihi itibariyle yapılması da bu olgunun doğal bir sonucudur.

Kadastro Kanunu’nda zilyetliğe, özel önem ve değer verilmiş, bu suretle eylemli durumla hukuki durum arasındaki farklılık ortadan kaldırılarak, tespit gününden önceki tüm uyuşmazlıkların çözümlenmesi suretiyle, güvenilir tapu sicillerinin oluşturulması amaçlanmıştır. O nedenle bu yönün gözden kaçırılmaması zorunludur.

Kadastro Kanununun 13/B-b maddesi, kadastro faaliyetleri ile sınırlı ve kadastroya özgü bir hükümdür. Bu hüküm genel nitelikte olmadığından (10 yıllık hak düşürücü süre içinde kadastrodan önceki haklara dayanılarak açılan tapu iptal davaları hariç) kadastrosu tamamlanan ve kesinleşen taşınmazlar hakkında uygulanamaz. Hal böyle olunca tespit tarihinin esas alınması, anılan Yasa maddesini genel hüküm haline dönüştüreceği şeklindeki yorum dayanaksız kılmaktadır.

Açıklanan nedenlerle tapulu taşınmazların tapu dışı bir yolla mülkiyetinin naklini öngören sözleşmelerin, Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesinden sonra da yapılabileceği ve sözleşmenin geçerliliği için öngörülen on yıllık sürenin kadastro tespit tarihine göre hesaplanması gerektiği, sonucuna varılarak içtihatlar arasındaki aykırılığın Hukuk Genel Kurulu ve onaltıncı Hukuk Dairesi Kararları doğrultusunda birleştirilmesine karar verilmesi gerekmiştir.

SONUÇ: 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesinde düzenlenen tapulu taşınmazların tapu dışı bir yolla mülkiyetinin naklini öngören sözleşmelerin Kadastro Kanununun bölgede yürürlüğe girmesinden sonra da yapılabileceğine, anılan maddede öngörülen 10 yıllık sürenin tespit tarihine göre hesaplanması gerektiğine, 6/6/1997 tarihli ilk oturumda üçte ikiyi aşan çoğunlukla karar verildi.

KARŞI OY YAZISI

Tapulu bir taşınmazın haricen satışı halinde satışın, 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/C ve bunu yürürlükten kaldıran 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddeleri gereğince hukuki değer ifade edebilmesi için satış sözleşmesinin ne zaman yapılması gerektiği, yasada öngörülen 10 yıllık sürenin bitiş tarihinin ne olacağı ve harici sözleşmeden ne zamana kadar dönülebileceği hususları içtihadı birleştirmenin konusunu oluşturmaktadır.

Tapu dışı satışa geçerlilik tanıyan 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/C ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddeleri, harici sözleşmeye dayalı olarak zilyet adına tespitin yapılabilmesini temelde üç koşulun biraraya gelmesi ile imkan dahiline sokmuştur.

Öncelikle, tapuda kayıtlı taşınmaz mala kayıt maliki veya mirasçılarından başkası zilyet bulunuyorsa, zilyet, taşınmaz malı kayıt malikinden veya mirasçılarından veya mümessillerinden tapu dışı bir yolla iktisap ettiğini, onların beyanı veya herhangi bir belge ile veya bilirkişi veyahut tanık sözleri ile ispat etmelidir. Tapu dışı kavramı, tapu memuru önünde yapılması gereken, ancak bu zorunluluğa uyulmadan yapılmış sözleşmeleri kapsamına almaktadır. Tapu dışı sözleşmelerde eksik olan husus resmi şekil şartıdır. Bu bakımdan sözlü ya da adi, yazılı şekilde yapılmış her türlü sözleşme, yasa hükümlerinin uygulanmasına esas teşkil eden “harici sözleşme” sayılır. Bu sözleşmenin kuşkusuz genel geçersizlik sebeplerinden biri ile illetli olmaması gerekir. Bunun yanında, tapu dışı işlem genellikle satış sözleşmesi olarak ifade edilmekle birlikte, yasal deyimiyle “temellük” veya “iktisap” sözcüklerinden de anlaşılacağı gibi, bu işlem satış dışında mülkiyeti devir amacını güden diğer bir sözleşme örneğin bağışlama ya da trampa da olabilir.

Zilyet taşınmazı tapu dışı yolla iktisap ettiğini, kayıt malikinin veya mirasçılarının ya da temsilcilerinin beyanına dayanarak ispat edebileceği gibi herhangi bir belge ile veya bilirkişi ya da tanık sözleriyle de kanıtlayabilecektir.

Öte yandan, tapu dışı işlemin zilyedlikle iktisabı mümkün kılması için bu işleme konu olan taşınmazın bulunduğu bölgede kadastro ve tapulama faaliyetinin başlaması gereklidir. Şayet bu faaliyet yoksa veya daha önce o yerde kadastro ve tapulama yapılmışsa, Medeni Kanunun genel ilkeleri karşısında tapu dışı işlem kural olarak geçersiz kalır.

Kadastro Kanununun 13/B-b hükmüne göre, harici işleme dayalı olarak tapulu taşınmazın zilyedi adına tespit edilebilmesinin diğer bir koşulu da on yıl süre ile çekişmesiz zilyedliktir.

Yasada öngörülen bu düzenlemeyle Medeni Kanunun ilkelerine uygun düşmeyen ancak harici temliklerin tasfiyesi amacını taşıyan yeni bir kazandırıcı zaman aşımı süresi ile iktisap tarzının ihdas edildiği anlaşılmaktadır. Burada zilyedliğin en az 10 yıl süreyle, malik sıfatıyla çekişmesiz ve aralıksız sürmesi gereklidir. Ancak, zilyedin iyi niyetli olması gibi bir koşul aranmamaktadır.

Tapulama ve Kadastro Kanunları uyarınca tapu dışı işlemin geçerli sayılabilmesinin bir diğer koşulu da işlemin bozulmamış olması halidir. Yukarda da değinildiği üzere 766 sayılı Yasanın 32/C maddesinde bulunmayan “Çekişmesizlik” unsuru Yargıtay uygulamasında, taşınmazın bulunduğu bölgede tapulama başlayıncaya kadar tapu dışı işlemin bozulmayıp varlığını koruması biçiminde kabul ve ifade edilmiştir. 3402 sayılı Kanunun 13/B-b maddesindeki” … en az on yıl müddetle çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla zilyet bulunduğu…” tarzındaki düzenleme ile önceki yasada mevcut eksiklik giderilmiş artık bu yönde bir zorlamaya gerek kalmamıştır. On yıllık süre dolmadan alıcının taşınmazdan çıkarılması isteği ile elatmanın önlenmesi davası açılması veya taşınmazı devreden kişinin, taşınmazı bu defa tapuda bir başkasına satması ve bu kayıt malikinin zilyet aleyhine dava açması, Yargıtay uygulamasında tapu dışı işlemi bozan haller olarak nitelendirilmiştir.

Yukardan beri açıklanmasına çalışılan bilgiler ışığında olaya bakıldığında sorunun, tapu dışı işleme geçerlilik tanıyan Tapulama Kanununun 32/C ve Kadastro Kanununun 13/B-b maddelerinin, konuya ilişkin olarak yeterli açıklık taşımadığından ileri geldiği anlaşılmaktadır. Yasal düzenlemelerde tapulu taşınmaz mülkiyetinin harici satın alma yoluyla iktisabı için şekle bağlı olmayan ve ispat kolaylığı sağlanan bir satış sözleşmesi yanında, 10 yıllık çekişmesiz zilyedlikten söz edilmekle yetinildiği, başkaca açıklamaya yer verilmediği görülmektedir.

Mevcut düzenlemede, tapu dışı işlemin ne zamana kadar yapılabileceğine, 10 yıllık sürenin hangi ana kadar hüküm doğuracağına, çekişmesizlik olgusunun olumsuz etkisinin hangi anda ortaya çıkacağına dair bir açıklık bulunmamaktadır. İşte bu belirsizlik uygulamada tereddütlere yol açmış, daireler arasında görüş ayrılıklarına sebep olmuştur.

Daire ve HGK. Kararları incelendiğinde görüleceği üzere, görüş ve uygulama ayrılıklarını şu başlıklar altında toplamak mümkündür.

a) Tapu dışı işlemin bölgeye tapulama girmesinden önce yapılması gereklidir.

b) Tapu dışı işlem bölgeye tapulama girdikten sonra da yapılabilir.

c) 10 yıllık süre bölgeye tapulama girinceye kadar tamamlanmalıdır.

d) 10 yıllık süre tespit tarihine kadar tamamlanabilir.

e) Tapu dışı işlem bölgeye tapulama girdiği tarihe kadar bozulmamalıdır.

f) Tapu dışı işlem tespit tarihine kadar bozulmamalıdır.

g) Koşulların tamamlanması halinde kazanılmış hak oluşur.

Değinilen bu görüşlerin, her birinin H. G. K. ve Daire Kararlarında yer aldığı görülmektedir. Ne var ki gerek Hukuk Genel Kurulu’nun gerekse Dairelerin değişik zamanlarındaki kararlarının istikrar göstermediği yukarda belirtilen hallerin kararlara şu veya bu şekilde yansıdığı bu durumun da, hem HGK. ve Daire Kararlarının kendi içerisinde, hem de birbiri ile aykırı düşmesine yol açtığı anlaşılmaktadır.

İçtihat aykırılığının mevcudiyeti belirtilerek raporu eklenen kararlarda yukarda yedi bend halinde özetlenen tüm görüşlere yer verildiği gibi, bu çelişkili uygulamanın diğer daire kararlarında da bulunduğu gerçektir.

Öyle ise, içtihatların, yedi grupta toplanan görüşlerin her birinin irdelenip çözüme kavuşturulması suretiyle ve tevhidi içtihat raporunun mahsus bölümünde ifade olunan çerçeve dairesinde birleştirilmesinde zorunluluk olduğu kuşkusuzdur.

Bilindiği gibi, Kadastro (Tapulama) faaliyetinin biri geometrik, diğeri de hukuksal olmak üzere iki yönü vardır. Diğer bir anlatımla Kadastro (tapulama) kanunlarının amacı, memleketin Kadastral topoğrafik haritasına dayalı olarak taşınmaz malların sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek hukuki durumlarını tespit etmek ve bu suretle Medeni Kanunun öngördüğü tapu sicilini kurmaktır. Bu amaç doğrultusunda kadastro (tapulama) tapusuz taşınmazları tapulamak, tapulu olanların kayıtlarını yenilemek, taşınmazlar hakkında kadastro planları hazırlamak, taşınmazların gerçek hak sahiplerini belirlemek için yapılmaktadır. Konumuzla ilgisi bakımından gerçek hak sahiplerinin belirlenmesi kavramı doktrinde “doğru tespit ilkesi” olarak nitelendirilmiş, bu işlevi yerine getirmek üzere 766 sayılı Tapulama Kanununun 32 ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13. maddeleri, yasalarda “Mülkiyetin Tespitine İlişkin Esaslar” başlıkları altında düzenlenmiştir. Doğru tespit ilkesinden amaç, kadastrosu yapılan taşınmazlardaki hak sahiplerinin, doğru olarak ve gerçeğe uygun biçimde saptanmasıdır. Kadastro tespitinin gerçek hak sahibi kim ise onun adına ve gerçek hak durumuna göre yapılmasıdır.

Kadastro (Tapulama) kanunları, ömürleri amaçlarıyla sınırlı, geçici tasfiye kanunlarıdır. Tasfiyeden amaç, kadastronun tamamlandığı bölgede bütün taşınmazların durumunun belirlenmesi, kadastrodan önceki ve kadastro sırasında doğan tüm uyuşmazlıkların çözümlenmesi, her türlü inceleme ve araştırmanın eksiksiz yapılarak gerçek hak sahibinin belli edilmesidir.

Kadastro Kanununun tasfiye işlevi gereği bazı Maddelerinin (örneğin, 13/B-b, 15/1-11, 17 nci maddeleri) kanun yapılırken düşülen bir yanılgı, ya da yanlışlık sonucu değil, taşınmazlar üzerindeki fiili durumu, hukuki duruma uydurmak maksadıyla bilerek, zorunlu olarak Medeni Kanuna aykırı biçimde hazırlandığı bilinen bir gerçektir.

Kadastro Kanunlarının geçicilik niteliğinin genel anlamı, kadastronun bütün yurtta tamamlanması ve kesin olarak sona ermesi ile fonksiyonlarının kalmamasıdır. Yurdun tümünün kadastro işlemine tabi tutulmasından ve Medeni Kanunun öngördüğü tapu sicili sisteminin ülkenin bütün taşınmazlarını kapsar biçimde kurulmasından sonra yasa kendinden bekleneni yapmış ve yürürlükten kalkmış olacaktır. Tabii ki bu süreci bir yandan teknik ve idari imkanlar, diğer yandan da uygulamanın neden olacağı hukuki uyuşmazlıkların çözüme bağlanmasındaki sürat belirleyecektir. Kadastro Kanunlarının geçicilik niteliğinin diğer bir anlamı da, belli bir bölgede kadastronun kesin şekilde sona ermesiyle kanunun uygulamasının o bölgede son bulmuş olmasıdır.

Kadastro yasaları, mahiyetleri icabı ister tapulu ister tapusuz olsun evvelce Kadastro (tapulama) görmemiş yerlerde uygulanır. Kural olarak da bu yerlerin tamamında uygulanacağında kuşku yoktur; Ancak, kadastro faaliyetlerinin kadastro (tapulama) görmemiş toprakların tamamında aynı zamanda başlatılması ve yürütülmesi teknik ve mali bakımlardan mümkün olmadığından, bu faaliyetlerin bölge bölge ve farklı zamanlarda yürütülmekte olduğu gerçektir.

Öte yandan, tapuya kayıtlı taşınmazların da kadastro kapsamına alınması, düzenli tapu sicili oluşturma düşüncesi yanında, ülkede tapu sicillerinin tutulmaya başlandığı tarihten beri devam edegelen tapu dışı işlemler ve özellikle Medeni Kanunun öngördüğü şekil şartı ve tescil gerekliliği ilkesine rağmen, halen toplumda yaşamakta olan harici satış alışkanlığının bir sonucudur. Bu alışkanlığın, tapu sicillerinin belirttiği haklara aykırı durumlar yarattığı, bu halin sürüp gitmesinin de çok defa fiili durumun gerçek hakkı yansıttığı kanısının yerleşmesine sebep olduğu bilinmektedir. Bu nedenle fiili durumu hukukileştirmek ve tapu siciline dayanmayan tasarrufları tasfiye etmek böylece tapu sicilini yenilemek, kadastro faaliyetlerinin önemli bir amacını teşkil etmiştir.

Kadastro (tapulama) Kanununun tasfiye amacı ve geçicilik özelliğinden söz edildiğinde, bu sözcüklerin “süre” kavramını çağrıştırdığı, tasfiye ve geçiciliğin bir “başlangıç” ve “son”u içereceği de muhakkaktır. Kadastronun genel olarak bütün yurtta tamamlanması, özel olarak da belli bir bölgede kesin şekilde gerçekleşmesiyle Kanun uygulamasının sona ereceği tartışmasızdır. İçtihadı birleştirme konusu açısından bu husus önem taşımamaktadır. Ancak, kadastronun başlamasının uygulama ve konumuz bakımından ele alınıp irdelenmesinde yarar vardır.

766 sayılı Tapulama Kanununun 10 ve 11. maddeleri ile 3402 sayılı Kadastro Kanununun 2 ve 4. maddeleri kadastro (tapulama)’nın bölge ve çalışma alanında ne suretle başlayacağını düzenleyen hükümler getirmiştir. Anılan yasa hükümleri ve Daire kararlarından, bölgede kadastronun başlama gününün, kadastro müdürü tarafından çalışma alanı sınırlarının tespitine dair yapılan duyuru günü olduğu anlaşılmaktadır.

Belirtilen şekilde bölgede kadastronun başlamasıyla birlikte, geçici nitelikli, tasfiye amaçlı Kadastro Kanununun hükümlerinin uygulanmasına başlanacaktır. 766 sayılı Tapulama Kanununun 97 ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 33/3. maddeleri ile genel hüküm niteliği izafe edilen maddeler yanında (ki bunlar 766 sayılı Kanunun 33 ve 42. maddeleri ile 3402 sayılı Kanunun 14, 15, 17, 18, 20 ve 21. maddeleridir.) diğer hükümleri Kadastro Kanununun bölgeye girmesiyle uygulama alanı bulacaktır. Öte yandan Tapulama Kanununun 92 ve Kadastro Kanununun 33/son maddeleri gereğince, bu kanunların zilyede tanıdığı hakların, zilyedin leh ve aleyhine açılan davalarda iddia ve def’i olarak ileri sürebilmesi, yasa hükümlerinin henüz kesinleşmemiş davalarda uygulanması, bölgede kadastro (tapulama)’nun başlaması ile mümkündür. Böylece “bölgede kadastro (tapulama)’nun başlama” tarihini, söz konusu yasanın bir anlamda o bölgedeki mer’iyet tarihi olarak düşünmek olasıdır. (Bu ifadeler kuşkusuz kanunların teknik anlamda yürürlüğe girmesi karşılığı kullanılmış değildir.)

Bir yerde kadastro (tapulama) faaliyetinin başlamasının, o yerde Kadastro (Tapulama) Kanununun uygulanması lüzumunun bir diğer sonucu da, her kadastro bölgesinde bir veya daha fazla Kadastro Mahkemesinin kurulmasıdır. (TK. md. 6, KK. md. 24) Kadastro Mahkemesinin zaman bakımından görev ve yetkisi Tapulama Kanununun 48. Kadastro Kanununun 26. maddesinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemelerde, Kadastro (Tapulama) mahkemesinin görevinin her taşınmaz mal hakkında, Kadastro (Tapulama) tutanağının tanzim edildiği günde başlayacağı, hükmüne yer verilmiştir. Uyuşmazlık konusu bir taşınmaz hakkında henüz kadastro tutanağı düzenlenmemişse, Kadastro Mahkemesi o taşınmazla ilgili davaya bakamaz. Diğer bir anlatımla, genel mahkemeler, belli bir kadastro bölgesinde kadastro faaliyetinin başladığı gün değil, çekişme konusu taşınmaz hakkında kadastro tutanağının düzenlendiği gün görevsiz hale gelir.

Burada İçtihadı Birleştirme konusu bakımından şu ayrımın gözden kaçırılmaması gerekir. Bir yerde kadastronun başlaması ile bir taşınmaz için Kadastro Mahkemesinin zaman yönünden görevli hale gelmesinin farklı anlamlar taşıdığı muhakkakdır. Bir bölgede kadastronun başlaması halinde, kadastro tutanağı düzenlenmese dahi, o bölgedeki tüm taşınmazlar için Kadastro (Tapulama) Kanunu hükümlerinin uygulanacağında kuşku yoktur. Nitekim 766 sayılı Kanunun 92 ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 33/4 maddeleri yollamasıyla anılan yasaların 32/c ve 13/B-b maddelerinin haklarında tespit tutanağı düzenlenmemiş bulunan taşınmazlar bakımından da uygulanır hale gelmesinin sebebi budur; aksi halde sözü edilen yasa hükümleri uygulama alanı bulmayacaktır.

Tapu Dışı İşlemin Yapılma Zamanı

Bütün bu açıklamalar dikkate alındığında, tapu dışı satışa değer veren 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/c ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddelerinde öngörülen harici satışın, bölgeye kadastro (tapulama) girmeden yapılması gerektiğinde birleşen görüşlerin; aksine düşünce tarzının, kadastro (tapulama) yasalarının tasfiye ve geçicilik özelliklerine uygun düşmeyeceği bölgede kadastro (tapulama) başlamadan önce mevzu hukuka aykırı biçimde yapılmış olan sözleşmeleri yasallaştırmayı amaçlayan anılan düzenlemelerin, bu amaç dışında ve genişletilerek yorumlanmasının, onlara genel hüküm niteliği kazandıracağı, şekil ile ilgili buyurucu nitelikteki yasa hükümlerinin yerine koymak olacağı gerekçesine dayandığı anlaşılmaktadır. Esasen HGK.nun 8.12.1993 tarih 1993/7-563/794 sayılı kararı ile 7. Hukuk Dairesinin bir kısım kararlarında ileri sürülen muhalefet görüşleri dışında diğer tüm daire ve genel kurul kararlarında harici satışın bölgede kadastro (tapulama) başlamadan önce yapılması gerektiği olgusu kabul edilegelmiştir.

Tapu dışı işlemin bölgede kadastronun (tapulamanın) başlamasından sonra da yapılabileceği görüşünün temelini ise, yasada aksine öngören bir hüküm bulunmadığı fikrinin oluşturduğu anlaşılmaktadır. Ancak yasal bir düzenlemede, boşluk çözümsüzlük bulunması halinde, anılan eksikliğin aynı yasal düzenlemenin genel esprisi bunun yanında genel kanunlarda mevcut konu ile ilgili temel ilkeler gözetilerek giderilmesi asıldır.

Temel İlkeler ve Kadastro (tapulama) yasalarının genel esprisi de yukarıda açıklandığı gibidir.

10 Yıllık Sürenin Tamamlanma Zamanı

Yasalarda öngörülen on yıllık sürenin hangi zamana kadar tamamlanması gerektiği de kararlarda birlik bulunmayan hallerden biridir.

“Birinci Hukuk Dairesi, Yedinci Hukuk Dairesi ve Hukuk Genel Kurulunun bazı kararlarında” Bölgeye tapulama girinceye kadar 10 yıllık süresin dolması gerektiği vurgulanmış olmasına karşın aynı Daireler ve Hukuk Genel Kurulunun öteki kararları ile diğer Daire uygulamalarında, “tespit tarihine kadar” bu sürenin geçmiş bulunması gerekli ve yeterli görülmüştür.

Her iki görüşün yer almasına karşın bu görüşlerin gerekçe ve dayanaklarına kararlarda rastlamak mümkün değildir. Harici satışa dayalı zilyedliğe değer verilebilmesi için yasalarda belirtilen 10 yıllık sürenin bölgede kadastro (tapulama) başlayıncaya kadar dolması gerektiğini ifade eden düşüncenin, tapu dışı işlemin, bölgeye tapulama girmeden önce yapılmasını öngören fikri temele dayandığı açıktır. Kadastro (tapulama) yasalarının tasfiye ve geçicilik özellikleri gereği kadastro öncesi mevzu hukuka aykırı olarak kurulmuş sözleşmeler ve buna dayalı zilyetliği yasallaştırma amaçlı düzenlemeleri bu amacı aşarak uygulamanın, şekil ile ilgili buyurucu nitelikteki yasa hükümlerini bir kenara itmek, istisnai hükümleri kural haline getirmek olacağı tarzındaki gerekçenin burada da geçerli olduğunu söylemek olasıdır.

Esasen, 10 yıllık sürenin başlayış ve bitişini aynı kurallara uygun tarzda yorumlamanın kendi içerisinde tutarlı bir düşünceler zinciri oluşturacağı da kuşkusuzdur.

Bu konuda “tespit tarihini” esas alan görüşlerin hareket noktasını da “Tapulama tespiti” kavramının teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Bilindiği üzere, tapulama tespiti, yapıldığı günde var olan ayakta duran hakları belirleyen bir işlemdir. Görüş sahiplerince, her ne suretle olursa olsun şekil koşuluna uyulmaksızın yapılan temliki işlem tarihinden itibaren, tespite kadar 10 yıllık yasal sürenin dolması halinde tartışma dışı koşulların da gerçekleşmesi ile tespit edilebilir hakkın doğduğu kabul edilerek işleme değer verildiği anlaşılmaktadır. İçtihadı birleştirme konusu olan harici satın almaya dayanan 766 sayılı Kanunun 32/c ve 3402 sayılı Kanunun 13/B-b maddelerinde koşulları belirtilen hak, tespit tarihi itibariyle koşullara uygun olarak doğmuş ise, tapulama tespitinin bu hak çerçevesinde yapılacağı muhakkaktır. Ancak, tapu dışı satış sözleşmesi nedeniyle başlayan 10 yıllık sürenin, bu süre tamamlanmadan bölgeye tapulamanın girmesi halinde, devamla hükmünü yerine getireceğini kabul olanağı var mıdır? Diğer bir deyişle bir kısmı bölgeye tapulama girmeden, bir kısmı da girdikten sonra tamamlanan 10 yıllık süre, yasa hükümlerinde sözü edilen ve hak durumunu belirleyen geçerli bir şart olarak kabul edilebilecek midir? Buna dayanan tespitin yasal koşulları taşıyan, doğru tespit ilkesine uygun bir tespit olduğu söylenebilecek midir?

Kadastro Yasalarının genel amacı, niteliği ve temel ilkeler gözetildiğinde bu sorulara doğruluğu tartışmasız, olumlu yanıt verilemeyeceği inancındayız. Yukarıda birçok kez tekrar edildiği üzere, tasfiye amaçlı olup, ömürleri dar anlamda, bölgede işlevini tamamlaması ile sınırlı kadastro yasalarının, bölgede kadastronun başlaması ile uygulanır hale gelmesi, bu tarih itibariyle fiilen mevcut hukuka aykırılıkları giderme fonksiyonu dikkate alındığında, yasanın bölgede uygulama tarihinden sonra işleyecek süreye değer verilmemesi gerektiği düşünülmelidir.

Aksi takdirde, amaç ve ilkeler yönünden doğacak sakıncalar bir yana kadastronun girdiği bir bölgede tespit tarihlerine göre aynı konumdaki iki taşınmaz bakımından birbirinden farklı ve adalet düşüncesini zedeleyici sonuçlar ortaya çıkması olasıdır. Örneğin, aynı tapulama bölgesinde, aynı tarihte, tapu dışı satışa konu iki taşınmaz bakımından, satış tarihinden 10 yılın dolmasına bir ay kala bölgeye tapulama girmesi halinde, bu tarihten bir ay içerisinde tespit gören taşınmaz yönünden harici satışa değer verilmezken, bu süre geçtikten sonra tespit tutanağı düzenlenen diğeri için mülkiyet hakkının satın alana geçtiğini izah etmek mümkün değildir. Yahut, taksim kabiliyeti taşıyan bir tapulu taşınmazın, aynı tarihte, iki ayrı kişiye haricen satışında, yine satış tarihinden 10 yılın tamamlanmasına bir ay kala bölgeye tapulama girmesi durumunda, bu tarihten bir ay içerisinde tespit gören taşınmaz bölümü bakımından harici satışa değer verilmeyecek, bu süreden sonra taşınmazın diğer bölümü için yapılan tespit, zilyedi yararına hüküm doğuracaktır. Böyle bir uygulamanın hakkaniyet ve adalet duygularına uygun düştüğünü söyleme olanağı var mıdır? Öyle ise hem kadastro yasalarının amaç ve prensiplerine, hem genel ilkelere uygun yorum ve uygulama bakımından objektif kıstasın, bölgeye tapulamanın girdiği tarih olacağı düşünülmelidir.

Tapu Dışı İşlemin Bozulması Sorunu:

Bu çelişki, tapu dışı işlemin ne zamana kadar ayakta durması gerektiği ya da hangi ana kadar bozulmaması icabettiği meselesinde de karşımıza çıkmaktadır. Daireler ve Hukuk Genel Kurul Kararlarında birlik bulunmayan hususlardan biri de budur.

Yukarda daha önce değinildiği üzere, 766 sayılı Kanunun 32/C ve 3402 sayılı Kanunun 13/B-b maddeleri uyarınca tapu dışı temliki işleme değer verilebilmesi koşullarından biri de “çekişmesizlik” veya “işlemin bozulmamış olması halidir.”

Yüksek 1. Hukuk Dairesinin, 7. Hukuk Dairesinin, Hukuk Genel Kurulunun bir kısım kararlarında harici satış sözleşmesinden bölgede tapulama (kadastro) başlayıncaya kadar dönülmemiş olması, çekişmesizlik halinin bu tarihe kadar sürmesi gerektiği vurgulanmışken, yine aynı Daireler ve Hukuk Genel Kurulunun bazı kararlarında, bu konuda tespit tarihinin esas alındığı görülmektedir. Ayrıca Yüksek 16, 17 ve 20. Hukuk Dairelerinin görüş yazılarında da tespit tarihinin önemsendiği anlaşılmaktadır.

Bunların dışında bir kısım kararlarda da bölgede tapulama başladığı tarihe kadar tapu dışı işleme ilişkin sözleşmeden dönülmemiş olması, diğer yasal koşulların ise tespit tarihine kadar gerçekleşmesi gerektiği şeklinde ikili bir kabul tarzına yer verildiği görülmektedir.

Belirtilen kabul tarzlarından herhangi birinin tercihi halinde hakkın tespiti bakımından değişik sonuçlarla karşılaşılacağı tabiidir. Öte yandan, konuya çözüm ararken, daha önce tartışılan diğer yasal koşulların gözardı edilemeyeceği, meseleye onlarla birlikte bakılması gerekeceği de kuşkusuzdur.

Bu noktada, genelde kadastro (tapulama) yasalarının deyimi olarak kullanılan “tasfiye” ile “tespit” sözcüklerinin, kavramsal anlam, önem ve işlevine doğru ve sağlıklı teşhis konduğu takdirde, meselenin açıklığa kavuşacağı düşünülmektedir. Bu anlamda tasfiye ve tespit, birbirinden tamamen ayrı ancak konumuz yönünden yek diğerini tamamlayan müesseselerdir. Her tasfiye bir tespit sonucunu doğurmayabilir, ancak her tespitin şu veya bu şekilde bir tasfiye ürünü olduğu söylenebilir.

Bilindiği ve daha önce birçok kez değinildiği gibi, kadastro (tapulama) yasalarının en belirgin özellikleri, tasfiye amaçlı oluşlarıdır. Bu özellikleri itibariyle mevzu hukuka aykırı biçimde oluşmuş hakları yeni bir düzene sokmak açık ve çekişmesiz hale getirmek en önemli işlevleridir. Anılan yasalar bu fonksiyonlarını genel ve özel anlamda yürürlüğe girdikleri, uygulanır hale geldikleri zamandan sonra ancak, yürürlük tarihlerinden önceki haklar bakımından yerine getirirler. Zira doğmayanın, olmayanın tasfiyesi de olmaz. Aksine düşünce tarzı, kadastro (tapulama) yasalarının uygulama zamanından sonra ortaya çıkan olgulara bu yasanın uygulanması, ona genel hüküm değeri izafe edilmesi, tasfiye özelliği nedeniyle bilinerek, istenerek, genel hükümlere aykırı, istisnai düzenlemelerin kural haline getirilmesi sonucunu doğurur. Bu bakımdan, 766 sayılı Kanunun 32/C, 3402 sayılı Kanunun 13/B-b maddelerine göre yapılacak kadastral tespitin bölgeye tapulama girdiği tarihe kadar yasada öngörülen bütün koşulları ile gerçekleşmiş ve yine o tarihe kadar bozulmamış, ayakta duran hakları kapsamına alması gereklidir. Bu suretle oluşan hak yasaldır ve tespite konu olabilir. Kadastral tespitin tespit tarihinde mevcut hakları belirlemesi kuralındaki hak, işte bu hak olmalıdır.

Çekişmesizlik yahut, işlemin bozulmamış olması halini kadastronun (tapulamanın) bölgeye girdiği tarihten sonraya taşımanın, zaman zaman fayda olarak düşünülenden, daha fazla zararlara yol açabileceği de gözden uzak tutulmamalıdır.

Bu konuda tespit tarihine değer veren düşüncenin temelinde, (ki hiçbir kararda bu düşüncenin gerekçesine rastlanmamıştır.) Kadastro (tapulama) yasalarının uygulanır hale geldikten sonra, uygulamada rastlanan mali ve teknik imkansızlıktan kaynaklanan gecikmeleri giderme saikinin yattığı bilinen bir gerçektir.

Düşünce sahiplerince bir bölgeye kadastro girdikten sonra, tapu dışı sözleşmeye konu taşınmaz yönünden çok uzun sürelerle tespitin yapılamadığı bu halin de hak kaybına sebebiyet verdiği ifade edilmektedir. Ancak yasa uygulaması bakımından, tespit tarihi esas alınıp, tapu dışı sözleşmenin de bu tarihe kadar bozulmamış olması gerekli görüldüğünde bu kez 766 sayılı Kanunun 32/C, 3402 sayılı Kanunun 13/B-b maddelerinden doğan hakkın, dolayısıyla bu yasa hükümlerinin uygulama alanının kısıtlanması sonucu ortaya çıkmayacak mıdır? Doğmuş hakların ziyanına sebebiyet verilmeyecek midir? Örneğin, bölgeye kadastro girinceye kadar, harici satın almaya dayalı temliki işlemin çekişmesiz 10 yılı doldurması durumunda, hakkın doğduğu kabul edilmeyecek, diyelim ki, bundan bir on yıl daha sonra tespit yapıldığında, bu süre içerisinde zilyed, harici sözleşmenin kayıt maliki tarafından bozulması tehdit ve riski altında yaşayacaktır.

Bunlar dışında, bölgeye tapulama girinceye kadar tapu dışı işlemin bozulmamış olması, tespit tarihine kadar da diğer yasal koşulların gerçekleşmesi gereğine değinen kararlardaki düşünce tarzını, sağlıklı ve geçerli bir hukuki temele oturtabilme olanağı bulunamamıştır. Diyelim ki harici satış sözleşmesinin beşinci yılında bölgeye tapulama girdi, bu tarihe kadar da sözleşme bozulmadı, geri kalan ikinci beş yıl içerisinde sözleşmenin bozulması hukuki sonuç doğurmayacak mıdır?

Bu ve benzer haller gözönünde bulundurularak, meseleye, faydacı, hal ve şartlara uygunluk görüşüyle değil, yukarda açıklanan genel yasal düzenlemeler ve kurallar çerçevesinde bakılmasının isabetli olacağı kanısını taşımaktayız.

Kazanılmış Hak Sorunu:

Buraya kadar yapılan açıklamalar ışığında daha önce sözü edilen “tespit edilebilir hak” kavramını üzerinde özellikle durulmasında yarar olduğu düşünülmektedir. Yukarda, bu hakkın, bölgeye kadastro (tapulama) girdiği tarihe kadar yasada öngörülen bütün koşulları ile oluşmuş, yani tapu dışı sözleşmeye dayalı olup, anılan tarihe değil 10 yılı doldurmuş ve çekişmesiz zilyedlikten kaynaklanan hak olması gereğine değinilmiş, bu hakkın daha sonra yapılacak tespite konu olabileceği ifade edilmiştir. Böyle bir anlatım, yada tarifin “kazanılmış hak” olgusunu çağrıştıracağı muhakkaktır.

Yüksek Hukuk Genel Kurulunun bir kararında da açıklandığı üzere Kural olarak herhangi bir yasa veya düzenleyici kural yürürlüğe girdiği andan itibaren derhal hukuksal sonuç doğurmaya başlar. Bunun doğal sonucu da yasaların yürürlüğe girmelerinden önceki olayları etkilemeyeceği, başka bir anlatımla geriye yürümeyecekleridir. Tamamlanmış hukuki durumları yeni yasa ve düzenleyici kuralın etkilememesi, onlar üzerinde hukuki sonuçlar doğurmaması, kazanılmış hakların korunması amacına yönelik bir düşüncenin ürünüdür. Kaldı ki kadastro (tapulama) yasaları, yürürlük tarihinden önce doğan, varlığını sürdüren hakları tasfiye amacını taşıdıklarına göre, uygulanır hale geldikleri anda mevcut hakları tespit edilebilir, “kazanılmış hak” olarak nitelendirmenin doğru bir düşünce tarzı olacağı inancındayız. Bu nedenle, bölgeye tapulama girdiği tarihe kadar yasanın aradığı tüm koşulları ile gerçekleşmiş ve “kazanılmış hak” niteliğine bürünmüş bir hakkı bu tarihten sonraki bozucu etkenlerle yok saymanın isabetli olmayacağı da düşünülmelidir.

Kuşkusuz böyle bir kabul tarzının M. Kanunun 633 ve 639 uncu maddelerine aykırılığı akla getirmesi mümkündür. Medeni Kanunun 633 üncü maddesinde sayılan işgal, miras, istimlak, cebri icra ve mahkeme ilamına dayalı tescilsiz iktisap hallerine bir yenisi bu suretle eklenmiş olmaktadır. Öte yandan taşınmaz mülkiyetinin iktisabını tescil koşuluna bağlayan değinilen yasa hükümleri, bu kabul ile bir kenara itilmektedir. Ancak, belirtilen bu uyumsuzluklar, tasfiye özellikli kadastro (tapulama) yasalarının fonksiyonel sonuçlarıdır. Anılan yasaların düzenleme sistemi içerisinde esasen bu aykırılık ve uyumsuzluklar mevcuttur. Taşınmaz mülkiyetinin naklini resmi şekli bağlayan temel kuralın zorunlu olarak gözardı edilmesindeki düşünce tarzının, kazanılmış hak kavramı bakımından da geçerli olmaması için bir neden yoktur.

Nitekim, Yüksek Hukuk Genel Kurulunun 17.10.1973 ve 31.1.1975 tarihli kararlarında bir bölgede tapulama başlayıncaya kadar bir taşınmaz hakkında zilyed yönünden tapulama Kanununun 32/C maddesindeki koşullar gerçekleşmiş ise, harici satış geçerli sayılır. Sonradan akdin bozulmasına değer verilemez denmek suretiyle kazanılmış hak ilkesinin benimsendiği görülmektedir. Yüksek 1. Hukuk Dairesi de 28.3.1994 tarihini taşıyan kararında bölgeye tapulama girinceye kadar, yasada öngörülen koşulların tamamlanmasıyla tapu dışı satışa konu taşınmaz tapu kaydının hukuki değerini yitireceği görüşünü ortaya koyarak, kazanılmış hak kavramını, tapunun hukuki değerini yitirmesi biçiminde ifade etmiş bulunmaktadır.

Burada, 3402 sayılı Kadastro Kanununun uygulaması ile ilgili olarak çıkarılan “Taşınmaz Malların Sınırlandırma, Tespit ve Kontrol İşleri Hakkındaki Yönetmeliğin” 9. maddesi hükmüne de değinmekte yarar vardır. Bilindiği üzere, yönetmelikler, yasa hükümlerine açıklık getirmek, özellikle uygulamada birlik sağlamak amacıyla düzenlenen, kanunlar hiyerarşisi içerisinde yer alan kurallardır. Söz konusu yönetmeliğin de aynı espiriyi taşıdığı muhakkaktır.

Adı geçen yönetmeliğin 9. maddesi, 3402 sayılı Kanunun 13 üncü maddesinin nasıl uygulanacağını açıklarken ikinci fıkrasında “………. çalışma alanının ilanından önce en az on yıl müddetle çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla zilyet bulunduğu takdirde zilyed adına tespit edilir……….” Son fıkrasında ise “Çalışma alanı ilanının yapıldığı günden sonraki tarihi taşıyan tapu dışı sözleşmelerle yapılan devir ve temlikler kabul edilemez” kurallarına yer verilmiştir.

Sözü edilen hükümlerin içtihadı birleştirme konusunu oluşturan tüm sorunlara çözüm getirdiğini söyleyebilme olanağı yoktur. Ne var ki, anılan düzenlemelerin, uygulamanın belirli bir disiplin içerisinde yürütülmesini, “çalışma alanının ilanı” da olsa, yukarda açıklanan “bölgede kadastronun başladığı tarihi” esas alan düşünce temeline yakın bir iradeye bağlı kıldığı sonucuna varılmaktadır.

Kadastro (Tapulama) Kanununlarının amacı Medeni Kanunun öngördüğü anlamda tapu sicilini oluşturmaktır. Bu amaçları nedeniyle geçici nitelikli yasalardır. Amaç doğrultusunda uygulandıktan sonra işlevleri sona erer. Belirtilen fonksiyonları bakımından kadastro (tapulama) kanunları birer araçtır. Anılan yasaları fonksiyonlarının ötesinde yorumla uygulama alanlarını genişletmek, aracı, amaç yerine koymak olur ki, bu doğru değildir.

Taşınmaz hukukunu, özellikle taşınmaz temlikini, geçerlilik şartı olarak şekle bağlayan Medeni Kanun ve tamamlayıcı düzenlemelerden, ülke gerçekleri, hal ve şartlara uygunluk gerekçelerinden hareketle sapmayı esasen Kadastro (Tapulama) kanunları yapmıştır. Tartışılan yasa hükümleri, bu gerçeklerin ifadesi olan sapma hükümleridir. Bu hükümleri uygularken genişletici yorumlarla yeni sapmalara gitmenin, temel yasa hükümlerinin, buyurucu kuralların önemli ölçüde bozulması sonucunu doğuracağı kuşkusuzdur. Çoğunluk görüşünün kabulü ile artık Medeni Kanunun konu ile ilgili sistemi bir kenara itilmekte, bir yerde Kadastro Kanununun uygulanmaya başlamasıyla birlikte, temel kanunların şekil ile ilgili hükümleri işlemez hale getirilmekte, tapu dışı satış serbest bırakılmaktadır.

Böylece, Daire ve Genel Kurul karar ve görüşlerinin “başlangıç kısmını” oluşturan “kural olarak tapulu taşınmazların tapu dışı yolla satışı geçersizdir.” yahut “Türk Medeni Kanununun sistemine göre tapulu taşınmazların harici satışı geçerli değildir.” gibi ifadelerin inanılarak kullanıldığını kabul olanağı bulunmadığı gibi, bu çelişkiye çevreyi inandırmak da mümkün değildir.

Yukardan beri açıklanmasına çalışılan görüşler doğrultusunda; bir yandan kadastro yasalarının tasfiye amacını dikkate almak, öte yandan buyurucu kuralları içeren temel kanunlarda öngörülen ilkeleri gözetmek suretiyle, içtihatların “Tapulu bir taşınmazın haricen satışı (temliki) halinde, satışın (temliki işlemin) 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/c ve bu kanunu yürürlükten kaldıran 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddeleri gereğince hukuki değer ifade edebilmesi için satış sözleşmesinin (temlike dair sözleşmenin) bölgeye kadastro (tapulama) girmeden yapılması, yasada öngörülen 10 yıllık sürenin bu zamana kadar tamamlanması ve harici sözleşmeden aynı tarihe kadar dönülmemiş bulunması gerektiği” biçiminde birleştirmenin uygun olacağı kanaatıyla, yasa hükümlerinin uygulanması bakımından “tespit tarihini” esas alan sayın çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.

KARŞI OY

Taşınmaz ve akit hukukunun iki temel kanunu vardır. Bunlardan biri Medeni Kanun, ötekisi Borçlar Kanununudur. Her iki hukuk dalında başka kanunlar da çıkarılmıştır. Hatta bu kanunlardan bazıları bu iki temel Kanun hükümlerine uymayan bazı ayrık hükümler getirmiştir. Ama bu iki kanunun genel kurallarına ve sistematiğine hiçbir surette dokunulmamıştır.

Bu iki ana Kanunda, tapulu taşınmazların akitle devrinde şekil unsuru kabul edilmiştir. Medeni Kanunun 634 maddesi “mülkiyeti nakleden akitler resmi şekilde yapılmadıkça muteber olmazlar” şeklindeki emredici bir kural korken Borçlar Kanununun 213 maddesinde “gayrimenkul satımı muteber olmak için resmi senede raptedilmek şarttır. Gayrimenkule dair satım vadi ve bey’i bilvefa ve istimlak mukavelesi resmi senede rapdedilmedikçe muteber değildir.” hükmüyle aynı kuralı tekrarlamış, 2644 sayılı Tapu Kanununun 26. 1512 sayılı Noterlik Kanununun 60/3 ve 89. maddeleri aynı yönde hükümler getirmişlerdir.

Hemen belirtmek gerekir ki söz konusu kanun maddelerinde düzenlenen resmi şekle verilen büyük önemin bir gereği olarak resmi şekil akdin bir ispat koşulu değil geçerlilik koşulu olarak kabul edilmiş, uyulmamasının akdin geçersizliği sonucunu doğuracağı ilkesi benimsenmiştir. Resmi şekil koşulunun amacı şudur; resmi şekil tarafları daha iyi düşünmeye sevkeder. İradelerine açıklık kesinlik getirir. Yanılmaları hile ve hataları azaltır. Sözleşme yapıldıktan sonrada sözleşmenin içeriğinin kolay anlaşılmasını ve yorumunu sağlar. İspatını kolaylaştırır. Sözleşmeyi açıklığa kavuşturarak hak sahipleri üçüncü kişilerin haberdar olmalarına yardımcı olur. Ehliyetsizlik, irade bozukluğu, iradeyi ortadan kaldıran sebeplere dayalı iddiaların öne sürülmesini buna bağlı açılacak davaları azaltır, asgariye indirir. Böylece tapu kaydına sağlam ve güvenilir bir dayanak oluşturur. Tapu Sicillerinin bu nedenlerle sık sık değişmesini ve bozulmasını önler. Olayın özelliğine göre taraflardan birini veya üçüncü bir kişiyi korursa da her zaman kamunun yararına hizmet eder.

Bu nedenle çağdaş hukuk sistemlerinde ve Modern Devletlerde tapu siciline ve Tapulu taşınmazların resmi sözleşme ile devrine büyük önem verilmiş, şekil hukuku beynelmilel bir kural haline gelmiştir.

Ne var ki Toplumumuzda tapuyla devir alışkanlığının oluşmaması nedeniyle tapu dışı satışların büyük yekün tutması gözönünde tutularak, bir tespit yasası olduğu kadar bir tasviye yasası olan kadastro yasalarında, tasviye amaçlarına uygun olarak mevzuu hukuka uygun olmayan işlemleri, uygun hale getirmek amacıyla şekil kuralından sınırlı ölçüler içerisinde ayrılınmış, öngörülen koşulların varlığı halinde tapu dışı satışlara ve devir işlemlerine geçerlilik tanınmak suretiyle bu taşınmazların tapuya bağlanmaları amaçlanmıştır.

Bu doğrultuda 2613 sayılı Tapu Tahrir ve Kadastro Kanununun 22/E maddesi,

5602 sayılı Tapulama Kanununun 13. maddesi,

509 sayılı Tapulama Kanununun 32/C maddesi,

766 sayılı Tapulama Kanununun 32/C maddesi,

3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesi,

ile düzenlemeler getirilmiştir. 3402 sayılı Kadastro Kanununun söz konusu 13/B-b maddesi aynen “zilyet taşınmaz malı kayıt malikinden veya mirasçılarından veya mümessillerinden tapu dışı bir yolla iktisap ettiğini onların beyanı veya herhangi bir belge ile veya bilirkişi veyahut tanık sözleriyle ispat ettiği ve ayrıca en az 10 yıl müddetle çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla zilyet bulunduğu takdirde zilyed adına tespit olunur.” şeklindedir.

766 sayılı Tapulama Kanununun 32/C maddesi de hemen hemen bu maddeye benzemektedir.

Ancak söz konusu maddeler on yıllık sürenin başlama: (harici sözleşmenin yapıldığı ve zilyetliğin devir) tarihi ile bitim tarihi ve sözleşmenin hangi tarihe kadar bozulmaması gerektiği yönünde sarahat taşımamaktadır. Söz konusu maddelerin gerekçelerinde de bir açıklık yoktur. İşte bu nedenle içtihatlar arasında uyuşmazlık çıkmıştır.

Bu durumda doğru bir sonuca ulaşabilmek için kadastro kanunlarının niteliklerinin, amaçlarının, bu kanunlarda yer alan diğer hükümler ile şekil koşulu ile ilgili ana kanunlardaki hükümlerin birlikte incelenmesinde ve değerlendirilmesinde zorunluluk vardır;

A- Kadastro kanunları özellikleri itibariyle öteki kanunlar gibi yürürlüğe girme tarihinden itibaren bütün yurtta uygulanma niteliği kazanmaz. Uygulanabilmesi için o yerde kadastronun başlaması gerekir. Başka bir anlatımla kadastro işlemine başlanmayan bir yerde kadastro kanunu uygulanmasına olanak yoktur.

O halde bir yerde kadastro başlamasının Kadastro Kanununun uygulanması yönünden büyük önemi vardır. Kadastronun başlama tarihi 766 sayılı Tapulama Kanununun 10 ve 11, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 2 ve 4 maddelerinde açıklanmıştır.

Öte yandan, kadastro başlama tarihi ile herhangi bir parselin tespitinin yapılma tarihi tamamen birbirinden farklı tarihlerdir. Önce bir bölgede kadastro faaliyetine başlanır. Böylece Kadastro Kanunu uygulanabilir hale gelir. Ondan sonra bölge ve çalışma alanı, içerisindeki parsellerin teker teker tespitine geçilir. O halde, kadastro başlama tarihi daima daha önce herhangi bir parselin tespitinin yapılma tarihi daha sonradır. Kadastro başlamadan Kadastro Kanunu uygulanabilir hale gelmeden tespit işlemi yapılamaz. Başka bir anlatımla kadastro tespit işlemi kadastronun başlamasına bağlıdır. 3402 sayılı kadastro kanununda tespite ilişkin hükümler ise 7 ve devamı maddelerinde yer almıştır.

B- Kadastro yasaları bir tespit ve tasviye yasalarıdır. Bu yasalara göre önce bir hakkın varlığı tespit edilir. O hak kadastro yasalarının öngördüğü biçimde geometrik ve hukuki yeni bir statüye bağlanır. Böylece hak daha belirgin ve sağlam bir hale getirilir. Bu tespit işlemi kesinleştikten sonra önceki hukuki durum tasviye edilmiş olur. Önceki dönemdeki tüm belgeler bir delil durumuna düşer. Örneğin tapulama tespiti kesinleştikten sonra eski tapu kayıtları tapu olma niteliklerini yitirir, delil olma durumuna düşerler.

Bu özellikleri itibariyle kadastro yasaları yeni bir hak ihtaz etmez. Buna bağlı olarak yenilik doğurucu istekler tapulama işleminin dışında tutulur. Genel Mahkemelere bırakılır. Muhtemel haklar kadastro faaliyetinin dışında kalır. Bu nitelikleri kadastro kanunlarını öteki kanunlardan ayırır. Kural olarak tüm kanunlar yürürlük tarihlerinden sonraki olaylara uygulanmasına, o kanunların geçmişe etkili olmaları (makable şumulu) istisnai bir durum teşkil etmesine karşın kadastro kanunları uygulanmaya başlanıldıkları yani kadastro başlama tarihinden önce mevcut olan hakların tespitine yöneliktir.

C- Kadastro kanunlarının başka bir özelliği de geçici olmalarıdır. Kadastro kanunlarının uygulanması kadastro başlama tarihine bağlı olduğundan yer itibariyle sınırlı oldukları gibi zaman itibariyle de sınırlıdırlar. O bölgede tapulama faaliyeti sona erip tespit işlemleri kesinleştikten sonra uygulanması o bölgede ve çalışma alanında son bulur, yine genel hükümler devreye girer.

Bu durumda; Tapulu bir taşınmazın haricen satın alınması ve zilyetliğin başlaması. On yıllık nizasız ve fasılasız malik sıfatıyla zilyetliğin devam etmesi.

Harici sözleşmenin bozulmamış olması gibi öngörülen üç unsurun ne zaman mevcut olması gereğinin kadastro yasalarının açıklanan bu özelliklerine göre tespit edilmesi gerekir.

1- Kadastro Kanunları kadastronun başlamasıyla uygulanabilir hale gelmesi, kadastro öncesi mevcut bir hakkı tespit etmesi, mevcut olmayan; muhtemel, yenilik doğuran, hakların tespitinin yapılamaması ilkelerinde bir uyuşmazlık bulunmadığına göre, anılan üç unsurun kadastro başlama tarihinden önce var olması gerekir.

Aksi kabul edilerek tespit tutanağının tanzim tarihi esas alındığı takdirde kadastro kanununun bir tespit kanunu olma özelliği ortadan kaldırılıp yürürlüğe girdiği tarihten sonraki olaya uygulanır hale getirilmiş böylece yenilik doğurucu haklar bu kanunun kapsamına alınmış olur.

Bunun yanında Kadastro Yasalarının bazı hükümleri özellikle 766 sayılı Yasanın 32/C, 3402 sayılı Yasanın 13/B-b hükmü bir anlamda af niteliğindedir. Tapulu taşınmazların tapu dışı devrini temel kanunlar geçersiz sayarken bu madde hükümleri tapu dışı satış yapan kişilerin bu işlemlerini bazı koşulların varlığı halinde geçerli kabul ederek bu kural dışı işlemi bir anlamda affetmiştir. Bilindiği üzere hiçbir af yasası yürürlüğe girdikten sonraki olaylara uygulanmaz.

Tapulamaya başlandıktan sonraki yani tespit tutanağının düzenleme tarihine kadar yapılan harici satışlara değer verildiğinde bu tür satışlar teşvik edilir. Oysa yasa koyucunun amacı bu değildir. Amaç Kadastro Kanununun uygulanmasına başlanmadan önceki tapulu taşınmazların harici satışlarına sınırlı ölçüler ve sınırlı zaman içerisinde geçerlilik tanımaktır.

2- Tapulama başlama tarihinden sonraki bir tarihe yani tespit tarihine göre işi çözümlemek aynı zamanda kadastro kanununun sistematiğine ve çeşitli hükümlerine de aykırıdır.

Kadastro kanunlarında konumuz yönünden sınıflandırırsak üç gurup hüküm vardır;

a- Genel Mahkemelerde de uygulanan genel nitelik kazanmış hükümler (14, 15, 17, 18, 20, 21)

b- Tapulama başlama tarihini esas alan hükümler (12, 13, 33/son)

c- Tespit tutanağının düzenlenmesi ile ilgili hükümler (7, 11, 25, 26, 27)

766 sayılı Tapulama Kanununun 32/C, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b hükümleri kadastro başlama tarihine göre düzenlenen genel hükümlerdir. Herhangi bir parselle değil, tüm taşınmazlarla ilgili hüküm içermektedir. Aynı nitelikteki ve bu maddeler ile birlikte değerlendirilmesi gereken 766 sayılı Kanunun 92. maddesi aynen “Bu kanunun zilyede tanıdığı iktisap hakları tapulamasına başlanan bölgede zilyet aleyhine açılan davalarda def’an dermeyan edilebilir” derken bu maddenin bir benzeri olan 3402 sayılı Kadastro Kanununun 33/son maddesi “Bu kanunun zilyede tanıdığı haklar kadastrosuna başlanan bölgede zilyedin leh ve aleyhine açılan davalarda iddia defi olarak ileri sürülebilir” hükmüyle tespit tarihini değil tapulama başlama tarihini esas almak gerektiğini açıkça belirtmiştir. Yine 766 sayılı Tapulama Kanununun 31/2. maddesi “bu sicillerde belirtilen haklara tescilleri tarihinden itibaren on sene geçtikten sonra tapulamaya takadim eden sebeplere dayanılarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” hükmünü içermektedir. Bu hükme paralel 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3. maddesi aynı kuralı vurgulamış ve tapulama öncesi nedenden sözetmiştir. Görüldüğü gibi bu maddelerin hiçbirisinde “tespit öncesi neden” denmemiş hepsinde “tapulama öncesi nedenden” söz edilmiştir. Esasen Yargıtay kararlarında da “tespit öncesi” değil “tapulama öncesi” sözcüğü kullanılmıştır.

On yıllık sürenin başlama ve bitim tarihlerinin tespit tarihlerine bağlanması bu kanunların açık hükümlerine aykırı bir durum yaratır.

3- Tüzükler yasa hükümlerine daha iyi uygulanması, uygulamalarda duraksamaların ortadan kaldırılması, onların daha iyi anlaşılabilmesi için çıkarılır. 3402 sayılı Kanununun uygulanması yönünden de on adet tüzük çıkarılmıştır. Bunlardan biriside “taşınmaz malların sınırlandırma, tespit ve kontrol işleri hakkındaki yönetmelik”tir. Bu yönetmeliğin 9. maddesinde aynen “çalışma alanının ilanından önce en az on yıl müddetle çekişmesiz aralıksız ve malik sıfatıyla zilyet bulunduğu takdirde zilyet adına tespit edilir. On yıllık zilyetlik süresi dolmamış ise kayıt maliki veya mirasçılarının muvafakatı aranır” denmiştir.

Yönetmeliğin bu hükmü söz konusu madde hükmüne hiçbir tereddüde meydan vermeyecek biçimde açıklık getirmiştir.

O halde Kadastro Yasalarının amaçları özellikleri, sistematiği ve bu yöndeki açık hükümleri, anılan yönetmelik hükmü bu üç unsurun tapulama başlama tarihinden önce var olması gerektiğini açıkça göstermektedir. Aksinin kabulü kadastro kanunlarının yönetmeliğin bu açık hükümlerine, sistematiğine ve amaçlarına ters düşer. Bu maddeye genel hüküm niteliği kazandırır. Esasen, kanun koyucunun böyle bir amacı bulunsa idi ya genel hükümlerde bu yönde bir değişiklik yapılır veya asgariden bu hükümlere kadastro kanunu içerisindeki bazı hükümler gibi genel nitelik verilirdi. Hemen belirtmek gerekir ki 3402 sayılı Kanunun söz konusu bu maddesi amacına uygun sınırlı süre içerisinde uygulanmaz yani tespit tutanağının düzenlenme tarihine kadar uzatılırsa şekil koşuluyla ilgili Medeni Kanunun 634, Borçlar Kanununun 213, Tapulama Kanununun 26. maddelerinde hükme bağlanan şekil kuralı gereksiz yere hırpalanacak, zilyet yararına hareket etmek isterken çok gerekli ve önemli şekil kuralını çiğneyerek çok büyük eşitsizliklere ve adaletsizliklere neden olunacaktır.

5- Tespit tutanağının tespit tarihine esas kabul etmek her zaman zilyet yararına sonuçta doğurmaz. Tapulama tarihinden önce on yıllık zilyetlik süresini doldurmuş yani tapulama başlamadan önce lehlerine üç koşul oluşmuş zilyetler için bu süre tespit tutanağının düzenleme tarihine kadar uzatıldığı takdirde haricen satan kişi yönünden akti bozma hakkı da bu tarihe kadar uzatmış olur. Oysa uygulamada tapulama başlama tarihine kadar on yıllık süresini dolduran olaylar çoğunluktadır. Tapulamanın başlaması ile önceki olayların büyük kısmının çekişmeli hale geldiği bilinen bir gerçektir. Tespit tutanağının düzenleme tarihi esas alındığı takdirde tüm harici sözleşmeler tapulamanın başlaması ile bozulacak anılan kanun maddesi uygulama olanağını büyük ölçüde yitirecektir. Tespit tarihine göre on yıllık süreyi dolduranlar için kazanılmış hak kuralının uygulanmasını, doldurmayanlar yönünden zilyetlik süresini tespit tarihine kadar uzatılmasını kabul etmek ise eşitlik ve adaletle bağdaşmaz. Haricen satanın bütün hakları kısıtlamış, zilyete ise yasal olmayan çok geniş bir hak tanınmış olur.

6- Tespit tarihinin esas alınması aynı tapulama bölgesi veya çalışma alanı içerisinde bulunan taşınmaz malikleri arasında eşitsizlikde yaratır. Bilindiği üzere bir bölgeye tapulama girdikten sonra o bölge içerisindeki taşınmazların tespitleri çok farklı tarihlerde yapılmaktadır. Daha önce tespiti yapılan taşınmaz yönünden on yıllık zilyetlik süresi dolmadığı için bu kimsenin zilyetliğine değer verilmeyip, talebi reddedilecek, yanı başındaki taşınmazın daha sonra yapılan tespiti sırasında on yıllık süre dolacağından taşınmaz o kişi adına yazılacaktır. Maliklerin iradesi dışında yaratılan bu eşitsizlik hakka ve hukuka aykırı bir durum doğuracak adalete karşı olan saygı azalacaktır. Oysa adaletin en önemli unsurlarından birisi eşitliktir. Tapulama başlama tarihi esas alındığı takdirde tapulama bir bölgede aynı anda başlayacağından ve o bölgedeki binlerce parselin zilyetlik süresi aynı kurala göre belirleneceğinden bu parsel malikleri arasında bu eşitsizlik vücuda gelmeyecek adalete güven sağlanacaktır.

Açıklandığı üzere özel bir amacı bulunan geçici kadastro yasalarının sınırlarının, genel yasalar aleyhine genişletilmesini, tapulu taşınmazların temlikleri hakkında kabul edilen çok önemli ve çok gerekli şekil kuralının zedelenmesini haklı gösterecek hiçbir hukuki ve mantıklı neden bulunmamaktadır. Bu nedenle 776 sayılı Tapulama Kanununun 32/e. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b. maddelerinde hükme bağlanan on yıllık zilyetlik süresinin başlangıcı bitimi ve harici devir sözleşmesinin bozulmama koşulları için kadastro başlama tarihinin esas alınması yönünde içtihatların birleştirilmesi görüşünde olduğumdan sayın çoğunluğun kararına katılamıyorum.

KARŞI OY YAZISI

Konuya ilişkin Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararının raportörlüğünü yapan Sayın Orhan UZGÖREN’in kaleme aldığı karşı oy yazısında belirttiği; tamamen Medeni Kanununun sistematiğine uygun düşen ve Kadastro Yasasının tasfiye amacını ortaya koyan görüşünde olduğumdan sayın çoğunluğun kararına katılamıyorum.

KARŞI OY AÇIKLAMASI Esas No : 1994/5 Karar No: 1997/2

Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunca, 3402 sayılı Kadastro Yasasının 13/B-b maddesinde düzenlenen tapulu taşınmazların tapu dışı bir yolla mülkiyetinin devrini öngören sözleşmelerin aynı yasanın bölgede yürürlüğe girmesinden sonrada yapılabileceğine, anılan maddede öngörülen on yıllık süreninde tespit tarihine göre hesaplanması gerektiğine ilişkin kararında dayanılan gerekçelere ve varılan sonuca katılamamaktayım.

Şöyle ki;

Konunun Açıklanması:

İçtihadı Birleştirmeye neden olan kararlar arasındaki aykırılık yürürlükten kaldırılan 766 sayılı Tapulama Yasasının 32/c ve yeni 3402 sayılı Kadastro Yasasının 13/B-b maddesinde düzenlenen sürenin, gerek başlangıcının ve gerekse sona ermesinin hesaplanmasında, gözönünde tutulması gereken hukuki olgunun, kadastro işleminin bölgede işe başladığı tarihin mi, yoksa kadastronun o taşınmaz hakkında düzenlediği tespit tutanağı tarihinin mi esas alınacağı noktasında toplanmaktadır. Bazı Daire ve Hukuk Genel Kurulu kararlarında tespit tarihi; bazı kararlarda ise, tapulamanın bölgede işe başladığı tarihin esas alınması yönünde kararlar oluşmuştur. Böylece içtihat aykırılığının varlığı açıkça ortaya çıkınca birleştirilmesi yoluna gidilmiştir.

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, “kadastro bölgesi” tabiri ile “kadastro tespit tarihinin” açıklanmasında yarar vardır. 3402 sayılı yasanın 2. maddesinde, her ilçenin idari sınırları içinde kalan yerler “kadastro bölgesi” her köy ve mahallede “kadastro çalışma alanı” olarak isimlendirilmiştir. İçtihadı Birleştirme kararı ile varılan sonuç, bu iki birimin dışında bir olguyu öngörerek, “taşınmazla ilgili olarak düzenlenen tespit tutanağını” esas almıştır. Bu durumda, değerlendirmenin idari sınırla ilgili ve bağlantılı olmadığı, taşınmazın bizatihi kendisi ile ilgili olarak düzenlenecek tutanak tarihinin esas alındığı sonucuna varılmış bulunmaktadır. Karar henüz yazılıp elimize geçmediği için, yasal dayanağının ne olduğu konusunda bilgimiz bulunmamaktadır.

Yasal Düzenlemeler:

Bilindiği üzere, taşınmaz mülkiyetinin kazanılması için, tapu sicilinde tescilin zorunlu olduğu MK.nun 633. maddesinin bir gereğidir. Ne var ki aynı madde de, tescil dışı olan ayrık durumlarda sınırlı biçimde sayılmıştır. Bunları kıyas yoluyla arttırmak olanağı bulunmamaktadır. İşte gerek yürürlükten kaldırılan 766 sayılı Tapulama Yasasının 32/c ve gerekse 3402 sayılı Kadastro Yasasının 13/B-b maddesi de MK.nun 633. maddesinde yer alan ayrık durumlara bir yenisini eklemiş ve getirmiş bulunmaktadır. Anılan maddede ki sonucun gerçekleşmesi için yine madde de ifade edilen koşulun gerçekleşmesi gerekmektedir. Ne var ki madde de, öngörülen on yıllık sürenin başlangıcının tapulama çalışmasına ilişkin bulunan hangi olgu ile başlayacağı konusunda bir açıklık bulunmamaktadır.

Bu durumda, sonucu belirleyici nitelik taşıyan olgunun belirlenmesi için, yasa koyucunun yerine geçip bir düzenleme yapılamayacağına göre, yasanın diğer maddelerindeki düzenlemeyi, yasanın ve özellikle 13/B-b maddesinin amacını gözönünde tutmak suretiyle bir sonuca varmak gerekecektir.

Düzenlemeyi, yasanın ve özellikle 13/B-b maddesinin amacını gözönünde tutmak suretiyle bir sonuca varmak gerekecektir.

Sorunun, 3402 sayılı yasa kapsamı içinde kalınarak çözümü gerektiğine göre, ilgili maddelerin açıklanması gerekmektedir. Yasanın 12. maddesinde, kadastrosu tamamlanan ve çalışma alanı içinde kalan eski tapu kayıtlarının artık tapu sicilinde işleme tabi tutulamayacağı 26. maddesinde ise, kadastro mahkemesinin yetkisinin (görev olacak) taşınmaz hakkında kadastro tutanağının düzenlendiği günde başlayacağı hükme bağlanmıştır. Buna karşılık aynı yasanın 33/son maddesinde aynen, “Bu kanunun zilyede tanıdığı haklar, kadastrosuna başlanan bölgede zilyedin leh ve aleyhine açılan davalarda iddia ve def’i olarak ileri sürülebilir” kuralı yer almıştır. Buna benzer düzenleme 766 sayılı yasanın 92 ve 97. maddelerinde de mevcuttur. Yine aynı maddenin 2. fıkrasında ise, 3402 sayılı yasanın uygulandığı yerler dışında bulunan taşınmazlar hakkında bölgede kadastro işleminin başlamış, olması koşulu ile bu yasanın 14, 15, 17, 18, 20 ve 21. maddelerinin de uygulandığı hükme bağlanmıştır.

Yasal Düzenlemenin Değerlendirilmesi:

Yukarıda açıklanan bu yasal düzenlemeler, bir değerlendirmeye tabi tutulduğunda, yasanın 12/a maddesinde yer alan hüküm, mülkiyet hakkının kaybedilmesi veya kaldırılması ile ilgili olmayıp, karışıklıkları önlemek için eski kayıtların işleme tabi tutulamayacağı yönündedir. 26. maddesi ise, mahkemenin görevi ile ilgilidir. Bir taşınmaz hakkında mahkemenin görevinden söz edilebilmesi için, taşınmazın hukuki ve geometrik durumunu belirleyen tutanağın düzenlenmesi bir zorunluluktur. Görüldüğü gibi, bu düzenlemeler mülkiyetle ilgili değildir.

Yasanın 33/son maddesine gelince, kadastrosuna başlanan bölgede zilyedin leh ve aleyhindeki tüm yönler gözetilerek değerlendirileceğinden mülkiyet hakkının kaybedilmesi ve kazanılmasını düzenlediği açıktır. Diğer bir anlatımla yeri tapu dışı bir yolla eline geçirip zilyet olan kişinin, zilyetliğe dayanarak mülkiyet hakkını kazanıp kazanmayacağına ilişkin olup süre, bölgede tapulamanın başlaması ile sonuçlarını doğuracaktır. Anılan bu hükümle, o bölgede kadastro işleminin başlaması ile, bir taşınmaz hakkında tutanak düzenlenmiş olsun veya olmasın, bölge sınırları içinde kalan tüm taşınmazlar hakkında zilyede tanınan hakların ileri sürülebileceği hüküm altına alınmıştır. Böylece, 3402 sayılı Yasanın 13/B-b maddesinde yer alan ve uyuşmazlığa konu olan on yıllık süreninde bölgede tapulama başlaması ile tüm taşınmazlar için uygulamak gerekecektir. Bu sonuç yasal düzenlemenin zorunlu bir gereğidir.

Bu Sonuca Varmamızın Nedeni:

Kadastro yasaları, yasaların genelliği ve sürekliliği ilkesi karşısında özel ve geçici bir nitelik taşırlar. Bundan dolayı da, ayrık kuralları içerirler. Nitekim 3402 sayılı Yasanın 13/B-b maddesi de, ya Hukukunun genel kurallarından farklı ve ayrık bir durumu içermektedir. Bundan dolayı da, yasanın bu maddesini bu ayrık durumu gözetilerek dar yorumlanmalı, uygulamayı genişletecek, diğer bir anlatımla, taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasını veya kaybedilmesini yasadaki bu özel durumdaki düzenlemeden farklı ve genel ilkelere yakın bir duruma getirecek sonuçlardan kaçınılmalıdır. Aksi halde bu ayrık kalan durum dışlanmış olup uygulanamaz bir hale gelir.

Aksi halde aynı bölgenin köyleri arasında, hatta aynı köyün birbirine bitişik iki taşınmazı arasında farklı sonuçlar ortaya çıkmış olacaktır. Çünkü tespit tarihi esas alındığında, aynı tarihte tüm taşınmazların tespitinin yapılması olanaksız olduğundan farklılık kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Böylece bitişik iki taşınmazı aynı tarihte haricen alan ve zilyeti olan kişi, farklı tespit tarihleri nedeniyle, birini kazanırken diğerini kaybedebilir. Bu sonuçta vatandaşta güvensizliği arttırır. Ayrıca bunu anlamakta da zorlanacaktır.

– Tespit tarihinin esas alınması başka bir yönde de yasal düzenlemeye aykırıdır. Şöyle ki, 3402 sayılı Yasanın 33/3. maddesinde, belirtildiği üzere, bölgede kadastro başlamışsa, genel mahkemelerde görülen davalarda da 13/B-b maddesi uygulanacaktır. Bu duruma göre, henüz tutanağı düzenlenmeyen bir taşınmaz hakkında zilyet, genel mahkemede açtığı bir davada 13/B-b maddesine dayanarak yerin adına tescilini isteyebilecektir. Buna rağmen on yıllık süre, bölgede tapulamanın başlama tarihine göre değilde, tutanağın düzenlendiği tarihe göre sonuca etkili görülmesi belirtilen sonuçla çelişecektir. Çünkü iki farklı olgudan aynı sonuç ortaya çıkmaz.

– Kadastro Yasasının 13/B-b maddesi ile öngörülen husus, bölgede kadastro işleminin başladığı tarihe kadar, zilyet lehine on yıl ve daha fazla sürenin geçmiş bulunması ve bu tarihe kadar zilyetliğin bozulmamış olması halinde, mülkiyet zilyete geçecektir. Buradaki hukuki sonuç, gerek kadastro tespit işleminin ve gerekse mahkeme kararının bu mülkiyet hakkını tespit etmeye yönelik olmasıdır. Diğer bir anlatılma, tespit veya mahkeme kararı yenilik doğuran bir sonucu değil, var olan ve gerçekleşen bir mülkiyet hakkını tespit etmekten ibaret olmasıdır. Mülkiyeti kazanma tarihide, bölgede tapulamanın başladığı tarihtir.

– Tespit tutanak tarihinin esas alınması, önemli sakıncalar doğuracaktır. Şöyle ki, bölgede tapulamanın başladığı tarihe kadar on yıllık zilyetlik süresinin dolmuş olmasına karşın, henüz tutanak düzenlenmemişse, kararla varılan sonucu bilen tapu maliki, satış sözleşmesini bozacaktır. Böylece kötü niyetli kişiye pirim verilmiş olacak ve yasanın 13/B-b maddesi de böylece uygulanmayacaktır. İyi niyetli davranan tapu maliki ise, bu iyi niyeti nedeniyle, kötü niyetli olana rağmen hak kaybına uğramış olacaktır.

Bu değerlendirmeye karşı en ağır eleştiri, bir bölgede yıllarca kadastro işleminin sürdürüldüğü böylece, kadastronun başlamasından sonraki devirlere veya kadastronun başladığı tarihe kadar on yılını doldurmayan zilyede hak tanınmamasının haksızlık olduğu noktasında idi. Bir defa bir bölgede kadastro işlemi iddia edildiği gibi 40-50 yıl devam etmemektedir. Zaten edemezde, devam eden ve uzayan kadastrodan sonra görülen kadastro davalarıdır. Zannederim ki olgu birbirine karıştırılmıştır. Ayrıca, kadastronun uzamasında yanların hiçbir katkısı olmadığına göre, sonuçtan da onların subjektif hakları etkilenmemeli. Kaldı ki yasanın amacı, bölgeye girer girmez, bölgenin kadastrosunu bitirmektedir.

Sonuç olarak, 3402 sayılı Yasanın 13/B-b maddesini, tapulu taşınmazların tapu dışı bir yolla mülkiyetinin devrini öngören sözleşmelerin, bölgeye tapulama girdiği tarihe kadar on yıllık sürenin dolmuş ve bu tarihe kadar yine bozulmamış olması biçiminde anlaşılması ve uygulanması gerektiğini düşünüyorum. Bundan dolayı da tespit tarihini esas alan çoğunluğun düşüncelerine katılamıyorum.

Exit mobile version